0%

Grup:
Sayfalar:

Grup:

Sayfalar:
Gözlemler:
İndir:

Açıklamalar:

İNSAN VE KADER
  • MЬSLЬMANLARIN YЬKSELЭЮЭ VE GERЭLEMESЭ

  • KORKU

  • KONUNUN GENEL VE UYGULAMALI YЦNЬ

  • KUR'AN AYETLERЭ

  • KADER KELЭMESЭ

  • ЗELЭЮKЭ

  • KARAMSAR GЦRЬЮ

  • POLЭTЭK KULLANIMI

  • HRЭSTЭYAN AVRUPA'NIN ЭSLAM'A SALDIRISI

  • MЬKEMMELLЭK VE TEKTANRICILIK

  • DETERMЭNЭZM

  • ЦZGЬRLЬK VE KENDЭ KADERЭNЭ KENDЭ BELЭRLEME

  • ЭNSANIN ЭMTЭYAZI

  • TEMEL KAYNAK

  • DЭРER GЦRЬЮLER

  • MANEVЭ FAKTЦRLER

  • ЭKЭ EKOL ARASINDAKЭ FARK

  • KUR'AN'IN ЦZGЬN MANTIРI

  • ЭLERЭ DЬZEYDE BЭR MANTIK

  • TARЭHSEL KЦKENLER

  • GELENEKSEL BЭR TARTIЮMA

  • ALLAH'IN ЭLMЭ

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: / İndir:
Boyut Boyut Boyut
İNSAN VE KADER

İNSAN VE KADER

Türkçe
İNSAN VE KADER İNSAN VE KADER


İNSAN VE KADER
MURTAZA MUTAHHARÎ
Çeviri: Fatma Bostan

MÜSLÜMANLARIN YÜKSELİŞİ VE GERİLEMESİ
Kader konusu, felsefî bir karakterde olduğu için, bu özelliği göz önüne alınarak üzerinde tartışılması gereken bir konudur.

Bilimsel ve felsefî meseleler, temel konularına ve o alanda yapılan üretimlere göre belirlenen belli kategori­ler altında mütalaa edilir.

Felsefî, matematik ve tabiata ait birtakım konular; bu konularla ilgili birçok alt-gruplar, alt başlıklar dolayısıyla birbirlerinden çok ayrı, hiçbir şekilde birbirine bağlı ol­mayan kategorilere ayrılmıştır.

Felsefî bir mesele olarak kader konusu da yukarıda sayılanlara dâhildir. Ama burada, yukarıda anlatıldığı gi­bi bir kategorileştirmeye tabi tutulmayacaktır.

Kader konusu, «Müslümanların Gerilemesinin Sebep­leri» ana başlığı altında bir dizi mütalaa serdedilerek tar­tışılacaktır. Bu konu tarihsel, psikolojik, ahlakî, toplum­sal, dinî ve felsefî boyutları göz önüne alınarak, bu ana-başlıklar altında değerlendirilebilir.

Bu ayrı alanları birbirine bağlayacak olan şey, İslam toplumunun yükselişinde ve gerilemesinde pozitif veya negatif etkenlerin araştırılması olacaktır. Bu meseleyi gündeme getirmemizin esas sebebi, kadere inanmanın —felsefî akıl yürütme (muhakeme) prensipleri bağlamında—, buna inanan insan üzerinde tembelleştirici, atâlete sevk eden bir inanç olmasını gerektirip gerektir­mediğini irdelemektir. Gerektiği gibi öğretildiğinde bu tür istenmeyen sonuçlan vermeyecek bir inanç mıdır? İkinci sebep, İslam'ın bu konu hakkındaki hükmü ve bu hükümlerin Müslümanlar üzerindeki vuku bulmuş ve ola­sı etkilerini incelemektir. Temel mesele bu olduğu için yukarda serdedilen amaçla bağlantılı olmayan konular göz ardı edilecektir.

Müslümanların gerileme sebepleri konusunda ne za­man belli bir hükme vardığımı hatta bu konuyla kişisel olarak ne zaman ilgilenmeye başladığımı tam olarak ha­tırlamıyorum. Fakat bu konunun yirmi yılı aşkın süredir ilgimi çektiğini ve bu vesileyle bu süre zarfında konuyla ilgili eserleri tetkik ettiğimi söyleyebilirim.

Yukarıda zikrettiğim zaman süresince ne zaman bu konuyla ilgili bir yazı veya konuşmayla karşılaşsam bü­yük bir iştahla okur veya can kulağıyla dinler, yazarın veya konuşmacının bakış açısını, fikrini öğrenmeyi ister­dim. Birkaç yıl önce peygamberi geleneklerden biri olan yari didaktik yarı hitabet tarzı bir mütalâada konu bu noktaya geldi. Konuyla ilgili okuduklarım ve dinledikle-diklerim faydalı olmakla beraber tatminkar edici olmaktan uzaktı. Dinleyicilerin ve benim meseleye bir hayli yoğun ilgi gösterdiğimizi gördüğüm için bu meseleyi müm­kün olduğunca derinlemesine incelemeye karar verdim. Çünkü günümüz İslam dünyasını yeniden oluşturmanın formülü büyük ölçüde geçmişteki ve günümüzdeki geri­lemesini tanımaya bağlıdır. Bunu başarmak için ilk aşa­mada Müslüman veya Müslüman olmayanların bu konuy­la ilgili, faydalı olabilecek görüşlerini bilmek sonra mese­leyi sunmak gerekiyordu.

Konunun genişliğinin ve bu konuda yetkin ve felsefî bir araştırmanın olabilmesi için bir hayli fazla konu­nun araştırılması gerektiğinin f arkındaydım. Bütün bu ko­nuların araştırılması tek bir kişinin kapasitesinin kaldı­rabileceğinden çok uzaktı, daha az iddialı konuşursak en azından zamana ihtiyaç vardı. Buna rağmen elimdeki ma­teryalleri özetleme, bir sınıflandırma yapma ve içlerinden bir kısmını seçip örnek olarak üzerinde tartışma ve bu konuyla uğraşacak olanlara birtakım ipuçları temin etme kararım verdim. Nitekim çok yararlı ve sistematik değer­lendirmelere kapı aralayan önemli toplumsal İslamî me­seleleri tartışmak için işbirliği ve benzer halet-i ruhiye görülmeye başlanmıştır.

Hiç şüphe yok ki Müslümanlar çok şanlı, parlak bir maziye sahipler. O kadar süre dünyaya hükmet­meleri edibü'l memalik Ferahanî'nin ifadesiyle, «Kral­ları haraca bağlamakla» yönetmelerinden ileri gel­memektedir. Çünkü diğer insanlara baskı yapan fa­tihler, krallar uzun süre ayakta kalamamış, kısa süreli saltanat elde etmişlerdir. Sabun köpüğü gibi kısa sürede yok olup gitmişlerdir. Müslümanlarsa asırlar süren büyük ve parlak bir medeniyet kurarak insanoğluna bir meşale olmuş, dünya yüzünde büyük değişikliklere sebep olmuş­tur. Hatta şimdi bile medeniyet tarihindeki aydınlatıcı ro­lü dolayısıyla azametli olarak mütalâa edilir. Müslüman­lar yüzyıllarca bilim, endüstri, felsefe, sanat, ahlak ve toplumsal kurumlar konusunda dünya çapında üstünlüğü ellerinde bulundurdular. Bazı önyargısız batılı yazarlara göre tüm dünya üzerinde açık bir üstünlük kuran Avru­pa medeniyeti şanlı İslâm medeniyetinden ilham almıştır.

Gustave Le Bon «Arap ve İslâm Medeniyeti» adlı ki­tabında şöyle demektedir:

Bazı Avrupalılar bir grup dinsiz ve tanrıtanımazın, yani Müslümanların, Hıristiyan Avrupa’nın içinde bulunduğu cehalet ve zulmetten kurtulmasını sağladığını itiraf etme­ye utanırlar ve bu gerçeği gizlerler. Roma imparatorluğu­nu yerle bir eden Arapların İslâm'dan neş'et eden mane­viyatı, medenileşmemiş Avrupalıların hümanizme geçişi­ne önderlik etmiştir. Aynı şekilde bilim, teknik ve felsefe üzerinde Müslümanların katkılarından da tamamen ha­bersizdik. Kısacası Müslümanlar tam altı asır öğretmeni­miz olmuştur. (Arap ve İslâm Medeniyeti, 4. Baskı, s. 751)

Yine aynı doğrultuda Will Durant «Medeniyet Tari­hi» adlı eserinde şöyle der:

İslâm medeniyetinin yükselişi ve çöküşü çok önemli bir tarihsel olaydır. Beş asır boyunca —Hicrî 81 ile 597 yılla­rı arasındaki dönem— felsefe, tıp, bilim, edebiyat, sunu­lan dinî kolaylıklar (farklı görüşlere saygı anlamında), in­san haklan, yaşam standardının yükselmesi, sınırların ge­nişlemesi ve ahlakî alanlarda İslâm dünyaya öncülük et­miştir. (Medeniyet Tarihi, Cilt, 2, s. 317)

Will Durant eserine şöyle devam eder:

İslâm dünyasının Hıristiyan dünyası üzerinde çok bü­yük etkisi olmuştur. Avrupalılar yiyecek-içecek, ilâç, si­lah, endüstriyel teçhizat, ticaret, denizciliği Müslümanlar­dan öğrenmişler, bu alanlardaki Müslümanlar arasında geçerli olan terminolojiyi benimsemişlerdir. Müslüman bilim adamları Yunan matematiğini, tabii bilimlerini, kimyayı, astronomiyi ve tababet ve eczacılık ilimlerini ge­liştirip bu Yunan mirasını zenginleştirerek Avrupa'ya nakletmişlerdir. Arap fizikçileri Avrupa'da okunması o çağda yasak olan, unutulmuş Aristo'nun eserlerini koruyup geliştirerek Avrupa'nın Aristo'yu yeniden tanımasını sağladılar. Avrupa'da skolâstik felsefecileri aydınlatan İbn-i Sina ve İbn Rüşd Yunanlı olarak biliniyordu. İslam' in etkisi, ticaret yolları, Haçlı Seferleri, Arapçadan Latinceye yapılan binlerce kitap çevirisiyle, Guerbret, Edward Bani, Michael Scott ve diğer bilim adamlarının Endülüs'e yaptıkları seyahatlerle gerçekleşmiştir. (Medeniyet Tarihi, Cilt, 2, s. 319)

Will Durant bundan başka eserinde şu satırlara yer verir:

Tarihin altın çağlarında yalnızca bir toplum Hicrî dör­düncü asırda Harun el-reşid'den İbn Rüşd'e kadar süren çok kısa bir zaman diliminde olduğu gibi siyaset, edebi­yat, eğitim, astronomi, coğrafya, tarih, matematik, kimya, semantik, felsefe, tıp, eczacılık ve diğer alanlarda çok önemli şahsiyete sahip olabilmiştir. Bu çalışmaların bir kısmı Yunan klasiklerinden faydalanmışlarsa da çoğunlu­ğu özellikle de siyaset, şiir ve sanat alanlarında özgündür, çok değerli yenilikler getirmişlerdir. (Medeniyet Tarihi, Cilt, 2, s. 319)

Hiç şüphe yok ki İslâm Medeniyeti diye adlandırılan, şu anda sönmüş bulunan aydınlatıcı bir meşale, şanlı ve parlak bir olgu var olmuştur. Günümüzde Müslümanların şanlı mazileriyle ve diğer uluslarla kıyaslandığında bir duraklama ve gerilemeye maruz kaldığı görülür.

Doğal olarak bilim, endüstri konusundaki bu kadar ilerlemeden, bu kadar mesafe kat etmeden sonra Müslü­manların çöküşüne neyin sebep olduğu sorusu ortaya atı­lacaktır. Bu çöküş ve geriye gidişten kim ve ne sorumlu­dur? Belli kişiler, etnik gruplar veya şartlar mı Müslü­manları mükemmele ve gelişmeye dönük yönünden saptırmışlardır? Müslümanları hiç beklenmedik şekilde ken­di ilerleme yollarından alıkoyan özel faktörler mi vardır? Fakat her toplumun sınırlı bir gelişme ve ilerleme döne­minden sonra gerileyeceği ve çökeceği de tarihsel bir ku­raldır.

Müslümanların gerilemesi ve çöküşünden bazı fana­tik batılı Hıristiyan ve sömürgeci misyonerlerin iddia ettik­leri gibi İslâm’ı mı sorumlu tutacağız? Müslüman olma­yan toplumların ondört asır boyunca yaptıkları mı İslâm' in gerilemesine sebep olmuştur? Bu sorular kolayca cevaplandırılabilecek sorular değildir. Bir dizi derin araş­tırma ve derin tartışma gerektiren sorulardır bunlar.

İslâm toplumlarının yükselişi ve çöküşü ile ilgili mütalaanın sunulmasında ortaya konulacak çalışmanın aşa­ğıdaki konulan içermesi gerekiyor:

1. İslam medeniyetinin yükseliş temelleri

2. İslâm medeniyetinin itici gücünü oluşturan ku­rumları

3. Müslümanların çöküşünde İslam'ın etkisi

4. Modern Avrupa medeniyetinin İslam'dan aldıkları

5. İslam dünyasının günümüzdeki konumu

6. İslam medeniyeti yıkıldığı halde İslam en güçlü toplumsal ve devrimci güçlerle yarışabilecek, canlı, yayılma potansiyeline haiz güç olarak kalmıştır.

7. İslam milletlerinin uyanması ve tekrar yükselme­sine ramak kalmıştır.

Giriş mahiyetindeki bu değerlendirmeden sonra ayrı bir bölüm açarak tarih felsefesi ile ilişkilendirilen «zama­nın mahiyeti» konusunda temele inen, derin felsefî bir tar­tışma yapılması gerekiyordu. Bazı tarihçilerin iddia ettikleri gibi bir milletin ilerlemesine sebep olan etkenlerin aynı zamanda gerilemesinin de etkeni olup olmadığının görülmesi gerekiyordu. Başka bir deyişle, bu iddiaya göre yalnızca belli şart ve zamanlarda toplumun ilerlemesini temin eden faktörler fonksiyoneldir. Şartların, zamanın ve mekânın yeni bir tarihsel dönemin doğusuyla değiştiği durumlarda daha önce toplumun ilerlemesini temin eden faktör artık toplumu ileriye götürmemekle kalmaz, top­lumun duraklaması gerilemesi ve çöküşünün de sebebi olur.

Bu görüşü, yani her medeniyetin kurulduğu faktör­lerle yıkıldığı görüşünü doğru kabul edersek, medeniyetlerin yıkılışını izah için dış etkenler aramamıza gerek, kal­maz. Bu görüşe göre eski faktörler daima gerici ve reaksiyoner, yenileri ise ilericidir. Yeni toplumsal faktörler önceki medeniyetle çelişen yeni bir medeniyeti yaratır.

Bu kural doğru kabul edildiği takdirde İslam mede­niyetinin de doğal olarak bir istisna teşkil etmeyeceğinin kabul edilmesi gerekir. Bu yüzden de İslam medeniyetini yaratan etkenlerden farklı olarak, bu konudan soyutlaya­rak İslam toplumlarının gerileme sebeplerini aramak bo­şuna olur.

Yine bu kurala göre herhangi bir şahsı, milleti veya olayı İslam toplumlarının gerilemesinden sorumlu tutmak da gerekmez. İslam medeniyetinin çöküşü de er veya geç diğer medeniyetlerde olduğu gibi tahakkuk edecekti. Bu iddia, her canimin ölümle yüz yüze geldiği canlılar dün­yasında doğrulanmaktadır. İslam medeniyeti de doğdu, gelişti gençlik döneminden sonra olgunlaştı ve öldü. Onun restorasyonunu istemek bir ölünün dirilmesini istemek gi­bidir ki bu da insan yeteneklerinin üzerinde, tabiatüstü bir mucizeyle gerçekleşebilecek, tabiat kanunlarının nor­mal işleyişi çerçevesinde gerçekleşemeyecek bir istektir.

İslam toplumlarının yükselişi ve çöküşünü anlatan bir mütalaadan sonra çöküşle ilgili olarak felsefî ve tarih­sel değerlendirmeler yapılması ihmal edilmemesi gere­ken bir gereklilik arz ediyordu. Çünkü bu konuyla ilgili birçok sığ açıklama getirilmeye çalışılmış ve bunlara bir­çok kişi inanmıştı.

Bu felsefî mütalaanın tamamlanması için İslam'ın ça­ğın şartlarına uyum gösterip gösteremeyeceği konusuyla bağıntılı bir dizi tartışmayla ilgilenilmesi gerekiyordu. Bu tartışmanın birinci cephesi özellikle felsefî; ikinci cephesi ise İslamî yön üzerinde duracak bir mütalaayı gerektiri­yordu. Bu iki boyut, «İslam ve hayatın gerekleri» çerçe­vesinde araştırılabilir.

Bu değerlendirmeden kaçınırsak yukarda bahsettiği­miz tarih felsefesi prensibini kabul etmemiş, Müslüman­ların düşüş ve başarılarının sebeplerini göz önüne alma­mış olacağız. Müslümanların duraklama, gerileme sebep­leri üzerinde çalışmaya, konu üzerinde söylenenleri an­latmaya geçebiliriz.

Konu üzerinde görüş serdedenler, Müslüman olsun olmasın benzer şekilde davranarak meseleyi üç ana bölü­me ayırarak incelemişlerdir: İslam, Müslümanlar ve dış etkenler.

Her bölüm kendi içinde birçok konuyu içermektedir. Meselâ, İslam bölümünde kimileri Müslümanların gerile­mesinde İslam inanç ve düşünüşünün etkin olduğunu söy­leyebilir. Bir başkası İslam ahlakının, saflığın gerileme sebebi olduğunu iddia ederken, diğerleri İslam'ın, toplum­sal kurallarının Müslümanların düşüşüne sebep olduğu­nu iddia edebilir, bu örnekleri çoğaltabiliriz.

Tesadüfe bakın ki bazı İslamî inanç ve fikir sahiple­ri tarafından da, İslam'ın önerdiği kimi ahlak kaideleri ve toplumsal hayatı düzenleyen kurallar Müslümanların düşüşünden sorumlu tutulmuştur.

«Müslümanlar »in ve «dış etkenler »in ele alındığı bölümler de tartışılması gereken birçok bölümden oluşmak­tadır.

İslamî inanç ve düşünüşün ele alındığı bölümde aşa­ğıda belirtilen özellikler bu durumdan, yani Müslüman­ların çöküşünden sorumlu tutulmuştur:

1. Kadere inanma.

2. Ahiret Gününe inanma ve bu dünyaya ait mesele­lerin hafife alınması.

3. Şefaat.

4. Takiyye.

5. Mehdi beklentisi.

Bu özelliklerden ilk üçü Şiî ve Sünnilerde ortak, di­ğer son iki madde Şiilere mahsus olan özelliklerdir.

Müslümanların gerilemesine çoğu kere kadere olan derin inancın sebep olduğu söylenir. Veya kıyamet günü­ne ve Ahiret hayatına verilen büyük önemin, bu dünyanın ikincil önemde olduğunun vurgulanmasının Müslümanla­rın bu dünyaya ait meselelerle ciddî olarak ilgilenmesine engel teşkil ettiği söyleniyor. Bazen de şefaate olan inan­cın (çok yakında ortaya çıkan ve çok az sayıda bir grup müstesna bu inanç İslam tarihinin her döneminde varola-gelmiştir) Müslümanları, diğer insanlar üzerinde olumsuz yönde etki bırakacak günah işleme konusunda dikkatsiz davranmaya sevk etmiştir denir. Şefaate güvenmek insan­ların kötülük yapmasını kolaylaştırmıştır.

Şiî Müslümanlara yöneltilen suçlama ise takiyye ve Mehdi beklentisine sahip olmadır. Takiyyenin ikiyüzlülü­ğü öğrettiği ve Şiilerin, zayıf ve olayların üstesinden gelemeyecek bir yapıda bulunmalarına yol açtığı söylenir. Yine Mehdi beklentisinin de Şiileri, gelişme ve düzeltme fikirlerinden yoksun bıraktığı belirtilir. Diğer milletler nasıl ilerleyeceğiz diye düşünürken, Şiilerin görünmeyen bir elin ortaya çıkıp işleri düzeltmesini bekleye geldikleri ifade edilir.

İslam ahlakındaki zahidlik, halinden memnun olma, sabır, boyun eğme, teslimiyet ve güvenmenin Müslüman­ların gerilemesine sebep olduğu da sıkça tekrarlanır.

Bazıları bu önemli meselede Müslümanların sorumlu­luğu ve görevlerinden çok, İslam'ın önerdiği hükümet ve hükümete bağlı kurumların incelenmesi gerektiğini (İs­lam sadece Müslümanların yükümlülükleriyle sınırlı de­ğildir diyerek) öne sürmüşlerdir.

İslam ceza hukuku asırlarca ihmal edilmiş, bu yüzden birçok İslam ülkesi başka ülkelerin kanunlarını benimse­miştir. İslam ceza hukuku da tartışılan konulardan birini oluşturmuştur.

İslam medenî hukuku da kadın haklan, özel mülki­yet, miras gibi kendilerine muhalefet edilen konuları içer­mektedir.

İslam'ın; Müslümanların Müslüman olmayan kişiler­le ilişkilerini belirleyen birtakım kısıtlamaları, mesela Müslümanların Müslüman olmayanlarla evlenmesi, inanç­sızların pis addedilmesi ve uluslararası ilişkileri ilgilen­diren birtakım kurallar dikkate alınmaktadır bazı çevre­lerce. Bunları Müslümanların gerileme sebepleri olarak mütalaa etmektedirler.

Bütün bu konular, İslam konulu bölümde yeterince incelenmesi gereken meselelerdir.

Şükürler olsun ki bu araştırmaların yapılması imkânına sahibiz. Bu meseleleri açıklığa kavuşturduktan son­ra gençliğin ve entelektüellerin zihinlerinde beliren şüp­heleri giderebilecek ve bu yolla inançlarını kuvvetlendirebileceğiz.

«Müslümanlar» bölümünü tartışırken ilgimizi Müslümanların kendilerinde odaklaştıracağız. Yani İslam, Müslümanların gerilemesinden sorumlu tutulmayacak, Müslümanların İslamî öğretiden sapmaları gerileme se­bebi olarak değerlendirilecektir.

Bu bölüm de çeşitli alt bölümleri içinde barındırır: öncelikle sapma noktaları, İslam'dan olup toplum tarafın­dan benimsenmeyen ve İslam'a ait olmayıp toplum tara­fından kabul edilen noktalar belirlenmelidir. Sonra da bu çöküşten yalnızca bir grubun mu yoksa tüm Müslüman­ların mı sorumlu olduğuna bakmamız gerekecektir.

İslam Araplar arasında doğmuş, ama İran, Mısır, Hin­distan, vb. gibi Arap olmayan toplumları da kendi sanca­ğı altında bulundurmuştur. Bu milletlerin her biri ırkî, ah­lakî ve tarihsel özellikler bakımından kendilerine mah­sus kimliklere sahiplerdi. Bu yüzden farklı milletlerin ırkî sebepler veya onlara mahsus birtakım özellikler do­layısıyla İslam'ın orijinal yolundan ayrılıp ayrılmadıkları­nı tespit etmek zorundayız. Yani İslam diğer milliyetlere, mesela Avrupa'da bulunan milletlere yayılsaydı Müslü­manların akıbeti değişik mi olacaktı, Müslümanların bu süreçte hiçbir rolleri yok mudur. Veya Müslümanların başına gelen her şey belli bir Müslüman grubun veya yö­netimde bulunanların ve din adamlarının yaptıklarıyla açıklanabilir mi, türünden sorulara cevap bulmak zorun­dayız.

Müslümanların gerilemesini dış etkenlerle açıklama­ya çalışacağımız bölümde göz önüne almamız gereken bir­çok konu var. En başından beri İslam çok inatçı iç ve dış muhalefetle karşılaşmıştır. Müslümanların içinde bulu­nan ve onları arkalarından vuran Yahudiler, Hıristiyanlar, büyücüler ve Orijinal dini saptıran sapıklar var olagelmiştir. Bu gruplar yeni adetler tesis ederek, farklı tarikler oluşturarak ve Müslümanlar arasındaki ihtilafları körük­leyerek gerçeği saptırmada çok etkin oldular.

İslam tarihinde gayri Müslimlerin İslam'ı zayıflatmak gayesiyle Müslümanlar arasındaki birçok politik ve dinî hareketi destekledikleri görülmüştür.

İslam dünyası başlangıçtan beri muhaliflerin çok şid­detli taarruzlarına maruz kalmıştır. Haçlı Seferleri ve Mo­ğol istilaları bu durumun en güzel örneğidir. Bu iki taarruzun Müslümanların gerilemesinde çok önemli etkileri ol­muştur.

Hepsinden tehlikelisi, Müslümanların yakın tarihin­de baskı altında ezilmelerine sebep olan, adeta Müslüman­ların kanını emen batı koloniyalizmidir.

Yukarıda söylenenleri gözden geçirdiğimizde hakkın­da değerlendirme yapmamız gereken konular şöyle sıra­lanabilir:

1. Müslümanların yükselişi ve düşüşü, Diğer değer­lendirmelere bir giriştir.

2. İslam ve tarihsel şartlar. Bu değerlendirme, birin­cisi tarih felsefesiyle, ikincisi İslam kurallarının değişen şartlara uyum sağlama kabiliyetiyle ilgili olan iki bölümden oluşmaktadır. Bu bölüm de bi­zi diğer bölümlere hazırlamaktadır.

3. Kaza ve kader. Elinizdeki kitabın asıl konusunu oluşturmuştur.

4. Yeniden dirilmeye 'Ba'su ba'del mevt'e inanma ve bu inancın toplumun yükselişi veya gerileyişi üzerindeki etkilerinin incelenmesi.

5. Şefaat.

6. Takiyye.

7. Mehdi beklentisi.

8. İslam ahlakı.

9. İslam'da hükümet.

10. İslam Ekonomisi.

11. İslam Ceza hukuku,

12. İslam'da kadın hakları

13. İslam'da uluslararası ilişkiler hukuku.

14. Sapma noktalan.

15. Adet ve gelenekleri çarpıtma, değiştirme ve yeni adetler tesis etme. '

16. Şiî-Sünnî muhalefeti ve bunun Müslümanların düşüşüne etkisi.

17. Eş'arî ve Mutezile.

18. Belli bir kalıpta donma ve hayatın gerekleri.

19. Mistik felsefe.

20. İslam dünyasındaki yöneticiler.

21. Din adamları.

22. İslam dünyasında azınlıkların yıkıcı faaliyetleri

23. Şuûbî Hareketi.

24. Haçlı Seferleri.

25. Endülüs'ün yıkılışı.

26. Moğol istilası.

27. Koloniyalizm.

Bence sıralanan bu konular çalışmamızın içinde mut­laka bulunması gereken bahislerdir. Ne meseleleri çok iyi bir şekilde aktarabileceğimi, ne de bunların en uygun şekilde aranjmanını yapabileceğimi iddia ediyorum. Yine benim bilmediğim fakat böyle bir çalışmanın mutlaka içer­mesi gereken başka konular da bulunabilir. Aslında konuyla ilgili bütün meseleleri değerlendirmeye ne gücüm, ne de vaktim ve fırsatım var. Bu konularla ilgili birtakım notlarım var ve bunları belli bir düzen içinde bu konula­ra ilgi duyan kişilerin önüne getirebileceğimi umuyorum.

Yirmi yıl kadar önceydi. Kum'daki ilahiyat merkezinde dinî araştırmalarda bulunduğum sıralarda ilk defa olarak, batılıların, Müslümanların gerilemesinde en önem­li sebep olarak kaza ve kadere inanmayı gördüklerinin farkına vardım.

Dr. Muhammed Hasan Heykel'in yayınladığı Ebu'l Kasım Payende'nin tercüme ettiği «Muhammed'in Hayatı» isimli kitabın ikinci cildini okudum. Kitabın sonunda şu iki değerlendirmenin yer aldığı sonuç bölümü vardı:

1. Kur'an'da tarif edilen İslam medeniyeti.

2. Oryantalistler ve İslam medeniyeti.

İkinci konunun yer aldığı bölümde tanınmış Ameri­kan yazarı, İslam peygamberinin hayatı üzerine bir kitap yazan Washington Irving'den bir alıntı yapılmıştı. Dr. Heykel'in yaptığı alıntıda Washington Irving İslam hu­kuk doktrinlerini tarif etmiştir. Allah'a, Meleklere, Ki­taplara, Peygamberlere ve Ahiret Gününe imanı belirt­tikten sonra;

Altıncı ve son şart İslam hukukunda kaderciliğe-determinizme iman olduğunu gösterir. Muhammed, mücadelesin­de bu doktrini kullanmıştır. Çünkü bu doktrine göre dün­yada cereyan eden bütün olaylar Allah'ın takdiriyle ol­maktadır ve bütün bunlar daha dünya yaratılmadan önce kişilerin alınlarına yazılmıştır. Her bireyin doğumu, ölü­mü yani kaderi belirlenmiştir, hiçbir şekilde değiştirile­mez. Bu noktalar Müslüman indinde kabul görmekte Müslümanlar bunlara inanmaktadırlar. Bu inanç dolayı­sıyla savaş anında korkusuzca düşman önüne atılabilmektedirler. Onlar için savaşta ölmek, kendilerine cennet vaat edilen şehidler olmak demektir. Yani düşman tarafın­dan mağlup edilip öldürüldüklerinde bile kazançlı çıka­caklarından emindirler. Bazı Müslümanlar, insanoğlunun günahtan ve dolayısıyla cezadan korunamayacağını ve bireyin hür iradesinin bulunmadığım kabul ettiği için deter­minizmin Allah'ın adaleti ve merhametiyle çeliştiğine inanmaktadırlar. Birçok düşünce bu inancı değiştirmek üzere ortaya çıkmıştır. Fakat bunlar azınlıktadır ve Pey­gamber geleneğinin (Sünnet) izleyicilerinden sayılmazlar. Hiçbir inanç cahil ve inatçı bir orduyu savaşa götürüp, sağ kaldıklarında ganimet kazanacaklarını, öldürüldükle­rinde cennete yerleştirileceklerini garanti edemezdi. Bu inanç onları öyle cesur ve güçlü yapar ki hiçbir düşman onlarla rekabet edemez. Ne ilginçtir ki bu inanç İslam'ın etkinliğinin ortadan kalkmasında da aynı etkiyi doğur­muştur Peygamberin halefleri askerî hareketleri, fetihle­ri durdurdukları ve orduları dağıttıklarında determiniz­min bu yıkıcı karakteri ortaya çıktı.

Barış ve sükûnet Müslümanların cesaretini kırdı. Bu sonuçta maddî gerekler, İslam'ın Hıristiyanlıktan çok farklı bir din olması, saflığı ve zahidliği yüceltmesi de et­kili olmuştur. Müslümanlar gerilemelerini kaderlerine bağlayıp, gayret ederek bu duruma başkaldırmalarının hiçbir işe yaramayacağını düşündüler. Peygamberden son­ra gelenler «.Kendinize yardım edin, Allah da size yardım edecektir» prensibini unutup bunun tam tersine inandılar. Yine bu sebepler yüzünden Haç Hilal üzerinde etkin bir güç olmuştur. Hilal'in Avrupa'da günümüzde de etkinli­ğinin devam edebilmesi ancak Hıristiyan yönetimlerin bu şekilde karar vermeleriyle mümkün olacaktı. Başka bir deyişle, Hilal'in Haç üzerinde etkin olması Hıristiyan güç­lerle olan rekabet gücünden kaynaklanıyordu. Kısaca «kim ki kılıç gücüyle bir şeyi kazanmıştır o şey ancak kı­lıç gücüyle geri alınabilir» kuralına dayanan bir İslam et­kinliği söz konusuydu.

Bu Amerikan yazarına Dr. Heykel kendi görüş ve dü­şünceleri doğrultusunda ayrıntılı bir şekilde cevap veriyor. Bu cevaplarda doğru noktalar bulunmasına rağmen, felsefî disiplinden yoksun oldukları için kolayca eleştiri­lip reddedilebilinirler.

Elinizdeki kitapta Irving ve diğer batılı yazarların bu konudaki görüşlerinin ne kadar temelsiz olduğunu gös­termeye çalışacağız. Her şeyden önce söylenmesi gereken şey İslam'ın kader anlayışıyla determinizm arasında bü­yük bir uçurum bulunduğudur. Irving'in inatçı ve cahil olarak nitelediği İslam'ın ilk ordusunun ağırbaşlı bir öğ­retmenin yol göstericiliği altında bulunduğunu bazı olay­lardan çıkarabiliyoruz, her ne kadar Irving anlamasa da.

İkincisi, yüce Kur'an birçok ayette hür iradeyi ve in­sanın özgürlüğünü teyid etmiştir. Özgür iradenin olduğu­nu düşünen, determinizmi Allah'ın adalet ve merhametiyle bağdaştıramayan kişiler (Mutezile ve Şia), her ne ka­dar Oryantalistler öyle olduğunu iddia etseler de Kur'an' m emirlerine karşı gelmiş olmuyorlar. Ve amaçları da Kur'an'ın ayetlerini «düzeltmek» değildir. Onlar Kur'an doğrultusunda görüş benimsemiş kişilerdir.

Üçüncüsü, Dr. Heykel'e göre fanatik bir Hıristiyan olan ve Hıristiyanlığı dünya meselelerine önem vermediği için fedakârlık dini olarak niteleyen yazarımız, İslam'ı ay­nı meselelere gösterdiği hassasiyet dolayısıyla mahkûm etmektedir.

Allah'ın ebediyeti bildiğini inkâr etmek mümkün mü? Allah'ın ebediyete kadar olacakları bildiğini belirtmek Kur'an'ın eksikliği midir?

Dördüncüsü, Irving «Peygamberden sonra gelenler 'kendinize yardım edin Allah da size yardım eder' emrini dikkate almadılar» der.

- Yazarımız kendini yüce Kur'an'ın mealini bir kere bile okumak için yormamış anlaşılan, aksi takdirde böyle bir iddiayı ileri süremezdi. Kur'an hiçbir tartışmaya yer vermeyecek net bir şekilde şöyle emretmektedir:

«Dünyayı isteyene hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız, yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer.»

«Ahireti isteyip bu konuda inanmış olarak çalışan kişiler imanları ve çalışmaları nedeniyle razı olunacaklardır.»

«Onların ve bunların her birine Rabbinin nimetinden ulaş­tırırız. Esasen Rabbinin nimeti kimseye kapatılmış değildir.» (İsra, 18-20)

Muhammed'in (SAA) izleyicileri çok daha güzel bir emirden haberdar idiler. Bu emir:

«Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.» idi. (Muhammed, 7)

Kişisel bir yarar anlamına gelebilecek 'Kendinize yar­dım edin' yerine 'Allah'a yardım' ifadesi kullanılmıştır. Bu ise çok daha genel ve tüm halkın menfaatini içeren bir ifadedir.

Washington Irving'e göre kesin olan Haçın Hilal üze­rindeki zaferinin sırrı konusunu sırası gelince tartışaca­ğız.

Aslında bu görüş açısı sadece Irving'e mahsus değil­dir. Bu konuda yazan Batılı yazarların çoğunca işlenen bir konudur. Belli bir dereceye kadar görüş farklılıkları görülse bile benzer bir görüş açısı fark edilebilir. İslam'ı bütünüyle determinist bir din olarak görmektedirler. Ayrılık, bir grubun, Müslümanların gerilemesinde deter­minizm inancının etkin olmadığını söylemesi ve fakat di­ğer gruplarca bu inancın ana faktör olarak görülmesinden ortaya çıkıyor.

«Medeniyet Tarihi» kitabında Will Durant, İlahî İrade ve İlahî Bilgi'yle ilgili bazı ayetlerde geçen kavramları belirttikten sonra determinizmin İslam ideolojisinin gerek­lerinden biri olduğunu söyler. Buna ilaveten; «Bu inanç dolayısıyla inananlar bin bir güçlüğe sabırla katlanabilmişlerdir. Fakat yakın tarihte bu inanç Arap gelişmesini engelleyen ve bireylerin beynini felce uğratan bir etkide bulunmuştur.» der. (Medeniyet Tarihi, Cilt 2, s. 42)

Başlangıçta, Müslümanların yükselişi ve düşüşü ile ilgili bütün konuları kitabın giriş bölümünde anlatmayı düşünmüştüm ama sonra kararımı değiştirdim. Bu konuy­la ilgili bütün konuları ayrı bir kitapta toplamaya karar verdim. Gerekli bütün detayların yazılması halinde giriş bölümünün asıl kitaptan uzun olacağını gördüğüm için bu kadarlık bir girişle yetinmeyi uygun buldum.

Kitapta başlıca amacımız Müslümanların gerileme­sinde kaza ve kadere olan inancın etkisini araştırmak ol­du için kaza ve kaderle ilgili olan tüm konular tartışıl­mamıştır, bu konuyla ilgili olmayan mevzular göz ardı edilmiştir.

Kader konusu Müslümanlar arasında en baştan beri irdelenmiş bir bahis olmuştur. Müfessirler, Vaizler, Filo­zoflar, sufiler hatta şair ve kalem ehli tarafından tartışıl­mış bir konudur. Çok farklı ilgi alanları tarafından irdele­nen bu konunun irdelenme sürecini anlatmak bile ayrı bir kitap konusu olabilecek boyuttadır. Ayrıca, bu konuy­la ilgili ayetlerin ye nakillerin çokluğu da bu konuya İs­lam ideolojisinde verilen önemi göstermesi bakımından iyi bir örnektir. İslam öncesi Yunan felsefecileriyle kıyas­lanmayacak şekilde İslam filozofları için ayet ve nakiller yol gösterici olmuş ve İlahî İslam Felsefesini zenginleşti­rip, ona yeni bir soluk vermişlerdir. Bu ayet ve nakille­rin incelenmesi uzun ve ilginç bir çalışma olacaktır.

Bundan başka İslam'da bu konuyla ilgili başka bahis­ler de mevcuttur. Bir yanda mantıklı düşünme kaidelerini diğer yanda nakil çalışmalarını göz önünde tutmak ko­lay açıklanamaz. Mesela, Kadir Gecesi yüce Kur'an'da çok açık bir Şekilde belirtilmiş, hem Şia ve hem de Sünniler üzerinde ittifak etmişlerdir. «Tekvin» meselesi de Şia'nın Kur'an orijinli bir inancıdır.

Determinizm fikri; hür irade, insanın özgürlüğü ve çok çeşitli psikolojik, ahlakî, felsefî ve toplumsal yönleri üzerinde durulacak olursa bir hayli yer tutacak bir konu olacaktır.

Takdir edileceği gibi bu kitapta irdelenmesi teklif edi­len konular çok kaim bir kitap oluşturmayı gerekli kıl­maktadır ve «Müslümanların Gerileyiş Sebepleri» ismiyle de çok fazla uyuşmayacaktır.

Kitap bu konudaki otoritelerin ilgisini çeker ve ta­mamlanması gereken yerler bulunursa bu ekler sonraki baskılarda, İnşallah yer alacaktır.

Allah'ın selam ve rahmeti üzerimize olsun

Tahran, 23/Ferverdin 1345

20 Zilhicce 1385 (1966)

Murtaza Mutahhari


KORKU

Kaza ve kader insanoğlunun bu zamana kadar duy­duğu hemen hemen en korkunç iki kelimedir. İnsan ruhu hiçbir zaman özgürlüğünün elinden gittiği, çok güçlü biri tarafından mağlup edilip mahkûm edildiği, bu gücün ken­di üzerinde mutlak bir otoritesi olduğunu hissettiği za­manki kadar sıkıntı içinde olamaz.

Her zaman, özgürlüğü insanoğluna verilen en kıymetli nimet olduğu söylenir. Bu yüzden insan şahsiyetinin ayak­lar altına alındığı köleleştirme işlemi insan için büyük bir acıdır. İnsanın kendisini; her şeyinin, uyumasının, ye­mesinin, yaşamasının hatta ölümünün belirlenme gücünü elinde bulunduran bir çobanın elinde koyun gibi hisset­mesine sebep olur.

Vahşi bir aslanın pençeleri arasında tam bir teslimi­yetten başka hiçbir seçeneğinin olmadığı bir ortamda in­sanın tek yapacağı şey teslim olmaktır. Bu andaki duru­mu, insan ruhu açısından, çok kızgın bir ateşin yapabile­ceğinden çok daha tahrip edicidir.

Bu söylenen insandan daha güçlü bir hayvan karşı­sında mağlup edildiği anda kişinin hissedebilecekleridir. Peki, bu üstün gücün görülmediği ve onu yenip kurtulma imkânının hiç olmadığı durumda ne hissedilir? Şüphesiz yüzbin kere daha şiddetli bir acı duyulacaktır.

İnsanın ilgisini en çok çeken konulardan biri, dünya üzerinde vuku bulan olayların önceden ayarlanmış, de­ğişmez bir plana göre belirlenip belirlenmediğidir. Kaza ve kader diye adlandırılan, dünya üzerinde cereyan eden tüm olayları belirleyen çok güçlü, mutlak bir kuvvet var-mıdır? Şu anda vuku bulan ya da gelecekte vuku bulacak her şey önceden belirlenmiş midir? İnsanın doğumu ve ölümü belli bir zorunluluk mudur yoksa böyle bir zorun­luluk yok mudur? Geçmişi, şu anı ve geleceği belirleme gücüne sahip midir? Dünya mahlûkatından biri olan in­san özgür müdür? Kendi kaderini kendisi belirleyebilir mi? Yoksa kader bütün dünya olaylarını kontrol etmekte, etkisini istisnasız her olayda göstermekte midir? Bu nü­fuz öylesine karşı çıkılamaz ve önünde durulamaz ki in­sanın özgürlüğüne en ufak bir zarar vermeyecek durum­da mıdır? Eğer bu tez doğru kabul edilirse haklılığı nasıl ispatlanacaktır?

Kaza ve kader konusu en karmaşık felsefî konular­dan biridir. Birtakım sebepler yüzünden meselenin felse­fî boyutunu sonra açıklayacağız. Hicri birinci asırda İs­lam düşünürlerinin bu konuda çok farklı görüşler ileri sürmeleri İslam dünyasında birçok grubun, tarikatın ve çelişkinin ortaya çıkmasına sebep oldu. İleri sürülen gö­rüşlere dayanan birçok tarikat ve mezhep ondört asır bo­yunca İslam dünyası üzerinde çok büyük bir etkiye sahip olmuştur.


KONUNUN GENEL VE UYGULAMALI YÖNÜ

Metafizik bir konu olarak adlandırılmasına felsefe ve metafizikle alakalandırılmasına rağmen bilimsel ve toplumsal bir düzlemde değerlendirilebilecek bir konu­dur kaza ve kader mevzuu. Çünkü kaderle ilgili bir dün­ya görüşü kişinin toplumsal davranışlarını, hayatı boyun­ca karşı karşıya kaldığı olaylara göstereceği tepkiyi belir­leyecektir.

Tabiidir ki özgür olarak doğduğuna inanan birisiyle, kaderinin esiri olduğuna inanan birisi arasında büyük farklar bulunacaktır.

Evrenin ebedî olup olmadığı, sebep-sonuç ilişkileri, bu kadar çok şeyin bir tek şey tarafından yaratılmasının imkan dâhilinde olup olmadığı, eşyanın sırrını kavrama, Allah'ın takdirinin hikmeti... gibi birçok felsefî konu in­san hayatını etkilemediği için kaza ve kader meselesiyle aynı mahiyette değildir.

Kaza ve kader meselesine bulunacak bir çözüm genel olduğu kadar pratik anlama da sahip olacaktır.

Rüzgârın önünde kuru bir yaprak mıyız, yoksa kader denilen bir şey yok ve insan kendi yolunu kendisi belir­leyebilir mi? Bu mevzu felsefenin diğer problemlerinden hem önerdiği çözümler, hem de insanların ilgisini çekme açısından çok farklıdır. Bu iki sebep yüzünden kaza ve kader meselesi pratik, genel ve sosyal veçheleri incelen­mek üzere üçe ayrılabilir:

Geçmişte meselenin tatbikî ve sosyal yönlerine ilgi duyulmamış» mesele sadece retorik ve teorik bir görüş açısıyla sunulmuştur. Günümüzün bilim adamları daha çok meselenin sosyal ve tatbiki yönleriyle ilgilenmekte, meseleye kişilerin ve ulusların görüş açılarını, onların yükseliş ve düşüşlerini etkileme noktasından yaklaşmak­tadırlar.

İslam'ı kritik eden bazı kişiler Müslümanların gerile­mesinde asıl sebebin onların kaza ve kadere inanmaları olduğunu iddia etmişlerdir. Böyle bir şey söylendiğinde hemen şu soru akla geliyor: madem kaza ve kadere inanç, toplumun veya bireylerin bozulmasına sebep oldu neden ilk Müslümanlar üzerinde böyle bir etki nasıl olmadı? Onlar kaza ve kadere inanmamışlar mıydı, İslam'ın bu temel öğretisine katılmıyorlar mıydı? Onların kaza ve ka­dere olan inançları hür irade, özgürlük ve sorumluluk fi­kirleriyle çatışmıyor muydu?

İlk Müslümanların kaza ve kader anlayışı, insanın kontrolü altına alabildiği, onu değiştirme gücüne sahip olduğu bir kader anlayışıdır. Böyle bir görüş açısına sa­hiplerse, bu bakış açısının dayandığı temeller nelerdir?

İlk Müslümanların bu konuyu yorumlayış şekline bakmadan, İslam bilim adamlarının bu konuyla ilgili dü­şüncelerinden faydalanmadan, bu konuyla ilgili bir görüş açısı seçmeden önce Kur'an'ın bu meseleler çevresinde söylediklerini inceleyeceğiz.


KUR'AN AYETLERİ

Kaderin belirleyici olması, dünyadaki hiçbir olayın İlâhî İrade'nin dışında vuku bulmaması, bütün olayların bir kitapta yazılı olduğu Kur'an'ın şu ayetleriyle çok açık biçimde te'yid edilmektedir.

«Yeryüzünde hiçbir şey ve sizin başınıza gelen hiçbir mu­sibet yoktur ki biz onu ortaya çıkarmadan önce kitapta yazılı olmasın. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır.'»(Hadid, 22)

«Gaybın anahtarları onun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprak, yerin karanlıklarında olan dane, yaş ve kuru her şey apaçık kitaba ([1]) kaydedil­miştir.» (En'am, 59)

«... 'Bu işte bizim bir fikrimiz var mı?' diye sana soruyor­lardı. De ki 'Bu iş tümüyle Allah'ındır.' Sana söylemeye cesa­ret edemedikleri şeyleri içlerinde gizliyorlar. (Kendi kendileri­ne) şunu söylüyorlar. 'Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı burada öldürülmezdik'. De ki 'Evlerinizde olsaydınız bile haklarında ölüm yazılı olan kimseler yine öleceklerdi.'» (Âl-i İmrân, 154)

«Hazinesi bizim katımızda olmayan bir şey yoktur. Fakat biz onu belli bir ölçüye göre indiririz.» (Hicr, 21)

«Allah her şeyi belli bir ölçüye göre var etmiştir.» (Talâk, 3)

«Gerçekten de Biz yarattığımız he şeyi belli bir ölçüye göre yaratmışızdır.» (Kamer, 49)

«Allah dilediğini saptırır dilediğini de doğru yola eriştirir.» (İbrahim, 4)

«De ki Mülkün Sahibi olan Allah'ım, Mülkü dilediğine ve­rirsin, dilediğinden çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın, bütün iyilikler elindedir. Doğrusu Sen her şeye ka­dirsin.» (Âl-i İmran, 26)

Şu Kur'an ayetleri de insanın özgür iradeye sahip ol­duğuna, kaderi üzerinde etkin olabileceğine, onu değişti­rebileceğine delalet eder.

«Bir millet kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez.» (Ra'd, 11)

«Allah size güven ve huzur içinde olan kasabayı misal ve­rir. Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler, bu yüzden Allah onlara yaptıkla-rtnın karşılığı olarak açlık ve korku belasını tattırdı.» (Nahl, 112)

«.Onlara Allah zulmetmiyordu, onlar kendilerine zulmedi­yorlardı.» (Ankebut, 40)

«Rabbin kullarına karşı zaman adaletsiz davranmaz.» (Fussilet, 46)

«Biz ona yolu gösterdik, ister şükredenlerden isterse (nef­sine uyarak) nankörlerden olur.» (Dehr, 3)

«Bırak isteyen iman etsin isteyen inkâr etsin.» (Kehf, 29)

«Karada ve denizde fesat, insanların elleriyle işledikleri şeyler yüzündendir.» (Rum, 41)

«Ahiret kazancını isteyenin kazancını artırırız, bu dünya­nın kazancını isteyene de ondan veririz.» (Şura, 20)

«Bu dünyanın geçici şeylerini isteyenlere —istediğimiz kim­seye dilediğimiz kadar— ondan hemen veririz. Sonunda ona Ce­hennemi hazırlarız, yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Ahir eti isteyip inanmış olarak onun için çalışanlara gelince, on­lar çalışmaları (Allah katında) kabul edilmiş kişilerdir. Rabbi­nin nimetini her iki gruba da ulaştırırız. Esasen Rabbinin nime­ti kimseye kapalı değildir.» (İsra, 18-20)

Kur'an'da iki gruba da girebilecek başka ayetler de vardır. Bu kadarım vermekle yetiniyoruz.

Müfessirlere ve retorik teologlara göre bu iki ayet grubu birbiriyle çelişmektedir. Bunlar, ilk gruptaki ayet­leri kabul edip diğer gruptaki ayetleri birincilere göre te'vil etmek gerektiğine inanırlar. Hicrî ilk asrın son ya­rısından sonra bu konuda iki görüş ortaya çıktı. Kaderin belirleyici olduğunu iddia eden ve ikinci grup ayetleri bi­rincilere göre te'vil eden "kişiler determinist (cebriye) di­ye anıldılar. İnsanın özgürlüğünün bulunduğunu, özgür iradesinin varlığını iddia eden ve birinci gruptaki ayetleri ikinci grup ayetlere göre te'vil edenler de fatalist (Kaderiye) diye anıldılar. Bu iki skolastik din görüşü (Eş' ari ve Mutezile) yavaş yavaş determinizm ve fatalizm me­selelerinin ötesinde birtakım meseleler hakkında da gö­rüşlerini serdetmeye başladı. Böylece determinist (cebri­ye) ve fatalist (Kaderiye) olmak üzere iki ekol (Eş'ari ve Mutezile adıyla) ortaya çıktı. Bundan sonra artık Eş' arî ekolü determinizmi, Mutezile ekolü de fatalizmi des­teklediler, bu iki farklı teolojik görüş iki ekole münhasır kaldı ve bağımsız kimliklerini kaybetti.


KADER KELİMESİ

İnsanın özgürlüğünün ve hür iradesinin varlığını id­dia edenleri fatalist (Kaderiye) diye adlandırmamızın se­bebi, birçok tanınmış teolojik kaynakta bu şekilde geçmiş olmasıdır. Nakilde ve gelenekte de kelime aynı manada kullanılmış. Retorik dilinde ve bazı gelenek ve nakillerde fatalist kelimesi için determinizme gönderme yapılmak­tadır. Genellikle kaderin belirleyiciliğine inanıp determi­nizmi savunanlar da, hür iradenin varlığını iddia edip fiillerde kaderin belirleyiciliğini inkar edenler de kendi­leri için fatalist (Kaderiyyun) kelimesini kullanmaktan ka­çmıyor. Her iki grup yekdiğerini fatalist (Kaderiyyun) di­ye adlandırıyor.

Fatalist (Kaderiyyun) kelimesini kendileri için kul­lanmaktan kaçınmaları, Hazreti Peygamberin bir hadisin­den kaynaklanmaktadır: «Fatalistler (Kadere karşı olan­lar) ümmetimin arasındaki büyücülerdir.» Deterministler, 'fatalizm' (Kaderiyye) kelimesinin Allah'ın iradesinin be­lirleyiciliğini inkâr edenlere atfedilmesi gerektiğini iddia ederler. Karşı taraf ise bu kelimenin kaderi inkâr edenle­re atfedilmesinin, Eş'arî ekolünün yaygın propagandası­na, muhaliflerin azınlıkta kalmasına bağlı olduğunu iddia ederler. Sihirbazlar İlahî iradeyi sınırlandırma yanında kötü şeyleri kaderin dışında mütalaa ederler. Onlara göre kötü işlerin sebebi Şeytan (Ehrimen)'dir.


ÇELİŞKİ

Görüldüğü gibi, birçok müfessir ve teologa göre, in­sanın kaderi, insanın özgürlüğü, hür iradeye sahip olup olmadığı meselesiyle ilgili ayetler çelişki arz etmektedir, bu yüzden bir grup ayetin te'vil edilmesi yani söylediği­nin tersine yorumlanması gerekir.

Genel olarak iki tür çelişkinin bulunduğunu söyleye­biliriz. Bazen bir ifade diğerini çok açık biçimde redde­der. Mesela, birisinin «Peygamber sefer ayında vefat et­miştir» dediği, diğerinin «Peygamber sefer ayında ölme­di» dediği durumda olduğu gibi. Burada ikinci ifade birin­cisini tamamıyla reddetmektedir. Bazen de ikinci ifade birinciyi tamamen reddetmez, ama kendisinin doğruluğu birincinin yanlış olmasını gerektirir. Mesela, birisinin «Peygamber sefer ayında vefat etmiştir» dediği diğerinin de «Peygamber Rebiüevvvel ayında vefat etmiştir» dedi­ği durumda olduğu gibi. Peygamberin Rebiüevvel ayında vefat etmiş olduğu sözünün doğru olması için sefer ayın­da ölmemiş olması gerekir.

Şimdi, insanın kaderiyle, özgürlüğüyle ilgili Kur'an ayetlerinde hangi çeşit çelişkinin bulunduğuna bakalım. Çelişki, birbirini çok açık biçimde reddeden birinci türde midir, yoksa birinin kabul edilebilmesi için diğerinin red­dedilmesini gerektiren türde midir?

Bu konuyla ilgili Kur'an ayetlerinin birbirini açık bir şekilde reddetmediği yani ayetler arasındaki çelişkinin birinci türde bir çelişki almadığı söylenebilir. Çünkü konuyla ilgili Kur'an ayetlerine baktığımızda birinci grup ayetin, her şeyin daha önce belirlendiğini söylerken di­ğer ayet grubunun her şeyin daha önceden belirlenme­diğini belirtmesi gibi bir durumla karşılaşmıyoruz. Birin­ci grup, her şeyin Allah'ın bilgisinin kontrolünde olduğu­nu söylerken diğer grup, her şeyin Allah'ın bilgisinin kontrolünde olmadığını söylememektedir. Yine birin­ci grup ayet insanın kendi meselelerinde özgür olduğunu iddia ederken diğer grup ayet bu konuda özgür olmadı­ğım iddia etmemektedir. Birinci grup her şeyin İlahi İrade'ye bağlı olduğunu söylerken diğer grup her şeyin Al­lah'ın iradesine bağlı olmadığını söylememektedir.

Bu iki ayet grubunun birbiriyle çeliştiği tezi, bazı müfessir ve teologların; «her şeyin İlahî İrade'ye bağlı ol­duğunu ileri sürmek aynı zamanda insanın özgür olmadı­ğım kabul etmektir» görüşüne dayanmaktadır. Özgürlük ve önceden takdir bir arada bulunamaz, her şeyin Allah' m bilgisi doğrultusunda vuku bulduğuna inanmak her şe­yin hür iradenin müdahalesi olmaksızın zorunlu olarak vuku bulduğuna inanmayı gerektirir. Zira aksi takdirde Allah'ın ilmi her şeyi kuşatamayacaktır.

Diğer taraftan mutluluğunu ve mutsuzluğunu, kade­rinin kötü veya iyi olmasını belirlemede insanı etkin bir faktör olarak gören anlayış da hiçbir şeyin daha önceden belirlenmediğini varsaymaktadır.

Bu yüzden iki grup ayetten bir grubu te'vil edilmek durumunda kalıyor. Birçok Eş'arî ve Mutezile kitabı te' villerle doludur. Mutezile kaderle ilgili ayetleri te'vil ederken Eş'arî hür iradeyle ilgili ayetleri te'vil etmiştir. Eş'arî görüşünden Fahru'r-Razi'nin tefsiri, Mutezile gö­rüşünden Zemahşerî'nin Keşşafı örnek olarak gösterile­bilir. Allah'ın mutlak iradesi, O'nun her şeyi kuşatan il­mi ve mutlak İlahî takdir (kaza ve kader konusunda) ile kişilerin kendi kaderlerini kendileri belirleme özgürlüğü ve hür irade arasındaki görünürdeki bu çelişkiyi çözecek üçüncü bir görüş bulunabilirse bu iki grup ayeti te'vil et­meye gerek kalmayacaktır.

İlerideki sayfalarda göreceğimiz gibi iki ayet grubu arasında hiçbir çelişki görmeyen üçüncü bir görüş mev­cuttur. Bu tür çelişkiler yalnızca sığ görüşlü kimi teolog­ların ve bu tür çelişkileri yaratan bazı müfessirlerin dü­şüncelerinde var olmuştur.

Esasında İlahî Kitapta çelişki olduğunu düşünmek ve ayetlerin bir kısmını esas anlamlarından farklı şekilde yorumlamak (te'vil etmek) manasız bir iştir. Aslında Kur' an-ı Kerim'de te'vil etmeyi gerektiren hiçbir ayet yok­tur. Bu konu kendi başına incelenmeyi gerektirecek uzun­luktadır.



KARAMSAR GÖRÜŞ

Eş'ârî'nin benimsediği determinist ekol insanın öz­gür olmadığını, hür iradeye sahip olmadığını kabul ettiği için birtakım olumsuz toplumsal tesirleri olmuştur. İnsa­nın iradesini ve ruhunu adeta felce uğratmıştır. Zalim­lerin eline zalimlik yapmaları için fırsatlar yermekte, za­limleri cezalandırma yollarını tıkamaktadır. Haksız yol­larla bir mevkiiye geçmiş veya halkın mallarını zor yoluy­la eline geçirmiş bir kimse, insanların ellerinde bulunan her şeyin Allah tarafından verildiğini, bu yüzden kendi elindekilerin veya bulunduğu konumun Allah'ın ihsanı, Allah'ın cömertliği sonucu olduğunu söyler. Mal-mülk denizim zenginlere, yoksulluk gemisini fakirlere veren Allah'tır. İnsanların ellerinde bulundurduklarının meşru­luğunu Allah temsil etmektedir.

Allah'ın ihsanından yoksun kalan kişi ise kaderini, yani Allah'ın iradesine karşı çıkamayacağı için İlahî İra­deye teslim olmak zorundadır. Zalimler ve tiranlar gasp eylemlerini sürdürebilmek için halkın bu kader inancını kötüye kullanabildiler. Çünkü bu sayede kişi intikam al­mak, cezalandırmak istemeyecek, yani zalimin zalimlik yapmasına müsamaha göstermiş olacaktır. Neyle karşıla­şırlarsa karşılaşsınlar bunlara Allah'ın sebep olduğunu düşünecekler, kendileri için belirlenen kadere karşı sa­vaşmak şeklinde değerlendirdikleri için zalimlere karşı savaşmanın boşuna, hatta ahlaksızlık olduğuna kendileri­ni inandıracaklardır.

Determinizme inanan bir kimsenin kişiliğini geliştir­mesi, ahlakını yükseltmesi ve hareketlerini kontrol etme­si imkânsızdır. İnsan kötü ve iyi talihi arasındaki, ahlakî ve manevi yapısı ile kendisi ve hareketleri arasındaki sebep-sonuç münasebetlerini inkar ettiği için her şeyi kade­rin eline bırakır.


1
İNSAN VE KADER İNSAN VE KADER



POLİTİK KULLANIMI

Tarih, Beni Ümeyye döneminde kaza ve kader inan­cının politikacılar tarafından kuvvetli bir meşrulaştırma kaynağı olarak kullanıldığını kaydeder. Determinizm fik­rini o kadar desteklediler ve insanın özgürlüğünün ve hür iradesinin var olduğu iddiasında bulunanları dine muha­lefet etmekle suçlayıp o kadar çok kişiyi öldürdüler veya hapse attılar.

İnsanın özgür olduğu ve kendi kaderini kendisinin belirlediği görüşü ilk defa Ma'bed el-Cuhenî adında Iraklı ve Şamlı Giylân ed-Dımeşkî adında kişiler tarafından or­taya atıldı. Her iki kişi de adaletleri, imanları ve doğru-luklarıyla tanınıyorlardı. İbn Eş'as'a katılıp isyan eden Ma'bed el-Cuhenî Haccac tarafından öldürülür. Geylan da, fikirleri Haşim tarafından bilindikten sonra, elleri ve ayaklarının kesilerek idam edilme cezasına çarptırılır.

Şiblî Nu'man «Skolâstik Teoloji Tarihi» kitabının bi­rinci cilt, 14. sayfasında, «Birçok faktör inançlarda deği­şiklik yaratmaya sebep olabilecek durumdayken, farklı­lık ilk defa hükümet politikaları ve ülkenin içinde bulunduğu şartlar sonucu ortaya çıkmıştır» der. Ümeyye dö­nemi zalimliğin, tiranlığın hâkim olduğu dönem olduğu için isyan insanların yüreklerinde filizlenmiş fakat kader silahını hükümeti destekleyenler çok iyi kullanmışlar, hü­kümetin yaptığı her şeyi, yapılan her şeyin Allah'ın tak­diri ile olduğunu söyleyerek meşrulaştırmaya çalışmışlar, hiçbir muhalefete izin vermemişlerdir. İster iyi olsun ister kötü, neyle karşılaşırsak karşılaşalım şükredilmesi ge­rektiği söylenmiştir.

Haccac döneminde adilliği ve cesurluğuyla bilinen Ma'bed el-Cuhenî bir gün öğretmeni Hasan Basrî'ye şöy­le bir soru sorar: «Emevilerin kaza ve kader konusundaki iddiaları ne dereceye kadar doğrudur?». Hasan Basrî şöy­le cevaplandırır bu soruyu: «Onlar Allah'ın düşmanıdır­lar, yalan söylemektedirler».

Abbasî siyaseti Emevi siyasetinden bazı bakımlardan farklılıklar göstermektedir. Özellikle Me'mun ve Mu’tasım, insanın özgürlüğü ve insanın kendi kaderini kendisinin belirleyeceği iddiasında bulunan Mutezile ekolünü des­teklemişlerdir. Mütevekkil'in vefatından sonra, tekrar, determinizme inanan Eş'arî ekolünü desteklemeye başla­dılar. O tarihten sonra da Eş'arî ekolü İslam dünyasında en yaygın en çok kabul gören ekol oldu.

İslam dünyasındaki en yaygın ekol olması dolayısıy­la Eş'arî ekolünün İslam dünyası üzerinde etkisi büyük ol­muştur. Bu ekolü izlemeyen Şia gibi başka ekollerin var­lığına rağmen Eş'arî ekolünün etkisi engellenememiştir. Eş'arî ekolüne muhalif olan, Mutezileyle de tam anla­mıyla uyuşamayan Şia'nın birçok Arap ve Fars literatü­ründe, insanın özgürlüğü ve kendi kaderini kendisinin ta­yin ettiği görüşünden ziyade, «kaderin belirleyici olduğu» görüşüne eğilimi olduğu görülür. Fakat birçok Şii imama göre (selam ve rahmet onların üzerine olsun), kader, in­sanın özgürlüğüne, kendi geleceğini kendisinin belirleme­sine engel olmamaktadır.

Kader kelimesinin korkutucu-ürpertici olarak algı­lanması Eş'arî ekolünün İslam dünyası ve İslamî litera­türe egemen olmasıyla açıklanabilir. Bu ve benzeri keli­meler hemen, özgürlüğün ve insanın kendi amelleri üze­rinde kontrolünün olmadığı, bunların üzerinde birtakım görünmez güçlerin etkin olduğunu savunan determinist görüşle birlikte değerlendirilmektedir.


HRİSTİYAN AVRUPA'NIN İSLAM'A SALDIRISI

Bu tutum, Hıristiyan Avrupa'nın, Müslümanların ge­rilemesinde asıl amilin onların kadere olan inançları ol­duğunu, İslam'ın insanı kendi kaderini belirleme özgür­lüğünden, yani özgürlükten yoksun bırakan determinist bir din olduğunu iddia etmeleri için ellerine materyal ver­miş olmaktadır.

Merhum Seyyid Cemaleddin Asadabadî Avrupa'nın bu saçma iddiasına gereken cevabı vermiştir. Makalele­rinden birinde, bir millet güçsüzleştiğinde onu bu duru­ma getiren kendine mahsus özellikleriyle ilgili iddiaların ortaya atıldığından bahseder. Daha sonra şunları söyle­mektedir:

«Kaza ve kadere inanç yanlış anlaşılmış konulardan biri­dir. Cahil Batılılar kaza ve kadere olan inancın bir ulusu cesaret ve güçten yoksun bırakacağına inanmakla hataya düşmüşlerdir. Fakat Müslümanların bütün kötü hasletle­rinin de bu inançtan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu­gün Avrupalı uluslarla karşılaştırıldığında Müslümanların politik ve askerî güç bakımından çok güçsüz olduğu gö­rülür. Ahlakî çöküntü, yalan-dolan, hile, düşmanlık, ayrı­lık, dünya olaylarından bihaber olma, birtakım kötü olay­ları öngörememe gibi sebepler dolayısıyla Müslümanlar ilerleyememişler, düşmanlarına karşı ayaklanamamışlardır. Kana susamış yabancı ordular her taraftan saldırıya geçmişlerdir. En acı olan şey Müslümanların ne olursa ol­sun şükretmeleri, alçaklığa, rezilliğe boyun eğmeleridir. Bir köşeye çekilip, bağımsızlıklarını ve kendilerine ihsan edilen bütün nimetleri yabancılara, düşmanlara terk etmişlerdir.»

Yazar şu şekilde devam eder:

«Avrupalılar Müslümanların bütün bu bozulmalarını on­ların kadere olan inançlarına atfetmişlerdir. O yüzden şöyle diyebilmektedirler; Müslümanlar şayet bu akideye inanmaya devam ederlerse tamamen sönecekler, ortadan kalkacaklar.»

Yazarımız şu satırları da ekler makalesine:

«Avrupalılar kadere inanmakla insanın yapacağı hare­ketlerde seçme hakkının bulunmadığını iddia eden deter­minizme iman arasında ayırım gözetmemektedirler.» ([2])

KOMPLEKS BİR YAPIDA OLMA

Daha önceki açıklamalarımızdan Müslümanların ka­za ve kadere olan imanlarının tek sebebinin, sosyal ve po­litik amiller olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Daha sonra da açıklayacağımız gibi çok daha felsefî, komplike bir ko­nudur. Gerçekten de bu mesele soyut meseleleri mülaha­za etme kabiliyetine sahip her birey ve ulusun ilgilendi­ği, belki de dünyada bu meseleyle ilgilenmeyen hiçbir milletin olmadığı türde felsefî ve komplike bir konudur.

MATERYALİZM VE KADER ANLAYIŞI

Bazıları kader problemiyle sadece teologların ilgilen­diğini materyalistlerin bu konuya bir çözüm getirmeye çalışmadığını düşünürler. Bu düşünce gerçeğe tekabül et­memektedir. Materyalistler de konuyla ilgilenmişlerdir, aradaki fark, Materyalistlerin konuyu ele alış biçimlerin­deki farklılıktır. Nedensellik (sebep-sonuç münasebetleri) kanununa göre her olay belli sebeplerin sonucunda orta­ya çıkmaktadır, bu sebepler de aslında başka sebeplerin sonuçlarıdır. Her sonucun kaçınılmaz olarak bir sebebin var olmasını gerektirdiği varsayımı, aynı zamanda bu sebe­bin olmadığı durumda sonucun ortaya çıkmaması gerek­tiğini söyler.

Materyalistler nedensellik prensibini, sebep-sonuç münasebetlerinin zorunluluğunu kabul edip bunları ma­teryalist ekolün temelleri olarak değerlendirmektedirler. O zaman insan davranışlarının da diğer olaylar gibi bu prensibe göre belirlenip belirlenmediği sorusu gündeme gelmektedir. Eğer insan davranışları bu prensibe göre be­lirleniyorsa, yani. İnsanın bütün hareketleri kaçınılmaz olarak bazı kanunların belirleyiciliği altındaysa insanın özgürlüğü, kendi kaderini kendisinin tayin etmesi nasıl mümkün olacaktır?

İster yeni ister eski, ister teolojik ister materyalist ol­sun bütün felsefî ekoller determinizm ve özgür irade prob­lemiyle ilgilenmişlerdir. Şüphesiz teolojide problem materyalizmin ele alışından çok farklı biçimde ele alınmış­tır. Fakat daha sonra da açıklayacağımız gibi bu farklı­lık, problemin özünü etkileyecek boyutta değildir. Teolog, kadere inanmakla, tabiatın ve maddenin belirleyiciliğine inanan materyalistten ayrılmaktadır.


MÜKEMMELLİK VE TEKTANRICILIK

Bütün teologlar ve diyalektikçiler, bir taraftan sebep-sonuç münasebetleri prensibi ve bütün olayların Takdiri-i İlahî içinde cereyan ettiği, hiçbir olayın, Allah onu iste­medikçe vuku bulamayacağı iddiasında bulunurlar. Diğer bir deyişle, hareketlerinin tek yönlülüğünü, her şeye sa­hip olanın hiçbir eşi olmayacağını fark etmiş durumda­dırlar. Diğer taraftan da çok cahil bir insanın bile farkın­da olduğu, kötülüğün ve günahın Allah'a atfedilemeyeceği meselesiyle ilgilenmek zorunda kalmışlar, mükem­mellik ve monoteizm (tektanrıcılık) arasında mütereddit kalmışlardır. Bu çıkmaz karşısında bazıları 'mükemmel­lik' fikrinden hareket ederek insanların hareketlerinden Allah'ın iradesini ma'sun (ilgisiz) tutar). Bazıları 'mono-teizm-tektanrıcılık' fikrinden hareketle, Allah'tan başka mahlukat âlemini etkileyebilecek güç olmadığı için bütün olayları Allah'ın iradesine atfeder.

Önceleri determinizmin savunucusu olan sonra Kaderiyye tarafına geçen Geylan ed-Dımeşkî, meşhur bilgin Rabiat ür-Rey'in yanında bulunduğu bir sırada şöyle söy­lediği rivayet edilir: «Siz Allah'ın günah işlenmesini iste­diğini, günah işlemenin Allah öyle istediği için olabildiği­ni düşünüyorsunuz.» Rabiat ür-Rey hemen şu cevabı ve­rir: «Siz de günahın Allah'ın iradesine rağmen işlendiğini kabul ediyorsunuz, yani siz Allah'ın iradesine aykırı ola­rak olayların meydana gelebileceğine inanıyorsunuz.»

Bir gün determinist (Kaderin savunucusu) Ebu îshak İsfereyanî Sahib İbn Ubeyd'in yanında otururken Ebu İs-hak'ı hiç sevmeyen, Kaderiyye ekolünden (kadere karşı) Mutezile Abdul Cebbar çıkagelir. Ebu İshak'ı görünce şöyle bir söz sarf eder: «Siz Allah'ı vuku bulan bütün olay­larda asal sebep olarak görüyorsunuz, böylelikle Allah'a kötülük isnat etmiş oluyorsunuz.» Ebu İshak onu şu şe­kilde cevaplandırır: «Mahlukat âleminde Allah'ın iradesi hilafına hiçbir şey olamaz.» Yani, siz bazı şeylerin Allah'ın iradesi olmaksızın vuku bulacağını düşünmekle Allah'a eş koşmuş oluyorsunuz demiştir.

Görüldüğü gibi mesele, sosyo-ekonomik boyuttaki tartışma şiddetini çok daha aşan şiddetle bilimsel zemin­de tartışılmıştır. Bir grup, kötülük ve günahın Allah'a atfedilemeyeceği ve İlahî iradenin bu tür hareketlerden ma'sun tutulması gerektiğini düşünürken; monoteizm özelliğine daha çok ağırlık veren grup evrende mevcut her şeyin Allah kaynaklı olduğunu, her an her şeyin Al­lah'a bağlı olduğunu düşünür. Bu görüşe göre eğer bir mahlûk, hareketlerinde bağımsız olursa, Allah'ın irade­sine muhalif bazı şeyler yapmak isteyebilir, bu da asla kabul edilemez.

Her grup kendi görüşlerinin doğruluğunu ispatlamak için kendi görüşlerine yapılan taarruzları cevaplamadan muhalif Olduğu grubun görüşlerinde hatalar bulmaya ça­lışmışlardır. Teologlar tarafından yazılan birçok kitap bu iddiamızı doğrulayacak durumdadır. Giylan ed-Dımeşkî ile Rabiat ür-Rey, Ebu İshak ile Kadı Abdul-Cebbar ara­sındaki tartışmalar bu müzakerelerin örnekleridir. Ger­çek şu ki kader fikri, özgürlüğe ve determinizme olan inanç, bu görüşlerin destekleyicileri tarafından tanımlan­dığı gibi tanımlanamaz. Meselenin künhüne varabilselerdi her grubun, bütünün belli parçalarını gördüğünü anlayabilecekler, kadere inanmanın, hareketlerin tek yönlülü­ğü ile, insanın kendi kaderini kendisinin belirlemesiyle ve insanın özgürlüğüyle çelişmediğini kavrayabilecek­lerdi.

KAZA VE KADER

Kaza, hüküm verme, belli bir şeye karar verme an­lamlarına gelir. Kadı, düşman gruplar arasında karar ve­rip davayı kapadığı için bu isimle adlandırılır. Kur'an'da bu kelime gerek insan ve Allah, gerek belli bir harekete veya bir şeye son vermek için çokça kullanılmıştır. Bu ifade, belli bir olay hakkında hüküm vermek veya haki­kate işaret ederek bir nüfuz yaratmak anlamlarına haiz­dir.

Kader Arapçada ölçme ve belirleme demektir. Ka­der kelimesi de Kur'an-ı Kerim'de birçok kez tekrarlan­mıştır. Evrendeki bütün olaylar Allah'ın belirlemesi (tak­diri) ile olmuştur. Zaten evrendeki tüm oluşumlar İlahî İrade ve Allah'ın her şeyi kuşatan ilmi sayesinde kesin­lik kazanırlar. Ayrıca bu olaylar yer, zaman, derece ve diğer özellikleri konusunda da İlahî Güç tarafından be­lirlenmekte, İlahî Takdire bağlı olmaktadır.

Bilim adamları ve teologlar İlahî bilginin farklı aşa­maları için özel ifadeler kullanmışlardır. Allah'ın ilmi­nin çeşitli safhaları için kullanılan bu özel ifadeler, mahlûkatın yaratılma safhalarını da içine alan birçok kav­ramla ilişkilendirilmiştir. Elinizdeki kitapta bu konulara girmeyeceğiz. Sadece Hacı Sebzevarî'nin ünlü bir şiirin­den şu alıntıyı yapmakla iktifa edeceğiz: «Mahlûkatı Al­lah çok farklı aşamalarla ortaya çıkartır. Bu safhalar kâinat, levhi mahfuz, kaza ve kader gibi tatminkâr bir şekil­de açıklanan mefhumlardır.»

Burada yapmaya çalışacağımız şey, dünyada ortaya çıkan olayları açıklamak için üç seçenek olduğunu göster­mektir: Birinci seçenekte, dünya üzerinde vuku bulan olayların geçmişle hiçbir bağlantısının olmadığı kabul edilir. Belli bir anda vücut bulan bir olayın daha önceki olaylarla hiçbir ilişkisi yoktur; ne varlık şartı bakımın­dan önceki olaylara bağlıdır ne de şekil, zaman, yer ve diğer özellikler bakımından bu olaylar tarafından veya daha önceden belirlenmektedir.

Çok açık bir şekilde görüldüğü gibi bu varsayımda kader bütün önemini yitirmiştir, yani hiçbir mahlûkun kaderi, aralarında hiçbir varoluşsal bir bağ olmadığı için, vücut bulmadan önceki yaratılış evrelerinin birinde belir­lenmemiştir. Bu görüşte nedensellik prensibi tümüyle red­dedilmiş, olayların meydana gelişi bilimsel olmayan yol­larla açıklanmıştır.

Nedensellik prensibi gereği olaylar arasında kesin, kaçınılmaz bazı ilişkilerin olduğu, yani her olayın birta­kım özelliklerini ve kesinlik kazanmasını kendisinden ön­ceki olaylardan aldığı inkar edilemez. Nedensellik pren­sibi ve sebep-sonuç münasebetleri kanunu bütün bilimle­rin O en genel prensiplerinden biri olarak değerlendiril­melidir.

Dünya üzerinde meydana gelen olayları açıklayan ikinci görüşe göre bir olayın vuku bulması için belli tek bir sebebin bulunması gerekir, her bir sebep belli bir so­nucu doğurur, her sonuç belli bir' sebepten kaynaklan­maktadır, kâinatta tek bir sebep vardır o da bütün mahlûkatın menşei olan Kaadir-i Mutlak Allah'tır. Allah'ın iradesi her olay için ayrı ayrı tahakkuk eder. Allah'ın iradesi her mahlûk için diğer takdir ve belirlemelerden ba­ğımsız olarak tahakkuk eder. Bu görüş Allah'tan başka hiçbir sebebin olamayacağını kabul etmek durumundadır. Belli bir olayın belli bir zamanda olacağı ve diğer özel­likleri konusunda Allah'ın bilgisi ta ezelde oluşmuş­tur ve kaçınılmaz olarak olay, belirlenen zaman, mekân ve özelliklerde meydana gelir. İnsan davranışları da bu cümleden sayılır, yani doğrudan İlahî İradenin pratiğe geçirdiği eylem türlerinden biridir. Bu eylem Allah'ın il­mi ve iradesinin hâkimiyetindedir, insanın şahsına ve gü­cüne bağlı değildir. Bu iddialar hayalî ve çok yüzeysel niteliklidir.

Bu görüş de determinist bir kader anlayışıdır, bir mil­let indinde kabul gördüğü takdirde aynı gerilemeyi doğu­racak bir inançtır.

Sosyal hayattaki ve pratikteki bozulmaya sebep olma özelliğini göz ardı etsek bile bu görüş mantıkî açıdan da başarısız kalmaya mahkûmdur. Bu görüş, felsefî boyutuy­la ele alınıp, bulunması gereken yere koyulduğunda şüp­hesiz reddedilir. Çünkü nedensellik prensibinin olaylar arasında bağlantı kurması, sebep-sonuç ilişkilerinin olay­ları birbirine bağlaması inkâr edilemez. Sadece tabii bi­limler ve tecrübeli gözlemler değil, teoloji de nedensellik prensibinin en sağlam delillerini sunar. Kur'an birçok yerde nedensellik prensibini ve sebep-sonuç münasebet­lerini te'kid etmiştir.

Kâinattaki olayları açıklamada üçüncü alternatif, ne­densellik prensibinin tüm kâinat her olay üzerinde be­lirleyici olduğunu iddia eder. Her olayın bilfiil var olabilmesi ve alacağı şekil, yer, zaman, sahip olacağı karakter, kendisine mahsus özellikleri önceki olayların belirleyici­liği altındadır. Geçmiş, an ve gelecek arasında her olayın oluş şekliyle onun oluşmasına öncülük eden olaylar ara­sında kopmaz bağlar vardır.

Bu görüşe göre her mahlûk veya olay diğeri tarafın­dan belirlenmektedir. Diğer olay, o olayın karakterini oluşturan, o olayın var olmasını gerektiren bir nedendir. Ve o neden de yine böyle bir neden-olay dolayısıyla mey­dana gelmiştir. Nedensellik bağlantısı bu şekilde ilânihaye devam etmektedir.

Her olgunun belli şekil, nitelik ve özelliklerini oldu­ğu gibi, varlığının gerekirliğini ve katiyetini, ona teka­bül eden bir nedenden aldığını kabul etmek nedensellik prensibinin kabulünü gerektirir. Bu durumda Allah'a inanmak, ilk sebep olarak O'nu görüp, bütün belirlemele­rin kaynağında O'nun olduğuna inanmakla Allah'a inan­mamak arasında hiçbir fark yoktur.

Toplumsal ve pratik açıdan da bir ilaha inanmakla materyalizme inanmak arasında hiçbir fark yaratmaya­caktır. Çünkü bu görüşte kadere inanmanın kökleri ne­densellik prensibine inanmadadır. Bu görüşün destekle­yicileri ister Allah'a ister materyalizme inansınlar, fark­lılık, materyalist görüşte kadere objektif bir tavır takınılması, Allah'a inanan görüşte kadere objektif ve bilimsel bir tavır takınılmasında yatmaktadır. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, materyalist görüşe göre her varlığın kaderi kendi fonksiyonu ve özelliklerinden haberdar ol­mayan geçmiş olaylar tarafından belirlenir. Allah'a iman eden kişiye göre ise bu sebep zinciri kendi öneminin bi­lincindedir. Bu görüşe göre sebepler, «kitap», «levha», «kalem» ve bu şekilde devam eden hüviyetlere sahiptir. Materyalist ekolde bu şekilde adlandırmalar göremiyo­ruz.


DETERMİNİZM

Her şeyden önce belirtmemiz gereken şey, insan fiil­lerinin de dahil olduğu her şeyin İlahî Takdirle belirlen­mesi anlamına gelen kadere inanmanın determinizme inanmayı gerektirmediğidir. Kadere inanmanın determi­nizmi beraberinde getirmesi ancak insanın, özgür irade­sini süreçten çıkarıp kendisini kadere teslim ettiği du­rumda mümkündür. Kainat olayları üzerinde Allah'ı doğ­rudan etkili olarak düşünmek bütün imkansızlıklardan daha da imkansız olan bir şeydir. Çünkü Allah her şeyi, o şeye mahsus özel sebeplerle ortaya çıkarır, yani İlahî takdir (kader) Allah'ın iradesi ve ilminden türeyen sebep-sonuç münasebetleri sürecinden başka bir şey değil­dir. Daha önce de bahsedildiği gibi nedensellik kuralını kabul etmek, her varlığın kaderinin ilk sebep-olaylara bağlı olduğunu kabul etmenin doğurduğu bir sonuçtu. Bu ilk sebep Allah'a inananlar için İlahî orijinli; mater­yalist görüşte maddî orijinliydi. Sebep-sonuç münasebet­leri prensibinin İlahî orijinli olup olmamasının insanın kaderi ve özgürlüğü üzerinde hiçbir rolünün olmadığını göstermek için nedenselliği hem İlahî İrade'ye bağımlı olma çerçevesinde hem de bağımsız, kendi kendine var o­lan bir çerçevede ele alacağız.

Bazılarına, belirlemeyi (kaderi) İlahi takdir bazlı dü­şünmek sonra da kaza ve kadere inanmayı eleştirmek saç­ma gelebilir.

Eğer İlahî takdir, sebep-sonuç münasebetleri süreci­ni, insanın gücünü, iradesini, kendi kaderini kendisinin belirleme gücünü reddetseydi ne bu şekilde kaza ve ka­der mevcut olacaktı, ne de olması mümkündü. Teolojide böyle bir kader anlayışının temelsizliğine işaret eden ve her türlü şüpheyi ortadan kaldıran çok güçlü deliller or­taya konmuştur.

Her olay ile onu doğuran sebepler arasında belli bir ilişki olduğunu iddia eden, her olayı kendi sebeplerine bağlayan bir kader anlayışı belki bir gerçeğe tekabül et­mektedir ama inançlı kişiler böyle bir kader anlayışıyla yetinmezler. Zaten her düşünce ekolü, her bilimsel ve felsefî yaklaşım böyle bir bağlantıyı kurar, nedensellik prensibini kabul eder. Fark, teologların sebep dizisini ezelî bir .-sebebe dayamaları, zaman ve mekân boyutlarım aşan bir yapıda görmeleri, bu yüzden bu sebebi gerçek, ken­din; yeter, sırf kendine bağlı olarak kabul etmeleridir. Bütün takdir ve tayin belli bir noktada durur. Bu farkın materyalizm düşüncesinin reddi üzerinde hiçbir etkisi yoktur.


ÖZGÜRLÜK VE KENDİ KADERİNİ KENDİ BELİRLEME

Bu açıklamalardan sonra şu sorunla karşı karşıya ka­lıyoruz: Şayet biz bütün olguları, yani sebepleri, dolaylı değil de doğrudan İlahî takdire bağlarsak insanın özgür­lüğü, kendi kaderini belirleme özgürlüğünün olduğu sö­zünün hiçbir anlamı kalmaz. Diğer taraftan hem neden­sellik prensibini kabul edip hem de insanın özgür olduğu ve kendi kaderini belirleyebileceği düşünülebilir mi, ne­densellik prensibi insanın özgürlüğü ve kendi kaderini kendisinin belirlediği görüşüyle çelişmekte midir? soru­ları gündeme gelmektedir. İnsanın fiilleriyle haricî şart­lar arasında hiçbir ilişkinin olmadığına inanmak, sırala­dığımız üç görüşten ilkini kabul etmeyi gerektirir.

Daha önceki ve çağımız düşünürlerinin çoğu hür ira­deyi ancak hiçbir kayda bağlı olmayan irade olarak algı­ladıklarında, nedensellik prensibiyle insanın özgürlüğü, kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkıyla çeliştiğini kabul ederler.

«Felsefenin Temelleri»nin üçüncü cildinde, dipnot­larda nedensellik prensibinin ne inkâr edilebileceğini ne de bir istisna olarak kabul edilebileceğini belirtmiştim. Bunun da ötesinde insan iradesiyle, insan iradesini aşan kayıtlar arasındaki ilişkiyi reddederek insan davranışları­nın kendisinin belirlemesi dışında olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştık. Bu şekilde insana böyle bir irade vererek, insanın iradesiyle sebep zinciri arasında bulunan alakayı keserek aslında iradesini kaybettirmiş olduk.

İnsan özgür ve irade sahibi olarak yaratılmıştır. Ken­disine akıl, hikmet ve irade verilmiştir. Her ne kadar çe­kim kuvvetinin etkisi altındaysa da hareketleri yüksekten atılan bir taş gibi değerlendirilemez. Ne seçmek zorun­da olduğu tek bir yol önünde bulunan, belli büyüme şart­ları sağlandığında mineralleri emip büyümeye devam eden bitki, ne de her şeyi içgüdülerine göre yapan hay­van gibidir. İnsan her zaman kendisini belli kavşak nok­talarında bulur, yani tek bir yolu seçmek zorunda değil­dir, hiçbir yol kendisine kapalı değildir. Seçimini kendi şahsî fikri ve iradesi ile yapmaktadır.

İnsanın şahsiyeti, manevî ahlakî hususiyetleri, eği­tim durumu ve insanın üzerinde yürümek istediği yolu seçmesinin insanın geleceğini belirlemede oynadığı rol, insanın geleceğini kendisinin belirlediğine iyi bir kanıttır.

Yanan ateşten, boğan sudan, büyüyen bitkiden hatta yürüyen hayvandan farkı, bunların hiçbirisinin kendi fonksiyonlarını ve özelliklerini seçememesi, fakat insanın seçebilmesidir. İnsanın önünde yürüyüp gidebileceği bir­çok yol vardır ve insan bunlardan birini kendisi karar ve­rerek seçmektedir.

TAHAKKUKU MUTLAK OLAN VE TAHAKKUKU MUTLAK OLMAYAN TAKDİR

Dini araştırmalarda, gerek hadislerde gerek Kur'an' da tahakkuku mutlak (zorunlu )olan ve tahakkuku zarurî olmayan kaderden bahsedildiğine dair deliller vardır. İki çeşit takdir (kader) olduğu görülür; kesinlikle değiştirile­meyen, tahakkuk etmesi zorunlu olan ve değiştirilebilir, tahakkuku zarurî olmayan takdir.

Bu ayırım şu soruyu ortaya çıkarmaktadır; tahakku­ku zarurî olmayan takdir (kader) ne demek? Belli bir olay için iki seçenek mevcuttur, ya İlahî İrade tarafından be­lirlenmiştir ya da belirlenmemiştir. İkinci durumda her­hangi bir belirlemenin olmadığı meydandadır. Aksi du­rum yani Allah'ın takdiri söz konusuysa o şey mutlaka olacaktır, aksi takdirde Allah'a kusur isnat eden, Allah' in iradesiyle çatışma halinde olacak olay meydana gelir.

En genel olarak kaza ve kader, Allah'ın ilim ve iradesinin her sebebi içine aldığını kabul eder. Kader, düze­nin bilgisi, yani bu düzenin yaratıcısı ve orijinidir. Tüm kâinat sistemi İlahî kaynaklıdır. Buna rağmen nedensel­lik prensibi belli bir kesinlik ve zorunluluk gerektirir. Belli bir olayın belli bir yer ve zamanda vuku bulması, ancak o şartlar vuku bulduğunda meydana gelmesi ne­densellik prensibinin bir gereğidir. Bilimler kesinliklerini bu prensibe borçludurlar. İnsanın bilimsel öngörüleri, se­bepler konusundaki bilgisinin sonucudur. Kaza ve kaderin olayları belirleme gücü sebep-sonuç münasebetleri sü­recine dayandığı için kaza ve kaderin de çok kesin ve kat'î olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Takdiri (kaderi), değiştirilebilir-değiştirilemez, zarurî-zarurî olmayan diye ikiye ayırmamızın ifade ettiği mana ne? İşte burada ke­sin bir tercih yapma durumunda kalıyoruz, ya Eş'arîlerin yaptığı gibi tek bir çeşit kader olduğuna inanırız ve her halükârda kaderin değiştirilebilme imkânını reddederiz, yani insanın kaderini değiştirebilmesini, insanın özgürlü­ğünü, kendi kaderini kendisinin belirleme yeteneğinin olduğunu inkar ederiz, ya da Mutezile görüşünü kabul edip, tüm olaylar için veya en azından insan davranışla­rında takdirin olduğunu inkâr ederiz. Burada yapacağı­mız şey bu çıkmazı aşma yollarının olup olmadığını araş­tırmak olacaktır.

Konuya girmeden önce bir noktanın aydınlığa kavuş­turulması gerekiyor: insanın kendi kaderi üzerinde be­lirleyici olma gücüne sahip olamamasını gerektiren «ka­derin değişmezliğini savunan Eş'arî görüşüyle, mono­teizmi ve İlahî birliği tasdik etmeyen Mutezile görüşü, insanın kendi kaderini kendisinin belirlemesi ve kaderin üzerinde kontrolü olduğunu söylemesine rağmen bu me­seleyi çözemiyor. İlahî anlamda kaderi inkâr ettikten son­ra nedensellik prensibine nasıl bakacağız? Mahlûkat âleminde en azından insan davranışları çerçevesinde geçerli olmak üzere nedensellik ilkesini reddedebilir miyiz? Mu­tezile ve onu izleyenler en azından özgür iradeli varlıklar açısından determinist görüşü (sebep-sonuç münasebetleri ilkesini, nedensellik prensibini) reddettiler.

Çağımızın bazı Avrupalı bilim adamları da bu konu­da Mutezilenin görüşü paralelinde görüş sahibidirler. «Öz­gür irade»yi bir çeşit nedensellik ilkesinin hâkim olama­dığı alan olarak görmektedirler. Nedensellik ilkesinin sadece, atomlardan oluşmuş maddi âlemde mevcut olduğu­nu iddia ederler. Atomun iç dünyasında ve manevî âlemde bu kuralın geçerli olmadığını düşünürler. Nedensellik ilkesinin bu şekilde telakki edilmesine karşıyız. Okuyucu bu konudaki görüşlerimiz için «Felsefenin İlkeleri ve Rea­list Bir Yaklaşım» adlı kitabın dipnotlarına bakabilir. Bu­rada sadece çağımız bilim adamlarının nedensellik pren­sibini kabul etmeleri konusundaki tereddütlerine değin­mek istiyoruz. Bu konudaki tereddütlerinin sebebi mese­leye deneysel (ampirik) yönden yaklaşmaları, sebep-sonuç münasebetlerini görme konusunda başarısızlığa uğra­dıklarında bu durumun nedensellik ilkesinin dışında vu­ku bulduğunu sanmalarıdır.

Batılı felsefî sistemlerin' çoğunda ve onların doğulu taklitçilerine de geçmiş olan en büyük hatalardan biri, in­sanın bilimsel düzenlilikleri ve kanunları bulmasının ve bütün yaratıcı düşüncelerinin gözlem ve deneyden kay­naklandığı varsayımıdır. Nedensellik prensibini inkâr ede­meyiz ama sadece onu kabul etmekle de ister İlahî açıdan kadere inanalım ister inanmayalım tahakkuku zorunlu olmayan kader meselesini hâlâ çözememiş olacağız. Her olayın insan fiilleri dâhil her olayın kendi sebepleri ta­rafından belirlendiğini ve bu sebepler neticesinde belli karakter kazandığını söyleyecek olursak nedensellik ke­sinlik ve değişmezlik demek olacak, değişme ihtimali or­tada kalmayacaktır.

Görüldüğü gibi, nedensellik ilkesini kabul edenler, bunlar ister sebep-sonuç münasebetlerinin gerekliliğini vurgulayan ve determinizmi kabul eden materyalistler olsun, ister kaderin değiştirilebilirliğini, insanın kaderi üzerinde kontrol sahibi olduğunu iddia edenler, olsun ay­nı problemle, aynı çıkmazla karşı karşıya kalmaktadırlar. Yine, İlahî kaza ve kaderi inkâr etmekle, dünya üzerinde meydana gelen olaylar üzerindeki İlahî İradenin kontro­lünü, bütün sistemlerin İlahî bilgi orijinli olduğunu inkar eden Mutezile görüşü de bu çıkmazı aşabilecek bir yol önerememiştir.

DÜŞÜLEMEYECEK YANILGI

İlahî orijinli kaderin değiştirilebilirliğinden, tahakku­kunun zorunlu olmamasından bahsettiğimizde bizim anla­dığımız şey, herhangi bir olgunun İlahî bilgi tarafından gerçekleşmesi sürecinde Allah'ın iradesiyle çatışan, İlahî İrade'de değişiklik yaratan bağımsız bir faktörün söz konusu olması değildir, böyle bir şeyin kesinlikle imkânsız ol­gunu düşünüyoruz.

Aynı şey nedensellik prensibi için de geçerlidir. Olay­ların meydana gelişini açıklamada kullandığımız neden­sellik prensibini etkisiz hale getirecek bir «kaderin değiştirilebilirliği»nden bahsedemeyiz, bu da ilk paragrafta be­lirtilen türde bir imkânsızlıktır.

Dünya üzerinde meydana gelen her şey İlahî İrade ve bilgiden kaynaklanmaktadır. Her olgu, İlahî bilgi ve iradenin bir ifadesi, göstergesidir ve kendisi için takdir edileni (kaderini) yerine getirmektedir. İlahî gücün bir ifadesi olduğunu söylediğimiz olgunun, nedensellik pren­sibine tabi olduğunu da söylemeliyiz. Tabii Allah'ın bilgi ve iradesinin özel bir ifadesi olmadıkça nedensellik pren­sibinin belirleyiciliği söz konusu dur.

Sonuç olarak, İlahî takdirle çelişki arz eden, neden­sellik prensibiyle çatışan bir faktörle kaderin değiştirile­bilir olması imkânsızdır.


MÜMKÜN OLAN GERÇEK

Kaderin değişmesi, İlahî takdirin ifadesi olan, nedensellik zincirinin bir halkasını oluşturan faktörle olmak­tadır. Kaderin değiştirilebilirliğinin kaderin bir özelliği olduğu, kaderdeki değişikliğin yine kader çerçevesinde gerçekleştiği iddiası garip görünmesine rağmen doğru­dur. -

Kaderi İlahî takdir olarak ele aldığımızda bu iddia çok daha şaşırtıcı olacaktır. Çünkü kaderdeki değişiklik semaî âlemde, levh-i mahfuzda, İlahî bilgide bir değişik­liği ima edeceği için, «bir insanın, Allah'ın bilgisinde bir yanılma, değişme olabileceğini düşünmesi mümkün mü?» sorusu gündeme gelmektedir. Aşağı âlemdeki (dünya üze­rindeki) olayların, özellikle de insan davranışlarının so­rumlu olduğu bu değişikliklerin daha yüksek âlemde (semai), kaderin üzerine yazıldığı levhi mahfuzda onaylan­dığı düşünüldüğünde şaşkınlığımız had safhaya varacak­tır.

O zaman, aşağıda olan maddî âlem, daha yukarıdaki âlemden kaynaklanmamış mıdır, aşağıdaki dünya âdi, yu­karıdaki dünya âli (üstün) değil midir, dünya hayatı semaî âlemin kumandası altında değil midir, türünden sorular­la karşı karşıya kalırız. Veya, aşağıdaki dünyanın hepsi olmasa bile en azından bir kısmının, yani insanlık âleminin daha yüksek âleme etki yapabildiğini, orada bazı de­ğişikliklere sebep olabildiğini, bu değişikliklerin de aslında kader tarafından belirlendiğini, bunların takdir çerçe­vesinde cereyan ettiğini düşünmemiz mümkün müdür, so­rusu sorulabilir. Aslında bütün bu sorular tek bir soruya işaret etmektedir: Allah'ın emri değişebilir karakterde midir? Allah'ın ilmi değişebilir mi? Âdi olan, üstün olanı etkileyebilir mi? Bütün bu soruların cevabı evettir. Evet, Allah, değişebilen bir bilgiye de sahip olduğu için Allah'ın bu tür bilgisi değişebilir. Allah, değişebilen bir iradeye de sahip olduğu için Allah'ın bu tür iradesi değişebilir ([3]). Yi­ne evet, aşağıda olan- üstte olanı etkileyebilir. Aşağıdaki dünya özellikle de insan iradesi, arzusu ve insanın yaptı­ğı hareketler (Aslında sadece bunlar) daha üstte bulunan dünyayı sarsıp değişiklik meydana getirebilirler. İşte bu durum insanın kendi kaderi üzerinde belirleyici bir ko­numda bulunmasının en önemli sebebidir.

Bu iddianın şaşkınlığa sevk edici olduğunu itiraf edi­yorum, ama doğru olduğunu iddia ediyorum. «Beda» di­ye bilinen; mükemmel, üstün bir şey, yani «Önceden be­lirlenenden (takdir edilenden) farklı bir İlahî İradenin olduğu» insanın bilişsel tarihinde ilk defa olarak Kur'an' da ifade edilmiştir. Önceden kaydedilmemiş olduğu hal­de Allah'ın istediği her şey vuku bulur. (Ra'd 39)

Konumuzla alakalı bütün düşünce ekollerini gözden geçiremedik. Ama İslamî mezhepler arasında, liderlerinin sözlerinden ilham alarak bazı çıkarımlarda bulunmuş Şia' ya mensup, bu gerçeği anlayan, kendilerini bunu anla­makla onore etmiş olan ekollerin olduğundan bahsedebi­liriz.

Bu felsefî, üst düzey tartışma konusu aslında bu kita­bın konusu olmaktan çok uzaktır, o yüzden bu problemi çok net ve açık şekilde anlatamayacağız. Yalnızca, «Ön­ceden tayin edilenden farklı olarak yeni bir iradenin var­lığını iddia eden görüşün Kur'an orijinli olduğunu ve bu ifadenin en açık felsefî hakikatlerden biri olduğunu ifade etmekte yetineceğiz. Şiî filozoflar arasında Kur'an konusunda ihtisas sahibi olan Şia imamlarının özellikle de bütün Müslümanların imamı Hz. Ali'nin (A.S.) sözleri­ni dikkate alanlar dışındaki kişiler bu meselenin künhüne vakıf olamamışlardır.

Şüphesiz ki bu meseleyi göz önüne alırken «Beda»yla ilgili olarak yanlış bir varsayımı ortaya koyan cahil kişi­lerin kavrayışlarıyla yetinemeyiz. Zaten «Cinayeti işler­siniz sonra da bu eylemin gerektirdiği sonuçlara katla­nırsınız» ifadesiyle mesele açıklık kazanmaktadır. Bu ko­nuda bazı yanlış şeylere hayal yoluyla varanlar, artık ha­yal yoluyla icat ettikleri şeyleri eleştirmeye başlamışlar­dır.

Çalışmamızda bu önemli konuya giremeyeceğiz. Bir kısım kaderin tahakkukunun zorunlu olup olmadığım, de­ğişebilir olup olmadığını görmek için kaderin çift yönlü­lüğü ve kaderin değişimini objektif ve nedensellik prensi­bi açısından incelemeyi tercih ettik.

Dünyada genel olarak iki çeşit varlık vardır; âli-mücerret gibi bir kısım varlık belli bir varoluş şekliyle sınır­lıdır, bir kısım da madde diye adlandırılan belli, tek bir çeşit varoluş şeklîyle gözükmeyen varlıklardır. Maddi varlıklar yine maddi varlıklar sınıfına dâhil ettiğimiz do­kunabildiğimiz, görebildiğimiz varlıkların içerdiği mad­delerden veya onların fonksiyonlarından yaratılmaktadır.

Çok çeşitli şekiller alan bu maddi varlıklar tekâmül eği­limine sahiptirler, birçok faktör onlara güç ve enerji ve­rir, birçok faktör de onların güçlerini azaltıp, gerileme­sine sebep olur. Kendisi üzerinde etkisi olan çok farklı, birbirine zıt faktörlerin etkisi altında belli bir nitelik ve şekil kazanmakta, birbirleriyle zıt etkilere sahip faktör­lerin etkisine açık olmakta, bu etkiye göre şekil ve biçim değiştirebilmektedir.

Toprağa atılan bir tohum, yeterli su hava, ısı ve ışığı aldığı ve herhangi bir hastalıkla da karşılaşmadığı tak­dirde gelişip, kendi mükemmel şekline ulaşır, fakat yetiş­mesi için gereken faktörlerden biri olmasa veya bazı has­talıklarla karşılaşırsa, ilk durumda olduğu gibi, mükem­mel şekline ulaşamayacaktır. Tabii, maddeler için yuka­rıda sıraladığımız gibi binlerce gerçekleşme şartı vardır, bu şartların farklı kombinasyonlarla gerçekleşmesi farklı sonuçlar doğuracaktır. Yani şöyle şöyle faktörler gerçek­leşirse belli bir şey olur, başka bir faktörler manzumesi gerçekleşirse başka bir şey olur diyebilmekteyiz.

Fakat âli-mücerred varlıklar maneviyat için tek bir varoluş şekli vardır, çeşitli faktörlerin etkisi altında de­ğildir, tek bir çeşit faktörler manzumesi ile karşılaşacak­ları, bu faktörler manzumesinin başka biriyle yer değiş­tirmesi mümkün olmadığı için tek bir kaderleri vardır, kaderlerini değiştiremezler, tahakkuku mutlak olan bir kadere sahiptirler. Fakat çok çeşitli biçim ve renklerde bulunan mücerred olmayan şeyler, hareket kanununa ta­bi olması dolayısıyla sürekli olarak çeşitli olaylarla karşı karşıya kaldığı için, tahakkuku mutlak olmayan bir ka­dere sahip olmaktadırlar. Bu, onların kaderinin tek bir kader tarafından belirlenmemesi demektir. Ayrıca her­hangi bir sonuç, sebep dolayısıyla vücut bulduğu için fark­lı sebeplerle karşılaşıldığında farklı sonuçlara (kaderlere) sahip olacağı düşünülmektedir. Belli bir sebepler manzumesinin bir başkasıyla yer değiştirebilmesi dolayısıyla ta­hakkuku mutlak olmayan bir kader onlara atfedilmekte­dir. Ne kadar çok sayıda farklı sebebe bağımlı olursa, ka­derleri de o derece farklılık arz edecektir.

İnsan bir hastalığa tutulduğunda tabii olarak bir şey onun acı çekmesine sebep olur. Acı çekme kaderi, hasta olma sebebinden kaynaklanmaktadır. Hasta ilaç aldığın­da, ilaç başka bir sebep fonksiyonunu görecek, acı çek­me yerine başka bir kader meydana getirecektir. Hasta­lığa sebep olan şeyi ortadan kaldırarak hastanın kaderini değiştirecektir.

Bir hastanın iki doktor tarafından muayene edildi­ğini ve bu iki doktorun farklı reçeteler verdiklerini var­sayalım. Birisi hastayı iyileştirecek doğru reçeteyi verir­ken, diğeri hastayı ölüme götürecek yanlış bir reçete ver­miş olsun. Burada hastanın kararına göre, birinci veya ikinci reçeteyi seçmesine göre, değişecek iki farklı kade­re sahip olacağı söylenebilir. Bu yüzden hasta için iki ka­derin de tahakkuku mutlak değildir. Fakat hasta, nihaye­tinde bunlardan birini seçer. Yaptığı bu seçim, hastayı di­ğerini seçmekten alıkoymaz. Daha açık söylemek gerekir­se, belli bir seçimin yapılmış olması potansiyel olarak di­ğer seçeneği seçme ihtimalinin bulunmamasını gerektir­mez.

Bu sebepten, eğer kader tarafından belirleniyorsak birbirileriyle yer değiştirebilen farklı kaderlerle karşı kar­şıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Hasta ilaç alıp iyileştiğin­de bu durum kader yüzündendir. Yine ilaç almayıp acı çekmeye devam etse veya yanlış reçeteyi uygulayıp ölse bu durumlar da kader yüzünden vuku bulmaktadır. Has­talığın bulunduğu yerden ayrılıp hastalığın etkisinden kendisini kurtarsa, kendini hastalıktan muaf tutması da kader dolayısıyladır. Bu çerçevede kişi, yaptığı her işte kaderi tarafından belirlenmekte, kaderin belirleyiciliğinden çıkabilmek için yol bulamamaktadır. Mevlana bu ko­nuyla ilgili olarak şunları söyler:

Peygamberin «kalem kurumuştur» diye ifade ettiği mese­leyi tüm boyutlarıyla izah etmek istediğinizde bütün önemli çalışmaları araştırmanıza dâhil etmiş olursunuz. Kalem her hareket için bir mükâfat bir karşılık (ceza) ol­duğunu belirtmiştir. İnsan yanlış bir davranışta bulundu­ğu zaman Kalemin kendisini yanılttığını düşünür. Doğru bir harekette bulunduğunda ise bunun kendi hususiyetle­rinden kaynaklandığını düşünür. Hırsızlık yapan bir insan bu işten Kalemi sorumlu tutar, aynı şeyi bir sarhoş da söy­leyecektir. Haksızlık yaptığınızda bundan hemen Kalemi sorumlu tutar, kötü bir şey yaptığınızda onu yazmış olan Kalemi lanetlersiniz- Doğru hareketlerde bulunduğunuz­da yine Kalemin kuruduğu minval üzere doğru hareket etmiş olduğunuzu düşünürsünüz. Kalem (Mürekkep daha uygun olabilir bazı yerlerde. Ama metinde hep Kalem ola­rak geçmiş. Çev.) kavramı, görüldüğü gibi Allah'ın ezel­deki iradesi yüzünden, tıpkı bakanlık koltuğundan uzak­laştırılmış eski bir bakan gibi 'Olaylar üzerinde hiçbir et­kide bulunacak konumda değilim. Bu yüzden bana yaptı­ğınız münacatlar boşunadır' demesini gerektirir. Fakat Allah'ın bu konumda bulunduğu ifadesi ne derece inandı­rıcıdır? Biliyoruz ki Allah indinde adaletle zalimlik bir değildir.

İster İlahî orijinli olsun, ister olmasın kader etkeni diğer etkenlere benzememekte ve dünyadaki diğer etken­lerin kaynağında bulunmaktadır. Kaderin bir ifadesi olan, hareket eden, yekdiğerini etkileyen her etken nedensel­lik kanununa tabidir. Bu yüzden kaderi, diğer etkenlerin karşısında o etkenlerin sebep olacağı sonuçları engelleye-bilme fonksiyonuna sahip olan veya bir etkene herhangi bir şeyi yaptırmak için zorlayıcı bir konumda bulunan bir olgu olarak düşünmek imkânsızdır.

Bu ifadeden, determinizmin (Cebriye'nin) geçerli ol­madığı anlaşılıyor. Determinizm insanın, üzerinde bulun­duğu davranışlarının kader dolayısıyla olduğu görüşünü ima eder. Varlık âleminin kaynağı olarak gördüğümüzü söylediğimiz kadere böyle bir fonksiyon yükleyemeyiz, o diğer etkenlere benzemez. Bu tür bir fonksiyon ancak bir kişinin diğer bir kişiyi bir şey yapması konusunda zorla­dığı anda olduğu gibi, kaderin bazı ifadelerinde görülebi­lir. Fakat bahsedilen bu durum kaderin insan iradesi üze­rinde ya olayları önleyici negatif bir etken ya da olayları zarurî hale getiren pozitif bir etken olarak gören determinizmin bilinen anlamından farklıdır.

Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, kaderin de­ğişebilir olmasının sırrı, bir şey için belirlenen takdirin (kaderin) tahakkuk edebilmesinin ancak kendi sebepleri­nin (şartlarının) ortaya çıkmasıyla mümkün olabileceği gerçeğinde yatar. Bir şeyin meydana gelmesi için gereken şartlardan başka şartlarda o şey meydana gelmez. Birçok şarttan aynı anda etkilenen birçok maddi şart ve madde­ler mevcuttur.

Kader mevzuunda Eş'arî anlayışını kabul edecek olur­sak nedensellik prensibini inkar edecek veya yarı Eş'arî' ler gibi ancak istisnaî durumlarda kaderin doğrudan belirleyiciliğini kabul edeceğiz. Tabii bu durumda mesele çok farklı bir veçhe kazanmış olacaktır. Böyle bir kader yoktur, zaten olmasına imkân da yoktur.


İNSANIN İMTİYAZI

İnsan davranışları, kendi verdikleri kararlar, yaptık­ları seçimler ve çok farklı istekler gibi çok değişik şartla­ra bağlı olduğu için, tahakkuku zarurî olan, değiştirileme­yen kaderin belirleyiciliği altında değildir. Cansızlar, bit­kiler veya içgüdülerine tabii hayvanlar nasıl çeşitli şart­lara bağlıysa, birçok ihtimale açıksa, aynı şekilde çeşitli ihtimaller insan davranışları için de geçerlidir. Bir ağacın büyümesinde veya bir hayvanın içgüdülerine sahip olabilmesinde devreye giren binlerce şart vardır. Böyle çok faz­la sayıdaki şartların insan hareketleri için de geçerli ola­cağı söylenebilir. Bundan başka insana zekâ, ahlaklı olma eğilimi seçim yapabilme ehliyeti verilmiş, insan temyiz kudretiyle donatılmıştır.

İnsan hiçbir harici engelle karşılaşmasa bile kendisi­nin tabii, hayvani içgüdüleriyle yüzde yüz desteklenen bir hareketi yapmayabilir. Yine aynı şekilde kendisini zorla­yacak hiçbir harici etken olmasa bile kendi tabiatına yüz­de yüz zıt bir hareketi yapabilir. İnsan da hayvanlar gibi duyularının, içgüdülerinin etkisine açıktır ama hayvan­lardan farklı olarak içgüdüleri tarafından tamamen hapsedilmemiştir. Bir çeşit özgürlüğe sahiptir insan; bir hay­vanın içgüdüsel bir hareketi yapabilmesini sağlayacak bü­tün şartların yerine getirilmesi hayvanın içgüdüsü doğ­rultusunda hareket etmesi için yeterlidir, oysa insanın belli bir hareketi yapmasını veya yapmamasını temin eden şey onun zekasıdır. Bu durum, insanın sahip olduğu tem­yiz kudretinin meclis görevinde, iradesinin de yürütme görevinde bulunmasıyla mümkün olabilmektedir. İşte bu noktada insanın, bir hareketin yapılabilmesi için diğer bütün şartlar gerçekleştiğinde özgür iradeli bir varlık ola­rak, isterse bu hareketi yapabilip isterse yapmaması, in­sanın kaderi üzerinde kendisinin etkin olduğunu ortaya çıkarır.

İnsanın özgürlüğünden bahsetmekle, onun nedensel­lik kanununun belirlemesinden azade olduğunu da söyle­mek istemiyoruz. İnsanın nedensellik prensibinin sınıfla­malarım aşamadığı yolundaki iddiamız, nedensellik pren­sibinin belirleyiciliğinden çıkmanın imkansız olmasından başka, insanın her şeyi kendisinin belirlediği (self-deter­minizm) fikrinin de hiçbir açıklama gücü olmamasına da­yanmaktadır. Self-determinizm anlamında bir özgürlük de bir çeşit zorlama olurdu. Bu görüşe göre insanın belli bir etken dolayısıyla kendi isteklerine karşı hareket et­meye zorlanıp zorlanmamasının hiçbir önemi olmayacak veya hareket nedensellik prensibine tabi olmayacağı için insan da dahil olmak üzere hiçbir şeye bağımlı olmaya­cak, yani kendi kendine meydana gelecektir. «İnsan öz­gürdür, kaderini kendisi belirler» ifadesi insan davranış­larının insanın temyiz kudreti tarafından belirlendiğini, insanın bilincine iradesine aykırı hiçbir harekete kader dâhil hiçbir şey tarafından zorlanamayacağını anlatır. Karşılaşılan bütün şartlar (sebepler) İlahî takdirin (kade­rin) bir ifadesidir ve karşılaştığımız şartların farklılığı oranında o olgu için farklı kaderlere sebep olabiliriz. Bir olayın vuku bulması ancak İlahî Takdirle mümkündür, aynı şekilde ancak İlahî İrade tarafından durdurulabilir.

İSLAM'IN İLK YILLARINA BAKIŞ

Peygamberimiz Hazreti Muhammed'e (S.A.A.) şöyle bir soru yöneltildi: (Gazali'nin İhya-u Ulumiddin adlı ki­tabında nakledildiği üzere ilaç ve dualar üstüne bir soru yöneltildi.)

«Şifa vermesi için yapılmakta olan dualar ve alınan ilaç­lar İlahî Takdirin tecelli etmesini engelleyebilmekte mi­dir?».

Peygamber şöyle cevaplandırır bu soruyu:

«Onların, hastalığı defedici etkisi de ilahî takdire bağlı olarak görülür.»

İmam Ali (A.S.) bir güneğik bir duvarın gölgesinde otururken yerini değiştirip başka bir duvarın gölgesine geçer. Kendisine bu davranışıyla İlahî Takdirden kaçma­ya çalışıp çalışmadığı sorulur. Bu soruyu şöyle cevaplan­dırır:

«Allanın takdirinden yine O'nun Himayesine sığındım, yani bir tür takdirden ayrılıp diğer bir tür takdire sığın­mayı istemiş oldum. O eğik duvarın altında otursaydım duvar başıma çökecekti, bunun İlahi Takdir olması bir in­san yıkılmak üzere olan bir duvarın altında oturursa duvarın yıkılıp o kişiyi yaralayacağı konusundaki nedensel­lik prensibi gereğidir. Bunun gibi, kişi oradan uzaklaşır ve herhangi bir yara da almazsa bu da Allah'ın takdiriyledir. İnsan İlahi Takdirin belirlediği birçok sebepler nedeniy­le daha başka tür tehlikelerle de karşılaşır. İnsanın bu teh­likelerden kaçması hiçbir zaman Allah'ın iradesine itaat­sizlik değildir. Yine Allah'ın emriyle Allah'ın bir takdi­rinden kaçıp diğerine sığınmadır.» ([4])

İslam tarihi, İslam'ın ilk yıllarında Müslümanların ka­deri algılayış tarzında onların kendi kaderleri üzerinde kendilerinin kontrolü olmasıyla, insanın kaderinin deği­şebileceği ve bunun da İlahî takdirin tecelli ediş sürecinin bir parçası olması düşüncesi arasında bir çelişki görme­diklerini destekleyen deliller sunmaktadır. Onların kade­re olan bu sarsılmaz inançları, onları, her şeylerini kader­lerine teslim eden duyarsız kişiler yapmamıştır. Aksine onlar; müstesna, bağımsız, olağanüstü eylemleriyle Allah' tan en iyi kaderleri istemişlerdir. Onlar her olgu için çok farklı kaderler olabileceğini biliyorlardı bu yüzden de on­lardan en iyilerini Allah'tan niyaz ediyorlardı.

Onların, Allah'tan en iyisini değil de en iyilerini ni­yaz etmiş olmaları çok ilginçtir. Bu ince fark duada gö­rülebilir. Belki de en ilginç nokta, bu konuda İslam'ın ilk yıllarında aynı muhtevanın çok saf kalpli Müslümanla­rın sözlerinde de bulunmasıdır.

İbn-i Esir'in kitabının ikinci cildinin 313. sayfasında, Taberi Tarihi'nden yapılan bir alıntıda, Sa'd bin Ebi Vakkas'ın Ömer'e yazdığı bir mektupta Sa'd bin Ebi Vakkas' ın şunları söylediği rivayet edilir: «Allah'ın Sünneti (dü­zeni) kolayca fark edilemez, Allah'ın Takdiri ise muayyendir. Bizim için takdir ettiğini görmek ister, Allah'tan bi­zim için takdir ettiklerinin en iyilerini isterim.» İbn-i Ebi'l Hadid'in Nehc-ül Belağa'sımn 132. Hutbe bölümünde Ömer İbn Tattab'ın Şam'a olan yolculuklarından birinde şehre varmadan şehirde veba salgını olduğu haberini al­dığı nakledilir. Yol arkadaşlarına da danıştıktan sonra bu şehre girişi yasaklar. Şam'daki İslam orduları komutanı Ubeyd bin Cerrah, Ömer'e, «Bu hareketinle Allah'ın tak­dirinden kaçmış olmuyor musun?» diye sorar. Ömer şu şekilde cevaplandırır bu soruyu: «Yine kader çerçevesi içinde, bir kaderden diğerine gitmekteyim.» Zaten o sıra­da bir sahabi, Peygamberin «bir şehirde veba salgını ol­duğu haberini aldığınızda şayet şehrin dışındaysanız şehre girmeyin, şayet veba olan şehirdeyseniz şehirden çıkma­yın» dediğini söyler. Bu hadisi duymadan önce hafif bir tereddüt gösteren Ömer hadisi duyduktan sonra kesin ka­rarını vererek şehre girmez.

Peygamberin sözlerinde ve Şiî kaynaklarda kader mevzuu, bu dinin uygulayıcıları için kesin olarak açık­lanmıştır. İlk İmam Hz. Ali (a.s.) bu konudaki görüşlerini sık sık anlatmıştır. İslam'ın ilk dönemlerinde konuyla ala­kalı olarak hayretimizi mucip olgu, İslam'ın ilk dönem­lerinde yaşayan kişilerin determinist (cebriye) veya tam aksi, kaderi tamamen reddettikleri bir görüş açısına sa­hiplerken ne etkin bir eğitimle kısa bir sürede bu görüş­lerinin değiştirilmesidir. Onların sözleri kadar hareketleri de bu konudaki kanaatlerinin değiştiğini göstermekte­dir. Daha sonraki devirlerde de İslam teologları bahis ko­nusu mevzuuyla ilgilenmişler ama kader ve determinizm arasında bir ayırım gözetememişlerdir. Bu yüzden zama­nımızda, ondört asır sonra bu ikisini layık olduğu yere oturtabilen çok az insan bulunmaktadır.

2
İNSAN VE KADER İNSAN VE KADER



TEMEL KAYNAK

İnsanın kadere inanmakla beraber kendi kaderi üze­rinde belirleyici bir konumda bulunduğuna inanmasını sağlayan düşüncenin temel kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim çok farklı kaderlerin bulunduğunu söyler:

«Sizi çamurdan yaratan sonra size belli bir müddet tayin eden O'dur. O'nun tarafından tayin edilen bir müddet vardır; hâlâ şüphe ediyorsunuz» (En'am, 2)

Kur'an-ı Kerim levhi mahfuz, ezel ve ebedi içinde bulunduran kitap hakkında şu şekilde bahseder:

«.... yerin karanlıklarında bulunan, yaş veya kuru olan her-şey çok açık bir kitaptadır (Kitab-ı mübin)» (En'am, 59)

Bundan başka Kur'an şöyle buyuruyor:

«Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen hiçbir kötülük yoktur ki, o kötülük, vuku bulmadan önce kitapta bulunmasın; Şüphe­siz ki bu Allah'a çok kolaydır.» (Hadid, 22)

Diğer taraftan Kur'an şöyle buyuruyor:

«Göklerde ve yerde olanlar her şeyi O'ndan isterler; O her an kâinata tasarruf etmektedir.» (Rahman, 29)

Hazreti Muhammed'e (s.a.a.) şöyle bir soru yöneltilir: «Bizim şu anda uğraştığımız işler Allah'ın sonucunu daha önceden tayin ettiği işler mi yoksa o işler şu anda mı so­nuçlanmaktadır?» Peygamber şu şekilde cevaplandırır: «Uğraştığınız işler arasında hem Allah'ın sonucunu belir­lediği işler vardır ve hem de belirlemediği işler vardır.» ([5])

TABİATTAKİ DEĞİŞMEZLİK

Şu ana kadar dini liderlerin dilinden, gerek duaların­da gerek dualarında gerek konuşmalarında görülen kade­rin ikili karakterinden bahsedildi. Ayrıca tabiattaki yara­tıklardan farklı olarak semavî-mücerred yaratıkların bel­li, kesin bir kaderi olduğundan bahsettik. Şunu da ilave etmeliyiz ki tabiattaki varlıklar için de kesin, belli bir ka­derden; başka bir söyleyişle, değiştirilemez süreçlerin var­lığından bahsetmeliyiz. Varlıklar bir hiçlikten (yokluktan) kaynaklanmıyor, yine başka bir varlıktan kaynakla­nıyor. Bu durum kesin kader olarak değerlendirilmekte­dir. Her tabii varlık manevi bir varlığa dönüşmedikçe bo­zulmaya mahkûmdur. Bu da kesin bir kaderdir. Tabiat âlemindeki varlıklar rotalarını değiştirebilme durumun­da değillerdir; ya bozulmaya ya da aynı rotayı takip etmekle yükümlüdürler, yani belli bir kadere bağımlı du­rumdadırlar. Mesela, bir erkeğin spermiyle bir kadının yumurtası birleşip bir hücre oluşturduğunda sperm ve yumurta, hücrenin gelecekteki kaderine etkide buluna­cak belli karakterleri de hücreye vermiş olacaktır. O er­keğin sperminin başka bir yumurtayla birleştiğinde farklı özellikleri olan bir hücrenin meydana geleceği çok açık olan bir durumdur.

Bir varlık belli bir şekilde yaratıldığında artık başka bir şekle dönüştürülemez, bu aşamada kader kesindir. Diğer birçok özellik de hücrenin rahimde geçireceği çeşitli safhalarda kesinlik kazanır. Bu yüzden rahim de, üzeri­ne kaderin kaydedildiği kader levhalarından biri olarak adlandırılır.

DEĞİŞMEZ SİSTEMLER

Tabiata hâkim olan kurallar sistemi de değiştirilemez. Tabiattaki mahlûkat değişebilir, ama tabiata hâkim olan kurallar sistemi sabittir, değiştirilemez. Tabiatta bulunan mahlukat, değişme ve tekamül sürecine girebilir, çok fark­lı süreçlerden geçip bazen tekamülün en son noktasına (optimal noktaya) çıkabilir ve bazen de bu noktaya ula­şamaz. Bazen çok hızlı tekâmül eder, bazen çok yavaş olur bu tekâmül. Çok farklı şartlarla devreye girip kader­lerini etkileyebilir. Fakat tabiat kanunları ne değişir ne de tekâmüle uğrar, onlar sabittir. Kur'an'da bu değiştiri­lemez kanunlar «İlahî Sünnet» olarak adlandırılıyor ve Kur'an «Allah'ın —İlahî— Sünnetin sabit olduğunu, asla değişmeyeceğini» belirtiyor.

«Allah'ın geçmiştekilere uyguladığı yasası budur, sen Al­lah'ın sünnetinde —yasasında— bir değişiklik bulamazsın.» (Ahzab, 62)

Mesela, faziletli, iyi insanların kurtuluşa erecekleri ve yeryüzünün halifeleri olacakları da İlahî, değişmeyen sünnetlerden biridir.

«Muhakkak ki biz Tevrat’ı hatırlatmak için getirilen kitapta yeryüzüne ancak iyi kulların mirasçı olduğunu yazmışızdır.» (Enbiya, 105)

İnsanların kendilerini değiştirmeden Allah'ın onları değiştirmeyeceği de Allah'ın değişmez sünnetlerinden bi­ridir.

«Muhakkak ki bir millet kendini değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez.» (Ra'd, 11)

Bir milletin sahip olduğu yönetimin o milletin ahlaki seviyesine uygun olduğu, milletlerin layık olduğu şekilde idare edileceği de Allah'ın değişmez sünnetlerinden biri­dir.

(Böylece zalimlerin bir kısmını diğerlerine musallat ede­riz» (En'am, 129)

Halkın bir kısmının sefahate dalması, fuhşu yaygınlaştırması, ihtiraslarına kapılması durumunda o milleti bozulmaya, yok olmaya doğru götürdüğü de değişmez İla­hî sünnetlerden biridir.

«Biz bir halkı yok etmek istediğimiz zaman önce kendile­rine nimet verilmiş gruba doğru yola gelmelerini emrederiz, ama onlar konulan sınırları çiğner, doğru yoldan çıkarlar. Böy­lece onlar yok olmayı hak ederler biz de onları tamamen yeryü­zünden sileriz. »(İsra, 16)

Bir milletin iman silahıyla silahlanıp değerli işler yaptığı takdirde hayatta kalmaya devam edeceği ve yer­yüzünde hükümran olacağı da değişmez İlahî sünnetler­den biridir.

«Allah inanıp yararlı işler işleyenlere, onlardan öncekileri yeryüzüne hükümran kıldığı gibi onları da yeryüzüne hükümran kılacağına, onlar için seçtiği dini temelli yerleştireceğine söz vermiştir.» (Nur, 55)

Zulmün her çeşidinin, her türdeki baskının-tiranlığın da yok olmaya, kaybolmaya mahkum olduğu da de­ğişmez İlahî sünnetlerden biridir.

«Haksızlıklarından ötürü yok ettiğimiz şahıslar! Onları yok etmek için kendilerine belli bir süre tayin etmiştik.» (Kehf, 59)

Peygamber'den rivayet edilen bir söz de bu durumu dile getirmektedir:

«Herhangi bir yönetim dinin emirlerine gereken saygıyı göstermezse belki belirli bir süreye kadar hüküm sürebi­lir ama zalimlik yaptığı takdirde hüküm sürmeye devam edemez.»


DİĞER GÖRÜŞLER

Buraya kadar ki söylediklerimizden, varlıkların için­de bulundukları durumlardan kaynaklanan sebepler yü­zünden kaderin, «tahakkuku zorunlu olan ve tahakkuku zorunlu olmayan kader» diye ikiye ayrıldığı anlaşılıyor. Çok çeşitli etkenler, varlıkları etkileyip onları çok farklı yönlere sevk ederler. İşte bu çerçevede varlıkların birden çok kadere sahip olduğu söylenebilir. Varlıkların kendisi­ne etkide bulunan etken sayısınca kadere sahip olacağını söyleyebiliriz. Tek bir seçeneğin var olduğu, tek bir yolun, tek bir etkenin olduğu durumda varlığın kaderi, tahak­kuku zorunlu olan türden bir kaderdir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, kaderin tahakkukunun zorunlu olup olmaması, aracı görevindeki bir olgudan değil, bir veya birden fazla şekilde bulunma kapasitesine sahip ol­masından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden zihni yetenek­lerden mahrum bulunan semaî-mücerred varlıkların ve yine bu tür yeteneklerden mahrum bulunan yeryüzün­deki varlıkların bir tek gelecekten fazla geleceğe sahip ol­madıkları için bunların kaderleri, tahakkuku zorunlu olan kaderdir. Tek bir gelecekten başka geleceklere sahip ola­bilme durumundaki varlıkların kaderleri ise, tahakkuku zorunlu olmayan kaderdir.

Bu mesele çok çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Ba­zıları insanı ölçü olarak almışlardır. Kaderi etkileyen fak­törlerin değişmesi insanın elinde olmadığı takdirde kaderin, tahakkuku zorunlu olan kader olduğunu iddia etmiş­lerdir. Mesela havanın sıcaklığı, soğukluğu, karın yağ­ması, rüzgârın esmesi gibi atmosfer olaylarının veya dep­rem, su basması gibi yeryüzü olaylarının değiştirilmesi imkânsızdır. Bunlar insanın isteğine bağlı olarak cereyan etmez. Bu yüzden bunlar tahakkuku zorunlu olaylardandırlar. Allah'ın takdiri onlar için zorunludur. Fakat ada­let, kamu refahıyla ilgili olan toplumsal koşulların iyi­leştirilmesi, değiştirilmesi insanın elinde olduğu için, in­sanın isteklerine bir ölçüde bağımlı olduğu için, bunlar tahakkuku zorunlu olmayan olaylardır ve bu konulardaki Allah'ın takdiri (kaderi) zorunlu olmamaktadır.

Kaderin tahakkukunun zorunlu olup olmamasını in­sanın gücüne dayayan bu görüşü kabul etmemiz için her­hangi bir sebep bulunmadığından kaderle ilgili bu yoru­mu yanlış addediyoruz. Ayrıca İslam tarihi ve elimizdeki metinler de böyle bir yorumu doğrulamıyor.

Bir başka grup da kaderin tahakkukunun zorunlu olup olmamasını şartların yerine gelip gelmemesine göre belirliyorlar. Bu takdirde, daha önce de bahsedildiği gibi bazı varlıklar için çok sayıda ihtimal vardır. Farklı etken­lere, farklı takdirlere bağlıdırlar ve kaderleri de bu et­kenlere bağlıdır. Bu varlık için her etken belli bir kaderi temsil eder ve her kader de kendi kaderini temsil eden etkeninin gerçekleşmesi, ortaya çıkmasına bağlıdır. Çok açıktır ki, kaderin gerçekleşip gerçekleşmemesinin çok farklı sebep ve şartlara göre olması, kaderin elzem olan şartlara veya üçüncü yahut da dördüncü derecedeki şart­lara bağımlılığını gerektirir.

Bu görüş, tahakkuku zorunlu kaderi, gerçekleşen şart­ların ve sebeplerin etkisi altındaki kader olarak, tahak­kuku zorunlu olmayan kaderi ise gerçekleşmesi için gere­kenin temin edilmediği şart ve sebeplere bağımlı olan ka­der olarak değerlendirmektedir.

Bir insanın fiziksel bakımdan çok sağlıklı olduğunu farz edelim. Bu insan tıbbi şartlara riayet ederse yüzelli yıl yaşayabilir, bunlara riayet etmediği takdirde bu süre yarıya inecektir. Kişinin kaderi, eğer hijyenik şartlara uyarsa yüzelli yıl yaşayacağı, eğer bu şartları yerine ge­tirmezse yetmişbeş yıl yaşayacağı durumunda olduğu gi­bidir. Kişinin hijyen şartlarına uymadığını ve yetmişbeş yaşında öldüğünü düşünelim. Şarta bağımlı olarak ger­çekleşecek iki yaş belirlenmiştir ama biri gerçekleşmiş, diğeri gerçekleşmemiştir.

Bu görüş; kendisini ortaya çıkaran şartlan gerçek­leşmiş olan kaderi, tahakkuku zorunlu olan kader, kendi­sini ortaya çıkaracak şartları gerçekleşmemiş olan kade­ri de tahakkuku zorunlu olmayan kader olarak mütalaa eder. Bu iki kader, bir kişinin iki farklı durumda bulun­masına göre o kişi hakkında farklı şeyler söyleyecek iki kanuna benzetilerek konu örneklendiriliyor. Mesela bir kanunun, suçlunun suçunu itiraf ettiği takdirde o suç için verilen cezanın verileceğini, kişinin suçunu itiraf etme­diği ve ona karşı bir delil de bulunmadığında kişinin ser­best bırakılacağını önerdiğini varsayalım. Bu takdirde yargılanan kişi suçu itiraf ettiğinde ceza otomatik olarak uygulanacaktır. Bu durumda, zanlı suçunu itiraf ettiğin­de cezanın önerildiği kanun o kişi için kaçınılmaz olmak­tadır. Diğer durum, zanlının suçunu itiraf etmediği ve aleyhinde de bir kanıt bulunamadığı ve kişinin serbest bırakılması tahakkuku zorunlu olmayan bir durumdur.

Bu yoruma göre, tahakkukun kesin ve zorunlu olma­sı, şartların yerine gelmesi ve onun uygulanabilir olmasın­dan kaynaklanmaktadır. Şartların ortaya çıkıp çıkmadığı göz ardı edildiğinde, yani kanun teorik olarak ele alındı­ğında her iki durumda da kesin ve tahakkuku elzem olan bir konumdadır.

Bu görüşe göre; kesin, mutlak, değiştirilemez, tahakkuku zorunlu olan kanunlar ve bu tür tabii prensipler ba-şat durumdadır. Bütün kanunlar, tahakkuku zorunlu olan, istisnai olmayan türdedirler. Çünkü geneldirler. Mesela, o fiziksel şartlara sahip olan bir insanın hijyen şartlarına uygun yaşadığında yüzelli yıl yaşaması mutlak bir kural­dır. Aksi durum, yani hijyen şartlarına uygun yaşamayan kişinin yaşama süresinin bu miktarın yarısına, yani yet-mişbeş yıla inmesi de kesin, evrensel bir kuraldır. Bu ke­sin, mutlak kurallar İlahî takdirin (kaderin) bir ifadesi­dir. Bu durumda tahakkuku zorunlu olan kader, şartları gerçekleşmiş olan kural, kanun demektir. Tahakkuku zorunlu olmayan kader ise, şartları gerçekleşmemiş, uygu­lanabilirliği kalmamış olan kural, kanun olmaktadır.

Yalnız başına ele alındığında bu görüş kabul edile­bilir ve bazı müfessirlerin bu görüşü kabul edebildiğini görüyoruz. Fakat tahakkuku zorunlu olan —tahakkuku zorunlu olmayan, tahakkuku gerekli olan— tahakkuku gerekli olmayan kader bu şekilde anlaşılamaz. Çünkü ta­hakkuku zorunlu olup olmamaktan bahsettiğimizde aynı zamanda değişebilip-değişemediğinden de bahsediyoruz. Şüphesiz ki, genel bir kanun için gereken tüm şartlar ger­çekleştiğinde değişme ihtimali bulunmayacaktır. Bu gö­rüş, olayların farklı şekillerde olabilme ihtimaline dayan­maktadır. Bu görüş açısına göre, şartların gerçekleştiği durumda kader, tahakkuku zorunlu olma karakterini kaybetmeyecektir.

Başka bir görüşe göre tahakkuku zorunlu kader, Al­lah tarafından takdir edilen kaderdir, mutlaka vukua gel­mesi gerekir ve zaten mutlaka vukua gelir. Tahakkuku zaruri olmayan kader ise bu konuda İlahî iradenin kayıt­sız ve tarafsız bulunduğu kaderdir, vukua gelmesi zorun­lu değildir. Bu görüşe göre bazı şeyler Rabb (Hüküm vaz' edici ve Yönetici olan) tarafından belirlenir (tahakkuku kaçınılmaz şekilde); bir kısım şeylerde ise Rabb kayıtsız kalıyor, onların olup olmaması O'nu ilgilendirmiyor. Baş­ka bir deyişle, bazen Rabb bazı şeylerin olmasını tercih ediyor, o zaman tahakkuku elzem olan kader ortaya çıkı­yor. Bazen de Rabb bir şeyin vukua gelip gelmemesi ko­nusunda bir tercihte bulunmaz, o zaman herhangi bir zo­runluluk yoktur. Bu da, tahakkuku elzem olmayan kader olmaktadır.

Meseleyle ilgili yorumların içinde en sonda zikredi­len yorum, en bilimsel olmayan yorumdur. Aslında bir bakıma kaderin inkârı anlamına gelmektedir. Çünkü Ya­ratıcının belli bir olaya kayıtsız kalması imkânsızdır. Şa­yet kayıtsız kalıyorsa o olay cereyan etmez.

Evrendeki hiçbir şeyin nedensellik prensibinden istis­na edilemeyeceği, her şeyin nedensellik prensibine tabii olduğu bir vakıa olarak ortada iken, hiç gerek yokken, birbirinden farklı olmayan, alelade olayları karşılaştır­mak (bunu Allah tercih etmiştir veya bunda Allah kayıt­sız kalmıştır gibi. Çev.) doğru değildir.


MANEVİ FAKTÖRLER

Kaderin değişmesinde etken olan sebepler ve vasıta­larla ilgili olarak verdiğimiz örneklerde, fizikî etkenler ve onların etkilerini tartışmaktan öteye gitmedik. Yani biz, olaylar dünyasını sadece maddi, hissedilebilir, fiziki boyutlarım, ilişkilerini göz önünde tutarak mütalaa ettik. Sebep-sonuç diye sunduğumuz her şey maddiydi. Mater­yalist bir görü saçısı için sadece maddi etkenleri ve bun­lar arasındaki sebep-sonuç münasebetlerini incelemenin yeterli olacağı açıktır. Fakat mesele teolojik açıdan ince­lendiğinde, meselenin maddi, fiziki nitelik ve ilişkilerle sınırlı kalmaması gerekmektedir. Olaylar örgüsü çok da­ha fazla parçadan oluşmakta, olayların ortaya çıkışına sa­yısız faktörler katkıda bulunmaktadır.

Materyalist görüş açısında, ölüme, hayata, kazanca, sağlığa, mutluluğa ve refaha etki eden faktörler maddidir. Ölüme yaklaştıran veya ondan uzaklaştıran, kazancı ar­tıran veya onu sınırlayan, sağlıklı olmayı sağlayan veya sağlıksız yapan, refahı sağlayan, saadeti getiren veya re­fahı engelleyen, saadeti yok eden etmenler hep maddidir. Teolojik görüşe göre ise ölüme, hayata, - mutluluğa etki eden maddi faktörlerin yanı sıra, «manevi faktörler» de­nilen birtakım faktörler de bulunmaktadır. Buna göre dünya canlı bir bütündür.

İnsanın hareketleri belli sebeplere binaendir. Bazı et­kenlere karşı bir reaksiyondur. Dünyada iyiyle kötü bir birinden bağımsız değildir. İyi ve kötü hareketler, insa­nın yaşamı boyunca sık sık karşılaştığı gibi dünyevî kar­şılıklara sahiptirler.

İnsan olsun hayvan olsun yaratıkları, özellikle de babalan, anneleri, öğretmenleri taciz edici davranışlarda bulunmak dünyada kötü şeylere sebep olur. Yeryüzünde ceza olgusunu görmekteyiz. Bu sonuçlar kaderin ifadelendirilmesinin çeşitli kısımlarını oluştururlar. Görüldüğü gibi, olaylar arasında kurulan böyle bir ilişki, dünyayı; yaşayan, zihni yeteneklere sahip, iradeli bir bütün ve sebep-sonuç münasebetlerinin cari olduğu bir biçimde gö­ren teolojik görüşle uygunluk arz eder, materyalist görüş­le çatışır.

Teolojik görüşe göre dünya işitir ve görür. Mahlûkatın çıkardığı sesleri, onların çığlıklarım duyar ve onlara cevap verir. Bu hal, bu âlemde neden insan ve kaderi üze­rinde duanın etken olduğunu da açıklar. Dua bazı olay­ları engelleyen, bazılarını da vukua getiren bir etmendir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, dua da, bir şeyin olmasını engellemekle veya bir şeyin olmasını sağlamakla ve kaza ve kaderi etkileyebilmekle kaderin bir ifadesi ol­maktadır. Dua bir takdiri (kaderi) engelleyebilir veya bir takdirin yeryüzünde cereyan etmesini sağlayabilir ([6]).

«Kullarım sana Beni soruyorlar; Ben onlara gerçekten çok yakınım. Beni yardıma çağıranın her duasını kabul ederim.» (Bakara, 186)

Dua gibi sadaka, hayır ve hasenatta bulunma da ka­derin değiştirilmesinde etkin olan faktörlerdir.

Genel olarak söylemek gerekirse, günah işlemek ve­ya dine bağlılık göstermek, iyi işler işleme veya kötülük yapma, dua etme veya lanet etme insanın yaşı, kazancı, sağlığı üzerinde etkin olan faktörlerdir. İmam Sadi, bu cümleden olarak şöyle buyurmuştur:

«Günahlarından dolayı ölenlerin sayısı, kendileri için be­lirlenen sürenin (ecelin) bitmesi sebebiyle ölenlerin sayı­sından çok daha fazladır. İyi ameller işlemeleri, dolayısıyla uzun yaşayanlar da kendilerine uzun bir ömür verilenler­den daha fazladır.» ([7])

Bu ifadede, iyi hareketlerin ve infakın insanın ömrünü uzattığı, günahın ölüme sebep olabildiği, yani hayat ve ölüm İlahî takdirle belirlenen şeyler olduğu halde bu et­kenlerin (günah işleme, infakta bulunma, iyi işler yap­ma), Allah'ın iradesi çerçevesinde olmak üzere hayat ve ölüm üzerinde belirleyici olduğu belirtiliyor.

Bu çalışmada biz bu süreçte etkin olan manevi veya maddi etkenlerin etkinliğini, bu süreçte sebep olduğu sebep-sonuç ilişkilerini inceleyemeyeceğiz. Sadece dini tefsirlerle uyum arz eden felsefi görüşleri belirtmekle ye­tiniyoruz. Hangi şartlarda hangi manevi veya maddi et­kenin hangi sonuçları doğuracağı, meselâ, hangi şartlar altında dua etmenin, infakta bulunmanın veya zalimlik yapmanın hangi sonuçları vereceğini gösterecek konumda değiliz. Meselenin bu yönünü gösterecek çalışma, insanın tecrübelerini, gözlemlerini dikkate alacak hayli kalın bir kitabı oluşturacak nitelikte bir uğraşıdır.

Bizim amacımız, sadece daha önce yapılan açıklama­lardan şu sonucun «Sebep-sonuç münasebetleri sürecinin, sadece maddi ve elle tutulabilir etkenlerle sınırlandırılması» sonucunun çıkarılması gerekmediğini göstermektir.

ECEL YAKLAŞTIĞINDA

Hazreti Muhammed'den (s.a.a.) nakledilen rivayetler­de ecelin yaklaşmasıyla ilgili olarak şöyle bir görüş be­lirir: «Ecel geldiğinde bütün yollar tıkanır, özellikle de zihni yetenek durur.» Aynı türden ifadeler çeşitli Arap ve Fars literatüründe de yer almıştır.

Câmiu's Sagîr'de aynı anlamı haiz birçok hadis nak­ledilir. Mesela, bir şeyin yapılmasını istediğinde Allah'ın, yapılmasını istediği o şey yapılana kadar insanların zi­hinlerini adeta felce uğratacağı ifadesi yer almaktadır. Yi­ne aynı yerde, Allah'ın, yapılmasını istediği şey vuku bu­lur bulmaz insana aklını iade ettiği ve o andan sonra in­san için pişmanlık döneminin başladığı belirtiliyor.

İmam Rıza'nın (a.s.) Tuhfetu'l-Ukul'ünde şu ifade yer almaktadır:

«.Allah bir şeyin olmasını istediğinde insanın aklını alır, Kendi iradesini gerçekleştirir, İradesi gerçekleşince insana aklını iade eder. İşte o zaman insan bu nasıl oldu, bu ne­reden geldi gibi soruları mütemadiyen sormaya başlar.»

Mevlana bu konudaki görüşlerini şöyle ifade eder:

«Kader, rasyonelliği ve aklı dumura uğratır. Allah hariç hiç kimse kaderini bilemez- Kader yaklaştığında basireti­miz kaybolur, aklımız son derece acizleşir. Bu durum neden İmam Ali'nin 'Kader yaklaştığında gözler görmez olur' dediğini de açıklamaktadır. Bu anda insan iyiyi kö­tüden, düşmanı dosttan ayıramadığı için bu hal insanı piş­manlığa ve kedere sevk eder. Bu hal doktorları şaşırtır, za­ten tedavi de boşunadır.»

Kaderle ilgili olarak yaptığımız bu alıntılarda neden­sellik prensibi ihlal edildiği için bazı açmazların bulundu­ğu fark edilebilir. Ayrıca kader faktörü evrendeki diğer faktörlerin karşısında bulunan ve onlardan çok daha güç­lü bir faktör olarak tanıtılmıştır. Bu yüzden her tür ka­derin sebep-sonuç münasebetleri sisteminin belirleyiciliği altında olduğu iddiasıyla çelişki arz etmektedir.

Bir hadis şöyle bildirmektedir:

«Allah, bazı yol, yöntem, aşamalardan geçerek olabilecek olaylar haricinde bir olayın vücut bulmasını kabul etmez. Allah her şey için belli bir sebep belirlemiş, bilgi için se­bep ve neticeler tayin etmiş, her bilgi için açıklayıcı bir yol belirlemiştir.» ([8])

Kaderi izah ederken karşılaşacağımız ikinci güçlük, Kur'an'ın kaza ve kader çerçevesi haricinde hiçbir olayın vuku bulmayacağını beyanı nedeniyledir. Kur'an'ın bu beyanına göre, eğer her şey Allah'ın takdirine (kadere) dayanıyorsa, O'nun belirlemesi, kaderi dışında hiçbir şey cereyan edemez. 'Kader geldiğinde' ifadesinin anlamı ne? Yukarda naklettiğimiz ifadeler sadece nedensellik pren­sibiyle değil aynı zamanda kaza ve kader mefhumuyla da çelişki arz etmektedir. Kader ulaştığında akim uçup gide­ceği, basiretin kaybolacağı, ilaçların etkilerini yitireceği söylenmişti. Bu rivayetler İslamî anlayışa uymakta mıdır? Bunlar deterministler (Cebriye) tarafından mı uydu­rulmuştur yoksa doğru bir anlayışı mı yansıtmaktadırlar?

Benim görüşüme göre bu rivayetler doğru bir netice­ye delalet ederler, yani ne nedensellik prensibiyle, nice genel olarak kader mefhumuyla tenakuza düşmektedirler.

İster materyalist olsun ister idealist (manevi öğeleri dikkate alma anlamıyla Çev.), evrensel sistemi ve onun nedensellik ağını gözlemleyen bir kişi maddi olayları göl­geleyen manevi faktörlerin de gözlemcisidir.

Önceki bölümde sebeplerin sadece maddi boyuttaki sebeplerle sınırlanamayacağından söz ettik. 'Atom' bir­çok bilinen ve gizli sebepleri bünyesinde taşır. Bazı mad­di ve müşahhas sebepler nasıl diğerlerini nötralize eder, ortadan kaldırırsa bazı manevi faktörlerin etkisiyle de belli bir durumda bulunabilir veya ortadan kaybolabilir­ler.

Yalnızca maddi ve müşahhas sebepleri inceleyenler sebep ve sonuç ilişkilerini sadece bu faktörlerle sınırlan­dırırlar. Bilmiyorlar ki İlahî Takdir uyarınca binlerce farklı sebep ve faktör etkide bulunabilmektedir. Bu me­sele Kur'an'da hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak biçim­de yer almıştır. Bedir harbi sırasında inen bir ayette Al­lah şöyle buyuruyor:

«Allahın sizin gözünüze onları az gösterdiğini, onların gö­züne sizi az gösterdiğini hatırlayın. Allah olacak işi doldurmak için öyle yapıyordu. Bütün işler dönüp Allah'a varır.»(Enfâl Suresi, 44)

Bu ayet, manevi etkenlerin maddi etkenler üzerinde bir üstünlüğü olduğunu ileri sürmektedir.

Doğru yolu seçmiş olduğu için bir grubun muzaffer olması diğer grubun gerilemeye mahkûm edilmesi, birta­kım maddi eksiklikler içinde bulunan ama doğru yolu seçen grubun İlahî sistem tarafından destekleneceği de Kur' an'da şöyle belirtiliyor:

«Allah'a güvenin kimseye O yeter. Allah kendi buyruğu­nu yerine getirendir ve şüphesiz ki Allah her şey için münasip bir ölçü koymuştur.» (Talâk Suresi, 2)

Bu ayette dünya düzeni çok açık bir şekilde ortaya konduğu, yani hiçbir şeyin gelişigüzel yaratılmadığı, her şeyin belli bir yere oturtulduğu «Muhakkak ki Allah her şey için münasip bir ölçü koymuştur» ifadesinde sebep-sonuç münasebet eri sisteminin kabul edildiği ve Allah'ın kendi iradesini yerine getirdiği görülmektedir. Yani ma­nevi faktörler ve gaybi belirlemeler devreye girdiğinde yeni olaylar olabilecek, bu manevi faktörler yüzeydeki sebep-sonuç münasebetlerim nötralize edebilecektir


İKİ EKOL ARASINDAKİ FARK

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi materyalistler ve ba­zı Hıristiyanlar İslam'daki kaza ve kadere imanı İslam'a taarruz etmek için bir bahane olarak kullanmışlardır. İs­lam'a taarruz etmekten başka kadere inanma gereğinin insanı sınırladığını, insanı hiçbir şey yapmadan kaderini beklemeye ittiğini, insana toplumu iyileştirmedeki rolü­nü unutturduğunu söylemişlerdir.

Biz bu yanlış anlamanın kadere inanmayla determi­nizm arasında bir ayırım yapılmamasından kaynaklandı­ğını iddia ediyoruz. Determinist anlayışa (cebriyeye) gö­re insanın kendi davranışları üzerinde kontrol gücü yok­tur, insan ne konuşması ve ne de hareketleri üzerinde hiç­bir role sahip değildir. İnsanın karakteri ve zihniyeti ka­derini etkileyemez. Söyledikleri papağanın tekrarlama­sından, kendisi de dikte edileni yapan bir vasıtadan başka bir şey değildir. Kaderiyun'a göre ise İlahî bilgi ve ira­de, herhangi bir şeyin gerçekleşme yolu ve yönetiminin bilinmesi haricinde bir şeyin bilinmesini gerektirmez. Gerçekte Allah'ın iradesinin ve düzeninin haricinde bir şeyin olması imkânsızdır. Çünkü Allah'ın iradesi haricin­de bir şey olduğu takdirde tevhid, Allah'ın her şeyi ku­şatan ve yüce bir ilim sahibi olmasıyla çelişki arz ederdi. Bu yüzden Allah'ın bilgisi ve iradesi münhasıran sebep sonuç münasebetleriyle, insanın hareketleri, mutluluğu ve felaketiyle uygun düşmektedir.

Kaderiyyunun İlahî Kader anlayışı insanın özgür ve kaderi üzerinde etkin olmasına izin vermektedir. Bu nok­tada materyalizmle kader anlayışı arasında hiçbir fark yoktur. İnsan hareketleri dâhil her olay belli sebep ve va­sıtalara bağlı olarak kesin, mutlak ve kaçınılmaz olarak var olacaksa, bu, insanın sınırlanmasını ve belirlenmesini gerektirir, bu durumda materyalist bakış açısıyla İlahî ka­deri göz önünde tutan bakış açısı arasında hiçbir fark yok­tur, ikisi de malûldür. Bu yüzden, materyalistler eleştiri­lirken nedensellik kanununun hararetle savunulması, bu durumun kavranılmış olması nedeniyledir.

Sosyal ve eğitsel noktalardan da bu konularda hassas ve dikkate değer olan iki ekol arasında bir fark yoktur. Fakat İlahî görüş açısına göre kadere inanma, yüksek umutlar besleme ve iyi sonuç alacağı güvenini vermede çok etkinken materyalist görüş açısında böyle değildir. Bu fark, daha önceki bölümde tartışıldığı üzere, insanın teşebbüsleri ve tutumları konusundaki materyalist bakış açısının sahip olmadığı bir prensipten kaynaklanmakta­dır.

Materyalist görüş açısının sahip olmadığı bu prensip­te kaderin ifadesi olarak algılanan sebep ve sonuçların ve dünyanın etkin faktörlerinin sadece maddi olmadıkları görülür. Dünyanın etkin faktörleri arasına manevi fak­törlerin dâhil edildiğini, yani kaderin değiştirilmesinde kaçınılmaz olarak manevi faktörlerin de etkin olduğu dü­şünülmektedir.

Bu görüşe göre dünya olayları bir dizi manevi faktö­rü de içerir. Mesela, doğruyu ve adaleti desteklemek, mad­di ve müşahhas özellikleri bulunmayan, manevi özellikler içeren bir etkendir ve dünyanın hak ve adalet üzerine ku­rulu olduğu, kendi haklarını korumak ve adaleti tesis etmek için mücadele edenlere yardım edileceği ve bu yardımın onların alacağı mükâfatları hiçbir şekilde azaltma­yacağı düşüncesi bu görüş açısında bulunmaktadır:

«Siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.»(Muhammed Suresi, 7)

«Muhakkak ki Allah inananları korur, fakat Allah, imanı­na hile katanları ve nankörlük edenleri sevmez.» (Hacc Suresi, 38)

«... Allah muhakkak ki O'na (dine yardım edenlere yardım eder, Allah gerçekten de çok güçlü, kuvvetlidir (buyruğunu ye­rine getirecek kudrettedir.» (Hacc Suresi, 40)

Dünyada etkin olan faktörlerden biri de Allah'a gü­vendir. Güvenmek, insanın ne gibi pozitif veya negatif etkileri olursa olsun doğru yolu izlemesi, istikrarsızlık göstermemesi, eğer hayatı boyunca Allah'ın buyruklarını ve adaletini kişisel çıkarı gibi değerlendirir, hareketlerini bu görevleri yerine getirmeye yöneltir ve kendiişlerinden sıyrılıp Allah'a yönelirse, Allah'ın onu koruyacağın­dan emin olması anlamına gelmektedir.

Bu tür faktörler, sadece İlahî bakış açısında neden­sel, etkin faktörler olarak, yani kaderin bir ifadesi ola­rak değerlendirilmektedir.

Bu nedenle İlahî Takdire inanma, mü'mini hareketle­rinde çok daha emin ve davranışlarının sonuçlarından çok daha mutlu kılar. Çünkü din, insanın onlara uygun dav­ranması gereken düzenlemeler yapar, fakat materyalist bakış açısına göre insan herhangi bir misyona sahip de­ğildir, burada doğru ile yanlış, adaletle zulüm aynı kefeye konur. Dünya her ikisine karşı kayıtsızdır. Fakat İlahî görüşe göre dünya bu tür meselelere kayıtsız değildir, doğrunun ve adaletin destekleyicisidir. İlahî Takdire ina­nan bir kimse aynı zamanda İlahî Hikmet, merhamet ve adalete de güvenmektedir. Mü'min inanır ki, eğer Allah' in rızasını kazanırsa yani dini emirleri yerine getirirse bu emirlerin koruyucu kanatları altında bulunacaktır. So­nuçta Allah'a güvenmeyi sağlayan İlahî İrade ve Hikmete böylesi bir iman, insanın ölüm ve yok olma korkusunu ber­taraf edecek, insanın zayıf bulunduğu noktalardaki zayıf­lığını giderecek, o yıkıcı «var olup olmamak»la ilgili kor­kusunu yenmesini sağlayacaktır.

Bunlara inanmak ilk Müslümanları öylesine aktif, gayretli ve cesaretli yapmıştır ki, dünya üzerinde eşsiz bir nesil doğmuştur. Kur'an bu durumu şu ifadelerle teyit eder:

«İnsanlar onlara, size karşı savaşmak üzere büyük bir ordu toplandı, onlardan korkun dediklerinde bu onların sadece iman­larını artırdı ve onlar şöyle dediler: 'Bizim için Allah yeter, O ne güzel vekildir.'.»

«Ve onlar Allah'ın ihsan ettiği nimet ve şerefle döndüler, onlara hiçbir felâket dokunmadı: bu onların, Allah rızasını is­temeleri yüzündendir. Allah sınırsız hazineler sahibidir.» (Âl-i İmran, 173-174)

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, Kur'an'a dayanan bir İlahî kadere inanma, nedensellik kanununa ve mater­yalist kadere dayanan materyalist inançtan farklıdır.

Bir kimse materyalist doktrine ne kadar inanırsa inansın, inancı şu ifadeden öteye gidemez: kişi amacını gerçekleştirmek için harcadığı çaba oranında sonuca ula­şır. İlahî Takdire inanan biri ise evrenin, şayet insan ken­dini amaçlarına adar ve gereken teşebbüslerde bulunursa sebep-sonuç münasebetleri sisteminin kalkıp kendisinin korunacağı bir sistem olarak yaratılmış olduğuna inanır. Dünya üzerinde insana yardım eden o kadar çok gizli güç vardır ki, bunlar insanın, amaçlarını yerine getirmek için kullanıldığından yüzbin kere daha fazladır.

Materyalist bakış açısına göre kendini hakikate ve adalete adayan birinin hareketlerinin sonucundan emin ol­masıyla, kendini zulme ve yalana adayan kimsenin hare­ketlerinin sonucundan emin olması arasında bir fark yok­tur. Çünkü dünyevi şartlar bakımından ikisi arasında hiç­bir fark yoktur. Fakat İlahî bakış açısına göre bu ikisi ara­sında çok büyük bir fark vardır.


KUR'AN'IN ÖZGÜN MANTIĞI

Daha önce de belirtildiği gibi Teologlar arasındaki Kaderiyye ve Cebriyye tartışmaları Hicri birinci asrın ikinci yarısında başlamıştır. Bu mesele en eski teolojik tartışmalardan biridir. Problemi tam manasıyla analiz edecek durumda değillerdi bu yüzden hataya düştüler. Bir grup, Kaderiyyenin, diğer grup da Cebriyyenin des­tekçisi oldu.

Kadere inanan Teologların çoğu, kaderiyyunu, insa­nın özgürlüğü ve self-determinizmi (kendi kaderini ken­disinin belirleyeceğine inanma) kaderin inkârı olarak de­ğerlendirdiler. İlk dönem Müslümanlarının kadere ve self-determinizme aynı anda inanmalarına rağmen, bu konu teolojik tartışmaların konusu olduğunda, felsefi bir nite­lik kazandığında aynı inanç Müslümanlar indinde kabul görmedi. Kur'an, Hazreti Peygamber'den (s.a.a.) gelen nakzedilemez hadisler ve İmamlar (a.s.) çok açık bir şe­kilde her şeyin İlahî Takdire bağlı olduğunu insanın ken­di kaderi üzerinde etkin bir faktör olduğunu ve hareketle­rinden sorumlu bulunduğunu belirtmişlerdir. İki grup Kur'an ayetlerinden de örnekler verildiğini ve Kaderiy-yun ve Cebriyye taraftarlarının, bir grup ayeti esas alıp diğer grup ayeti te'vil ettiğini söylemiştik. Kaderiyyun ta­raftarları insanın kendi kaderini kendisinin belirlediğini, özgür iradeyi ve insanın sorumluluğunu dile getiren ayet­lere dayanmışlar; Cebriyye taraftarları da İlahî Takdiri ifade eden ayetleri göz önüne almışlardır. Problem çözüldü­ğünde, kadere inanmak sorumluluğu kalkmayacak, kendi kaderi üzerinde insanın belirleyici olduğu iddiası kaderin inkârını gerektirmeyecektir. Aradaki çelişki kendiliğin­den giderilmiş olur ve herhangi bir te'vil ve haklılaştırma çabalarına gerek kalmaz. Yol gösterme üzerine kurulu olan, doğru ve kötü yolu gösteren, şan, şeref, güç, refah, sağlık ve hatta iyi hareketler ve günahın da Allah'ın ira­desine bağlı olduğu belirtilen Kur'an'da şöyle buyrulmaktadır:

«Allah dilediğini saptırır dilediğini doğru yola iletir.» (İbrahim Suresi, 4)

«De ki 'Mülkim sahibi olan Allah'ım; Sen dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden de onu alırsın, dilediğini aziz kılar, di­lediğini alçaltırsın. Bütün iyilikler elindedir. Muhakkak ki Sen her şeye kadirsin.» (Âl-i İmrân Suresi. 26)

«Şüphesiz rızık (bütün azıkların) sahibi Allah'tır. Güçlü ve sarsılmaz olan (sonsuza kadar) da O'dur.» (Zâriyat Suresi, 58)

«Sizin rızkınız da size söz verilen (azap) da yukarıdan ge­lir.» (Zâriyat Suresi, 22)

«Beni yediren de içiren de O'dur. Hasta olduğumda beni iyileştiren O'dur. Beni öldürecek sonra da tekrad diriltecek olan O'dur.» (Şuara Suresi, 79-81)

«... Her şey Allah'tandır.» (Nisa Suresi, 78)

Yukarıda belirtilen ayetlerin hiçbiri sebep-sonuç mü­nasebetlerinin inkar edilmesini gerektirmez. Bu ayetlerle; insanın doğru yolda olup olmamasında, güçlü olup olma­masında, kazancında ve sağlığında, doğru hareketlerinde ve günahlarında insanın rolü üzerinde duran ayetler ara­sında hiçbir çelişki yoktur. Kur'an'da da buyrulduğu gibi:

«Semud milletine doğru yolu göstermiştik ama onlar kör­lüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler.» (Fussilet Suresi, 17)

Yine Allah, Firavun'un o zelil macerasını, onun en yüksek yerlerden en zelil sefilliğe düşüşünü anlatırken şöyle buyuruyor:

«İnsanlar kendi kalplerindekini değiştirmedikçe Allah on­lar için ihsan ettiği nimeti değiştirmez.» (Enfâl Suresi, 53)

Yine Allah, müşriklerin kadere karşı olmalarını eleş­tirirken şu şekilde buyurur:

«Onlara, kendilerine ihsan edilen rızıklardan sarf edin den­diğinde, müşrikler, inananlara, 'Allah'ın dileseydi doyurabile­ceği bir kimseyi biz mi doyuralım?' derler?.»(Yâ-Sîn Suresi, 47)

Yine Allah şöyle buyurur:

«Denizde ve karada olan her kötülük insanın elleriyle işle­dikleri yüzündendir.» (Rum Suresi, 41)

Bu iki ayet grubunun aslında çelişki arz etmemesi, daha önce de belirtildiği gibi İlahî Kader, İrade ve Bilgi­nin tabii sebeplerle uygunluk arz etmesi, onlara muhalif olmaması nedeniyledir. Bu sınırsız ve düzenli sebepler sis­temi, İlahî Takdir ve İrade orijinli ve bu sebeple İlahî Takdir ve iradeye bağımlıdır. Bu sebeplerin nedenselliği ve etkinliği ile kaza ve kaderin nedenselliği ve etkinliği aynıdır.

Bu yüzden, olayları ikiye ayırıp bir kısmını Allah'ın, bir kısmının Allah'ın olmayan hareketler olduğunu söy­lemek yanlıştır. Aynı şekilde bir şeyi Allah'a atfettiğimiz­de o şeyin mahlûka ait olamayacağını söylemek veya tam tersini, bir olayı mahlûk yapıyorsa o hareketin Allah'la ilişkisi olmadığını söylemek de yanlıştır. Yaratan ile ya­ratılan arasında bir işbölümünün olduğunu düşünmek ha­tadır ([9]). Vesilelerin hareketleri olsa da her şey Allah'ın fiilidir.

Tuhfetu'l Ukul'ün 468. sayfasında İmam Hadi'nin (a.s.) adalet, kadere karşı olma gibi konularda bir grup Şii'ye yazdığı anlaşılan mektupta (risale anlamına da ge­liyor) Hazreti Ali'den bir rivayet yer alır):

«Bir keresinde Emir'ül Mü'minine insanın güç ve kudre­te sahip olup olamayacağı sorutur. Eğer insan güç ve kud­ret sahibiyse, hareketlerini de kendi gücüne dayanarak ya­pıyorsa, Allah, insanın kendi yeteneği ve gücüne dayana­rak yaptığı hareketleri nasıl engelleyebilir?»

Bu sorudan, soruyu soranın insanın güç ve kudret sahibi olabileceğine, insanın gücüne dayanarak hareket ettiğine ve Allah'ın müdahalesinin anlamlı olmadığına inandığı sonucu çıkarılabilir.

İmam bu kişiye sorar:

«Güç ve kudret hakkında mı soruşturuyorsun? Bu kudre­te insanın Allah'ın müdahalesi olmadan, kendi kendine mi sahip olduğunu, yoksa ona Allah'ın yardımıyla mı sa­hip olduğunu soruyorsun?»

Soruyu soran ne söyleyeceğini düşünür. İmam devam eder;

«.Eğer Allah'ın ve insanın beraberce bu kudrete sahip ol­duğunu iddia ediyorsan seni öldürürüm (Çünkü bu du­rumda sen kendini Allah'ın ortağı olarak görüyorsun, kendini Allah'la aynı düzeyde buluyorsun, bu da küfür­dür.), eğer bu kudreti Allah'ın müdahalesi olmaksızın ka­zanabileceğini iddia edersen seni yine öldürürüm (Çünkü bu takdirde kendini herşeyden müstağni, Allah'a ihtiyacı olmayan biçimde görüyorsun demektir. Bu da küfürdür, her düzeydeki bağımsızlık özdeki bir bağımsızlığı da ge­rektirir.)».

Soruyu soran kişi,

«O halde ne söylemeliyim?»

der. İmam şöyle buyurur:

«İnsan ancak Allah'ın iradesiyle bir güce sahip olabilir. Allah bu gücün bağımsız sahibidir, insan ise ancak bağım­lı ve kendi kendine sahip olamayacak biçimde bu gücün sahibi olabilir. Allah ise bu güce bağımsız ve kendi kendine sahip olabilir. Eğer Allah sana bir güç verirse o, Al­lah'ın sana olan bir nimetidir, eğer onu senden alırsa seni imtihan etmektedir. Şunu da bilmelisin ki Allah bazı şey­leri senin mülkiyetin altına verse bile onların gerçek sa­hibi O'dur. Sana ne verirse versin sen hâlâ O'nun kudreti altında olmaya devam edersin. O'nun kontrolünden asla çıkamazsın,»

Rivayeti özetlemek gerekirse, her sonuç kendi nede­ni üzerine bina edilmişse de ayrıca Allah'a da bağlıdır. Bir sonucu alelade ve doğal bir vasıtaya bağlayacak olur­sak, bu sonucu kendi kendine var olmayan bir şeye bağ­lamış oluruz. Ama Allah'a bağlayacak olursak kendi ken­dine var olana bağlamış oluruz. Sonucun gerçekleşme ih­timalini Allah garanti etmektedir. Bir şeyin Allah'ın mül­kiyetinde olması ve Allah'ın bir şeyi vermesi, insanların mülkiyetinden ve insanların bir şey vermelerinden çok farklıdır. İnsanın bir şeye sahip olması, başka bir sahip­ten veya o şeyi verenden o şeyin alınmasını gerektirir, yani bir şey başka birisinin mülkiyetinden çıkmadıkça bir başkası o şeyin sahibi olamaz. Fakat ilahi mülkiyette bir şeyin verilmesi o şeye Allah'ın malik olmasına bir halel getirmez, o şey yine Allah'ın mülkiyeti altındadır. Allah her şeyin mülkiyetini verebilir, ama O yine de her şeyin sahibi olmaya devam eder. Bu durumu ifade eden birçok belge vardır ama burada bunlardan bahsetmeyeceğiz.


İLERİ DÜZEYDE BİR MANTIK

Monoteist (Tevhidi) mevzulardan haberdar olan araş­tırmacıları azami derecede şaşkınlığa sevk eden şey; en başta Kur'an-ı Kerim'den, sonra Peygamber'den, Ali'den ve diğer masum İmamlardan (a.s.) gelen sahih rivayet­lerde bulunan monoteizmle ilgili özgün mantıktır. Bu man­tık, ne o günlerde hâkim olan mantıkla ve ne de skolas­tik teolojinin geliştiği, mantık ve felsefenin geçerli oldu­ğu iler iki yıllardaki mantıkla karşılaştırılamaz, çok daha yüksektir. Zaten bizi kader ve self-determinizm konula­rıyla ilgili olarak ulaştırdığı seviye de bu mantığın yük­sekliğinin delillerindendir.

Yalnız başına bu bile Kur'an'ın farklı bir kaynak­tan geldiğini, Kur'an'ın kutsal bir dille monoteizmi farklı bir şekilde algılayan bir kitap olduğunu göstermektedir. Bundan başka Peygamber'in ehl-i beytinin, Kur'an man­tığına ve Kur'an ilimlerine olan yakınlığının da diğerle­rinden farklı olduğuna işaret etmektedir.

Meselenin karmaşıklığı nedeniyle, ehl-i beyt haricin­dekiler yanlışlığa düşmüşler, fakat özel bir açık-görüş ve­rilen ehl-i beytin durumu farklı olmuştur. Şii din adam­larının bile üstesinden gelemedikleri konularda ehl-i bey­tin sapmamaları şaşırtıcı değildir.

Şeyh Müfid, Seyyid Murtaza, Allame Hillî, Meclisi ve bunlar gibi değerli kişilerin çeşitli dini kitaplarındaki, tefsirlerindeki bu konuyla alakalı sözleri incelendiğinde bu büyük şahsiyetlerin Mutezile veya Eş'arî ekolünün et­kisinden sıyrılamadıkları görülür. Bakış açıları, Eş'arî ve­ya Mutezileye çok yakındır. Aynı onlar gibi, Kura'n ayet­lerini ve hadisleri büyük oranda te'vil ettiler. Çok açık olarak görülüyor ki bu tutum onların sebep oldukları bir şey değildir. Onların yerinde kim olsaydı onların yaptık­larından farklı bir şey yapamazdı. Tüm dünyada, doğuda ve batıda bu mantık sadece Kur'an'a ve O'nun eğittikleri­ne yani imamlara mahsustur. Diğer insanlar bu mantığa, ancak bu meselelerle ilgili olan Kur'an ayetlerine, Pey­gamber (s.a.a.) ve imamların, özellikle de Ali'nin (a.s.) sözlerine eğilerek ve derin mülahazalarla varabilirler.

Sosyal konularla ilgili analizlerinde yetkinlik göster­dikleri gibi tavır göstermede de yetkinlik gösteren bazı çağdaş âlimle, kader meselesiyle karşılaştıklarında daha önce din adamlarının düştükleri hatalara aynı oranda düş­müşlerdir. Mesela Mısır'lı, «Fecr-ül İslam», «Dahy-ül İs­lam», «Zshr-ul İslam» ve «Yevm-ul-İslam»ın yazarı Ahmed Emin'i örnek olarak verebiliriz.

Ahmed Emin, sosyal alandaki çalışmalarıyla bu konu­daki yetkinliğini göstermiş birisidir. Fakat kaza ve kader konusuyla ilgilendiğinde tıpkı daha önceki din adamları gibi yetersiz kalmıştır. «Fecr-ül İslam» adlı kitabının so­nuna «Determinizm ve İslam» başlıklı bir bölüm eklemiş­tir. Fikirlerini toparlayacak olursak, O'na göre kadere inanmak determinizme inanmak demektir? Ahmed Emin, kaderle ilgili olan doğru ifadelere ve Ali'nin (a.s.) «Nehc-ül Beleğa»sına da inanmıyor. Şüphesiz ki bu tutumundan dolayı suçlanamaz. Bilimsel birikimi, Ahmed Emin'in söy­lediklerimizi kabul etmesine imkân verecek durumda de­ğildi. Zaten prensip olarak, bilgisi sosyal ilimlerle sınırlı bir âlim, ister Avrupalı ister İranlı olsun, böyle bir ilmi arka planla İslamî ilimler tarihinde bir yer edinemez.

Avrupalı tarihçiler ve oryantalistler ne zaman bu konuyla ilgili görüşlerini belirtecek olsalar, İslam'ı ya ka­derci bir din olarak sunarlar, ya da kader anlayışının ne Kur'an'da yer alan ve ne de İslam'ın ilk devirlerinde bu­lunan, daha sonraki din adamlarının icat ettikleri bir an­layış olduğunu iddia ederler. Mesela, Albert Malay'ın ta­rihinde, üçüncü cilt, altıncı bölüm, 99. sayfada İslam'ın temel noktalan tartışılırken şöyle bir ifade yer almak­tadır:

İslam'ın orijinal prensipleri şunlardır: Allah'ın birliği, Muhammed'in (S.A.A) O'nun elçisi olması... Daha sonra alimler ve spekülatif din adamları Allah'ın her şey için bir ecel tayin ettiğini ve Allah'ın İradesinin değiştirilemez ol­duğunu halka söylediler, bu ekol determinizm (Cebriyye) olarak isimlendirildi.

Gustave Le Bon, bu konu ile alakalı olarak Kur'an'da bulunanların diğer kutsal kitaplarda bulunanlardan daha fazla olmadığını söyleyerek Kur'an'ı savunma pozisyonu­na giriyor. Sonra da oldukça az Kur'an ayetlerinden bah­settikten ve bir dizi mütalaadan sonra şunları söyler:

İslâm, kadere inanma şartı yüzünden sınırlanmıştır, aslın­da bu şart da diğerleri gibi temelsiz ve asılsızdır.

Daha önce kaza ve kaderle ilgili ayetlerden bahset­miştik. Bunlar bu konuyla ilgili olarak kutsal kitabımız­da geçen ayetlerden daha fazla değildir. Buna rağmen bü­tün Avrupalı filozof ve teologlar özellikle Hıristiyanlığın reformcusu olan Luther şöyle söylemektedir:

«Bu konuyla ilgili olarak Kutsal Kitap'ta yer alan bütün ifadeler şelf-determinizme karşıdır, o fikirle tenakuz arz etmektedir. Bu tür ifadeler yalnızca İncil'in birçok yerinde bulunmamaktadır. Her kitap bu tür ifadelerle dolu­dur.

Daha sonra eski Roma ve Helen'de kaza ve kader dü­şüncesine değinmiş ve şu fikirleri ileri sürmüştür:

Çok açık olan bir şey var ki, İslâm, kader konusunda di­ğer dinlerin üzerinde durduğundan daha fazla, hatta Laplassve Leibnitz'i izleyen çağımız bilim adamları kadar bi­le üzerinde durmamıştır. ([10])

Gustave Le Bon, kadere inanmanın determinizmle öz­deş olduğuna, kadere inanmanın self-determinizmi inkâr etmek demek olduğuna inanmaktadır. Yine O da bu fik­rin birçok dinde ve felsefede bulunduğunu, yalnızca Kur' an'a mahsus olmadığını söylemiştir.

Will Durant, «Medeniyet Tarihi»nde, Allah'ın irade­si ve bilgisinin her şeyi kuşattığını ifade eden ayetleri ve Sahih-i Buhari'de bulunan meşhur hadisi verdikten sonra şöyle demiştir: «Kaza ve kadere inanma, determinizmi İslamî ideolojinin şartlarından biri haline getirmiştir...» ([11])

Avrupalıların bu konu ile ilgili görüşlerini nakleder­ken Dominic Surdel'e kulak vermek de iyi bir fikir ola­caktır. Dominic Surdel «Ne Biliyorum?» ([12]) adlı serisinin İslam'la ilgili kitabının Farsça tercümesinde Şöyle demek­tedir:

İslam'ın başlangıcından beri Müslümanlar, Kur'an'da, çe­lişen bazı şeylerin bulunduğuna inanmışlardır. Peygamberin sahih bir hadisinde 'Sizi kızdırsa hile onlara inanın.' ifadesi yer almıştır. Daha sonra Müslümanlar bazı esasla­rı kabul etmek istemedikleri zaman Kur'an ayetlerini te'vil etmeye çalışmışlar, bu da doğal olarak derin bir araştırma ilmini doğurmuştur. Müslümanların ilk akılla­rına takılan soru ise eğer insanlar Allah'ın İradesine (ka­derine) aykırı hareket edemeyeceklerse ve buna rağmen Allah iyi veya kötü hareketlerin karşılığında ceza veya mükâfat verecekse, o zaman İlahi güçle insanın sorumlu­luğu arasında bir çelişki bulunmaz mıdır? Kur'an bu so­ruya cevap vermemektedir. Gerçekte Kur'an'dan yola çı­kılarak İlahi Güç o şekilde kuşatıcı gözükmektedir ki, in­sanın özgürlüğü için hiçbir sebep kalmamakta, insanın İlahi İradeye teslim olmaması durumunda da hiçbir so­rumluluğu olmamaktadır.

Bay Dominic Suldel'in kitabı işte bu tür araştırma­larla doludur!

Bu örneklerle, oryantalistlerin konu hakkındaki gö­rüşlerini, anlayışlarını ve bu konu üzerindeki yetkinlik­lerini gösterdik.

Daha önceki mütalaalardan anlaşıldığı üzere, kaza ve kader mevzuu Kur'an'da defaten belirtildiği, bu ko­nunun, teologların icadı olmadığı çok açıktır. Bundan baş­ka, kadere inanma Kur'an'ın bize öğrettiği gibi determi­nizmden çok farklıdır.

Avrupalı oryantalistler genellikle, kaderi inkâr etti­ği için Mutezile'ye hayranlık duymuşlardır. Oryantalist­lere göre kadere inanmak determinizmle özdeş olduğu için, kaderi inkâr eden Mutezile'ye hayranlık duymuş­lardır.

Hiç şüphesiz, Mutezile görüşüyle Eş'arî görüşünü karşılaştıracak olursak, Mutezile düşüncesinde insanın bağımsız ve özgür iradeli bir varlık olarak kabul edildiği görülür.

«Abbasi halifesi olan Mütevekkil'in Mutezile aleyhinde­ki tavrı ve bu konuyla ilgili olarak söylenecek son sözün Eş'ari ekolüne verilmesi yönündeki çabalar İslâm dünyası için bir felâket olarak değerlendirilmelidir.»([13])

Fakat kaza ve kader konusuyla alakalı olarak Mute­zile'nin düştüğü yanılgılar, yaptığı hatalar Eş'arî'den da­ha az değildir. İslamî ilimlerden yeteri kadar haberdar olmayan oryantalistler kadere inanmayı determinizmle özdeş sayarlar ve bu yüzden Mutezile'nin bu konudaki görüşlerini takdirle karşılarlar.

Edward Brown'ın «Fars Edebiyatı» kitabının birinci cilt, 411. sayfasında şu ifade yeralmıştır:

«Kaderiyyun veya Mutezile ekolü çok daha önemlidir. Onlar teslimiyet, şelf-determinasyon kavramlarını kulla­narak özgür iradenin savunucuları olmuşlardır.»

Dr. Esteiner'in de ileri sürdüğü gibi:

Mutezilenin en iyi tanımı; bir muhalefet olması, insanın sağduyusunun sürekli olarak; sınırlayıcı, kısıtlayıcı ve za­lim emirlere karşı kullanılmasıdır. Mutezile kendini İlahi adalet ve tevhidin savunucusu, adalet ve tevhidle yüklü olarak değerlendiriyor. Mutezileye göre Sünni (Eş'ari) inancın temelinde, Allah'ın herkesin kaderini önceden tespit ettiği, Allah'ın insanlara zorla yüklediği günahları cezalandıracağı ve insanın, kaza ve kaderine karşı hiçbir kuvvete, direnme gücüne sahip olmadığı düşüncesi bulu­nur.»

Kadere inanmanın determinizm demek olduğu yolun­daki Mutezile anlayışı, oryantalistlerce teyit edilmiştir.

3
İNSAN VE KADER İNSAN VE KADER
TARİHSEL KÖKENLER

Dikkate değer bir çalışmanın, bütün bu tartışmaların ve düşüncelerin nereden kaynaklandığını ortaya çıkar­ması gerekir. Hicri ilk asırda, birinci veya ikinci yarısın­da Müslümanlar neden determinizm, kader konusuyla il­gilenmişlerdir?

Hiç şüphe yok ki bu tartışmanın sebebi, Kur'an ayet­leri ve Hz. Peygamber'in (s.a.a.) sözleridir. Kader, özgür­lük, insanın kendi kaderini kendisinin belirlemesi (self-determinasyon), doğal olarak herkes için ilgi çekici konu­lardır. Müslümanların semavi kitabında mesele sık sık tekrar, edildiği, bazı ayetlerin açıkça takdiri desteklerken, bazı ayetlerinde insanı özgür ve kendi kaderini kendisi be­lirleyen bir varlık olarak takdim etmesi bu konuları dü­şündürmüş, tartışmalara sebep olmuştur.

Oryantalistler ve onların sadık takipçileri bu tartış­ma ve düşüncelerin farklı bir kökeni olduğunu iddia et­mişlerdir. Daha önce de belirtildiği gibi bazı Avrupalı ta­rihçiler, kader, determinizm, kendi kaderini kendi belir­leme gibi problemlerin daha sonraki Müslüman teologlar tarafından ortaya atılmış olduğuna inanırlar. Yani onlara göre ne determinizm, ne de kendi kaderini kendi belirle­me meseleleri İslam tarafından ileri sürülmüştür. Bazıları da, Eş'arî'nin insanın özgür olmadığı kabulünü dikkate alır ve İslam'ın bunu önerdiğini ileri sürer gibi görünü­yorlar. Fakat Mutezile, akıl ve mantığa aykırı olduğu için böyle bir İslam görüşünü kabul etmiyordu. İnsanın öz­gürlüğü, kendi kaderini kendisinin belirlediği fikri Müs­lümanlar arasında ilk kez Mutezile ekolü tarafından ileri sürüldü. Fakat Mutezile bunları kendisi icat etmemişti. Diğer milletlerle, özellikle de Hıristiyanlarla oluşturulan ilişkiler sonucu bu fikirlerin farkına vardılar.

Edward Brown «Fars Edebiyatı Tarihi»nin birinci cilt, 413. sayfasında şu iddiada bulunuyor:

«Von Kremer, özgür irade meselesinin Milattan sonra ye­dinci yüzyılın sonlarına doğru Şam'da Ma'bed Cühenî'nin Senbuyî isimli Farisî birisinden yaptığı adaptasyonla gün­deme geldiğine inanmaktadır.»

412. sayfada ise:

«Von Kremer'e göre bu mefhuma (özgür iradeye) olan inanç ateist Bizans'ın etkisi altındaki Şam'da özellikle de Yahya Dımeşk ve takipçisi Theodore Ebu Gare'nin etki­siyle gelişmiştir.»

Görüldüğü gibi Fon Kremer'in görüşüne göre özgür­lük ve kendi kaderini kendi belirleme mefhumu önce İranlılar tarafından Mo'bad Cühenî'ye geçti sonra da Hris-tiyan Roma ateistlerinden faydalandı!!

Eğer bu görüş kabul edilecek olursa, tevhid, ba'su ba'del (ölümden sonraki diriliş), hatta namaz ve oruç gibi inançların kaynağı olarak bu tür tarihi kaynaklar aran­malıdır. Yani Müslümanlar neden tevhid, ba'su ba'del mevt,, namaz ,oruç gibi mevzuların üzerinde duruyorlar sorusunun cevabı; çünkü bu meselelerin arka planında Hıristiyanlık bulunmaktadır, olacaktır.

Gerçekte oryantalistler İslamî düşünce ve mefhumlar üzerinde araştırma yapacak ne yeterli donanıma, ne de bu konuda iyi niyete sahiptirler. İslamî kavramları ana­liz etmek istediklerinde, sufizm, mistisizm gibi bazı teolojik mevzularda olduğu gibi o kadar çok saçmalık üret­mektedirler ki gülünç olmaktadırlar:

Edward Brown'un «Fars Edebiyatı Tarihi»nin birinci cilt, 422. sayfasında, ünlü Hollandalı oryantalist, Doozi' nin «İslam Tarihi»nin Mutezile ile ilgili bölümünden bir alıntı yapılmıştır. Alıntı şöyle:

«Mutezile İslâm'ın emirleri üzerinde düşünmeye başladı­ğında akıl yürütmeyi kullandı. Akıl yürütmeye verdikleri önem yüzünden, Peygamber'in sözleriyle çeliştiği halde Kur'an'ın mahlûk olduğunu iddia ettiler ([14]). Kur'an için, ezeli ve yaratılmış değildir denemez, demişlerdir. Allah'ın ifadelerini göz önünde tutarak değerlendirirsek, Allah'ın özü değişmeyeceği için Kur'an'ın, Allah'ın özüne ait olarak değerlendirilemeyeceğini ifade etmişlerdir. ([15])

Daha sonra da tedricen, Peygamber'e isnat edilen ri­vayet zayıflatılmış ve birçok mutezile ekolü mensubu Kur'an'dan daha güzel veya Kur'an'a eş bir kitabı yaz­manın imkânsız olmadığını açıkça ifade etmişlerdir.

Fakat onlar Kur'an'ın, bu İlahî Kitabın İlahî vahiy ürünü olmadığını iddia edenlere karşı şiddetle muhalefet etmişlerdir ([16]). Ayrıca Mutezilenin Allah hakkındaki gö­rüşü de diğer katı hadisçilere (Eş'arî) göre çok daha net ve mükemmeldir. Mutezile ekolü mensupları bu dünya­nın Yaratıcısının maddi bir biçimde görünebileceği düşün­cesine de katılmazlar. Hazreti Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilir:

«Bedr Savaşında dolunayı görürken Allah’ı göreceksiniz.» ([17])

Genelde Müslümanlar hadisi yüzeysel olarak tefsir et­meleri nedeniyle bu hadis, Mutezile'nin, Allah'ın maddi bir biçimde görünemeyeceği düşüncesine daimi bir engel oluşturmuştur. Bu yüzden tefsir etmeye çalıştılar ve in­sanın Allah'ı, manevi olan keskin görüşlü gözlerle, yani akıl yürütmeyle göreceğini söylediler. Bundan başka Mutezile Allah'ın ateistlerin de Yaratıcısı olduğu iddiasını reddetti.([18])

Aslında bu hadisin uzun bir hikâyesi var. Önce ha­disin ravisi tarafından değiştirilmiş, sonra bu değiştirilmiş hadis skolastik din adamlarının mecazlaştırıcı eyle­mine konu olmuş, sonra da yukarıda açıkladığımız gibi gülünç bir şekilde üçüncü kere değiştirilmiştir. Fakat Allah'ın Cemali'nin görülebileceği çok tekrarlanan bir ko­nudur. Şii ve Sünni rivayetlerde Allah'ı gözle görmek red­dedilmiştir, diğer Kur'an'î olgular doğrulanmıştır.

Eş'arî'nin en büyük ve affolunmaz hatası, kıyamet gününde Allah'ı müşahhas olarak görmeye inanmasıdır. Çünkü bu, akıl ve mantığa ters olduğu gibi Kur'an'ın açık ayetlerine de ters düşmektedir. Bu mesele çok uzun bir meseledir, burada bütün ayrıntılarıyla tartışamayız.

Bu, oryantalistlerin mevzuya bakış açılarını göster­mek için bahsettiğim sadece bir örnektir. «Fars Edebiyatı Tarihi» kitabının yazarı Edward Brown, ünlü Hollandalı oryantalist'in muhteşem bulgularını hiçbir eleştiriye tabi tutmadan kabul etmiştir. Bu hareketi cahillik olarak mı yoksa bir suç olarak mı adlandırmak gerekir bilemiyo­rum. İşin daha da acınacak tarafı şudur ki, bu oryantalis­tin takipçileri de İslamî düşünce ve mefhumlar üzerinde derin araştırmalar yapmak yerine onun düşünce ve inanç­larını model olarak büyük bir hazırcılıkla kabul etmiş­lerdir.


GELENEKSEL BİR TARTIŞMA

Bazı hadislerde, burada daha önce söylenen şeylerle çelişen ifadeler gözlenebilir. Bu tür çelişkilerin bazı ha­dis ravilerinin hadisleri naklederken yaptıkları hatalar­dan kaynaklandığını bilmemiz gerekir. Bu tür hatalar, hadisler karşılaştırılarak bulunabilir. Çelişkinin gideril­mesi için ikinci ihtimal, çelişkinin görünürde olması halin­dedir. Bu durumda, hadislerin derinine inildiği takdirde aslında bir çelişkinin olmadığı görülür. İki türdeki çeliş­kiye örnek verirsek:

1. Sahih-i Buhari'de, 8. cildin 158. sayfasında Yahya İbn Ya'mar, Aişe'den şöyle bir hadis nakleder:

«Peygamber'e vebayla ilgili bir soru sorduğumda Peygam­ber sorumu şöyle cevaplandırdı: 'Veba Allah'ın kime gön­dermek isterse ona göndereceği bir azaptır. Fakat onu mü'minler için bir merhamet vasıtası kılmıştır. Vebadan halkın kırıldığı bir şehirde kalan, oradan ayrılmayan, Al­lah'ın emrine tahammül eden ve kendisi hakkında daha önce yazılmış olanlardan başka hiçbir şeyin başına gelme­yeceğine inanan hiçbir kul yoktur ki kendileri için bir şehid sevabı olmasın.»

Başka bir hadisde şu ifade yer almaktadır; Kâfi’nin 8. cildinin 108. sayfasında Abdullah Halebî'nih İmam Sadık'a (a.s.) kolera hakkında bir soru sorduğu nakledilir. Koleranın şehrin bir bölümünde hüküm sürdüğü dönemde kişinin şehrin öteki bölümüne veya bir şehirde hüküm sürerken kişinin başka bir şehre gidip gidemeyeceği so­rulur. İmam şu şekilde cevaplandırır:

«Hazreti Peygamber'in koleradan kırılan bir şehri terk etmeyi yasakladığı özel durumda yasaklamanın asıl sebebi, Müslümanların düşmanla savaşırken, yani kendi toprak­larını savunmaları gerekirken hepsinin buradan kaçması-dır. Bu yüzden Peygamber (S.A.A.) koleradan kaçmanın cepheden kaçmak gibi olduğunu, bir günah gibi değerlen­dirildiğini söylemiştir. Allah'ın elçisi bu sözü askerlerin mevzilerini terk etmemeleri için söylemiştir.»

İmam Sadık'ın (a.s.) sözleri şuna işaret etmektedir; Allah'ın şerefli elçisi bu özel olayda Müslümanların bu­lundukları yeri terk etmelerini yasaklamakla, Müslüman­ları, düşman karşısındaki sorumluluklarını unutmamala­rı gerektiği, tehlikeli durumlarda kendilerini tehlikeye atmaları gerektiği konusunda uyarmaktır. Yoksa nerede ve ne zaman bir veba veya kolera salgını olursa bir Müs­lüman görevinin malını, mülkünü, hayatını koruması, ölümcül hastalık karşısında hiçbir şey yapmadan ecelinin gelmesini beklemesi gerektiğini söylemekle sonsuza ka­dar her durumda her yerde ve zamanda geçerli olacak bir bir irade vazetmemiştir.

Peygamber'in iki sözünü karşılaştırırsak, Sahih-i. Buhari'de geçen hadisin genel nitelikte olduğu görülür. Be­reket versin ki İmam Sadık (a.s.);

«Ehli beytim evimizde olup bitenleri anlar.»

Hadisi gereğince hakikatin üzerindeki örtüyü kaldırmış ve Hazreti Peygamber'in asıl söylemek istediğini ortaya çı­karmıştır.

Belki de Buhari bu hadisle başka bir şeyi, Hazreti Peygamber'in veba veya kolera hastalığı nedeniyle halkın kırıldığı bir yerde ikamet edenlerin hastalığı diğer mem­leketlere yaymamaları, diğerlerinin hayatlarım korumak için bulundukları yeri terk etmemeleri emrini anlatmak istemiş olabilir. Bu hastalıkları tedavi edecek hiçbir tıbbi yöntemin bulunmadığı, hiçbir kapısında veya sınırında halkın muayene edilip sağlıklarından emin olunduğu tak­dirde geçiş izni verilecek karantinanın olmadığı bir yerde şüphesiz hastalığın yayılmasını engelleyen tek yol has­talığı yayacak kişilerin evlerini terk edip başka yerlere gitmelerine izin vermemektir.

İbn Ebi'l Hadid «Şerh-ü Nehc-ül Belağa»nın 132. hut­besinde Ömer'in Şam'a olan ziyaretinden bahsederken şöyle söyler:

«Ömer, Şam'da veba salgını olduğu haberini aldıktan son­ra şehre girmemeye karar verdi. Bu arada Ebu Ebeyd bin Cerrah, Ömer'in bu kararına şu şekilde muhalefet etti; 'İlahi Takdirden mi kaçıyorsun?'. Bunun üzerine Ömer şöyle cevaplandırdı bu soruyu; 'Abdurrahman ibn Avf, Hazreti Peygamber'den (S.A.A.) şöyle işittiğini söyler: 'veba salgını olduğu bir yerde iseniz oradan ayrılmayın, veba salgınının insanları kırdığı o şehrin dışındaysanız ora­ya girmeyin.»

Sahih-i Buhari'de yer alan hadis, ya İmam Sadık'ın kolera hakkındaki açıklamasını yaptığı olayla ilgilidir ya da bu olayla ilgisi olmayan tamamen farklı bir hadistir. Sahih-i Buhari'de yer alan hadis veba salgınına duçar olan bir yerde bulunanların şehirlerini terk etmemeleri, hiçbir yere gitmemeleri gerektiğini belirtiyor. Aişe'den rivayet edilen bu hadisten kastedilen maksat, hadisin yüzeysel anlamından çıkarılamaz, hadisin ravisi naklederken hata yapmıştır.

2. Kâfi’nin II. cilt. 58. sayfasında «Emin Olmama Fazileti» adlı bölümünde, İmam Sadık'tan (a.s.) şu ifade nakledilmiştir:

«Ali (A.S.) eğik bir duvarın altında oturuyor, halk arasın­da muhakeme ediyordu. Orada bulurum bir kişi Ali'ye (A. S.) duvarın yıkılmak üzere olduğunu söyledi. Ali (A.S.) bunun üzerine ölümün insanı koruduğunu söyledi. Ali (A. S.) oturduğu yerden kalkar kalkmaz duvar yıkıldı.»

Bu hadis için söylenebilecek ilk şey, hadisin Saduk' tan rivayet edilen hadisle çeliştiğidir. Saduk'un rivayeti­ne göre, birisi Ali'ye (a.s.) duvarın yıkılmak üzere oldu­ğunu söylediğinde Ali (a.s.) bu tehlikeli duvardan kaçıp öteki duvara gitmiştir. Bu hareketi üzerine Allah'ın Tak­dirinden mi kaçmakta olduğu sorusuyla eleştirildiğinde, Ali (a.s.) Allah'ın bir takdirinden diğerine kaçtığı cevabı­nı vermiştir. Ali (a.s.), o yıkılmak üzere olan duvarın yanından ayrılıp başka bir duvara geçtiği ve bu hareketiyle de şimşekleri üzerine çektiği, kendisine yöneltilen eleş­tirilere Allah'ın bir takdirinden diğerine geçtiği cevabını verirken, oradaki topluluktan birisinin kendisini duvarın yıkılmak üzere olduğu konusunda uyarması üzerine na­sıl «Ölüm koruyucudur» diyebilir?

İkinci olarak, yıkılmak üzere olan bir duvarın altında oturmak dinen yasaklanmıştır. Ali (a.s.) ölümün koruyu­cu olduğunu düşünerek orada nasıl oturabilir? Bu yüzden hadis kabul edilemez.

Hadisin içeriği hakkında daha önce söylenenler göz-önüne alındığında bunun ne Saduk'un nakliyle ne de in­sanın kendini koruması gerektiğini belirten, hayatını teh­likeye atmasını yasaklayan dini emirlerle uyuşmadığı gö­rülür.

«Manevi Etkenler» bölümünde kaderin elementlerini, sebep-sonuç münasebetleri zincirini sadece maddi et­kenlerle, üç boyutlu dünya ile sınırlandırmamamız gerek­tiğinden söz ettik. Manevi etkenler de dünya üzerinde bir sebep zinciri oluşturabilir. Bir olayı sadece maddi sebep­ler ve fiziki boyutlarıyla değerlendirirsek tam bir sebep-sonuç münasebeti gözleriz. Farklı bir tutum takınarak, gizli olayları dikkate aldığımızda, daha önce sebep olarak gördüğümüz şeylerin bu sonucu meydana getirmek için yetersiz olduğunu görürüz. Çünkü olayda etkin olan görünmeyen-gizli bir etken vardır. Bu bölümde sadaka, infakın, iyi niyetin, iyi niyetle alakalı olarak da insan ha­reketlerinin dünyadaki sebepler arasında bir yeri oldu­ğundan bahsetmiştik. Şayet birisi bizden farklı bir duyu­ya sahip olup, olayları gözlemleseydi elbette ki gözlemi bizden çok farklı olabilirdi. Tıpkı bizim gibi üç boyutlu varlıklarla, iki boyutlu varlıkların bir olayı değerlendir­mesinde bizim yargımızın iki boyutlulardan farklı olması gibi, farklı bir duyuya sahip birisinin olayları değerlen­dirmesi bizimkinden çok farklı olacaktır. Bazı durumlar­da farklı bir tutuma ve duyuya sahip mü'minlerin muhakemesi dünyayı bizim algıladığımızdan çok farklı bir tı­nıda, çok farklı bir bütün olarak, bizim algıladığımız gi­dişatın haricinde bir gidişata sahip bir dünya olarak gö­rür.

Bizim ölüm sebebi olarak gördüğümüz bir şey, gizli (gaybi de olabilir) şeylere hâkimiyeti dolayısıyla mü'min için bu şekilde görülmeyebilir mi? Mü'min, hayatı garan­ti eden şeyin bozulmasına etki eden sebeplerin, ölüm üze­rinde etken olan manevi faktörlerin veya hayatın devamı­nı sağlayan, sağlığın ve rızkın arttırılmasını sağlayan ma­nevi faktörlerin bilincinde midir?

Mesele bu şekilde geniş bir boyut kazanmaktadır.


ALLAH'IN İLMİ

Kaza ve kaderle ilgili olan bu değerlendirmemizin sonunda, determinizme verilen cevapların daha iyi anlaşı­labilmesi için determinizmin problemleri ve determiniz­min bilinen bulgularını göstermek uygun olacaktır.

Deterministler iddialarını desteklemek için birçok delil ve sebep öne sürmüşlerdir. Müslüman determinist­ler öncelikle Kur'an ayetlerinden deliller getirmişler, Haz-reti Peygamber ve masum İmamların (a.s.) sözlerinden çıkarımlarda bulunmuşlardır.

Deterministlerin sunduğu sayısız mantıkî sebep var­dır. Bunlardan bazılarını «Felsefenin İlkeleri» adlı kita­bın üçüncü cildinde söz konusu etmiş ve eleştirmiştim.

Müslüman deterministlerin, fikirlerini ispatlamak için ileri sürdükleri tez, kader meselesinin İlahî boyutlu olduğu, her şeyin Allah'ın ilmi çerçevesinde cereyan et­tiği tezidir.

Allah, neyin olup olmayacağını ezelden bilir. Allah' m ezeldeki bilgisini hiçbir şey engelleyemez, gizleyemez. Allah'ın ilmi ne değişebilir, ne de yanılabilir. Allah'ın il­mi değiştirilemez, çünkü Allah'ın ilminde bir değişiklik olması Cenab-ı Hakk'ın özünün bütünselliğiyle çelişmek­tedir. Ayrıca Allah'ın ezeldeki ilmine aykırı, o ilimden farklı bir olaya Allah'ın izin vermesi imkânsızdır. Çünkü Allah'ın ilmine muhalif bir olayın olmasına izin vermek Allah'ın ilminde bir eksiklik bulunması demektir.

Yukarıdaki izahtan da anlaşılacağı gibi bu tez iki var­sayıma dayanır:

1. Allah her şeyden haberdardır.

2. Allah'ın ilmi ne değişebilir, ne yanılabilir.

Bu iki varsayımdan şu sonuç çıkarılabilir: küçük olay­lar olsun, makro-kozmos olsun gönüllü olarak veya zo­runlu olarak Allah'ın ilmine muvafık olacak şekilde vu­kua gelirler.

Bu teze şu görüş de ilave edilir; Allah'ın ilmi insan­ların ilmine benzemez. İnsanın ilmi reaksiyoner bir ilim­dir. İlahi ilim ise potansiyeldir, yani öyle bir bilgidir ki bilinen şey ilimden kaynaklanmaktadır.

Ne yazık ki bu görüşten, yani eğer Allah'ın ilminde belli bir insanın belli bir anda günah işleyeceği yer alıyorsa, o günah, kişi tarafından isteyerek veya zorunlu ola­rak meydana getirilir sonucu çıkmaktadır. Günahkârın aksi şekilde hareket etmesi mümkün değildir. Hiçbir oto­rite onu değiştiremez, aksi takdirde Allah'ın ilminde ek­siklik bulunacak, Allah cahil olacaktır. Hayyam şöyle söy­ler:

«İçmem makul olacaktır, çünkü Allah benim içeceğimi Önceden bilmektedir, eğer ben içmezsem Allah'ın ilmi ek­sik olacaktır.»

Aslında kader kavramı doğru anlaşıldığında bu var­sayıma cevap verilmiş olacaktır. Problem, Allah'ın ilmiy­le dünyadaki sebep-sonuç münasebetleri sisteminin ayrı ayrı olarak ele alınması gerektiği varsayımından kaynak­lanmaktadır. Onlara göre, Allah'ın ezeli bilgisi, gerek ev­renin gerek daha küçük olayların yaratılmasını noktası noktasına belirlemiştir. Bu yüzden bu bilginin doğru çık­ması, aksine bir olayın gerçekleşmemesi, olayların daha önceden belirlenen plana uyması için dünyadaki bütün olayların gözetim, kontrol altında tutulması gerekiyor.

Başka bir söyleyişle, onlara göre Allah'ın ilmi sebep-sonuç münasebetlerinden bağımsızdır ve olayların olup olmamasını belirlemektedir. Bu durumda bilgi ile bilinen arasında bir denklik kurulması gerekiyor, yani sebep-so­nuç münasebetlerinin kontrol altına alınması icap ediyor. Allah'ın olacaklar konusunda ezeldeki ilmiyle, belirlenen­le uygun olması, bunlarla bir tenakuz oluşturmaması için bazı hallerde insan irade ve ihtiyarının durdurulması, in­san tabiatının engellenmesi gerekiyor.

Kısaca insan, ihtiyar serbestîsinden, özgürlükten ve hareketleri üzerinde bir irade kudretinden mahrumdur. Allah'ın ilmi asla eksik olamaz. Allah'ın ilmi hakkındaki böylesi bir varsayım aslında cahillik ve bilgisizliğin do­ruk noktasıdır. Allah'ın ilminin, olayların olup olmaması­nı noktası noktasına belirlediği ve bu ilmin, gerçekleşecek olaylarla muvafık olması için belli bir sebep-sonuç münasebetleri sistemi kullanması, bu sistemde bazı deği­şiklikler yaratması, insanın, tabiatındaki bazı özellikler­den mahrum edilmesi, yani özgür iradesinin, ihtiyar hak­kının, özgürlüğünün olmaması mümkün müdür?

Ne yazık ki yukarıda yer verdiğimiz dizelerin sahibi olan Hayyam filozof olarak değerlendirilmektedir. Belki de bu dizeler daha sonra Hayyam'a izafe edilmiştir. Hay­yam yazmamıştır yahut Hayyam yazmıştır ama bu dize­leri yazmakla ciddi ve felsefî bir yorum yapmak isteme­miştir. Yapmak istediği belki de şiir formu içinde bîr ha­yali dile getirmektir. Birçok kişi şiir yazarken bilimsel ve felsefî düşüncelerini bir tarafa koyar, onları dikkate almaz. İnce hayallerini şiirin o muhteşem kostümüyle giy­dirir, felsefî bir dilden ziyade edebi bir dil kullanır. Hay­yam'a atfedilen şiirlerin çoğu bu türdendir. O, hayal gü-sü ve bu stiliyle tüm dünyada üne sahiptir.

Gerçekte Allah'ın ilmi sebep-sonuç münasebetleri sis­teminden ayrı değildir. Allah'ın ilmi, sistemler hakkın­daki bir bilgidir. Allah'ın ilminin sahip olduğu şey, hâlihazır sistemleriyle evrendir. İlahî bilgi bir olayın olup ol­mamasını direkt olarak belirlemez. Bir olayı daha önce takdir eden İlahî ilim, mutlak, bu olaydan bağımsız değil­dir. İlahî bilgi o olayın sebeplerini ve vasıtalarını belirler. Sebepler ve vasıtalarla son derece çeşitlidir.

Bazı sebep ve vesileler maddi, bazıları ise iradîdir, bazıları özgür, bazıları bağımlıdır. Allah'ın ezeli bilgisi, maddi bir vesilen:' ı etkisinin maddi bir vesileden neşet et­mesini, iradi bir vesilenin etkisinin de iradî bir vesileden neşet etmesini, bağımlı bir vesilenin etkisinin ise bağımlı bir vesileden neşet etmesini, özgür bir vesilenin etkisinin yine özgür bir vesileden neşet etmesini gerektirir.

"İlahî bilgi, özgür bir vesilenin etkisinin bağımlı bir vesileden neşet etmesini gerektirmez. Yani İlahî bilgi, sis­temlerin ilmidir, bilgiye konu olan şeylerin ortaya çıkışı çok farklı vasıtalara, objektif şartlara, özel sebeplere bağ­lıdır. Kimisi maddi, kimisi iradî, kimisi özgür ve kimisi bağımlıdır. Bilimsel alanda da aynıdır. Zaten reel dünya­da yer alan bir vesile, aynı zamanda bilimsel dünya için­de de yer almaktadır. Bilimsel dünya içinde yer aldığım ifade edebilmemiz, o şeyin reel dünyada var olması hasebiyledir. Özgür vesilenin etkisinin özgür vesileden, ba­ğımlı olan etkinin de yine bağımlı vesileden neşet edece­ğini belirleyen Allah'ın ilmi, özgür vesilenin sonucunun kendisinden, aynı şekilde bağımlı vesilenin sonucunun da yine kendisinden kaynaklandığını belirliyor demektir. İla­hî Bilgi, özgür vasıtanın hareketinin kendisi tarafından yapılmasını, bağımlı vasıtanın hareketlerinin de yine onun tarafından yapılmasını gerektirir. İlahî Bilgi, özgür vası­tanın zorlanması, bağımlı vasıtanın da özgür olması de­mek değildir.

Daha önce de bahsedildiği gibi, tüm evren içinde in­san, özgür seçim, özgürlük gibi, hayvanlar dahil hiçbir yaratığın sahip olmadığı ayrıcalıklara sahiptir. Maddi dünya İlahî orijinli olduğuna göre, insan hareketlerini be­lirleyen ezeli bilgi, Allah'ın kimin özgür seçimine göre davranacağını ve kimin günah işleyeceğini kesin olarak bilmesi demektir. Buna göre İlahî bilgi, itaat eden insanın kendi özgür iradesi dolayısıyla itaat etmesini gerektirir. Bu ifade, «insan bağımlı-bağımsızdır» sözünden anlaşılan manayla, yani ezelî bilginin; isyan etmesi veya itaat et­mesi için insanı özgür iradesinden ve özgürlüğünden mah­rum etme etkisinin olmadığı manasıyla uyum içindedir.

Meseleyle ilgili olarak verilen iki hüküm de doğru ve kesindir. Tıpkı İlahî bilginin, elde edilen değil de yaratıcı bir bilgi olduğunun doğru ve inkâr edilemez bir gerçek olması gibi. Bilinmesi gereken bir şey daha vardır ki o da, insanın özgür iradeden mahrum olduğu durumda işlediği günahların, bir güç tarafından yaptırılmış olarak kabul edilmesi gerektiğidir. Diğer taraftan bu âlemde özgür ola­rak yaratılmış bir varlık bazı şeyleri zorlamayla yapıyor­sa, o zaman Allah'ın ilmi kuşatıcı olmayacaktır. Bu yüz­den, «benim içmemi Allah ezelden bilmektedir» diyen saire; insanın kendi arzusuna, kendi seçimine göre ve hiç­bir zorlama olmaksızın içip içemeyeceğini mi, bunun in­sanın dışındaki bir varlık tarafından zorla mı yaptırıla­cağını, yoksa Allah'ın sebeplere bakmaksızın mutlak bir içme olayını mı bilmekte olduğunu sormak gerekir.

Allah'ın ezeldeki bilgisinde ne zorlamayla olacak bir içme olayı, ne de mutlak bir içme olayı vardır. Burada öz­gür seçimle yapılan bir içme olayı bulunmaktadır. Eğer ezeldeki bilgi böyleyse, insan gönüllü olarak değil de zor­la içiyorsa o zaman İlahî ilim kuşatıcı olmayacaktır. O yüzden özgür-iradeli, özgürce seçimini yapabilen yaratık­ların hareketleri hakkındaki ezeli bilginin zorlayıcı olmadığı sonucu çıkar. Ezeli bilgi özgür iradeli bir varlığın gerçekten öyle olmasını gerektirir.

Bu nedenle «İlahî bilgiyi isyan sebebi olarak görme­mek, en uç noktadaki cahilliğin sonucudur» tezi çok doğ­rudur.

Bu tartışma, Kur'an'da geçen «kalem», «levha», «ki­tap» gibi noktalara dayandırıldığı da doğrudur.

Dikkatten kaçmaması gereken bir nokta da, sebep-sonuç münasebetleri sisteminin Allah tarafından bilinme­sinin tek sebebinin Allah'ın ezeli ilmi olduğudur. Bütün sistemleriyle bu evren, hem Allah'ın ilmidir ve hem de O'nun tarafından bilinir. Üstün varlık her şeyin özü üze­rinde ebediyete kadar (belirleyici) olacağı için her şeyin özü O'nun özündedir. O'ndan gizli olarak yaşayan hiçbir şey bulunmaz. O her şeyi bilmektedir.

«... Nereye dönerseniz dönün, (orada) Allah vardır.» (Bakara, 115)

«... Biz ona (O'nun) şahdamarından daha yakınız.» (Kâf, 16)

«... O herşeyden önce ve kendisinden sonra hiçbir şeyin ol­mayacağı son'dur; Varlığı Aşikar ve (gerçek mahiyeti) gizlidir, O, her şeyin bilgisine sahiptir.» (Hadid, 3)

Evren, bütün karakteri ve düzeniyle İlahî ilmin key­fiyetidir. Bu durumda, bilgi ile bilinen ikil değil, tekdir. Bilgi ile bilinenin uygunluğunu düşünmek ve bilinen ile bilgiyi bir (tek) kabul etmek İlahî Bilginin gerçek karak­terini teşhis etmektir.


[1]- Çoğu kez, «Yaş veya kuru olan her şeyin bu kitapta açık biçimde (okumasını bilenler için) kaydedildiği» ayetinde ge­çen «kitap» kelimesinden Kur'an kastedilmediği halde yanlış bir şekilde yorumlanarak kitabın Kur'an olarak algılandığı­nı müşahede ediyoruz.

[2]- Sadr Vasıkî'nin, Seyyid Cemaleddin konulu çalışmaların­dan uyarlanmış, Seyyid Abdulkasım Ferzene tarafından ter­cüme edilen kader konulu makaleden iktibas edilmiştir (Ali Sipah Salar okulu kütüphanesi fiş no: 4535)

[3]- Allah, dilediğini ortadan kaldırır, dilediğini bırakır. Kitab'ın anası O'nun katındadır. (Ra'd 39). Buradaki «değişebilirlik» in konuyu anlayabilmemiz açısından mecburen kullanıldı­ğını, yoksa Allah katındaki durumu ifade etmeyi amaçla­madığını, zira Allah katında ezelî ve ebedî bir «şimdi» nin söz konusu olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. (Akademi)

[4]- Saduk, Tevhid, Tahran, s. 337

[5]- Molla Sadra'nın Şerh-i Usul-ü Kafi'sinde 394 nolu hadis

[6]- Sefinetu'l-Bihar, Dua üzerine

[7]- Biharu'l Envar, yeni baskı, C. 5, sh. 140

[8]- Mecmau'l Bahreyn Sebeplerle ilgili bölüm

[9]- Bakınız, üç aylık Mekteb-i Teşeyyu dergisi, No. 3, “Yaşamın problemleri ve Kuran” adlı yazısı. 2 — Taberi'nin İhticacında bu rivayet yer almaktadır. İmam'ın, Ahvaz halkına cevaben bu mektubu (veya risaleyi) yazdığı söylenmektedir.

[10]- «İslam ve Arap Medeniyeti», s. 141 ve 143

[11]- «Medeniyet Tarihi», Cilt, 11, II. Bölüm, IV. Kitap, s. 41

[12]- «Kitab-u İslam», Dr. İsmail Devletşahî tarafından çevrilen 'Ne Biliyorum' serisi, s. 56 ve 56

[13]- Bakınız yazarın «Cedelin ilkeleri» adlı makalesine, Mekteb-i İslam, No. 3, s. 318 ve 332.

[14]- Bu büyük oryantalist, Eş'ari ekolünün Kuran'ın ezeli oldu­ğu fikrini kabul etmelerinin Peygamber'in bu yöndeki sö­zünden kaynaklandığını söylemektedir. Diğer taraftan Pey­gamber'in sözünün akıl ve mantığa sığmadığı için Mutezile tarafından reddedildiğini belirtmektedir. Aynı kitabın 418. sayfasında şöyle söylenmektedir: «...bu fikre (Allah'ın görü­lemeyeceği) muhalefet, Kur'an'ın ezeli olduğunu kabul et­me, onun yaratılmış olduğunu reddetme meselelerinde Kur' an'ın zahiri delillerini kullanan ve muhaliflerinin dikkatleri üzerine çektikleri, önem verdikleri konulan tevil etmekten kaçınan selef ehlinin ve Eş'ari ekolünün inandıkları şeyler­di.»

Kur'an’da, Kur'an'ın ezeli ve yaratılmış olmadığı konu­sunda hiçbir beyan yoktur. Mutezile ekolü arasında, Hazreti Peygambere isnat edilen bu rivayetin gerçekten Peygam­bere ait olma ihtimalinin bulunmadığı görüşü hâkimdir.

[15]- Kitabın mütercimi bu konu ile alakalı olarak dipnotta şuna işaret etmiştir: «Kur'an'ın yaratılmış olup olmadığına olan inancın konu ile alakası yoktur, yazarın temelsiz önyargıla­rından biridir.»

[16]- Tarih Kur'an'a meydan okumaya kalkan ateist ve filozoflara karşı Mutezile'nin Kur'an'ın en sarsılmaz savunucuları ol­duğunu göstermiştir. Bay Doozi'ye göre Kur'an'ın İlahi bir vahiy ürünü olmadığını düşünseler, neden onu böylesine sa­vunsunlar

[17]- Skolâstik din adamlarının kitaplarında rivayet şu şekilde geçmektedir: «Allah'ı Kıyamet gününde göreceksiniz tıpkı dolunayı gördüğünüz gibi.» Ünlü oryantalistimiz dolunay anlamına gelen «bedr» kelimesini Bedir Savaşı anlamında ele almıştır.

[18]- Tarihte, Allah'ın ateistlerin Yaratıcısı olmadığını söyleyen bir tek Mutezile mensubu bulmak mümkün değildir. Mute­zile sadece küfür, günah ve zalimliğin Allah tarafından ya­ratıldığını inkâr eder. Zalimin, günahkârın, kâfirin, ateistin Allah tarafından yaratılmadığını söylememiştir.

4