0%

Grup:
Sayfalar:

Grup:

Sayfalar:
Gözlemler:
İndir:

Açıklamalar:

İSLAM VE İRFAN
  • RAHMAN VE RAHЭM OLAN ALLAH'IN ADIYLA

  • ЭSLAM’DA TASAVVUF VE ЭRFAN MEFHUMU

  • TASAVVUFUN ЦNEMЭ

  • VAHDET-Э VЬCUD MESELESЭ

  • ЭNZЭVA

  • RЭYAZET

  • ЭRFANDA ZAHЭR DE ESASTIR

  • ЮATHЭYAT

  • MEHDЭLЭK ЭNANCI

  • HZ.HIZIR KЭMDЭR?

  • ЭSA (A)'IN ALLAH’A YЬKSELMESЭ

  • KUDSЭ HADЭSLER

  • TEKVЭNЭ VELAYET MESELESЭ

  • Kitab metinin devami

  • ARЭFLERЭN EMELЭ

  • KUR'AN'IN ZAHЭRЭ, BВTINI VE TEVЭLЭ

  • GAYB ЭLMЭ

  • MЭ’RAC OLAYI

  • ЦLЬDEN TALEPTE BULUNMAK

  • Hakeza Allah-u Teвlв юцyle buyuruyor:

  • KABЭR ZЭYARETЭ

  • EVLЭYANIN KABRЭNЭN BЭNA EDЭLMESЭ

  • ADEM'ЭN, ALLAH'IN SURETЭNDE YARATILIЮI

  • BЭBLЭYOGRAFЭ

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: / İndir:
Boyut Boyut Boyut
İSLAM VE İRFAN

İSLAM VE İRFAN

Türkçe
İSLAM VE İRFAN İSLAM VE İRFAN
KADRİ ÇELİK


RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA

"Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan aya, onu ortaya koyan gündüze, onu bürüyen geceye, göğe ve onu yapa­na, yere ve onu yayana, kişiye (nefse) ve onu şekillendirene, son­ra da ona iyilik ve kötülüğü ilham edene andolsun ki kendini arıtan (tezkiye eden) saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." (Şems / 1-10)

Bu ayetlerde Allah-u Teâlâ bütün büyüklük ve azametiyle artarda mezkûr şeylere yemin ettikten sonra kendini tezkiye edenin kurtuluşa ve saadete erdiğini, kendini fenalıklara gömenin de zi­yana uğradığını beyan etmektedir. Yemin eden kimse ne kadar büyük ise yemin edilen şey de bir o kadar büyüklük ve azamet elde eder. Bu halk arasında da böyledir. Örneğin halkın sevdiği büyük bir şahsiyetin ettiği yemin ile sıradan insanın ettiği yemin arasında dağlar kadar fark vardır. Allah ise her şeyden büyük oldu­ğundan yemin ettiği şey de her şeyden önemli ve büyük bir şey­dir. Nasıl büyük olmasın ki: Nitekim Allah-u Teâlâ peygamberlerin gönderiliş hikmetini beyan ederken de şöyle buyurmaktadır:

"Sizi her kötülükten arıtacak (tezkiye edecek) aranızdan bir peygamber gönderdik"

O halde bütün peygamber ve evliyanın maksadı da insanları tezkiye etmek idi. İnsanların tezkiye işini ise irfan ve ahlak ilmi üstlenmiştir. Fıkıh insanların ibadi ve içtimai işlerini üstlendiği gi­bi, irfan ve ahlak da insanların tezkiye ve terbiyesini üstlenmiştir. O halde irfan (tasavvuf da diyebiliriz) İslam'dan ayrı bir şey değil­dir. Fıkıh, usul-i fıkıh, hadis ve hadis usulü İslam'dan ayrı olmadı­ğı gibi irfan ve felsefe de dinden ayrı değildir..

Çağımızın büyük ariflerinden olan Üstad Hasan Hasanzade-i Amuli irfan hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Hakikatte din irfan demektir. Yani marifetullah. Marifetullah oldukça kapsamlı bir konudur. Esmaullah marifeti, Allah'ın fiilleri­nin marifeti, Allah'ın kitabının marifeti, bütün bunların hepsi mari­fettir. Varlık âleminin marifeti ve hatta varlık kelimeleri de marifetullahtır. Bu irfanın hakikatidir. Arif de böyle bir makama ulaşmak istemektedir. Bizim fenni ıstılahımızca ilk feyze ulaşmaya çalışır.

İlk südur eden hakikatle vücudi bir irtibat kurmaya çalışır... İnsan vücudunun irtikasında o hakikatle vücudi bir birlik kurar. Bunlar hayal değildir, akıl üstü bir gerçektir. Bu makama erince artik za­man ve mekân diye bir şey kalmaz" Rabbinin nezdinde sabah ve akşam diye bir şey yoktur." Onun için artık geçmiş ve gelecek diye bir şey yoktur. Şimdiki geçmiş ve gelecek diye bir zaman yoktur onun için. Herşeyin üstündedir. Bir oda farz edin ki içinde birisi var ve odadaki küçük bir delikten dışanyı seyrediyor.

Bir kimse de damda oturmuş elinde de renkli bir ip vardır. Damdaki şahıs elindeki bu ipi aşağıya doğru sarkıtınca o delikten dışarıyı seyre­den kimse ha bire renklerin değiştiğini görür. Ama damdaki insan için hiçbir engel olmadığından her şeyi olduğu gibi görüyor. Bu ilk sudur eden hakikat de bu ip gibidir. Vücudi kelimeler ise bu ip üzerindeki renkler gibidir. Damdaki şahıs ise inşam kâmildir.

İnsanı kâmil her şeyi geçmişi geleceği ve hali hazin görür. Böyle bir makama ulaşınca bize göre gelecekten haber veriyor. Bize göre geçmişten haber veriyor.

Rasulullah Hz. Nuh'tan haberler veriyor. Adeta onunla yaşamış gibi anlatıyor. Aslında öyledir de. Hz. Musa hakkında dedikleri de böyledir. İnsan Rasulullah'ın her yerde bir­likte olduğunu sanıyor. Zira aralarında mekân, zaman ve örtü diye bir engel yoktur.

Kur'an olmasaydı biz Hz. Nuh ve Musa hakkında ne biliyor­duk?

"Kul tealev" (de ki yukarıya gelin) onlar ilahi ufuk-i ala mertebesinde olduklarından bizleri aşağıda görüyorlardı. Onlar bizi vücudi yücelişe erdirebilmek için ilim sahibi Allah tarafından gön­derilmişlerdi. Onlar bizi zati yücelişe davet ediyorlardı. İnsan bu ilahi sofradan aldığı yemek ölçüşünce insandır. O ölçüde Allah'a yaklaşmıştır, kabuktan geçtiğimiz miktarda içe ulaşırız. Örneğin buğdayı düşünün. Buğdayın kabuğu bazı hayvanların yiyeceğidir. Ama içi hayvandan eşref olan insanın yiyeceğidir. Bu ilahi yiye­cekler de insanlar içindir. Bu yüzden diyoruz ki Allah'ın dini ir­fandır, marifetullahtır.
Kur'an da Allah nezdinden bizleri tezkiye ve tathir etmek için gelmiştir.

Böylece kalb-i selim sahibi olalım isti­yor. İmam sadık Kalb-i Selim hakkında "Allah'tan gayrisinin olma­dığı kalp" diyor. Bizleri bu makam için davet ettiler. İmam Sadık (as) "tertemiz bir şarap" ayetinin tefsirinde ise şöyle buyurmuştur: "Allah onlara tertemiz şarap (içecekler) içirir." bu şarap içleri tü­müyle tathir eder" böylece efali, sıfati ve zati tevhid sultam, insan için zuhur eder. Gerçekten de dünya hayatında insanın kendini tezkiye etmesinden daha önemli bir iş yoktur. Kendini tezkiye et­mek en önemli işimizdir. Allah'ın dini insanı tezkiye eder ve zaten irfan da budur.
Gerçek irfan ve ilahi hak öğretilerin kaynağı vahy mantığıdır. Peygamber ve Ehl-i Beyt'ten alınmıştır. Bu hususta, şe­riatın buyurmadığı bir şey yoktur.

Gerçi felsefeyi mana açısından meşşaiye ve işrakiye diye ikiye ayırmışlardır. Ama İslami felsefenin tekamüli seyrinde geldiği nokta hikmet-i mütealiyedir. Nitekim Hace Nasiruddin-i Tusi şerh-i İşarat'ta şöyle buyurmaktadır: "Eğer felsefe sırf burhan olursa bir takım kuru laflardan ibaret sayılır. Ama İslami felsefede nefsanî seyr-u sülük de vardır. Nefsanî müşahedeler vardır. Böylece insa­nın basireti de açılır.
İnsan için hicaplar ortadan kalkar. Böylece insan burhanın yanı sıra vicdan (bulmak, görmek) sahibi de olur. Bu da hikmet-i mütealiyedir." molla Sadra nitekim Esfar kitabının birçok yerinde "biz bu konuyu burhan ile ispat ettiğimiz gibi vic­danla da (bulmakla da) derk etmişiz" diyor.

Muhyiddin-i Arabî’de Futuhat'da birçok defasında şöyle di­yor;

"Biz Kur'an ve hadislere iman ettiğimiz gibi vicdanla da der­k etmişiz." Nitekim Molla Sadra "Esrar'ul Ayat" adlı kitabında şöyle diyor:

"Allah'ın diniyle uyuşmayan felsefeye ölüm olsun" bu bağ­lamda felsefe de Allah'ın dininin hakikatlerinin burhan ve istidlali­dir, vahy mantığıdır. Allah'ın dininin reddettiği şey felsefe değildir. Kur'an, irfan ve burhan asla birbirinden ayrılmazlar. Burhan felse­fedir; irfan vicdan (bulmak)'dır. Elbette ki Seyr-u Sülukun şartları vardır ve bu şartlan İslam dini belirtmiştir. Gerçek şu ki bizim Al­lah'ın yolu dışında bir yolumuz yoktur. Vahy, Kur'an ve sahih riva­yetler dışında bir yolumuz yoktur. Gerçi iddiacılar çoktur, ama as­lında bunlar ehlullaha dil uzatılmasına ve iftira edilmesine sebep olmaktadırlar.

Kur'an, burhan (felsefe) ve irfan ayrılmaz bir bütündür. Bur­han istidlaldir. Kur'an'ın tümü de istidlaldir. "Burhanınızı getirin" diyor Kur'an. Hz. İbrahim 'de Nemrud karşısında istidlalde bulun­madı mı? Elbette ben felsefede yazılan her şeyin vahye dayandığı­nı söylemiyorum. Ama filozoflar dinin gerçeklerini bilmek istiyor­lar. Elbette ki bir takım yanlışlıklan da vardır. Buna bakarsan bir fakih de bazen yanlışlık yapıyor. Usul-i Fıkıh âlimleri de yanlışlık yapıyor. Edib de yanlışlık ediyor, yazar da yanlışlık ediyor. Bunlar insanın yanlışlığıdır. İnsan masum değildir ki! Vahyi algılamasında, irşadında sükûtunda kıyamında oturmasında ve nutkunda masum olanlar özel bir takım kimselerdir ilahi elçilerdir.

Âllame Tabatabai de "ali ve İlahi felsefe" adlı kitabında da di­yor ki:"Felsefeyi dinden ayıranlar en büyük zulmü yapmışlardır insana. Biz nasıl olur da delil ve burhanı dinden ayırabiliriz"

Nitekim Hz. Allame Hacı Mirza Ebul Hasan-i Kazvini de şöyle buyurmuştur: "İnsanı tezkiye ve terbiye eden ilim irfandır, ahlak­tır. İrfan insana huzur ve murakabeyi öğretir."

Hakeza Şems-i Mağribi de şöyle diyor:

"Beni hiçbir kitaba etme havale

Ben kendi hakikatimi kitap görüyorum"

Dolayısıyla insan kendi vücudi kitabını okumalı ve bilgi sahi­bi olmalıdır.

Velhasıl herkes bir şeyler diyor. Ama bunların hepsi Kur'an ve rivayetlere dayanmalıdır. Bizim insanları tartan gerçek bir terazi­miz var. Bunlar Kur'an ve sahih rivayetlerdir...

İslam filozofları Rasulullah mektebinin öğrencileridir, tüm öğ­retilerini ve marifetlerini ilahi elçilerden almışlardır. İbni Sina "Şi­fa" adlı kitabında şöyle diyor: "Ben Eflatun'un küçük bir insan ol­duğunu söylemiyorum; ama eğer Eflatun'un sermayesi bize ula­şanlardan ibaretse oldukça az ve naçiz bir sermayedir" İmam Sa­dık da tevhid-i Mufazzal kitabında Aristo'yu övüyor. Aslında bunlar ilmi övmektedirler.

Nitekim İmam Sadık (A) şöyle diyor: "Ey Mufazzal Aristo âlemindeki düzen ve intizamdan yola çıkarak insanları nazım'ın (düzenleyecinin) birliğine davet ediyordu."

Aristo'nu sözleri güçlü burhani ve muteber sözlerdi. İmam Sadık Aristo'yu övmektedir ve Aristo böylece ebedileşmiştir. Ama bu Yunanlı bilginlerin ilmi nerede, bizim imamların ve âlimlerin ilmi nerede.' Bunlar birbiriyle mukayese bile edilemez. Siz tüm bilginlerin ilmini toplayın tevhid-i Kâfi’de yer alan ilimle bile mu­kayese edilemez. Tüm dünyayı günümüzde İslami marifet ve ha­kikatler kaplamıştır. Tüm kütüphanelerin değeri Rasulullah'ın vahy mantığı ve ilmi mirasıdır.

Bu yüzden hiçbir ilmin Yunan kültüründen alındığı söylene­mez. İslam müstağnidir. Elbette ki onlar zahmet çekmişlerdir. Onların zahmetini de görmezlikten gelmiyoruz. Ama İslam kültürü nerede, Yunan kültürünün bizlere miras bıraktığı şeyler nerede?

Bunlar birbirleriyle kıyas bile edilemez. Her iki tarafın kitapları da elimizdedir. İsteyenler bir mukayese etsin. Bazı cahiller "Felsefe mantık veya irfan yunandan alınmış" diyorlar. Hâlbuki İbn-i Sina "İşarat" kitabında şöyle diyor: "İslam’dan önceki filozofların felsefeleri hamdır. Bu meseleler İslam'dan sonra pişmiş, ke­male ermiştir."

Evet, insaflı bir şekilde araştırma yapan bir insan gerçekten de irfan, felsefe ve mantığın İslam'da yer aldığım ve onun ayrılmaz bir parçası olduğunu bilir. Sonradan da işaret edeceğimiz gibi ir­fan insanın fıtri bir ihtiyacından doğmuş ve insanla atbaşı yürü­müş bir ilimdir. Dolayısıyla irfan insanla var olmuş ve insanla da var olacaktır.

Ama şunu da söylemek gerekir ki, irfan adına günümüzde çok şeyler söylenmektedir. Bazıları irfanı dışlamakta bazıları arifler hakkında akıl ve Kur'an'a sığmayan iddialar ortaya atmakta ve do­layısıyla da İslami irfanın gerçek niteliği bir çok insana müphem ve meçhul kalmaktadır. Son zamanlarda "Tasavvuf ve İslam" diye bir kitap piyasaya çıktı ki irfan ve tasavvuf hakkında birçok iddi­aları bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün bunlara cevap vererek ve gerçek bir irfani anlayışı tüm boyutlarıyla gözler önüne serebilmek için şer'i bir sorumluluk duygusuyla araştırmaya koyuldum. Tarih boyunca tasavvufa karşı çıkanlar ile savunanların görüşlerini alıp inceledim, Her iki tarafın delillerine de yer verdim. Sonra da bu iki görüşten birini tercih ederek bu hususta gerekli açıklamalarda bulunmaya çalıştım.

Şunu belirtmek istiyorum ki gerçekten ben bir sufi ve arifim ve ne de onlar adına bir kitap yazmak için bir yerlerden işaret al­mış biriyim. Ben sadece gerçeklerin ortaya çıkmasını, ucuz kahramanların, kendini bir şey sayanların halkın bilgisizliğinden istifade edip parsayı toplayanların durdurulmasını ve dolayısıyla yiğidin hakkının verilmesini istedim. Bu yüzden her türlü eleştiriye de açığım. Yeter ki maksat İslami gerçeklerin ortaya çıkması olsun." Cebrail bile bana irfanı kabul et dese yine etmem" diyen cahillerle işimiz yok bizim. Allah neye secde edin derse biz de melekler gi­bi ona secde bile ederiz. "Başkasına secde edilmez" diyerek iblis gibi sözler sarf etmeyiz. Allah'tan çok muvahhid kesilenlerin solu­ğunu kesmek gerekir artık. Allah bizlerden neyi istiyorsa biz öyle iman eder öyle hareket ederiz. Allah ne buyurursa biz teslim olu­ruz. Bunun dışında kalanları da çağdaş iblisler olarak kabul edi­yoruz. Allah tüm Müslümanları "kraldan çok kralcılık" anlayışından korusun. Başta da sonda da hamd Allah'adır...

Kadri Çelik


İSLAM’DA TASAVVUF VE İRFAN MEFHUMU


Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla...

Avrupa dillerinde irfanı "mystik", metodunu ise "mystisisizm" olarak adlandırmışlardır. Ki bu da Yunanca bir kelime olan "Mistikos" kelimesinden türemiştir. Bu kelime lügat açısından mermuz şey, gizli ve saklı iş manasına gelmektedir. İstilahen irfan insanın Allah ile direkt, şahsi ve ferdi irtibatım ve insanın şuhud, batini, tecrübe ve hal yoluyla Allah'a vusulünü mümkün sayan bir yol hakkında kullanılmaktadır. Başka bir tabirle irfan hakikatlerin ilmi huzuri ile ibadet, mücahede, zühd riyazet ve batına yönelme vası­tasıyla derk edilmesini mümkün kılan nazari ve ameli bir yoldur.

İrfan İslam kültüründe "tanımak" manasında da kullanılmıştır. Lügat kitaplarında ise ilim ve bilgi diye mana edilmiştir. Ama bi­lindiği gibi ilim ve marifet arasında bir takım farklar vardır. Örne­ğin marifet (irfan) cüz'i ve basit (tikel ve yalın), ilim ise külli ve mürekkeb (külli ve bileşik) hususlarda kullanılır. Bu yüzden "areftullahe" denir ama "alimtullahe" denmez. Zira Allah'ın zatı tümel ve bileşik bir varrlık değildir. Aksine basit ve soyut bir varlıktır. Ay­rıca marifet, cehaletten sonraki ilimdir. Bu yüzden Allah için "Âlim" denir, ama "Arif denmez. Zira Allah'ın ilmi ezeli bir ilimdir ve cehalet öncelikli bir ilim değildir. (Seyri İrfan Der İslam Dr. Zeynuddin Kiyanyinejad s. 67-68)

Bu yüzden iman ve irfan arasında da farkın olduğunu söyle­mişlerdir. Ebu Nasr-i Sirac bu hususta şöyle diyor:

"Marifet ateştir iman ise nur; Marifet vecddir iman ise mevhibe ve ihsan. Mümin Allah'ın nurunu görür, ama Arif Allah'ı (kal­biyle) görür. Müminin kalb ve gönlü vardır. Arifin ise kalb ve gön­lü yoktur. Müminin kalbi Allah'ın zikriyle itminan bulur, ama ari­fin kalbi Allah'tan başka bir şeyle itminan bulmaz."

Ama tasavvuf kelimesi hakkında farklı görüşler vardır. Bu hu­sustaki en önemli görüşler şunlardır:

1. Bazıları demişlerdir ki "sufi" İslam'da önce, cahiliye dö-eminde yaşamış olan Gavs b. Mürr'ün lakabı olan "sufe" mensuptur. Gavs (Sufe) Kâbe’de, halktan uzak bir şekilde itikâfa ve uzle­te girmişti. Annesi Gavs'i Kâbe’ye hizmete adamıştı. Bu yüzden İs­lam'da da Allah'tan gayri her şeyden yüz çeviren ve ibadetle meş­gul olanlara "sufi" demişlerdir.

2. Bazıları demişlerdir ki Sufi ve tasavvuf "suffe" ehline men­suptur. Suffe Mescid-i Nebevi'nin bir bölümüydü ki fakir zahid ve abid Müslümanlar orada yaşıyordu. Bu Müslümanlar insanların verdiği ihsan ve sadakalarıyla yaşıyordu. Bu Müslümanlar Ehli Suffe diye tanınırlardı. Bu Müslümanların başlıcaları şunlardı: Selman-i Farisi, Ammar, Süheyb, Bilal, Huzeyfe b. Yeman, Ebu Said-i Hudri vs... Sufiler de ibadet, fakirlik, zühd, takva ve taat açısından Ehli Suffe'ye benzedikleri için "sufi" diye adlandırılmışlardır. Ama İmam Ebul Kasum-i Kureyşi bu görüşü kabul etmemektedir.

3. Bazıları demişlerdir ki, sufi, "sefa" ve "safvef'e mensubdur, Sufileri sahip oldukları batini sefaları sebebiyle "sefa"ya isnat et­mişlerdir.

4. Bazdan da sufi ve tasavvuf kelimesinin "saff kelimesinden türediğini söylemiştir.

Zira sufiler manevi dereceler, kalb huzuru basiret, himmet yüceliği, Allah'a yakınlık, takva ve zühd konusunda ilk saflarda yer alan kimselerdir. Bunlar ibadetlerde daima ilk saflarda yer alır­lardı. Bu yüzden "sufi" olarak adlandırılmışlardır.

5. Bazıları da demişlerdir ki sufi "savfetül kifa" (ensedeki ince tüyler) kelimesine mensuptur. Zira sufiler bu tüyler gibi yumuşak huylu kimselerdir. Bu yüzden ona isnat edilmişlerdir.

6. Bazdan da demişlerdir ki sufi "savfana" (ince ve kısa bir bitki türü) kelimesine mensuptur. Zira sufiler bu yabani bitkiler ile kanaat edip geçinirlerdir.

7. Bazıları da demişlerdir ki "sufi" Yunanca felsefe manasına gelen "suf" kelimesine mensuptur.

8. Bazıları da demiştir ki; "sufi" suf (yün) kelimesine mensuptur. Zira sufiler yün elbise giyerlerdi ve bu yüzden "sufi" olarak adlandırılmışlardır.

Ama bütün bu görüşler arasında en meşhur ve sahih görüş, en son görüştür. Zira sufiler genelde istihbabı bir takım rivayetlere istinat eden yün elbise giyerlerdi. Bu yüzden halk arasında "sufi" (yün elbise giyenler) olarak meşhur olmalarına sebep oldu. (Aynı Eser, s,73-76)

İrfan ve tasavvuf kelimelerinin Müslümanlar arasındaki tarih­çesine gelince "Tasavvuf ve İslam" yazarı bu hususta şöyle nakle­diyor:

"Tarihte ilk defa kendisine sufi denilen kişi, M. 8, H. 2. asrın yarısında yaşamış olan ve kendine has riyazet akidesi olan Kufeli Şİİ kimyager Cabir b. Hayyan ve Ebu Haşim el-Kufidir. Tarihte ilk defa sufi kelimesi şahıs bazında Kufe'de kullanılmıştır." (Tasavvuf ve İslam s. 8)

Evvela sufi kelimesinin ilk defa Kufe'de kullanıldığı doğru değildir. Bazıları ilk defa Bağdat ahalisi tarafından kullanıldığını söylemişse de Ebu Nasr-i Sirac bunu reddederek şöyle diyor: "Su­fi" kelimesinin Bağdat ahalisince icad edildiği iddiası doğru değil­dir Zira sufi kelimesi ashaptan bazısını derk eden Hasan-i Basri za­manında da meşhur idi."

Elbette ki içinde “suf” (yün) kelimesi bulunan bir takım ha­disleri göz önünde bulundurur ve sahih kabul edecek olursak "su­fi" ve "tasavvuf kelimesinin Peygamber zamanında da kullanıldığını ve dolayısıyla Sufi kelimesinin İslam'dan önceki dönemlerde de mütedavil olduğunu söyleyenlerin iddiasını kabul etmek de mümkündür.

İrfan ıstılahının Müslümanlar arasında ne zamandan beri kullanıldığı hususunda da kesin bir şey söylenemez. Ama H. 298 yı­lında ölen Cüneyd-i Bağdadi'nin sözlerinde yer aldığına göre H. 3. asırda arifler arasında mütedavil olduğunu söylemek de müm­kündür

Elbette şunu da söylemek gerekir ki ilk başlarda irfan, ibadet zühd ve tasavvuf kelimeleri birbirinden pek farklı şeyler değildi. İbn-i Sina bu hususta şöyle diyor: "Dünyadan yüz çevirene zahid diyorlardı. İbadetlerine titiz olanı abid, Allah'a teveccüh eden ve ilahi nurlara mazhar olan kimseye ise arif diyorlardı. Bazen de bunlardan bazısı diğer bazısı ile terkib ediliyor ve öyle ifade edili­yordu." (Aynı eser; s. 69-70)

İrfan kelimesi tarih boyunca bir takım değişiklikler geçirmiş ve sonun da da tasavvuf ile eşanlamlı sayılmıştır Ama demek ge­rekir ki tasavvuf irfanın cilvelerinden bir şube konumundadır. Ta­savvuf irfanın tümü değildir. İrfan genel manasıyla tüm din ve mezheplerle uyumlu olan bir yoldur. İrfan çeşitli şekilleriyle tüm din, mezhep, millet ve kavimler arasında var olan bir yoldur. Hat­ta totemci kavimlerin bile sır ve rumuz dolu bir dünyaları vardır ve iş bu sırlara erişebilmek için âşıkane çaba sarf ediyor, çalışıyor­lar. Eski Hind, İran, Hıristiyan ve İslam dininde de irfanın hakikati müşahede edilmektedir. Hatta cabbar ve müntakim bir Allah'a inanan ve dolayısıyla da irfandan nasibini alamadıkları sanılan Ya­hudilikte de bu manada irfani bir zevk ve hakikat vardır.

Ama dediğimiz gibi irfan tasavvuf ile eşanlamla bir kelime değildir. İrfan tasavvuftan daha yüce bir mana ifade eder. Tasav­vuf irfandan feyizlenen bir yoldur. İrfan genel manasıyla tasavvuf ve diğer yollara da şamildir. İslam sufilerinin büyüklerinin dilinde de arif, sufiden daha yüce bir manada kullanılmıştır.

Velhasıl irfan ve tasavvuf, hakikatlerin- keşf, şuhud, riyazet-tezkiye-i nefs ve batma teveccüh yoluyla derk edileceğini mümkün sayan bir yoldur. Arif ve safinin bu seyr-i sülükteki maksadı da sa­dece Allah'tır. Arif insan Allah'a aşk ve muhabbet ile tapar; sevab ümidi veya azab korkusuyla değil. Nitekim Hz. Ali (A) Dua-i Kü­meyl'de şöyle buyuruyor:

"Farz edelim ki azabına sabrettim, ama ayrılığına nasıl sabre­deyim" Allah'ın veli ve arif kullan Allah'a besledikleri aşk ile iba­det ederler ve Allah'tan uzak kalmanın cehennem azabından daha şiddetli olduğuna inanırlar.

"Akıl yolu düğüm üzere düğümdür.

Arifler için Allah'tan gayrisi hiçtir."


Arif ile filozof arasındaki fark da şudur ki filozof hakikatlerin keşfinde ve Hakk'a vusulde mantıki istidlallere, sarılır. Ama arifler, riyazet, nefis tehzibi ve batın sefasıyla keşf ve şuhuda ererler. Ya­ni filozofun akıl ve burhan gücüyle bildiğini afif keşif ve şuhud yoluyla görür. Nitekim İbni Sina Ebu Said Ebil Hayr ile görüşünce "Benim bildiğim her şeyi o görüyor" derken bir arif olan Ebu Said ise "Benim gördüğüm her şeyi o biliyor" demiştir.

Mantıksal kıyas ve akli istidlaller ikna edici olabilir, ama itminan ve huzur verici olamaz. İnsana gönül itminanı veren şey ise ilahi aşktır. Daha önceden de dediğimiz gibi gerçek veliler ve arif­ler Allah'a aşk üzere ibadet ederler. Nitekim İmam Cafer-i Sadık (A) şöyle buyurmuştur; "İbadet üç kısımdır. Bazıları Allah'a korku­dan ibadet ederler. Bu ibadet kölelerin ibadetidir. Bazıları da se­vap ümidiyle ibadet ederler. Bu ibadet de tüccarların ibadetidir. Bazıları ise Allah'a sevgi ve muhabbetleri ile ibadet ederler. Bu ibadet ise hürlerin ibadetidir" (Bihar'ul Envar; c.l5, s. 208)

Bazıları kitabında irfan ile tasavvufu aynı bağlamda gördüğü için biz de irfan kelimesi yerine tasavvuf kelimesini kullanmakta bir beis görmüyoruz. Hâlbuki bu iki kelime önceden de dediğimiz gibi birbirinden farklı manalardadır. Ama mademki bazıları bu ikisini kitabında birbirinden ayırmamış ve ikisine de aynı hükmü vermiştir; biz de bu yüzden bu iki kelime arasındaki mana farklılı­ğım görmezlikten geliyor ve aynı şekilde değerlendirmeye çalışı­yoruz. Şimdi de tasavvufun (doğrusunu isterseniz irfanın) kökeni ve asıl menşeinin nereden olduğuna ve neden ortaya çıktığını kı­saca bir bakmaya çalışalım.



TASAVVUFUN ÖNEMİ

Sade bir dille söylenebilir ki tasavvuf ve irfan tüm din mez­hep ve hatta felsefi ekollerde bile az-çok var olagelmiştir. Nitekim tasavvuf ve irfan hakkında yapılan bunca araştırma ve incelemele­re rağmen İslami irfan ve tasavvufun kökeninin nerelere dayandı­ğı hususunda kesin bir şey söylenememiştir. Bize göre bunun bir­kaç nedeni vardır.

1. Az çok tüm din ve mezheplerde maddi şeylere itinasızlık ve zühd nişaneleri görülmektedir. Bu yüzden hatta denilebilir ki tüm din ve mezheplerin ortak bir özelliği maneviyata teveccüh, dünyayı küçümsememe ve maddi şeylere ilgisiz kalmaktır. Elbette bunun da dinler ve mezhepler arasında farklılık arz etmesi doğal­dır. Nitekim bu konu Yahudilikte daha az, Hıristiyanlık, Budizm ve Teosofi (thesophie) gibi dinlerde daha çok yer almıştır. Tevrat ve İncil kitapları ile Buddha, Lao Tse, Mani ve Mezdek'in sözlerin­de bu nükteyi teyid eden birçok şeyler tespit edilebilir. Elbette ki sufilik ve tasavvufun yegâne nişanesi zühd ve takva değildir.

Zühd dışında birçok özelliklere de sahiptir. Ayrıca irfan ve tasav­vufa teveccühün en büyük nedenlerinden biri zühd, dünyevi işle­re ilgisizlik ve Allah'a bağlılıktır.

Birçok delillerden de anlaşıldığı gibi Yahudiler arasında da çok öncelerden beri irfan ile tanışıklık var idi. Bu eski miras, Yahudilerin irfanını kemale erdiren fırkaların fikrine esas teşkil etti. Bu fırkalardan biri "Filistinliler" veya "rabbanim" fırkasıdır ki öğre­tileri Talmut'ta yer almıştır. Hakeza Yahudi irfanını yunan filozoflarının metoduyla telfik eden İskenderiye Yahudileri de bu fırka­lardan biridir. Hepsinden de önemlisi, plotinus'un hikmetidir ki bu da irfanın kâmil bir mazharı olup, Yahudilerin kelam ilmi, Efla-tun'un hikmeti vb. şeylerle tertip edilmiş haldedir.

Gnosticism fel­sefesi de bir çeşit irfan sayılmaktadır. Gnosticism daha sonra Hıristiyanlıkla karışarak Hıristiyanlık rengine büründü. Elbette Gposticism felsefesinin kökeni de kesin belli değildir, bazıları Yahudile­rin inançlarına, bazıları Mısırlıların manevi fikirlerine bazıları da İranlıların düşüncelerini dayandırmışlardır. (Erzeş-i Miras-i Sufıye-Zerrinkub s. 25)

. Zerdüştlük, Hıristiyanlık, Budizm Yunan felsefesi ve eski mitle­rin telfikiyle vücuda gelen Mani dininde de irfani motifler vardır. Yahudilerin Esseneniens'i, Hıristiyanların Anachoretes'i ile Hint kültüründe de bu irfani motifler var olagelmiştir. Bu durumun İs­lam ve Kur'an'da da yer aldığı görülmektedir. Örneğin Muhammed suresinin 36. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:

"Doğrusu dünya hayatı oyun ve oyalanmadır. Eğer inanır ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız o size ecirlerinizi verir."

Nitekim Peygamberler de özellikle Mekke döneminde insan-lan Allah'tan korkmaya ve zahidane bir hayata davet ediyordu. Abdullah b. Amr b. As bu yüzden her gün oruç tutmak istiyor ve Osman b. Maz'un da kendini iğdiş etmek böylece çocuklarını ve eşini terk etmek istiyordu. Bu yüzden denilebilir ki İslami irfan ile diğer din ve milletler arasındaki irfan arasında birtakım ortak yön­ler olsa da İslami irfan ilk önce Müslüman olan zihinlerin ürünü­dür.
Dolayısıyla başkalarından alınan usuller de ayet hadis ve dini rivayetlerle süslenmiş ve İslami bir renk kazandıktan sonra İslami muhite girmiştir. Elbette ki İslami irfan ve tasavvufa yöneliş Emevilerin özelikle de Yezid vb. zalimlerin hükümeti zamanında daha da göz alıcı olmuştur. Zira büyük ve temiz insanlar toplumun baş­tan başa fesada düştüğünü ortalıkta şarap, kadın ve kumardan başka şeylerin konuşulmadığını görünce ister istemez uzlete çekilmiş, dua, ibadet, zühd ve ilmi cihetlere yönelmişlerdir. Özellikle de İmam Seccad, İmam Bakır ve Cafer-i Sadık gibi büyük imamlar bile daha çok ibadet ve ilmi faaliyetlere yönelmişlerdi. Zira onlar Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in başına gelelerde ibret almış­lardı.

Toplumun tümüyle temelden değiştirilmesi gerektiğini görü­yorlardı. Bunun İslami sorumluluk ve ümmetin imamı olmakla da bir çelişki yoktur. Bütün imamlar Nur-i vahide oldukları halde her biri kendi zamanındaki ihtiyaca ve maslahata binaen birtakım hiz­metlerde bulunmuşlardır. Kıyam etti diye İmam Hüseyin'i sevenler ama aynı zamanda daha çok dua ve ibadete yöneldiği için İmam Seccad'dan yüz çevirenler Allah'a andolsun ki ne cihadın ve ne de ibadetin hakikatine ermemişlerdir. Arifler ve gerçek veliler yeri geldiğinde cihad etmiş, yeri gelince ve siyaset sahnesinin düzenbazların eline geçtiğini görünce de "insan "terbiye etmek için iba­det ve duaya yönelmişlerdir. "Tarih tekerrür eder" diyenler ne de güzel demişlerdir.

Günümüzde aynı sözleri İslami İran için de de­mediler mi? savaştığı yıllarda İran'ı savunan nice Müslümanlar İmam-ı Ümmetin ve basiretli ulemanın İslam ve Müslümanların maslahatına "zehirden de acı" olarak tavsif ettikleri barışı imzaladı diye İran'a sırt çevirmemişler miydi? Hâlbuki Allah için yapılan sa­vaş da barış da aynı konumdadır. Müslüman her zaman için göre­vinin ne olduğunu bilen ve bu görevini eda yolunda sarsılmadan yürüyen kimsedir. Aksi takdirde Musa'ya kucak açarken İsa'dan yüz çeviren zavallıların konumuna düşeriz. Nitekim Şiilerden birisi İmam Sadık'a saltanat teklifini kabule davet ederken imam, "Ne zaman bizim zamanımızdır ve ne de sen bizim dostlarımızdansın" diye cevap vermiştir. İşte bu yüzden siyaset sahnesinden el çekmiş, ilmi ve ibadi işlere yönelerek adeta yeni bir toplum ihya et­meye çalışmışlardır.

Bu esnada zühd, nasihat, hikmet ve felsefe ile ilgili birçok İran, Hind, Süryani kitaplar Arapçaya tercüme edildi. Sokrat Efla­tun ve Aristo'nun felsefi fikirleri Mısır'da neşv-ü nema bulmuş, de­ğişmiş ve irfani bir renk kazandıktan sonra Müslümanlar arasında yayılmıştı. Bu fikirlerin yayılması, zamanın değişmesi, zalimlerin galebesi ve cahillerin fitnesi sebebiyle bazıları riyazet ve nefis tez­kiyesine yöneldi ve böylece Hasan-i Basri (ö. h.llO) Rabia-i Advi-ye (ö. h. 185) Ebu Haşim-i Sufi (ö. h. 179) Süfyan-i Sevri ve İbra­him Ethem-i Belhi (ö.h.161) Malik-i dinar vb. kimseler ortaya çık­tı. Bu insanlar tevbe, var'a, zühd, fakirlik', sabır, tevekkül, rıza, nefsle cihad, ve tezkiyeyi her şeyden öne geçirdiler.

Bunların ta­savvufunu bu yüzden aslında "tasavvufu-u zahidane" olarak ad­landırmak gerekir. Bu tasavvuf da yavaş yavaş gelişti ve Beyazid-i Bestami (ö. h, 23) Hüseyin Mansur-i Hallaç (ö. h. 309) Sehl-i Tüs-teri (ö. h. 283) Ebu Said Ebil Hayr gibi insanların zuhuruyla da tasavvuf-i âşıkane ortaya çıktı. Zira bunlar seyr-ü suluka talep, aşk istiğna, tevhid ve hayretten başladılar.

Sadr-ı İslam'a yakın olan, şeriata bağlı olan ve bazen diğerle­rinden daha çok namaz oruç ve hac gibi ibadetlerle meşgul olan ve sözlerini mermuz ve zor bir ifadeyle beyan eden zahid mutasavvıflara hiç kimse itiraz edemiyordu. Ama aşık mutasavvıflar or­taya çıkıp şeriatın cennet, cehennem, kaza, kader, levh ve arş gibi terimlerini arifane bir dille beyan edince sıradan Müslümanların saldırısına uğradılar. Böylece arif ve sufıleri tekfir etmeye başladılar. Bu aşık mutasavvıflar gerçi Kâbe’yi ziyaret ediyorlardı; ama onlar kalben Kâbe’ye değil, Kâbe’nin sahibine teveccüh ediyorlar­dı.



"Hacı sen boş yere tavaf edersin

Aslında evin sahibiyle aşina olmak gerek." (Şinaht-i İrfan Dr. Ali Asgar-i Halebî, s.20-31)

Biz genel olarak zahid veya aşık mutasavvıflar hakkında söy­lenen sözlerin binde birinin dahi doğru olmadığını inanıyoruz. Zaten ileride örnekleriyle de sunacağımız üzere birçok insanlar tahrif edilmiş ve haklarında olmadık şeyler söylenmiştir.
Bu yüz­den bu gibi hususlarda hüküm verirken kesinlikle pervasız olma­mak gerekir. Örneğin Mevlana bakında söylenenlerin binde biri dahi doğru değildir. Hakeza Muhyidin-i Arabî vb. insanlar için de durum aynıdır. Elbette bu insanların masum olmadıklarını da bili­yoruz. Ayetullah Cevadi-i Amuli'nin de dediği gibi mesela onun "Musevi" hikmetindeki görüşlerini kabul etmiyoruz. Ama bu Muhyiddin-i Arabî gibi büyük bir insanı tekfir edip dışlamayı gerektir­mez.

Nitekim İmam da Muhyiddin-i Arabî’nin beğenmediği görüş­leri olduğu halde onu dünyaya tanıtmış ve Gorbaçov’a yazdığı ta­rihi mektubunda deha sahibi insanları Muhyiddin-i Arabî’nin kitaplarını Kum'da okumalarını söylemiştir. Zira İmam Muhyiddin-i Arabî’nin düşüncelerinin o kadar da basit olmadığını ve herkesin bunu anlamasının mümkün olmadığını çok iyi biliyordu. Bu yüz­den "sana Muhyiddin'in kitaplarını göndereyim de oku" demedi. Dikkat edilsin. "Gelip Kum'da okusunlar" diye yazdı, zira bu gibi kitaplar öyle her cahilin okuyup anlayacağı türden kitaplar değil­dir.

Dolayısıyla da bir bilenin yanında o da bu işe kabiliyeti olan insanlarca okutulmalıdır. Nitekim Rasulullah da "Ben insanlara akılları ölçüşünce konuşmakla emrolundum" diye buyurmamış mıdır? İmamlar da bir şeyi değişik insanlara değişik metotlarla an­latmamış mıdır? Örneğin "Allah bir yumurtayı büyütmeden ve dünyayı da küçültmeden kalkıp da dünyayı bir yumurtanın içine sığdırabilir mi?" diye sorulunca İmam (A) birine "Bu muhaldir, Al­lah'ın kudreti muhala taalluk etmez" derken birine de "Tabi müm­kündür, görmüyor musun gözbebeğimiz yumurtadan da küçük ol­duğu halde Allah tüm alemi onun içine koymuş" dememiş miydi? Hikmet ve akıl da bunu gerektirmiyor muydu?
Ebu Zer ile Selman'ın anlayış ve aklı bir miydi? "Selman'ın kalbindekini Ebu Zer bilse onu öldürürdü." diye buyuran Peygamber de bu manaya işaret etmemiş miydi? Bazılarının aklına bakılırsa tüm İslami hakikat­ler birkaç yüz sayfalık Kur'an'da o da sadece zahirden anlaşıldığı kadarıyla sınırlıdır. Bu İslam'a iftira değil midir? Bu İslam'ı küçüm­semek değil midir? İnsan yukarılara çıkamadı mı yukarıdakileri aşağıya indirmesi mi gerekir? O halde yarın biri kalkar da Kesrevi gibi aklının almadığı kitapları yakarsa ne demeli? Biraz düşünmek gerekir, değil mi? Bir saatlik tefekkür bin yıllık ibadetten üstündür denilmiyor mu? O halde sözlerimizi de tefekkür ederek sardetmeliyiz ki sürçmeyelim. Gülünç hale düşmeyelim.

Şimdi de tasavvufun kökeni hakkında ortaya atılan çeşitli gö­rüşlere değinelim.

Evvela söylemek gerekir ki H. 2 ve 4. yıllarda özel bir şekilde ortaya çıkan İslami tasavvufun İslami şiar ve felsefi ilkelerin bileşi­ği bir mahiyet arz ettiği şüphesizdir. Ama İslami tasavvufun köke­ninin İslam ve Kur'an mı olduğu veya diğer kaynaklardan mı alın­dığı hususunda tarihçiler ve araştırmacılar arasında çeşitli görüşler vardır, bu görüşlerin başlıcaları şunlardır.-

1. Bazıları demişlerdir ki İslami tasavvuf Yunanlı sufilerin dü­şüncelerinden kaynaklanmıştır. Bu Yunanlı tasavvufun banisi ise Yunanlı filozoflardan biri sayılan Plotin (M.Ö. 205-207)'dir. Bu gö­rüşe göre Yunan fikirleri ve felsefenin İslam ülkelerine nüfuzun­dan sonra plotin'in vahdet-i vücud inancı üzere kurulu olan mez­hebi Müslümanlar arasında yayıldı ve yavaş yavaş kökleşmeye başladı. (Sufigeri s. 15) Plotin Mısır'da ikame eden Yunanlılardan bi­riydi ve aslen Rum ehlinden sayılmaktadır. Plotin aslında Ammonius Saccas ve bilgin biri olan öğrencisi ile tanıştıktan sonra hik­met ve irfana yönelmiştir. Böylece Doğu'ya yolculuk etti, İran ve Hind alimleriyle görüştü, onlardan ilim ve bilgi aldı ve sonunda zühd, fakirlik ve kanaat yolunu seçti.

İskenderiye ilmiye havzalarının en muteber filozoflarından, Yunan'ın en önemli filozoflarının en son silsilesinden sayılan ve ilmi, felsefi ve irfani özel bir ekol vücuda getiren neo Poetinizme (Yani Eflatunculuk) taraftarları da aslında Plotin'in takipçileriydi. Plotin şuna inanıyordu ki alemde var olan şeylerin tümü tek şey­dir ve o da Allah'tır. Diğer şeyler Allah'tan ayrılmışlardır İnsanın ruhu bu aleme gelmiş ve maddeye müptela olmuştur. Bu yüzden daima bu alemden kurtulmanın ve kendi asıl vatanı olan aleme ulaşmanın yollarını bulmaya çalışmalıdır. Baştaki gözleri kapamalı kalpteki gözleri açmalıyız. O zaman da görürüz ki aradığımız şey bizden uzaklarda değil belki içimizdedir. Bu hakk'a ulaşmak diye tabir edilen bir halettir.
İnsan bu haletinde her şeyden hatta ken­dinden bile gaflet içindedir. Cisim, can, zaman, mekân, fikir ve akıldan soyutlanmış ilahi aşkla mest haldedir. Kendisi ile Allah ara­sında insan artık hiçbir engel görmez olur. Mecazi dünyevi aşka müptela olan aşık ve maşuklar da kendi vehimleriyle bu alemi aramaktalar. Ama bu alem rububiyet alemidir. İnsan nefsi bedene müptela olduğu müddetçe bu halette baki kalamamakta, dolayı­sıyla da onun fani ve yokluk olduğunu sanmaktadır. O alem ol­dukça nadir elde edilen bir anlık geçici bir şeydir." (Seyr-i Hikmet Der Avrupa c. 1, s. 84-95)

Görüldüğü gibi plotin'in görüşleri ile işrakiye filozofları ve İs­lam tasavvufçularının görüşleri arasında yakın bir benzerlik vardır. Bu yüzden bazı araştırmacılar ve tarihçiler İslami tasavvufun plotin ve yeni Eflatunculardan türediğini veya en azından İslami ta­savvufu etkilediğini söylemişlerdir. (Tarih-i Tasavvuf, s. 110)

2. Bazı kimseler ise Hind dinleri ve mezhepleri ile İslami ta­savvuf arasındaki yakın bir benzerlik gördükleri için onun Hind fikirlerinden türediğini söylemişledir. Bunların inancına göre İslami tasavvufun Hind fikirlerinden türediğinin en açık delili aralarındaki benzerliktir. Bu benzerlik sebebiyle tasavvufun kökenlerini Hindistan'da aramak gerektiğini söylüyorlar.

Hinduizm tefriki mümkün olmayan ilah ve devlerin çokluğu dolayısıyla anlaşılması zor bir dindir. Ama özetle demek gerekir ki, Hind dinlerinin tümünün esas ve kökeni dört "veda"1ar kitabı­dır ki bunların adlan da şöyledir:

1. Rıgveda (İlahi ezgiler kitabı)

2. Samaveda (Dini ezgiler kitabı)

3. Yajorveda (Hükümler kitabı)

4. Ârtvaveda (Tılsımlar, dualar sihirler ve virdler kitabıdır).

Bu Vedalar'da mezkur konuların yanı sıra birçok irfanı ve fel­sefi derin görüşler de vardır. Bu Vedalar için Hind bilginleri tara­fından birçok açıklamalı kitaplar yazılmıştır.

Vedalar'dan vahdet-i Vücud anlayışına delalet eden birçok işaretler vardır, Deniliyor ki Hayatın tüm güçleri "atman" denilen bir asla dönmektedir. Dolayısıyla her şeyin zuhurunu da Atman'a isnad ediyorlar. Atman her eşyaya karışmış ve tuzun suda eridiği gibi her şeyde erimiştir. Tuzun bağımsız vücudu (elbette ki sudaki tuzun) olmadığı gibi eşyanın da bağımsız vücudu yoktur. Tüm ne­fisler Brahman veya Atman'ın bizzat kendisidir.

Hinduizm ve İslami tasavvuf arasındaki bu yakın benzerlik sebebiyle Alford Von Kremer, Max Hoortan, Hartman ve Goldsiher gibi meşhur oryantalistler İslami tasavvufun Hinduizmden türediğini söylemişlerdir. Hartman Zerdüştlük, Budizm ve İslam'ın orta Asya bölgesinde karşılaştığını ve Hinduizm irfanı ve ilmi zühd anlayışının İranlılar tarafından İslam'a ithal edildiğini söyler. (İs­lam Der İran, s. 332-333)

Alford Van Kremer şöyle diyor: "İslami tasavvuf iki farklı un­suru kendine cezbetmistir. Birincisi Hıristiyanların zühd anlayışıdır ki İslam'ın ilk dönemlerinde şiddetli bir tesiri olmuştur, İkincisi ise Budist müşahedelerdir ki bu da İranlılar tarafından İslam'a sokul­muştur, Goldsiher ise Kremer'in bu görüşünü az bir farklılıkla ka­bul etmektedir,

Velhasıl bunlar divorlar ki. Emeviler zamanında müslümanlar Çin sınırlarına kadar dayanınca Müslümanlar ile Hindular arasına ticari ve iktisadi ilişkiler kuruldu. Hindulardan birçoğu Müslüman oldu, ama bu Müslümanlar bir takım fikir ve düşünceleri de ken­dileriyle birlikte İslami muhite soktular. "Edeb-us Sağir", "edebul Kebir", "Buzayf", "Bluher" vb. kitaplar "Minketul Hindi", "ibni Dühn-i Hindi" gibi kimseler tarafından tercüme edilip Müslümanların arasına sokuldu. Özellikle de son kitap Buda'mn biyografisi konumunda olup destanlar şeklinde sufiyane metodu ve fakirlik ile fena felsefesini işlemektedir. Buda'nın hiçbir kimseden öğrenmeksizin birtakım ilahi bilgilere ve ilhama sahip olduğu iddia edilmektedir.

Buda bilindiği gibi M,Ö. 6. asrın ortalarında Hindistan'ın Ku­zeyindeki soylu ailelerden birinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Asıl adı Sıddatha'dır. Zühd ve irfan yolunda meyledince kendisine "Guatama" denildi. Manevi kemal ve ruhi yüceliklere erdikten so­ra da "uyanmış" ve "ilham almış" manasına gelen "Buda" denilme­ye başlandı. Buda zamanın sert ve katı şartlarına karşı ahlaki bir baş kaldırış olarak ortaya çıktı. Budizm, zühd ve bir çeşit yoga ha­yatı ile arzuları söndürmek ve yok etmek esasına dayanır.

Budizm her şeyin fani ve boşluktan ibaret olduğuna inanan pesimist ve panteist bir dindir. Buda, Prof. Dr. S. Hayri Bolay'ın iddia ettiği gibi (Felsefi Doktrinler Sözlüğü, s. 38) Allah'ı inkâr eden birisi değil­dir. Aksine onun öğretilerinde vücud-i mutlak, Allah, yaratıcı ve yaratık gibi konular da söz konusu edilmiştir. Velhasıl bu din de diğer dinler gibi irfani bir cihete sahiptir. Zira Buda öğretileri fer­diyet ve enaniyeti yok etmeye dayanır. Dolayısıyla da İslami ta­savvuf ile zahiri bir benzedik içindedir. Buda hayatın dert renc ve ızdırab ile dolu olduğu dolayısıyla da insanın bu dertlerden kur­tulması için nefsanî isteklerinden arınması ve Nirvana'ya erişip on­da fani olması gerekir.

Buda'nın dediği ilham İslami tasavvufta yer alan keşf ve şuhudun ifadesidir. Velhasıl bu Oryantalist düşünürlere göre bu fikir ve düşünceler İslami tasavvufu derinden etkilemiştir. Nitekim H. 2. asrın ortalarında özellikle de Abbasilerin hilafeti zamanında tüm dinlerin alimleri bir araya geliyor ilmi ve dini tartışmalarda bulu­nuyorlardı ki bunlar arasında Hindu ve Budist alimler de vardı. Ayrıca Füzeyi b. Ayaz (ö. 187) Şakik-i Belhi (Ö.174), Davud-i Belhi (ö. 174) vb. birinci tabaka sufiler İslami tasavvufun merkezi sayı­lan "Belh" şehrinden idiler.

İslami tasavvuf orada ve Horasan na­hiyesinde teşekkül etti ve oradan diğer beldelere ihraç edildi. Ebu Said Ebul Hayr (367-440) ile Beyaid-i Bestami (ö. 261) de Hora­san'da çıktılar. İbrahim Ethem ise Belhli bir şehzade idi. Beyazid-i Bestami'nin üstadı olan Ebu Ali-i Sindi ise Buhara nahiyesindeki sind bölgesindendir. Beyazid-i Bestami onun hakkında şöyle di­yor: Ben tevhidde fena ilmini Ebu Ali'den öğrendim" Bilindiği gibi İslam'dan önceki yıllarda Budizm İran'ın doğusunda yani Belh, Buhara ve Maveraünnehir bölgelerinde yaygın idi. Bu bölgelerde­ki Budist tapınaklar oldukça meşhurdur. (İslam ve Tasavvuf, s, 20)

Velhasıl denilmektedir ki ilk büyük sufiler Budizm'in hakim olduğu bölgelerden çıkmıştır; dolayısıyla da bu, İslami tasavvufun Budizm ve diğer Hind inançlarından etkilendiğini göstermektedir.

Özellikle de belirtilmektedir ki Hüseyin b. Mansur-i Hallaç (ö. 309) Hindistan'a yaptığı gezisinden sonra meşhur iddialarda bulunmuş ve ortalığı velveleye vermiştir.

Alford Von Kremer son olarak şöyle diyor: "Sufiler teşbih kul­lanmayı da Budistlerden almıştır. Şüphesiz ki "fena" meselesini de Budist ve Hindu zahitlerden almışlardır. Nitekim Budistler ile sufîlerin sülük makamları da birbirine benzemektedir. Her iki gurup da fikri bir temerküze inanmaktadırlar ki sufiler adına "murakabe" budistler ise "diyana" diyorlar. Her iki grup da hırka giyer, riyazet çeker ve dervişçe yaşarlar. Ayrıca sufilerin nihai gayesi fenadır. Budistlerin nihai gayesi de Nirvana'ya ulaşmaktır." (Seyr-i İrfan Der İslam, s. 48)

3. Bazıları da inanmaktadırlar ki İslami tasavvuf İranlıların Arapların İslami karşısında ortaya çıkardıkları tepkisel ve aksiyoner bir düşünce tarzıdır. Bu görüşü ise Richard Hortman ve Max Hoortan gibi bazı oryantalistler ortaya atmışlardır.

Evet, görüldüğü gibi her ne hikmetse tasavvuf, felsefe vb. ilimlerin İslam'da asla var olmadığını dolayısıyla Müslümanların bu gibi ilimleri hep Yunan veya Hind kültüründen aldığını savu­nanlar hep bu oryantalistler olmuştur Müslümanlar da bu oryan­talistlerin etkisinde kalarak birçok ilimlerin aslında İslam'da olma­dığım ve diğer kültürlerden geldiğini savunmuşlardır. Bu Müslümanlar, oryantalistlerin aslında İslam'ı donuk ve kuru birdin ola­rak göstermeye çalıştıklarını ve İslam'ın akli ilimlerle hiçbir ilişki­sinin olmadığını sadece bir Kur'an ve birkaç da hadisinin bulun­duğunu göstermek için gecelerini gündüzlerine kattıklarını bilemi­yorlar Halbuki biz İslam'daki bir şeyin İslam'da yeri olup olmadı­ğını bilmek için bu oryantalistlere mi bakmalıyız?

Onlar ne diyorsa biz kabul mü etmeliyiz?
Ustalarımdan birine "felsefe, irfan, ilm-i kelam, tasavvuf vb. ilimlerin bariz farkı nedir?" diye sorunca bana şu güzel cevabı vermişti: "Aslında bunların hepsi de aynı şeyi söy­lüyorlar. Aralarında hiçbir fark yok. Sadece tabirleri ve anlayışları farklı. Yoksa hepsi de Allah'ın azametini ve mahlûkatın acziyetini ispat etmeye çalışıyorlar." İslam öncesi irfan, felsefe, tasavvuf vb. ilimlerin Müslümanlar üzerinde bir takım etkileri olmuşsa da bü­yük İslam alimleri bu ilimleri almış, elemiş, İslam ile çelişen yerle­rini atmış ve diğer kültürlerde sözü dahi edilmeyen binlerce me­seleleri eklemişlerdir.

Zaten kültür ve medeniyet insanlığın malı değil midir? Şimdiki teknoloji de ilk insandan günümüze kadar gelen bütün insanların çabalarının bir neticesi değil midir? Şimdiki teknolojide İbni Sina'ların, Farabi'lerin, Şeyh Tusi'lerin vb. büyük İslam alimlerinin payı yok mudur? Aslında kültür ve teknolojilerin bölgelendirilişi gerçeklere ihanettir. Kültür ve teknoloji insanlığın infialidir. Bu hususta hiç kimse malikiyet iddia edemez. Kültürler arasında karşılıklı etkileşim olabilir, ama bu her şeyin başka bir-kaynaktan geldiği manasına değildir. Her şeyi ile kabul edilen bir kültür olamaz,

Dışarıdan her şeyi ile alınan kültürler kültür değil dejenere ve asimilasyondur.

Nitekim Müslümanlar felsefe hususunda da Yunan kültürün­den bazı şeyleri miras almıştır. Ama şu anda Molla Sadra'nın felse­fesinde yüzlerce konu vardır ki asla Yunan kültüründe izleri dahi görülemez. Üstelik Yunan kültüründen alınan unsurlar da aslında önceki peygamberlerin mirası olan ilahi öğretilerden ibarettir. İs­lam filozofları ve arifleri bu öğretilere sonradan eklenmiş akl-ı se­lime de uymayan cihetleri reddetmişlerdir. Aslında beşere medeni­yeti ve tüm gerçekleri peygamberler miras bırakmıştır. İnsan aklı bunun dışında bir hakikate ermiş değildir.

Şimdi felsefenin tümüy­le yunan kültüründen alındığı ve İslam'da asla yeri olmadığı söy­lenebilir mi? O halde batıdaki şu anda mevcut kültür ve teknoloji de bizim sayılır. Zira batılılar Haçlı savaşları esnasında gördükleri İslami kültür ve medeniyet unsurlarını batıya taşımış ve bunu ge­liştirerek bugünkü duruma gelmişlerdir. Nasıl ki Batılılar bugünkü var olan şeylerini İslam'dan aldıklarını söylemiyorlarsa Müslümanlar da izzet içinde var olan şeylerine sahip çıkmalı, bu hususta as­la aşağılık kompleksine kapılmamalıdır. Eğer bu ilimlerde İslam ruhuna aykırı noktalar varsa onlar tespit edilmeli ve red edilmeli­dir. Pire için yorgan yakmak hiçbir akıllının işi değildir.

Ayrıca bazılarının sadece diğer kültürlerde vardır diye İs­lam'da ve Müslümanlar arasında var olan şeylere karşı çıkması İl­mi ve akli hiçbir delile dayanmamaktadır. Kendilerinin de belirtti­ği gibi tavaf ve Kâbe’nin ziyaret edilmesi gibi adetler İslam'dan önce de vardı. Şimdi müşrikler yapıyordu diye biz red mi etmeli­yiz.? Peygamber red mi etti? Sünnet olmak, bedendeki zaid kılların traş edilmesi, tırnak kesilmesi vb. şeyler de Hz. İbrahim'den miras kalmış sünnetlerdi. Şimdi bunları Yahudiler ve Hıristiyanlar da ya­pıyordu diye red mi edelim' Peygamber red etti mi? Hiç unutmam birisi iktibas'ta yazdığı bir yazısında da Kur'an'ın öpülmesinin İs­lam'a Hıristiyanlardan geçme bir adet olduğunu söylüyordu.

Delili ise bir Hıristiyan bilgini İncil'i öperken görmesiyd.

Onun mantığı­na göre Hıristiyanlar İncil’i öpüyorsa bu demektir ki Müslümanlar da Kur'an'ı öpmeyi oradan öğrenmişlerdir Bu nasıl bir anlayıştır? Hâlbuki bu âdetin kökeni başka şeylerde olamaz mı? Örneğin bu adet insanın kutsal şeylere saygı, duygusundan kaynaklanmış ola­maz mı? Hatta o Hıristiyan İncili öpme âdetini Müslümanların Kur'an'ı öpmesinden almış da olamaz mı? Velhasıl bir şeye karşı çı­kacaksak kesin ilmi ve akli delillerle karşı çıkmalıyız.

İslami olup olmadığını ortaya koyup öyle bir şeyler söylemeliyiz. Yunan ve Hind kültüründe var olan her şey gayr-i İslami midir? İslam'a zıt ol­mayan hiçbir unsuru yok muydu? İbn-i Sina, Şeyh İşraki, Şeyh Tusi, Molla Sadra, Allame Tabatabai- Cevad-i Amuli, Hasanzade-i Amuli gibi birçok arif ve filozoflar Yunan medeniyetinden miras aldıkları her şeyi olduğu gibi mi aldılar? Hiçbir İslami sorumluluk duygusu taşımıyor muydu bunlar? Böyle demek insafsızlık olmaz mı? Biraz da akıllıca laflar etmeliyiz sırf karşı çıkmak, ortalığı vel­veleye vermek, ucuz bir kahramanlıktan başka bir şey değildir. Bu ise hiçbir Müslüman’a yakışmayan bir haslettir Elbette ki Halis Müslümanları bu gibi hasletlerden tenzih ederim.

Velhasıl bu oryantalistler diyorlar ki "İranlılar Kadisiye, Nihavend vb. savaşlarda Araplara yenilince zahiren İslami kabul ettiler. Ama batınen fikirlerini değiştirmediler. Dolayısıyla da İslam'da ta­savvuf diye otaya çıkan şeyin aslı ve esası Manizimdir Nitekim sa­filerin seyirde şeyhleri için kullandıkları sadik (dost, arkadaş) keli­mesini de manizm mensuplarından almışlardır. Ayrıca İbrahim Ed-hem, Beyazid-i Bestami, Sehl-i Tüsteri gibi büyük tasavvuf öncü­lerinin İranlı olması da bu iddianın en bariz delilidir." Bunların id­diasına göre savaşta yenilen İranlılar sufi ve arif kılığında müslümanların arasına girmiş ve bu yolla Müslümanlara büyük darbeler indirmişlerdir. (Tarih-i Tasavvuf, c.2, s.3-4)

4. Bazı araştırmacılar da inanmaktadırlar ki İslami tasavvufun kökeni Hıristiyanlıktaki ruhbanlık anlayışıdır. Bu inancı ortaya atanlar da yine Duncan Blak Macdonald, Asın Palacious, Margret Smith vb. oryantalistlerdir. Görüldüğü gibi bu hususta hangi taşı kaldırsan hep oryantalistler ortaya çıkıyor. Sanırsın ki İslam'ı bir bu insanlar düşünmüş, hep bu insanlar savunmuşlardır. Elbette ki İslam'ı halis hlmak adına küçük düşürmüş İslam'ı Kur'an ile bir­kaç hadis arasında mahpus etmiş ve hakikatte İslam'a en büyük ihanet etmişlerdir.

Bu oryantalistler diyorlar ki Hz. İsa'nın öğretileri zühd esasına dayanıyordu. İncil'i okuyan herkes bilir ki ruhbanlık ve zühd Hıristiyanlığın ayrılmaz bir parçasıdır. Tasavvufta en önemli ilke zühd ve sakınmak olduğuna göre İslami tasavvuf ve irfanın kökeni Hıristiyanlıktır.

Diyorlar ki İslam'ın zuhurundan önce de Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında irfani fikirler var idi. M.Ö. 1. asrın başlarında yaşayan Yahudi filozofu Philo'nun Tevrat ve hükümleri hakkında kullandığı tabirler sufi ariflerin Kur'an ve ayetleri hakkında kullandıkları tabir ve tevillere benzemektedir. Plotin ve Yeni Eflatun-culann Fikirlerinin esası vahdet-i vücud idi. Vahdet-i Vücud ise Hıristiyanlıkta kökleşmiştir. Zahid Hıristiyanlar dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. Nitekim "sufe" ve Ümeyye b. Ebissalt cahiliye dönemi zahidlerinden idiler.

Bunlar dünyayı terk etmiş Kâbe vb. yerlerde sadece ibadetle meşgul idiler. İslam'ın zuhurundan sonra da Mısır, Irak ve Şam gibi beldeler Müslümanlarca fethedilince Hıristiyanlar ile muaşeret ve ilişkiler içine girildi.

Dolayısıyla da Müslümanlar arasında ruhbanlık ve zühd anlayışı yayıldı. İslam'ın ilk asırlarında sufilerin yazdığı kitaplarda sufiler ile Hıristiyan ruhbanlar arasında yapılan tartışmalar yer almıştır. Bu da göstermektedir ki İslami tasavvuf Hıristiyanlığın ruhbanlık an­layışından çok derin bir şekilde etkilenmiştir. Nitekim Cüneyd-i Bağdadi'nin çağdaşı olan Haris-i Muhasibi'nin sözlerinde İncil'den birçok motifler bulmak mümkündür. Ayrıca aslen İranlı olan Cüneyd-i Bağdadi'nin valideyni de sonradan Müslüman olan Hıristiyanlar idi. Dolayısıyla Cüneyd-i Bağdadi gibi büyük arif ilk önce Hıristiyan muhitinden yetişmiştir.

Ayrıca Zün Nun-i Mısri, Ebu Haşim'i Sufi ve İbrahim Ethem gibi sufiler de ruhbaniyet ve Hıristiyanlığın merkezi sayılan Mısır, Irak ve Şam'da yaşıyorlardı. (Seyr-i irfan Der İslam s.54-55)

5. Bazı araştırmacılar da demişlerdir ki İslami tasavvuf bağım­sız bir tasavvuf anlayışıdır. Bunun esası da Kur'an'dan ve peygam­berin sünnetinden kaynaklanmıştır. Hiçbir dış etkenden etkilen­memiştir. Elbette ki İslami tasavvuf ile diğer milletlerin sufiyane ve irfani düşünceleri arasında birtakım benzerlikler olabilir. Ama bu İslami tasavvufun diğer irfani ve tasavvufi görüşlerden kaynaklan­dığı manasına gelemez. İslam dininin zaten tasavvuf rengi vardır ve İslam'ın özünde tasavvufun çekirdekleri mevcuttur. Bu görüş hem bazı Müslüman düşünürler ve hem de bazı insaflı oryantalist­ler kabul etmiştir.

Kur'an'da yer alan birçok ayetlerde iyilere cennet ve saadet dolu ebedi bir hayat, kötülere ise azap, ateş ve işkence vaat edilmiştir. Dünyanın fani ve geçici olduğu ahiretin ise ebedi olduğu beyan edilmiştir. Aslında İslam'da dünyayı kınayan ve ahireti öven birçok ayet ve rivayetler vardır. Hatta İmam Humeyni (R)'nin de belirttiği gibi bu kınanmış dünya tabiat alemi değil, insanın bu tabiat alemine olan ilgileridir.

Ayrıca peygamber ve ashabı da zühd ve sadelik içinde yaşıyordu. Müslümanlar da bunu örnek alıyor ve dersler çıkarıyordu. Dolayısıyla da Müslümanlar arasında zahidane bir hayat yaşamak fikrinin gelişiminde bu etken her şeyden daha çok etkili olmuştur.

Ayrıca İslami irfanda yer alan vahdet-i vücud gibi birçok konularda Kur'an'dan alınmıştır. Az çok tüm sufi ve irfani fırkaların inandığı vahdet-i vücud felsefesi şu ayetlerden iktibas edilmiştir;

1. Doğu da Batı da Allah'ındır. O halde nereye yönelseniz Al­lah'ın vechi oradadır." (Bakara; 115)

2. Allah göklerin ve yerin Nurudur. Onun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir. Cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır, bu ne yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi aydınlatacak Nur üs­tüne nurdur. Allah dilediğini nura kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O her şeyi bilir." (Nur; 35)

3. O evveldir, ahirdir, zahirdir. Batındır ve o her şeyi bilir." (Hadid; 3)

4. Nerede olursanız olun o sizinledir." (Hadid; 4)

5. Göklerde olanları da yerde olanları da Allah'ın bildiğini bilmez misiniz? Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mut­laka odur. Beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka odur. Bunlardan az veya çok ne olursa olsunlar, nerede bulunur­larsa bulunsunlar mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü işlediklerini onlara haber verir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir." (Mücadele; 7)

6. Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf; 16)

7. "Kullarım senden soracak olurlarsa (bilsinler ki) ben (on­lara) yakınım" (Bakara; 186)

Nitekim irfani mevzulardan biri olan muhabbet ve sevgi hak­kında da şöyle buyurmaktadır; "Ey insanlar! Aranızda, dininden kim dönerse bilsin ki Allah, sevdiği ve onların O'nu sevdiği insanlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu Allah'ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir." (Maide; 54)

Hakeza şöyle buyurmaktadır:

"Ey Muhammed, de ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin." (Al-i İmran; 31)

Zikir hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler." (Al-i İmran; 191)

Hakeza şöyle buyurmaktadır: "Rabbini gönülden ve korkarak içinden hafif bir sesle sabah akşam zikret, gafillerden olma." (Araf; 205)

Afak ve enfüste seyir ve tefekkür hakkında da şöyle buyur­maktadır:

"Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın bel­gelerini onlara hem dış dünyada (afakta) ve hem de kendi içlerin­de (enfüste) göstereceğiz." (Fussilet; 53)

Hakeza şöyle buyurmaktadır:

"Kesin olarak inananlara yeryüzünde ve kendi içlerinde Al­lah'ın varlığına nice deliller vardır, görmez misiniz?" (Zariyat; 20-21)

Sufi ve ariflerin inayet ettikleri ve yakından ilgilendikleri tevekül hakkında ise şöyle demektedir:

"Allah'a tevekkül eden kimseye o yeter. Allah buyruğunu yerine getirendir. Allah her şeyi için bir ölçü var etmiştir." (Talak; 3)

Hakeza şöyle buyurmaktadır:

"İman edenler sadece Allah'a tevekkül etmelidirler." (Maide; 11)

İslami tasavvufun kökeni hakkındaki en önemli görüşler bunlardır. Bizzat İslam sufileri ve arifleri besince görüşü yani tasavvufun İslam'dan olduğunu görüşünü kabul etmişlerdir. Ama gerçekten İslami tasavvufu müstakil bilenler ve aynı zamanda Kur'an hadis ve sahabenin hayat tarzından kaynaklandığını söy­leyenlerin görüşü daha da makbul ve gerçekçidir.

Tekâmülü seyrinde diğer milletlerin irfani anlayışından etkilenmişse de İslami tasavvuf ve irfanın kökeni Kur'an ve hadis ve sahabenin hayatıdır. Aslında genel manasıyla irfanı dinden ayır­mak mümkün değildir. Din fıtri bir şey olduğu gibi irfan da fitri "bir şeydir. Zira irfan da aslında din gibi- "insan nereden gelmiş, niçin gelmiş, nereye gidecek, yaratıcısı kimdir? gibi somlara cevap vermektedir. Elbette ki bu fıtri şey milletler ve toplumlar arasında farklı şekillerde tecelli etmiştir. Birbirine oldukça benzediği halde hepsi de müstakil birer fıtri görüş olarak ortaya çıkmıştır.

Dini kitaplara da bakacak olursak görürüz ki tüm dinlerde Allah, peygamber ve kıyamet gibi konular mevcuttur. Hatta bunlar sureten birdir teferruatta da birçok ortak hükümleri vardır. Ama buna rağmen kesin bir şekilde bunlardan hangisinin diğerinden aldığı ifade edilemez.

Tevrat İncil ve Kur'an alemin yaratılışı ile sonundan uzun uzadıya bahsetmişlerdir. İnsanları, lezzetleri, dünya şehvetlerini ve bu maddi aleme çakılıp kalmayı terk etmeye davet etmişlerdir. Hind İran ve Çin'deki dini kitaplar da eski dini kitaplardan olup hep aynı sözleri beyan etmişlerdir. Hepsi de alemleri Allah'ın yarattığını söylemişlerdir. Hepsi de maddi aleme itibarsız ve fani olarak tasvir etmişlerdir. İnsanların ebedi ve güzel hayatının ahiret hayatı olduğunu söylemiştir. Ahlak ve insanlığa saygılı olmuşlar­dır. Hepsi de birtakım cüzi ihtilaflar dışında günahkârların cezalandırılacağını söylemişlerdir.

Dolayısıyla irfan da din gibi fıtridir. Dini olan insanın arif olmaması mümkün değildir. Arif olan insan da dindar ve dini olan bir insandır.

İrfan ruhani bir teveccüh ve dinin semavi tefsiridir. Din ir­fanın menşe ve kaynağıdır. Zaten tüm dinler usul ve temel açısın­dan bir olduğu halde irfanın da her toplum ve milletlerde bir rengi vardır. Bu da renksizlik rengidir.

İki şey arasında bir benzerlik varsa bu mezkûr iki şeyin bir­birinden türediği manasına değildir. Zira her ikisi de üçüncü bir şeyin sonucu olabilir. Dolayısıyla da irfani kitap ve sözler hep bir­birine benzer. Ama bu bunların birbirinden türediği manasına değildir. Aksine hepsi de beşerin fıtri duygularından kaynaklan­mıştır.

Dolayısıyla gerçek İslami irfan ve tasavvuf İslam'dan türemiş ve gerçek ariflerin söyledikleri sözleri Kur'an, hadis ve sahabenin hayat tarzından ilham alarak söylemişlerdir. (Seyr-i İrfan, Der İs­lam s. 64-6&)

Şimdi de bazılarının eleştirdiği irfani ve tasavvufi gerçekleri ele alıp inceleyelim.

Başta da sonda da Hamd Allah'adır...
1
İSLAM VE İRFAN İSLAM VE İRFAN



VAHDET-İ VÜCUD MESELESİ

Şüphesiz ki İslami irfan ve tasavvufun en önemli ve başlıca Konularından birisi vahdet-i vücud meselesidir. "Tasavvuf ve İs­lam" kitabının yazan bu hususta şöyle yazıyor:

"Allah kitabında "Allah hiçbir şeye benzemez" buyurduğu halde tasavvuf ehli Allah'ı yaratıklarının tümünün benzeri olarak (vahdet-i vücud) algılamıştır." (önsözde, s.2)

"İslam "La ilahi illallah" (Allah'tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Tasavvuf ise bu esasla bağdaşmayan "la mevcude illallah" (Allah'tan başka mevcut yoktur) akidesini sahibi olmuştur ki, bunun meşhur adı vahdet-i vücud yani vücud birliğidir."(s.l)

"İslam akidesinden Allah; varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi orta­ğı ve benleri bulunmayan, yaratıcıdır. Kendisi var iken başka hiçbir şey yok idi ve Allah yaratıklarından hiçbirine benzememektedir.

Tasavvufta ise Allah ve yaratıklarının tümü bir varlıktır. Vü­cud birliği (vahdet-i vücud) yaratanla yaratılanın aynı olduğu görüşüdür. İslam akidesi ile taban tabana zıt olan bu görüşü akide edinen tasavvuf, saliklerini İslam'dan uzaklaştırmıştır Esas sapma da bu akide sapmasından kaynaklanmaktadır.
İslam dininde kâinat yoktan yaratılmıştır, gelip geçicidir Yalnız onu yaratan, yok­tan var eden Allah kalıcıdır, kâinat ile Allah arasında öz bakımın­dan ayrıık vardır.
Tasavvuf bu görüşü benimsemez. Tasavvufa gö­re kalıcı (Ezeli ve ebedi olan) Allah tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir Çünkü yaratılan yaratanın bütün özellikleri­ni yansıtır. Yaratılan yaratının görüş alanına çıkmasından başka bir şey olmadığı için ikisi arasında öz ayrılığı yoktur Öyleyse yara­tılanla yaratan eş varlık düzeyindedir. Birbirinin iki ayrı görünüş türüdür. Yaratılan kâinat yaratan Allah'ta vardır.
( vahdet-i vücud) yaratılma olayı Allah'ın özünden gelen, dışa vuran bir fışkırmadır, yoktan var ediş değildir

Vahdet-i vücud anlayışı Anadolu'da gelişen ilk çağ felsefesi­nin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik ol­duğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Permenides'tir Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi. Ondan sonra gelen ve Eflatun'un izinden yürüyen platines de ayrı bir açıdan yorumladı.
İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilkçağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağ­daştırmaya çalıştılar.
Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hind kültüründen özellikle dini inançlarından yararlandılar.
Mansur, Senai, Zununun-u Mısri, Şeyh Attar, Sehl-i Tüsteri, Celaleddin-i Ru­mi, Muhyiddin-i Arabî bütün düşüncelerini varlık birliği (vahdet-i vücud) üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik verdi... Gerek nitelikler gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakamından vah­det-i vücud anlayışı İslam'ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağ­daşamaz." (Tasavvuf ve İslam s.2-3)

Vahdet-i vücud oldukça uzun geçmişi olan bir inançtır. Bu inanç, M. Ö.- İkibin yıllarında Hind kavimleri arasında da mevcut­tu.

Hindli bilgin ve mütefekkirlerin tedvin ettiği "Upanishads" adlı makaleler kitabında şöyle yer almıştır:

"Eşyanın tümü, beşeri, hayvani ve nebati suretlerden tut se­mavi cisimler ve soyut varlıklara kadar var olan her şey vahdet deryasında yüzmektedir. Vahdet âlemi duyuların üstünde olup nefsiyle kaimdir. Bu da Brahman'dır. Ondan hiçbir şey türememiş-tir. Akıl kuvvesiyle idrak da edilemez. Sonsuz fezada hayaletler­den ibaret olan âlemi uyandırmış ve böylece âlem onda vücuda geldi. Sabit olan yegâne vücud "Brahman"dır. Diğerleri ise birer hayal ve seraptır."

Vahdet-i vücud "vedantas" felsefesinin temeli olup "Şangara Cariye" adlı arif vesilesiyle yaygınlık kazandı. Bu felsefe seneviyet (düalizm) felsefesine karşıdır. (Vahdet-i vücud Fazlullah Ziyaun-nur, s. 80-81)

"Vedantas" kitabında "Brahman" veya bu âlemin mutlak zati hakikati ve ruhu hakkında birtakım laflar yer almıştır ki vahdet-i vücud (pantheism) felsefesini andırmaktadır. Nitekim "Vedantas" da şu cümle oldukça meşhurdur: "Tat Tramasi" (Yani sen O'sun) Bu yüzden alimleri de şöyle diyorlar: "Kendine inanmayan kafir­dir." Vetandas'a ayrıca hiçbir şeyin bilinemeyeceği de yer almıştır. Sadece Brahman ve ve Brahman'ı tanıyan kimse bilinir ki o da ha­kikatte Brahman'dır.
Ayrıca vahdet-i vücuda işaret eden birtakım sözler de vardır. Bu görüşte var olan tek şey Brahman'dır. İnsan hayvan ve bitki birer hayalden ibarettir. Brahman her şeydir. Vel­hasıl Brahman bir hakikattir cihan ise hayalden başka bir şey de­ğildir. Varlığın özü Brahman'dır ve Ondan başka bir şey yoktur. Kesrete dikkatle bakacak olursak vahdete ulaşırız. Bu âlemdeki kesretler o tek hakikat olan Brahman'ın tecellileridir. Yani esma ve suret âlemidirler. (İslam ve Akaidul Beşer Allame Yahya Nuri, s.79-80)

Ayrıca Hind irfanında yer alan Nirvana olayı vardır ki bu da "fenafillâh" inancına benzemektedir. Elbette İslami irfandaki "fenafillâh”ta "Bekabillah" davardır. Ama Nirvanadaki fena, yokluk ve eriyiştir. Veya tikel bir ruh ve nefsin âlemin tümel nefsinde yok oluşudur.

Hind felsefesinde hulul ve ittihad inancı da vardı. Velhasıl hind kültüründe de vahdet-i vücudun izleri ve motifleri mevcuttu. Elbette ki bu inancın kökeni hakkında kesin bir şey söylenemez. Ama şu kadarını söyleyebiliriz ki bu inanç bir takım farklılıklar içinde olmasına rağmen hemen hemen birçok millet ve kavimler arasında yer almıştır. Şimdi de gelelim Yunan filozofları nezdinde vahdet-i vücud meselesine.

Bu topraklarda vücudun vahdet ve ebediliğine inanan ilk in­san Xenaphanes'tir. Bu filozoftan önce vahdet-i vücud meselesini işleyen olmuşsa da bu resmiyet kazanmamıştır. Eflatun ve Aristo da bu filozofun "her şeyin bir şey olduğuna" inandığını söylemek­tedir. Xenaphanea çeşitli ilahlara inanan ve şirke bulaşmış insanla­ra karşı savaş açan ilk Yunanlı filozoftur.

Xenaphanes'in öğrencisi Pormenides alemlerin vahdetine inanmış ve şöyle demiştir: "Vücudun ne başlangıcı ve ne de sonu vardır. Devamlı ve sonsuz bir hakikattir. Akıllı insan vahdet-i vü­cuda inanan kimsedir. Vücud ezeli ve ebedidir. Zira hadis olsa ya vücuddan vücuda gelmiş ya da yokluktan. Vücuddan olmuşsa kendinden olmuş ve neticede yine ezeli olur. Eğer yokluktan ol­muş derseniz bu da aklın kabul edeceği bir şey değildir. (Seyr-i Hikmet, c.l, s.9-10)

Pythagoras da bazılarının iddiasına göre vahdete inananlar­dan biridir. Pythagoras'ın taraftarları insani kemali Allah ile ittihadda ararlar ve dünyayı boş sayarlar. Ayrıca tenasühe de inanırlar.

Hakeza Stoacılar da vahdet-i vücuda inanırlar. Ama bunlar maddenin vahdetine inanırlar. Allah'ı sadece âlemleri düzenleyen ve idare eden olarak bilirler, yaratıcı değil. Stoacılar biri madde biri de kuvve olmak üzere iki şeye inanırlardı. Buradaki kuvve kud­ret ve güç manasınadır; fiil karşısında olan kuvve değil.
İnsandaki kuvve nefistir. Âlemdeki ise Allah'tır. İnsanda madde bedendir âlemde ise element ve unsurlardır. Dolayısıyla kuvve, faili bir ci­hete sahiptir. Madde ise infiali (etkilenme) cihetine sahiptir. (Vahdet-i vücud s.84-86)

Şimdi de İranlı filozofların vahdet-i vücud anlayışına bir bakalım.

Eski İranlı filozoflarda vahdet-i vücuda inanırlardı. Vücudun bir olduğunu sadece şiddet ve zayıflığın söz konusu olduğunu söylüyorlardı. Bu yüzden vücudu bir nur ve ışığa benzetmişlerdir. Dolayısıyla beşyüz voltluk ışık da ışıktır mum ışığı da ışıktır, mum ışığı ışık ile başka bir şeyden terkip olmadığı gibi beşyüz voltluk ışık da böyledir. Velhasıl vücud da ışık gibi tek hakikat olmasına rağmen şiddet ve zayıflık içindedir.
Allah'ın vücudu tabiri caizse şiddetli bizim vücudumuz ise zayıftır. Ama her kişi de vücuddur. Bu filozoflardan bazıları şunlardır:

Camasib, Ferşaveşter, Buzurgmerh, vb. Elbette bu filozofların inandığı nur ve ışık Mecus veya Mani'nin inandığı nur değildir. Bunlar seneviyeci yani düalist filozoflardan sayılmaktadır.

Velhasıl görüldüğü gibi vahdet-i vücud görüşü hemen he­men bütün millet ve kavimler arasında var olagelmiştir. Ama şu ka­dar demek gerekir ki vahdet-i vücud anlayışının panteizm ile karıştırılmaması gerekir. Nitekim asalet-i vücud görüşü ile egzistansi­yalizm görüşü de zahirde bir olmasına rağmen aralarında birçok-fark vardır. Gerçi ben şahsen panteizmin de mutlak şekliyle Allah ile eşyanın ayniliğine inandığını inanmıyorum.

Ben şahsen öyle inanıyorum ki Allah'ın eşyayla ayniliği daha çok cahiller tarafından bu büyük düşünür ve ariflere isnad edilen aslı olmayan şeylerdir. Bu filozoflar insan ile yaratığı arasındaki ilişkiyi ifade etmek için kelime bulamadığından bir takım muğlâk sözler sard etmiş cahiller ise bunların Allah'ın eşya ile ayniliğine inandığını söylemişlerdir. Hâlbuki bu mümkün değildir.
Örneğin Muhyuddin-i Arabî eğer böyle bir düşünceye sahip idiyse o halde neden Kur'an'ı tefsir etmiştir? Neden hayatı boyunca ibadet etmiş­tir? Eğer Mevlana böyle bir batıl düşünceye inanıyorsa o halde ne­den ibadet etmiştir?
Kendi kendine mi ibadet etmiştir? Eğer bunlar kendilerinin de Allah olduğuna inanıyorsa o halde neden tefsir yazmışlardır?
Neden ibadet etmiş, secdelere kapanmışlardır. Ben panteistler için de durumun aynı olduğuna inanıyorum. Yani bun­lar bakıyorlar ki âlemde var olan her şey Allah'ındır. Gerçek vücud Allah'ındır. Yaratıklar birer hiçtirler. Bu ilişkiyi ifade edecek keli­meler olmadığı 'için de zahiren yanlış anlamlara sebep olacak söz­leri söylüyorlardı.
Kaldı ki bu sözlerin tahrif edilip edilmediği, baskılarda bozulup bozulmadığı da belli değildir. İlerde ispat ede­ceğimiz gibi birçok sözler, sahibinin sözleri değildir.
Ya mütercim yanlış tercüme etmiş, ya baskı hatası olmuş, ya da zahirinden isti­fade edilmiştir. Allah ile eşyanın aynılığını bir tek akıl salibi ve sağ­lıklı düşünebilen kimseler kabullenemez. Ama Allah ile yarattıkları aramdaki ilişki nasıl bir ilişkidir.
"O nerede olursa olunuz sizinle­dir." ayetinin tefsiri nedir? Bu kayyumi ihata nasıl bir ihatadır? "Nerede dönerseniz dönün Allah'ın vechi oradadır" ayetinin tefsi­ri olabilecek bir söz bulunabilir mi? Bu nasıl bir vücud ve nasıl bir varlıktır?

"O her şeyin içindedir karışmaksızın; dışındadır, ayrılmaksızın" diyen Hz. Ali'nin bu sözünü hakkıyla anlayan ve anlatabilen bir kimse var mıdır? Allah'ın eşya ile birlikteliği nasıl bir şeydir? Buna birliktelik ve ihata demek bile ifade yetersizliğinden değil midir? İhata ile birliktelik iki taraf arasında mekân açısından bir ayrılık vardır. Örneğin o da bizleri ihata etmiştir. Ama biz odadan mekân açısından farklıyız.
Yani ben odayı işgal ediyorum. Oda beni ihata ediyor. Allah da böyle midir? Oda benim dışımı ihata ediyor ama içimi de ihata ediyor mu? Böyle olursa hâşâ Allah noksan bir varlık olur.
O halde bu nasıl bir şeydir? Ne akılla derk edilecek bir şeydir ve ne de kelimelerle ifade edilebilecek bir şeydir. Nitekim İmam Humeyni de bu ifade yetersizliğinden yakınarak şöyle buyurmaktadır, Hamd suresinin tefsirinde:

"En yakın tabir yine deniz ve dalga misalidir. Genci bu da na­kıstır" Yani Allah (tabiri caizse) denizdir. Bizse dalgalarız. Dalga ile deniz arasındaki ilişki nasıl bir ilişkidir. Şimdi İmam'ın sözleri­nin zahirine bakan cahil, İmam'ın Allah ile eşyanın ayniliğine inandığını sanır. Zira köpük de neticede o deniz değil midir? Ama İmam gerçekten böyle mi demek istiyordu.
' Elbette ki hayır! Öyle olsaydı neden son nefesine kadar gece namazlarını dahi kaçırmadı? Neden ağlar, sabahlara kadar dua ederdi? Ama ne yapsın, bun­dan daha iyi bir tabir bulamıyordu.
Gerçi, İslami tüm gerçeklerin 600 sayfalık bir kitapta olduğunu ve bunu da herkesin kolayca anlayabileceğim söyleyen bir cahile bunları anlatmak çok zordur. Ama biz Hakkı arayanlara hitap ediyoruz, kendi bildiğinin hak ol­duğunu dayatanlara değil. Allah ile eşyanın ayniliğini hiçbir akıllı iddia etmemiştir.
Belki Allah'tan başka bir şeyin olmadığını diğer şeylerin birer gölge ve dalga mesabesinde olduğunu söylemişler­dir. Nitekim Mevlana, Muhyiddin-i Arabî, Molla Sadra vb. ariflerin ve filozofların vahdet-i vücuda inandığı halde Allah ile eşyanın ayniliğini reddetmiş küfür saymışlardır. Bunu ilerde örnekleriyle açıklayacağız.

Şimdi de İslam'da vahdet-i vücud anlayışım tarihçesine kısaca bir bakalım.

İlk önce hatırlatmalıyız ki bazı arifler vahdet-i vücudu ispatlamak için birtakım ayetlere temessük etmektedirler ki biz bunlar­dan bazısına işaret ediyoruz:

1. "Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" (Bakara; 115) (Allah'a dönmüş sayılırsınız)

2. "Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf; l6)

3. "Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir." (Hadid; 4)

4. "O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır ve o her şeyi bilir." (Hadid; 3)

Söylemek gerekir ki İslam'ın zuhurundan sonra sözlerinden vahdet-i vücud görüşü anlaşılan ilk insan Hz. Ali'dir ki elbette o da ilmini Rasulullah'tan almıştır. Hz. Ali (A.) Nehcül Belaga'nın ilk hutbesinde şöyle buyuruyor: "Allah her şeyle birliktedir ittisal ve karışmaksızın. Her şeyden gayridir, ama ayrılmaksızın." (Nehcül Belaga-i Abduh s. 17)

Bilindiği gibi Allah'ın eşyayla birlikteliği ve Allah'ın ihatası kayyumi bir ihatadır. Yani bütün eşyanın kıvamı Allah iledir ve eş­ya Allah ile kaimdir. Aralarında zati bir tebayün ve ayrılık yoktur. Allah ile eşyanın farklılığı kâmil ile nakıs yüce ile alçak'ın farklılı­ğıdır. Velhasıl Allah ile kul arasında neden-sonuç ilişkisi vardır ki her ikisi de bir hakikattendir, ama derece açısından farklıdırlar.
Hakeza Hz. Ali bir başka yerde şöyle buyuruyor: "Allah eşyaya hu­lul etmemiş ki "Allah eşyanın içindedir" densin. Hakeza eşyanın dışında da değildir ki "Eşyadan uzaktır" denilsin." (Nehcül Belaga-i Abduh Mısır baskısı, s. 123)

Bu cümlelerden anlaşıldığı üzere Allah ile yaratıkların farklılı­ğı, ayrılık ve zati bir farklılık değildir. Belki vasfi bir ayrılıktır. Gü­neş ile ışığı veya deniz ile dalgası gibi.

Ama İslam arifleri arasında vahdet-i vücud inancım izhar ede­rek meşhur olan şahıs Beyazid-i Bestami'dir. Daha sonralan Cüneyd-i Bağdadi'nin sözlerinde de vahdet-i vücud motiflerini gör­mek mümkündür. Nitekim şöyle demiştir: "İki kimse arasında "sen benim" demedikçe muhabbet ve dostluk hâsıl olmaz."

Hakeza Şibli'den de bunun benzeri sözler nakledilmiştir. Ebul Hasan-i Harkani de şöyle diyordu: "Allah'ım beni "Ben ve sen" di­yeceğim bir makamda bırakma" Hace Abdullah-i Ensari de vah­det-i vücuda inananlardan idi.

İmam Gazali'de vahdet-i vücuda inananlardan idi. Nitekim bir sözünde şöyle diyor: "Âlem Allah'ın kitabı ve tasnifidir. Yaratı­lış gözüyle âleme bakan yaratıcısından başkasını göremez. Ona âşık olan da hakikatte yaratıcısına âşık olmuştur."

İmam Muhammed Gazali'nin değerli kardeşi Ahmed Gazali'de vahdet-i vücuda inananlardan idi. Onun öğrencisi Aynul Kuzzat-i Hamedani de vahdet-i vücud taraftan bir kimseydi.
Feru-duddin Attar, Muhyiddin-i Arabi Sadmddin-i Konyevi, Mueyyiduddin-i Cündi, Kemaluddin Abdurrezzak-i keşani, Fahruddin-i Iraki, Evhadi-i Meragei, Şeyh Mahmud-i Şebisteri, Hafız, Şems-i Mağribi, Naruddin .Abdurahman-i Cami, Molla Sadra, Hatıf-i İsfahani, He­kim Sefa, vb. birçok arifler de vahdet-i vücuda inanmış kimseler­di. (Vahdet-i Vücud, s. 105-126)

Şimdi de vahdet ile kesret yani vücudun hakikatinin müm­kün varlıklar ile olan irtibatı hakkındaki görüşleri ele alacak ve bu hususta kısaca bir takım açıklamalar da yapmaya çalışacağız.

1. Vücudun hakikati farklı aynalarda beliren tek surete ben­zer. Bu farzda kesret aynalardadır. Aynadaki surette değil. Suret de aynanın küçüklük veya büyüklüğüne bağlıdır. Muhyiddin-i Arabî bu hususta şöyle diyor:

"Zatın tecellisi daima tecelli edilen şeyin suretine bağlıdır."

Nimetullah Veli de şöyle diyor:

"Zat her aynada bir isimle tecelli etmiştir ve bir suret çeşitli aynalarda zuhur etmiştir." (Resail-i Şah Nimetullah, s.304)

Bu irtibat ve ilişki türüne "aks ve akis" (suret ve ayna) irtibatı diyorlar. Bu görüşü bazı Ehl-i Beyt imamları da kabul etmiştir. Ne-tikem adamın birisi Memun'un meclisinde İmam Rıza'ya "Acaba Allah mevcudatta mıdır, yoksa mevcudat mı Allah'tadır?" diye so­lanca İmam şöyle buyurdu:

"Hiç birisi" Daha sonra da şu misali verdi: "Sen aynanın karşısında yer alıp şekline baktığında acaba sen aynada mısın, yoksa ayna mı sendedir?" Burada ayna eşyanın mahiyeti, suretler ise mutlak Zatın zuhurudur ki O birdir, Ama mevcut mahiyetler çeşit­lidir. Allah'ın ise ne bir sureti vardır ve ne de bir yere aksetmekte­dir.

2. Bir olan zatin kesretlere olan nisbeti birin, sayılara olan nisbetidir. "Kayseri" şerhinde şöyle diyor: Bir sayısı sayılan vücuda getirir. Sayılar birin mertebelerini belirler. Bu yüzden bir sayı de­ğildir sayılan vücuda getirendir."

3. Mutlak hakikatin âlemle olan ilişkisi gölge ile gölge sahibi arasındaki ilişkidir. Allah'ın gölgesinden maksat vücudun mümkünat elbisesinde zuhur etmesidir.

4. Mutlak vücudun âlemle olan irtibati beden ile ruhun irtiba­tıdır. Zira Allah âlemlerin canıdır ve âlem tümüyle bedendir.

Kaşani şöyle diyor: Âlem Allah'ın suretidir, (mazharıdır) Allah ise alemin ruhudur" Nitekim Mevlana da bir şiirinde Allah'ı "Canların canı" diye tavsif etmiştir.

5. Vacib'in zati "mütekellim", yaratıkları ise "kelam" gibidir. Öyle bir mütekellim bir an konuşmayacak olsa kelamı da kesilir ve yok olur. Bu yüzden mevcudat "ilahi kelimeler" olarak adlandırılmıştır.

6. Vücudun mebdei "mastar" kâinat ise bu mastardan türe­miş kelimelerdir.

"Mutlak varlık mastar gibidir.

Âlem ise hep isim fiil ve harflerdir.

Hiçbir misal mastarsız olmadığından

Her neye bakarsan Hakk'ı görürsün"

7. Mutlak zat deniz gibidir. Eşya ve kesretler ise dalgalar.

"Vahdet kan dolu bir deryadır

Ki binlerce deli dalga ondan oluşur."

Daha önceden de dediğimiz gibi İmam da bu misali tercih et­miştir.

8. Allah'ın eşyayı nispeti küllün (Tümelin) eczasına olan nispetidir.

Allah tüm sıfatlara sahip olduğundan "küll" olarak adlandırılmıştır.

9. Hakk'ın mümkünata olan nispeti güneş ile ışığı arasındaki nispet gibidir.

10. Hakk'ın mevcudat ile olan nisbeti su ile kar arasındaki nispet gibidir.

11. Vücudun hakikati sevinç mümkünat ise tebessüm gibidir.

12. Hakiki vücud bahar gibidir kesretleri ise bağa benzer.

13. Mutlak varlık nesim gibidir, mümkün varlıklar ise toz gi­bidir.

14. Mutlak varlık tohum, kesretler ise ağaçlar gibidir.

15. Mümkünat daireye mutlak vücud ise dairenin muhitine (ihata edicisine) benzemektedir.

16. Mutlak zat bir kalem, kâinat ise harfler gibidir.

17. Hakk'ın zatı bir mum, kesretler ise aynalar gibidir.

18. Mutlak zat insanın nefsi mümkünat ise nefsin kuvveleri gibidir. Yani kesret vahdette gizlidir.

19. Mutlak zat ney'in sesi, kesetler ise yankılanan ses gibidir.

20. Mutlak zat hiçbir tecellisi olmayan "elif', eşya ve kâinat ve diğer harfler gibidir." (Vahdet-i Vücud, s.163-174)

Görüldüğü gibi bütün bu tabirler ifade yetersizliğindendir.

Ama dikkat edilirse hiçbirisi de Allah ile eşyanın aynı olduğu­nu iddia etmemiştir. Allah'ın azametini ve yaratıkların hiçliğini ifa­de edebilecek en iyi örnekleri bulmaya çalışmıştır. Aslında bazılarının "Allah ile eşyanın birliği" diye tabir ettiği şey vahdet-i vücud değil vahdet-i mevcuttur ki hiçbir İslam arifi bunu iddia etmemiş­tir.
Vahdet-i Vücud ile vahdet-i mevcut birbirinden farklı şeylerdir. Vahdet-i mevcut daha çok "hulul ve ittihad" inancı ile uyum için­dedir ki bizzat Mevlana ve Molla Sadra gibi vahdet-i vücuda inanan kimseler de bu inancı reddetmiş ve küfür saymışlardır. Nite­kim bazılarının vahdet-i mevcuda (Allah ile eşyanın ayniliğine) inandığını söylediği Muhyiddin-i Arabi hazretleri bu hususta şöyle diyor:

"Ne hulul ne de ittihat (aynilik)

Zira hulul geçmeyen bir hastalıktır.

İttihat (Allah ile eşyanın birliği) ise

Sadece ilhat ve küfür ehlinin sözüdür." (vahdet-i vücud s. 186)

Aslında İslam ariflerine göre var olan tek varlık Allah'tır. Gay­risi onun tecellileridir, gölgesidir.

Nitekim İmam Humeyni Misbahul Hidaye kitabında Muhyid­din-i Arabi'den şöyle naklediyor: "Alem daima gayb halindedir, asla zahir olmamıştır. Allah ise her zaman zahirdir, asla gaib olma­mıştır." (s. 146-147)

İmam (R) da şöyle buyuruyor: O halde tahakkuk vücud, gayb ve şuhud âleminde zahirde batında, evvelden sona var olan tek şey Allah'tır, O'ndan gayrisi vehim ve hayalden ibarettir." (s.147)

Ama İmam (R) da eşyanın Allah ile birliği hususunu reddederek şöyle diyor: "Âlem Allah'ın zahir olan ismidir. Allah'tan gayri manasına bir alem ise zahir olmamıştır. Dolayısıyla Külli-i Tabii (Allah'ın eşya ile birliği) doğru değildir." (s. 148)

Görüldüğü gibi İslam ariflerinin vahdet-i vücud anlayışı Allah ile eşyanın ayniliği manasına değildir. Aksine eşyanın vücudunu inkâr ederler. Allah'tan gayri her şeyin helak ve mahvolduğunu var olan tek hakikatin Allah olduğunu söylerler. Nitekim Kur'an da şöyle buyuruyor:

"Ondan başka her şey helak olmuştur (yoktur)" (Kasas-, 88)

Ayette "Allah'tan başka her şey haliktir" yani helak olmuştur buyrulmaktadır. Dolayısıyla "helak olacaktır "diye meal vermek doğru değildir.

Velhasıl İslam ariflerinin vahdet-i vücud anlayışı bazılarının dediği gibi Allah ile eşyanın birliği değildir. Allah ile eşyanın birliği vahdet-i mevcud anlayışıdır ki büyük İslam ariflerinin tümü bundan beridir. Mevlana, Muhyiddin-i Arabi, Molla Sadra, vb. arif­lerin bazı sözlerinin zahirinden bunun aksi anlaşılıyorsa da bu bü­yük zatlar bunu asla murat etmemişlerdir.
Zira başka yerlerde bu­nu kesin bir dille reddetmişlerdir. Dolayısıyla biz de böylesi müteşabih sözleri bir yana bırakmalı, muhkem ve kesin sözlerine bak­malıyız. Zaten bu sözlerin tahrif edilmediği, baskı hatası olmadığı veya yanlış tercüme edilmediği de belli değildir. Dolayısıyla da bu hususta ihtiyat etmek gerekir.
İnsaflı bir insan böylesi büyük insanların kâinattaki eşyanın Allah ile birliğine inandığı kabul edebi­lir mi? Yani bu insanlar bu kadar da mı akıllan ermez insanlardı? O halde neden ibadet ediyorlardı? Kendi kendilerine mi tapıyor­lardı? Mevlana da şöyle diyor bu hususta:

"Böyle olacak olursa resullerin irsali ve kitapların inzali batıl olur." O halde biraz düşünerek konuşmak gerekir. Allah tüm Müslümanları iftira, yalan ve yersiz sözler sard etmekten korusun.

Vahdet-i Vücud meselesinde "irfan ve felsefe" kitabının yazarı "Walter Terence Stace" şöyle diyor: "Pantheism ( vahdet-i vücud) felsefesi lügat açısından Allah ile eşyanın ayniliğini ifade etmektedir. Ama ben bunu kabul etmiyorum. Gerçekten de Abraham Wolf un dediği gibi spinoza buna mı inanıyordu? Vedantas'ın maksadı da bu mudur?

Spinoza'nın kullandığı dilden bu anlayışılıyor. Spinoza Allah ve kâinatı eş anlamlı olarak kullanıyor zahirde. "Yaratıcı tabiat" (Natura naturans) ile "yaratılan tabiat" (Natura naturata)'ın farkını anlatınca herhangi bir fark ortaya koyamıyor.

Hakeza Vedantas felsefesi için esas aldığım "Upanishads" adlı makaleler kitabı da zahiren Allah ile kâinatın ayniliğinden söz edi­yor:


"Sen o ateşsin

Sen o güneşsin

Sen o havasın

Sen o aysın

Sen o yıldızsın

Sen yüce Brahman'sın

Sen tüm sularsın

Sen hepsini yaratansın." (İrfan ve Felsefe, s.215-216)

Upanishad'ın teşbih ve istiare dolu şairane bir dili vardır. Bu­rada sayılanlar aslında "tüm kâinat" manasındadır. Şimdi bu güzel şiiri mantık bıçağının eline verirsek yazık olmaz mı? Ama görüldü­ğü gibi şiirin sonunda Brahman'a hitaben "Sen her şeyi yaratansın" deniliyor. Bu sizin inandığınız manadaki vahdet-i vücud ile çeli­şen bir şey değil midir? O halde Spinoza da hakikatte zahirde çeli­şen bir takım şeyler ifade etmektedir. Dolayısıyla da Upanishads da, Spinoza gibi Allah'ın birliğini ifade etmektedir; Allah ile kâinatın birliğini değil.
Dolayısıyla Vetandas'ın ve Spinoza'nın vahdet-i vücuda inanmadığım söylemiyorum. Ama diyorum ki vahdet-i vü­cud Allah'ın birliği manasınadır. Allah ile kâinatın birliği ve ayniliği manasına değildir." (İrfan ve Felsefe; s.217-218)

Evet, önceden de dediğimiz gibi gerçekten de akıl sahibi hiç­bir filozof ve arif vahdet-i mevcudu yani Allah ile kâinatın aynili­ğini savunmaz. Onlar vahdet-i vücudu yani var olan tek hakikatin Allah olduğunu gayrisinin ise yok ve hiç sayıldığını söylemiş ve iddia etmişlerdir. Dolayısıyla da birtakım müphem ve muğlâk laflarını bir kenara itmeli veya muhkem sözleri esasınca tevcih etme­liyiz. Edeb ve insanlığa yakışan da budur zaten.
İleride bu şahsi­yetler hakkında gerek tercümelerde ve gerekse baskıda yapılan yanlışlıkları da gözler önüne sereceğiz ki edeb ve saygı sahibi olanlar hakikati görüp, İslam dinine nice büyük hizmetler eden bu şahsiyetlere dil uzatmasınlar Eğer İslam Mevlana ve Muhyiddin-i Arabi gibilerin değil de İbni Teymiye ve Abdulvahhab gibile­rin eline kalsaydı bu yirminci yüzyılda nasıl bir İslam'la karşı karşıya gelmiş olacaktık, bunu bilmek için hiç de öyle derin bir ilme sahip olmak da gerekmiyor. Allah bizleri dinine hizmet eden kullarından eylesin Başta da sonda da hamd Allah'adır...


İNZİVA

İnziva meselesi de hemen hemen tüm milletler ve kavimler arasında var olagelmiş bir şeydir. Her zaman bir takım fesat, riya, düzenbazlık içki, kumar, hile vb. pisliklerin her yeri kapladığını dolayısıyla da nasihat, öğüt ve sözün fayda etmediğini gören bazı temiz yaratılışlı ve fıtratı bozulmamış insanlar bir köşeye çekilmiş kendisini ve kendisine bağlı kalan kimseleri tehzib ve tezkiye et­mekle meşgul olmuşlardır. Elbette ki bu inziva anlayışında mün­zevi insanın dini anlayışının ve dünyaya bakış açısının da etkisi vardır.
Örneğin Budizm gibi bazı dinler zaten salt "ferd" ile ilgi­lendiğinden budistler de tabiatı gereği topluma karışmamış ve fer­di bağlamda kalmıştır.

Ama bilindiği gibi İslam sosyal bir din olduğu gibi ferdi bir dindir de. İslam hem ferde ve hem de topluma hitap etmiştir. Do­layısıyla da İslam'da toplum, göz ardı edilmemiş, bir kenara itilmemiştir. Bunun en açık örneğini asr-ı saadette de görmekteyiz. Örneğin ashab-ı suffe diye bilinen en zahid insanlar bile kılıç sallı­yor, savaşıyor ve hatta şehid oluyorlardı. Ama özellikle Rasulullah'tan sonra toplumda başlayan bir takım sapmalar temiz yaratılışlı Müslümanları bir yere kadar dizginlediği bilinen bir gerçektir.

Hz, Ali gibi Allah'ın aslanı ve savaş meydanlarının kahramanı olan bir insan evine kapanmış, inzivaya çekilmiştir. Özellikle de Ebu Zer'in 3. halifeye yaptığı itirazın fayda etmemesi bu itiraz se­bebiyle hiçbir otun bile yeşermediği Rebeze çölüne sürgün edil­mesi ve orada içler acısı feci bir şekilde vefat etmesi ve buna Müslümanların sessiz durması bu inziva ruhunu Müslümanlar ara­sında daha da bir canlandırdı.
Daha sonra Hz. Ali gibi ilahi adalet ve sosyal eşitlik taraftan bir insanın başına gelenleri, Muaviye ve Yezid gibi imanın tadını almamış salahiyetsiz insanların hilafet makamını gasp etmelerini ve toplumda kadın, şarab, kumar, cinsel bozukluklar vb. pislikleri gören aynı zamanda söz nasihat ve öğü­tün de fayda etmediğini gören bazı temiz niyetli insanlar bir köşe­ye çekilmiş ve zahirde insanlardan uzak durmuşlardır.

Nitekim tasavvuf ve irfan anlayışının Müslümanlar arasında ağırlık basması da zulüm ve fesadın yaygınlaştığı bir zamanda ol­muştur. Elbette bu Müslümanlar yine de sanıldığı gibi tümüyle ev­lerine kapanmış değildi. Sadece siyasetin günümüzdeki gibi dü­zenbazlık manasında kullanıldığım gören büyük zatlar siyaset sah­nesinden ayrılmış, ama yine de insanları terbiye ve tezkiye işin­den el çekmemiştir. Dolayısıyla da Hıristiyanlıkta olduğu şekliyle bir inziva ve uzlet asla olmamıştır. Nitekim Mevlana, Hace Nasruddin-i Tusi, Muhyidin-i Arabi gibi inzivaya çekildikleri iddia edi­len kimseler bir dağa çekilip yalnız yaşamış kimseler değildir.
Ak­sine hepsi de yüzlerce insan terbiye etmiş, İslam alemine ilmi ve kalemiyle büyük hizmetler vermişlerdir. "Tasavvuf ve İslam" yaza-n ise şöyle diyor; "inziva bir köşeye çekilme ve çekilip hiçir iş^ karışmama, dünya işlerinden vazgeçme manasınadır.
İslam'da ise insan için en olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsi açısından, hem aile efradı açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de toplum açısından bir Müslüman’ın hiçbir sebeple kendini tecrid etmesi düşünülemez. Hele kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak Müslüman’ın böylesi bir dünyadan el etek çekmesi üzerindeki farzları yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki hiçbir surette böylesi bir işe yol bulabilmesi mümkün değildir. Müslüman olarak İslam'da sevap böyle dünyadan el-etek çekerek değil insanların içinde toplum halinde yaşayarak ve nor­mal bir hayat sürdürerek Allah'ı razı etmekle kazanılır.
İslam böy­lesi bir davranışa kişinin kendini toplumdan soyutlamasına izin vermediği gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini Al­lah'ın emrettiği şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebepledir ki pey­gamberin gününde inzivaya çekilen yoktur. Bu husustaki haber­ler de uydurmadır" (s.4)

Evet, ben iddia ediyorum ki Müslümanlardan hiç kimse yazarın dediği manada bir inzivaya çekilmemiştir. Görevini ihmal et­memiştir. Aksine görevinin siyaset sahnesinden ayrılmak olduğunu görmüş ve zahirde siyasetten ayrılarak kendi normal hayatını yaşamışlardır. Zaten bir de kişisel kabiliyetler, ferdi kapasiteler söz konusudur ki yazar bundan da gaflet etmiştir. Günümüzden ör­nek verelim.
Bir İmam Humeyni (R) ele alalım ve bir de Allame Tabatabai'yi, Şimdi zahire bakacak ve yazarın aklıyla hareket ede­cek olursak İmam'ın gerçek bir Müslüman olduğunu, ama mer­hum Tabatabai'nin göreviyle amel etmediğini siyasetle ilgilenme­diğini dolayısıyla da inzivaya çekildiğini söylememiz gerekir.
Hâlbuki bu ne kadar gerçekçidir? İmam bütün bu inkılab ve hareket­leri yaparken Allame Tabatabai de inkılab için ilmi şahsiyetler yetiştiriyor, terbiye ediyordu.
Bugün bilindiği gibi İnkılâbın başında yer alanlar, inkılâbı idare edenler ve hatta bu inkılâbın ruhu olan kimseler hep Allame Tabatabai'nin terbiye ettiği ve yetiştirdiği kimselerdir. Allame Tabatabai zahirde inziva halinde yaşıyordu Siyasetle ilgilenmiyordu. Ama hakikatte bir inkılâbın beyin adamlarını terbiye ediyordu. Şunu da belirtmek gerekir ki masumlar dışında hiç kimse bütün siyasi, ilmi, ferdi ve içtimai faaliyetlerini bir arada eşit bir şekilde yürütmemiştir. Mutlaka birisi ağırlıklı olmuştur. Gece gündüz siyaset idarecilik ve toplumsal işlerle uğraşan bir insan gece gündüz ilmi araştırmalar yapan bir insanın ilmi hizmetlerini verebilir mi?
Dolayısıyla bir toplumda fırıncı ve çöpçüle­rin varlığı ne kadar gerekliyse gece gündüz ilmi çalışmalar yapan, ilmi şahsiyetler terbiye eden insanların varlığı da o kadar gerekli­dir.
Şimdi çağdaş siyasetçilere "toplumcu" demek ama binlerce il­mi şahsiyetler terbiye eden evindeki veya medresedeki bir alime "münzevi" demek insafsızlık ve bilgisizlik olmaz mı.' İmam Hüse­yin görevlin kıyam olduğunu teşhis edince kıyam etti, çocuklarıyla şehadet meydanlarına koştu. Ama oğlu İmam Seccad (A) top­lumda dürüst insanların olmadığını, siyasetin düzenbazlık haline geldiğini ve dolayısıyla görevinin insan terbiye etmek olduğunu teşhis edince o da duaya-, tezkiye ve terbiyeye yöneldi. Şimdi imam Hüseyin "toplumcu" İmam Seccad ise "münzevi" birisidir demek insafsızlık olmaz mı? İmamlar "Hepimiz bir nuruz" deme­mişler mi? Nitekim İmam Seccad olmasaydı o bozuk toplumda onca değişiklikler ve inkılâplar vücuda gelir miydi? İmam Seccad'ın gece ibadetlerinde döktüğü gözyaşları ile İmam Hüseyin'in Kerbela'da döktüğü kanların hiçbir farkı yoktur. Her ikisi de top­lumda büyük inkılâplar vücuda getirdi. Diğer imamlar da böyley­di. Kendisine veliahtlık teklifini bile kabul etmiyorlardı.
O şartlar­da siyasete karışmanın yapılan zulümlere ortak olmak manasına geldiğini çok iyi biliyorlardı. Zalimler böylesi şahsiyetlerin inzivasının da birer inkılâp olduğunu bildiği için hemen onları öldürme­nin, ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlardı.
Müslümanlar özel­likle de büyük şahsiyetler arasında dağlara çekilip her şeyden el çeken birilerinin olduğunu ne duydum ne de okudum. Duyan ve­ya okuyan varsa ilan etsin bizler de bilelim? Ama evinde veya medresesinde kendisini ve binlerce insanı terbiye ve tezkiye et­mek, ilmi araştırmalarda bulunmak ile meşgul olan kimselerin "münzevi" olduğunu söylüyorlarsa bu insafsızlıktır.
Üstelik bu in­sanların kendilerine soralım sizler ne yapıyorsunuz? Şimdiye ka­dar İslam alemine ne gibi hizmetler ettiniz? Kaç insanı terbiye edip bu ümmete hizmet etmeye gönderdiniz? Bir dergi çıkarmak veya bir kitap basmakla toplumcu olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Fikir sefaletinin bu kadarına da pes doğrusu! Bir dergi ve kitap bastın mı toplumcu olursun, ama evinde veya medresende ilmi araştırmalar yapıp binlerce talebe yetiştirdin mi "münzevi" sayılı­yorsun, bu ne anlayış bu ne düşüncedir? böylesi insanlara Allah hidayet etsin demekten başka bir şey diyemiyoruz.

Şimdi de "münzevi" diye lanse edilen Mevlana'nın inziva hakkındaki sözlerini aktaralım:

"Kuş dedi ki: Azizim halvette oturma Ahmed'in dininde ruhbanlık iyi değildir.

Peygamber ruhbanlığı nehyetti. Sen nasıl oldu da böyle bidate kapıldın.

Cuma namazını kılmak, namazı cemaatle eda etmek, halka iyilik yapmalarını tanrı buyruklarını tutmalarını emretmek, kötü­lükte bulunmaktan çekinmek lazım.

Kötü huyluların zahmetlerini çekip sabretmek, bulut gibi hal­ka menfaatli olmak gerek.

"İnsanların hayırlısı halka faydası olanıdır" babacığım,

taş değilsen taşla toprakla işin ne?

Acınmış, Tanrı rahmetine erişmiş ümmetin arasında ol, Ah­med'in sünnetini bırakma, ona mahrum et kendini.

Adam dedi k: Aklı tam olmayan akıllı kişinin yanında taşa kerpice benzer.

Ekmek isteğine düşen, eşekten farksızdır. Onunla konuşup görüşmek ruhbanlığın ta kendisidir.

Çünkü Haktan başka ne varsa hepsi mahvolur gider. Her ge­lecek bir müddet sonra gelir, olacak olur.

Adam olmayan kişinin hükmü de kıblesine benzer. O ölüyü arayıp durur, var onu da ölü say sen.

Böyle adamlarla düşüp kalkan da rahiptir. Çünkü düşüp kalktığı adamlar taştan kerpiçten başka bir şey değildir.

Hatta onlar taştan kerpiçten de beterdir. Çünkü taş ve kerpiç kimsenin yoluna vurmaz. Hâlbuki bu kerpiçlerden insana yüz binlerce zarar gelir.

Kuş, iyi ama dedi asıl savaş, yolda böyle yol vuranlar olunca savaştır.

Aslan gibi olan er, halkı korumak, onlara yardım etmek ve düşmanla savaşmak için emin olmayan yola gelir.

Erlik yolcu düşmanla çatıştığı zaman meydana çıkar.

Peygamber kılıçla gönderildi. Ümmeti de saflar yaran er bir ümmettir.

Bizim dinimizde iş savaştadır.

İsa dininde mağaraya dağa çekilip ibadette.

Adam dedi ki:

Evet, ama insanda güç kuvvet varsa kötülüklere karşı durabilirse.

Kuvvet olmayınca çekinmek daha doğru. Takatin yetmeyece­ği şeyden kaçmak daha yerinde bir iş" (Mesnevi, s.6. s.41-42)

Evet, görüldüğü gibi Mevlana da uzlet ve ruhbanlık ehli değil­dir. Ama kıyam ve savaş için kuvvet ve güç lazımdır diyor. İmam Hüseyin'e kırkbin insan beyat etti de ne oldu? Kendisini Kufe'ye davet ettiler de ne yaptılar?

Para için dinar ve dirhem için peygamberin aziz torununu ve hatta en kâfir insanların bile yapmadığı şekilde süt emen çocukları oklarla delik deşik etmediler mi? Cennet ehlinin efendisi İmam Hüseyin’in başını kesip mızrakların ucuna takmadılar mı? Şimdi böyle insanlar arasında İmam Seccad ne yapabilirdi? Hz. Ali (a) bile o insanlar arasında beyatı istemeye istemeye kabul etmedi mi? Hz, Ali (A) gibi bir Hayber, Uhud, Bedir vb. savaşların kahramanı ne oldu da yıllarca inzivaya çekildi? Demek ki kıyam ve ha­reket için birçok şartlar gereklidir.

Yoksa zaten "münzevi" diye lanse ettikleri hiçbir insan dağa mağaraya çekilmiş değildi. Eserleri, hayatı, her şeyleri ortadadır. Bunlara "münzevi" diyenler de ortadadır. Allah rızası için gelin mukayese edin. Mevlana, Muhyiddin-i Arabî, İbn-i Sina, Şems-i Tebrizi İmam Humeyni, Molla Sadra, Cevadi-i Amuli, Hasanzade-i Amuli vb. ariflerin hayatı, eserleri ve hizmetleri ile irfan ve felsefe­ye karşı çıkanların hayatı eserleri ve hizmetleri mukayese edilsin. Gerçek dine kimler hizmet etmiştir görülsün.
Bunları araştırın tüm hakikatler ortaya çıkar.

O zaman asıl münzevi kim belli olur. Bir iki sıradan sufinin yaptığı yanlışlıkları tüm irfan ehline mal etmek insafsızlık olur. Ashab arasında da kansını, çoluk çocuğunu terk eden, etyemeyen kimseler yok muydu? Biz şimdi bu birkaç şahıs sebebiyle tüm sa­habeye dil uzatabilir miyiz?
O halde birkaç sufinin hesabını da ir­fandan ve tasavvuftan ve gerçek ariflerden ayrı tutmak gerekir. Bir sufi eşini, çoluk-çocuğunu terk ediyor, ölmeden ölüyorsa, bunun çağımızın gerçek ariflerinden olan İmam Humeyni ile ne ilişkisi var? Gerçek irfanla ne irtibatı var. İmam da arif değil mi? "Değildi" diyorsanız alın kitaplarını okuyun.
Kırk Hadis Şerhini, Sirrus Salât, Misbah'ul Hidaye, Adabus Salât vb. birçok irfani kitaplarını oku­yun. O halde biz gerçek ariflerle sahte arifleri, gerçek sufilerle sahte sufileri gerçek tasavvuf ve irfan ile sahte tasavvuf ve irfanı birbirinden ayırmalıyız. Yoksa kıyamete kadar doğru yolu bula­nız, bocalayıp dururuz. Önceden de dediğimiz gibi irfan ve ta­savvuf insanın fıtri bir duygusunun ifadesidir. İrfan ve tasavvufa karşı çıkmak insanın fitratına karşı çıkmaktır.
Ama her şeyde oldu­ğu gibi bunlarda da hurafeler, yanlışlar, yalanlar aslı astarı olmayan şeyler vardır. Taşlan ayıklar pirinci alırlar, pirincin içinde taş var diye pirinci atmazlar. Pire için yorgan yakmazlar.

Eğer bir şeyde hurafeler varsa onları red ederler. Tefsirlerde hadislerde bu yok mu? Şimdi bunları atmamız mı gerekir? Örneğin bilindiği gibi Muhyiddin-i Arabî "Futuhat-i Mekkiye" adlı eserini tam otuz yılda yazmıştır. Şimdi "İslam alimleri Ansiklopedisinde" yer aldığı üzere Muhyiddin başka bir beldeye gidince oranın halkı kendisinden Fütühat'ı istemiş, İbni Arabi ise kitabın yanında olma­dığını söylemiş, ama kalemi alıp hemen oracıkta Fütühat'ı yeni­den yazmış.
Yani otuz yıllık eseri birkaç saat içinde yazmış. Sonra­dan bu iki nüshayı karşılaştırmışlar ama hiçbir fark bulamamışlar! Şimdi bunun yalan olduğu kesin bir şekilde belli değil mi?

Bu yalanın Muhyiddin-i Arabî gibi şahsiyetle ne ilgisi var?

"Bunlar kerameti kendinden menkul" demek insafsızlık değil midir? Hiçbir gerçek arifin kerameti kendinden menkul değildir. Olamaz da. Bunları saf ve aşık müridleri söylemiş veya uydurmuş­lardır. Şeyh ve mürşidini başkalarına büyük göstermek istemişler­dir. Şimdi bunları selim bir akılla alıp reddederiz. Hepsi bu kadar! Böylesine büyütmeye ve ortalığı velveleye vermeye gerek var mı? Fakihler arasında böyle şeyler yok mu? Müfessirler arasında böyle durumlar görülmemiş midir?

O halde Ayetullah Hasanzade-i Amuli'nin de dediği gibi bi­zim Kur'an ve rivayetler diye değişmez kesin bir ölçümüz vardır. Söylenen tüm şeyleri bunlarla tartar, akılla değerlendiririz. Eğer uyuyorsa alırız değilse atarız. Bu sadece ariflerle sufilerle ilgili bir şey değildir. Yok eğer kerameti inkar ediyorsanız o başka bir ko­nu tabi. Onu da ayrıca ele alacağız.
Ama Örnek olarak yine de bunlara, İmam Humeyni'nin altı cilt halinde hayatını yazan bir kitap var. Onu alıp okusunlar diyorum. Orada İmam Humeyni'nin yüzlerce kerameti zikredilmektedir. Ama hepsi de kendisinden değil, büyük alimlerin dilinden. Biz yine de keramet konusunu ayrıca ele alıp inceleyeceğiz.

Velhasıl her ilimde bir takım yanlışlıklar hurafeler olduğu gibi irfan ve tasavvufta da olması doğaldır. Ama bunların ayıklanması temizlenmesi gerekir. Sırf bu yüzden irfan ve tasavvufu reddetmek, parmak için kol kesmeye, kaş yapayım derken göz çıkarma­ya benzer ki cehaletten başka bir şey değildir. Allah tüm hak talip­lerini bundan korusun demekten baka bir şey gelmiyor elimizden..

Hatta İslami rivayetlerde yer aldığına göre Peygamber (S) bisetine yakın zamanlarda ibadet ve tefekkür için Hira dağında uzle­te çekilmiyor muydu? Orada günlerce kalıp ibadet ve tefekkürle meşgul olmuyor muydu. Nitekim İmam Gazali bu hususta şöyle diyor: "Peygamber bir zamanlar eşinden ve çocuklarından ayrılıyor ve. Hira mağarasında ibadet ve tefekkürle meşgul oluyordu.
Öyle ki halk peygamber için "şüphesiz ki Muhammed Allah'a aşık olmuştur" diyordu." (Felsefe-i İrfan, s.231)

Kaldı ki münzevi diye lanse edilen bu büyük şahsiyetlerden hiç birisi mağaraya ibadet için çekilmiş de değildi. Ali Şeriati'nin münzevi diye kınadığı Mevlana ve Hace Nasruddin- i Tusi bir de­fa olsun ibadet için mağaralarda uzlete çekilmiş olsalardı kim bilir hakkında neler derlerdi. Bu gibi aslı astarı olmayan sözler hiç kimseye fayda getirmemiş ve getirmeyecektir de.

"Ey inananlar Allah'tan ve peygamberinden öne geçmeyin. Allah'tan sakının. Doğrusu Allah işitir ve bilir. Ey inananlar sesleri­nizi peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin farkına "varmada işlediklerinizin boşa gitmemesi için" (Hucurat; 1/2)



RİYAZET

Hace Nasiruddin-i Tusi riyazetin lügat manası hakkında şöyle diyor:

"Riyazet lügatte hayvanları istediği gibi hareket etmekten alı­koymak manasınadır. Dolayısıyla hayvanları sahibine itaat etmesi için talim ve terbiye etmektir. İnsanda hayvani fiil ve idraklerin mebdei olan hayvani kuvveler de eğer akıl kuvvesine tabi olmaz­sa talim görmemiş terbiye olmamış dört ayaklı hayvanlara benzer.
Dolayısıyla duyu organlarının bir şeyi idrak etmesi veya hayal ile vehim kuvvesinin bir şeyi hatırlaması sebebiyle insanı bazen şeh­vete bazen de gazaba doğru sürükler. Böylece insan bir takım ha­reketlere girişir ki bu hareketlerinin menşei hayvani etkenlerdir. Hayvani kuvve, akıl kuvvesini hizmetine alır ve böylece istediği yöne hareket ettirir. Neticede yüce emir o hayvanı kuvve olur ki ondan temelli farklı birçok filler vücuda gelir ve akıl kuvvesi zorla onun emirleri altına girer.

Ama eğer akıl kuvvesi hayvani kuvveyi riyazet çektirerek ter­biye altına alır, hayallerden vehimlerden gazab ve şehvet etkenle­rinden korur, akıl üzere amel etmeye zorlar edeplendirir itaate alıştırır ve yasaklardan sakındırırsa, akıl kuvvesi de huzur ve itminana kavuşur ve dolayısıyla da ondan temelleri muhtelif fiiller su­dur etmez, böylece diğer kuvvelerde akıl kuvvesine teslim olur.

Bu iki haletin arasında yani hayvani kuvvetin sultası haleti ile akıl kuvvesinin mutlak sultası arasında da birçok farklı halet ve mertebeler vardır ki bu iki kuvvenin istila ve galebesinin ölçüsüne bağlıdır.

O haletlerde hayvani kuvve kendi heva ve heveslerine uya­rak akıl kuvvesine isyan eder ama sonra pişman olup kendini kı­narsa levvame" olarak adlandırılır. Bu kuvve Kur'an'da yer aldığı üzere bazen "emmare" bazen "levvame" bazen de "mütmainne" olarak adlandırılır. O halde nefsin riyazeti nefsi heva ve hevesle­rinden alıkoymak ve Allah'a itaat etmesini sağlamaktır." (Felsefe-i İrfan, s.268-269)

Riyazet genel olarak irfanda apaçık olan bir hakikattir. Şu ka­darını demek gerekir ki nefsin hayvani tabiatı normal hayatını şehvet ve gazab üzere sürdürür. Dolayısıyla da ot ve ahırdan baş­ka bir şeyle meşgul olmaz, şekavet ve kurtuluşla hiç mi hiç ilgi­lenmez. Gerçekten de "firavun, kâfir, şeytan, tağut, köpek ve ej­derha" olarak da adlandırılan böyle isyankar bir nefsi ram etmek oldukça zor bir şeydir. Nitekim Rasulullah şöyle buyuruyor: "Senin en büyük düşmanın nefsindir.
" Nitekim meşhur olduğu üzere bir gazveden dönen mücahidlere de "küçük cihaddan büyük cihada geldiniz" demiştir.

Bu yüzden Hak yolunun yolcusu için en temelli iş, nefsin de kurtuluşudur. Nefis tabiatından vazgeçmediği için de inşan onunla hesabını ayrı tutmalıdır.

Bu iş o kadar zor bir şeydir ki bazıları bunun imkânsız oldu­ğunu söylemişlerdir. Zira nefs-i emmare o hissi, şehvet, gazab, ha­yal ve vehim kuvvesidir ve de insanın zatının bir parçasıdır. Kolayca geçen arızi bir şey değildir. Bu yüzdendir ki peygamber şey­tan'ın insanla doğduğunu beyan etmiş hatta kendisini bile bundan istisna etmemiştir. Bu şeytandan Allah'ın inayet ve yardımı saye­sinde kurtulduğunu beyan etmiştir.
Bu yüzden bazı düşünürler in­sanın nefsini elinden kurtulmasının mümkün olmadığını söylemiş­lerdir. Zira duyular zaten duyularla algılanan şeyleri talep eder, şehvet kuvvesi de zatı gereği istediği, iştah duyduğu şeylerin pe­şinden koşar. Gazab kuvvesi zatı gereği, intikam peşindedir.

Bir şeyin zati özellikleri asla o şeyden ayrılmaz. O halde nefis bunlardan el çekip soyut hakikatlere yönelemez. Ama bazı derin görüşlü kimseler bunun mümkün olduğunu söylemişlerdir. Bu bil­ginler zati özelliklerin de zattan ayrılabileceği hususunda diyorlar ki zaten riyazetten maksat his, şehvet ve gazab kuvvesinin zati gereklerinden ayrılıp soyut işlere yönelmesini sağlamak değildir. Aksine riyazetten maksat bu kuvvelerin akıl kuvvesine galip gel­mesini sağlamaktır. Nefis bu kuvvelere uymazsa tabiatı gereği mu­kaddes soyut âlemlere teveccüh eder.
Bunlar his, şehvet ve gazab kuvveleri hakkındadır. Ama hayal ve vehim kuvvesi hakkında da bilmek gerekir ki bu kuvveler tabiatı gereği duyulur hissedilir ger­çeklere teveccüh etmez. Ama his, şehvet ve gazab kuvvesi hâkim duruma gelirse vehim ve hayal kuvveleri de onlara uyar. Aksi tak­dirde akıl kuvvesine tabi olur. Akıl gücüyle gerekli işlerde tasarruf eder.

Eğer insan dünyadan yüz çevirir ve Allah'a teveccüh ederse hayal ve vehim kuvveleri de bu yolda hareket eder. Dolayısıyla da böyle bir insan rüyasında melekler, cennet ve cehennem ile haşr-u neşir olur. Böylece dünyadan el çekmek ve ahirete yönel­mek için ilhamlar alır. Hayal ve vehim şehvet, his ve gazap kuv­vesinden kurtulup aklın yanında yer alırsa akla işlerinde yardım eder.
İnsan yüce hedeflere varıncaya kadar da bu işbirliği sürer gider. Nitekim nefs-i emmareyi nefs-i mütmainneye ram kılmaktan ibaret olar riyazet hakkında İbni Sina da şöyle diyor: Nefs-i ema­renin nefs-i mütmainneye teslimi vehim ve hayal kuvvesini ilahi işlere yönlendirmek ve düşük şeylerden sakındırmak içindir."

Bu zor ama mümkün işi insan mutlaka yapmalıdır. İnsan nef­sinin şerrinden kurtulmalıdır. Nitekim Beyazid-i Bestami'de bu hu­susta şöyle diyor: Allah'ın bana buyurduğu ilk ihsan beni nefsimin esaretinden kurtarmasıydı. Ben nefsi Allah'a davet ettim, icabet et­medi, ben de onu terk edip Allah'a tek başıma gittim." İnsan eğer bu zahiri âlem dışında âlemlerin ve hakikatlerin batınından da ha­berdar olmak isterse nefis zindanından kurtulmalı ve dolayısıyla doğal ve tabi ölüm gelmeden iradi ölüme koşmalıdır.
Nefis zindanından kurtulunca artık ebedi olarak rahat eder. Yeniden doğar ve ebedi saadete kavuşur. Bunlar mücahede ve riyazet olmaksızın mümkün değildir.

İrfanda ittifak edilen bu husus da şudur ki manevi kemallere ulaşmak için birçok zor ve sürekli işlere tahammül etmekle mümkündür. Nazlı ve nazik insanlar asla dosta ulaşamazlar. Hakikat yolu oldukça uzun, korkunç tehlikeli ve zikzaklı bir yoldun Bu yolun yolcusu kendinden el çekmeli suya ateşe girmeli, birçok belalara sabretmelidir. Bu yolda insan her şeyin fedakârlık etmeli­dir. Uyku yiyecek ve içeceğini azaltmalı, manevi meşguliyetlerini artırmalıdır.

Dünyalık bir makam ve mevkiiye ulaşmak için dünya ehli ge­ce gündüz durmadan çalıştıkları halde sen uhrevi makamlara nail olmak için hiç zahmet çekmeyeceğini mi sanıyorsun? Ruhu tezki­ye için bedeni terk etmek gerekir. Lezzet ve şehvetlere göz yum­mak lazımdır. Nefsiyle, nefsanî heva ve hevesleriyle yapılan savaş cihad-ı ekber'dir.

İslam arifleri riyazetlerini İslami bir kural ve kaide üzere ger­çekleştirmişlerdir. Dini vazifeleri çerçevesinde nefsi zor işlere salı­verirler. İslam'da farzların oldukça kolay olduğunu gören arifler İslami çerçevede müstehab amellere yöneldiler. Zira farz olan na­mazlar bir gün boyunca sadece onyedi rekâttır. İnsan su bulamaz­sa teyemmüm eder. Nisab haddine uymazsa zekât da vermez. İstitaat elde etmezse hacca da gitmez. Dolayısıyla oldukça kolay bir dindir.
İnsan sadece bu farzları eda etmekle yüceliklere eremez. Buna misal vermek gerekirse şöyle demek gerekir ki sadece dip­loma almak isteyen bir insanın çok çalışması gerekmez. Ama diplomanın yanı sıra gerçek bir uzman olmak ve insanlara hizmet et­mek de isteyen bir insan gecesini gündüzüne katarak durmadan çalışmalıdır. Günlük hayatında sadece zaruri şeylerle yetinmeli durmada bu hedefe varmak için çalışmalıdır. Bu yüzden İslam arifleri de farzlar dışında müstehab amellere de yöneldiler. Nafile ibadetleri de yerine getirerek ağır ibadi işlere yöneldiler.
Örneğin bir ay oruç yerine birçok ay oruç tuttular. Az bir yemek, kum ek­mek, az bir uyku ve istirahat, saatlerce Kur'an okumak yüzlerce rekât nafile namaz ve zikir ile virdlerle "meşguliyet gibi bir sürü müstehab işlerle uğraştılar. (Felsefe-i İrfan, s.50-51)

Şimdi de Tasavvuf ve İrfan kitabında riyazetin nasıl yer aldı­ğına bir bakalım:

"Riyazete gelince, nefsi kırma dünya lezzetlerinden ve raha­tından sakınma, kanaatle yaşama, perhize girme demektir, bu su­retle nefsini terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam'a soktuğu İslam dışı bir davranıştır. Zira Allah Kur'an'da bir çok kere "Yiyiniz, içiniz buyurmaktadır. Olduğu halde yememek içmemek açıkça nefse eza vermektedir ki İslam'da nefse eza vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır Zulmün her türlüsü de haram kılınmıştır.

Mesela oruç bir ay boyunca Müslümanlara daha öncekilerde olduğu gibi farz kılınmış lakin güneş battıktan sora da yiyip içmek de (yani dünya nimetlerinden faydalanmak) da gerekmektedir. Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl terbiye edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte işi kişinin ken­dine bırakmamaktadır.

Hâlbuki riyazet olduğu bulduğu halde kişinin nefsini terbiye edeceğim diye var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva uğruna vücudlar halsiz ve takatsiz bırakılmakta hatta ken­dilerinin hanımları üzerindeki haklarına riayetten onları alıkoyduğu gibi hanımlarının da kendileri üzerindeki haklarım onlara vermelerinden bunları alıkoymaktadır. Yani haksızlık etmeyi takva yolu kabul etmektedir. Kimisi takvasından ve hayâsı nedeni ile yıllardır hanımı ile ünsiyet etmemesiyle övünebilmektedir.
Kişiyi tamamen bir rahib hayatına sevk eden (Budist rahibi veya Hıristiyan keşişi olsun) bu tür davranışların bir benzerini peygamberin hayatında görmek mümkün olmadığı gibi Kur'an'da da buna yol bulabilmek kabil değildir Kişiyi ruhbanlığa götürecek bu yollar İslam ile kapatılmıştır. Zira ruhbanlık yasaklanmış ve peygamber dâhil kimseden böylesi davranışlar istenmemiş, aksine var olan dünya nimetlerinden onlara esir olmadan kabil olduğunca yarar­lanılması ve bunun için Allah'a çokça şükredilmesi istenilmiştir." (Tasavvuf ve İslam s.4)

Şimdi hüküm verme olayını insaflı okuyuculara bırakıyorum. Gerçek bir arif olan Hace Nasiruddin-i Tusi riyazet hakkında ne diyor bunlar ne diyor? Riyazet insanın şehvet ve gazab kuvvelerini aklın emrine sokması böylece vehim ve hayal kuvvesini muti kıl­ması iken bunlar riyazeti ruhbanlık diye tanıtıyorlar. İnsan bu kadar çarpıtıcı olur mu?
Bir iki sufinin yaptıkları yanlışlıklan gel­miş geçmiş bütün ariflere ve hepsinden de önemlisi irfan ve tasavvufa mal etmek insafsızlık değil midir? Tarih boyunca bir tek gerçek arifin eşini, çoluk çocuğunu terk ettiği İslam'ın dışında bir takım uygulamalara girdiği görülmüş müdür?

Gerçek arifler Şeyh Tusi'nin de dediği gibi müstehab ve nafile ibadetlere de büyük itina gösterirdi. Rasulullah (S) gibi ayaklan şişinceye kadar namaz kılar, mutedil bir şekilde yer, içer ve uyurdu. Zaten İslam'da yer alan nafileleri de yerine getiren bir insan en büyük riyazeti gerçekleştirmiş olur. İnsanın gazab ve şehvet kuvvesini dizginlemesi itidal çizgisine koyması İslam'a aykırı mıdır?
Her istediği şeyi yiyip içen bulamayınca da her türlü zillete boyun eğen ve dolayısıyla midesinin esiri olan bir insan mı İslam'a uymakta yoksa normal yiyen içen yatan eşi çoluk çocuğuyla ilgilenen ama öte yandan ayakları şişinceye kadar namaz kılan üç ayları pazartesi ve perşembe günleri ve ayda üç günü oruç tutan gece-gündüz ayaktayken otururken ve yatarken Allah'ı zikreden bir insan mı İslam'a uymaktadır. Çatlayıncaya kadar tıka-basa yiyen bir insanla çayırlarda otlanan hayvanlar arasında ne fark vardır?

"Kendini tezkiye eden saadete ermiştir" diye buyurmaktadır Allah’u Teâlâ. Bu nefis tezkiyesi nedir? Nefsin istediğini yemesi, iç­mesi yapması mıdır?

"Fakat o dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu üstüne varsan da kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer." (Araf; 176)

Hakeza-. "Sabah akşam Rablerinin azasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret Dünya hayatının güzelliklerini is­teyerek gözlerini o kimselerden ayırma."

"Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma."

Birinci ayetteki dünyaya meyledip hevesine uymak nedir? İn­sanın istediğini yiyip içmesiyle sonuçlanan gelinen bir nokta değil midir? Ayrıca Allah-u Teâlâ ikinci ayette ise sabah-akşam yalvarmasını, ibadet edilmesini emrediyor. Şimdi hangi ger­çek arif bu çizginin dışına taşmıştır. Bütün bunlar insanın tıka-basa yemesi gece gündüz dilediğince yaşamasıyla mümkün müdür? İslam'da teheccüd namazı yok mudur? Şimdi bazı arifler hafif olmak ve zamanında uyanmak için az yiyor ve gece yarısı kalkıp ibadetle meşgul oluyorsa bu İslami değil midir?

Doyuncaya kadar yiyip içen ama bir tek gece teheccüd namazını kaçırmayan birileri varsa bizlere de desinler de bilelim. İmam (R.) oldukça az yiyen içen ve gezen biriydi. Ama hayatı boyunca bir tek gece teheccüd namazını kaçırmamıştır. Elinden geldiğince ibadet, dua ve Allah'a itaatle meşgul olmuştur.

Şimdi bunlar İslami olmuyor da bu beylerin çatlayıncaya kadar yiyip içmeleri koşup tozmaları İslamidir öyle mi?’

Allah'ım sen bizlere akıl ve insaf ver. Dirayet ve basiret nasip eyle.

"Hevesine uyan kimse seni ondan alıkoymasın. Yoksa helak olursun." (Taha; l6)

Hevesine uyana uymak bile helak olmak iken bizzat nefsinin heva ve heveslerine (velev ki helal şeyler bile olsa) uyan kim­senin hükmü nedir?

Arifler bazı helal şeyleri de terk etmişlerse bunu sırf isyankar nefsi dizginlemek, Allah'a itaate yönlendirmek için yapmıştır. As­lında bugün ilmi açıdan da insanın az ve sade yemesi daha iyi görülmemiş midir? Nefsinin (helal bile olsa) her istediğine uyan bir insan haramlara yöneldiği zaman kendini nasıl koruyabilir?
Hasta bir insana doktor bir takım yiyecekleri yememesini, az yemesini az içmesini ve az uyumasını söylüyorsa bu sahih bir yöntem değil midir? Hasta "Allah yiyin için" diyor sen ise falan falan şeyleri yeme falan falan şeylerden de az ye diyorsun, ben sana değil Allah'a uyanın Dolayısıyla Allah'ın helal kıldığı her şeyi yiyecek içecek ve giyeceğim" demesi akıllıca bir şey midir? Bu bir intihar değil midir? İşte ariflerin riyazeti de buna benzer.
Hasta ruhları ve nefisleri İslah ve tezkiye etmek için nefsi azdıran şehveti kabartan bazı şeylerden el çekerler. Peşice koşmazlar. Ama bu onların eşlerini çoluk çocuğunu ihmal ettiği tümüyle dünyadan el-etek çektiği manasına değildir? Arif insan dünyevi işlerini uhrevi işlerine zarar vermeyecek bir şekilde deruhte eden bir insandır. Gece-gündüz helaldir diye Allah'ın verdiği ve nefsinin arzuladığı şeylerin peşice koşmak nefsini ilah edinmek değil de nedir?
Allah gece-gündüz dua ve ibadet edilmesini emrederken bunlar nasıl olur da gece-gündüz Allah'ın helal kıldığı nimetler içinde yüzmeyi tavsiye ediyorlar.

"Ey Muhammed hevesini kendine tanrı edineni gördün mü?" (Furkan; 43)

Bugün İran'da Lübnan'da Irak'ta duyanın birçok yerinde bin­lerce gerçek arifler vardır. Bunlardan hangisi irfani yoldan yürür­ken seri ve İslami görevlerini ihmal etmiştir ayrıca İmam gibi çağımızın gerçek arifi bir iiKan daha dün aramızdan ayrıldı. Onun hayatını -bilmeyenimiz mi var? İmam Misbahul Hidaye gibi yüce İrfani bir kitap yazarken inkılâptan el mi çekti? Eşini çoluk çocuğunu mu terk etti? Ama bilindiği gibi İmam'ın yiyeceği genel­de peynir ve ceviz idi. Oldukça az yer, içer ve çok sade giyinirdi.
Rusya'nın dış işleri bakanını da İmam'ın bu zahidane ve sade hayatı etkilememiş miydi? İmam dünyada gerçekleştirdiği inkılap­ları 70-80 m2'lik küçük bir evdeyken yaptı.
Arabaların dahi giremediği dar ve çıkmaz sokaklarda yaşadı. Eve alınan iki sabuna bile karşı çıkıp "Bizim bir sabuna ihtiyacımız var birini geri verin. Lazım olursa yine alırsınız" diyen de İmam değil miydi? Biraz geniş ve güzel bir evi boşaltıp "Bu beni rahatsız ediyor" diyen ve sade bir eve taşınan da bu arif ve zahid imamımız değil miydi? İmam’ın parası mı yoktu? İmkânı mı yoktu.
Elinin altındaki paralar ölümünden beş yıla bir yakın geçmesine rağmen dün­yadaki ilmi havzalarda okunan milyonlarca insan arasında taksim edildiği halde henüz de bitmedi. Ama bütün bunlara rağmen aylık masrafı biraz artınca rahatsız olur, uykusu kaçardı.
Şimdi önümüzde imam gibi gerçek bir arif ve onun kitapları gibi irfani kitaplar varken toplumdaki birkaç sufi ve arifin yaptığı hataları ayyuka çıkartıp gerçek arif ve irfan ilmine de dil uzatmak irsafsızlık değil midir? Allah'a nasıl cevap vereceksiniz? Hiç mi hesap korkunuz yoktur.

"Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır?" (Kasas; 50)

Allah'ım sen bizleri doğru yola ilet. Bizleri razı olduğun şey­leri yapmaya muvaffak kıl. Bizlerden razı olmadıkça canlarımızı alma.

Allah'ım, "heva ve hevesini tanrı edinen bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı kulağım ve gözünü perdelediği kimse..." diye bildirdiğin insanlardan sana sığınırız. Evet insan gerçekten tezkiye olmamışsa bilgisi de fayda etmiyor ve Allah da böylesi insanları şaşırtıyor, göz ve kulağını perdeliyor. Bu böylece bilinmelidir.

Burada son olarak nakletmek istiyoruz ki, irfan hususunda' söz sahibi birisi olan Dr. Seyyid Yahya Yesribi (Tebriz üniver­sitesinin felsefe üstadı) bu hususta şöyle diyor: "Arifler dünyanın kendisinden yani cihanın maddi güzelliklerinden, altın gümüş, naz, nimet kadın ve çocuktan bizar değillerdi. Arifin kaçındığı şeyler zatı gereği hicap ve put olan şeylerdir.
Yani insan ile Allah arasına girebilecek her türlü şeylerden şiddetle kaçınırlar gerçek arifler. Bu ilim ve ibadet bile olsa böyledir. Arifin nezdinde ken­dini Allah'tan uzak düşüren her şey kaçınılması gereken birer put­tur. Yoksa arif âlemi sever ve tüm insanlığa sevgi besler. Nitekim arif Sadi de şöyle diyor:

"Dünya O'ndan olduğundan severim

Âlem O'ndan olduğundan aşığım."

Tevazu vb. şeyleri riya için olursa ariflere göre en büyük hicaptır. Hatta ibadetler bile cennet lezzetleri ile cehennem kor­kusundan yapılıyorsa böyle bir insan, nefsine esir durumdadır. Aslında yine kendisi için istiyor. Kendi kıblesine yönelmiş insan gayrisine yöneldikçe O'na yönelemez ve sevemez." (Felsefe-i İr­fan, s. 125-126)

2
İSLAM VE İRFAN İSLAM VE İRFAN



İRFANDA ZAHİR DE ESASTIR

İrfan ilminde de zahire göre hükmedilir ve zahir esastır, İn­san zahirini şeriata göre düzenlemedikten sonra bir adım olsun ileri geçemez ve hayranlık mertebesinde kala kalır. Hiçbir gerçek arif şeriatın zahirine itinasızlık etmemiştir. Bu hususta 6. yüzyıl ariflerinden olan Şeyh Azizuddin Muhammed Nesefi şöyle diyor: "Bil ki tarikat peygamberin yaptığı şeyleri yapmaktır.

Salik ilk ön­ce şeriat ilminde kendisi için bilmesi gereken şeyleri bilmeli ve yapması gerekli olan şeyleri yapmalıdır ki gücü oranında, hakikat nurlarına yönelebilsin... İnsanı bu yüce makamlara ulaştıran şey ameldir. Nitekim Allah’u Teâlâ da şöyle buyurmaktadır; "Güzel sözler O'na yükselir. O sözleri de yararlı iş (salih amel) yükseltir." (Fatır; 10)

Dolayısıyla bil ki şeriat peygamberin getirdikleri, tarikat pey­gamberin yaptıkları ve hakikat de peygamberin gördükleridir. "Ni­tekim Rasulullah (s) de şöyle buyurmuştur.

"Şeriat sözlerim tarikat emellerim hakikat ise ahvalimdir."

Dolayısıyla peygamberin getirdiklerini kabul eden şeriat ehli peygamberin yaptıklarını yapan tarikat ehlidir, peygamberin gördüklerini gören de hakikat ehlidir." (Maksad-i Aksa Azizuddin Muhammed Nesefi)

Ama "Tasavvuf ve İslam'ın yazarı bu konuyu da çarpıtarak şöyle diyor:

"İslam'da zahire görü hüküm verilir. Zahir insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar ve davranışlar buna göre değerlendirilirler. Ve kabul veya reddedilir. Ma­ruf münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler iken, münker kaçınılması gereken şeylerdir

Tasavvufta ise asıl olan zahir değil, batındır. Batın gizli gö­rünmeyen bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinme­yene göre hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerin sonucu da görünüşte haram olan bu işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda "bu görünen size öyle görünmektedir zahirde böyle­dir, lakin batının da iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyle­dir" demektedirler.
Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen hatırlayıvereceği gibi mesela, "Mürid şeyhini önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini boz­mamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kim bilir mübarek zat batında ne haldedir.
Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatinde hiçbir değişiklik yapmamalıdır Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı da artmalıdır." Bu ve benzeri düşüncelerin inançlaşması zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen gizli olan batını ölçü edinmekten kaynaklan­maktadır durum böyle olunca da yeryüzü, ifsad olmakta bütün doğrular eğrilmekte bütün eğriler rahatlıkla doğallaşmaktadır." (s.5-6)

Gerçekten de ne kadar insaftan ve doğruluktan uzak sözler bunlar. Yalan ve aslı astarı olmayan birkaç sözü ve ne idüğü belir­siz birkaç insanı esas alacak ve sonra da bunlara dayanarak tüm hak ehline ve hakikatlere saldıracak dil uzatacaksın. Bu ne pervasızlık, bu ne edepsizlik! Hangi gerçek arif böyle demiştir? Hangi makbul irfani kitapta bunlar yazılmıştır? Örneğin İmam Humeyni (R) bakınız "Kırk hadis Şerhi"nde bu hususta ne diyor: "Bazı şeyh­lerimiz Allah ömür versin- buyuruyorlar ki azim insaniyetin cev­heri ve insanın imtiyaz ölçüsüdür.

İnsanın derece farklılığı da işte bu azim farklılığından kay­naklanmaktadır. Bu makamda söz konusu olan azim ise günahları terk etmek üzere karar almak, farzları yerine getirmek ve hayattayken vaktinde eda edemediği ibadetlerim kaza etmekten ibarettir. Bilahare azim insanın kendi suret ve zahirini akli ve şer’i bir insan şekline sokabilmesidir ki şeriat ve akıl da zahire hükmederek bu şahsın bir insan olduğunu söyleyebilsin.
Şer'i insan şeriatın istedi­ği tarzda hareket eden, zahirini Resul-i Ekrem'in (S) zahiri gibi kı­lan ve tüm hareket ve sükûnetinde, bütün fiillerinde ve terk ettiklerinde hazrete uyabilen kimseden ibarettir, bu herkes için müyes­ser olan bir şeydir. Zira zahirini efendimiz gibi kılmak, Allah'ın tüm kulları için makdur (güç yetirebilecek) bir şeydir.

Bil ki insan ilk etapta şeriatın zahiriyle işe başlamadığı müd­detçe ilahi marifet yolunda bir tek adım olsun ileri gidemez. Hak şeriat adabıyla edeplenmediği müddetçe de güzel ahlaklardan hiçbirisine hakkıyla sahip olamaz ve ilahi marifet nurunun onun kalbinde tecelli etmesi batın ilminin ve şeriat sırlarının keşfolması da mümkün değildir Hakikatin keşfi ve marifet nurlarının kalbin­de tecelli etmesinden sonra da zahiri adabla edeplenmiş olarak kalması gerekir.
Öyleyse bazılarının "Zahir terk edilirse de batın il­mi elde edilebilir" veya "Batın ilmi elde edildikten sonra artık za­hiri edeplere riayete gerek yok." diye iddia etmeleri yanlış ve batıl bir şeydir. Bu iddia sahibinin ibadet makamlarına ve insaniyet de­recelerine olan cehaletini göstermektedir." (s. 22-23)

Şimdi muhterem okuyucular insaflı bir şekilde hüküm ver­sinler. Gerçek arifler ve irfan ehli insan olmanın dahi ilk şartı şeri­atın zahirine uymak ve şeriat edebiyle adaplanmaktadır derken toplumda halkın cehaletinden istifade ederek şeriatın zahirini kü­çümseyen bazı irfan hırsızlarını ve şeyh suretindeki şeytanları lan­se ederek gerçek şeyh ve ariflere saldırması ve irfana dil uzatması hangi akli ve seri ölçülere sığmaktadır? Bu işleri yapanların müridleri de yarın seri olmayan bir şey yaptıklarında biz de hemen on­lara mı saldırmalıyız.
Böyle yapacak olursak ne kadar gerçekçi oluruz? Bunu onlar da kabul eder mi? Hz. Musa gibi bir peygam­ber dahi "Ben sadece nefsime ve kardeşime sahip çıkabilirim" derken yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm sahte arifleri ve yalan dolu irfani kitapları gerçek ariflerin ve irfani kitapların boynuna atmak hesap sormak insafsızlık değil midir?

Bir başka örnek daha verelim isterseniz? Ayetullah Merakim-i Şirazi de kendisiyle yapılan bir röportajda bizlere şunları söylüyor:

"Bazıları" yakine erdikten sora ibadet etmek gerekmez" diyorlar. Buna biri ameli biri de ilmi iki cevap verilebilir. Ameli cevap şudur ki Rasulullah son nefesine kadar ibadet etmiştir. Hz. Ali iba­det makamında şehid olmuştur. İmam Humeyni de elindeki se­rum ile son nefesine kadar namaz ve ibadetle meşgul olmuştur. İl­mi cevap ise şudur ki "sana yakin gelinceye kadar ibadet et." ayetindeki yakin "ölüm" manasınadır. Yani hayatta olduğun müddete ibadet et denmiştir.
Ama bazı cahil sufiler bunu kabul etmiyor ve yakine erdik diyerek namazı ve ibadeti terk ediyorlar. Bunlar İmam Humeyni'ninde dediği gibi Allah'a ulaşacaklarına kendileri­ne ulaşmışlardır." Ben değil Kâbe benim etrafımda dönüyor." veya "Vüsuldan sonra talep manasızdır" diyorlar. Bunların İslami irfan ile hiçbir ilgisi yoktur."

İlk etapta şeriatın zahiriyle amel edilmesi hususunda tüm din ehli ittifak halindedir. Ama bazıları hakikatin zuhurundan sonra şeriatın gerekli olmadığım söylemişlerse de bu görüş büyük irfan ehli tarafından reddedilmiştir. Gerçi bu arifler de "Tasavvuf ve İs­lam" kitabının yazarının dediği gibi artık her şeyin helal olduğunu söylemiş değildir. İnsan için şeriatın ortadan kalkacağı ve haramların helal olacağı bir nokta yoktur. O halde "hakikat zuhur etse şeriata gerek kalmaz." Sözünün manası da bazılarının anladığı gibi değildir.
Bu hususta büyük arif ve üstad Muhammed Taki Caferi Mesnevi'nin şerhi" kitabında şöyle diyor:

"Şeriat, tarikat ve hakikat aynı manalan mı taşımaktadır, yok­sa ayrı manaları mı ihtiva etmektedir? Bu hususta ihtilaf edilmiştir. Çoğu arif ve sufiler bu üç kelimenin manalarının farklı olduğunu söylemişlerdir. Ama mütekellimler ve İslam âlimleri İslam'da bu üç kelimenin farklı anlamlar taşımadığını söylemişlerdir.

Bu mesele İslam öğretileri arasında oldukça önemli bir mese­ledir, Mevlana da kitaplarında özellikle Mesnevi'de çeşitli yerlerde açık bir dille bu üç kelimeyi birbirinden ayırmıştır. Bu mesele tüm İslam ehli ve hatta ilahi dinlerin tümü ile yakından ilgili olduğun­dan bu hususta kısa bir açıklamaya çalışacağız.

Muhammed Ma'sum-i Şirazi bu üç kelimenin (şeriat, tarikat ve hakikatin) manaları hakkında bazılarından naklen şöyle diyor: "Bazı araştırmacı âlimler şeriatın, tarikat ve hakikatin eşanlamlı kelimeler olduğunu söylemişlerdir. Yani bu üç kelime farklı itibar­larla ifade edilen Muhammedi şeriattır. Bu üç kelime arasında sa­dece makamlar itibarıyla farklılık vardır. Misal vermek gerekirse bu bir namaz gibidir. Namaz bir görevdir ve Allah'a yakınlaşmaya sebep olur.
Şimdi hizmet ve görev şeriatı, Allah'a yakınlaşmak ise hakikati ifade eder. Namaz ise bunların bütünü için kullanılan bir kelimedir.

Bu yüzden demişlerdir ki şeriat Allah'a ibadet, tarikat Allah'ın huzuruna varmak, hakikat ise Allah'ı müşahede etmektir... Birinci mertebe ilmül yakin, ikinci mertebe aynül yakin, üçüncü mertebe ise hakkul yakindir."

Mevlana da şeriatı bir muma, tarikatı bir mum ışığında yürü­meye ve hakikati ise maksadına ve hedefine ulaşmaya teşbih et­miştir.

Bilindiği gibi lügatte şeriat su veya su yoluna demektedirler ki şar'i de "yol ve cadde" manasınadır. Dolayısıyla şeriatta da "yol" (tarikat) manası vardır. Nitekim birçok ayette de şeriatın ta­rikat (yol) olduğu yer almıştır:

"Rabbine kavuşmayı uman kimse salih işler işlesin ve rabbine kullukta hiç ortak koşmasın"

Bu ayette likaullah (rabbiyle görüşmek) şer'i amellerin hedefi olarak gösterilmiştir.

Hakeza: Allah'a karşı gelmekten sakınasınız diye size sayılı günlerde oruç farz kılındı"

Onlarca ayette (ki bu ayette onlardan biridir) dini amelleri eda etmenin hedefinin takva olduğu belirtilmiştir.

Bu ve benzeri birçok ayetler ile rivayetlerden anlaşılmaktadır ki iman ve salih ameller takva nur, likaullah diye tabir edilen ruhi kemale ulaşmak için İslami teklifler ve şeriat bir yoldur. Bu husus­ta İslam ariflerinin de hiç bir şüphesi yoktur. Burada önemli olan bazı ariflerin ve bu cümleden Mevlana'nın inandığı hakikat tarifi­dir. Bu ariflere göre insan hakikate ulaştı mı artık şeriat ve tarikattan müstağni hale gelir.

İnsanı şeriattan müstağni kıldığı söylenen hakikatin manası hakkında farklı görüşler vardır. Başlıcaları şunlardır:

1. Allah'a kavuşmak

2. Rabubi huzura ermek

3. Arifin ve tüm mevcudatın vücudunun Allah'ın zatı veya cemal ve celal sıfatlarıyla ittisalinin keşfi

4. Rububi zatta varlıkların mutlak fenasının keşfi

5. İnsanda zati bir değişikliğin vücuda gelmesi

6. Gerçekler hakkında mutlak bir yakinin husulü

Görüldüğü gibi bazıları hakikatin marifet, bazıları ayni ve şuhudi bir yöne sahip olduğunu beyan etmektedir.

Şüphesiz ki Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak ve nefsini tezkiye etmekle birlikte gerçek bir marifetin insanı aşağılıklardan ilahi azamet nuruna yücelttiği ve bunun tüm insanların nihai hedefi ol­duğu hususunda hiç şüphe edilemez. Hatta bu tüm semavi dinle­rin ve insani ahlak taraftarlarının da hedefidir.

Ama biz hakikati belirli mesafeleri kat ettikten sonra varılan bir nokta olarak görmemeliyiz. Şeriat ve tarikatı hakikat yolundaki noktalar olarak kabul etmek doğru değildir. Aksine ilahi emirler doğrultusunda atılan her adım ölçüşünce mutlak hakikatten de nasiplenmiş oluruz. Aslında bu seyr-u sülük hakikate ulaşma nok­tasında biten bir şey değildir. Zira bu hakikatin kendisi için mahdudiyet getirir. Ruhi kemal değişimi ile birlikte olan bu sonsuz seyr-u sülük her mertebede insanı ruhu özel bir keyfiyet ve nitelik ile karşı karşı getirtmektedir.
Ki bir önceki mertebeden daha yüce ve derin bir mahiyete sahiptir. Bu seyr-u sülukun sonunu da tabii ve sıradan hareketlerin sonu gibi farz etmek, habersizlik ve cehale­tin nihayetidir. Zira sonsuz bir gerçekte "son", "başlangıç" ve "or­ta" yerler düşünmek oldukça esassız ve ölçüsüz bir yanlışlıktır. İn­sanın ruhu, bu ilahi kıvılcım, kendi yolunda ilahi nurlar ve azametlere nail olur ki salik bir noktada geride bıraktığı mertebeye bakacak olursa onu insani sıradan bir mertebe olarak görür; üstte­ki azim ve nurlu mertebenin ise Allah'a vusul makamı olduğunu hayal eder.
Bu hayal ise insanın kapasitesizliğini ifade etmektedir. "Sonra onu başka bir yaratık yaptık" (Müminun, 14) ile "Ruhum­dan ona üfledim" (Sad; 72)

Hakikatte insanın kendisi ile Allah arasına riyazetler ölçüsün­de fasıla koymak, Allah'ı kendinden uzaklaştırmak ve uzaklık dü­şünmek büyük bir yanlışlıktır ki gerçek hakikatte yüzmek ile uzak Mesafedeki yapmacık hakikat arasında yanlışlık yapmaktan kay­naklanmaktadır. Zira biz Allah'ın dergâhına doğru attığımız her adım miktarınca mutlak hakikatten nasipleniriz. Dolayısıyla ilahi sonsuz azamet dergâhına çekilen bizleriz yoksa Allah riyazet vg nefis tezkiyemizin zirvesinde bulunan bir hakikat değildir.
Bu yüzden Mevlana'nın "Hakikatler zahir olsa şeriatlar batıl olur" sö­zü daha çok bizim zihni ve ruhi egzersizlerimizle ilgilidir. Bizim gerçekleri bulmamızla bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla Mevlana elde ettiği sayısız hakikatlere rağmen şöyle demektedir:

"Ey Ali ki cümle akıl ve gözsün

Bir miktar söyle gördüklerinden"

O halde Mevlana Ali (A)'ın hakikati gördüğünü kabul ediyor. Nitekim Ali (A) da şöyle diyor:

"Eğer gözümün önünden perdeler kalksa yine de yakinimden hiçbir farklılık olmaz."

Hakeza: "Hakkı gördüğüm günden beri şek etmedim"

Buna rağmen Hz, Ali, Rasulullah, diğer peygamberler varisle­ri ve veliler de kendilerini şeriattan ve ilahi emirlerle amel etmek­ten müstağni görmediler. Son nefesine kadar çalıştılar, çaba sarf ettiler ama hiçbir söz ve amellerinde şathiyat gibi mermuz bir cümle ifade etmediler." (Şerh-i Mesnevi, s. 11, s. 110-119)

Elbette demek gerekir ki Mevlana "Hakikatler zuhur etse şeri­atlar batıl olur." demişse de bu hakikate erdiğini ve dolayısıyla şeriattan müstağni olduğunu dememiştir. Bence Mevlana vb. arifle­rin bu sözden maksadı şeriat ve tarikatın, hakikate ulaşmak için bir vasıta olmasıdır. Daha önceden zikrettiğimiz gibi bazı ayet ve rivayetlerde de seri amellerin nur, likaullah ve takvaya ulaşmak için bir yol olduğu söylenmiştir. Dolayısıyla Mevlana da bunu söy­lüyor bana göre. Yani eğer insan likaullah nur ve takvaya şeriatsız sahip olabilseydi buna gerek kalmazdı. Ama bu mümkün olmadı­ğı için şeriat gelmiştir. Yoksa peygamber de hakikate erdiği halde şeriattan müstağni olduğunu ifade etmemiştir.

Nitekim Mevlana da

"Nice zerreler gördüm ağız açık

En küçüğünü anlatsam sözüm uzar"


Dediği halde kendisini Hz. Ali'ye muhtaç görüyor. Dolayısıyla Hakikatler zuhur etseydi" sözü "İnsan likaullah takva ve nura şeriatsız ulaşabilseydi" diye tercüme edilmelidir. "Şeriatlar batıl olur­du" sözü de böylece ilk cümlenin neticesidir. Yani "eğer insan şeriatsız nura likaullaha ve takvaya ulaşabilseydi şeriata gerek kal­mazdı" demek istemişlerdir. Dolayısıyla bu mümkün olmadığı için şeriat gelmiştir. Bu yüzdendir ki hiçbir gerçek arif bir takım haki­katlere erdikten sonra kendini şeriattan müstağni görmemiştir. Eğer Mevlana bundan başka bir şey söylemek isteseydi asla Ali'ye muhtaç görür müydü kendini?

Ama üstad ve mürşidim Muhammed Taki Caferi'nin de dediği gibi şeriat, tarikat ve şeriat birdir bunu ayırmak doğru değildir.

Velhasıl ne dersek diyelim irfanda şeriat ve İslam'ın zahiri esastır. Bu hususta en küçük bir eksiklik insanın birçok manevi hakikatlerden mahrum olmasına sebep olur. Nitekim ileride de ifade edeceğimiz gibi bazı ariflerin şathiyatı da (aşın sözleri de) bu ilk adımdaki noksanlıktan kaynaklanmaktadır. Allah tüm Müslümanlara hem şeriat hem tarikat hem de hakikatin tek bir şey ol­duğu ve bütün bunların nur, likaullah ve takvaya erişmek için bi­rer vesile teşkil ettiği hakikatini derk etmeyi nasip etsin.


ŞATHİYAT

Şath (çoğ. Şathiyat) kelimesinin manası hususunda cevad-i Tehrani şöyle diyor şath, vecd halinde arifin ağzından duyulan ama zahir erbabına duyulması hoş gelmeyen dolayısıyla zann ve­ya inkara sebep olan sözlerdir. Bazıları da demişlerdir ki "şath, bencillik ve egoistlik kokan kelimelerdir."

Cürcani de sathı şöyle tarif çimektedir; "Şath bencillik ve id­dia kokan kelimelerdir. (Arif ve Sufi ce. Miguyed/önsözde)

O halde şathiyat zahir ehline duyulması hoş olmayan sözler­dir. Bu sözlerden bazıları Hallac-ı Mansur'un "Ben Hakk'ım" sözü ile Beyazid-i Bestami'nin "Ben münezzehim ve benim şanım ne yücedir" sözleridir. Evvela demek gerekir ki bu sözlerin sahipleri özellikle de Hallac-ı Mansur hakkında tarihte kesin bir hüküm mevcut değildir. Hakkında birçok şeyler denmiştir. Ama Abdurrahman-i Cami'nin de dediği gibi bizzat ariflerin çoğu onu reddet­miş, kabul etmemiştir Beyazid-i Bestami için de hakeza farklı ve çelişkili sözler söylenmiştir. Dolayısıyla biz bu hususta şahısları bir kenara bırakmak mezkûr sözler hakkında hakikatleri beyan etme­ye çalışmalıyız.

Acaba bazı ariflerin ağzından duyulan bu şathiyatın sahih bir manası var mıdır?

"Ve biz insana şah damarından daha yakınız" gibi bazı ayet­lerden de anlaşıldığı gibi Allah'ın kâinat üzerinde kayyumi bir iha­tası vardır. Yani eşya Allah ile kaimdir. Allah kullarına düşündük­lerinden daha yakındır. Bu yakınlık şüphesiz ki nefsin tezkiyesi ve seyr-u sülük ile daha da açıklığa kavuşur.

İnsan işte bu yakınlık sebebiyle Allah'tan bir azamet ruhunu duyumsar ki insan bu makamda en küçük bir yanlışlık edecek olursa hakikaten Allah'a ulaştığını sanmaktadır. Bir mevcuddan ayrılan ama sonra yine o mevcuda vusul eden hatta onun aynısı olduğunu sanan biri haline gelmektedir. Yani imam Humeyni (R)'in de dediği gibi bu insanlar kendilerini kâmil bir şekilde tez­kiye edemedikleri için fena makamına erdiğinde o benliklerindeki kalıntıları tüm azametiyle tecelli etmektedir ki insan orada her şeyin kendinden ibaret olduğunu sanmaktadır. Yani insan Allah ye­rine kendine ulaşmış olmaktadır.
Dolayısıyla bu lafları sardedenler hakikatte kendilerinde benliklerinde fenaya ermişlerdir. Dolayısıy­la üstad M. Taki Caferi'nin dediği gibi bu şahıslar insanı ruhun azametini, tekâmül miktarını ve ruhi yücelişi çok güzel bir şekilde derk etmişlerdir. Ama Allah'ı derk edememiş ve Allah hakkında yanlışlık etmektedirler. Bunlar Allah'ı hakkıyla takdir edememiş­lerdir. Hiçbir semavi kitapta veya peygamberler ile vasilerinin ağ­zından bu gibi iddialar görülmemiştir. Hatta ariflerin çoğundan bi­le böylesi sözler sudur etmemiştir. Hatta bizzat Mevlana "Fihi Ma Fihi" kitabında Hz. Ali'nin "Perdeler kalksa da yakinimde hiçbir değişiklik hasıl olmaz." sözünü nakletmektedir. Ama buna rağmen Hz. Ali (A)'dan böyle bir söz işitilmemiştir.
Hz. Ali'nin Nehcül Belaga'daki sözlerinin tümü ubudiyet izharı, Allah'a doğru eğilim, cehd ve insanlara hizmet ile ilgilidir.

Dolayısıyla bu iddialar tevil edilmezlerse sahiplerinin ruhi du­rumu araştırılmalıdır. Dolayısıyla da bu şahısların neden bu sözleri sarf ettiği araştırılmalıdır? Eğer bunlar doğru söylüyorlarsa o halde neden bu haleti devam etmemektedir? Neden o makamda beden­lerini terk edip rububi makama ittisal etmiyorlar? Neden kendileri­me geldiğinde ve normal hayata döndüklerinde yiyorlar içiyorlar ve normal bir insan gibi yaşıyorlar? Bu yüzden görüyoruz ki Beyazid-i Bestami de kendine geldiğinde kendisine ettiği laflar hatır­latılınca "Bir daha dersem beni öldürün" demiştir. Aslında bu nasıl mümkün olabiliyor ki o yüce makamlara erdikten sonra hakikatle­ri tanıma hususunda böyle büyük bir yanlışlığa düşüyorlar? Dola­yısıyla demek gerekir ki bu insanlar insani ruhun azametini derk etmişlerdir.
İnsanın ruhi azameti hakkında kâmil bir bilgiye sa­hip olmadıkları için de Allah'a ulaştıklarını sanıyorlar. Ruh çok bü­yüktür Ama Allah onların sandığı kadar küçük değildir.

Lakin dediğimiz gibi büyük ariflerden biri olan Abdurrahman-i Cami de bu gibi görüşlerin ariflerden çoğu tarafından red­dedildiğini beyan etmektedir. Dolayısıyla Mansur-i Hallaç ve Bayezid-i Bestami'yi sadece fakihler değil büyük ariflerde red etmiş­lerdir.

Nitekim Mansur bir gün Cüneyd-i Bağdadi'nin kapısını çalınca Cüneyd "kimsiniz?" deyince "Hakk'ım" diyen Mansur'a "Hayır Hakk değilsin, Hakk ilesin" diye cevap vermiştir Dolayısıyla Cüneyd-i Bağdadi'nin bu sözü de denilenlerin butlanına delalet et­mektedir. (Şerh-i Mesnevi c.3, s.697-702)

Velhasıl bu şathiyat bazı arifler tarafından söz konusu edilmiş­se de çoğu arifler tarafından reddedilmiş, hatta bizzat Hallac-ı Mansur'un üstadı kendisine beddua etmiştir. Şimdi bu şathiyatı tüm ariflere ve irfan ehline mal etmek insafsızlık olmaz mı? Fakih­ler usulcüler müfessirler ve muhaddisler arasında da İslam'ın ru­huna aykırı bir takım sözler beyan edenler olmamış mıdır? Şimdi biri kalkar da bunları lanse eder ve bu vesileyle büyük insanlara özellikle de mukaddes ilimlere dil uzatırsa bu demagoji değil mi­dir? Böyle bir insanın dili kesilmeli değil midir?

Bu hususta cahillere izin verilirse taş üstünde taş kalır mı? Gerçekten de Allah'tan korkmamız ve takva üzere konuşmamız gerekir. Bizim asıl problemimiz ilmi meseleler değil ahlaki husus­lardır. İslami ahlaka sahip olmadan atılan hiçbir adım İslami ola­maz. Zira güzel sözleri yücelten insanın amelleridir. Allah sadece muttaki insanlardan amellerini kabul eder. İmam gibi gerçek bir filozof ve arif yirminci yüzyılda bu muhteşem inkılâbı vücuda ge­tirmişken, küfre karşı İslam ve Müslümanların izzetini korumuş­ken bir insanın kalkıp da "arif ve sufiler cihad ehli değildir. Onlar riyazet ve uzlet ehlidir." demek insafsızlık değil midir? Yoksa İmam Arif değil miydi? İmam irfan ehli birisi değil miydi? Şimdi pire için yorgan mı yakalım. Kaş yapayım derken göz mü çıkara­lım?

Aslında daha önceden de işaret ettiğimiz gibi İslam irfanıyla felsefesiyle ahlakıyla ekonomisiyle devletiyle bir bütündür. Müslümanları arif, filozof, hizbullah, sufi radikal, ılımlı diye ayırmak ce­haletten kaynaklanan bir yanılgıdır. Her arif bir hizbullah, her hizbullah bir ariftir. Gece ibadetle gündüz cihadla uğraşmaz. O her an ibadet eder ve onun ibadeti de cihaddır. Cihadı da ibadettir. "Bizim siyasetimiz dinimiz, dinimiz de siyasetimizdir." diye buyu­ran Ayetullah Müderris de bunu ifade etmiyor muydu?

Felsefeyi İslam'dan irfanı mücahidden ayıranlar aslında İs­lam'a en büyük ihaneti etmişlerdir. Hz. Ali (A) Hem bir hizbullah, hem bir inkılâpçı hem bir filozof hem bir mütekellim ve hem de bir arif idi. Hakeza diğer Ehl-i Beyt imamları ve gerçek arifler de böyleydi. Gerçek arifler de hiçbir ciheti diğerinden öne geçirmez, biri diğerinden ağır basmazdı. Onlarda her şey mutedildir. Onlar bu yüzden adildirler. Ne mutlu adillere.

Ama ne yazık ki birçok terimlerimiz tahnit edildiği gibi irfan, felsefe vb. terimlerimiz de tahnit edilmiştir. Bunlara gerçek mana­larını kazandırmak gerek. Bir arif veya sufi derken aklımıza hep uzlet köşelerinde dünyadan ve içindekilerden el-etek çekmiş sadece ibadet ve rizayetle meşgul olan bir kimse gelmektedir. Bir fi­lozof derken sadece birkaç felsefi terim ile meşgul olan İslami ruh ye ahlaktan, gerçek maneviyat ve ibadetlerden uzak bir kimse aklımıza gelmektedir. Hizbullah, radikal, muvahhid vb. sözleri söy­lerken de gece gündüz siyasetle uğraşan eli silahlı gözü pek mücahidler canlanmaktadır gözlerimizde.
Hâlbuki asrı saadette bu böyle değildi. Müslüman’ım diyen herkes bütün bu özelliklere gü­cü oranında sahip çıkan kimseydi. Dolayısıyla bölünmez bir bü­tün olan İslami felsefesi, irfanı tasavvufu kelam ilmi cihadı ve inkılâbıyla bir arada görmek lazım.
Bunları birbirinden ayırmamak gerekir. Bunlardan birini ayırmaya kalkışanlar hakikatte İmam'ın da dediği gibi "Yukarılara çıkamadığından orada olanları aşağıya indiren doğulu kafalardır." Bu yüzden görüyoruz ki bir Kesrevi çı­kıyor duaya karşı çıkıyor ve İmam'ın ömrünün sonuna kadar Kur'an'dan ayırmadığı ve sürekli okuduğu dua kitabı "Mefatihul Cinan" kitabını yakıyor ve bu duaların İslam'ı gerilerde bıraktığını iddia ediyor.
Bazıları da çıkıyor irfan ve tasavvufun İslam'a hiçbir şeyin vuramadığı ağır darbeleri vurduğunu söylüyor. Bir başkası da kalkıyor bunun aksini savunuyor. Aslında bunlar neye benzi­yor biliyor musunuz? Bu hususta bırakalım hükmü Mevlana versin ne dersiniz?

"Hindliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek is­tediler Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı. Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar.

Birisi eline hortumunu geçirdi "fil bir oluğa benzer" dedi. Başka birinin eline kulağı geçti, Fil bir yelpazeye benziyor" dedi. Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki, "fil bir direğe benzer."

Bir başkası da sırtına ellemişti. Fil bir taht gibidir" dedi. Her­kes neresini elledi nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu. Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi öbürü elif. Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı." (Mesnevi; c.3, s.101-102)

Gerçekten de ne güzel diyor Mevlana değil mi? İşte bizler de İslam'a Hintlilerin file baktıkları gibi bakıyoruz. Kimimiz "İslam ir­fandır" derken bir diğeri "felsefedir" diyor. Bir başkası da "siyaset­tir" diyor. Hâlbuki bunların hiçbirisi de doğru değildir. Bu görüş ayrılıkları bizim dar bakış açılarımızdan kaynaklanmaktadır.
Eğer hepimiz bir mum (nur) olan Kur'an'ı elimize alıp da bakacak olur­sak orada her şeyi yerli yerinde görürüz. Kur'an'da irfan, felsefe, ekonomi, psikoloji, astronomi siyaset ve benzeri her şeyin bir ara­da iç-içe olduğunu görürüz.
Kur'an'daki arif,.filozof siyasetçi hizbullah sufi ve diğer insanlar arasında hiçbir ayrılık yoktur.
Gerçek Müslüman bütün bunların toplamıdır, Müslüman akıl, vicdan, duygu, heyecan, dirayet, basiret, vb. tüm sıfatlan barındırır vücu­dunda. Bunları ayıranlar hakikatte karanlıklarda fili tanımlamaya çalışan Hindlilere benzerler. Bu hakikati eski gerçek ariflerde mümkün olduğu gibi çağdaş gerçek ariflerde görmek mümkün­dür.
İmam Humeyni, M. Taki Caferi, Allame Tabatabai, Mutahhari, Cevaid-i Amuli, Hasanzade-i Amuli, Ayetullah Gılani vb. birçok arifler de böyledir. Merak edenler araştırsın ve bu yüce zatların İs­lam'ı nasıl bir bütün olarak ortaya koyduklarını siyaset irfan felsefe diye bir ayırıma girmediklerini bütün açıklığıyla görsünler.
Gö­rünen köy kılavuz ister mi hiç? Yeter ki samimi olalım gerisi her şey kolay.


MEHDİLİK İNANCI

Şüphesiz ki bir kurtarıcının gelmesini beklemek zulüm ve baskı allında yaşayan tüm mazlum halkların ortak inancıdır. Zaten tüm mustazaf halklar bu ümitle yaşarlar. Bu ümidini kaybedenler tarihe karışmış varlık diyarından göçmüşlerdir. Dolayısıyla "bu inanç zulüm altında inleyen halkların ortak inancıdır." diye red­detmek ve İslam'dan dışlamak doğru değildir. Zira Müslüman top­lum da aynı konumdadır.
Aslında bu bir kurtarıcıyı bekleme inan­cı hurafe değil bir gerçeği ifade etmektedir Bu bir fıtri meseledir. Tüm halklar arasında var oluşu da bu fıtri oluşunu belgelemekte­dir.
Eğer efsane olsaydı tüm halklar arasında yaygın bir inanç hali­ne gelemezdi. Aslında bu inanç mazlumların Allah'ın adaletine ve kendilerini sevdiğine inanmasının bir sonucudur Allah'ın adaleti­ne inanan herkes zulüm ve baskı altında inledikleri bir ortamda Allah'ın kendilerine bir yardımcı göndereceğini ve kurtuluşa erdi­receğini bilir ve iman eder. Mehdiliği inkâr edenler bu fıtri mese­leye hakkıyla teveccüh edememişlerdir.
Bir inancın yaygınlığı onun hurafe olduğu manasını ifade etmez. Aksine fıtri ve zati bir şey olduğunu gösterir. M. Fakih İmani bu hususta şöyle diyor:

"İslam'da mehdilik meselesi İslam'ın hayatının devamı için en esaslı temellerinden biri olup İslam'ın cihanşümul inkılabı ve Kur'an-ı Kerim'in getirdiği dinin diğer bütün dinlere ve dünya hü­kümetlerine zaferi ve hakimiyeti için temel bir şarttır.

Zira gerçek İslam'ın, tam bir özgürlükle, ilmi, siyasi, sosyal, iktisadi, ahlaki, ibadi, kültürel, hukuki, askeri vs. alanlarda bütün dünyada ve bütün insan kitleleri arasında uygulanması aynı za­manda Kur'an-ı kerim'in vaadini vermiş olduğu (28/5) mustaz'afların müstekbirlere zaferi, Rasulullah (S) tarafından tayin edilmiş gerekli bütün şartları taşıyan bir Mehdi'nin rehberliğinde gerçekle­şebilir ancak.

İslam tarihinin on dört asırlık geçmişi süresince İslam'ın lafını edenler çok olmuştur. Ama pratikte söz konusu şiarların gerçek­leşmediğini görüyoruz. Elbette geçmişte veya günümüzde bu alanda bazı basanlar olmuştur. Ama bütün bunlar İslam'ın cihan­şümul hâkimiyetiyle mukayese edildiğinde çok küçük kalırlar.

İlahi vaad gereği söz konusu cihanşümul İslam hâkimiyeti ancak Hz. Mehdi (a) eliyle gerçekleşecektir, bir başkası tarafından değil.

Başka bir ifadeyle gerçek İslam'a göre ve Hz. Rasulullah (S) ve Hz. Ali'nin (a) hükümet tarzıyla cihanşümul İslami hâkimiyeti kurmanın tek yolu liyakatli ve güçlü ilahi bir hükümdar ve aynı zamanda gaybi yardımlara mazhar olan bir imamın, yani Peygamber'in hakiki varisi Hz. Mehdi'nin (a) kıyam etmesidir.

Evet, İmamiye Şiası ve Ehl-i Sünnet'ten olan birçok araştırmacıların inancına göre Hz. Mehdi zuhur edecek ve yeryüzünü ada­letle dolduracak. Bu ilahi makam ancak ona yakışır ve bu işin so­rumluluğunu üstlenebilecek olan insanlık aleminin tek kurtarıcısı odur.
Ondan önce yapılan gerçek İslami faaliyetler ancak onun gelişine gerekli ortamı hazırlayabilir. Evet, ancak onun rehberliği altında dünya mustazaflarının müstekbirlere zaferi ve Allah Teâlâ’nın "Andolsun ki biz, Zikir'den (Tevrat) sonra Zebur'da da yazdık: Şüphe yok ki, yeryüzü, temiz kullarıma miras kalır" ayetiyle layık kullarına vermiş olduğu müjde gerçekleşecektir.

Mehdi (A)'ın varlığını kabul eden Ehl-i Sünnet alimlerinden bazıları şunlardır:

1. Ebu Bekr Muhammed b. Harun Ruyani (ö. H. 307) Şam Zahiriye kütüphanesinde bulunan el yazması "Müsned" adlı ese­rinde.

2. İbn-i Ebi Sele Ebi Bekr Muhammed b. Ahmed b. Bağdadi (238-322) Muhaddislerin ileri gelenlerindendir. Bu zat Tarih-ul Eimme adlı eserinde Hz. Mehdi'nin (a) varlığını açıkça itiraf etmiş­tir. Onun bu eseri Şeyh Mufit'in "el-Füsul-ül Aşereti Fil Gaybe" ki­tabının ve Hicri 1370'de Necef’te basılmış olan Mevadir-ür Ravendi'nin eki olarak basılmıştır.

3. Abul Abbas Ahmed b. İbrahim b. Ali Kindi. İbni Cerir Taberi'nin öğrencisi ve Mekke'de ikamet eden Hafız Ebu Naim İsfahani'nin üstadı olup "Mevalid-ül Eimme"yi içeren hadisin ravisidir.

4. Ebi Ali, Ahmed b. Muhammed b. Ali İmad Nesevi. İbn-i Ebi SeleCin "Mevalid-ül Eimme" kitabını mezkûr "Kindi" vasıtasıy­la rivayet eden şahıstır.

5. Ebu Mesud Ahmed b. Muhammed b. Abdulaziz b. Şazar Bicli. (Mevalid-ül Eimme risalesini Ebu Mensur Şirazi'ye okuyan" kişi)

6. Ebu Mensur Abdurrahim b. Muhammed b. Ahmed Şerabi Şirazi (Mezkûr risaleyi Ebu Mesuddan duymuş ve yazmıştır)

7. Ebu muhammed Esad b. Ahmed Sakafı (mevalidül Eimme" risalesini Ebu Mensur'dan nakleden şahıstır)

8. Ebu Mecid Muhammed b. Hamid bin Abdulmun'im . Aziz Vaiz. (Mezkûr risaleyi yukarıda adı geçen Sakafi'den naklen kay­detmiştir)

9. Ebu Abdullah Muhammed b. Abdulvahid b. Fahir Kureşi (Mezkûr risaleyi E.bu Mecidd'den duymuş ve nakletmiştir)

10. Muhibuddin, Ebu Abdullah, Muhammed b. Mahmud b. Hasan Haccar Bağdadi (ö. 643) İbni Cevzi'nin öğrencisi, Bağdat "Mustensiriyye" medresesinin müderrisi ve Tarih-i Bağdat'ın so­nunda basılan "kırk Hadisi"nin yazarıdır.
"Mevalidül Eimme" risa­lesinin muhtevasını ismi geçin önceki üç şahıstan (Ebu Muham­med Sakafı, Ebu Macid, Ebu Abdallih Fahir Kureşi) duymuş ve kaydetmiştir.

11. Meşhur soy alimi Ebu Nasr Selh b. AbduUah-i Buhari Zey-di, (ö. 341) .Sirrus Silsiletil Aleviye'de Necef baskısı, İmam Hasan Askeri adı altında.

12. Meşhur tarihçi Ali b. Hüseyin Mesudi, (ö. 346) Mürucüz Zeheb'ed, c.8, s.40, Fransızca tercümesiyle birlikte, Leiden baskısı.

13. Harezmî Muhammed b. Ahmed b. Yusuf Katib, Ö. 387 Mefatihul Ulûm’da leiden baskısı, yıl 1895, s.32-33)

14. Hafız Ebul Feth Muhammed b. Ahmed b. Ebil Fevarisi, Bağdadi, (388-412) Erbain'de, 4. hadis, Muhaddis Nuri'nin Keşfil Esfar'ından naklen, s. 29, birinci baskı.

15. Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin Beyhaki Hüsrevirdi Şafii, (ö. 458) Şuebul İman'da Hindistan, Dairetul Mearif baskısı.

16. Farsça Mücmelüt Tevarih-i ve'1-Kısas kitabının yazan. (ö. 520) s. 458, Tahran baskısı.

17. Ahmed b. Ebil Hasan Namıki Cami, (ö. 536) Yenabiul Me-vedde kitabında, Ehval-u Emiril Müminin bölümünde.

18. İbni Haşşab Muhammed b. Abdullah b.. Ahmed-i Bağdadi, (ö. 567) Tarihu Mevalidil Eimme kitabında.

19.Ahtab-ı Harezem Muvaffak b. Ahmed-i Hanefi, (484-568) Maktelül İmam Hüseyn'de, (Bazıları bu kitabı aynı yazarın Menakibu Emiril Müminin kitabıyla karıştırmıştır) Yenabiul Mevedde, 5 494, İstanbul baskısı, Yol 1301, ve Atlame Nuri'nin Keşfül Esfar'ından naklen.

20. Yahya b. Selamet Haskefi Şafii, (ö. 568) Tezkiretul Havas, s. 360, Necef baskısı ve Yenabiul Mevedde, 87, babdan naklen.

21. İbni Arzak Abdullah b. Muhammed Fariki, Ö. 590) Tarih-i Meya Farikin'de Vefayetul Ayan'ın naklettiği üzere c3, s. 3l6, sayı534)

22. Abbasi Halifesi en-Nasir-u li Dinillah Ahmed b. Müstezi (ö. 622).

23. Şehabuddin Yakut b. Yakut b. Abdullah Hamevi Rumi-i bağdadi, (ö. 626) Mucemul Buldan'da, c. 3, s. 173)

24. Şeyh Ferududdin-i Attar Muhammed b. İbrahim Naşaburi Hemedani (627'de öldürülmüştür) Muzaffer-us Safa adındaki diva­nında, Yenabiul Mevedde, 87. babdan naklen.

25. İbni Esir-i Gezeri İzzuddin Ali b. Muhammed-i Şeybani Musuli, (555-630) El-Kamil'de, H. 260. yılın hadiseleri bahsinde.

26. Şeyh Muhyiddin Muhammed b. Ali, "İbni Arabî Tai Endülisi" diye meşhurdur (ö. 638) Şer'ani, El Yevakit ve Evahir adlı ese­rinin 65. bölümünde İbni Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiyesinin 366. babından naklen bu konuyu zikretmiştir.
Ne yazık ki bu konu de­falarca basılan Futühut-i Mekkiyenin Mısır baskısından ihanet so­nucu çıkartılmıştır. Yine Hemzavi, Meşarikül Envar'ında ve Sabban İsafur Rağibin'de bu konuyu Muhyiddin'e isnat edmişlerdir.

27. Şeyh Saduddin Muhammed b. Muayyed Hameviyye (Sa-duddin Hamevi) Mehdi-i Muntazar risalesinde; Cami'nin Miratul Esrar'ındaki nakline göre.

28. Şeyh kemaluddin Muhammed b. Talha Şafii Nesibi, İkdul Ferid'in yazarı, (582-652) Metalibus Seul Fi Menakib-i Ali’r Rasul'ün 12. babındı ve yine Ed-Durr-ül Munazzam'da, bir bölümü Yenabi-ul Mevedde kitabının 68. babında basılmıştır.

29. Şemsuddin Yusuf b. Kızoğlu Sıbt-i Ebil Ferec b. Cevzi, (ö. 654) Tahran ve Necefde basılmış olan Tezkiretu Havassil Eimme, Hz. Mehdi (as) hakkındaki fasılda.

30. Hafız Ebu Abdullah Muhammed b. Yusuf-i Genci Şafii (ö. 658) Kifayetut Talib'de ve el-Beyan fi Ahbar-i Sahibiz Zaman kita­bının 25. babında (Bu kitap İran-Necef ve Beyrut'da defalarca ba­sılmıştır)

31. Celaluddin Belhi Rumi, (ö. 672) Mesnevi'de "Ey Server-i Merdan, Ali mestan Selamet mikoned" şiirinin zımnında.

32. Konyalı Saddreddin, (bu zat arif ve filozofların büyüklerindendir) (ö. 673) kendi Raiyye kasidesinde. Muhaddis Nuri bunu Keşful Esfar, sayı: 31’de nakletmiştir.

33. İzzuddin Abdulaziz b. Muhammed Nesevi Sufi, (ö. 686) kendi risalesinde Yenabiul Mevedde'nin 87. babının sonunda nak­ledildiği üzere.

Bu zat, Akaidun Nesefıyye'nin yazan olan Azizuddün Ömer b. Muhammed b. Ahmed Nesefi'den (ö. 538) farklıdır. Keşfül Estar ve Muhtehabül Eser'in yazarları bu iki zatı karıştırmışlardır Danişmendan-i Amme ve Mehdi-i Mevud'u yazarı, onun ölüm tarihini h. 616 olarak kaydetmiştir.

34. Edebiyatçı Hekim Amir b. Basri Rum'un Sevayin mıntıka­sında ikamet etmiştir, (ö. 696) Zatül Envar adıyla Abdulkadir Mağ­ribi'nin önsözüyle ve Masinyon'un yardımıyla basılmış olan kendi şiirinde (Mucemul Müellifin, 5'45'den raklen.) Allame Nuri Keşful Esfar'ın 55. sayfasında onun şiirlerinin bu bölümünü zikretmiştir.

35. Meşhur tarihçi Hamdullah b. Ebi Bekir Mustevfi Kazvini, (ö. 730) Tarih-i Guzide-i Farsi'de , s.206-207 Tahran baskısı, h. 1339)

36. Şeyhul İslam İbrahim b. Muhammed Muayyed Güveyni Hemui Şafii, (644-732) Feraidus Simtayn'de, c.2, s.337, Beyrut bas­kısı-

37. Meşhur tarihçi Ebu Feda İmamuddin İsmail b. Ali (Suri­ye'nin şehirlerinden Humat'ın hakimi), El muhtasar Fi Ahbaril be­şer, 254. yılın bahsinde, c.2, s.45'de.)

38. Kemal Abdurrazzak b. Ahmed kaşani Sufı (ö. 730 veya 735) Tuhfetul İhvan Fi Hasasisil Feteyan'da, Said nefisi'nin Ser Çeşme-i tasavvuf Der İran, s. 2l6'da naklettiği üzere.)

39. Meşhur arif Alauddevle Simnani Ahmed b. Muhammed Şafii, (659-736) Hace Parsa'nan Faslul Hitab Piratoun-i Zikr-i Ebdal ve Aktab'daki nakli üzere. Bu kitaba Ehli Sünnet'in tasavvufçuları inanmaktadıriar

40. Meşhur tarihçi Şemsuddin Muhammed Zehebi (673-748) Türkmen asıllı olup Dımeşk'te ikamet etmiştir, Tarih-u Düvel-il İs­lam'da, c.l, s. 158, H. 260. yılın hadiseleri bahsinde; yine El-İber Fi Haber-i Men Gaber'de, c.2, s.20'de, H. 260, yılın hadiseleri bah­sinde.

41. İbni Verdi Zeynuddin Ömer b. Muzaffer b. Ebil Fevaris, (691-749) Tetimmetül Muhtasar'da, (Tarih-i İbni verdi diye meş­hurdur)/ Mısır baskısı, c.l, s.318, h.254. yılın hadiseleri bahsinde. İmam Hadi (as)'ın vefatı bölümünde.

42. Şeyh Şemsuddin Muhammed b. Yusuf Zerendi Hanefi En-sari, (693-747 veya 748 veya 750) Miracul Vusul ila Marifeti Fazile­ti Al-ir Rasul)

43. Selahuddin Sıfdi Halil b. İbek, (ö. 764) ElVafi bil Vefayat, Şerhu Camiyetul Acem ve Şerh-ud Daire'nin yazandır. Yenabiul Meveddet 86. babdan naklen.

44. Hafız Muhaddis, Abdullah b. Muhammed Muteyri Medeni Şafii, (ö. 765) Er Riyazuz Zahire Fi Fazl-ı Ali Beyt'in, Nebi ve İtretih-it Tahire'de. Bu kitap baştan 60 hadisi Suyuti'nin İhyaul meyyit bi Fazail-i Ehl-il Beyt kitabını oluşturan 151 hadisi kapsamaktadır. Allame Nuri'nin Keşfül Estar'ından (s. 93) naklen.

45. Meşhur tarihçi Abdullah b. Ali Yafi-i Yemeni Şafii, (700-768) Miratul Cinan'da, c.2, s. 172'de h. 260. yılının hadiseleri bah­sinde.

46. Seyyid Ali b. Şehab b. Muhammed Hemedani Hindistan Mukimi, (714-786) Meveddetül Kurba'da ve Ehlül Eba'da. Hz. Mehdi (as)'a ait bölümü Yenabiül Meveddet'in 56. babının zımnında (s. 288-317, Necef baskısı) yer almıştır.

47. 'Ebu Velid Muhibbuddin Muhammed b. Şehne Halebi-i Hanefi (749-815) Ebu Feda'nm Tarihi'nin kısaltılmışı olan Ravzatul Menazir Fi ahbaril Evail vel Evahir'de c. 1, s.294 ve Muruc-uz Ze-heb'in haşiyesinde, Mısır 1303 baskısı.

48. Meşhur arif ve tarihçi Muhammed b. Muhammed b. Mah-mud Buhari (Hace Parsa Hanefi-i Nakşbendi diye meşhurdur) (ö, 822) Nüshası İran İslami Şura Meclisi kütüphanesinde, fotokopisi de Faslul Hitab adlı eserinde Galiba Hindistan'da basılmıştır.

49. Meşhur tarihçi Ahmed b. Celaluddin Muhammed b. Fasih Havafi, (777-845) Mucmel-i Fesihi'de, c. 1, s.231 Meşhed baskısı, yıl 1341, 255. yıl hadiseleri bahsinde.

50. Şehabuddin b. Şemsuddin b. Ömer-i Hindi, '"Melikul Ulema-i Zavili Devletabadi" diye meşhurdur, (ö. 849) Hidayetus Su-eda Fi Menakib-is Sadat'da, Allame Nuri'nin Keşfül Esfar'ında ve Allame Seyyid Muhsin Amili-i Sami'nin Dimeşk'te basılmış olan el-Burhan'ından naklen.

51. Hace Fazluddin b. Sadruddin Tereke Hacendi İsfehani, (ö. 850) Şehristani'nin milel ve Nihel kitabının tercümesi olan Tenkihul Edillet-i vel ilel'de s. 18, 183-187.

52. İbni Sabbağ Naruddin Ali b. Muhammed-i maliki (734-855) el-Fusul-ül Muhimme Fi Marifetil Eimme'de, Hz. Mehdi (as)'ın faziletleri bahsinde.

53. Şeyh bdurrahman-i Bestami, (ö. 858) Dürretül Maarif de, Yenabiul Mevedde'nin 84. babmdan naklen.

54. Ebul Meali Sıracuddin Muhammed b. Abdullah-i Hüseyni Rufai Mahzumi Bağdadi, (793-855) Sihah-ul Ahbar Fi Neseb-is Sa-det-il Fatimiyyetil Ahyar'da 1306 Mısır baskısı s. 143.

55. Nuruddin Abdurrahman b. Ahmed b. Kıvamüddin-i Deşti Cami Hanefi, Şair ve Şerhul Kifaye'nin yazan, (ö. 898) 44. sayfada Luknow'dave Bombeyi'de basılmış olan Şevhid-ün Nübüvve'de. Bu kitabın, İran İslami Şura Meclisi'nin kütüphanesine ait olan el yazma nüshasının fotokopisi yanımda mevcuttur.

56. Muhammed b. Davud-i Nesimi Menzilavi Sufi (ö. 901) Kunduzi'nin Yenabiul Mevedde'sinin 86. babı, s. 566'da, Necef baskısında naklettiği üzere.

57. Meşhur tarihçi Mir Hand, Muhammed b. Havendşah, (ö. 903) Ravzatus Sefa c.3, s.59-62, Hz. Mehdi (as)'a ait olan bahiste, Bu kitap Kum Mescid'i Azam kütüphanesinde mevcuttur.

58. Kadı Fazl b. Ruzbehan Hanci Şirazi.

59. Molla Hüseyin b. Ali Kâşifi Beyhaki Sebzevari Herevi, (ö. 910) Ravzat-uş Şüheda'nın sekizinci bölümünde, Delhi vs. baskılarında.

60. Kadı Hüseyin b. Muiduddün Meybudi Yezdi (ö. 911) (Molla Celaleddin Devani'nin öğrencilerindendir) Hz. Ali (as)'a Mensub Divanın şerhinde s. 123 ve 371, Tahran baskısı.

61. Meşhur Filozof Celaluddin Muhammed b. Esad Sadiki De-vani Şafii, (ö. 907 veya 918 ya da 927) Numl hidayet fi İsbatil Velayet'de (Bu kitap birinci defa h. 1211 yılında İbni Bitrik'in Hasasis'i ile birlikte ve daha sonra h. 1375'de Tahran'da basılmıştır.)

62. Ebul Hasan Ali b. Muhammed Şazli, (857-939) Şe'rani'nin el-Yevakit adlı eserinin 56. babında naklettiği üzere.

63. Şeyh Hasan Iraki, (ö. 958'den sonra) Şe'raninin el-Yevakit vel Cevahir'in 60. bölümünde naklettiği üzere.

64. Şeyh Ali Havas, meşhur arif Şeyh Abdulvahhab Şera'nin üstadı, (ö. 958'den sonra) öğrencisinin Levakihul Envar, c.iE^s. 150 ve "el Yevakit vel Cevahir'in 65. bahsinde naklettiği üzere.

65. Takiyuddin İbni Ebi Mensur, (ölüm tarihini ele geçireme-dik) Şerani el-Yevakit vel Cevahir'in 65. babında onnu Akide adlı kitabından nakletmiştir.

66. Meşhur Tarihçi Kadı Hüseyin b. Muhammed Diyarbekri, (ö. 966) Tarihul Hamiş, c. 2, s. 343, h. 260 yıl ile Mutemid Abbasi döneminin olaylan bölümünde.

67. Meşhur Arif Şeyh Abdulvahhab b. Ahmed Şerani Şafii, (898-973) El-Yevakit vel Cevahir kitabımn 65. bölümünde.

68. Şehabuddin Şeyhul İslam Ahmed b. Hacer-i Heysemi Şa­fii, (909-974) es-Savaik-ulMuhrika'da, Hicri 1313 Mısır baskısı, s. 100 ve 124.

69. Meşhur Muhaddis Molla Ali b. Sultan Herevi Kari, (ö. 1014) Hz. Mehdi (as) hakkındaki bölümü

70. Meşhur tarihçi Hand Mir Sibt Mir Hand, Ravzatus Sefa'nın yazan, (ö. 942) Habibus Seyr adlı tarihinde, c. 2, s. 100-113)

71. Şemsuddin Muhammed b. Tulün Dimeşki, (ö. 953) El-Eimmetül İsna Aşer'de, s. 117)

72. Seyyid Cemaluddin Ataullah b. Seyyid Gıyesuddin Fazlul-lah Şirazi Nişaburi (ö. 1000) Razat-ul Ahbab'da, Farsça Luknow 1297 ve Hindistan 1310 baskısı, Hz. Mehdi (as) hakkındaki fasıl­da.

73. Meşhur ve değerli tarihçi Ebil Abbas Ahmed b, YuSuf b. Ahmed Dımeşki Kırmani, (939-1019) Ahbarud Düvel vel Asarul Evel'de, s. 117, hulefa ve eimme hakkındaki babın zımmında.

74. İmam Ahmed b. Abdulahed Faruki Serhendi Nakşbendi Hanefi, (971-1031) Bu zat, sufilerin büyüklerinden olup ikinci bin yılın müceddidi olarak anılmaktadır Mektubat adlı eserinde c. 3, son mektup.

75. Meşhur arif Bediuddin Kutb-i Medar, (Abdurrahman-i Sufi Miratul Esrar kitabım bu zat için yazmıştır. Onunla aym asırda ya­şamıştır. Yüz on birinci yılın ilk yarısının şahsiyetlerindendir.

76. Meşhur arif Abdurrahman Çişti b. Abdurrasul b. Kasım-i Abbasi Alevi Sufi (ö. 1045'den sonra) Farsça Miratul Esrar'da (Bu kitap, sufilerin ileri gelenlerinin biyografisini kapsamaktadır.
Bu­nun ilk nüshası Loknow Asifiye kütüphanesinde 168/1309 numa­rasıyla mevcuttur. Diğer bir nüshası da Tahran Meclis kütüphane­sinde mevcuttur. Şah Veliyallun Dehlevi de el-İntiban Fi Selasil-i Evliyaillah ve Esatid-i Varis-i Rasulullah adlı kitabında ondan nakletmiştir.

77. Ebul Mecd Abdulhak b. Seyfuddin Dehlevi Buhari Hanefi, (959-1052) Menakib-i Eimme ve Ehval-i Anha adlı eserinde. Alla-: me Nuri'nin keşfil Esfar'ında naklen.

78. Meşhur tarihçi Abdulhay b. Ahmed (ibni İmad-i Dimeşki Hanbeli diye meşhurdur), (1032-1089) Şuzurat-uz Zeheb Hicri 260. yılın hadiseleri zımnında s. 142., baskı 1350.

79. Abdulmelik b. Hüseyn b. Abdulmelik İsami Mekki, (1049-111) Simt-ün Nücum-il Avali, c.4, s. 137-138.

80. Şeyh Abdullah b. Muhammed Şebravi Şafii Mısri, El-Ezher Üniversitesinin şeyhi (ö. 1172) El-İthaf-u bi Hubb-il Eşraf s. 68-69'da, Kahire baskısı.

81. Ahmed b. Ali b. Ömer Şahebuddin Ebunneccah Muneyni Hanefi Dımeşki, (1089-1173) Fethul Mennan kitabında, Şeyh Be-hai'nin "el-Evz-u vel Eınan" kasidesinin şerhinde s. 3, Kahire bas­kısı. Bu kitabın metni El-İmam-ul Mehdi inde ehl-i Sünnet aynen basılmıştır.

82. Şah Veliyalluh Ahmed b. Abdurrahim Faruki Dehlevi Ha­nefi, (1110-1176) El-Muselselat'da, El-Fazl-ul Mubin diye meşhur­dur.

83. Şeyh Muhammed b. Ali Sabban-i Mısri Şafii, (ö. 1206) İsafur-Rağibin'de. Bu kitap defalarca Şeblenci'nin Nurul Ebsar'ının hamişinde Mısır'da basılmıştır.

84. Mevlevi Ali Ekber b. Esedullah Mevdudi, (ö. 1210) Hin­distanlı meşhur alimlerdendir, Cami'nin Mefehatül Üns'ine haşiye olan mukaşefat'ında Ali b. Selh-i Isfahani'nin hal tercümesinde ve peygamberlerin ismeti ve İmam Mehdi bahsinde, c. 7, s. 327.

85. Şeyh Abdulaziz b. Şah Veliyullah Dehlevi, Tuhfet-u İsna Aşeriyye'nin yazandır. (1159-1239)

86. Halid b. Ahmed b. Hüseyin Ebul Beha Ziyauddin Nakşi­bendi Şehrzuri, (sufilerin büyüklerindendir. 1190-1242) Divan-i Farisinde, Rıza Kulu Hidayet'in Mecmeul Fuseha c. 1, s. 11, 1329 baskısında naklettiği üzere.

87. Reşiduddin Dehlevi Hindi, (ö. 1143) İzah-u Letafetül Mekal'da. Allame Abakati'nin el-İmam-is Sani Aşer, Necef baskısı s. 47'de naklettiği üzere.

88. Meşhur soy bilgini Ebulfeyz Muhammed Emin Süveydi, Bağdadi, (ö. 1246) Sebaikuz Zeheb Fi Marifet-i Kabail-ii Arab, .s.78,

89. Kadı Cevad b. İbrahim b. Muhammed Sabat Hicri Basri Hanefi, (1188-1250) (önceleri Hıristiyan olan bu şahıs sonradan Müslüman olmuştur) El-Berahin-üs Subutiyye Fi ma Yestakim-u gihi Deaim-ul Millet-il Muhameddiye'de Irak baskısı. Allame Nu­ri'nin Keşful Estar'da naklettiği üzere.

90. Şeyh Ebdulkerim Yenuni (ö. 1291'den önce) Hz. Mehdi (as) hakkında söylediği şiirlerin zımnında, Yenabiul Meveddet'in 84. babında aynen zikrolunmuştur.

91. Değerli muhaddis Süleyman b. İbrahim-i Kunduzi Hanefi (Hace Kelan diye meşhurdur) (1220-1294) Yenabiul meveddet, 56. ve 79. babların sonunda. Bu kitap defalarca Türkiye'de, Hindis­tan'da, Irak'ta, İran'da ve 1384'de yedince kere Necefül Eşref de basılmıştır.

92. Şeyh Hasan Advi Hamazavi Şafii Mısri, (ö. 1303) Mısır'da basılmış olan Meşarik-ul Envar Fi Fevz-i Ehlil İtibar'da.

93. Teşyid-ul Mebani'nin yazan (ö. 1306'dan önce) Allame Muhakkik Mir Hamid Hüseyin Nişaburi Hindi'nin İstiksaul Efham da s. 103, Luknow baskısı, naklettiği üzere.

94. Seyyid Mümin b. Hasan b. Mümin Şeblenci Mısri, (1252-1308'den sonra) Mısır'da basılmış olan Nurul Ebsar'ın Hz. Mehdi (as) hakkındaki faslında, s. 150.

95. Muhammed b. Vuheyb Kızoğlu Bağdadi Hanefi Cevhere-tül Kelam isimli kitabında s. 157. El Meclisul Selasune Fi Fezail-i Muhammedil Mehdi (as) başlığı altında.

96. İmaduddin Hanefi, Allame Nuri'nin Keşfül Estar s. 60'de bazı ashabından naklettiğine göre adı geçen şahıs, Hz. Mehdi (as)'ın variığmı itiraf etmiştir.

97. Değerli araştırmacı Kadı Behlül Behced Efendi Kunduzi Zengezuri (1350) Türkçe'den Farsça'ya tercüme edilip İran'da yak­laşık onuncu baskısı yapılmış olan imamet konusunda çok yetkin ve derin bir araştırmanın ürünü olan muhakeme Der Tarih-i Ali Muhammed adlı eserinde.

98. Şeyh Abdullah Amir Tesri Hanefi, (Muasır şahsiyetlerden­dir) Urduca olup Lahor'da basılan Ercahul Metalib Fi Addi Mena-kib-i Esedillahil Galib Emiril müminin Ali b. Ebi Talib'de,

99. Seyyid Abdurrazzak b. Şakir Bedri Şafii, (muasır şahsiyet­lerdendir). "Siretül İmamil Aşir Ali Hadi adlı eserinde, s. 131.

100. Meşhur tarihçi Muhammed Sefir Girbal, (Kahire dil ku­rultayı üyesi 1311-1381) Dairetül Maarif de.

101. Hayreddin b. Mahmud b. Muhammed Zerkuli Dimeşki, (1310-1396) el-Alaffl, üçüncü baskı, c. 6, s. 80'de.

102. Yunus Ahmed Samerrâi, Bağdat Üniversitesi'nn yardı­mıyla 1968'de basılmış olan "Sakidda fi Edebil Karn-is Salis-il Hicri adlı kitabında, s. 46. '

Ehl-i Sünnet'in bu büyük şahsiyetleri, Hz. Mehdi'nin varlığını tasrih etmişlerdir. Böylece Hz. Mehdi (as)'ın Ehl-i Sünnet alimle­rinden büyük bir grubun yanında kesin bir şey olduğu söylenebi­lir. (Ehl-i beyt Mesajı sayı 1, s. 75-90)

Elbette ki Ehl-i Sünnet ve Şia'da Mehdi anlayışı farklıdır. Şia'da Mehdi "Benden sonra imamlar oniki kişidir." hadisi gereğince 12. İmam'dır.
Ama Ehl-i Sünnette Hz. Mehdi henüz dünyaya gelme­miştir. Velhasıl netice itibarıyla bir takım inatçılar ve cahiller dışın­da büyük alimlerin çoğu Mehdi (A)'ın varlığını kabul etmiştir.

Bu hususta Mustafa Turabi de şöyle diyor:

"Kur'an-ı Kerim'de İslam'ın diğer dinlere zaferini vaad eden ve sonunda yeryüzünün mirasçılarının Allah'ın salih kulları olaca­ğını bildiren ayetler vardır. Biz burada o ayetlerden sadece üçüne değineceğiz.

1. "Andolsun, biz Zikir'den (Lavh-i Mahfuz veya Tevrat) sonra Zebur'da da: 'Hiç şüphesiz, yeryüzüne salih kullanm mirasçı ola­caktır." diye yazdık." (Enbiya, 105)

2. "Müşrikler istemese de O, dinini (İslam’ı) bütün dinlere kar­şı üstün kılmak için peygamberlerini hidayetle ve hak dinle gön­derdi." (Tevbe, 33)

3. "Ki O, kendi peygamberlerini hidayetle ve hak olan din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi ve şahid olarak Allah yeter." (Fetih; 28)

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, yeryüzünde İslam dininden baş­ka bir din ve salih kimselerin ibadetinden başka bir ibadet türü kalmayacaktır.

Ancak bu ilahi vaad ne zaman ve kimin eliyle gerçekleşecek­tir?

Rasulullah'tan (sav) nakledilen birçok rivayete göre bu vaad, Hz. Mehdi'nin (as) eliyle gerçekleşecektir, gerçekte Hz. Mehdi (as) hakkındaki rivayetler yukarıda zikrolunan ve onlara benzer birçok ayetlerin yorum ve açıklamasıdır.

Kur'an-ı Kerim'in ayetleri İslam’ın diğer dinlere zaferini; küf­rün, şirkin ve liyakatsiz kulların kahrolacağını müjde vermiştir. Rasulullah (saa)'dan bize ulaşan hadisler, ayetlerle uyumlu olarak bu konu hakkında söz etmiş ve bu ilahi vaadi gerçekleştirecek olan kimseyi, yani küfrü ve şirki yeryüzünden kaldırarak bütün dünya­yı İslam ve Kur'an'ın emirleri esasına göre idare edecek olan kim­seyi, beklenilen Mehdi olarak tanıtmaktadır.
Bu hadislerden bazılarına Hz. Mehdi'nin (as) özellikleri ile ilgili olan fasılda değinece­ğiz.

Şu noktayı hatırlatalım ki, bu hadisler çeşidi yollarla Rasulullah'tan (saa) nakledilmiş ve tevatür haddine ulaşmıştır. Dolayısıy­la Şia ve Ehl-i Sünnet alim ve muhaddisleri bu hadisleri sihah ve müsnedlerinde nakletmelerinin dışında, bu hadisler hakkında müstakil kitaplar da yazmışlardır. Bu kitaplardan bazılarının isim­lerine değineceğiz.
Hz. Mehdi (as) hakkında olan hadislerin tevatür haddine ulaşmasından ve alimlerin o hadisleri toplayıp kitaplarında zikretmeye verdikleri önemden, en azından şu husus anla­şılmaktadır ki, Hz. Mehdi (as) inancı İslami bir inanç olup Kur'an ve sünnetten kaynaklanmakta ve özel bir fırkaya mahsus değildir. Zira sahabe, tabiin ve şimdiye kadar gelip geçmiş olan alimlerin hepsi buna inanmaktaydılar.

Alimler, Hz. Mehdi (as) hakkındaki hadisleri. Hadis, tarih ve tefsir gibi muhtelif dallarda yazmış olduklan kitaplarda yazmakla yetinmemiş, bu konuda müstakil kitaplar da meydana getirmişler­dir.
Bu kitaplarda Hz. Mehdi (as) hakkındaki hadisleri nakletmiş ve Hz. Mehdi'nin (as) özelliklerini, nasıl zuhur -ve kıyam edeceği­ni, siretini (tavır ve tutumunu) zikretmişlerdir. Biz burada bu ki­taplardan bazılarının isimlerini zikretmeyi yararlı görüyoruz.

a) Ehl-i Sünnet Kitaplarından Bazıları

1. "El Burhan Fi Âlamat-i Mehdiyyi-i Ahir-iz Zeman" meşhur alim Molla Ali el-Muttaki'nin eseri. (ö. h. 975)

2."El Beyan Fi Ahbar-i Sahib-iz Zeman"; Allame Genci-i Şafii (ö. h. 658)

3. "Kitabul Mehdi"; "es-Serh" adlı kitabın sahibi Ebu Da­vud'un eseri.

4. "El Mehdi" Şemsüddin İbni Kayyim El-Cevziyye'nin eseri (ö. h. 751)

5. El-Arf-ül Verdi Fi Ahbari, Mehdi" Suyuti'nin eseri (ö. h. 911)

6. El Kavlül Muhtasar Fi Alamat-i Mehdiyyil Muntazar" İbni Hacer'in eseri (ö. h. 974)

7. "Menakibul Mehdi." Ebu Nuaym-i İsfahani'nin eseri (ö. h. 430)

8. "Ahadis-ül Mehdi ve Ahbaml Mehdi" Ebu Bekir İbni Hay-seme'nin eseri.

9. "Telhis-ul Beyan Fi Alamat-i Mehdiyyi Ahiriz Zaman"; Ke­mal Paşa el-Hanefi'nin eseri. (ö. h. 940)



10. "Ahval-u Sahib-iz Zeman" Şeyh Sadüddin El-Hamevi.

11. İkd-üd dürer Fi Ahbar-i İmam-il Muhtazar" Yedinci asır­da, yaşayan Cemalüddin Yusuf-i Dimeşki'nin eseri.

12. "Mehdiyyil Al-i Resul", Ali İbn-i Sultan Muhammed ei-Ha-revi El-hanefi.

b) Şia Kitaplarından Bazıları

1. "El Gaybet" Şeyh Tusi'nin eseri.

2. "El Gaybet" İbn-i Ebi Zeyneb-i Numani nin eseri.

3. "El Mehaccet-u Fi ma Nezele Fil Kaim-il Hüccet" Seyyid Haşim Behrani'nin eseri.

4. "El Vecizetu Fil Gaybet" Seyyid Murtaza Alemülhüda'nm eseri.

5. "Hamset-ü Resail Fi İsbat-il Hüccet" Şeyh Müfid'in eseri.

6. "El Melahim-u Ve-1 Fiten" Raziyuddün İbni Tavus'un eseri,

7. "Beyanü! Furkan", c. 5, Şeyh Mücteba Kazvini-i Horasa-ni'nin eseri.

8. "İstiska-ül Efham", Mir Hamid Hüseyin Hindi'nin eseri.

9. "Kemal-Üd Din" Şeyh Saduk'un eseri.

10."El Burhan ala Sıhhat-i Tul-i Ömr-il İmam Sahib-iz Ze­man"

11."Mikyal-ül Mekraim" Seyyid Muhammed Taki Musevi İsfahani'nin eseri.

Mehdi (as) Hakkındaki Hadislerin Halk Arasında Meşhur Oluşu ve O Hadislerin Tevatüründe Ulemanın Sözleri.

1. İbn-i Ebil Hadid, Şerh-u Nehc-il Belağa'da, (c.2, s. 535, Mı­sır baskısı şöyle diyor:

"Bütün İslami fırkalar, dünyanın ve şer'i mükellefiyetin Mehdi (as) zuhur etmedikçe sona ermeyeceğinde ittifak etmişlerdir."

2. Seyyid Ahmed İbn-i Seyyid Zeyni Dehlanı Müfti-ş- Şafiyye, "Fütühat-ül İslamiyye"de şöyle diyor.

"Hz. Mehdi'nin (as) zuhurunun zikredildiği hadisler çok olup
tevatür haddine ulaşmıştır." ' .

3. îbni Haldun "Mukaddime-i Tarih"inde (s. 367) şöyle diyor:

"Bil ki, ahiruz zaman da Ehl-i Beyt'ten Mehdi adında bir kişi­nin çıkacağı, dine yardım ederek adaleti hakim kılacağı, Müslümanların ona tabi olacağı ve onun İslami ülkeleri istila edeceği bütün ehli İslam arasında meşhurdur.

4. Şeyh Mansur Ali Nasır "Gayetül Memul" (c. 5, s. 2362) El-Bab-üs Sbi' Fi Hilafetil Mehdi'de şöyle diyor:

"Ahir-uz zamanda İslami memleketlere egemen olacak Ehli Beytten Mehdi diye adlandırılan bir kişinin zuhur edeceği bütün ulema arasında meşhurdur.
Mehdi (as) hakkındaki hadisleri seç­kin sahabiler nakletmişler ve Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace, Taberani, Ebu Yala Bezzaz, İmam Ahmed ve Hakim gibi büyük muhaddisler de bunları kendi kitaplarında kaydetmişlerdir.

5. Genci-i Safi El Beyan adh kitabında (1. bab) şöyle diyor:

"Rasulullah'tan (saa) Hz. Mehdi (as) hakkında çok sayıda mütevatir hadisler ulaşmıştır"

6. Ali b. Husameddin el-Muttakii Hindi "El Burhan Fi Alamat-i Mehdiyy-i Ahir-iz Zeman'da, (13. babda) ulemadan dört kişinin

Hz. Mehdi hakkındaki fetvasını nakletmiştir; bu alimlerin hepsi Hz. Mehdi'nin (as) zuhuru hakkında söylenilen sözlerin doğ­ruluğunda, onun ve sıfatlan hakkındaki hadislerin sahih olduğun­ca ittifak etmişlerdir. O dört kişi şunlardan ibarettir.

1. El kavl-ül Muhtasar"ın yazan İbni Hacer-i Şafii.

2. Ebu Sürür Ahmed İbni Ziya el-Hanefi.

3. Muhammed İbni Muhammed-i Maliki.

4. Yahya İbni Muhammed-i Hanefi.

7. İbni Hacer Askalani-i Şafii (ö. 802), Sahih-i Buhari'ye şerh olarak yazdığı "Fethul Bari"'de "şöyle diyor:

"Hz. İsa'nın (as) gökyüzünden inerek bu ümmetin Meh-disi'nin arkasında namaza duracağı mütevatir olarak nakledilmiş­tir."

8. Kadı Muhammed Şevkani-i Yemeni "Et-Tevzih Fi Tevatür-i Ma Cae Fil Muntazar-i Ved Deccal Vel Mesih" adlı kitabında şöyle diyor:

"Bilgililere gizli olmadığı gibi getirdiğimiz bu hadislerin tamamı tevatür haddine ulaşmaktadır. Buna göre zikredilen hadis­lere nazaran beklenilen Mehdi hakkında gelen hadislerin mütevatir olduğu kesinlik kazanmaktadır."

Acaba sizce bu kadar hadislerin varlığına ve bu kadar kitap­ların yazılmasına rağmen bu inancın asaleti ve İslami bir akide oluşunda şüphe etmek doğru olur mu? Acaba bütün bu hadisler yalan olarak mı Rasulullah'a isnad edilmiş ve bütün bu kitaplarda yalancıların yalanlan mı toplanmıştır?!

Bunca hadis ve kitaplara rağmen Mehdilik meselesini İslami bir inanç olarak sorgular ve bu konuda şüphe edersek geriye İs­lami olan kaç tane inancımız kalır? İslam'da hadisleri mütevatir olan ve hakkında sayısız kitaplar yazılan daha kaç konu bulabiliriz? Gelin bu sorulan kendimiz soralım ve cevaplannı da düşüncemize, uyanık vicdanımıza ve imanımıza bırakalım.

Mehdilik inancının İslami ve Kur'ani bir inanç olduğu açık­lığa kavuştuktan sonra şimdi bazı rivayetleri naklederek Hz. Mehdi'nin (as) özelliklerine özet olarak değinmek istiyoruz.

3
İSLAM VE İRFAN İSLAM VE İRFAN


a) Mehdi (as) Peygamber'in İtretİ Olan Ehli Beyt'indendir.

1. Müntehab-u Kenz-il Ummal'da (c.6, s. 33) Rasulullah'tan (saa) şöyle nakledilir:

"Ehl-i Beyt'imden benimle aynı isimde ve aynı haslette olan bir kişi çıkacak ve yeryüzünü zulümle dolduğu gibi adaletle dol­duracaktır."

2. Ahmed İbni Hanbel Müsned'inde (c.3, s. 17) Rasulullah'tan (saa) şöyle buyurduğunu nakleder:

"Ehl-i Beytimden bir kişi; yeryüzünü, zulümle dolduktan son­ra adaletle doldurmadıkça kıyamet kopmaz."

3. İmamiye kitaplarından olan Kifayetül Eser'de Rasulul­lah'tan (saa) şöyle buyurduğu nakledilmiştir.

"Bu ümmetin Mehdi'si bizdendir, Allah’u Teâlâ onun vasıtasıy­la yeryüzünü zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracaktır."

b) Mehdi Rasulullah'la (saa) Adaştır.

1. El-Burhan Fi alamat-i Ahir-iz Zaman, (bab: 3) Rasulul­lah'tan (saa) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Mehdi'nin ismi benim ismimdir."

2. İmamiye kitaplarından olan Kemalüd Din'de Rasul-i Ekrem"in (saa) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

"Kaim (kıyam edecek olan Mehdi) benim evlatlarımdandır, is­mi de benim ismimdir."

c) Hz. Mehdi (as) Hz. Zehra'nın (s.a) ve İmam Huseyn'in (as) Soyundandır.

1. İbni Mace Süneninde (c. 2, s: 519) ve Hafız Ebu Davud Sicistani yine Sünen'inde (c. 4, s. 151, Mısır, Saadet baskısı) Rasul-i Ekrem'in (saa) şöyle buyurduğunu naklederler:

"Mehdi benim itretimden ve Fatıma'nın evlatlarındandır."

2. Ebu Nuaym, Erbain'de (dördüncü hadis) ve Muttaki Hindi Kenz-ül Ummal'da (c. 7, s. 259) Rasulullah'ın (saa) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Müjde olsun sana, Ya Fatıma! Doğrusu Mehdi senin soyundandır."

3. Zehair-ul Ukba s. 136'da (Mısır Mektebet-ül Kuds baskısı) ve el-Beyan Fi Ahbar-i Sahib-iz Zaman'da (s. 90-91) Rasulullah'tan (saa) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

"Dünyanın ömründen bir günden fazla kalmasa dahi Allah Teâlâ o günü benim soyumdan, ismi benim ismim olan bir kişiyi seçip gönderinceye kadar uzatır."

Selman: "O hangi evladının soyundan olacaktır?" diye sorun­ca Rasulullah (saa):

"O bu evladımdan olacaktır." buyurarak elini İmam Hüseyin'in (as) omzuna vurdular."

4. İmamiyye tefsirlerinden olan "Fırat Kufi Tefsiri" Rasulul­lah'ın (saa) Hz. Fatıma'ya (as) hitaben şöyle buyurduğunu nak­leder:

"Hz. İsa'ya (as) namazda imamlık edecek olan Mehdi (as) senden ve ondan (Hz. Ali'den)dır."

d) Hz. Mehdi'nin (as) Hz. İsa'ya (as) İmamlık Etmesi

1. Buhari, Sahih'inde (c. 4, s. 205) Beyrut baskısı, Bedül Halk kitabı, "Vezkur Fil Kitabi Meryeme" babı) ve Müslim, Sahih'inde (c. 1, s. 94) Mısır Baskısı) Rasul-i Ekrem'den (saa) şöyle buyur­duğunu nakleder:

"İsa b. Meryem (as) aranıza geldiğinde ve imamınız da ken­dinizden olduğunda ne yaparsınız?"

2. Müslim Sahih'inde (c. 1, s. 95) ve Ebu Nuaym "El-Erbaune Hadisen Fi Zikril Mehdi"de, (39. hadis) Rasulullah'tan (saa) şöyle buyurduğunu nakleder:

"... İsa İbni Meryem (as) inecek ve Müslümanların emiri ona: "Gel de namaz için bize imam ol" diyecek İsa (as): "Hayır, sizden bazıları bazılarının emiridir ve bu ise Allah'ın bu ümmet bir ikramı olduğu içindir" diyecektir."

Bu iki hadisten anlaşılıyor ki, İsa İbni Meryem inince Müslümanların bir emir ve imamı olacaktır; ancak onun kim olduğu ve Hz. İsa'nın onun arkasında namaz kılıp kılmayacağı sorusuna diğer hadisler cevap vermektedir.

3. Sünen-i İbni Mace"de (c. 9, s. 19) ve "el-Beyan Fi Ahbar-i Sahibiz Zeman"da Rasulullah'tan (saa) şöyle buyurduğu nakledilir:

"... Mehdi (Hz. İsa'ya) (as) der ki: Namaz için halkın önüne geç." İsa ise: "Namaz senin için ikame edilmiştir." der. İsa (as) evlatlarımdan birinin arkasında namaz kılar."

4. İbni Ebi Şeybe kendi kitabında, (c. 15, s. 198, 19495. hadiste) ve Mütaaki "El-Burhan" adlı kitabında, (s. 160, 9. bab 7. ve 8. hadis) Rasulullah'tan (saa) şöyle naktleder:

"Mehdi bu ümmettendir ve İsa'ya (as) imamet edecek olan da odur,"

5. İmamiyye kitaplarından olan "İsbat-ul Hudat"da (c. 3, s. 495, 32. bab, 7. fasıl, 255. hadis) Rasulullah'tan (saa) şöyle buyur­duğu nakledilir:

"Mehdi benim evlatlarımdandır, kıyam ettiği zaman İsa (as), O’na yardım etmek için inecek ve Hz. Mehdi'yi öne geçirerek O’nun arkasında namaz kılacaktır."

Bu konuda ulemanın Bazı Sözleri

1. "Tasrihul Keşmiri" kitabının (s. 97, 2. hadis) haşiyesinde şöyle geçer:

"Hafız İbn-i Hacer bu hadislerden sonra şöyle demiştir: Ahir-üz Zamanda kıyametin kopmasının yaklaştığı bir dönemde Hz. İsa'nın (as) bu ümmetten olan bir kişinin arkasında namaz kılacağı, yeryüzünün hiçbir zaman Allah'ın kaime (kıyam eden) ve hüccetinden boş kalmayacağı etrafındaki sözlerin doğru ol­duğun delalet etmektedir. Allah daha iyisini bilir."

2. "Feyzül Kadir" kitabının yazan, kitabının 6. cildinde (s. 17, 8262. hadisin altında) şöyle der:

"... Hz. İsa (as) Hz. Mehdi'nin (as) namaza hazırlandığım görür. Hz. Mehdi, Hz. İsa'yı görünce Hz. İsa'nın (as) öne geçip imamlık etmesi için geri çekilir, fakat Hz. İsa (as) onu öne geçirerek arkasında namaza durur."

3. Halebî, Kendi Sire'sinde (c. 1, s. 227, Mısır Baskısı) Rasulullah'tan (saa)"Başında ben, sonunda Hz. İsa ve vasatında Ehli Beytimden olan Mehdi'nin bulunduğu bir ümmet nasıl helak

olur." hadisini naklettikten sonra şöyle diyor;

"Mehdi'nin ortada yer almasından maksat şudur ki, Hz. İsa’nın inmesinden önce Hz. Mehdi (as) kıyam edecek ve İsa on­dan sonra inerek onun arkasında namaz kılacak ve onun ashabından olacaktır."

e) Mehdi Yeryüzünü Adaletle Dolduracaktır

Bu anlamı ifade eden birkaç hadis zikredildi. Burada diğer birkaç hadisi zikretmeyi uygun görüyoruz.

1. Müsned-i Ahmed (c.3, s. 36) ve Yenabiül Mevedde'de (73, bab, s. 422) Rasulullah'tan (saa) şöyle bir hadis nakledilmiştir:

"Yeryüzü zulüm ve düşmanlıkla dolmadıkça ve sonra da ev­latlarımdan biri kıyam ederek onu zulümle dolup taştığı gibi adaletle doldurmadıkça kıyamet kopmayacaktır."

2. Şeyh Tusi "el Gaybe" adlı kitabında (s. 11) Rasulullah'tan (saa) şöyle nakleder;

"Mehdi benim itretim ve Ehli Beytimden olup ahir-uz zaman­da kıyam ederek yeryüzünü adaletle dolduracaktır." (Ehli Beyt Mesajı sayı 2, s. 88-109)

Şimdi bütün bu mütevatir rivayetlere kitaplara ve sözlere rağ­men inad edip de Mehdiliğin ödünç alınmış bir inanç olduğunu söyleyenlere ne demeliyiz?

"Tasavvuf ve İslam" kitabının yazarı (sayfa 137) "Peygam­berin mütevatir sünnetine riayet ettiğini" iddia ediyor. Ama gel gör ki hakikat böyle değildir. Aslında bunlara göre mütevatir hadislerin manası da farklıdır. Mütevatir hadisler bunların işine gelen hadislerdir.

Ümmetten kimsenin haberi olmasa da bunlara göre mütevatirdir. Ama tüm Müslümanlar da rivayet etse bunların işine gelmediği için mütevatir olamaz. Bunlar Kur'an'ı tek değil tüm İslami değer ve öğretileri kendilerine göre yorumlamış tahnit etmişlerdir.

Bütün bunları yaparken de gel gör ki hep tasavvuf ve irfana düşmanlık adına yapmaktadırlar. Kin ve düşmanlık da sev­gi gibi inşam kör ve sağır kılar. Allah hepimizi kör ve sağırlığa, hakikatleri inkâra sebep olan kin ve sevgiden korusun. Kini de sevgisi de Allah için olanlara ne mutlu!


HZ.HIZIR KİMDİR?

"Derken kullarımızdan öyle bir kul buldular ki biz ona tarafı­mızdan bir rahmet vermiş ve nezdimizden bir ilim öğretmiştik.' (Kehf/65)

Görüldüğü gibi Kur'an-ı Kerim Hızır adını sarih bir şekilde söylememiş sadece "kullarımızdan bir kul" diye tavsif etmiştir. Bu da o insanın ibadet ve ubudiyet makamındaki yüceliğini ifade et­mektedir.

Ama birçok rivayetlerde bu şahsın Hızır olduğu yer almıştır. Bazı rivayetlerde yer aldığı üzere Hızır'ın asıl adı Belya b. Melkan idi. Hızır ise onun lakabıdır. Bazıları ise Hızır'ın asıl adının İlyas olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla da İlyas ile Hızır'ın aynı şahıs olduğuna inanmışlardır. Velhasıl adı ne olursa olsun bu şahsın Al­lah'ın özel inayet ve lütfuna mazhar bir kul olduğu kesindir.

"Nezdimizden bir ilim." ifadesinden de anlaşıldığı gibi bu şahıs bir ta­kım gaybi ilimler ve âlemdeki hakikatlere ermiş biriydi.

Bazı âlimler bu şahsın Peygamber olduğunu söylemişlerdir. Ama bazı âlimler de peygamber olmadığını sadece Zülkarneyn ve Asaf b. Berhiya gibi Allah'ın veli kullarından biri olduğunu söylemişlerdir. Lakin hiçbir İslam âlimi ve arifleri Hızır'ın ölümsüz ol­duğunu söylememiş sadece Nuh gibi uzun bir ömre sahip oldu­ğunu ifade etmişlerdir. "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazarı her hususta olduğu gibi bu hususta da halk arasında topladığı hurafe­leri bir araya toplamış ve irfan adına halka sunmaya çalışmıştır.

Nitekim Hızır hakkında da şöyle demektedir: "İslam olmak iste­yenler için söylüyoruz ki kutb gavs, üçler yediler, kırklar Hızır (ölümsüz 2 kişi)... diye varlıklar yoktur, Allah'ın kitabında "Hepsi büyük yanılmalar uydurmalar, genel tabiriyle israiliyattır." (s. 182)

Şimdi hangi İslam âlimi veya arifi Hızır'ın ölümsüz olduğu­nu söylemiştir bilemiyoruz. Zaten kendisi de doğru dürüst bir kaynak vermemiş; kaynağı da halk arasındaki hurafeler olsa ge­rek.

Bir yerde de Serrac'dan şöyle nakletmektedir: "Musa (A) ile Hızır (A) arasında geçen konuşmadan dolayı bazı mutasavvıflar velinin peygamberden üstün olduğunu söylemişlerdir." (s. 6l)

Yazar öyle anlaşılıyor ki Serrac'ın sözünü de anlamamıştır. Çünkü Serrac veli olan peygamber ile peygamber olmayan bir ve­li hakkında konuşmamaktadır. Aslında bütün peygamberler veli­dir. Dolayısıyla hem peygamber hem de velidirler. Binaenaleyh peygamber olmayan bir velinin hem veli ve hem de peygamber olan bir insandan üstün olduğunu hiç kimse iddia edemez ve et­memiştir de. Belki hem veli hem peygamber olan birinin velilik makamının peygamberlik makamından üstün olduğunu söylemiş­lerdir.

Zir risalet sadece vahyi tebliğ ile ilgilidir. Velayet ise insanın Allah'a yakınlığını ifade etmektedir.

Hızır meselesine gelince evvela onun peygamber olduğunu söyleyenler de olmuştur. Eğer peygamber ise artık bir velinin Pey­gambere üstünlüğü değil de bir peygamberin başka bir peygam­bere üstünlüğü söz konusudur ki bunun İslami açıdan hiçbir zıtlığı da yoktur. Ama eğer peygamber değilse o zamanda şöyle tevcih etmek gerekir ki peygamberler vahy şeriat risalet vb. şeyler husu­sunda zamanının en bilgin ve üstünleriydiler. Ama en büyük peygamber ve en yüce veli olan Rasulullah (saa) dışında diğer peygamberlerin her hususta diğer insanlardan üstün olması zaruri değildir.

Yani onlar sadece risaletleri ve risaletleriyle ilgili husus­larda insanların en bilgisi idiler. Ama bazı hususlarda Allah'ın bazı veli kullarının kendilerinden üstün olmasının hiçbir sakıncası yok­tur. Bu onların risaletine zarar vermez. Dolayısıyla da Hızır (A) bazı hususlarda Musa (A)'dan üstün olsa da şeriat risalet ve vahy hususunda Musa (A) ile kıyas bile edilemeyecek bir derecedeydi. Velhasıl Hızır (A) bu üstünlüğü nisbi bir üstünlüktür ve Rasulullah dışında diğer peygamberlerde bunun hiçbir sakıncası da yoktur.

Ayrıca dediğimiz gibi eğer Hızır (A) da bir peygamber idiyse artık bu tevcihe de gerek yoktur. Şimdi bunun yazarın dedikleriyle hiç­bir ilgisi var mıdır?

Yazarın dediği bilgisizliğini veya iftiracılığını göstermiyor mu? Hiçbir Müslüman yazarın dediğini iddia etmiş midir? Ariflerin sözünü düşünüp taşınmadan hemen hüküm ver­mek genel bir hastalık haline gelmiş her nedense?

Velhasıl ariflerin inancına göre hem veli hem de peygamber olan şahıslarda velayet makamı risalet ve nübüvvet makamlarından daha yücedir. Ama peygamber olmayan velilerin hem pey­gamber ve hem de veli olan kimselerden üstünlüğü düşünülemez. Risalet ve nübüvvet işleri dışında herhangi bir hususta bir üstün­lük olsa da bu peygamberimiz dışındakiler için söz konusudur ve bu da onların risalet makamına hiçbir zarar vermez. Bunun dışın­da söylenenleri ise hiçbir büyük arif dememiş ve kabul etmemiş­tir. Dolayısıyla da iftira mahiyetini taşımaktadır.



İSA (A)'IN ALLAH’A YÜKSELMESİ

Allah-u Teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor:

"Hâlbuki İsa'yı ne öldürdüler ne de astılar. Lakin kendilerine bir benzetme yapıldı. Gerçekten onun hakkında ihtilaf edenler kesin bir şüphe içindedirler. Evet onların buna dair bir bilgileri yoktur. Sadece zan peşindedirler. Onu kesin öldürmemişlerdir. Doğrusu Allah onu kendine kaldırdı. Allah güçlüdür, hikmet sahi­bidir." (Nisa/156-158)

Bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır:

"Hani Allah, Ya İsa ben seni kabz edip bana kaldıracağım se­ni küfredenlerden temizleyeceğim' dedi." (Al-i İmran/55)

Bu iki ayetin zahirinden sadece İsa'nın Yahudilerce öldürül­mediği ve çarmıha gerilmediği anlaşılmaktadır. Ama ruhunun na­sıl kabzedildiği ve Allah'ın onu nasıl kendine kaldırdığı hususun­da müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Aslında demek gerekir ki İsa (A)'ın doğumu mucize olduğu gibi vefatı da mucizedir. Dolayısıy­la bu hususta kesin bir bilgiye sahip değiliz. Zaten müfessirlerin ihtilafı da bu husustaki kesin bilginin yokluğunu göstermektedir. Acaba İsa (A) nasıl vefat etmiş ve Allah'a yükselmiştir?

Bu hususta şehid Seyyid Kutub şöyle diyor: "Hz. İsa (A)'ın vefatı nasıl olmuştur? Nasıl Allah onu kendine kaldırmıştır? Bunlar gaybi ilimlerdendir ki aynı zamanda da müteşabih ayetlerden sa­yılır. Allah'tan başka hiç kimse tevilini bilemez. Dolayısıyla bu hu­susta tartışmanın da hiçbir faydası yoktur. Ne inançta ne de dinde bunun bir faydası yoktur. Bundan ileri gidenler ve cedelleşenler sonunda ihtilafa, yanlışlığa ve zorlaştırmaya duçar olmuşlar ve hiçbir gerçek bilgi elde edememişlerdir. (Fizilal-il Kur'an c.l, s. 403 Beyrut Baskısı)

Dolayısıyla önce ifade etmek gerekir ki İsa (A)'ın doğuşu mucize olduğu gibi gidişi de mucize konumundadır. El-Menar tef­sirinin sahibi İsa'nın ruh itibariyle Allah'a yükseldiğini söylemekte­dir. Diğer bazıları ise hem ruh hem de beden olarak göklere yük­seldiğini söylemektedir.

Şeyh Tusi "Tıbyan" adlı tefsirinde (Tıbyan Tefsiri c.2, s. 478) "kaldırdı" kelimesi hususunda üç görüşün olduğunu söylüyor;

1. Seni yerden göklere kaldırarak kabzedeceğiz ve bu kabzetmek ölüm ve vefat söz konusu olmaksızın gerçekleşmiştir. Bu görüşü Hasan, İbn-i Cüreyh ve İbn-i Zeyd savunmuştur.

2. Seni uykudayken ruhunu kabzedeceğiz Bu görüşü de İbni Abbas, Vehab b. Müniyye savunmuştur.

3. Seni kendimize kaldıracak ve sonra da ruhunu kabzedece­ğiz (canını alıp ölümü tattıracağız)" (Tıbyan Tefsiri c.2, s. 478)

"Allah onu kendine kaldırdı." ayetinde geçen "kaldırdı" keli­mesi hususunda da iki görüşün olduğunu söylüyor:

1. Göklere kaldırmıştır.

2. Allah'ın keramet ve yakınlığına ermiştir. (Aynı kaynak)

Elbette ki bu "kaldırma" olayı mekânsal bir kaldırma değildir. Allah her türlü mekândan münezzehtir. Allah onu kendi yakınlığınla erdirmiştir. Kaldırmak (ref’) ile miraç arasındaki fark da budur. Miraca giden geri gelmiş ama kaldırılan (ref edilen) geri gelme­miştir. Dolayısıyla geri gelişi de bir mucize olacaktır. Aslında İsa (A)'ın Allah'ın katına yükselmesi de şehitlerin hayatı gibi bir haya­tı da ifade ediyor olabilir. Nitekim Kur'an şehitler hakkında şöyle diyor:

"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz Onlar diridir­ler." (Bakara/154)

Şu farkla ki Allah-u Teâlâ şehidin sadece ruhunu kurtarmakta ama İsa (A)'ın ise hem ruhunu hem de bedenini düşmanlarının elinden kurtarmıştır. Şehidlerin Allah indindeki hayatı hakkında da Mecme'ul Beyan tefsirinden naklen Meysem-i Musai de şöyle diyor:

1. İbni Abbas, Kutade, Amr b. Abid ve Vasıl b. Âta diyorlar ki onlar ölmemiş ve kıyamete kadar da sağ kalacaklardır.

2. Ebu'l Kasım-ı Belhi de diyor ki "Onlar diridirler" sözünden maksat kıyamette dirilecek olmalarıdır.

3. Asım da diyor ki; Maksat şehidlerin hidayet iman ve doğru bir dine sahip olmasıdır. Dolayısıyla buradaki ölümden maksat dalalet hayattan maksat ise hidayettir.

4. Şehid dünyada bıraktığı adıyla diridir. Yani mecazen diri­dirler denilmiştir. Yani şehidin hayatı itibari bir şeydir ve itibarın dış âlemde hiçbir gerçekliği söz konusu değildir. Hâlbuki bu doğ­ru değildir. Zira bu takdirde "Ama siz hissetmezsiniz." (la yeş'urun) ayeti yersiz olurdu. Zira itibari bir şey zaten derk edilir bir şey değildir. Şehidlerin hayatının ilahi hidayet olduğunu söyleyen görüş de doğru değildir. Zira şehidler hakkında kullanılan rızıklandırılırlar" "sevinirler", "müjdelerler" tabirler bu manayla uyuşmamaktadır.

Şehidin hayatının tabii bir hayat olduğu meselelerine gelince burada da şu mesele ortaya çıkmaktadır ki acaba şehidin bu tabii hayatı bitkisel bir hayat mıdır? Yoksa hayvani bir hayat mıdır? Ve­ya biz insanların hayatına benzer bir hayata mı sahiptirler.

Şehidin hayvani veya bitkisel bir hayata sahip olduğunu açık bir şekilde hiç kimse beyan etmemiştir. Ama Mecmeul Beyan tef­siri bazı bilginlerin buna inandığını söylemiştir. Bu bilginler soyut ruha inanmıyorlar. İnsanın insanlığının bedeninden ibaret olduğu­nu söylüyorlar. (Mecmeul Beyan c.l, s. 125)

Bu görüşe göre de şehidin hayatı maddi bir hayattır. Hâlbuki bu görüş de doğru değildir. Zira Allah-u Teâlâ şehidin hayatının yüce bir hayat olduğunu söylemektedir. Bitkisel ve hayvani bir hayat ise hiçbir yüceliğe sahip değildir. Ayrıca Allah-u Teâlâ da in­sandan bu hayatı terk edip salt hayvani ve maddi bir hayatı seçme­yi istemez. Aynı zamanda bu âlemde tekamüli bir seyir vardır. İn­sanın bu hayattan daha yüce bir hayata erişmesi gerekir.

Bazı âlimler ise şehidlerin hem bedeni hem de ruhu ile ha­yatta olduğunu söylemişlerdir. Eğer bedenden maksatları bu mad­di bedenler ise hakikatte bu dünyada insanların sahip olduğu bir hayat söz konusu olur ki bu da doğru değildir. Yani şehid daha yüce bir hayata sahip olmalıdır. Ayrıca şehidin cesedinin hareket­siz olduğunu ve her türlü dünyevi hayat özelliklerini yitirdiğini görüyoruz.

Ebul Futuh-i Razi bu ayetin tefsirinde şehidlerin rızıklandığını ve sevindiğini delil göstererek bu özelliklerin maddi bedenler ol­maksızın mümkün olamayacağını söylemiştir. Hâlbuki bu istidlal doğru değildir. Zira ayetteki rızıktan maksat sadece maddi yiye­cekler değildir. Bedenin rızkı maddidir. Ruhun rızkı ise manevidir. Ayrıca rızık sadece yemekle ilgili bir şey değildir. Sevinç olayı da cisim ile ilgili bir şey değildir. Ruh da bedenden ayrı müstakil cev­heri bir vücudu vardır. Bu yüzden ölülere Kur'an okuyor onları zi­yaret ediyorlardı. Hâlbuki aynı muamele ölünün bedenine reva görülmemektedir.

Hakeza eğer şehidlerin hayatı maddi ve tabii bir hayat olsaydı Allah-u Teâlâ "ama siz derk edemezsiniz." de­mezdi. Velhasıl şehidlerin ruhu berzah âleminde bu maddi ve ta­bii hayatın ötesinde bi hayat yaşamaktadırlar. Ölülere ziyaret esna­sında verilen selam edilen dualar ve okunan Kur'an da bunu teyid etmektedir. Ayrıca Allah-u Teâlâ da şöyle buyurmaktadır.

"(Şehidler) Allah'ın kendilerine verdiği fazl-u ihsandan sevinçlik ve arkalarından şehidlikle kendilerine yetişemeyenler hak­kında da "onlara bir korku yoktur onlar mahzun da olmayacaklar­dır." Diye müjdelerler. Allah'tan gelen bir nimet ve daha üstün bir ihsan sebebiyle sevinirler ve Allah müminlerin ecrini zayi etmiyor diye ferahlanırlar." (Ali İmran/ 170-171)

Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi şehidler şu anda da hayattadırlar. Ama bu maddi ve tabii hayatın üstünde yüce bir hayattır bu. Onlara Allah'ın fazlı ve ihsanı da gelmekte ve onlar da böyle­ce sevinmektedir. Ayrıca kendilerine katılmayan diğer müminleri de görmekte ve müjdelemektedir. Buradan da anlaşılmaktadır ki bu dünya ile ahiret âlemi arasında ruhların yaşadığı berzah âlemi vardır. Orada ruhlar hayat sahibidir. Mümin insanlar o dünyada nimetler ve Allah'ın fazlı içinde yaşamakta kâfirler ise elim bir azap içinde hayat sürdürmektedirler.

Şehidler hakkında nazil olan mezkûr iki ayet de bu berzah âlemini ispat ettiği gibi Kur'an'da yer alan bazı ayetler ile menkul hadisler de bu hakikati tasrih et­mektedir. Örneğin;

"Nihayet o müşriklerin birine ölüm geldiği vakit "ey Rabbim! Beni dünyaya döndür." Ta ki o zayi ettiğim ömürde yararlı işler göreyim." der." (Mü-minun/99)

Bu ayet açık bir şekilde berzah âlemini ispat etmektedir. Eğer onlar kendi korkunç makamlarını müşahede etmeseydiler asla dünyaya dönmeyi istemezlerdi. Yani bir hayata sahiptirler. Bu ayetten anlaşıldığı gibi kafir ve müşriklerin de bu berzahı hayatı vardır.

Hakeza:

"(Kâfirler)"Ey Rabbimiz bizi iki defa öldürdün iki defa da di­rilttin. Şimdi günahlarımızı itiraf ettik. Acaba çıkmaya bir yok var mı diyeceklerdir." (Mümin/11)

Berzah âlemini ispat eden ayetlerden biri de bu ayettir. Bu ayet berzah ayeti kabul edilmediği takdirde sağlıklı bir şekilde tev­cih edilemez. Zira Allah-u Teâlâ insanları önce dünyada öldür­mekte sonra berzahi hayatla diriltmektedir. Sonra yine öldürmekte ve kıyamette diriltmektedir. Bazıları "İki diriltmeden birincisi nutfe halindeyken ona can vermek diğeri de öldükten sonra diriltmek­tir." demişlerse de bu doğru değildir Zira o zaman iki defa ölümü nasıl tevcih edebiliriz? Hakeza bu ayette de bu iki ölüme işaret edilmiştir:

"Allah'ı nasıl inkar edersiniz ki ölüler idiniz sizi diriltti sonra sizi yine o öldürecek sonra yine diriltecek sonra O'na döndürüle­ceksiniz." (Bakara/28)

Berzah âlemini ispat eden ayetlerden biri de şudur:

"Ateş sabah akşam ona arz olunur dururlar. Hele kıyamet koptuğu gün "firavun hanedanını azabın en şiddetlisine atın." de­nilecektir." (Mümin/46)

İmam Sadık (A) buyurmuştur ki: "Kıyamette sabah ve akşam diye bir şey yoktur." O halde bu ayet de berzah âlemini ispat et­mektedir. Zaten ayet de açık ahiret azabının da berzah âleminin azabından daha şiddetli olduğunu tasrih etmektedir.

Hakeza: "Bedbaht olanlar ateştedir. Onlar için orada öyle bir soluk alıp vermeleri vardır ki (hiç sorma!) (Onlar) orada göklerle yer durdukça kalacaklardır Ancak Rabbinin dilediği müstesnadır. Çünkü Rabbin dilediğini noksansız yapar. Bahtiyar olanlara gelin­ce onlar cennettedirler. Göklerle yer durdukça orada kalacaklardır ancak Rabbinin dilediği müstesnadır. Bu bitmez tükenmez bir lütuftur." (Hud/106-108) Bilindiği gibi ahirette artık bu yer ve gök de olmayacaktır. O halde bu cennet ve cehennem berzah âlemi ile ilgilidir. Buradan berzah âleminde mükâfat ve cezanın varlığı da anlaşılmaktadır.

Hakeza: "Ey mutmain nefis sen Rabbinden Rabbin de senden razı olarak rabbine dön. Haydi, kullarımın arasına gir cennetime buyur." (Fecr/27-30)

"Haydi" kelimesinden anlaşıldığa gibi bu cennete giriş-Allah'a dönüşün hemen akabinde olmaktadır.

Berzah âlemini ispat eden ayetlerin sayısı onbeşten fazladır ki biz sözü uzatmamak için bu kadarla yetiniyoruz.

Hakeza Rasulullah'ın Bedir savaşında kuyudaki ölülere sesle­nip "siz onlardan daha iyi duymakta değilsiniz" demesi; Hz. Ali'nin "Ölenin kıyameti kopar." demesi (zira bu kıyamet kıyamet-i kübra olamaz) ölülere "Ben Rabbimin vaat ettiklerini hak buldum siz de rabbinizin vadettiği şeyleri hak buldunuz mu?" diye hitap etmesi, Rasulullah'ın (saa) "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bah­çe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." diye buyurması vb. binlerce söz ve hareketleri de işbu berzah âleminin varlığını göstermektedir.

Elbette ki beşer bu âlem hakkında fazla bir bilgi­ye sahip değildir Bu âlemden göçüp gitmedikçe de berzah âlemindeki hakikatleri derk edemez.

Maddi âlem ile Allah'ın esma ve sıfatlar âlemi arasında iki âlem vardır. Birincisi berzah veya misal âlemi ikincisi ise nefs ve­ya kıyamet âlemidir.

Madde âlemi cismaniyet ve cisim âlemidir. Nefs âlemi ise tam bir tecerrüd soyutluk âlemidir. Berzah veya misal âlemi ise bu iki alem arasında vaki olan bir alemdir. Berzah âlemindeki varlıklar maddi varlıklar değildir. Ama şekil, suret, nitelik ve niceliğe sahip­tir. Berzahi varlıklar cismi surete sahiptirler. Ama heyula ve mad­deleri yoktur.

Orada olan suretler de maddi varlıklardan daha güçlü ve büyük; hareketleri daha hızlı elem ve sevinçleri de dünyadakine oranla daha fazladır. Uyku âlemi de berzah âleminin bir benzeridir. Uyku âlemindeki varlıklar daha güçlü, azim; hareketle­ri daha hızlı elem ve tatlan da daha şiddetlidir. Bu âlem berzah âleminin, berzah âlemi kıyametin ve kıyamet de İlahi sıfat ve isim­ler âleminin bir örneğidir.

Bçrzah âleminde beden, vardır ama misali ve berzahi bir be­dendir. Soru-Cevap da bu misali bedenledir. İnsan da bu vücud mertebelerinin üçüne sahiptir. Evvela maddi bedeni vardır. Sani­yen daha yüce ve latif mertebe olan zihni âlemi vardır. Üçüncü olarak da hakikatimiz olan nefsimiz vardır. Vücudumuzdaki bu üç merhale bu üç âlemin bir örneğidir

Ölüm neticesinde insanın misali sureti bedenden ayrılır ve misal âlemini geçerek kıyamete varid olur. Böylece suretsiz bir şe­kilde soyutluğuna kavuşur. Bu hususta daha fazla bilgi için Seyyid M. Hüseyin Hüseyn-i Tehrani'nin "Meadşinasi" kitabına başvuru­nuz.

Berzah âleminde insan misali berzahi bedeniyle yaşamakta­dır. Bu berzahi bedende ruh ve suret var, ama madde yoktur. Ber­zah aleminde cennet ve cehennem vardır ve insanlar soru-cevaba muhatap olmaktadır. Berzah alemi bu dünyaya oranla daha yüce bir vücudi mertebeye sahip olduğu gibi berzahi varlıklar da daha yüce bir hayata sahiptirler. Berzah âleminde elem ve lezzetler da­ha şiddetlidir. Berzah âleminde insanın irade ve ihtiyarı yoktur.

Dünya bir tarla ve amel diyarı berzah ise insanın dünyada ektikle­rini biçtiği ilk aşama ve kıyamet de bu aşamanın sonucudur.

Ber­zah âleminde insanın amel defteri kapanmıyor. Uzun süreli etkisi olan amelleri sürekli bu deftere ekleniyor. Örneğin bir cami okul köprü hastane yapanlara kıyamete kadar bunun sevabı, Allah korusun bir fesat yuvası bina edenlere de bunun günahı eklenir.

Berzah âleminde ruhlar birbiriyle ünsiyet edinmekte ve bir­birleriyle görüşmektedirler. Büyük bir ruha sahip olan insanlar da bu dünyada onlarla irtibat kurabilmektedir.

Bütün bunların hepsi birçok ayet ve rivayetlerde yer almıştır ki daha fazla bilgi için şu kitaplara başvurunuz:

1. El-Mizan tefsirinin Müminun Suresinin 99. ayeti ile Bakara suresinin 152. ayetinin tefsiri.

2. Bihar kitabının berzah bölümü.

3. Allah ve Ahiret/Cafer Sübhani.

4. Miad/Ayetullah Destgayb

5. Özellikle de "Miadşinasi" kitabının 2. cildi (M. Hüseyin Hüseyini-i Tehrani)

Şimdi asıl bahsimize dönelim Hz. İsa'nın ruhu veya ruh ve bedeniyle Allah'a kaldırıldığı hususunda ihtilaf vardır. Ama kıya­met kopmadan önce yeniden yeryüzüne döneceği ve Mehdi

(A)'ın arkasında namaz kılacağı birçok sahih rivayetlerde yer al­mıştır.

Velhasıl Hz. İsa (A)'ın sonu da doğumu gibi birçok sırlar ile iç içedir. Bu hususta kesin bir görüş yoktur. Ama insan ruhunun ölümsüzlüğü kesin bir şeydir. İnsan ölüm ile yok olmamaktadır. Zaten ölüyü ziyaret etmek, onlara dua ve Kur'an hediye etmek onları vesile kılarak Allah'tan bir şeyler dilemek onlara selam ver­mek vb. ameller de hep bu inanç ile sabit şeylerdir.

Bunları şirk ve günah sayanlar ise hakikatte insanın ruhunun da ölümle yok olduğunu inkâr edenlerdir. İnsanın ölünce her şeyinin yok olduğuna iman edenlerdir. Şehidler diri olur da Hz. İsa gibi peygamberler diri olamaz mı? Bu diri olmanın niteliği ne olursa olsun bir tek hakikati vardır o da ölmemek ve baki kal­maktır. Şehidlerin hayatta olduğuna ölmediğine iman eden, ama İsa (A)'ın diri olduğuna her nedense inanmayan akıllara şaşma­mak mümkün değildir.

"Tasavvuf ve İslam" kitabının yazan her hususta olduğu gibi İsa (A) hakkında da "kargadan başka kuş tanımama" edasına gir­miştir. İsa'nın ölmediğine inanmıyor, ama vefat (teveffa) ve ölüm (vefat) arasındaki farka hakeza "seni nezdime yükselteceğim." ayetinin tefsirine ve İsa'nın (A) sonunun nasıl olduğuna hiç işaret etmiyor. Sadece "ölmüştür." diyerek her şeyi reddediyor. Ruhların da öldüğüne inanıyor olsa gerek ki İsa (A)'ın diri olduğunu bir türlü inanamıyor.

Hâlbuki en azından merhum Seyyid Kutub gibi susmalı ve ona buna saldırmak yerine "Ben şöyle diyenlerin görü­şünü kabul ediyorum." demeliydi. Çünkü onun kitap boyunca de­diği hiçbir şey kendi görüşü değildir Ondan önce birçok âlimler de bunu demiş ve bu hususta birçok kitaplar yazmıştır. Dolayısıy­la yazar hiç de öyle önemli ve ilgi çekici bir görüşe sahip değildir. İsa (A) gerçekten büyük bir peygamberdir ve aklımızın alamaya­cağı derecede bir çok mucizelere sahiptir.

Şu da kesin olarak bilinmelidir ki insan her şeyi açık bir şe­kilde Kur'an'da ararsa büyük bir çıkmaza düşer. Zira Kur'an bir­çok işaretler mecazlar istiareler ve kinayelerle doludur." Bize sadece Kur'an yeter" diyenler sonunda öyle bir noktaya gelmişlerdir ki tüm mezhep âlimlerinin icmasıyla sabit olan "recm" olayını bile inkâr etmişlerdir. Şüphesiz ki Kur'an'da bu hususa işaret edilme­miştir. Ama bu hususta birçok mütevatir hadisler ümmet âlimlerinin icması ve sahabenin uygulaması vardır.

Şimdi bütün bunları Kur'an'da hükmü yok diye inkâr mı edeceğiz? Nitekim bazıları böyle yapmıştır. "Kur'an'da yok" diye akıllarının almadığı her şeyi inkâr ediyorlar. Hâlbuki aynı Kur'an "zikir ehline sorun" diyor.

Hz. Ali "ilimde derinleşmiş olanlar bizleriz." diyor. O halde bu gi­bi hususlarda ehline sormak gerekir. Kâinatta var olan her şey Kur'an'da mevcut değildir ve olamaz da. Kur'an insana tümel ka­ideler vermiş genel hatları belirlemiştir. Bunun cüziyatı Rasulullah ve Ehl-i Beyt'in aracılığıyla anlaşılır. "Kur'an İsa'nın ruh ve cese­diyle Allah'a kaldırıldığını beyan etmiyor, o halde ölmüştür." de­mek insanı recm (taşlama) gerçeğini de inkâra götürür ki dalalet­ten başka bir şey değildir.

Hadisler Kur'an'ın açıklayıcısıdır. Hadis­leri kabul etmeyenler asla dalaletten kurtulamaz, nura çıkamazlar.

Son olarak M. Hüseyin Fazlulah'ın bu husustaki açıklamalarını nakletmekte yarar görüyoruz: "Müfessirler İsa (A)'ın hikayesin­de ayette geçen bu vefat kelimesi ölümü mü anlatmaktadır yoksa Allah'ın onun için belirlemiş olduğu yeryüzünde kalma süresinin dolmasını mı ifade etmektedir diye ihtilaf etmişlerdir. Çünkü vefat ile aynı kökten olan "tevfiye" kelimesi sürenin dolması anlamına da gelmektedir. Hatta bazı müfessirler vefat kelimesinin ölümü ifade etmek için kullanılmasının da bu mülahazaya binaen olduğu görüşündedirler.

Yani bu ifade ile sonuna ulaşılan hayat süresinin dolması kast edilir olmuştur. Bazı müfessirler de Allah'ın O'nu bir müddet için yanına çekip sonra yeniden dirilttiğini ileri sürmüşler­dir. Diğer bir kısım müfessirler ise Allah'ın O'nu ruhunu almaksı­zın kendi nezdine yükselttiğini ileri sürmüşlerdir. Çünkü o dünya hayatının sonuna kadar yaşayacaktır demişlerdir. Bazı son dönem müfessirleri de Allah'ın onu insanların gözünden sakladığım onu kendi yanına yükseltinceye kadar da gözlerden uzak tabii bir ha­yat yaşadığım iddia etmişlerdir.

Ancak bu konuda çok şeyler söy­lenip sözü uzatmak istemiyoruz. Çünkü bu hikayenin böyle bazı ayrıntıları hakkında söz söylemek karanlığa taş atmaktır. Bu konu­da kesin bir sonuca ulaşamayız. Ayrıca böyle bir çabada Kur'an'ın fikri ve ameli hayatımıza bahşettiği türden bir fayda da görmüyo­ruz. Biz biliyoruz ki Allah-u Teâlâ her şeye kadirdir. İlahi iradeye ilişkin diğer bütün işlerde olduğu gibi bu noktada da O'nun kudretinin sınırı yoktur. Allah insanı ruhu ile de bedeni ile de kendi yanına yükseltmeye kadirdir.

Bu konuda anladığınız Allah'ın İsa (A)'ı Yahudilerin zulmünden ve onu öldürme girişimlerinden kur­tardığıdır Ama nasıl kurtarmıştır.'' O'nu Allah'ın ilmine havale edi­yoruz. Allah dilediğini bizlere öğretir, dilediğinin sırrını saklar." (Min Vahyil Kur'an, c.6, s. 23-24)

Evet, gerçekten şehidleri diri kılan ve istediği insanları asırlar­ca yaşatan Allah-u Teâlâ Hz. İsa hakkında da zaten mümkün ola­bilen her şeyi yapmaya kadirdir. Bir insanın asırlar boyunca diri kalmasının ilmi, akli ve de felsefi imkânsızlığı söz konusu değildir Biz böyle iman ediyoruz.


KUDSİ HADİSLER

Bilindiği gibi Kutsi hadisler Allah-u Teâlâ’nın Rasulullah'a bil­dirdiği ama Kur'an'dan ayn tutulmasını istediği ilahi sözlerdir. Bu sözlerin manası Allah'tan elfaz ve beyan metodu ise Rasulullah'tan idi. Dolayısıyla Rasulullah tüm âlemde insanların en fasih ve beliğ konuşan bir insan olmasına rağmen bu Kutsi hadisleri ile Allah'ın Kur'an'daki ayetleri arasında büyük bir fark vardır.

Aslında Kutsi hadisler Kur'an'ın mucize olduğunu ispat eden en büyük delildir Zira bu hadisler de mana açısından Allah'a mensup olmasına rağ­men lafız ve beyanı Rasulullah'a ait olduğu için Kur'an ayetleri ile mukayese dahi edilmez büyük bir farklılık içindedir. Eğer Kur'an'da Rasulullah'ın sözleri olsaydı asla aralarında bu kadar ba­riz farklılık bulunmazdı. Bu hususta Dr. Suphi Salih Kur'an ve vahy adlı kitabında (s. 45) şöyle diyor: "İslam âlimlerine göre ma­na açısından Allah'a mensup olan kudsi hadisler bile Kur'an'dan ayrı tutulmuştur.

Rasulullah da bu sözlerin başında bir takım lafız­lar kullanılıyordu ki muhatap bu beyanatın Rasulullah'a ait oldu­ğunu anlıyordu. Tüm insanların en fasih ve beliğ bir şekilde konuşanı olduğu halde tüm azamet ve kudretlerin mebdei olan Al­lah'ın sözleriyle mukayese bile edilemeyecek bir tarzda beyanat­larda bulunurdu."

Ama "Tasavvuf ve İslam" kitabını yazan bütün bu İslam alim­lerinin hilafına şöyle demektedir.

"Son peygamber (S)'e bildirilen gayb haberleri Kur'an'da yer almış olanlardan ibarettir." (s. 127)

Yazarın bu görüşü de sadece kendini bağlar. Zira kudsi ha­dislerin varlığım Sünni-Şii çoğu İslam âlimleri kabul etmiş ve bu hususta birçok kitaplar yazmıştır.

Bir de şunu ifade etmek gerekir ki yazar tasavvuf ve irfan hu­susunda ya muteber olmayan kitaplara başvurmuş ya da Türkçe tercümeleri yanlışlıklarla dolu olan Arapça metninin de anlaşılma­sı çok zor olan kitaplara başvurmuştur. Özelikle Mevlana hakkın­da "Menakib'ul Arifin" kitabını kaynak seçmiştir. Hâlbuki İslam arifleri arasında bu kitabın hiçbir ilmi şöhreti ve itibarı yoktur. Muhyiddin-i Arabî hakkında ise tercümesinde birçok anlaşmazlık­lar ve yanlışlıklar olan Fusus'ul Hikem'i kaynak olarak seçmiştir.

Hâlbuki az bir Arapçası olan kimse de bilir ki Fusus'ul Hikem hem edebiyat hem de irfani gerçekler açısından oldukça zor me­seleleri ihtiva etmektedir. Dolayısıyla insan bunların yerine önce­likle irfan ve tasavvuf hakkında sağlıklı kitapları incelemelidir. Bu hususta da ilk etapta İmam Humeyni, Hasanzade-i Amuli, Cevadi-i Amuli, Ayetullah Şahabadi, Ayetullah M. Taki-i Caferi, Mutahhari, M. Ali-i Girami Tabatabai vb. ariflerin irfani kitaplarını okumalıdır.

Aksi takdirde insanın bu irfan bilmecesini çözmesi oldukça zor ve zayıf bir ihtimaldir. Zira gerçek irfan adına özellikle bizim toplu­mumuzda ciddi eserlerin olmayışı sebebiyle birçok hurafelerin ve İslam dışı inanç ve uygulamaların varlığım biz de kabul ediyoruz. Ama yapmamız gereken şey bu hurafeleri temizlememiz ve Rasulullah'ın "Kırk gün Allah için ihlâs ile sabahlayan kimsenin kalbin­den diline hikmet çeşmeleri akar." hadisinde buyurduğu çeşmelerinden saf ve berrak suyu içebilmemizdir.

Hiçbir akıllı insan, bir uzvu bozulunca intihara kalkışmaz ve hiçbir aleti en küçük bir bozukluk karşısında uzağa atmazlarken biz nasıl olur da kendisin­de hiçbir bozukluk olmayan irfanı sadece dışarıda (toplumda) bir­takım bozukluklar sebebiyle kenara itebilir yüz çevirebiliriz. Bu doğru bir hareket midir? Dolayısıyla asıl işimiz gerçek irfan varis­lerinden bu mirası almak ve öğrenmektir. Yani Hz. Ali'nin dediği gibi hakkı tanımaktır. Biz hakkı tanırsak haklıyı da tanırız. İrfan ve tasavvuf hırsızlarını yakalar, gerçek irfan mahkemesinde yargılar ve dışlarız. Gerçek arifler ve Allah'ın veli kulları karşısında da mütevazı olur, saygı gösterir nurani hakikatlerinden istifade ederiz. "Ben diyen şeytandır" diyen İmam'ın bu sözünü esas alır "bana itaat edin benim, etrafımda dönün, bana teslim olun" diyenlerin kim olduğunu tespit ederiz. Gerçekten de İslam gariptir, Müslümanlar gariptir ve ne mutlu gariplere.

Allah'ım bizlere öyle bir basiret nasip eyle ki gerçek velilerini velayet hırsızlarından ayırt edelim. Peygamberin gerçek varislerini miras hırsızlarından ayıralım. Hırsız yerine ev sahibini döven ca­hillerden olmayalım...

Aslında şu anda birisi kalksa da şia hakkında toplumdaki şu namaz ve niyazı olmayan Alevileri incelese ve bunların sahip ol­duğu inanç ve davranışları Şia’ya isnad etse insafsızlık olmaz mı? Bu Alevilerin Şia ile ne gibi bir irtibatı var? Alevi demek Hz. Ali'nin yaşadığı gibi yaşamak ve Ali'nin gittiği yoldan gitmektir. Şimdi bu insanların neresi Hz. Ali'ye benziyor.

Atatürk'e "çağımı­zın Ali'si" diyen Alevilerin Ali ile irtibatı ne olabilir? Şimdi bu Alevilerden yola çıkarak Ali hakkında aynı hükmü verebilir miyiz? Asla! Bu büyük bir insafsızlık olur. Dolayısıyla her şeyi kaynağından araştırmalıyız Yoksa ebeden kurt ile kuzuyu birbirinden ayırt edemez ağacın meyvesi yerine döküntüleriyle meşgul olur bir ha­le geliriz ki bu da hiçbir akıl sahibine yakışan bir durum değildir. Her şey aslından anlaşılır, artıklarından döküntülerinden değil; bu böylece biline...


TEKVİNİ VELAYET MESELESİ

Veli terimi hakkında Ayetullah Mutahhari şöyle diyor: Vela, velayet, vilayet, veli, evla, mevla vb. kelimelerin tümü "veliye" kökünden türemiştir. Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardan biri de şüphesiz ki bu terimdir. Bazıları diyor ki Kur'an-ı Kerim'de 124 yerde isim, 112 yerde de fiil şeklinde kullanılmıştır. Bu kelimenin asıl manası iki şeyin aralarında hiçbir fasıla olmaksızın yan yana olmasıdır. Elbette bu yakınlık hem maddi ve hem de manevi ola­bilir. Kur’an ayetleri iyice araştırıldığında görülecektir ki Kur'an'da iki çeşit velayet vardır.

1- Olumlu velayet

2- Olumsuz velayet

Yani Müslümanlar bir velayeti kabul ederken başka bir vela­yeti de inkâr etmek konumundadırlar. "Müslümanların inkâr etme­si gereken velayet kâfirlerin velayetidir. İslam'ın kabul ettiği olum­lu velayetin ise birçok kısımlan vardır. Örneğin Allah müminlerin velisidir. Müminler birbirinin velisidir. Hakeza Ehl-i Beyt'in de ve­layeti söz konusudur.

Bir de tasarruf velayeti vardır ki (manevi velayet) bu velayet velayetlerin en üst mertebesidir. Buna tekvini velayet de demektedirler. Bu velayet insandaki gizli güç ve kabiliyetler ile ilgili bir velayettir. Tekvini velayetten maksat şudur ki insan ubudiyet ve itaati neticesinde Allah'a yakınlık makamına erer ve bu vasıtayla insan bir maneviyat elde eder. Allah'ın arzı böylesi velilerden mahrum kalmamış ve kalmayacaktır da.

Elbette ki tasarruf ve tekvini velayetten maksat bazı cahille­rin sandığı gibi bir insanın alemde kayyumiyet makamını işgal et­mesi yer ve gökleri idare etmesi yaratması, rızık vermesi, yaratma­sı ve öldürmesi manasında değildir." (Velaha ve velayetha (Mecmua-i Asar;da:) s. 257, ve 286)

Şia inancına göre yeryüzü Allah'ın velilerinden mahrum kal­maz. Bu veliler de sadece Ehl-i Beyt imamdandır ki şu anda da Hz. Mehdi bu makamda bulunmaktadır. Ama bu inancın bazı arif­lerin inandığı gizli veliler ile hiçbir ilgisi yoktur. "Tasavvuf ve İr­fan" kitabının yazan bu hususta şöyle diyor: "Tasavvufta bu dün­yada görünmeyen sabit sayıda bir gizli veliler anlayışı vardır. Bu gizli veliler silsile-i meratib şefaatleri sayesinde devam ettiğine ina­nılır. Bunlardan 300 nukaba, 40 abdal, 7 umana, 4 amud ve bunların kutbu şeklindedir, (s. 10)

Bir başka yerde ise şöyle diyor; "İslam olmak isteyenler için söylüyoruz ki kutb gavs, üçler yediler kırklar Hızır (ölümsüz kişi) ve Mehdi (ölmemiş ve gelip dünyayı düzeltecek beklenen kişi) di­ye varlıklar yoktur Allah'ın kitabında." (s, 182)

Daha önce de dediğimiz gibi şia inancına göre gavs, kutb ve Mehdi bir zat için kullanılan eş anlamlı kelimelerdir. Ama Ehl-i Beyt ariflerinin hiçbirisi de bu üçler, yediler ve kırklar inancına sa­hip değildir. Biz Hz. Mehdi ile ilgili ayrı bir fasıl açtığımız için ar­tık burada yeniden ele alamayacağız. Ama üçler yediler ve kırklar inancı da evvela tüm ariflerin kabul ettiği kesin bir inanç değildir. Mesela Mevlana ve Muhyiddin-i Arabî de her asırda bir velinin yarlığının zorunlu olduğunu kabul etmiş olmalarına rağmen bu velinin ikinci halifenin soyundan da olabileceğini söylemiş ve hat­ta Muhyiddin bizzat ikinci halifeyi bu velinin bizzat kendisi oldu­ğunu tasrih etmiştir. (Fütuhat s. 2-6)

Ama bilindiği gibi bu inanç ile Şia inancı arasında büyük bir fark vardır. Zira Şia inancına göre Allah'ın velileri olan imamlar sa­dece Hz. Fatıma (A)'ın soyundandır.

Dolayısıyla bu üçler yediler ve kırklar inancı tüm İslam arifle­rine mal edilemez. Gerçek ariflerin çoğu bunu reddetmiştir." (Fel­sefe ve İrfan Ez Nezer-i İslam s. 330-333)

Bu inancı tüm irfan ve tasavvuf erbabına mal edip irfana sal­dırmak insafsızlık olur. Elimizde ölçü olarak Kur'an ve sahih ha­disler var; bunlara uyanı alır uymayanı duvara çarparız. Ortalığı velveleye vermenin ne alemi var? Böylesi zayıf inançlar irfan ve tasavvuf ehli dışında görülmemiş midir? Daha düne kadar dünya­nın bir öküzün sırtında olduğuna güneşin dünyanın etrafında döndüğüne, dünyanın yuvarlak olmadığına ve insanın (neuzubillah) hayvanla cima ettiği taktirde bu hayvandan oluşan yavrunun (!) hükümlerinin şöyle veya böyle olduğuna inananlar olmamış mıydı? Yoksa bunlar da arif miydiler?

Ama gel gelelim çoğu arifler nezdinde makbul olan tekvini ve tasarruf velayetine. Tekvini velayeti reddeden "Tasavvuf ve İs­lam" kitabının yazan bu hususta şöyle diyor: "Gerçekten yukarıda vermeye çalıştığımız ölçüye göre hareket ediyorlarsa o ölçünün gerekleri Allah'ın kitabında ve Rasulullah'ın sünnetinde belirtilmiştir ve onların hiçbir yerinde velilerin ölüyü diriltecekleri kuru ağa­cı yeşertecekleri, ruhların beden değiştireceği (tenasüh) ateşe hükmedecekleri, gezdikleri yerlere bereket yağdıracaktan, kendi­lerinin Allah olduklarını söylemeleri (Enel Hak) havada uçabile­cekleri körleri gördürmeleri ve kainatı idare (kutb'un riyasetinde) ettiklerine dair bir belirti yoktur. Rasulullah'ın Uhud'da dişi kırılır, bu velilere bir şey olmaz.

Rasulullah gaybı bilmez bu veliler bilir, Rasulullah bereket yağdıramaz bu veliler yağdırır, Rasullllah ölü­leri (örneğin Hz. Hamza'yı veya oğlu İbrahim'i) diriltemez, bu ve­liler diriltir. Rasulullah kılıçla kalkanla savaşır bu veliler üfürükleriyle savaşır." (s. 43)

Yazar kitabının her yerde olduğu gibi gerçekten burada da laf ebeliği ve demagoji yapmaktadır. Burada hak ile batıl birbirine karıştırılmıştır. İnsan bir nur olan gerçek ilimden mahrum olursa böylesi cedel ve laf kargaşalığı olan yanlışlıklara düşer, bocalar. Hangi gerçek arif ve Allah velisi tenasüh inancına inanmıştır? Han­gi büyük veli "ben Allah'ım" demiştir.' Bu konuyu önceden de iş­ledik. Hangi veli üfürüğü ile savaşmıştır? Bunlar Allah'ın veli kullarına iftira atmak değil midir? Ariflerin ve velilerin efendisi Hz. Ali (A)da savaş meydanlarında savaşmamış mıdır? Çağımızın büyük arifi İmam Humeyni (R) bildiğiniz gibi elindeki tesbih ve dilindeki zikriyle alemde bu inkılâbı vücuda getirmedi mi?

Ama yazarın bahsettiği diğer konular tekvini velayet konusu ile ilgilidir ki Ayetullah Cevadi-i Amuli bu hususta şöyle buyur­maktadır:

"Kur'an'ın zahirinden de anlaşıldığı gibi kanun risaleti ve bu­nun tebliği manasına gelen teşrii velayet enbiyaya mahsustur. Ama tekvini velayet teşrii velayetten daha geniştir. Tekvini velayet dış alemde tesir kudretine sahip olan herkese şamildir.

Tekvini velayet aslı herkes için sabittir. Zira her insan tekvini velayet ile yaşar.

İnsan istediği zaman bedenini hareket ettirir ve istediğinde de yatırır ve böylece bitkisel hayatin (hatta onunla hayvani haya­tın) zayıf bir haddince ilişkisi olacak bir hale getirir, daha sonra rüya alemine sefer eder.

Elbette bu onun sahip olduğu salahiyete bağlıdır. O alemden de bir takım güzel veya kötü rüyalar suretinde geri getirir. Her in­sanın günlük hayatında beden üzerinde yaptığı tasarruflar ruhun tekvini velayeti etkisiyledir. Zira bizim dış alemdeki normal tasar­ruflarımız gerçi beden ve organlarımız vasıtasıyladır. Ama beden üzerindeki bu tasarruflar fikir ve irade vesilesiyledir. Bunlar da ameli ve nazari aklın ilgi alanına girmektedir.

Bizim velayet-i tekvini ile bu ölçüdeki tanışıklığımız balık ile suyun tanışıklığı gibidir. Balık sudan gafil olduğu gibi biz de ru­humuzun bedenimiz üzerindeki tekvini velayetinden gafiliz.

Bu velayet haddinden de öte bazı ruhlar beden dışında bir takım tasarruflarda da bulunur.

Kur'an bu velayeti hem nebiler ve hem de diğer bazı kimse­ler için ispat etmektedir."

Şimdi bilindiği gibi tekvini velayet sahiplerinden birisi Hz. Meryem'dir. Büyük müfessir ve alimlerin de kabul ettiği gibi Hz. Meryem Allah'a ettiği kulluk ve ibadetler neticesinde tekvini vela­yete sahip hale gelmişti. Bunu birçok Sünni-Şii alimleri de tasrih etmiştir. Dolayısıyla da mütevatir hadislere dayanan bir inançtır ve Kur'an'da da açık bir dille tasrih edilmiştir.

Ama gel gör ki "Tasavvuf ve İrfan" kitabının yazan kitabı bo­yunca hep tevile karşı olduğunu söylemesine rağmen tüm İslam ehli nezdinde kesin olan bu hususu tevil ederek şöyle demekte­dir:

"Kur'an'da: Rabbi, onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriya’yı da O (nun makamı) na memur etti veya (Zekeriya da onun bakımını üzerine aldı) Zekeriya onun yanına mabede her girdiğinde yanında bir rızık bulur­du. "Ey Meryem! Bu sana nereden? Derdi. (O da) "Bu Allah tara­fından!" derdi. "Zira Allah dilediğine hesapsız rızık verir." (Al-i İmran; 37) ayeti de bu konuda anlattıklarımızla çelişki teşkil ediyormuş görüntüsü veren bir ifade taşımaktadır. Konuyu biz eskiler­den günümüze kadar yapıla gelen tefsirlerin ele aldığından -ki dayanaklarını ciddi bulmuyoruz- farklı olarak ele alıyoruz. Şöyle ki:

Yukarıda metnini verdiğimiz ayette gayet vazih bir surette ifa­de bulunmaktadır ki Meryem yanında bulunan yiyeceklerin (rızık) nereden geldiğini soran Zekeriya (as)'ya "Bu Allah tarafından" diye cevap vermekte ve "Allah dilediğine hesapsız rızık verir" di­ye de eklemektedir, bu iki ifadenin (Meryem'in cevaplarının) de sünnetullah'ın dışında bir yönünü görmemekteyiz. Birinci olarak zaten (hem de hesapsız şekilde) rızık verici Allah'tır.

Hz. Meryem de bunu ifade etmektedir. Yarattıklarını tayin ettiği ecel süresince yaşatacak rızkı tekeffül eden, üzerine yüklenen Allah'ın bizzat kendisidir. Ayet bunu açıklamaktadır.

İkinci olarak da Hz. Mer­yem'in "Bu Allah tarafından" diye verdiği cevabın yine aynı mana­da Zekeriya'nın yanında bulduğu (gördüğü) rızkın dilediğine he­sapsız rızık verici olan Allah tarafından olduğunun ifadesinden başka bir şey olmadığı açıkça görülmektedir ayetin ifadesinden.

Nitekim bizler de günlük hayatımızda ve özellikle umulma­yan bir zamanda umulmayan bir şeyler yer veya içer iken bir ya­kınımız geldiğinde ve yiyip içtiğimize şaşırıp: "Hayırdır! Bu nereden?" diye sorduğunda cevaben "Allah gönderdi, gel buyur ye!.." diye açıklamak ve mukabelede bulunmakta değil miyiz? Bu de­mek midir ki yiyip-içtiğimiz şey bize gökten sofra ile indirilmiştir. Hayır bu manaya gelmemektedir. Hepimiz kullanıyoruz ve ne ma­naya kullanıldığını da biliyoruz. Böyle derken biz de muhatabımız da biliyoruz ki gerçekten de her türlü rızık Allah'tandır.

Saniyen her türlü rızkı hesapsız olarak dilediğine veren de O'dur. Salisen o anda yiyip içtiğimiz fakat muhatabımızın ummadığı şeyi bize ger­çekte rızıklandırmak için veren Rabbimizdir. Lakin bir kulunu bu­na vesile kılmakta ve eline geçen yiyecek veya içeceğin örneğin bir kısmım "Filan'a göndereyim de, o da tatsın" diye düşünmüş ve göndermiştir.

Allah bize de o rızıktan kısmet etmiş olduğundandır ki o kulun hatırına bizi düşünmüş ve bizim de nasiblenmemize Allah o kulu vesile kılmıştır. Günlük hayatımızda hemen sık sık olup duran bu türlü olayları doğal karşılarken, Hz. Meryem için olanı neden doğa dışı bir olay olarak ele alıyoruz bunu anlamak zordur.

Zira mezkûr ayette olayın doğa dışı bir yanı olduğuna hiç­bir işaret de yoktur. Yanlış anlamalara İsrailiyat'ın da etkisi ile aye­ti tefsir edenlerin yaptığı katkılar neden olmaktadır, (s. 44-45)

Aslında eskilerden günümüze kadar yapıla gelen tefsirlerin ele aldığım ve dayanaklarını ciddi bilmeyen birine nelerin söylenebi­leceğini gerçekten bilemiyorum? İşine geldi mi mütevatir hadis ve sünnetlere sarıldığını iddia çekeceksin yeri geldi de mi her şeyi in­kar edip ciddiyetsiz bulacaksın! Gerçekten de şaşırıp kalıyor in­san. Kur'an ve Ehl-i Beyt nurundan mahrum akıllar nerelere yanıyor görmek gerekir.

Yazar bunu keşfetti diyesim geliyor ama keş­fe hakaret olur diye düşünüyorum. Zira keşifler arasında bir itti-had gerekir. Ama bu sözler Sahibinin de itiraf etiği gibi şahsına münhasır sözlerdir. O halde ne demek gerekir?

Aslında böyle se­viyesiz sözlere cevap vermek de doğru değildir ya, ama biz yine de bu fikirlerle kandırılmış saf zihinleri uyandırmak için Ayetullah Cevadi-i Amuli'nin huzurunda diz çökelim ve yıllardır tefsir ders­leriyle binlerce insana Kur'an hizmeti veren bu arif ve müfessirin bu hususta ne buyurduğunu can kulağıyla dinleyelim.:

"Kur'an'ın tekvini velayet sahibi olduğunu beyan ettiği kimse­lerden biri de Hz. Meryem'dir. Bu hususta Kur'an şöyle buyuru­yor:

"Hani İmran'ın karısı (Hanne), "Ya Rabbi ben karnımdakini kayıtsız-şartsız sana adadım. İmdi benden kabul buyur! Çünkü işi­ten bilen ancak sensin." demişti. Vakta ki çocuğu doğurdu: "Yarabbi: Ben onu kız doğurdum dedi." Hâlbuki ne doğurduğunu Al­lah daha iyi biliyordu. (Mabede hizmet için) erkek kız gibi değil­dir.

Bununla beraber, ben onun adını Meryem koydum ve işte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyo­rum." dedi. Bunun üzerine Rabbi, onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu ve güzel bir şekilde yetiştirdi. Onu Zekeriya'nın hima­yesine verdi, Zekeriya ne zaman (Meryem'in yanına) mihraba girse onun yanında yiyecek bulurdu. "Ey Meryem! Bu sana nere­den geliyor?" dedi. Meryem "O, Allah tarafından geliyor, şüphesiz ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır." dedi. (Al-i İmran/35-37)

Zekeriya (A) Meryem'in bakıcılığını üstlendikten sonra her defasında yanındı varınca onun nezdinde yazın kış meyvelerini kı­şın da yaz meyvelerini bulurdu. Zekeriya (A) bu yüzden meyve­lerin nereden geldiğini sorunca Meryem (A) da ."Allah katından" diye cevap verdi-

Zekeriya (A) da bu yüzden hiçbir araştırma dahi yapmaksı­zın kabul etti. Ayetin sonunda ise "Allah dilediğini hesapsız rızık­landınr." buyrulmuştur. Bu ayet Allah'ın ihsanlarının hesapsız olduğu manasına değildir. Zira Allah'ın isimlerinden biri de "Hasib" '(Hesap gören)dir. Hakeza Kur'an'da da şöyle buyurmuştur:

"Onun katında her şey ölçü iledir." (Rad/8)

Hakeza "Biz her şeyi bir ölçü üzerine yarattık." (Kamer/49)

O halde ayetin manası şudur ki Allah'ın ihsanının nitelik veya niceliği sayılmayacak kadar çoktur. Yani Allah sayılamayacak ka­dar çeşitli yollardan ihsan buyurur. Veya Allah o kadar çok çeşitli yollardan ihsan buyurur ki başkaları bunu sayamaz.

Velhasıl bu da tekvini velayetin bir örneğidir. Peygamber ol­mayan bir insan Allah'ın kendisine başkalarının hakikatini derk etmekten dahi aciz olduğu bir şekilde rızık verecek bir makama ulaşmaktadır.

4
İSLAM VE İRFAN İSLAM VE İRFAN



Kitab metinin devami

Meryem (A)'ın erdiği bu yüce velayet makamı Zekeriya (A)'ın Yahya (A) gibi salih bir evlada sahip olması için dua etme­sine neden oldu. Zira Zekeriya (A) Meryem'in faziletlerini derk ettikten ve gördükten sonra böyle bir evlada sahip olmak istedi.

"Orada Zekeriya (A) dua etti:

"Ey Rabbim! Bana senin tarafından tertemiz bir zürriyet ihsan et. Şüphesiz ki sen duayı işitirsin!" dedi. (Al-i İmran/38)

Allah-u Teâlâ da böylece Ona Yahya (A)'ı ihsan etti ki o da hesapsız bir şekilde güzel rızıktan istifade etsin. Gerçi Yahya (A) nübüvvet makamına erdi ve teşrii velayete sahip oldu. Ama Meryem (A) sadece tekvini velayete sahipti.

Hz. Meryem'in tekvini velayete sahip olduğunun bir diğer şa­hidi de vardır Yani yaratılış alemindeki ameli tasarrufunun yanı sıra ilmi bir tasarrufu da vardır:

"Bir vakitler melekler, "Ey Meryem haberin olsun! Allah seni kendi tarafından bir kelimeyle müjdeliyor. İsmi Meryem oğlu Me­sih İsa'dır. Dünyada da ahirette de şanı yücedir. Hem de Allah'a yakın kullardan olacaktır. İnsanlarla hem beşikte hem yetişkin iken konuşacak ve salihlerden olacak." demişlerdi." (Al-i İmran/45-46)

Bu gaybi haber hakikatte İsa (A) mucizesinin zuhuruydu. Ni­tekim Kur'an bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"O vakit Allah şöyle buyurdu: "Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla Hani seni ruhul kudüs ile destekle­miştim. Hem beşikte ve hem de yetişkin iken insanlarla konuşuyordun." (Maide/110)

Bazı müfessirler bu beyanda İsa (A)'ın yaşlılık dönemine er­meyeceği hususunda gaybi bir haberin olduğunu söylemişlerdir.

Zira İsa (A)'ın insanlarla beşikte ve yetişkinken konuşacağı beyan edilmiştir. Yetişkinlik ise çocukluk ve yaşlılık arasında bir dönemdir. Yani örneğin kırk yaşından sonraki dönem için söylenir. Sonraki gaybi haberde ise İsa ile Meryem'in hakikatte anne ve oğul şeklinde tecelli eden tek gerçek olduğu beyan edilmektedir. Zira her ikisi de "ayet" olarak tavsif edilmiş ve hem de Mer­yem İsa'dan önce zikredilmiştir.

"Ve onu ve oğlunu alemler için bir ayet kıldık." (Enbiya/91)

Bazen de bunun tersini beyan etmektedir;

Ve Meryem oğlunu ve annesini bir ayet kıldık." (Müminun/50)

Meryem (A)'ın tekvini velayete sahip olduğunu üçüncü delili ise Allah'ın ruhunun Meryem için anne olurken tecelli etmesidir. Kur'an bu sahneyi şöyle betimliyor:

"Onların önünde bir perde kurdu. Derken kendisine ruhu­muzu gönderdik de onu düzgün bir insan şeklinde göründü, (Meryem ona) "Eğer Allah'tan korkan biri isen ben senden Rahman'a sığınırım." dedi. (Ruhul Kudüs) "Ben ancak Rabbinin sana bir elçisiyim. Sana tertemiz bir oğlan bahşetmek için geldim." de­di. Meryem, "Benim nasıl oğlum olur? Bana bir insan dokunmadı ki! Ben kötü bir kadın da değilim." dedi. (Ruhul Kudüs) "Evet öy­le Ama Rabbin buyurdu ki; "Bu iş bana göre kolaydır. Hem onu insanlara kudretimizin bir delili ve tarafımızdan bir rahmet yapa­cağız. Zaten bu iş olmuş bitmiştir." dedi." (Meryem/17-21) (Vela­yet Der Kur'an s. 276-281)

Şimdi Meryem (A)'ın tekvini bir velayete sahip olduğun ispat eden bunca Kur'ani delilleri ve tarih boyunca yazılmış binlerce tefsir kitabını reddeden ve sadece gece yaptığını sandığı keşiflerle bir takım laflar eden insana "Allah hidayet etsin" demekten başka ne diyebiliriz ki?

Aynı tekvini velayete Hz. Patıma (A)'da sahipti. Nitekim Hz. İmam Humeyni "Cebrail Rasulullah'ın vefatından sonra da Fatıma'nın yanına geliyor ona teselli veriyordu." dediği zaman bazı cahiller hemen "İmam, Fatıma'ya vahyin indiğini söylüyor." diye yaygara çıkarmışlardı. Hatta birisi bana "Cebrail Peygamberlerden başkasıyla konuşmaz. Sen bana Cebrail'in peygamberlerden başka bir tek insanla konuştuğunu göster ben de kabul edeyim." deyin­ce ben de Meryem (A)'ı ve Musa'nın annesini gösterdim. Ama gel gör ki inad hidayet nurlarını söndürmekte ve insanı ebedi karan­lıklar içinde bırakıvermektedir. Dolayısıyla da hemen "Bu İs­lam'dan önceydi" diyerek hakikati kabulden yüz çevirmişti.

İslam alimleri bu tekvini velayet sayesinde meleklerle konuşan kadınla­ra "muhaddese" diyorlar. Hatta ben "sen hiç muhaddese nedir bi­lir misin?" diye sorunca "Hadis bilen kadındır." demişti. İnsan bu bilgisizliğine bu cehl-i mürekkebe (bilmediğini bilmemeye) düştü mü Allah'ın yardımı olmaksızın kıyamete kadar kurtulamaz. Allah tüm müminleri bu hastalıktan kurtarsın ve hidayet nuruna ulaştır­sın.

Tekvini velayete sahip olanlardan biri de Asaf b. Berhiya idi. Bu hususta Kur'an şöyle buyuruyor:

"Sonra adamlarına dönerek: "Ey ileri gelenler, kendileri Müslüman olarak gelmezden evvel o kadının tahtını bana hanginiz getirecek?" dedi. Cinlerden bir ifrit (Bahadır) "Ben onu sana yerinden kalkmadan getiririm. Benim bana gücüm yeter, eminim" dedi. Kendinde kitaptan bir ilim bulunan zat (Asaf b. Berhiya) ise "Ben onu sana gözünü kırpmadan getiririm." dedi. Derken onu yanında duruyor görünce, Süleyman, "Bu rabbimin fazlındandır. Beni imti­han için ki bakalım şükür mü edeceğim yoksa küfran-ı nimet mi? kim şükür ederse ancak kendi nefsi için şükür eder kim de nan­körlük ederse bilsin ki Rabbim onun şükrüne muhtaç değildir, ke­rimdir." dedi. (Neml/38-40)

Ama Tasavvuf ve İslam kitabının yazan bu hususta şöyle di­yor: "Yanında kitaptan bir ilim bulunanın kim olduğu Kur'an'da bahsedilmemiştir. Şu veya bu tefsirde bunun Hz. Süleyman'ın veziri veya Hızır olduğuna dair açıklamalar hiçbir gerçeğe dayanma­maktadır. Bunlar İslami bilgiler değildir, İsrailiyattandır. Biz her konuda olduğu gibi bu konularda da Kur'an'ın açıklamaları ile ik­tifa etmek zorundayız." (s. 46)

İnsan bu cümleler karşısında ister istemez Haricileri hatırla maktadır. Zira Hariciler de "Bize Allah'ın kitabı yeter" diyerek ha­kemliği kabul eden Hz. Ali'yi tekfir etmişlerdi. Şimdi Kur'an her şeyi ismi ve zamanıyla mı beyan etmeliydi? Kur'an biyografi veya ta­rih kitabı mıdır? Kur'an'ın müfessiri olan Rasulullah ve Ehl-i Beyt'in konumu nedir burada? Rasulullah ve Ehl-i Beyt'in hadisleri bizim için muteber değil midir? Kur'an bilmediklerimizi "Zikir eh­line sorun" diyor. Hz. Ali (A) da Nehcül Belaga'da "ilimde direnle­miş olanlar (rasihune fil ilim) biziz" diyor. O halde bu hadislerde Belkıs'ın tahtını getirenin Asaf b. Berhiya olduğu yer alıyorsa red mi etmeliyiz?

İslam'da hadislerin yeri yok mudur? Ama eğer hadis­lere inanıyorsanız o halde "Nurus Sakaleyn" tefsirinde yer alan konuyla ilgili hadisleri inceleyin. Göreceksiniz ki orada tahtı geti­ren zatın Asaf b. Berhiya olduğunu beyan eden onlarca hadis yer almıştır. (c.4, s. 87-91) Ki biz bunlardan sadece birini zikredece­ğiz:

"Cabir İmam Bakır (A)'ın şöyle buyurduğunu naklediyor: Al­lah'ın ism-i Azam'ı yetmiş üç harf üzeredir. Asaf b. Berhiya'nın nezdinde bundan bir harf vardı. Bunu beyan edince Belkıs'ın tah­tını göz açıp kapayıncaya kadar Süleyman'ın yanına getirdi..." (Tefsir-i Nur'us Sekaleyn, c.4, s.88)

Şimdi bütün bu hadisleri inkâr etmek doğru olur mu? Bu ha­disler Kur'an'ın müfessiri değil midir? Yoksa "Allah'ı apaçık gör­medikçe asla iman etmeyiz." diyen Yahudilerin de mantığı da bu değil miydi? Onlarda peygamberlerinin sözüne inanmıyor illa da Allah ile muhatap olmak istiyordu. Biz de eğer her şeyi salt Kur'an'da o da apaçık bir şekilde ararsak aynı konuma düşmez miyiz?

Velhasıl sahih hadislerde de yer aldığına göre Süleyman'a Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir süre içinde getiren Asaf b. Berhiya'dır. Şimdi de konu ile ilgili olarak ayetullah Cevadi-i Amuli'nin ne buyurduğuna bir bakalım:

"İnsanın tekvini velayete sahip olabileceğini gösteren ikinci örnek ise Asaf b. Berhiya'dır. Bilindiği gibi Hz. Süleyman (A) Seba Melikesi Belkıs'a bir mucize göstermek, onun inanç açısından da iman etmesini sağlamak ve "Ben de Süleyman'la birlikte alemlerin rabbine iman ettim." demesini temin etmek için Belkıs'ın tahtını kimin getirebileceğini sordu. Cinlerden biri olan ifrit yerinden kalkmadan tahtı Süleyman'a getirebileceğini söyledi. Ama bu süre Süleyman'a göre çoktu. Bu yüzden kabul etmedi. Ama yanında "kitabın bir ilmi olan kimse" göz açıp kapamadan tahtı getirebile­ceğini söyledi. Bu ise zaman açısından mümkün olabilen en kısa bir zaman birimidir.

Ayetlerin devamından da anlaşıldığı gibi Hz. Süleyman o şah­sa izin verdi ve böylece o şahıs da Hz. Süleyman'ın izniyle gücü­nü tekvini velayetini sergiledi. Burada bazı müfessirler o şahsın Hz. Süleyman’ın izniyle tahtı getirdiğine bakarak tahtı bizzat Hz. Süleyman'ın getirdiğini söylemişlerse de ayetlerin zahiri bunu red­detmektedir.

Dolayısıyla bu ayet peygamber olmayan bir şahsın tayyul arz (kısa sürede uzun mesafeler kat etmek) olayından daha da büyük bir keramete sahip olduğunu beyan etmektedir. Zira "tayyul arz" insanın tek başına uzun mesafeleri kısa sürede kat etmesidir. Ama bu işte bir şeyi de beraberinde götürmek söz konusudur.

Burada böyle bir olayın aklen mümkün olup olmadığını so­ran olabilir. Cevaben demek gerekir ki bu iş normalde ve adeten mümkün olmayabilir; ama akli açıdan mümkündür. Zira adeten böyle bir yolculuk uzun bir zamanda gerçekleşmektedir. Ama akli açıdan bu olanaksızlık söz konusu değildir. Usulen mucize ve keramet de adeten olanaksız şeylerin gerçekleşmesidir... Burada bir­takım hususların açıklanmasını da beyan etmek gerekir:

1. Kur'an'da Belkıs'ın tahtım kimin getirdiği sarih bir şekilde beyan edilmemiştir. Ama cinlerden olan ifrit mukabilinde anıldı­ğından insan olduğunu anlaşılmaktadır.

2. "Alime ikram et" cümlesinde alim vasfı nedenselliği beyan ettiği gibi "kendinde kitaptan ilim bulunan." cümlesindeki sıfat da nedenselliği beyan etmektedir. Yani o şahsın velayetinin menşe-inin kitap ilmi olduğunu ifade etmektedir.

3. Tekvin ve yaratılış aleminde tasarrufun menşei olan kitap beşeri bir kitap değildir. Zira beşeri kitaplar elfaz ve hatlardan iba­rettir. Ketbi (yazısal) vücuda sahiptir. Hâlbuki ketbi vücud bir ya­na zihni vücud bile dış alemde bir etkiye sahip değildir.

Buradan da anlaşılmaktadır ki velayetin menşei olan kitap ve ilim, ders bahis ve mefhum ilmi değildir. Aksine realiteyle dış alemde iç-içedir. Yani şühudi ve huzuri bir ilimdir.

4. Velayetin menşei olan ilim emanet ile iç-içedir. Bu yüzden­dir o şahıs şöyle demiştir: Beni bana gücüm yeter, eminim" Gerçi bu ayet olmasaydı yine de ispat edilebilirdi. Zira hain bir ruh sa­lim bir rüya görmekten bile mahrumdur. Dolayısıyla velayetin menşei olan bir ilmi asla elde edemez.

Hain bir ruh uyanıkken kendini emin olarak tavsif edebilir, ama gayb alemine sefer edince hainliği zahir olur. Zira nurani bir hakikat rüyada yalancı insana nasip olunca önceki birçok pislikle­ri de buna bulaşır ve dolayısıyla birkaç gülü çepeçevre saran ayrık otları andırır.

İnsanın gündüz sahip olduğu perişanlığının nişanesi olan bu dağınıklıklar rüyada "ayrık otlar" şeklinde zuhur etmektedir. Ya­lancı insanın nefs levhasında mana aleminden güzel bir bitki bi­tince birçok ayrık otlar da etrafında biter git-gide o asil bitki gö­rünmez hale gelir.

Dolayısıyla hain olan bir kimse asla sahih bir bilgi elde ede­mez. Sahih ve hakiki bir bilgi olmayınca da bunun bir fer'i olan velayet de nasip olmaz.

5. Bu ayetin tefsirinde bazı müfessirler beyan etmişlerdir ki o şahıs ism-i azim veya ism-i azam'ı biliyordu. O ismi der demez, Belkıs'ın tahtını Seba'dan Süleyman'ın huzuruna getirtti. Elbette bu isini hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bazıları "Hayy" bazdan "kay-yum" bazıları da İbranice bir kelime olan "Ahaşereha" olduğunu demişlerdir.

Ama dikkat edilmesi gereken bir nükte de şudur ki hiçbir za­man insan bir lafız, yazı veya mefhum vasıtasıyla dış alemde etkili olamaz. Zira varlık alemi nedensellik kanunu üzerine mübtenidir.

Ve nedensellik üzere mübteni olan bir alemde bir hafız veya yazı veya ondan da zayıf olan zihni bir vücud ile etki yaratılamaz.

Zira hem ketbi (yazısal) ve hem de lâfzî vücud itibaridir. Bu yüzdendir ki lafız ve hatlar (yazılar) çeşitli milletler nezdinde fark­lı itibarlar hasebiyle farklılık arz etmektedir. İtibar ve kontrat daire­sinde bulunan herşey de itibar dairesinde mevcuttur ve tekvin aleminde etkisizdir. Gerçi mefhumlar itibari işler gibi bir kontrata bağlı değildir. Ama zihni vücud ile mevcuddur. Zihni vücud ise oldukça zayıf bir hakikate sahiptir ve dış alemde etkiye sahip ola­maz. Dolayısıyla dış alemde etkili olabilmek için önce hakiki bir vücuda sahip olmalıdır. Ayrıca eser ve etkisinden daha güçlü ol­malıdır. Ama zihni bir mevcud gerçi hakiki bir vücuda sahiptir ama vücudu tufeyli ve asalak bir vücuddur.

O halde dış alemde etkili olabilen ism-i azamın lafız ve mefhum maverasında da bir hakikati vardır.

İşte buradan bazı dualarda yer alan cümlelerin manasım da anlıyoruz. Örneğin "Semat" duasında Allah'ın isimleriyle and içilmektedir. "Yeryüzünü yayan ve dağlan yükselten ismine andolsun."

Bu dualardaki isimler ilahi feyizlerdir. Zira göklerin binası ve yerin yayılması ilahi feyizlerle olmuştur. Ama lâfzî isimler itibari işlerdendir. Bunlar o gerçek isimler için vazedilmiştir. Bu yüzden bu isimlere "isimlerin isimleri" denmiştir.

İsim ile ismin ismi arasındaki bu farktan ötürü isim ile müsemma arasındaki vahdet ve kesret ihtilafının hakikati de bilin­mektedir. Zira burada tekvini hakikatler birer alamettir. Şimdi bu isim ve alametler, alamet sahibi ile vahdet içinde midir yoksa fark­lılık mı arz etmektedir?

Hakeza isim özel taayyün ve tecelli ile birlikte olan mutlak zattır. Bu zat hiçbir takayyüdü olmayan zat ile aynı değildir. Hake­za bir sıfat konumunda olan taayyünden de ayadır. Bu yüzden denilmektedir ki isim biracıdan müsemmanın aynısı ve bir açıdan da gayrisidir.

Velhasıl ism-i azamı bilmek lâfzî veya mefhumi bir bilgi de­ğildir. Aksine ruhun isimlerin en azmiyle elde ettiği ünsiyetten hasıl olmaktadır. Bu konunun tahakkuku da o ismin insan ruhun­daki zuhuruyladır. Kendisinde ism-i azam zuhur eden ve ism-i azam ile şuhudi ve huzuri bir irtibat kurabilen kimse için "Yanın­da kitaptan bir ilim olan kimse" denilebilir. Yer gök deniz ve dağların yaratılış menşei olan bir isme mazhar olan bir kimse kolay bir şekilde yer ve göklerde tasarrufta bulunabilir.

6. Hz. Ali (A) hakkında nazil olan bir ayet bundan da yüce bir manaya delalet etmektedir:

"Küfredenler, "Sen Allah tarafından gönderilmiş değilsin." diyorlar. De ki: "Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah ve bir de yanında kitap ilmi olan yeter" (Rad/43)

Bu ayette risaleti inkâr eden kâfirler için iki şahid ikame edil­miştir. Birincisi şahidlerin en büyüğü olan Allah'tır. Allah, Rasulüne kitabı vermekle, risaletine de şahid olmaktadır.

İkinci şehid ise nezdinde kitap ilmi olan kimsedir.

Nezdinde kitap ilmi olan kimse, yanında kitaptan bir ilim olan kimseden daha yücedir. Zira Hz. Ali hakkında kullanılmış olan ilk tabir onun tüm kitabı kapsadığını ihtiva ettiğini göstermektedir Hâlbuki ikinci tabir sadece bu kitaptan bir ilmi kapsamaktadır.

7. Allah'ın velisinin velayeti Allah'ın velayetinin arzında (enle­minde) veya boylamında yer alan bir velayet değildir.

Aksine Allah'ın velayetinin mazharıdır Mezkur ayetler de bu­na delalet etmektedir. Nitekim Hz. Süleyman da tahtı yanına gö­rünce "Ben bu mala sırf bendeki bir ilim sayesinde "nail oldum" (Kasas/78) demedi. Yani kudreti kendisine veya bir başka insana isnad etmedi. Zira bunun her ikisi de hicaptır. Dolayısıyla hicapla-n yırtmayan kimse de asla velayete ulaşamaz. Hz. Süleyman bu kudreti Allah'a isnad ederek şöyle dedi:

"Bu Rabbim'in fazlındandır. Beni imtihan için ki bakalım şü­kür mü edeceğim yoksa küfran-i nimet mi? Kim şükür ederse an­cak kendi nefsi için şükür eder Kim de nankörlük ederse bilsin ki Rabbi onun şükrüne muhtaç değildir, kerimdir" (Neml/40)

Peygamber olmadığı halde ilmi-ameli tekvini velayete sahip olanlardan biri de Musa (A)'ın annesiydi. Bu hususta Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Musa'nın annesine de şöyle vahyettik: "Çocuğunu emzir, (öl­dürülmesinden) korktuğu vakit onu deryaya (Nil'e) bırakıver. Hem korkma ve üzülme" (Kasas/7)

Musa'nın annesine vahy suretinde zuhur eden ilahi kelam da sadece bir lâfzî bir öğüt değildir, Aksine hüzün ve korkuyu gide­ren bir vahiydir. O halde "Korkma ve üzülme" kelimesinin vahye-dilmesiyle Musa'nın annesinden korku ve hüznün giderilmesi onun kalbinin Allah ile irtibatını göstermektedir. Allah ile kul arasındaki bu kalbin tekvini irtibatı da velayetin aynısıdır. Dolayısıyla Musa'nın annesi de Allah'ın kâmil velilerinden biriydi.

Peygamber olmadığı halde meleklerin sesini işiten, melekler­le konsan ve dolayısıyla tekvini velayete sahip olan dördüncü kimse de İbrahim'in eşiydi. Allah-u Teâlâ bu hususta şöyle buyu­ruyor:

"Şanım hakkı için İbrahim'e de elçilerimiz müjdeyle gelerek, "Selam sana" dediler. O da, "selam" dedi ve durmadan gidip kı­zartılmış bir buzağı getirdi. Ellerinin buzağıya uzanmadığım gö­rünce onları yadırgadı ve içinde, onlardan bir nevi korku duydu. Onlar "korkma, çünkü biz kıl kavmine gönderdik. İbrahim'in) eşi ayakta idi bunu duyunca güldü biz de ona İshak'ı ve İshak'ın arkasından Yakub'u müjdeledik. "Vay başıma gelenler ben doğu­racak mıyım? Hâlbuki ben ihtiyar bir kadınım. Şu kocam da yaş­lanmış bir kimse doğrusu bu çok şaşılacak bir şey" dedi. Melekler "Sen Allah'ın emrine şaşıyor musun? Allah'ın rahmeti ve bereketle­ri sizin üzerinizdedir. Ey Ehl-i Beyt şüphe yok ki o hamde çok la­yık ve çok kerimdir. (Hud/69-73)

Bu ayetlerin bir bölümünde Hz. İbrahim (A)'ın meleklerle konuşması yer almıştır ki peygamberlerin mucizeleri ile ilgilidir ve onların tekvini velayetini ifade etmektedir. Ama bu ayetlerin bir bölümünde de İbrahim (A)'m eşinin meleklerle konuşması yer al­mıştır. İbrahim'in eşi meleklerden İshak ve Yakub'un doğum müj­desini işitti.

Dolayısıyla İbrahim'in eşi de Hz. Meryem ve Musa'nın annesi gibi meleklerle konuşmuş ve onların konuşmasına mazhar olmuş­tur. Bu insanlar risalet ve nübüvvet makamına sahip olmadıkları halde velayet makamına sahip olmuşlardı. Zira risalet ve nübüvvet icrai bir iş olup erkeklere mahsustur. Ama nübüvvetin batını kamil insanın Allah ile irtibatının sureti ve insanın kemaliyle ilgili olan velayet makamı erkeklere özgü bir makam değildir. Bunun en yüce makamı erkeklere mahsus olsa da kemal yolu her ikisinin yü­züne de açıktır.

Tekvini velayete sahip olan beşinci örnek kimseler ise Ashab-ı kehftir:

Bu hususta Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Biz sana onların haberlerini doğru olarak anlatıyoruz. Hakikat onlar Rablerine iman etmiş birkaç genç idi. Biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalplerini pekiştirdik. Durup şöyle demişlerdi: "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Onu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız. Yoksa andolsun ki batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz Allah'ı bırakıp Ondan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek ol­duğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" (Kehf/13-15)

Bu ayette Allah-u Teâlâ bu gençlerin kalbini pekiştirdiğini söylemektedir. Bu ilahi irtibat ve bağ Fussilet suresinde beyan edilen şu hakikatin en açık misdakıdır:

"Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da istikamet gösterenlere melekler ölümleri anında: "Korkmayın üzülmeyiniz, size söz veri­len cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da ahirette de size dos­tuz. Burada canlarınızın çektiği, umduğunuz şeyler bağışlayan ve acıyan Allah katından bir ziyafet olarak size sunulur." diyerek inerler." (Fussilet/30-32)

Ashab-ı Kehf de "ayakta durdular" yani istikamet gösterdiler. "Rabbimiz göklerin ve yerin rabbidir." dediler. Allah da onların kalbini kendine bağladı. Ayrıca melekler önceki örneklerde de ol­duğu gibi nazil olunca hüzün ve korkularını gidermektedir. Böyle bir kalbe şeytan da nüfuz edemez. Melekler nazil olunca hüzün Ve korku gider. Korku ve hüznü olmayanlar istikametleri husu­sunda sabretmez şükrederler. Zira Cihad-ı ekber meydanında kor­ku ve hüzünle savaşan kimsenin işidir sabır...

Ashab-ı Kehf tam üçyüz yıl uykuda kaldı. Evet, kalbini Allah'a verenler bundan daha fazla bir müddet susuz ve yiyeceksiz yaşa­yabilir Bu yüzden Allah-u Teâlâ bu olayı sıradan bir olay olarak zikretmektedir. Zira ilahi bir ayet olan velayet veli ile ittihad halin­dedir Bu yüzden ashab-ı kehf bir ayet-i ilahi olarak zikredilmiştir

Peygamber olmadığı halde tekvini velayete sahip olan altıncı örnek kimse ise Hz. Hızır (A)'dır Hz. Hızır Allah'ın rahmet ve ledünni ilmine sahip olan salih bir kul idi.

"Tasavvuf ve İslam" kitabının yazan bu hususta şöyle diyor

"Yine aynı paralelde gündeme selen ve getirilen ve Kehf su­resinde anlatılan Musa (A) ile Allah'ın "kullarından bir kul" diye andığı kişi arasında geçen olaylar hakkında da aynı şekilde dü­şünmek mümkündür Daha doğrusu başka türlü düşünmeye bir yer bulunmamaktadır Hele bu "kulun insanlardan bir veli oldu­ğunu düşünmeye ise hiç mi hiç yol vermemektedir ayetlerin ifadesi (s. 47)

Bu hususta da Ayetullah Cevadi-i Amuli şöyle diyor:

"Bu arada ikisi (katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz) kullarımızdan birini buldular Musa ona "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" dedi. (Kehf/65-66)

Musa (A)'ın tabi olmakla memur olduğu şahsın peygamber­lerden olması uzak bir ihtimaldir. Peygamber olsa bile ledünni ilimden öğrendikleri velayet makamıyla ilgilidir

Ledünni ilim alemlerin esrar ve gaybından haberdar olma il­midir Mezkûr şahıs da bu ilmi esasınca fitne çıkarmasın diye biri­ni öldürdü tağut gasbetmesin diye gemiyi deldi ve bir yetimin ma­lı mahfuz kalsın diye bir duvarı doğrultuverdi.

Alemlerin esrarını bilmek kitap ilmindendir Elbette ki kitabı bilmenin de mertebeleri vardır. Velayetin de menşei olan bazı mertebeleri gaybi marifetlere de şamildir. Diğer mertebeleri ise mefhumi ve lâfzî mertebelerdir.

İnsan "O size bilmediklerinizi öğretir." ayetince kendiliğinden hitap mertebelerinden hiçbirisi hakkında ilim elde edemez. Ama lâfzî ve mefhumi mertebeleri peygamber vasıtasıyla herkese ulaştırılmaktadır. Bu yüzden kanun yasama vb. makamlarda başkaları tarafından iktibas yoluyla çalınabilir.
Örneğin kâfir bir insan da bununla amel edip İslam dininin insanın tabii ve doğal yönünün saadetini temin eden kanunlarını uygulayabilir. Ama nefis tezkiye­si sayesinde şühudi idrak ise tahsil edilen kitabın şuhudi ve gaybi marifetleri boş ve itibari şeyler kabilinden bir şey değildir. Bu yüz­den alemlerin sırlarından ibaret olan kitabın gaybi aşamaları "Al­lah sizlere bilmediklerinizi öğretir." ayetinin en açık örneğidir.

Allame Meclisi "Ravzet'ul Muttakin" adlı kitabında gaybi mari­fetleri elde edenlerin sayısının oldukça az olduğuna işaret ederek şöyle demektedir:

"Mercilik, idarecilik, tedris tasnif, telif, imamet vb. işlerle uğ­raştığım kırk yıl boyunca binlerce insan terbiye ettim ve binlerce insanın hidayetine sebep oldum. Ama benim istediğim yolda ha­reket eden (gaybi marifetleri edinmeye çalışan) bir tek kimse gö­remedim."

Evet, gerçekten de her asırda parmakla sayılabilecek kadar az insanlar kendilerini tabiatın esaretinden kurtarabilmekte ve sırlara erebilmektedir.

Peygamber olmadığı halde tekvini velayete sahip olan kimse­lerin yedinci örneği gerçekten İman sahibi olanlardır. Bu hususta Kur'an-i Kerim şöyle buyuruyor:

"De ki "istediğinizi işleyin; Allah peygamberi ve müminler iş­lediklerinizi görecektir." (Tevbe/105)

Hakeza: Ama iyilerin defteri yüksek katlardadır. O yüksek katların ne olduğunu sen bilir misin? O mukarreb kimselerin gör­düğü yazılı bir kitaptır." (Mutaffifin/18-21)

Yani iyilerin yaptığını mukarreb kimseler bizzat müşahede et­mektedir... Hakeza önceden de zikrettiğimiz gibi istikamet göste­ren müminlere melekler nazil olmakta ve onların korku ve hüznünü gidermektedir. Elbette melekler sadece bununla yetinme­mekte ilahi ilimleri de talim etmektedir. Nitekim bir ayette de şöy­le buyrulmuştur:

"Ama doğru yola girmiş olsalardı (istikamet göstermiş olsalar­dı) onlara bol su içirirdik." (Cinn/l6)

Bu ayette yer alan su sadece maddi su değildir. Bu marifet suyuna ve insan ruhunun manevi gıdasına da şamildir. Nitekim İmam Sadık (A) da "insan yiyeceğine bakmalıdır." ayetinin tefsi­rinde şöyle buyurmaktadır: "Yani insan ilmini kimden aldığına bir bakmalıdır." (Usul-i kâfi ilmin fazileti kitabı Nevadir Babı 8. ha­dis.)

Bütün bunlar göstermektedir ki Allah'ın bazı veli kullan pey­gamber olmaksızın tekvini velayete sahip olabilmiş ve alemde bir takım tasarrufta bulunmuşlardır. (Velayed Der Kur'an 274-306)

Şimdi her hususta olduğu gibi bu hususta da Ayetullah Cevadi-i Amuli'nin de dediği gibi bir takım hain nefisler ortaya çıkabilir ve yalan yere velilik şeyhlik ve pislik iddiasında bulunabilir. Za­vallı bilgisiz halkı kandırarak onlardan istifade edebilir. Bizim bu ortamda vazifemiz ne olmalıdır? Allah'ın gerçek velilerine ve vela­yet makamına mı saldırmalıyız. Ayrık otlan için tertemiz insanlık güllerini mi koparıp atmalı, soldurmalıyız. Allah'a bunun hesabını nasıl veririz sonra? Sırf bu velayet makamına saldırmak için nü­büvvet makamına da saldıranlar Allah'a ve nebilere ne cevap ve­receklerdir? Nitekim "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazan şöyle di­yor; "Hz. Muhammed'in unutkanlığına bile işaret edildiğine tanık oluyoruz.

Bir rivayete göre peygamberimiz dört rekâtlı bir namaz­da ikinci rekâtın sonunda selam verir. Sahabeden zulyedeyn, na­mazın kısaltılıp kısaltılmadığını son iki rekâtın unutkanlıktan dola­yı mı terk edildiğini sorar. Peygamberimiz bu hatırlatmayı güzellik­le karşıladığı gibi sahabe de aksi herhangi bir müdahalede bulun­maz. Böylece namazın geriye kalan kısmı da kılınır." (s. 15)

Şimdi bu rivayetin de son ibaresinden anlaşıldığı gibi uydur­madır Zira rekâtlar arasında herhangi bir konuşma vaki olursa o namazı yeniden kılmak gerekir, kalan kısmını kılmak sahih değil­dir,

Ama gerçekten peygamber'e sıradan bir sahabiye verdiği ma­kamı vermeyenler yarın peygamberin huzurunda ne yapacaklar.!" Hz. Ali (A) bile namaz kılarken öyle bir dünyadan ayrılıyor ve Al­lah'a teveccüh ediyordu ki ayaklarından çekilen oklan bile duy­muyordu. Nasıl olur da peygamber kıldığı namazın rekâtını unu­tur Toprak olsun başınıza! Nübüvvet ve velayet makamı hususun­daki bu kısır bilginiz ve cehaletiniz sebebiyle yazıklar olsun sizle­re. Yukarılara çıkamadınız diye yukarıdakileri aşağı indirmeye ça­lışıyorsunuz. Yarın akıbetinizin ne olacağı da belli değildir. Kim bilir yarın kesrevi gibi peygamberlik iddiasında da bulunabilirsiniz. Peygambere bu eksiklikleri ve noksanlıkları isnad edenler ile Salman Rüşdi'nin ne farkı var.

Hatta bunlar daha tehlikeli. Zira Salman Rüşdi açıkça saldırıyor, ama bunlar İslam maskesi altında peygamber ve velayet makamına saldırıyorlar Zavallı gençleri ila­hi ilim ve marifetlerden alıkoyuyorlar. Bu hususta Cevadi-i Amuli hazretleri şöyle diyor: Enbiyanın ismetinin zarureti peygamberlerin unutkanlığa duçar olduğu inancını da reddetmektedir. Allah-u Teâlâ peygamberini unutkanlıktan korumuştur. Nitekim Kur'an Şöyle buyuruyor: "Ve asla unutmayacaksın." (A'la/6)

Hakeza Rasulullah'ın kendisi de "Namaz benim göz nurumdur." buyurmuştur. O halde namazı göznuru kabul eden ve Allah'tan gayri her şeyden yüz çevirip Allah'a teveccüh eden kimse namazın rekatları hususunda unutkanlık ve nisyana duçar olur mu? Hz. Ali namazda ayağındaki oku çektiriyor bir başka imam dam­dan düşen oğlunu ve evdeki ah-i figanları namazda olduğundan duymuyor ama alemlerin efendisi ve varlık aleminin nedeni olan peygamberimiz Zulyedeyn'in namazdaki şuuruna sahip değil öyle mi? Yazıklar olsun sizlere!..

"Medrese alimleri peygamberi bir yol olan biat ilkesini çarpı­tarak Allah'a ibadetin yanı sıra büyük adamlara tapınma anlayışını empoze ettiler ve halkın boynuna kutsal kölelik boyunduruğunu geçirdiler." (Tasavvuf ve İslam ş. 16) diyorsunuz. Şimdi medrese alimleri "Peygamber hata yapmaz, unutkanlığa duçar olmaz, Al­lah'ın velileri bile namazda sadece Allah'a teveccüh eder ve gayri­sinden yüz çevirirler." diyorsa insanları büyük insanlara tapınmaya davet mi oluyor? Sizin peygambere yakıştıramadığınız güzel sıfat­lan sıradan bir sahabiye yakıştırmak ameliniz de ne oluyor? Bu (büyük değil) sıradan bir insana tapınma değil midir? "Rasulullah bile ölüleri diriltemez" diyorsunuz. Eğer Allah'tan bağımsız diyor­sanız doğrudur.

Allah'ın izni olmaksızın bir tek yaprak bile dalın­dan düşmez. Ama Allah'ın izni ve yardımı olduktan sonra Rasu­lullah ölüyü diriltmesi hususunda nasıl böyle diyebiliyorsunuz? Dilin kemiği olmadığı doğrudur ama insanın biraz olsun Allah'tan korkması gerekmez mi? Hz. İsa (A) bile ölüleri diriltme gücüne sahip değil miydi? Allah'ın veli kulları da gösterdikleri her kera­meti bilasalet Allah'a isnad ederler. Kerametini Allah'a isnad etme­yen bir veli veli değildir. Sizleri "veliyim" diye kandırmış ve sizler de veli diye saldırıya geçmişsiniz. Hayır, gerçekten alemde ağaçtan düşen bir tek yaprağı bile asaleten kendine isnad eden insanlar velayet makamının kokusunu bile almamıştır. O halde yapılacak iş gerçek ile yalanı birbirinden ayırmak olmalıdır.

Yalan ile gerçek birbirine karıştı mı insan gerçeği iyi bilmeli ve yalanı çıkarıp bir köşeye atmalıdır. "Hakkı tanı sahibini de tanırsın" diyen Hz. Ali(A) ne de güzel buyurmuş öyle değil mi? Biz velayet makamını bilmiyoruz ki gerçek velileri bilelim. Dolayısıyla ilk önce velayet hakikatini bilmeli, tanımalıyız. Sonra da Allah'ın veli kullarını bir kenara çekmeli yalancılardan ayırmalıyız. Allah bizlere bu furkan ve basiret nurunu nasip etsin.

Veli ile nebi veya velilik ile nebilik (velayet ve nübüvvet) ara­sındaki farka gelince... Evvela demek gerekir ki bütün ariflerin de inandığı üzere tüm nebiler aynı zamanda velidirler. Ama gayptan haber (nebe) verdikleri hasebiyle nebi (haber veren), Allah'a olan yakınlığı hasebiyle de "veli"dirler. Dolayısıyla da velinin nebiden üstünlüğü değil de "velilik cihetinin nebilik cihetinden üstünlüğü söz konusudur. Zira nebi sadece haber vermek, veli ise Allah'a ya­kınlık cihetiyle ilgilidir. Allah'a yakınlığın gaypten haber vermek cihetinden üstünlüğü belli bir şeydir. Şimdi bu hem veli ve hem de nebi olan zatlarda böyledir. Ama sadece veli sıfatına sahip olanlar asla hem veli hem nebi sıfatına sahip olanlardan üstün olamaz. Zira onlar gaypten haber getirme makamına sahip değil­lerdir.

Bu hususta Dr. Seyyid Yahya Yesribi şöyle diyor: Ariflerin inancına göre nebiler Hakk'ta fani olan velilerdir. Ki vücudun gayb makamından haber vermektedirler. O halde velayet makamı nübüvvet makamından daha geniştir. (Yani her nebi velidir ama her veli nebi değildir.) Nübüvvet velayetin zahiri ciheti, velayet ise nübüvvetin batini cihetidir. Yani eğer nebi gaypten haber veriyor­sa bu velayet makamı hasebiyledir. Yani aynı zamanda da Allah'a yakındır. Nübüvvet, halki (yaratılışsal) bir cihettir ama velayet hakkı (Allah'a yakınlık ile ilgili) bir cihettir. Bu yüzden nübüvvet sona erer ama velayet makamı asla sona ermez."

Nitekim Fususul Hikem'i şerheden kayseri "Mukaddeme"sinde şöyle diyor: Velayetin kemal haddi yoktur. Dolayısıyla veliler sonsuz mertebelere sahiptir. Nebiler de mürsel ve gayri mürsel diye ikiye ayrılmıştır. Mertebe açısından mürsel nebiler gayri mürsel nebilerden daha üstündür. Zira bu taktirde bunlar hem nübüvvet hem risalet hem de velayete sahiptirler. Velayet makamları risalet ve risalet makamları da nübüvvet makamından daha üstündür zira velayet makamları onların Allah'a olan yakınlık makamları ile ilgilidir. Nübüvvet makamları onların melekiyet cihetleriyle ilgilidir, Yani bu makam sebebiyle meleklerle irtibat kurar ve vahy alırlar, Risalet makamları ise onların beşeri cihetleriyle ilgilidir ve dolayı­sıyla da insani cihetleriyle uyum içindedir."

İbni Arabî’nin "nübüvvet makamı velayetin altında risalet ma­kamı da nübüvvetin altındadır." diye buyurması da bunu ifade et­mektedir. (Felsefe-i İrfan s. 180-181)

Görüldüğü gibi velayetin mi nübüvvetten yoksa nübüvvetin mi velayetten üstün olduğu meselesi veli olan nebiler hakkında söz konusu edilmektedir. Burada veli olan nebiler ile nebi olma­yan veliler söz konusu bile edilmemiştir. Ama "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazan her nebiyi veli saymadığından olsa gerek burada peygamberler ile peygamber olmayan velilerin mukayese edildiği­ni sanmış ve hemen zehir kusarak şöyle demiştir:

"Lakin veliler Rasullerden üstündür, velayet makamı risalet makamından üstündür diyor ve bunu tevil ediyorlar." (s. 23)

Velhasıl velayetin risalet veya nübüvvetten üstünlüğü sadece nebilerde söz konusudur. Diğerlerinin velayeti ile hiçbir ilgisi yok­tur. Diğer velilerin velayeti ile Rasulullah'ın velayeti arasında da büyük farklar vardır. Diğer veliler Rasulullah'ın velayet makamı sayesinde velayet makamına ermektedirler. Dolayısıyla hiçbir arif sıradan bir velinin makamı ile nebilerin velayet makamım muka­yese bile etmemişlerdir. Aynı zamanda da Dr. Yesribi'nin de nak­lettiği gibi velayetin sınırı da (hatemiyeti) söz konusu değildir, do­layısıyla hatem'ul evliya meselesi büyük ariflerin de reddettiği bir-şeydir. Tasavvuf ve İrfan kitabının yazarı Muhyiddin-i Arabî’nin hatem'ul evliyaya inandığını ve kendisinin "hatemul evliya" oldu­ğunu söylediğini naklediyor.

Hatta bir yerde (s.91), "Ben nebilerin ve Rasullerin hitamıyım" dediğini naklediyor. Evvela biz Muhyiddin-i Arabî’nin böyle bir şey demediğine inanıyoruz. Zira biz "Adab" kitabının naklettiğine inanmıyoruz. Elimizde Muhyiddin-i Arabî’nin kitapları var. Gelip göstersinler Muhyiddin-i Arabî nerede bu sözleri söylemiştir. Saniyen bazı kitaplarında olsa da yi­ne o sözlerin kendisine ait olduğu nereden belli? İleride örnekle­riyle ispat edeceğimiz böylesi büyük şahsiyetler hakkında akla ha­yale gelmeyen tahrifler yapılmıştır.

"İbadet ile Allah olunmaz ama Musa-i Kelimullah olunabilir." diyen Mevlana'nın sözü bazı baskılarda nedenini sadece Allah'ın bildiği birtakım sebeplerden ötürü "İnsan ibadetle Musa-i Kelimullah olamaz ama Allah olabilir." diye tahrif edilmiş.

Hatta bazı büyük şahsiyetler de sırf bu yüzden Mevlana'yı tekfir etmişlerdir, insaf etmek gerekmez mi?

Yani haşa Musa Allah'tan daha mı büyük ki insan ibadetle Musa olamıyor da Allah olabiliyor. Mevlana gibi derya bir insan sizin gibi bu kadar cahil ve bilgisiz mi? Bu bilgisizliği ile mi tüm dünyada böylesi bir saygınlık kazandı? Neden düşünmüyorsunuz? ' Yoksa siz de ölünce mi uyanacaksınız? "İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar." hadisinin buyurduğu kimselerden misiniz? Neden bu kadar basit düşünüyorsunuz? Allah'm büyük velilerinin sizin kadar da düşünemediğini mi sanıyorsunuz?

Futuhat-ı Mekki'ye gibi değerli bir eseri otuz yılda yazan bir alim sizin kadar da mı düşünemiyordu?

Salisen eğer Muhyiddin-i Arabî’nin bu sözleri söylediği ispat edilirse o zaman da edebli bir şekilde reddederiz. Zaten büyük arifler de bunu reddetmiştir. Muhyiddin'in masum olduğunu söy­leyen oldu mu? Sizler (haşa) Peygamber'in bile namaz gibi önemli ve müminlerin miracı olan bir ibadette hatta ettiğine inanıyorsunuz, o halde neden Mevlana ve Muhyiddin-i Arabi gibi büyük şahsiyetler hakkında bu kadar acımasız davranıyor ve hemen acizlerin sarıldığı tekfir mührünü vuruyorsunuz? Biraz Allah'tan korkun. Allah'ın velilerine dil uzatanlar dünya ve ahirette helak olmuş ve de olacaklardır.

Siz "Bugün dünya yüzünde kendilerine değer verilen veril­meye başlanan Müslümanlar (bir kısım da olsa) varsa biliniz ki iç­lerindeki Kur'ani ve sünneti ağırlıktandır" dediğiniz Müslümanlar irfan ve tasavvufa karşı mıdırlar? Bu hususta elinizde ciddi istatis­tikler mi var? Bu insanlardan biri olan İmam Humeyni İrfan ve tasavvufa karşı mıydı? Veli ve velayeti red mi ediyordu? Hâlbuki bir bakın bu hususta oğlu Ahmed Humeyni'ye yaptığı vasyetnamesinde şöyle diyor:

"Evladım sana ilk derecede makamlarını ettiğim şey marifet ehlinin makamlarını inkâr etmemendir. Zira bu cahillerin yaptığı bir şeydir Dolayısıyla evliyanın makamlarını inkâr eden kimselerle oturup kalkmaktan şiddetle kaçının. Bunlar hak yolunun eşkıyalarıdır... Evladım himmet et ve hiçbir had ve sınırı olmayan nefsanî heva ve heveslerini azaltmaya çalış Allah-u Teâlâ’dan daima yar­dım ve meded taleb et. Zira onun mededi olmaksızın hiç kimse bir yere varamaz.

Ariflerin miracı ve aşıkların seferi olan namaz da maksada ulaşmak için bir yoldur. Eğer tevfik elde eder de bir tek rekâtını dahi Allah için kılar ve kudretimiz oranında ondaki gizli nurları ve sırlan müşahede edersek o zaman evliya-i ilahinin maksad ve maksudunun kokusunu istişmam etmiş ve arif ve enbiyaların Seyyidi'nin (saa) miraç namazından bir tek manzarayı mü­şahede etmiş oluruz. Allah-u Mennan bu büyük nimeti bizlere ve sizlere nasip etsin..." (Tevhid, sayı 9, s. 72)

O halde bizler de Allah'ın veli kulları hakkında biraz saygılı olmamız gerekmez mi? Son zamanlarda Müslümanlar arasında İslami ve manevi değerlere karşı bir saldırıdır başlatılmış ve her gün de artış kaydetmektedir. Az bir maneviyat ve ahlaktan söz eden Müslümanlar "abdestçi" veya "maneviyatçı" diye yaftalanıyor. Bu saygısızlıklar nereye kadar gidecek? Bu evliyaya dil uzatmalar ahi-rette bir Akrep şeklinde tecessüm edecek ve sahibini sancıyacaktır. Büyük zatlar hakkında yapılan bunca iftira hakkında yapılan bunca iftira gıybet ve yalanların hesabı bir bir sorulacaktır. İmam Humeyni (R) bu hususta da şöyle diyor:

"Sakın bu irfani manalar deryasının derinliklerine inmeden sözleri zahirine hamletme. Maksatlarını anlamadan eline sopa al­ma. Bazı cahiller bir şeyler anlamayınca hemen büyük zatları suç­lamaya başlar. Gıybet zinadan daha kötü olmasına rağmen bu mükaşefe makamına sahip olan kimseler hakkında gıybet etmeye kalkışıyorlar. Bunlardan Allah'a sığınırım." (Misbahul Hidaye s. 202)

İmam gibi bir insan "Ben taltif olsun diye demiyorum ömrüm boyunca Allah için bir rekât namaz kılmadım." dediği halde bizler kıldığımız namazların tümünün Allah için olduğunu sanıyoruz. Haşa Allah'ı minnet altında tutmaya kalkışıyoruz.

Bir gece namazı kılınca tüm alemlerin merkezi olduğumuza inanıyoruz. Bütün bunlar cehaletimizden kaynaklanıyor. Kıldığı­mız namazdan aslında utanmamız lazım. Allah'ın veli kullarının namazı nerede, bizim kıldığımız namazlar nerede?

Bizler ilahi meselelerin çok kolay olduğunu sanıyoruz ve bu sebeple de derk edemediklerimizi hemen reddediyoruz. Hâlbuki İbn-i Sina gibi dahi bir insan bile bakın bu hususta ne diyor: "Ta­bii riyazî ve tıb ilimlerini çok kısa bir süre içinde üstadın yanında okudum. Bu ilimlerin çoğunu kendim öğrendim ve hiçbir zorluk ile karşılaşmadan kendi kendime hallettim. Ama ilahiyat meselesi­ni ancak ve ancak uzun süre çektiğim riyazetler, Allah'a yaptığım dualar ve ibadetler sayesinde birtakım şeyler anlamaya başladım.

Öyle ki bazen bir meseleyi anlamak için kırk defa müracaat ettim yine anlamadım ve sonunda ümidimi kestim. Ama ben yine ısrarla Allah'a yöneldim. Sonunda da Allah'ın yardımıyla o meselenin ha­kikatini keşfettim." (Misbahul Hidaye s. 154-155)

Şimdi İbn-i Sina gibi dahi insanların bile derk edemediği ko­nuları biz üstaddan dersini bile okumadan kendi kendimize hal­letmeye kalkışıyoruz. İbn-i Sina'nın kendi kendine öğrendiği tabii, riyazî ve tıb ilimlerini yıllarca okuyup anlamadığımız halde İbn-i Sina'nın kırk defa okuyup da anlamadığı ve sonunda da riyazetler ve dualar neticesinde keşfettiği ilahi bilgileri bizler bu kısır aklı­mızla anlamaya çalışıyoruz. Ne kadar gülünç değil mi?

Peygamber (S) için Allah-u Teâlâ "Seni yaratmasaydım alem­leri yaratmazdım" derken bunlar Peygamber (S)'in namazını bile yanlış kıldığını iddia ediyorlar. Peygamber hakkında ne biliyorlar ve ne bilebilirler ki? Büyük arifler birçok akli ve nakli deliller mu­vacehesinde "ilk yaratılan şeyin Rasulullah'ın ruhu olduğunu söy­lerken (Misbahul Hidaye s. 136-137) bunlar Rasulullah'ın namazını bile yanlış kıldığım, Bedir esirleri ve hurmanın aşılanması husu­sunda bazı ashabın peygamberden üstün olduğunu söylerler. Ya­zıklar olsun sizlere. Her şeyi kendi nefsinizle kıyas ediyorsunuz?

Yetişemediğiniz üzüme "koruk" diyorsunuz! İmam Hüseyin (A)'in "Nurdan hicapları yutarak azamet madenine ulaşsın" diye beyan ettiği ve bazı hadislerde de yer alan yetmiş bin nur ve zulmet hicabları nelerdir? Biz bunlardan bir tanesini bile görmüş müyüz? Tabiat alemine çakılıp kalmışız, tabiatın maverasında var olan her­ şeyi inkar ediyoruz?. Bu tıpkı zindanda olan bir mahkûmun kendi­ne teselli olsun diye dışarıdaki gece gündüzü (nur-zulmet) inkâra benzer.

Daima karanlıklarda yaşamış insanlar için nur-zulmet diye bir şeyin manası yoktur. Anadan doğma kör olan birisi için renkler ne mana ifade edebilir? Böyle insanlara renkler hangi dille anlatılabilir? "İlim nurdur Allah bu nuru dilediğinin kalbine sokar" di­yen peygambere karşı bazıları "İslam'a göre ilim kesbidir, tasavvu­fa göre vehbidir." demiyor mu? (İslam ve Tasavvuf, s. 23) Bunu sufi ve arifler mi diyor; yoksa Peygamber'in bizzat kendisi mi? Siz­ler ilmi, birkaç söz ve kavram kargaşalığı mı biliyorsunuz? O halde İbn-i Sina'nın akılla değil de keşifle elde ettiği o ilim neydi? Peygamber tüm insanlara her bildiğini o da eşit bir şekilde mi bil­dirdi? O halde neden "Ben ilim şehriyim Ali de bu şehrin kapısı. Şehire girmek isteyen bu kapıdan girsin." demiştir.

Neden "Selman"ın kalbinde olanları Ebu Zer bilseydi onu öldürürdü." diye beyan etmiştir. Huzeyfe'deki Rasulullah'ın da teyid ettiği o yakine ermişlik hali neydi ki tüm münafıkları isimleriyle bildiğini iddia ediyordu? Hz. Ali "Hicaplar kalksa bile yakinimde değişiklik ol­maz." diyor. Bu nasıl bir durumdur? Tüm sahabilerde aynı ilim ve durum vardıysa neden diğerleri bunu böyle iddia etmedi? İmamlar bile herkesle aklına göre konuşurken peygamber herkesle aynı şeyi mi konuşuyordu? "Herkesle aklı miktarınca konuşmakla emrolundum." diyen de peygamber değil miydi? Sizler ilim hakkında ne biliyorsunuz ki? Sizlere göre zaten ilim birkaç kelimeden.

Kur'an da birkaç yüz sayfadan ibaret! Dolayısıyla başka bir şey yoktur ki bazı özel kimselere söylemiş olsun? Bunlar bazı sahabinin Peygamber'e (S) karşı yaptığı su-i edebi bile yiğitlik ve cesaret diye tavsif ediyorlar. Allah-u Teâlâ "Onlara söyle eğer Allah'ı sevi­yorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin." (3/31) diye bu­yurduğu halde bunlar Rasulullah'a itaat etmeyenleri seviyor ve bununla da yiğitlik diye övünüyorlar.

Allah'ın veli kullan tarih boyunca açlık, yoksulluk ve zahmet­ler içinde yaşamışlardır. Ya zalimlerin zindanında ya da müminin zindanı olan dünyada hep mahkûm bir hayat yaşamışlardır. Çoğu arifler gece çocuklan açlıktan ağlar durumda ölmüş Allah'ın huzu­runa ermişlerdir. Ama "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazan da bir­çok yerde ariflerin uzlete çekildiğini dünyadan el-etek çektiğini Mübalağalı bir ifadeyle beyan edip kınarken 171. sayfada şöyle diyor:

"Bakınız hiç fukara şeyh var mıdır? Olmuş mudur tarihte? Bir kısım müridanı böyle salmışlardır sokağa ama kendileri saraylarda bir elleri yağda diğeri balda yani sömürdüklerinin sırtından kazanılan nimetlere gömülü bir hayat yaşamışlardır?" Gerçekten tarih boyunca bir tek arif böyle yaşamış mıdır? İrfan ehli kimseler mi böyle yaşamış yoksa irfan ehlinin kanına susamış Ebu Suud haz­retleri mi saraylarda yaşamış bir araştırsanıza? Neden insafsızlık ediyorsun? Biraz Allah'tan korksanıza! İslam'da hangi veli helal ve haramı belirleme hakkı bana aittir demiştir.

İrfan ehlinin hangisi Allah'ın helal ve haramlarına tespit yetkisine sahibim demiştir? Ne­den yalan atıyorsunuz? Eğer birileri demişse de binlercesi bunu reddetmiştir. Neden hep birkaç insanın sözünü herkese mal edi­yorsunuz. Kendiniz "söylediğimiz doğrular Allah'tan (Ona ait) doğrulardır." dediğiniz de (Tasavvuf ve İslam s. 206) bir şey olmu­yor da Mevlana, Said-i Nursi, vb. zatlar "kitabımda yazılı olanlar Kur'an'ın malıdır, Allah'tandır." deyince hemen sapıklık ve yalanla suçluyorsunuz? Biz masum insanlar dışında herkesin ilmi veya ameli birtakım hatalarının olabileceğine inanıyoruz.

Zaten böyle olmasaydı masum olmanın bir anlamı kalmazdı. İnsanın kendi eserini övmesi ise ne suçtur ne de günah. Elbette bir takım müba­lağalı laflar sahibinin maneviyatına zarar vereceğinden hoş görül­memiştir. Ama bu işi tarih boyunca birçok insanlar yapmıştır Edebiyatçısından fakihine, usul-i fıkıhçısından müfessirlerine ka­dar birçok insan kendi kitabını övmüş, içindeki doğrulan Allah'a isnat etmiş, her türlü mümkün ifadelerle övmüş medhetmiştir. Siz neden bunu karalıyor ve sadece ariflere hasrediyorsunuz? Ama farkına varmadan aynı hataya bizzat kendiniz de düşmüşsünüz.

Nitekim arka kapağa aldığınız yazınızda da şöyle diyorsunuz: "Ki­tabımız İslam düşün tarihi bakımından da önemli görülmelidir. Zi­ra tarih içinde tasavvufla bu boyutlarda meşgul olan tasavvufun gerçeğini bütüncül bir anlayışla ortaya koyabilen ikinci bir çalış­manın bulunduğu kanısında değiliz."

Hâlbuki kitabınız hiç de söylediğiniz gibi değildir. Tasavvuf ve irfan aleyhine yazılmış o kadar kapsamlı ve ciddi araştırmalara dayanan o kadar kitap var ki sizin kitabınız bunlar arasında bir hiç kalır. Örnek olarak Muhammed Muhammed zade'nin yazdığı "Felsefe ve İrfan Ez-Nezer-i İslam, Cevad-i Tahrani'nin yazdığı Arif ve Sufiçe Miguyed kitabı ve Allame M. Taki Müderrisi'nin yazdığı "Mebani-i İrfan-i İslami" kitapları gösterilebilir ki kitabınız bunlar karşısında bir hiç kalır. Zira kitabınızın çoğu iktibas ve büyük bir bölümü ise karalama ve iftira dolu. Buna rağmen tarihte kendi sa­hasında eşi olmayan bir eser diyorsunuz.

Kendinize bu hakkı ve­riyorsunuz da bunu bir başkası derken hemen karalamaya kalkışı­yor gülünç duruma düşüyorsunuz. Sizin kitabınız hem muhteva hem hacim hem de ilmi açıdan kınadığınız insanların kitabı yanın­da hiçbir değer ifade etmediği halde bunu yapıyorsunuz. Kaldı ki o zatların kendi kitapları hakkında söylediği iddia edilen ifadele­rin hepsi de kendilerine ait değildir. Örneğin Mevlana, Mesnevi'si-nin önsözünde kitabını övücü bir takım laflar söylemektedir. Ev­vela onun bu dediklerini kabul etmek insanı yüceltmediği gibi reddetmek de küçültmemektedir. İsteyen kabul eder isteyen red­deder. Ama "Mesnevi alemlerin Rabbinden" inmedir." sözü Mes­nevi'nin aslında yoktur.

Mevlana, kitabı için "şanları yüce özleri hayırlı kâtiplerin elle­riyle yazılmıştır. Temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsa­ade etmezler." ayetlerini teberrüken yazmış ve ayetin bu kadarıyla yetinmiştir.

Ama muhterem mütercimi Veled İzbudak her nedense "Ona tertemiz olanlardan başkası el süremez" ayetini yazarken hemen altındaki "Alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir." (Vakıa/79-80) ayetini de yazmıştır. Farsça kitabın aslında son ayet yoktur ve bu mütercim tarafından eklenmiştir. Dolayısıyla büyük şahsiyetler hakkında bilerek veya kasten birçok hatalar yapılmıştır. Hz. Ali'ye tam 80 yıl boyunca minberlerde lanet okumadılar mı? Hatta Hz. Ali mihrapta şehid olunca "Ali namaz kılar mıydı? Diyenler bile olmuştur. Dolayısıyla Mevlana Muhyiddin-i Arabî vb. insanlar hak­kında birçok yalanlar atılmıştır.

Biz bunların hiç birinin gerçek olduğunu kabul etmiyoruz. Ayrıca yapılan tercümelerde de birçok hatalar yapılmaktadır. İbn-i Sina'nın kırk defa okuyup da anlayamadığı konuları beni senin gibi insanlar tercüme etmektedir. Ne kadar anladığımız ve ne ölçüde tercüme edebildiğimiz bile tartışılabilir. Ben burada onu bunu karalamak istemediğim için söylemi­yorum, ama gelin aslıyla karşılaştırın o zaman Muhyiddin-i Ara­bi'nin ve Mevlana'nın birçok eserlerinin tercümesinde onlarca hataların var olduğunu göreceksiniz. Hatta birçok anlaşılmaz ifadeler mevcuttur.

Dolayısıyla bu gibi insanlar hakkında ihtiyat etmemiz gerekir, Ahmed Eflaki'nin "Ariflerin menkıbeleri" kitabının ilmi de­ğeri nedir? Kaynağı nedir.' Neden ona inanıyorsunuz da bu husus­ta M. Taki Caferi'ye inanmıyorsunuz? Mevlana hakkında sadece Ahmed Eflaki'nin kitabı mı kaynaktır? Şems-i Tebrizi ve Mevlana hakkında yazdığı yalan hikâyeler ve ifadeler yerine gerçek büyük alimlerin kitaplarını alıp okusanız ya. Onlar hakkında büyük insanların ne dediğine neden kulak vermiyorsunuz? En küçük bilgi­ye sahip bir Müslüman’ın bile yapmadığı ve nakletmekten bile ha­ya ettiği onca yalan ve iftiralara nasıl inanırsınız? Siz sadece iftira­lara mı inanırsınız? Dini imam olmayan bir insanın hatta domuz dışında tüm hayvanların bile eşini kıskandığı bilinen bir şeyken nasıl olur da gerçekten Mevlana ve Şems-i Tebrizi gibi insanlar nak­linden haya ettiğimiz işleri yaparlar?

Bakınız bir de Mevlana'yı M. Taki Caferi üstadımızdan dinle­yelim:

"Mesnevi ile tanıştığım ilk yıllardan beri şuna inanırdım ki bunlara İslam mukabilinde bir grup gözüyle bakılmamalıdır.Evet, Mevlana'nın çok derin bir İslami bilgiye sahiptir.

Bunlar elbette ki güzeldir. Ama yanlışları da var. Aslında ne kadar büyük de olsa hiçbir insanı mutlak bir şekilde tanıtmamak gerekir. Şu anda da bazıları Mevlana'ya büyük bir aşkla bağlanmış durumdalar. Ben Mevlana'ya aşık olmadım. Ama gerçekten de hayret verici bir insandır- Mevlana. Birtakım yanlışlıklarını da gördüm. Yanlışlıklarını gördüğüm için de "mutlak" bir insan olmadığını anladım. Ama gerçekten beyin adamıdır. Ben onun Molla Sadra'dan bile üstün olduğuna inanıyorum.

Bir açıdan İbn-i Sina'dan bile üstündür. Ama beşerdir. Mevlana da yanlışlık yapar. Mevlana'yı yakından ta­nıyan şahıslardan birisi şöyle diyordu: "Ben Peygamberler ve ma­sum imamlardan sonra Mevlana gibi büyük bir ruha ve akla sahip bir kimse görmedim." Bana Mevlana hakkındaki düşüncemi so­runca şöyle dedim: "Ben beşer zihninin dosyasını kapatmak iste­miyorum. Ben bunu yapamam. Sadece onun büyük bir insan ol­duğunu söyleyebilirim. Biz bu toprağın altına kimlerin gittiğini bi­lemiyoruz. Dünyanın kimlere ne kadar baskı yaptığını da bilemiyoruz.

Kim bilir belki bu baskılar olmasaydı Mevlana'nın on katı insanlar da olabilirdi. Sartre'nin "insanın tarihi vardır, başka şeyin değil" sözü insanları küçülten bir hakikat olmuştur. Nasıl insanın başka bir hakikati yoktur. Siz İbn-i Sina'nın şahsiyetinin sadece ta­rihte yer aldığı ölçüde olduğunu mu sanıyorsunuz? Bilemeyiz, eğer başına gelen olaylar olmasaydı ve imkânları daha fazla olsay­dı ömrü de uzun olurdu. Zira İbni Sina takriben 57 yaşında iken vefat etmiştir. Yani yaşlanmadan gitmiştir. Acaba Ebu Zer ve Ebi Reyhan-i Biruni'nin de şahsiyeti bize yansıdığı kadarıyla mı mahduttur? Acaba Selman, ahlaki ve ruhani gerçekleri uygulayabilecek uygun bir ortam olsaydı aynı Selman mı olurdu? Ebuzer ve Molla Sadra da bu mu olurdu? Tarih bizleri mahdud kılmakta gömmek­tedir.

İnsanın ne kadar kabiliyetleri olduğunu sadece Allah bil­mektedir. Bu şahsiyetinin sadece küçük bir bölümü bizlere yansı­maktadır. Bizzat Mevlana "bu sözün sonu yok" demiyor mu? Ha­keza

"Ne diyorsam senin anladığın kadardır, halk doğru anlamaya hasrettir." demiyor mu?

Yani bizzat kendisi diyor ki ben senin gördüğün kimse değilim. Bütün "Ben" bu değildir. Bu birçok şahsiyetler için geçerli­dir...

Mesnevi'de 2200 yerde ya bizzat ayetin kendisi veya onun bir cümlesi sarih bir şekilde yer almıştır. Eğer Kur'an ayetleriyle muta­bık olan beyitleri de alırsak Kur'an'ın üçte ikisi Mesnevi'de yer al­mıştır. Mevlana ayrıca da altıyüze yakın da hadise yer vermiştir. Bu yüzden Molla Sebzevari Mesnevi'yi bir Kur'an tefsiri olarak ka­bul etmektedir. Mesnevi'de yer alan olumlu irfan ve felsefi haki­katler de bu kitaba büyük bir azamet kazandırmıştır.

Velhasıl beşerin gerçekten Mesnevi'ye ihtiyacı vardır. Özellik­le de şu sebepten ki Kur'an'ı tefsir etmiş hadisleri açıklamaya ça­lışmıştır." (Miras-i Mandegar s. 98-110)

Ayrıca bilmek gerekir ki velilerde olan cezbe de ilahi bir ina­yettir. Riyazet ve mücahedenin yanı sıra Allah'tan bir cezbe ve ina­yet de kulu nasip olmalıdır ki Seyr-u süluku hedefine varsın ve iş­lerindeki düğümler açılsın. Bu hususta Dr. Yahya Yesribi şöyle di­yor: "Arif insan gerçi elinden geldiğince riyazet ve mücahede de bulunur. Bunlar seyr-u sulukta oldukça zaruri ve gerekli şeylerdir. Ama kafi değildir. Arif için asıl önemli ve gerekli olan şey "cezbe" ve ilahi inayettir. Hatta bu derece ve merhaleleri kat etmemiş in­sanlar bile bazı bu gaybi inayet ve ilahi cezbeye nail olabilmekte­dirler.

Bu yüzden salikin ilerlemesine "terakki' derler ama meczup insanın ilerlemesine "tedella" (yakınlaşmak) derler. Bu yüzden salik eser isim ve sıfatların yardımıyla Hakk'ın zatı hakkında bilgi edinirken meczup insan ilahi inayet ile nail olduğu keşif ve cezbe sayesinde bu bilgileri edinir. Kureyşi, Gazali, vb. alimler mücahe­de olmaksızın keşfin hasıl olamayacağını söyler. Ama Şazli, İbn-i Ataullah-i İskenderani vb. alimler ise Hakk'a vusul sebebinin ina­yet ve cezbe olduğunu, dolayısıyla salikin mücahedesinin fazla etkili olduğuna inanmazlar. (Felsefe-i İrfan s. 54)

Dr. Yesribi'nin de dediği gibi "cezbe" ilahi bir inayettir. Ama bu ilahi inayetten mahrum bazı kimseler cezbenin "bayılma aklım yetirme" olduğunu sanıyorlar. Hâlbuki hiçbir İslam arifi cezbe ha­linde aklın yok olduğunu; ortadan kalktığını söylememiştir. "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazarı bu hususta da şöyle diyor; "Cezbe dedikleri ise kendinden geçme, kendini kaybetme halidir. İs­lam'a göre ise insanın üzerinden "kalem"in kaldırıldığı üç halden biridir. Kendini kaybetme (bayılma geçici olarak aklını yetirme gi­bi) insan Allah'tan gelen bir hal ile kendinden geçerse bundan so­rumlu olmaz. Lakin bunlar, bile bile kendilerinden geçiyor.
Sahibi bulundukları aklı üzerlerinden uzaklaştırıyorlar. Bundan da ayrıca Allah katında sorumlu olacaklardır" (s.l72)

Aslında bu yazar ile benzeri kimselerin düştüğü en büyük yanlışlık İslami irfanın gerçekleri ile gerçek arifler hakkında sağ­lıklı bilgilere sahip olmayışlarıdır Bunlar duydukları birkaç irfani İstılahı ellerine alıp toplumda irfan ehli olduğunu iddia edenler üzerinde tatbik ediyorlar. Hâlbuki ilk yapmaları gereken şey her hususta hakkı tanımalarıdır eğer gerçekten hakkı tanımış olsalardı hak sahibini de tanırlardı. İrfan makamını işgal etmiş gasıpları tah­tından indirir ve ehline teslim ederlerdi. Tasavvuf ve irfan düşma­nı olanların hepsi bu hataya düşmüş, hep aynı girdaba yuvarlan­mışlardır.

Örneğin bir Mevlana'yı ele alalım. Şu anda herkes Mevlana'yı kendi anladığı şekilde tavsif ve tasvir etmektedir Mevlana'nın da dediği gibi Mevlana'nın tüm sözleri muhatabının aklında zindan olmakta takılıp kalmaktadır. Kimse Mevlana'nın anladığı­nın üstünde bir şeyler demiş olabileceğine ihtimal dahi vermiyor­lar. Dolayısıyla biz Mevlana'yı Muhyiddin'i Arabî’yi vb. şahsiyetleri ondan bundan değil de bizzat kendilerinden öğrenmeliyiz. Elbet-teki ilk önce dikkat etmek gerekir ki masumlar dışında hiç kimsenin hatasız olduğunu tasavvur etmemeliyiz.

İlginç olanı da şu ki. Mevlana, Muhyiddin-i Arabi vb. şahsiyetlerin en küçük hatası kar­şısında küplere binenler, Rasulullah gibi alemlerin efendisinin bile Namazını hatalı kıldığını söylemektedirler. Tefsir-i Sekaleyn'de (c.l, s. 738) yer alan birçok rivayette Hz. İbrahim'in Ay Güneş ve Yıldız'a "Bu benim Rabbimdir" sözünü sadece ilk etapta kavminin diliyle konuşmak ve sonra da bu yolla onların inancının batıl ol­duğunu ispat etmek için söylediği yer almışken bakınız "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazan ne diyor bu hususta:

"Nitekim İbrahim (As)'ın da ait olduğu bütünden ayrı olarak düşündüğünde Ay'ı Güneş'i veya yıldızlan Rabb olarak görebildi­ğine (düşünebildiğine) Kur'an işaret ediyor..."

Yani yazar demek istiyor ki bir ululazm peygamberi olan Hz. İbrahim bile bir zamanlar Ay, Güneş veya yıldızlara tapmış. Hâlbuki aynı peygamber (Hz. İbrahim) "Allah'ım soyumdan da imamlar kıl" diye dua edince Allah-u Teala "şüphesiz ki ahdime zalimler erişemez" diye buyurmadı mı? Şirk büyük bir zulüm de­ğil midir? Nasıl olur da bir peygambere bunu yakıştırıyorsunuz? Elinize aldığınız bir meal ile bütün Kur'an'ı anlayıp bitirdiğinizi mi sanıyorsunuz? "Bir besmelede var olan ilim hakkında tüm ağaçlar kalem tüm denizlerde mürekkeb olsa hakkı eda edilemez." diyen İslam arifleri ile elindeki meal ile tüm Kur'an'ı bitirdiğini sanan sizleri mukayese etmek bile aslında ariflere saygısızlık olur Ger­çekten eğer İslam ve Kur'an bu gibi insanların elinde kaldıysa her şeyin fatihasını okumak gerekir. Hayatı boyunca bir defa olsun menkul dualardan birini okumamış, ariflerden birinin yanında diz çöküp ders almamış bu insanlar İbn-i Sinaların bile derkinden aciz olduğunu ifade ettikleri hakikatten de öte tüm Kur'an'ı anladıklarını, Kur’an'ın birkaç yüz sayfadan ibaret olduğunu söylüyor­lar. Yazıklar olsun sizlere! Niçin bu bilmediğinizi bilmemek hastalığı (cehl-i mürekkeb)'ndan kurtulmaya çalışacağınıza, bataklığa düşmüş, insanlar gibi battıkça batıyor, sizlere uzanan elleri de red­dediyorsunuz? Gerçekten de acınacak bir durumdayız: Allah yar­dım etsin. İslam ne günlere kaldı? Kur'an kimlerin eline geçti? Gerçekten İslam ve Kur'an için ağlamak gerekir Maneviyat ve ah­laki değerler basitleşmiş, toplumda umursanmaz bir hale gelmiş zahiren kıldığımız namaz dışında İslam'dan hiç bir nasibimiz kal­mamış- Artık Arapça tefsir hadis, tarih felsefe, irfan vb. ilimleri okumayı da gerekli görmüyoruz. Ömrünü ilim öğrenmek ve İs­lam'a hizmetle geçirenlere "zavallı münzevi", "maneviyatçı", "mukaddesatçı", vb. şeyler diyoruz. Gerçekten de acınacak bir du­rumdayız. Allah yardım etmezse sonumuz akıbetimiz hiç de iyi görünmüyor. Allah dinine yardım etmeyenlere de yardım edecek değildir. Allah'ım bizleri doğru yola hidayet et; Sapıkların ve gaza­bına uğrayanların yoluna değil.

"Tasavvuf ve İslam" kitabının yazarı; kâfir etmediği; tekfir et­mediği insan bırakmamış. Birisi hakkında en küçük bir tekfir ihti­mali bile varsa, hemen bu ihtimali değerlendiriyor, tekfir etmeye; yaftalamaya kalkışıyor. Ebu Talib'in Müslüman olduğu birçok Ehl-i Sünnet alimi tarafından da teslim edilmişken, "Bir insamn diğeri üzerindeki isteği o kimsenin istenilen duruma gelmesine yetse idi Rasulullah'ın amcası için istediği olurdu." diyor. Henüz İslam gel­meden önce bile "Allah birdir." diyen ve bunu birçok şiirlerinde ifade eden Ebu Talib için de hemen "kâfir" diyor.
Hâlbuki bu hu­susta Ebu Talib'in Müslüman olduğunu diyen insaflı Ehl-i Sünnet alimleri de yok mudur? Neden onları dinlemiyorsunuz? Neden sadece hep menfi yönleri alıyorsunuz? Bu bir hastalık değil de nedir? Ayetullah Şahabadi "küfür üzere öldüğünü Kur'an veya hadislerin açıkça söylemediği kimseleri tel'in ve tekfir" etmeyin diyor. Siz ise önünüze gelen herkesi, anlamadığınız, gariplik bul­duğunuz herkesi hemen tekfir ediyorsunuz.

5
İSLAM VE İRFAN İSLAM VE İRFAN


Ebu Talib hayatı boyunca Rasulullah'ı savundu, İslam ve Müslümanları Mekke müşrikleri karşısında himaye etti. Nasıl olur da Ebu Talib'in küfür üzere öldüğünü söyleyebiliyorsunuz? İbn-i Ebi'l Hadid, Kastallani (irşadu's- Sari'de) Zeyn-i Dehlan (Sire-i Halebî’nin haşiyesinde) Ebu Talib'in "Kureyş'in mümini olduğunu söylemişlerdir. (Tefsir-i Numune c.5, s. 192)

Ama siz bunları değil de tekfircileri seçiyorsunuz. Çünkü işinize geliyor, tabiatlarınız aynı. Ebu Suud, İbn-i Teymiye Muhammed b. Abdulvahhab vb. insanlar sizlere daha cazip geliyor. İnsan ne olursa olsun insafı elden vermemeli, vicdanını köreltmemelidir. Allah hepimize insaf ve vicdan versin de yeniden kardeş olalım, birbirimizi sevip içimizdeki kin ve öfkeyi kâfirlerin başına kusalım. "Onlar kendi aralarında merhametli kâfirlere karşı ise şiddetli olurlar." ayetini kendimize örnek alalım.

Tüm kâfirlerin Bosna'da Filistin'de İran'da Lübnan'da ve kendi ülkemizde Müslümanları ve daha da önemlisi İslam'ı yok etmek için yemin ettik­leri bir çağda birbirimizle uğraşmayalım. Birkaç arif ve Allah dostu ile uğraşmak sizlere ne kazandıracak? Ahlak ve maneviyatın ol­madığı bir çağda insanların ne hale geldiğini görmüyor musunuz? Afganistan'dan ibret almak gerekmez mi? Şimdi sizlere göre Af­ganistan Müslümanlarının sorunu tevhidi bilmeyişleri mi? tasavvuf ve İrfan ehli olduklarından mı hiç bir dini ilkeyi gözetmeden bir­birlerini öldürüyorlar.

Bunlar bencillik ve makam savaşı değil midir? İrfan ve tasavvuf da baştan beri insanı bu uçurumdan kur­tarmaya çalışıyor. Aslında Peygamberlerin gönderiliş sebebi insan-lan Allah'tan gayrisine kulluktan kurtarmak ve insanı "insan" kıl­maktır. İmam (R)'m tabiriyle insanı "Adam" kılmak için geldiler. "Molla olmak kolay insan olmak zor" diyen üstada, Ayetullah Şahabadi "Molla olmak zor insan olmak ise muhaldir (olanaksız­dır)" demişti. Gerçekten de öyle değil midir?

Bir tek insan bir mil­leti kurtarırken bugün Afganistan'da binlercesi bir halkı yok ediyor? Burada "insan" var mı sizce? Tüm peygamberler tek başına kıyam etmiş ve bir milleti kurtarmışken biz milyonlarca Müslümanlar henüz kendimizi kurtaramadık! Zira hepimiz sadece kendimizi düşünüyoruz. Sabahtan akşama kadar "karın" derdindeyiz. Kapitalist düzen çarkının dişleri arasında ezilmekte şah­siyetimizi yok etmekteyiz. Sabahtan akşama kadar dünya ticareti için çalışırken İslam ve Müslümanlar için hiçbir hizmet veremiyoruz. "Ver
emiyoruz" sözü şöyle dursun hizmet verenleri de karalıyor onlara köstek oluyoruz, Gerçekten de İslami bir ahlakla ahlaklanmaya her şeyden daha çok muhtaç durumdayız. Artık ne ibadetlerden bir nasibimiz kaldı ne de manevi bir haletimiz. "Radikal", "Hizbullah", "Muvahhid" gibi lafları ağzımızda geveleyip durmaktan başka bir iş yapamaz hale geldik.

Velhasıl şunu bilmeliyiz ki içimizdeki en büyük sorun ne ir­fandır ne tasavvuftur ve ne de tevhidi bilmemek. Biz daha "insan" olma cehdi içindeyiz. İlk önce insan olmalı, insani ahlaklara sahip çıkmalı sonra da İslami kimliğimizi elimize almalıyız. "Müslüman değilseniz hiç olmazsa hür insanlar olun." diyen Hz. Hüseyin de bir zindandaki mahkûmlara hitap etmiyordu herhalde. Aksine dünyanın nefsanî hevâ ve heveslerinin esiri olan bizim gibi tabiat mahkûmlarına hitap ediyordu.

O halde bizler Müslüman olmadan önce hür insanlar olmalıyız. Yani önce insan diye bir problemimiz vardır bizim. Hür insanlar olmalıyız. Allah'tan gayri her şeyin esaretinden kurtulmalı daha sonra da Allah'a teslim olup İslami değerlerle donanmalıyız.

Bu önemli meseleyi halletmediğimiz müddetçe de hiçbir yere varamayız. Zira Allah-u Teala da bizlere şöyle buyuruyor: Bir kavim kendini (nefislerini değiştirmedikçe Allah da onları değiştir­mez."

O halde gelin hep birlikte değişelim değişmeye çalışalım ki Allah da bizleri değiştirsin ve dünya ahiret saadetine erdirsin...


ARİFLERİN EMELİ

Bilindiği gibi Allah'ın veli kulları Allah'a ne cennet şevkiyle ve ne de cehennem korkusuyla ibadet ederler. Onlar sadece Al­lah'ı ibadete layık buldukları için yani sırf Allah için namaz kılar, ibadet ederler. Öyle ki Allah kendilerini cehenneme bile atsa yine de Allah'ı severler. Nitekim Hz. Ali (A) Kümeyl duasında "Beni cehennem ateşine bile atsan yine de oradakilere seni sevdiğimi söylerim" diyor.

Bu veliler ne cennete ve ne de cehenneme teveccüh etmez­ler. Eğer Allah'ın lika ve rahmeti cennete olmasaydı orayı arzu et­mez görmek istemezlerdi. Değerli üstadımız Ayetullah Muhammed Ali-i Girami bu hususta hep şöyle derdi:

"Bizim gibi olanlardan en iyileri cennet ehli olurlar ki orada kadın meyve ve rahat bir hayat vardır. Ama Allah'ın veli kulları sadece Allah'ı isterler. Cennete asla iltifat etmezler."

Bu dünyadaki kadın ile cennetteki huriler ve bu dünyadaki "Meyveler ile cennetteki meyveler arasında ne fark vardır Cennettekiler biraz daha güzel o kadar, değil mi? Allah'ın veli kulları nez­rinde bu dünyadaki kadınlar için namaz kılmak nasıl kınanmış ve reddedilmişse cennetteki huriler için namaz kılmak da böyledir.

Peygamberler için evla olanı terk etmek bile günahken bizler için mekruhun bile haramlığı söz konusu değil ki mekruh demişler.

Nitekim bir rivayette İmam Sadık "Bazıları Allah'a cennet şev­kiyle ibadet eder ki bu tüccarların ibadetidir. Bazıları da cehen­nem korkusuyla ibadet eder ki bu da kölelerin ibadetleridir, bazıları da sırf Allah'ı ibadete layık buldukları için ibadet ederler ki bu da hürlerin ibadetidir. Ki bu ibadetlerin en üstünüdür." (Bihar'ul Envar c.l5, s. 208) demiyor mu? Şimdi biz köleler kalkmış Allah'ın hür velilerinin ibadetinin de kendi ibadetlerimiz gibi ol­duğunu sanıyoruz.

Bizim yaptığımız yarım yamalak ibadetler Al­lah'ın velileri nezdinde utanılacak hatta günah sayılacak şeylerdir. Yazıklar olsun bizlere ki Allah'ın veli kullarını kendimizle mukayese ediyoruz. Güneş ile mumu aynı kefeye koyuyoruz. Şimdi ariflerden biri de

"Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni"

Dediği ve bu irfani hakikate işaret ettiği için Ebu Suud hazret­lerinin gazabına uğramış. Hemen "küfrü açıktır ve öldürülmeleri mubahtır" diye fetva vermiş. Bildiğiniz gibi Ebu Suud hazretleri (!) daha önce de Yavuz Sultan Selim'in Şah İsmail ile savaşma kat­kıda bulunmak için "üç Şii öldüren cennete gider" diye de bir fetva vermiş ve binlerce masum insanın kanına girmiş.

Böyle bir insan için bir arifin kanının ne önemi olabilir ki? Ebu Suud aslında ilk önce Hz. Ali'ye ve diğer Allah velisi imamlara da karşı çıkmalıydı.

Ama nedense bunu yapmaya cesaret edememiş. Yoksa bu arifin tatlı bir dille beyan ettiği irfani hakikat Hz. Ali (A)'ın ve diğer imamların- ifade ettiği hakikatin aynısıdır. Ariflerin emeli Allah'tır. Allah'tan gayri her şeyi bir hicap kabul ederler. Rasulullah (S)'in "Günde yetmiş defa tövbe ediyorum" demesi de bu mülk ve kesret âleminde doğal olarak Allah'tan gayrisiyle meşgul olmalarından ötürüydü. Eğer Allah'ın emri olmasaydı hiçbir veli bir tek laf olsun etmezdi ve Hz. Ali (A)'ında dediği gibi "Bu ruhların bir gün olsun bu bedende kalmaz" uçup Allah'a giderlerdi." Yoksa Resulullah hata ve nisyandan bile masum birisidir. Allah velileri için günah, kesret âleminde vaki olmaktır. Biz nerede onlar nerede!

Bu halimize oturup ağlayacağımıza gülüp karşı çıkıyoruz. Kur'an'ın hat ve yazısına abdestsiz ve cünüp olanın el süremeyeceği Sünni-Şii mezheplerince kabul edildiği bir şey olmasına rağmen sizler "böyle saygı kaç kuruş eder." (Tasavvuf ve İslam s. 190) diyorsunuz. Bu mesele fıkhı bir mesele olmasına rağmen ahlaki bir mesele olarak algılıyorsunuz.

Allah'ın kitabına say­gılı olayım öpüp başına götürenleri "Hıristiyan mukallidi" sayanlar, Allah'ın veli kullarına saygılı olabilir mi? Hatta neredeyse Allah'a bile hesap sormaya kalkan kimselerden Allah'ın veli kullarına say­gı göstermeleri istenebilir mi? Âlimler hakkında onca hadis ve ayetlere rağmen onlara saygılı olmayan ve ellerini öptürüyor diye hakkında naklinden hayâ ettiğimiz sözleri sarf edenlerden ne bek­lenir? Bunların insanlığa faydasından çok zararı vardır. Sadi'nin de dediği gibi yalan bir söz bile bunların doğrusundan daha doğrudur. Çünkü hak söz de olsa bundan batılı irade ediyorlar.

Nice yalan sözler vardır ki masum insanların hayatını kurtarır da nice hak sözler vardır masum insanın kanını döker.

Velhasıl Allah'ın veli kullarının yegâne emeli Allah'tır. Onlar bunu ameliyle de ispat etmişlerdir. Ama bizler bunu iddia edecek olursak yalan olur, laftan, boğazdan öteye geçmez. Dolayısıyla onları kendimizle asla mukayese etmemeliyiz. Bu mukayese bile cehaletimizin ifadesidir.

Allah'ım bizleri velilerine dost düşmanlarına da düşman kıl. Bizlere gerçek velilerine hizmet tevfiki inayet eyle.


KUR'AN'IN ZAHİRİ, BÂTINI VE TEVİLİ

Bu hususta "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazarı şöyle diyor: "Tevil'in (Hiçbir esasa dayanmayan tefsir metodunun) İslam'da yeri yoktur. Hele itikadda hiçbir yeri yoktur. İslam esasların esasıdır. En esaslı esasa dayanır iken tevil ile onun esassız bir din, esassız bir hayat tarzı, esassız bir yol haline getirenlerin hali Rabblerinin katında ne olacaktır? Mutlaka onlar helak olacaklardandır. Zira Allah'ın dinini onlar bozuyorlar.

Onlar bozmuşlar, asırlardır Hak dinin içini oyup, onun içine İslam olmayan şeyleri tepe tepe dolduranlardan daha büyük Allah düşmanları olabilir mi? İslam'ın büyüklüğünden ona açıkça karşı çıkamayan ve onu reddedemeyenler ona dost görünüp ondan görünüp içini boşaltmış­lar ve İslam olmayan şeylerle doldurmuşlardır. Bu hal ise İslam için en büyük felaket olmuştur. Zaten şu andaki halimizde bu felaketin sergisi değil midir? Milyara varıp dayanan Müslümanlar hiçbir keyfiyet ifade etmemektedirler.

Tıpkı buğday bitinin buğday tanelerinin içine girip onun nişastasını ununu bitirip de o buğdaydan hiçbir şey kalmaz hale getirdikleri gibi." (s.375-376)

Aslında yazarın dediği manada bir tevil İslam ariflerinin kabul ettiği bir tevil değildir. İslam ariflerinin kabul ettiği tevil lafzın ifade ettiği bir anlam türü değildir. Aksine sıradan insanların kavrayış ve idrakinden üstün olan bir takım hakikat ve gerçeklerdir ki bunlar Kur'an'ın ameli ahkâmının ve itikadi marifetlerinin de temelidir. Bu manada Kur'an ayetlerinin tümünün tevili vardır. Onun tevili düşünce yoluyla derk edilemez ve lafız vasıtasıyla açıklanamaz. İbn-i Sina'nın "keşfettim" demekle işaret ettiği ger­çeklerdir bunlar.

Bu hususta Allame Tabatabai de şöyle diyor; Ama Kur'an'ın manaları bu merhaleye (zahire) mahsus olmayıp bu kelimeler al­tında ve batınında bir manevi merhale daha geniş ve derin öğretiler mevcuttur ki Allah'ın has kulları ancak bunları pak kalpleriyle idrak edebilirler.

Peygamber (S) (Kur'an'ın ilahi öğreticisi) şöyle buyuruyor; "Kur'an'ın güzel ve çekici bir zahiri ve geniş bir batını vardır." (Tefsir-i Safi s. 15) ve yine buyuruyor; "Kur'an'ın her batınının da yedi batını vardır." Ehl-i Beyt imamlarının sözlerinde de Kur'an'ın batınından çok söz edilmiştir. (Bihar c.l5, s. 117)

Bu gibi rivayetlerin kökü Allah-u Teâlâ’nın Rad suresinin 17. ayetinde beyan ettiği bir meseledir. Allah-u Teâlâ bu ayette gök bereketlerini yeryüzü ve ehlinin hayatının bağlı olduğu gökten inen yağmura benzetmiştir. Yağmurun gelmesiyle seller akmaya başlar ve çeşitli suyollarının her biri kendi kapasitesi ölçüsünde yağmurdan faydalanıp akmaya devam eder. Su akarken üst kısmı köpükle örtülü olsa da köpük altında halka faydalı ve hayat verici su mevcuttur.

Bu örneğin işaret ettiğine göre insanın iç ve ruhuna hayat veren dini öğretilerin anlaşılmasında halkın idrak ölçüleri aynı ve bir ayarda değildir.

Halktan bazıları maddeden ve geçici dünyanın kısa süreli maddi yaşantısından başka bir şeyin asaletine inanmazlar. Maddi istekler dışında herhangi bir şeye bağlanmazlar ve maddi mahrumiyetler dışında hiçbir şeyden korkmazlar. Bunlar derecelerinin farklılığına gör semavi öğretilerden en fazla kabullendikleri şey itikadi meselelere yüzeysel bir şekilde inanmak ve İslam'ın ameli buyruklarını kuru ve cansız bir biçimde yerine getirmektir.

Hâsılı yegâne Allah'a uhrevi sevabı ümit ettikleri ve uhrevi gayptan korktukları için tapmaktadırlar.

Bu gurubun karşısında fıtratlarının sefası neticesinde saadet­lerini bu dünyanın kısa süreli yaşantısına ve geçici lezzetlerine bağlanmakta görmeyen kimseler vardır.

Dünyanın tatlı ve acıları onların yanında aldatıcı hayalden başka bir şey değildir. İnsanlık kafilesinin geçmiş mutlulukları ve bugünkü masalları sayılan insanların hayat hikâyeleri onların sürekli andıkları birer ibret der­sidir.

Bunlar tabi olarak pak kalpleriyle ebedi cihana yönelirler. Geçici dünyanın çeşitli gösterişlerine ayet ve nişane gözüyle bakar ve onları Allah'tan bağımsız ve asil bilmezler.

Böylece yeryüzü ve gökyüzündeki nişaneler ve ayetler ışığın­da pak Allah'ın sonsuz kibriyalık ve azamet nurunu manevi idrak­le müşahede ederler Pak yürekler tamamen yaratılış sırlarını idrak etmeye koyulmuştur. Şahsi menfaatlerinin dar kuyusunda hapis olma yerine ebedi cihanın sonsuz alanında uçup yükselirler.

Semavi vahiy yoluyla Allah'ın putlara tapmaktan nehyettiğini işittiklerinde bu nehyin zahiri manasının (putlar karşısında baş eğ­me yasağı) yanı sıra bu nehyi yücelterek diğer bir manada "Al­lah'tan başkasına itaat etmemek gerektiğini" anlarlar. Çünkü itaat gerçekte kulluk ve baş eğmektir Bu manadan da yüce bir mana anlarlar ki o da şudur: "Allah'tan başkasından korkmamak ve on­dan başkasına ümit bağlamamak gerekir. Bu manadan yüce bir mana da nefsine nefsanî isteklerine teslim olmamak gerçeğidir. Bütün manalardan yücesi de Allah'tan başkasına teveccüh etmemektedir.

Böylece Kur'an'ın namazı emrettiğini işittiklerinde onun bahiri ifadesinden özel ibadetin yerine getirilmesinin farz olduğunu anlarlar. Ama bunun yanı sıra batini manasım da anlarlar O da Allah'a yürekten ve içten ibadet etmek ve önünde eğilmedir) gerekliliğidir. Bu manadan daha yüce bir mana ise Hakk'ın karşısında kendini unutmak ve hiçe saymak gerekir ve sadece Allah'ın zikriyle meşgul olunmalıdır.

Bilindiği gibi yukarıda geçen iki örnekte hatırlatılan batini manalar emir ve nehyin lâfzî ifadesinden elde edilemez. Ancak batini manaların idraki, aydın fikirli ve dünya görüşünü kendi bencilliğine tercih eden kimse için kaçınılmaz bir şeydir.

Buraya kadar anlatılan şeylerden Kur'an'ın zahir ve batınının anlamı açıklanmış oldu ve yine aydınlanmış oldu ki Kur'an'ın batım zahirini asla iptal etmez. Batın zahire göre kendi cismine hayat bağışlayan bir mıh mesabesindedir. İnsan toplumunun Islahını en mühim derecede sayan cihanşümul ve ebedi olan İslam dininin toplumun ıslahına sebep olan zahiri kanunlarından ve o kanunların koruyucusu olan sade ilkelerden asla vazgeçmeyeceği de aydınlığa kavuştu.

Bir toplumun, "insanın yüreği pak olmalı, amelin önemi yok­tur." sözünün bahanesiyle yaşamını düzensiz sürdürürse saadete ermesi nasıl mümkün olabilir.' Temiz bir kalpten kötü söz ve kötü amelin ortaya çıkması mümkün müdür? Allah-u Teâlâ kitabında şöyle diyor:

"Paklar paklara ve kötüler kötülere aittirler." (Paklar paklar­dan, kötüler ise kötülerden çıkar)

Ve yine buyuruyor: Temiz yer nebatını iyi yetiştirir. Kötü yer (çorak yer) pek az mahsulden başka bir şey vermez." (Araf/58)

Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan Kur’an-ı Kerim'in zahir ve batını, batının da çeşitli dereceleri olduğu ve böylece Kur'an-ı Kerim'in içeriğini açıklayan hadisin de Kur'an gibi zahir ve batım batının da dereceleri olduğu aydınlanmış oldu.

Tevile gelince... Sadr-ı İslam'da Ehl-i Sünnet'in ekseriyetine göre Kur'an'ın delil olduğu yerde zahiri anlamını değiştirip zahiriyle karşıt bir manaya yorumlanması meşhur bir şeydi. Genelde zahiriyle zıt olan manaya tevil adını verirlerdi. Kur'an'ın tevil edilen ayetleri bu manaya yorumlanırdı.

Ehl-i Sünnet kitaplarında ve çeşitli mezheplerin tartış­malarının yazıldığı kitaplarda bir mezhebin âlimlerinin icması yahut diğer bir delille ispatlanan bir konu, Kur'an'ın herhangi bir ayetinin zahiriyle zıt bir manaya yorumlanması pek çok yerde göze çarpar. Hatta bazen karşıt ve farklı iki görüşe karşı taraflar Kur'an'ın ayetleriyle ihticac (delil gösterme) eder ve her birisi diğerinin delil olarak getirdiği ayeti tevil ederlerdi.

Bu metot ve izlenim, az çok bizim aramıza da sızmıştır ve kelam bilgisine ait bazı kitaplarda görülmektedir. Ama Kur'an'ın ayetleri ve hadisler üzerinde iyice bir düşünülürse görülecektir ki Kur'an tatlı sarih ve açık ifadesinde bir muamma (bilmece) üs­lubunu izlememiş ve her konuda normal cümle kalıbından başka bir şeyle konuşmamıştır. Ve Kur'an'da tevil diye zikredilenler laf­zın ifadesi ile ilgili bir anlam türü değildir. Belki genel halkın an­layacağı düzeyden yukarı olan bir kısım hakikatler ve gerçekler­dir.

Ki Kur'an'ın ameli ahkâmı ve itikadi öğretilerinin de temelidir. Evet, Kur'an'ın tümünün tevili vardır. Kur'an'ın tevili doğrudan doğruya düşünce yoluyla idrak olunamaz. Lafız ile açıklanamaz. Ama peygamberler ve beşeri özelliklerden arınan Allah'ın pak ev­liyası müşahede yoluyla ona erişirler. Evet, Kur'an'ın tevili kıyamet günü herkes için keşfolacaktır.

Kur'an şöyle buyuruyor:

"Şüphe yok ki bu pek güzel ve şerefli Kur'an'dır. Saklanmış bir kitapta ona temiz olanlardan başkaları dokunamaz." (Vakıa/77-79)

Bu ayetlere göre kur'an fikirlerinin varamayacağı ve derk edemeyeceği bir makamdan nazil olmuştur. Allah'ın pak kıldığı kullardan başka hiç bir kimse o merhalede en küçük bir idrake sahip değildir. Ve peygamberin Ehl-i Beyt'i bu pak kılınan şahıslardandır. Allah-u Teâlâ başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Hayır, onlar bilgileriyle kavrayamadıkları ve henüz zuhur etmeyen tevilini yalanladılar." (Yunus/39)

Yine başka bir yerde şöyle buyurmaktadır-.

"Bir gün Kur'an'ın tevili gelecektir. O zaman onu unutanlar peygamberlerin davetinin doğruluğunu ve hak olduğunu itiraf edeceklerdir." (Araf/53) (İslam'da Şia s. 85-95)

Aslında "Benim derk ettiğim ve bildiğim dışında başkalarının derk edeceği ve bileceği bir hakikat olamaz." dercesine her türlü söze ve iddiaya kapalı olanlar bencillik kuyusunda çırpınan zaval­lı kimselerdir. Bu materyalist düşünceler ne yazık ki Müslümanlar arasında da sızmış durumda. Her şeyin değişeceğini hatta fikirlerin bile maddenin yansıması olduğunu savunan materyalistler ile bu düşünceler arasında öz bakımından hiçbir fark yoktur. Hâlbuki bildiklerimiz bilmediklerimize oranla ne kadar da azdır. Rasulullah (S) bile "Allah'ım sana hakkıyla ibadet edemedim." diye buyururken ibadetten de ayakları şişmiş haldeydi. Ama bizler bunlardan ne kadar da uzağız.

İbadet hakkında ne biliyor ve ne yapıyoruz? Günlük farz namazlarını bile maneviyat ve içtenlikten uzak bir halde eda ediyoruz. Zaten bu da olmazsa artık İslam ile hiçbir bağımız da kalmayacaktır. Saatlerce secde edenlere, gece-gündüz ibadet edenlere, bir ömür ilim öğrenen ve öğretenlere alaylı bir gözle bakmaktayız.

Onları inziva ve sosyal olmamakla suçluyoruz. Bir tek dergi veya gazete çıkarmakla "küçük dağları ben yarattım" edalarına kapılmaktayız. Bunlar bizim kapasitemizi göstermiyor mu? Bir de kalkmış Hallac-ı Mansur'u ve Beyazid-i Bestami gibilerini suçluyoruz. Onlarla bizim ne farkımız var? Kaldı ki biz onların ulaştığı makamlardan bile mahrumuz. Hiç olmazsa onlar bir şeyler derk etti de bu yanlışlığı yaptılar. Biz her şeyden mahrum olduğumuz halde her şeye sahip rolünü oynuyoruz. "Allah hidayet etsin" demekten başka bir şey gelmiyor elimizden.


GAYB İLMİ

Kur'an'ı bir bütün olarak ele alan ayetler üzerinde tedebbür eden bir insan, gayb ilminin iki çeşit olduğunu teslim eder. Bir kı­sım gayb ilmi vardır ki bunu Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Kıyametin ne zaman kopacağı veya Mehdi'nin ne zaman zuhur edeceğini O'ndan başkası bilemez. Ama bir gayb ilmi de vardır ki Allah-u Teala bunu Resullerine ve evliyaya öğretmiştir.

Ayrıca bazı ayetlerde gayb ilmini Allah'tan gayrisinin bileme­yeceği beyan edilmişse bu istiklal ve Allah'tan ayrı bir bilginin varlığını nefyetmektedir. Evet, gerçekten Allah-u Teâlâ’nın izni ol­maksızın bir tek şey bilinemez. Bir tek yaprak dalında hareket edemez ve karınca ağzına bir şey alamaz. Ama Allah bazı gayb ilimlerini peygamberlerine ve evliya kullarına bildirmişse bunun akıl ve İslam'a zıtlığı düşünülebilir mi? Kesinlikle hayır. Mucizeler de Allah'ın emriyle gerçekleşmiyor mu? Eğer bir insan peygambe­rin Allah'ın izni ve iradesi olmaksızın bırakın mucizeyi bir tek adım bile attığını düşünüyorsa delalet içindedir. Çünkü peygam­berler de dâhil her şey Allah ile kaimdir.

Her şeyin kıvamı Allah iledir Ama şimdi Allah hakkı sabit ve batılı zail kılmak için bazı peygamberleri ve velilerinin eliyle bir takım mucize ve kerametler göstermişse bunun tersliği nerededir? Allah feyyazdır. Kulunu dilediğini verir. İstediğini aziz kılar. "Ta­savvuf ve İslam" kitabının yazarı bu hususta da demagoji yapmış­tır. İstiklali bir şekilde Allah'tan gayri hiç kimsenin gaybı bileme­yeceğini ifade eden ayetleri ele almış ve Allah'ın dilediği kullarına bir takım gaybi bilgileri vereceğini ifade eden ayetleri kulak ardı etmiştir.

Bakınız bu hususta da uzun uzadıya bahsettikten sonra şöyle diyor: "Allah'tan başka hiçbir kimse gaybı bilemez. Allah her çeşit gayb haberlerinden dilediğini yalnız peygamberlerine vahyederek bildirmiştir. Son peygamber (S)'e bildirilen gayb ha­berleri Kur'an'da yer almış olanlardan ibarettir. Bunun dışında "Al­lah gaybı dilediğine dilerse bildirir." formülüyle peygamberin dı­şındaki bazı kimselere de gaybın bildirdiği iddiası nereden gelirse gelsin batıldır." (s. 127)

Şimdi gelin bir de bu hususta Tefsir-i Numune (c.25, s. 142-158) ne diyor ona bir bakalım:

"Kur'an'ın çeşitli ayetlerine dikkatle teveccüh eden bir insan anlar ve görür ki gayb ilmi hakkındaki var olan ayetler iki kısım­dır. Bir kısmı gayb ilmini Allah'a mahsus bilmekte ve gayrisinin gayb ilminden mahrum olduğunu belirtmektedir. Örneğin

"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır; O'ndan başkası bile­mez." (En'am/59)

Hakeza: "De ki Allah'tan başka yer ve göklerde olan hiç kim­se gaybı bilemez." CNeml/65)

Hakeza: "De ki ben sizlere "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum ve ben gaybı da bilmem." (En'am/50)

Hakeza: "De ki gayb Allah'a mahsustur." (Yunus/20)

İkinci kısım ayetler ise Allah'ın veli kullarının da bir takım gaybi ilimleri icmalen bildiğini ifade etmektedir. Örneğin Hz. İsa (A) şöyle diyor: "Ben yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı sizlere haber veririm.". (Al-i İmran/49)

Usulen peygamberlere bildirilen vahy de bir çeşit gaybi şey­lerdir. Hakeza bu icmali gayb ilmi Allah'ın diğer peygamber olma­yan Allah'ın velileri içinde geçerlidir. Nitekim Nehc'ül Belağa'da yer alan bir takım gelecekle ilgili haberler de Hz. Ali'nin bu icmali gayb ilmine sahip olduğunu göstermektedir. Örneğin Hz. Ali Bas­ra halkını yeren bir hutbesinde şöyle diyor:

"Yer ve gökten her taraftan Allah'ın azabının sizleri çepeçevre sardığını ve caminizin suda yüzen gemi gibi sularda gömülü kal­dığını görüyor gibiyim." (13. Hutbe)

Vefya Hicr b. Kays'a vefatından sonra zorla kendisine lanet et­tireceklerini haber vermişti. Veya Mervan hakkında yaşlandıktan sonra delalet bayrağını eline alacağını söylemişti.

Veya Kümeyl b. Ziyad, Haccac'a "Beni senin öldüreceğini Hz. Ali bana önceden haber vermişti." demiştir.

Veya Haricilerle savaşmaya giderken "Bizlerden on kişi öle­cek onlardan ise sadece on kişi kalacak." demiştir.

Hakeza Esba' b. Nebate'ye de Kerbela'dan geçerken İmam Hüseyin'in şehid olacağı yeri göstermişti.

Allame Meclisi Bihar'ul Envar'da (c.26) bu hususla otuza ya­kın hadis nakletmiştir.

Dolayısıyla gaybın sadece Allah'a mahsus olduğunu beyan eden ayetler istiklali bir şekilde ifade etmektedir. Bunu (yani gayb ilmini) bizzat istiklalen bilen sadece Allah'tır. Diğer kullar ise Allah'ın bildirmesi ile bu ilme sahiptirler. Kendiliğinden bir ilme sahip değildirler.

Ayrıca Allah'ın veli kullarının bu ilmi icmali, Allah'ın ilmi ise tafsilidir, Allah'ın ilmi bilfiildir. Velilerin ilmi ise bilkuvvedir. Yani irade ettiklerinde Allah da onlara öğretmektedir. Böylece peygamber ile Allah'ın velilerinin ilmi hususundaki birçok sorun da ken­diliğinden hallolmaktadır. Dolayısıyla zehirli bir su veya ekmeği bildikleri halde yemelerinin hikmeti de anlaşılmaktadır.

Yani onlar gayb esrarının kendilerine aşikâr olmasını irade etmiyorlardı. Ayrıca maslahat da onların her türlü gaybi haberleri bilmemesini gerektirmektedir. Zira imtihan onların tekâmül ve kemaline neden olmaktadır. Nitekim hicret esnasında Hz. Ali, Rasulullah'ın yatağına yatınca müşriklerin kendisine ne yapacaklarını da bilmiyordu.

Burada maslahat imamın hakikatleri bilmemesidir. Ta ki ilahi imtihan tahakkuk etsin. Yoksa eğer Hz. Ali müşriklerin kendisine bir şey yapmayacağını bilseydi o kadar da övgüye değer bir amel olmazdı."

Velhasıl sadece gayb ilmini bilmek hususunda değil her türlü davranışlarda kendisini Allah'tan müstağni gören herkes dalalet içindedir.

Tüm varlıklar birer hiçtir. Baki kalacak olan tek şey Allah'ın vechidir. Diğer varlıklar her şeyi ile Allah'a muhtaç durumdadır. Ama Allah dilediğine dilediğini verirse bunun İslami sakıncası ne­lerdir? Allah'ın feyzinin muhasebesi olur mu? Allah mutlak feyyaz­dır. Feyzinin haddi ve sının yoktur. Bir tek an Allah feyzini kaldırsın tüm âlem yok olur. Bizler Ehl-i Beyt ve Rasulullah hakkında ne biliyoruz? Allah'ın velilerini nasıl tanıyoruz?

Anadan doğma kör olduğumuz için renkleri inkâr ediyoruz. Fil'in bacağına dokununca sütun gibi olduğunu hayal ediyoruz. Bundan da ötesi rengi görenleri de tekzip ediyoruz. Uykudayız rüya görüyoruz ama bunların rüya olduğunu da bilmiyoruz. Uy­kuda rüyalar da gerçek olur insana.

Allah'ım ne zaman uyanaca­ğız? Ölmeden bir defa olsun uyanıp da gerçekleri göremeyecek miyiz? Bizlere de cemalini görmek nasip olmayacak mı? Allah'ım veli kulların senden neyi istemişse bize de onu nasip et her ne­den sakınmışsa bize de ondan sakınmayı lütfet.

Biz irfan ve tasavvuf adına toplumda birçok hurafelerin İslam dışı şeyler olmadığını söylemiyoruz. Biz diyoruz ki gelin hep birlikte bu hurafeleri temizleyelim. İrfan ve tasavvuf adına cahil insanla" kandırıp bu işin kaymağını yiyen kimseleri deşifre edelim. Ama bu pireler için sıcağa muhtaç olanlara bir yorgan olan Allah'ın veli kullarını yakmayalım. Gerçekten de üstad. M. Taki Caferi'nin dediği gibi tarih bizleri mahdut kılıyor. Şahsiyetlerin büyük bir kısmını toprağa gömüyor. Dolayısıyla Mevlana hakkında Muhyiddin-i Arabî hakkında hemen hüküm vermemeliyiz.

Mevlana'ya, dinle, takvayla, irfanla hiçbir ilişkisi olmayan in­sanlar sarılmışsa bu bizim suçumuz değil mi? Biz sahip çıkmadık, biz bu arifleri tanımak istemedik. Suçladık durduk. Dolayısıyla sa­hipsiz gören kurtlar saldırdı, sahip çıkmaya çalıştı. Gerçekten bu­gün Mevlana'yı savunan ve sevdiğini iddia edenlerden çoğu Mevlana'yı tanımıyor.

Mevlana'nın şahsiyetinin bunlarla hiçbir ilişkisi yok. Muhyid­din-i Arabî de diğer arifler için de durum aynıdır. Halkımızın bilgi­sizliğinden istifade ediliyorsa biz bunu ortadan kaldırmaya çalış­malıyız. Örneğin: "Namazda bile insan şeyhini göz önünde bulun­durmalı, şeyhin içki içtiğini bile görsen itiraz etme tevil et" gibi laflar ediliyorsa "Hayır namazda sadece Allah'a teveccüh etmek gerekir; şeyh her kim olursa olsun İslami adaba uymalıdır. Eğer şeyh iyi olsaydı ameli de iyi olurdu. İyi bitki iyi yerde yeşerir. Pis bitkiler çorak yerde yetişir." diyerek reddetmeliyiz.

Bu gibi İslam dışı sözlerle hiçbir ilgisi olmayan şeyhlere ariflere saldırmak akıl işi midir? Onların suçu nedir? İrfan hırsızları 'Çin irfanın ev sahipleri dövülür mü? Mehdi zuhur ettiğinde ben Mehdi'nin taraftarıyım diyen münafıklardan da o kadar insanı öl­dürecek ki halk" yahu bu kendi adamlarını öldürmek İçin mi geldi" diyecekleri gibi bugün Mevlana ve İbn-i Arabî de gelse aynı şeyi yapacak ve kendilerini sevdiğini iddia eden birçok insanı reddedecektir.

Nitekim Hz. İsa içinde neler dediler? Onun hakkında ulûhiyet iddialarında bile bulunulmadı mı? Şimdi bunların İsa ve Musa'yla ne ilgisi vardır. Allah hakkında bile "Onun kızları vardır" diye iftira eden bu insanlar Mevlana ve İbn-i Arabî hakkında hiçbir şey dememişler midir? Neden hep büyük arifler nezdinde hiç, bir ilmi sıhhati olmayan "Ariflerin Menkıbeleri" kitabına sarılıyorsunuz? Mevlana hakkında İbn-i Arabî hakkında M. Taki Caferi Ayetullah Cevadi-i Amuli, Hasanzade-i Amuli, Muhattahi, İmam Humeyni vb. ariflerin ne dediğine bir bakmıyorsunuz?

Bir de bunları okuyun M. Taki Caferi'nin şerh-i Mesnevi'sini okuyun. Ayetullah Hasanzade-i Amuli'nin Fusus'ul Hikem şerhini okuyun. Ben Fusus'ul Hikem kitabının Türkçe tercümesinde on­larca hata yanlışlık buldum. Alın bakın aslı ile mukayese edin, ne gibi büyük hataların olduğunu siz de görün. İnsan bu gibi önemli konularda kaynak kitapları okumalıdır. Tercüme kitaplar ile bu iş­ler halledilemez. Veya en azından aslı ile tatbik edecek bir gücü olmalıdır insanın. Türkiye'deki tercüme hatalarını bir araya toplasan mizah kitabı sayılacak büyük bir ansiklopedi vücuda gelir.

Siz kalkmış buna rağmen hemen hüküm veriyorsunuz. İbn-i Sina'nın kırk defa okuyup da anlamadığı meseleleri benim senin gibi mütercimlerin kaleminden okuyup anladığımızı iddia ediyo­ruz. Hz. Ali (A)'ın şahsiyeti bile tahrif edilmedi mi? Ona Allah di­yenler olduğu gibi yetmiş yıl minberlerde lanet edenler de olmadı mı? İmam Hüseyin (A) için "Asi" diyenler olmadı mı? Şimdi bu bü­yük zatların halkın haklarında söylediği bu laflarla ne ilgisi var. "Şeyh uçmaz onu müridleri uçurur." sözü bizlere birçok gerçekleri göstermiyor mu?

Ama şunu da ifade etmek gerekir ki Hz. Hüseyin (A) için "Dangalak neden gitti de kendini ölüme attı?" diyen cahil insanlar bu hakikatleri hiçbir zaman anlayamazlar.

Bunlar çağdaş haricilerdir. Secdeden alınları yara olan bu insanlar, bir tek haram lokmayı ağızlarına koymazken, Allah'ın dostlarının kanını içmeyi mubah gören zihniyetin varisleridir.

Bunların ilahi aşk ve kalp sefasından hiçbir nasipleri de yok­tur Bunlar kuru akıl ehlidir. İblis gibi her şeyi akıl ile tartar ve ak­la uymayan her şeyi kalpleri kabullense de reddederler. "Beni ateşten onu topraktan yarattın. Ateş topraktan üstündür" diyerek akli ilkelere sarılırken "Allah ne diyorsa onu yap" diyen kalbin se­sine aşkın ifadesine kulak vermezler. Bunların kalbinde hastalık vardır Allah da onların bu kalbi hastalıklarını arttırmış, hidayetten mahrum kılmıştır.

"Biz kuru akıl ehli değil aşk ehliyiz" diyen Ayetullah Beheşti ne de güzel ifade etmiş bu hakikati öyle değil mi? Allah "Âdem”e secde edilmesini emredince aşk ehli melekler hemen secdeye ka­pandılar. İblis gibi akıllarına dayanmadılar. Dolayısıyla biz de Al­lah'a; Allah'ın emirlerine teveccüh etmeliyiz. Ne diyorsa Onu yap­malıyız. Kâbe gibi taştan bir binayı tavaf edip Hacerul Esved'e el süren ama Rasulullah ve Allah dostlarının kabrini ziyareti, el sür­meyi ve öpmeyi şirk bilen akla ne demeliyiz?

Her şeyin altında şirki arayan bu kuru akıl ehline ne yapmak gerekir? Elindeki meal ile Kur'an müfessirleri kesilen yüz yıllık il­mi makamı, birkaç günde elde ettiğini sanan bu insanlara hangi dille bilgisizliklerini ifade etmek mümkündür? Gerçekten de biliyoruz ki hidayet Allah'ın elindedir. Dolayısıyla böyle insanlar için Allah'tan hidayet dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden.


Mİ’RAC OLAYI

Rasulullah'ın Mekke'de olduğu bir zamanda bir gecede Mes­cid'ul Haram'dan Beyt'ul Mukaddes'teki Mescid'ul Aksa'ya oradan da göklere cismani ve ruhani bir seferi gerçekleştirdiği meselesi Sünni ve Şia arasında oldukça meşhur bir olaydır ve bu husustaki ayetler dışında menkul hadisler de tevatür derecesindedir. Bazılarının miraç olayını inkâra kalkıştığını görünce hakk talibi kimsele­re hakkı gösterebilmek için bu hususta da bir takım açıklamalarda bulunmayı gerekli gördük.

Tefsir-i Numune miraç meselesi hakkında (c.l2, s. 11-16) şöy­le diyor: Rasulullah'ın Mekke'de iken Mescidül Haram'dan Mescidül Aksa'ya oradan da göklere yükseldiği meselesi İslam alimleri arasında kesin bir meseledir. Rasulullah bu seferi esnasında Allah'ın azametinin eserlerini müşahede etmiş ve aynı gece Mekke'ye dönmüştür. Hakeza bu seferin cismani ve ruhani bir sefer olduğu hususunda da hiç şüphe yoktur.

Ama ilginç bir mesele olduğundan bazıları bunu tevcih etme­ye kalkışmış ve ruhani bir sefer olduğunu iddia etmişlerdir. Dolayısıyla da bu olayı bir rüya veya mükaşefe derecesine indirgemişl­erdir. Evvela bu konu Kur'an'ın zahirine muhaliftir. Zira ayetlerin zahiri, bunun cismani bir sefer olduğuna delalet etmektedir. Kur'an surelerinin ikisinde bu meseleye işaret edilmiştir:

Necm suresinde ise 13. ila 18. ayetlerde semavi miraca işaret edilmiştir: "Yemin olsun! Onu (Cebrail'i kendi şekliyle) bir daha gördü sidre-i münteha'nın yanındadır. O dem ki sidre'yi bürüyen bürüyordu. Göz ne şaştı ne de haddini aştı. Yemin olsun peygamber Rabbinin en büyük ayetlerinden bazılarını gördü."

Bu ayetler miraç olayını ve de bu seferin uykuda değil uyanıkken gerçekleştiğini beyan ediyor.

Hadis açısından da bu hususta birçok rivayetler yer almıştır ki İslam alimlerinin birçoğu tevatür ve şöhretini tasdik etmişler­dir.

Örneğin Şeyh Tusi "Tıbyan" tefsirinde mezkûr ayetin altında şöyle demektedir: Şia alimlerinin tümü inanmaktadırlar ki Rasulullah Mekke'den Beyt'ul Mukaddes'e oradan da göklere yükseldi. Orada uyanık bir halde Allah'ın ayetlerini müşahade etti.

Allame Taberi de Mecme'ul Beyan tefsirinde şöyle diyor: Meşhur olduğu üzere Allah-u Teâlâ Rasulullah'ı uyanık bir halde göklere yükseltti. Çoğu müfessirlerin görüşü de budur.

Merhum Meclisi de bu hususta şöyle diyor:

"Rasulullah'ın Mescid'ül Haram'dan Mescid'ul Aksa'ya oradan da göklere sefer etmesi Sünni-Şii kaynaklarda yer alan mütevatir hadislerde de yer almıştır. Dolayısıyla Rasulullah'ın rüyada ve ru­hani bir şekilde bu seferi gerçekleştirdiklerini iddia edenler yakin zayıflığı ve bilgisizlik içindedirler. Zira bu husustaki hadisleri bir araya toplamaya kalkışsak büyük bir eser vücuda gelir.

Çağdaş alimlerden Ezher bilginlerinden ve Tac kitabının yazarı olan Mansur Ali Nasıf bu konu ile ilgili hadisleri bu kitabında bir araya toplamıştır.

Fahru Razi bu hususta bir takım akli istidlallerde bulunduk­tan sonra şöyle diyor:

Miraç olayı hakkındaki hadisler mütevatir ve meşhur olup sa­hih Ehl-i Sünnet kitaplarında da yer almıştır. Bu hadislerin hepsi Rasulullah'ın Mekke'den Beyt'ül Mukaddes'e oradan da göklere yükseldiğine delalet etmektedir.

Bağnaz bir Vahhabi olan Şeyh Abdulaziz b. Abdullah bile bu konuda şöyle diyor; "Şüphesiz ki İsra ve miraç olayı Rasulullah'ın makamının yüceliğine ve risaletinin doğruluğuna delalet eden bü­yük bir nişanedir, Rasulullah'ın göklere sefer ettiğini beyan eden rivayetler mütevatirdir.
Elbette ki miraç olayını anlatan hadisler arasında zayıf ve mevzu hadisler de vardır. Bu yüzden merhum Tabersi bu husustaki hadisleri dörde ayırmıştır:

1. Mütevatir hadisler

2. Kabul edilmesinin akli bir sakıncası olmayan hadisler.

3. Tevcih edilebilir hadisler

4. Akıl ve İslami ölçülere uymayan hadisler.

Elbette ki Miraç olayının vuku tarihinde İslam alimleri ihtilaf etmiştir."

Velhasıl miraç olayı Sünni-Şii alimleri arasında mütevatir ha­dislere dayanan kesin bir olaydır. Bunu inkâr eden kimse kesin­likle delalet içindedir. Elbette ki "Ben tüm tefsirlerin aksine şöyle diyorum" cesaretini gösterenlerin hastalığının sadece bir rivayetin "Mütevatir olup olmadığı değildir. Onların hastalığı kalbi ve manevi bir hastalıktır ki Allah'ın hidayeti ile de yakından ilgilidir.

Allah'ın sapmışları hidayete erdirmeyeceği de kesin bilinen bir şeydir. İnsan bile "yolumu kaybettim" diyene yol gösterir. Yolunu kaybettiği halde "bana karışmayın" diyen mütekebbir bir insan için yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Hz. Fatıma (A) gibi dünya kadınlarının efendisi olan bir insana "şımarık, namazını bile doğru, dürüst kılmazdı" diyen delalet ehline ne demek gerekir bilemiyoruz gerçekten?

Rasulullah'ın eşine "Aişe çok akıllı biriydi. Ben bu kadına bi­tiyorum" diyebilecek kadar sapık, ciddiyetsiz, hayadan mahrum şöhret düşkünü bir insan için ilmi ve fikri müdahalede bulunma­nın hiçbir faydasının olmayacağını biz de biliyoruz. Ama biz he­nüz hidayete ermesi ümid edilen kalplerin olacağını da bildiğimiz için bütün bu söylenenleri yazdık.

Ey aldatılmış gençler artık kendinize gelin. Daha ne zamana kadar bu sapıkların peşinde koşup duracaksınız? Rasulullah'ın "Fatıma benim bir parçamdır. Onu üzen beni de üzer. Beni üzen de Allah'ı üzer." diye buyurmamış mıydı? Hz. Fatıma gibi muhte­rem bir insana bile dil uzatan bu sapıklarla yarın kıyamette birlik­te olmaktan korkmuyor musunuz? Bunların Salman Rüşdi ve Aziz Nesin'den farkı nedir? Hatta bunlar daha da tehlikelidir? Zira Aziz Nesin hiç olmazsa ateist olduğunu söylüyor.

Bunlar ise İslam adına, Kur'an adına tüm mukaddesat ve maneviyata saldırıyorlar. Bazı aldatılmış saf gençler de muvahittlik adına radikallik adına manevi değerlerinden ödün veriyorlar. Al­lah'ım ne olacak bu halimiz? Bu musibetleri kime şikâyet etmeli­yiz? Kimlerden meded umalım? Artık bu sapıklar Hz. Fatıma'ya bi­le dil uzatıyorlar.

Peygamber'in eşleri hakkında edepsizce laflar ediyorlar. Allah'ım sen İslam'a acı, sen Müslümanlara rahmet et. Artık senden başka bir dayanağımız yok. Sadece sana şikâyette bulunuyor ve senden yardım diliyoruz. Yardım dileyenlerin kim­sesizlerin ve yeryüzünde mustazaf kılınanların yegâne yardımcısı sensin. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.


ÖLÜDEN TALEPTE BULUNMAK

Bilindiği gibi İslami kesin inançlardan biri de ruhun bekası­dır Yani insanın ruhu ölüm hadisesiyle devam bulmamakta belki sadece başka bir aleme göçmektedir. "Bir diyardan bir diyara nak­lediliyorsunuz." diye buyurun Hz. Ali (A) da buna işaret etmekte­dir.

Ama ruhun soyutluğunu ve bekasını inkâr eden materyalistler ölümle artık insan için her şeyin ortadan kalktığına yok olduğuna inanmaktadırlar Birçok rivayette imanlı bir kulun kabre konunca Allah'ın birliğine ve Muhammed'in risaletine şehadette bulunduğu yer almıştır.

Hatta rivayetlerde yer aldığı üzere peygamber, Bedir savaşın­da ölen kâfirleri bir kuyuya doldurduktan sonra onlara hitaben "şimdi rabbinizin sizlere vaat ettiğini gerçek buldunuz mu.'" deyin­ce bazı Müslümanlar "Ya Rasulallah bu ölüler sesinizi duyuyor mu?" demiş Rasululah da "evet onlar sesimi duyuyor, ama cevap veremiyorlar" diye buyurmuştur Ölüler için okunan Kur'an ve dualar ile yapılan hayır ve ihsanların felsefesi de hep bu nefsin bekasıdır. Zira eğer nefis baki değilse o halde bunlar kimin için yapılmaktadır?

Aslında ruhun bekasını ve soyut olduğunu hiç bir Müslüman inkâr edemez. Zira buna delalet eden yüzlerce ayet ve rivayetler vardır. Örneğin Fecir suresinin bir ayetinde ve "hoşnut edilmiş olarak dön artık kullarımın arasına gir, cennetime gir." buyrulmaktadır.

Eğer ruhun bekası olmazsa Allah burada kime hitap etmekte­dir. Dağılıp giden kemiklere mi? toprak olmuş bedene mi?

Ruhun bekası ispat edildiğine göre ölüden talepte bulunmak ve ölülere tevessül etmek de akli açıdan mümkün sayılır. Zira ölü­den talepte bulunmayı reddedenler hakikatte ruhun bekasını inkâr etmektedirler ki bu da İslam'ın temellerini inkâr etmek demek­tir.

Zira İslam inancının temellerinden biri olan ahiret âlemi de ruhun bekası esası üzere kumludur. İslami fırkalar arasında ölüden talepte bulunmayı reddedenler vahhabilerdir. Bizim burada vahhabilerin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye niyetimiz yok. Biz sa­dece bu hususta hakikatlerin ortaya çıkmasını istiyoruz.

Evet, ölüden talepte bulunmayı ve hakikatte nefsin (ruhun) bekasını inkâr edenler vahhabilerdir. Elbette ki vahhabiler de bu ve benzeri hususlarda İbn-i Teymiye'ye dayanmışlardır. Ama son zamanlarda bazı kimselerin de bunu savunması gerçekten de üzü­lecek bir olaydır. Bu hususta "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazarı şöyle diyor; "Hele bir ölüden bir talepte bulunmak şirktir." (s.l81)

Bir başka yerde ise şöyle demektedir: "İnsan sağlığında bile gerçek bu iken ölümünde (ki her şey bitmiştir) artık nasıl ona yar­dımcı olacaksınız veya o sağlığında size yardımcı olmamışsa ölün­ce olabilecektir. Bunu Kur'an'a göre mümkün görebilir miyiz? As­la!" (s. 177)

Kökleri İbn-i Teymiye ile Vahhabiliğin imamı Muhammed b. Abdulvahhab'a dayanan bu sözlere cevap olarak merhum Allame Seyyid Muhammed Hasan-i Kazvini "Vahhabiliğin içyüzü" adlı ki­tapta (s. 48-78) şöyle demektedir:

"Vahhabiler Allah nezdinde bir makamı olan ölülere tevessül etmek ve onlardan bir şey dilemek caiz değildir." diyorlar. Onlar hususta bazen Muhammed b. Abdulvahhab'ın şu sözüne istinad ediyorlar:

"Ölülere tevessül etmek yokluğu hitap etmek gibidir ve akıl açısından kabih ve çirkin bir şeydir. Zira ölü canlıların isteklerine icabet etmekten acizdir."

Bazen da İbn-i Teymiye'nin "Tevessül şirktir." sözüne istinad ediyorlar. İbn-i Teymiye, Minhac-üs Sünne 'kitabının ilk cüzünün 11. sayfasında şöyle yazıyor: "Bizim delilimiz ise şu ayet-i kerime­dir: "Onları çağırsanız çağırışınızı duymazlar, imkan olsa da duysalar cevap veremezler size ve kıyamet gününde de şirk koşmanızı inkar ederler ve hiçbir şey, her şeyden haberdar olan gibi haber veremez sana." (Fatır/14)

Hâlbuki ölümlerinden sonra da olsa insanın ihtiyaçlarının karşılanması ve musibetlerin defedilmesi için peygamber ve evli­yaya (as) tevessül etmesi caizdir. Nitekim onlar hayattayken de kendilerine tevessül ediyorlardı. Bu iş evvela yokluğa hitap etmek değildir ve saniyen şirk değildir.

Ölüden bir şey dilemek yokluğa hitap etmek değildir; zira ölünün de hayatta olduğu gibi derk, şuur ve teveccühü vardır. Belki o hayatta olduğu zamandan daha fazla bu cihetlere sahiptir. Kitap, sünnet ve Müslümanların icması da buna delalet etmekte­dir.

Büyük Şafii âlimlerinden biri olan Gazali "İhya-i Ulum-iddin" kitabında şöyle yazıyor: "Bazı kimseler "Ölüm yokluk de­rnektir" diyorlar. Bu mülhidlerin ve Allah ile ahirete imam olmayan kimselerin görüşüdür, "insanlar uykudadır ve öldüklerinde uyanırlar." hadisi de dediğimiz hakikate işaret etmektedir.

Zira kendisine zahir olan şeylerin ilki kendi iyilik ve kötülükleridir. O zaman insan kendi kötü işlerine bakınca sadece pişmanlık ve hasret duyar"

Vahhabilerin bu inancı eski ve yeni tüm İslam âlimlerinin icma ettiği gibi merdud ve batıldır Ölüm yokluk demek değildir Allah'ın dergâhına yakın olan kimselerin insanın hacetlerini Allah'tan dilemesinde vasıta olmasının ne Kur'an ve ne de sünneti nebevi açısından hiçbir sakıncası yoktur. Belki Kur'an ve sünnet de bunu tasrih etmekte ve doğrulamaktadır.

Bu hususta birçok Kur'an ayeti mevcuttur. Mesela bütün in­sanlar hakkında nazil olan şu ayet gibi: "İşte biz de senin üzerin­deki örtüyü açıp kaldırdık. Artık bugün görüş gücün kesindir." (Kehf/22)

Hakeza şu ayet: "Kendi kitabını oku, bugün nefsin hesap sorucu olarak sana yeter." (İsra/14)

Hakeza şu ayet: "Sabah akşam onların rızıkları orada bulun­maktadır." (Meryem/62)

Hakeza şu ayet: "Şüphe yok ki ebrar olanlar (iyilik sahipleri) elbette nimetler içindedirler." (İnfitar/13)

Hakeza şu ayet: "Allah iman edenleri dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar." (İbrahim/27)

Sahih-i Buhari'de peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "İmanlı bir kul kabre konunca Allah'ın birliğine ve Muhammed'in (saa) risaletine şehadette bulunur." Bu ise şu ayet ile aynı manayı ifade etmektedir:

"Allah iman edenleri dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar." (İbrahim/27)

Bu hususta diğer birçok ayetler de vardır. Günahkârlar ve kâfirler hakkında nazil olan ayetler de bu cümledendir. Mesela şu ayet:

"Ateş sabah akşam ona sunulur. Kıyamet saatinin kopacağı gün ise; Firavun çevresini azabın en şiddetli olanına sokun denecek" (Mümin/46)

Hakeza şu ayet:

"Cennet halkı ateş halkına (şöyle) seslenecekler: 'Bize Rabbimizin vaat ettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de Rabbinizin vaat ettiğini gerçek buldunuz mu? Onlar da "evet" derler." (Araf/44)

Sahih-i Buhari'de de yer aldığı gibi peygamber "Bedir" sava­sından sonra "Bedir" kuyusunun yanına geldi (ki müşriklerden öl­dürülenlerin cesedi oraya atılmıştı) ve müşriklere bu ayeti okuyarak hitapta bulundu. Ashab, "ya Rasulullah, ölüleri mi çağırıyorsun?" dediler. Peygamber buyurdu ki; "Siz onlardan daha fazla du­yuyor değilsiniz. (Onlar da sizin gibi duyuyorlar.) Ama cevap vermiyorlar."

Bu dünyadan göçtükten sonra diğer alemde ebedi ve daimi bir hayatın olduğunu beyan eden ayetlerden biri de şudur:

"Ona her yandan ölüm gelecek oysa ölmeyecek de." (İbra­him/17)

Hakeza şu ayet: "Gerçekten ahiret yurdu ise asıl hayat odur." (Ankebut/64)

Hakeza şu ayet: "Der ki keşke hayatım için (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim." (Fecr/24)

Evet, imansız ve kâfir olan bir insan hakikatlerin ortaya çıktığı ahiret âleminde şöyle diyecektir: "Keşke ben de bu cihanın fani hayatında ahiret yurdundaki ebedi hayatım için bir şeyler gönderebilseydim." işte bu yüzden de "benim hayatım" demektedir. "Dünya hayatı için" demiyor ve bununla da dünya hayatının fani olduğunu ifade etmek istiyor.

Ruh bedenden ayrıldıktan sonraki hayat ve yaşam ahiret âlemine münhasırdır.

Hakk yolunun şehidleri hakkında nazil olan ayetler de bu kabildendir. Mesela şu ayet: "Ve sakın Allah yolunda öldürülen için ölüler demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz." (Bakara/154)

Ve hakeza şu ayet: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır, onlar Rableri katında diridirler rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler.

Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdeler vermektedirler ki, onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir. Onlar Allah'tan bir nimeti, bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allah'ın müminlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler" (Al-i İmran/l69-171)

Allah’ın müminlere hitap ettiği ayetler de bu cümledendir, mesela şu ayet: "Ey mutmain nefis, Rabbine hoşnut edici ve hoş­nut edilmiş olara dön artık kullarımın arasına gir, cennetime gir," (Fecr/27-30)

Eğer insanın nefsi ruh bedenden ayrıldıktan sonra yok olmuş olsaydı insanın nefsine hitap etmek de manasız bir şey olurdu, O halde Allah-u Teâlâ nasıl olur da yok olan bir şeye hitap eder?

Ve hakeza nasıl olur onlarda Allah'a hitap ederek şöyle der­ler: "Sonunda onlardan birine ölüm geldiği zaman der ki: Rabbim beni geri çevir ki, geride bıraktığım salih amellerde bulunayım' (Müminun/99-100)

Ve kabirde de şöyle derler; "Keşke benim kavmim de bir bil­seydi dedi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını." (Yasin/26-27)

Ama bizim sünnet-i nebeviden delillerimize gelince, bu hu­susta sahih ve sünen kitaplarında yer alan babları nakletmek kâfidir.

Mesela "Ölü, canlıların ayak sesini duyuyor.", "Ölü, kabirde konuşuyor." "Ölü, cennet ve cehennemdeki yerini görüyor." Ve “Mezarlığa giderken peygambere, al-i peygambere ve sair iman ehline selam göndermenin keyfiyeti" babları gibi.

Sünen-i Nesai ve "İhya-u Ulum-id Din" kitaplarında yer alan hadiste peygamber şöyle buyurmuştur: Allah'ın yeryüzünde gezen ve ümmetime selam gönderen melekleri vardır."

Ve yine peygamber buyuruyor ki; "Bana çok selam gönderi­niz. Ki selamlarınız bana takdim edilir." Ya Rasulallah nasıl olur da bedeniniz ölümden sonra çürümüşken selamlarımız size tak­dim edilir? Dediler.

Hazret buyurdu; "Allah'ın Resulü diridir ve Allah tarafından rızıklanıyor." Bu hüküm umumi ve geneldir. Zira "izafe" de bunu iktiza etmektedir.

Enbiya ve şehidler ölümden sonra diri olduklarına göre ve uzak veya yakından selam gönderenin selamını da duyduklarına göre kendilerine hitap eden ve onlara tevessül eden kimselerin sesini niye işitmesinler ki?

Üstelik muhaddisler de hazretin şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir; "Benim vefatımdan sonraki bilgim, hayatımdaki bilgim gibidir."

Gazali de İhya-u Ulum-id Din'de hazretin şöyle buyurduğunu nakletmiştir; "Allah halkın sözlerini bara iletmesi için bir meleği görevlendirmiştir."

Hacetlerimizi Allah'tan islemeleri için ölülere tevessül etmek şirk değildir ve ihtiyaçlarımızın karşılanması için dua etsinler diye hayattakilere tevessül etmek gibidir.

O şirk olmadığı gibi bu da şirk değildir. O halde hayattakilere tevessül caiz ise Allah'ın dergâhına yakınlaştırılmış kimselere tevessül etmek de mutlak bir şekilde caizdir ve hiçbir sakıncası da yoktur. Bu mevzuyu iki delille ispat edebiliriz;

Birincisi mukaddes İslam dininde emredilmiş olan yardımlaşmadır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"İyilik ve takva konusunda yardımlaşın." (Maide/2)

Sahih-i Buhari'de yer alan bir hadiste ise Rasulullah şöyle bu­yuruyor: "Zorluk ve meşakkatte olan kimseyi kurtarın ve (sizi yardıma) çağıran bir insana icabet edin."

İkincisi ise şudur ki, kuldan yardım istemek, onları çağırmak ve kabullenmek meselesi Kur'an'da yer almıştır, Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı ondan yardım istedi." (Kasas/15)

Hakeza İsa'nın havarileri de ondan kendileri için gökten bir maide (sofra) göndermesi için Allah'a dua etmesini istediler. Mu­sa'nın kavmi de ondan su çıkarmasını istediler. Yusuf da serbest bırakılan mahkûm arkadaşına şöyle buyurdu: "Efendinin katında beni hatırla." (Yusuf/42)

Musa ve Hızır hakkında da şöyle buyuruyor:

"(Yine) böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya ge­lip onlardan yemek istediler. Fakat (kasaba halkı) onları konukla­maktan kaçındı." (Kehf/77)

O halde Hz. Yusuf'un kâfir birine "Efendinin katında beni ha­tırla" demesi, Musa ve Hızır'ın da halktan kendilerini konuklamalarını istemesi caiz ise bizim Rasulullah'ın kabrinin mukabilinde durup, "Allah'ın katında bizi hatırla" dememiz ve hacetlerimizin kabulü için ona tevessül etmemizin caiz olması daha da evladır.

Acaba İbn-i Teymiye ve taraftarları, Süleyman peygamberin Seba melikesi Belkıs'ın tahtını getirmek için meclisinde hazır bu­lunanlara tevessül ettiğine ve onlardan birinin de "ifrit" (cinni) ol­duğuna inanmıyorlar mı?

Yoksa onlar bunu kabul ediyorlar da Peygamber-i hatem Muhammed'e (saa) ve ümmet için "bab-ı hit­te" (yargılanma kapısı) ve kurtuluş gemisi olan Ehl-i Beyt'e tevessül etmeyi ve o mukaddes zatlardan yardım dilemeyi mi caiz görmüyorlar.

Eğer bu istekler İslam açısından caiz ise ve de şirk kabul edilmiyorsa enbiya ve Allah'ın velilerinin kabri mukabilinde durup onlardan ihtiyaçlarımızı Allah'tan istemelerini talep etmemiz de caizdir ve şirk değildir. Hakeza ihtiyaç sahiplerinin uzaktan onları vesile kılıp hacetlerini Allah'tan dilemeleri de caizdir.

Bu ise aciz ve çaresizlerden bir şey talep etmek demek değil­dir. Zira Allah’u Teâlâ peygamberi hakkında şöyle buyuruyor;

"Oysa intikama kalkışmalarının kendilerini Allah'ın ve Resulünün bol ihsanından zengin kılmasından başka (bir nedeni) yok­tu." (Tevbe/74)

Hakeza buyuruyor ki:

"Eğer onlar Allah'ın ve Resulünün verdiklerine hoşnut olsa­lardı ve bize Allah yeter Allah pek yakında bize fazlından vere­cek, O'nun Resulü de. Biz gerçekten ancak Allah'a rağbet edenleriz deselerdi (ya)"

Ve Hakeza buyuruyor ki:

"Ve (Peygamber) onların ağır yüklerini üzerlerindeki zincirleri indiriyor." (A'raf/157)

Bu ağır yük ve zincirler ise hem dünyevi ve hem de uhrevi yük ve zincirlere şamildir.

6
İSLAM VE İRFAN İSLAM VE İRFAN


Hakeza Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Andolsun size içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden size pek düşkün müminlere de şefkatli ve esirgeyici olan bir peygamber gelmiştir" (Tevbe/128)

Rasulullah'ın iman ehline nispeten şefkatli ve esirgeyici olma­sının gereği ise hazretin şefaati sebebiyle Allah'ın müminlerin ihtiyaç ve hacetini gidermesidir.

Fahr-u Razi bu ayetin tefsirinde şöyle yazıyor: "Yani peygamber daima dünya ve ahirette Allah'ın sizlere hayırlar nasip etmesi hususunda oldukça ısrar etmektedir."

O halde böyle bir makama sahip olan bir peygambere yönelmek ve ona tevessül etmek de caizdir. Ondan yüz çevirip zaten hiçbir zarar ve faydası olmayan kimselere yönelmek büyük bir hata ve yanlışlıktır.

Allah-u Teâlâ enbiya ve bu cümleden İsa (As) hakkında şöyle buyuruyor: "Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur içine üfürürüm o da hemencecik Allah'ın izniyle kuş oluverir.

Ve Allah'ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüyü diriltirim." (Al-i İmran/49)

İbrahim-i Halil (as) hakkında ise şöyle buyuruyor:

"Öyle ise dört kuş tut. Onları kendine alıştır sonra onları (parçalayıp) her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır sana koşarak gelirler." (Bakara/260)

Bütün bunlar enbiyanın mucizeleri ile harikulade işlerine ila­veten tahakkuk etmiştir. Musa (as)'ın asasını taşa vurunca taştan su fışkırması, İsa (as)'ın ölüleri diriltmesi, Rasulullah'ın ayı yarması ve hazretin miraca yükselerek" “Nitekim (ikisi arasındaki uzaklık) iki yay kadar oldu veya daha da yakınlaştı.

" (Necm/9) Makamına nail olması gibi mucizeler hem Kur'an'da ve hem de hadislerde yer almıştır. Bütün Müslümanlar da bunları kabul etmek zorunda­dır.

Enbiyaya mahsus özellikleri zikretmekten hedefimiz onların hayattaki kudret ve güçlerinin belli olması ve buna enbiyanın ber­zah âlemindeki hayatlarının da ilave edilmesiyle maksadımızın da­ha da bir açıklığa kavuşmasıdır.

Bu iki mukaddimeden ise peygamberlerin kadir olduğunu ve ölümden sonra da hayatta oldukları gibi ihtiyaç sahiplerinin İhtiyacına cevap verebilecek güçte olduğunu netice alıyoruz.

O halde onlara sığınmak boş ve batıl bir şey değildir. Hakeza şirk de değildir. Acaba Hz. İsa (as) vesilesiyle hastaların şifa bulması ve ölülerin dirilmesi ile ona tevessül etmek arasında bir far­kın olduğunu kim iddia edebilir?

Hâlbuki ölüm ve hayat ile hasta­lık ve şifa Allah'tandır ve bunu hiç kimse peygamberden bizzat is­tememektedir.

Sahih bir hadiste yer aldığı üzere peygamber gözleri görme­yen birine şöyle dua etmesini öğretmiştir:

"Allah'ım, ben senden ister ve rahmet peygamberi olan nebin (Muhammed) vasıtasıyla sana yönelirim. Ya Muhammed! Ben bu hacetim giderilsin diye senin vasıtanla Rabbime yönelirim. O hal­de Allah'ım, onun benim hakkımdaki bu şefaatini kabul et."

Bu rivayeti Tirmizi de nakletmiştir. Hâkim-i Nişaburi ve İbn-i Mace-i Kazvini ve İmran b. Hasin'den rivayet etmişlerdir. Nitekim Şeyh Süleyman b. Semahan-i Necdi de kendi risalesinde bu hadisi nakletmiştir.

Ama ilginç olanı şudur ki, Süleyman Necdi bu hadisi naklet­tikten sonra, şöyle diyor. "Bu hadis bizim sözümüzün delilidir ki, Allah'tan başkasını çağırmak caiz değildir. Zira peygamber buyu­ruyor ki:

"Allah'ım ben sana yönelirim." Ama ne yazık ki şeyh, ni­da ve tevessüle delâlet eden "Ya Muhammed ben senin vasıtanla Rabbime yönelirim" cümlesinden gaflet etmiştir.

O halde ister canlı ister ölü, Allah'tan başka birine tevessül etmeyi caiz bilmeyenlerin sözü batıldır. Ve de kitap ve sünnete aykırı bir şeydir.

Bu iddiamızın delili ise Sahih-i Buhari'nin "Kuraklık zamanında halkın yağmur istemesi" babı ile "Nübüvvet alametleri" babında Sabit'ten o da Enes b. Malik'ten naklettiği şu rivayettir.

"Peygamber zamanında Medine kuraklığa duçar oldu. Bir gün Rasulullah cuma hutbesini okurken birisi ayağa kalkıp "Ya Rasulallah! İnek ve koyunlarımız helak oldu. Allah'tan iste de bizlere yağmur yağdırsın" dedi. Peygamber de ellerini açarak dua etti."

Bundan da ilginç olanı Şeyh Süleyman-i Necdi'nin şöyle demesidir:

"Tevessül peygambere mahsustur, başkalarına değil." Halbuki Sahih-i Buhari'de de yer aldığı gibi kuraklık baş gösterince Ömer b. Hattab peygamberin amcası Abbas vesilesiyle Allah'tan yağmur taleb ediyor ve diyordu ki, "Allah'ım her defasında kuraklık baş gösterince peygamberler aracılığıyla sana yöneliyorduk ve sen de bizlere yağmur yağdırıyordun.

Bu günde peygamberimizin amca­sı vesilesiyle sana yöneliyoruz ve sen de bizlere yağmur yağdır," Ravi diyor ki, "Böylece yağmur da yağdı."

Allame Kastallani "Mevahib" adlı kitabında naklettiğine göre Ömer, Abbas vesilesiyle Allah'tan yağmur talep ediyor ve şöyle di­yor: "Ey insanlar peygamber oğlun babaya saygı gösterdiği gibi amcası Abbas'a saygı gösterirdi.

Siz de peygamber gibi Abbas'a saygı gösteriniz ve onu Allah ile kendi aranızda vesile kılınız."

Bu rivayete göre sahabe peygamberden başkasına da teves­sül ediyordu. Zira Ehl-i Sünnet'e göre sahabenin ve bu cümleden Ömer'in yaptıkları da hüccettir. Bu hususta peygamberden naklettikleri şu hadise istinat ediyorlar: "Ashabım yıldızlar gibidir. Han­gisine uysanız hidayet bulursunuz."

Acaba bütün bu meselelere teveccüh edildiği takdirde: "Ku­raklık ve susuzluk, zamanında peygambere tevessül edenler şirke düşmüşlerdi." demek doğru mudur?

Veya "Rabbinize dua edin" (A’raf/55) ayeti ile "Allah'la birlikte hiç kimseye dua etmeyin" (Cin/18) ayeti esasınca amel etmemişlerdir." demek doğru olur mu?

Veya "Ömer duada Abbas'a tevessül ettiği için Allah'a şirk koşmuştur" mu diyorlar?

Yoksa Ömer bu vahhabiler kadar da mı İslam ahkâmını bil­miyordu? Acaba Ehl-i Sünnete göre bu söz dinin eminlerine büyük bir iftirada bulunmak değil midir?

Allah'tan başka birini çağırmak şirk olduğu takdirde, çağrılan kimsenin ölü ve canlı olmasının hiçbir farkı olmaz. Eğer "O hayat­tayken kudretli idi." derseniz, o zaman da iman ve küfür mesele­siyle hiçbir ilgisi kalmaz.

Zira âlimlerden hiç birisi akaid kitaplarında, "Kudret sahibi olduğuna inanmak dini inançların bir cüzüdür." dememişlerdir. O halde "hacet sahibi bir insan ölü dahi olsa tevessül ettiği şahsın onun hacetini giderebilecek bir güçte olduğuna inanır da ona te­vessül ederse bu şirk değildir.

Hakeza insan eğer canlı birinin onun hacetini gidermekten aciz olduğuna inanırsa ölü dahi olsa kudret sahibi birine tevessül eder. Bu da şirk değildir, Hiç kimse de bunun şirk olduğun iddia etmemiştir.

Evet, aciz bir insana bilerek tevessül eden bir kimsenin yaptı­ğı iş boş ve beyhude bir iştir, ama şirk değildir.

Zira bunun dışında düşünülecek olursa güçsüzlük, imanın şirke dönüşmesinin veyahut da kudret ve güçlülük, şirkin imana çevrilmesinin amili olacaktır. Ama şirk olan bir amele teşebbüs etmek caiz değildir.

Bir şeyi yapmaya kadir veya onu yerine getirmekten aciz ol­mak amelin mahiyetinde hiçbir rol oynayamaz. Şöyle ki eğer bir ı§ caiz olursa, onu yerine getirmekten aciz olmak onun haram ol­masına ve şirkin mısdaklarından sayılmasına neden olamaz.

Muhammed b. Abdulvahhab şöyle yazıyor: Allah’u Teâlâ kudret sahiplerine kudret vermiştir. Ama seni de o kudretli yaratığını çağırmaktan sakındırmıştır.

Örneğin "Allah ile birlikte hiç kimseye dua etmeyiniz." Yalvarıp yakararak Rabbinize dua edin" (A'raf/55) diye buyurmuştur. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser/2) Ve "O'ndan başka çağırdıklarınız ise bir çekirdeğin zarına bile malik olmazlar." (Fatır/13) ayetleri de buna delalet etmektedir.

Ama güç ve kudret, Allah tarafından olutsa güç ve kudret sahibini çağırmak da aslında Allah'ı çağırmaktır, Allah'tan başkasını çağırmak değildir ki, şirk olsun.

" Buna da şöyle cevap veririz? Böyle olduğu takdirde de insanın kudret sahibi bir şahsın mukabi­linde durup ondan yardım dilemesi ile kabrinin mukabilinde du­rup hacetinin kabulü için onu vasıta kılması arasında hiçbir fark olmasa gerek.

Bu ikisi arasında bir fark gözeten kimse tamamıyla aklın hilafına davranmış olur.

Ama eğer: Bu iş bir çeşit putperestliktir. Müşriklerin taş ve ağaçtan putlar mukabilinde durması ve onlara ibadet etmesi gibi­dir." derlerse, bizim cevabımız ise şudur-.

"O halde canlıların mu­kabilinde durup onlardan yardım istemek de bir nevi putperest­liktir ve Musa, İsa ve Meryem'i kutsayan kimseler ile Allah'ın yeri­ne âlim ve bilginlerine teveccüh eden kimselerin yaptıklarına ben­zemektedir,"

Gerçekten de Vahhabiler niçin hakikati anlamak istemiyorlar?

İbn-i Teymiye enbiya ve salihlerin kabri başında durup onlar­dan hacetlerini dilemenin şirk olduğuna şu ayeti delil getirmekte­dir;

"Allah'tan başka çağırdıklarınız ise bir çekirdeğin incecik zarı­na bile malik olamazlar." (Fatır/13)

Bütün İslam müfessirlerinin de dediği gibi bu ayet putlara ibadetten el çekmeyen müşrik ve kâfirler hakkında nazil olmuştur Onlar, göklerin hâkimiyetinin, taptığı putlara benzediğini zannet' tikleri yıldızlara havale edildiğine inanıyorlardı, Allah’u Teâlâ onları bu ayet ile reddetmiş ve taptığı şeylerin duymayan ve kimsenin hacetini gideremeyen cansızlardan ibaret olduğunu beyan etmiştir. Nerde kaldı ki bu aciz putlar harikulade işler yap­sın.

İşte bu yüzden Allah’u Teâlâ onları müşrik kabul etmiştir.

Zira onlar yaratılış ve tedbirde o cansız cisim ve putların Al­lah'ın şerik ve ortağı olduğuna inanıyorlardı. Peygamberler de on­ları bu işten sakındırdıktan halde onlar bu cansız putlara ibadete devam ettiler. Allah da onlara şöyle buyurdu: "Allah'a ortaklar koşmayın." (Bakara/22) Hakeza şöyle buyuruyor: "Yontmakta ol­duğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" (Saffat/95)

Bu nerede peygamber ve salihleri yaratılış ve evrenin idare ve tedbirinde hiçbir tesiri olmadığına inanan ve onlara ibadet et­menin caiz olmadığı inancında olanlar nerede?

Onlar işte bu inançla enbiya ve evliyanın kabri başında duru­yor ve onlara saygı gösteriyorlar. Onlar vesilesiyle Allah'a dua edi­yor ve ondan yardım istiyorlar. Nitekim bu Kur'an ve hadislerde de yer almış bir hakikattir.

Vahhabilerin şefaat, tevessül ve peygamber ile imamlardan yardım dilemenin haram olduğuna dair ikame ettikleri bir takım delilleri vardır ki aslında hepsi de onların maksat ve inancının hilafınadır:

Örneğin; Allah-u Teâlâ Kur'an'da şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz işin tümü Allah'ındır." (Al-i İmran/154)

Hâlbuki bu onların düşündüğü gibi değildir. Zira tüm işlerin Allah'ın istek, irade ve meşiyetine bağlı olduğu halde enbiya ve Evliyanın dünya ve ahirette şefaat sahibi olduklarına inanmanın hiçbir mahzur ve çelişkisi yoktur.

Üstelik bu şefaat de âlemlerin "Rabbinin izin ve rızası ile gerçekleşecektir. Nitekim İsa (as) da Allah'ın izni ile kuş yaratmakta, ölüleri diriltmekte ve hastalara şifa vermekteydi. O halde muvahhid ve müminler, kudret ve gücün Allah'ın olduğuna inanıyorlar. Güç ve kudret sadece Allah sebebiyledir. Nitekim Allah'u Teâlâ da şöyle buyuruyor:

"Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın, ancak biz onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz."(Hicr/21)

O halde Allah'u Teâlâ her şey için bir sebep yaratmış ve tüm işleri bu malum sebepler esasınca cari kılmaktadır. Aksi takdirde Musa (as) şöyle demezdi: "O benim asamdır, ona dayanmakta onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim. Onda benim için başka yararlar da var." (Taha/18)

Hakeza ailesine de şöyle demezdi: "Durun şüphesiz ben bir ateş gördüm umulur ki size ondan bir kor getiririm ya da ateşin yanında bir yol gösterici bulurum" (Taha/10)

Peygamberler masum oldukları halde Allah'tan başkasından da yardım alıyorlardı. Nitekim Rasulullah hakkında şu ayet nazil olmuştur:

"Ey Peygamber sana Allah ve seni izleyen müminler yeter." (Enfal/64)

İbn-i Teymiye diyor ki: "Seni izleyen müminler" cümlesi "sa­na yeter" cümlesine atfedilmiştir. O halde ayetin manası şudur.

"Ey peygamber sana ve seni izleyen müminlere Allah yeter."

Hâlbuki bu, ayetin zahiri ve nahiv kanunlarıyla çelişmektedir. Zira nahiv kaidesi gereğince mecrur olan bir zamire atfetmek, "Cer veren" yani muz'af tekrar edilmez ve "hasbu" kelimesi ol­mazsa caizdir. (Hâlbuki ayette muz'af "hasbu" kelimesidir, müt.)

O halde ayetin zahirine göre de peygamber, Allah ve mü­minlerden yardım almıştır.

Nitekim İsa (as) da kendi havarilerinden yardım istemiş ve şöyle demiştir: "Allah için bana yardım edecekler kimdir?" Hakeza Lut (as) da şöyle buyurmuştur: "Size yetecek gücüm olsaydı veya sağlam bir yerde sığınabilseydim." (Hud/80)

Nitekim Allah-u Teâlâ bile iki din davetçisini üçüncüsü ile takviye etmiştir:

"Hani biz onlara iki (elçi) göndermiştik fakat onlar ikisini ya­lanlamışlardı. Biz de (iki elçiye) bir üçüncüyle güçlendirdik." (Ya­sin/14)

Biz gerçekten de bilmiyoruz, vahhabiler bütün bu Kur'an ayetlerine rağmen nasıl olur da Allah'tan başkasından yardım dile­meyi şirk kabul ediyorlar. Hâlbuki Allah-u Teâlâ o kadar güçlü ve kudretli olmasına rağmen kullarından yardım istemiştir:

"Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder." (Muhammed/7)

Hakeza şöyle buyuruyor:

"İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler işte gerçek mümin olanlar bunlardır" (Enfal/74)

Vahhabi olan Hintli bir âlim şöyle diyor: Kullardan yardım is­temek "sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz" ayeti ile çelişmektedir."

Ona verecek cevabımız ise şudur: Evvelen: Ayetteki yardım­dan maksat ibadet ve hidayet hususunda yardım istemektir Nite­kim "Sana ibadet ederiz" ve "bizleri doğru yola ilet" ayetleri de buna delalet etmektedir. Adeta namaz kılan insan şöyle demekte­dir: "Allah'ım ben sana ibadet etmek için huzuruna geldim ve sen­den onu eda etmek için yardım diliyorum."

Ama eğer "Ayetin zahiri umumu ifade etmektedir. O halde ayetin manası şudur: Allah'ım ben tüm işlerimde senden yardım dilerim ve senden başkasından yardım dilemem." diye bizlere itiraz edilecek olursa şöyle cevap veririz:

Gerçi Allah'a böyle bir şekilde tevekkül ve tevessül etmeli çok büyük ve kâmil bir derecedir. Nitekim Allah-u Teâlâ da şöyle buyuruyor: Her kim Allah'a tevekkül ederse o kendisine yeter." (Talak/3)

Hakeza şöyle buyurmaktadır:

"Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki Allah bana yeter ve ben O'na tevekkül ederim."

Ama biz bu derecedeki bir tevekkülün farz olup olmadığını söylemek istiyoruz. Zahire bakılırsa akıl açsından da bunun farz olmadığına hükmetmek gerekir.

Zira biz gerçek müdebbir ve idarecinin Allah olduğuna inanı­yoruz. Allah'tan başkasına inanmak ise sebeplere teveccüh babındandır. Biz sebep ve vesilelerin tabii etkenler olduğuna inanıyo­ruz. Allah-u Teâlâ bu yüzden peygamberine şöyle buyuruyor:

"Attığın zaman da sen atmadın, ama Allah attı." (Enfal/17)

Hakeza bu tevekkül derecesi şer'i açıdan da farz değildir. Ak­si takdirde peygamberlerin de şirk koşmuş olmaları lazım gelir. Zi­ra onlar da Allah'tan başkasından yardım istemişlerdir. Hakeza Al­lah'ın da bu ayette şirki emretmiş olması lazım gelir:

"İyilik ve takva üzere yardımlasın"

Saniyen: Bu takdirde ister canlı ister ölü Allah'tan başka hiç kimseden yardım dilemek caiz değildir. Dolayısıyla Muhammed b. Abdulvahhab'ın bu hususta kail olduğu tafsil de doğru değildir. Meşhur fakihimiz Cafer Necefi (Kâşif-ul Gıta) kula tevessül etme­nin caiz olduğunu beyan ederek şöyle demektedir:

"Kıyamet gü­nünde insanlar Âdem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa'ya (as) yönele­ceklerdir. Ama hepsi de mazur olduklarını ifade edeceklerdir. Sonunda peygambere yöneleceklerdir, işte bu da Allah'tan başkasına teveccüh ve tevessül etmenin caiz olduğuna delalet etmektedir.

Muhammed b. Abdulvahhab ise meşhur şeyhimize reddiye olarak yazdığı risalede şöyle diyor: "Bizim cevabımız şudur ki, biz kudreti dâhilinde olan bir şeyi herhangi bir kuldan istemeyi inkâr etmiyoruz; zira mesela insan savaşlarda ve benzeri yerlerde kud­ret sahibi dostlarından yardım diliyor.

Biz sadece evliyanın kabir­leri mukabilinde durup onlardan yardım dilemeyi reddediyoruz. Zira Allah'tan başka hiç kimsenin onlar üstünde bir kudreti yok­tur."

Ama biz Muhammed b. Abdulvahhab'a soruyoruz ki: Niçin il­kini itiraf ediyor, ikincisini ise reddediyorsun. Gerçekten de delil bu ikisi arasında bir farkın olmasına müsait değildir.

Zira eğer senin inkârının menşei ölülerin aciz olması ve diri­lerin ise kudretli olması ise o halde aciz olan diriye tevessül et­mek de caiz olmaz. Ama insanlardan istemenin Allah'tan istemek­le çeliştiğini iddia ediyorsan o zaman kudret sahibi olan canlı bi­rinden de yardım istemenin caiz olmadığım kabullenmek zorun­dasın.

O halde Muhammed b. Abdulvahhab'ın "Biz kullardan kud­reti dâhilinde olan şeyleri istemeyi inkâr etmiyoruz." demesi bü­yük bir çelişkidir. Zira bu mana ile asla uyuşmamaktadır. Muham­med b. Abdulvahhab'ın ne dediği hiç belli midir?

Evet, o başka bir yerde diyor ki: "Kuldan bir şey istemek ve Onu çağırmak bir nevi ibadet ve şirktir." Bir yerde de şöyle diyor: Ölüleri çağırmak boş ve faydasız bir iştir."

Eğer boş ve faydasız bir iş ise niçin şirk olsun ki? Boş ve fay­dasız her iş şirk midir? Eğer şirk ise niçin bu tafsil ve farka kail olup canlı olursa ona tevessül etmenin sakıncası yoktur, ama ölü olursa şirktir diyorsun?

Muhammed b. Abdulvahhab, Şeyh Cafer'in sözünü derk etmemiş ve bu yüzden bu kadar boş ve yersiz laflar etmiştir.

Bundan da ilginç olanı şu ki Muhammed b. Abdulvahhab kendi risalesinde şöyle yazıyor:

"Kıyamette peygamberlerden yardım dilemek şu manayadır Onlar Allah'tan bir an önce insanların hesabını görmesini isteye­cekler ki, cennet ehli kimseler kıyametin rahatsızlık ve vahşetin­den emanda kalsınlar."

Biz de onun bu sözünü sened olarak kabul ediyor ve diyoruz ki: Senin de dediğin gibi peygamberlerden yardım istemek hacet sahibi kimselerin zorluk ve rahatsızlıktan kurtulmasını sağlaması hususundadır. Zira peygamberlerin duası kabul olur. Bu da bizim peygamberlerin duasını etkili bilmemiz demek değil midir?

Bundan da ilginç olanı "Keşf-uş Şübehat" adlı kitabında şöyle demesidir: "Sahabe peygamber hayatta iken o hazretten yardım talebinde bulunuyorlardı. Ama vefatından sora hiç kimse onun kabri başına gidip de kendisinden bir şey istemiyorlardı.

Belki Ehl-i Sünnet âlimleri peygamberin kabri kenarında Allah'tan bir şey istemeyi yersiz görüyorlardı. Nerde kaldı ki onun bizzat ken­disini çağırsın ve ondan yardım istesinler!"

Bizim Muhammed b. Abdullah'a verdiğimiz cevap ise şudur: Sahabe ve tabiiler ne hayatında ve ne de ölümünden sonra pey­gambere tevessül etmeyi inkâr etmiyorlardı.

Belki hepsi de zor anlarda o hazrete tevessül ediyorlardı. Bu inanç, peygambere tevessül etmeyi şirk bilen bu sebeple Müslümanların kanını dökmeyi, mallarını yağmalamayı Kur'an, sünnet ve sahabenin gidişatına aykırı bir şekilde helal kılan Vahhabile'' dışmda tüm Müslümanların inancıdır.

Delilimiz ise Beyhaki ve İbn-i Ebi Şeybe'nin sahih isnat ile rivayet ettiği ve Ahmed zeyni Dehlan'ın ise "Hülaset-ül Kelam" adlı kitabında naklettiği şu rivayettir: "Ömer'in hilafeti zamanında halk büyük bir kuraklığa duçar oldu. Bilal b. Haris, peygamberin Kabrinin başına gelerek şöyle dedi:

Ya Rasulallah, Allah'tan üm­metin için yağmur yağmasını iste ki hepsi neredeyse helak ola­cak." Geceleyin Rasulullah'ı (saa) rüyada gördü. Hazret ona şöyle buyurdu; "Yağmur yağacak."

Biz rüya ile istidlalde bulunmak istemiyoruz. Zira rüya şer’i hükmü ispat edici değildir. Belki biz sahabeden olan Bilal'in dav­ranışı ile istidlalde bulunuyoruz.

Zira onun peygamberin kabri ba­şına gelmesi, hazrete hitap etmesi onun mukaddes vücudu sebe­biyle yağmur istemesi Allah'ın nebi ve velilerine tevessül etmenin caiz olduğunun ve şirk sayılmadığının en büyük bir delilidir. Zey­ni Dehlan "Hülaset-ül Kelam" adlı kitabında Taberani ve Beyhaki'den şöyle rivayet etmektedir:

"Osman'ın hilafeti zamanında birisi onun yanına gelip gidi­yordu. Ama Osman asla ona teveccüh etmiyor ve hacetini gidermiyordu. Bu muhtaç şahıs halifeyi Osman b. Hanife şikâyet etti.

Osman b. Hanif ona şöyle dedi: "Git abdest al sonra camiye gel ve namaz kıl. Sonra da: Allah'ım bir rahmet peygamberi olan Ne­bimiz Muhammed (saa) vasıtasıyla senden diler ve sana yöneli­rim. Ya Muhammed (saa) ben hacetim giderilsin diye senin vası­tanla rabbine yönelirim, diye dua et ve daha sonra da hacetini söyle."

Hacet sahibi de gitti ve denileni yaptı sonra da Osman'ın evine gitti ve kapısını çaldı. Kapıcı geldi onun elinden tutarak Osman'ın yanına götürdü ve onun yanına oturttu.

Halife "Hacetini iste” dedi. Hacet sahibi de hacetini arz edince Osman onun hacetini giderdi."

Yine mezkûr kitapta Beyhaki'nin "Delail-ün Nübüvvet" adlı kitabında yer alan (ki Hafız-i Zehebi bu kitap hakkında "sizlere Delalil-un Nübüvvet" kitabını tavsiye ediyorum ki bütünüyle nur ve hidayettir." demiştir) isnadı sahih bir rivayeti nakletmiştik "Ömer-i Hattab peygamberin şöyle buyurduğunu naklediyor: Hz. Âdem hata işlediğinde (terk-i evla) şöyle dedi: "Allah'ım Muhammed'in hakkı için beni bağışlamanı diliyorum." Ahmet Zeyni Deylan diyor ki: Hakim-i Nişaburi de bu hadisi nakletmiş ve Taberani de bu hadisi sahih olarak kabul etmiştir."

Malik b. Enes Abbasi halifesi Mansur ile konuşurken de te­vessüle işaret etmiştir. Tarihçilerin yazdığına göre Mansur hacca giderken Rasulullah'ın kabrini ziyaret etti.

Peygamberin mescidin­de bulunan Malik b. Enes'e 'Kıbleye doğru mu durayım ve dua edeyim, yoksa peygamberin kabrine mi?" diye sorunca Malik ona şöyle dedi: "Rasulullah'a yönel; zira hazret hem senin ve hem de baban Hz. Âdem için Allah'a yönelme vesilesidir.

Peygambere doğru yönel ve onu şefaatçi kıl ki Allah indinde sana şefaat etsin, Nitekim Allah-u Teâlâ da şöyle buyuruyor: "Onlar sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve peygamber de onlar için bağışla­ma dileseydi elbette Allah'ı tövbeleri kabul eden esirgeyen olarak bulurlardı." (Nisa/64)

Rasulullah'ın vefatından sonra da ona tevessülün caiz oldu­ğunu ispatlayan nakli delillerden biri de Ahmed Zeyni Dehlan'ın "Hülaset-ül Kelam" adlı kitabında Semhudi'den onun da Darimi'nin "Sünen-i Nebeviye" adlı kitabından ve onun da Ebul Cev­za'dan naklettiği şu rivayettir: "Medine halkı büyük bir kuraklığa müptela olmuştu. Gelip durumu Aişe'ye şikayet ettiler.

Aişe onlara dedi ki: Peygamberin kabrine yönelin ve ona öyle bir şekilde te­vessül edin ki onunla gökler arasında hiçbir engel olmasın." Onlar da Aişe'nin dediğini yaptılar ve sonunda o kadar yağmur yağdı ki otlar yeşerdi."

Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi Peygamber'e (saa) tevessül etmek, hazreti şefaatçi kılmak ve onun vücudunun bereketi ve makamı vesilesiyle Allah'tan hacetini dilemek önceki peygamber -ve salihlerin de yaptığı ve amel ettiği bir şeydi.

Ama Vahhabi- bütün bunların hilafına şöyle diyor; "Ölülere ve aramızda olmayanlara hitap etmek şeriatın caiz bilmediği bir şeydir." Onların bu doğru olmayan sözleri nereden çıkardığını gerçekten de bile­miyoruz. Zira mukaddes şeriatımız bunun hilafına hükmetmekte­dir.

Bu hakikati anlamak ve derk etmek için kabirleri ziyaret et­mek ve ölülere hitap etmek hakkında varid olan hadis ve rivayet­lere- müracaat etmek yeterlidir. Mesela mezarlığa girerken "Selam olsun sizlere ey bu diyarın mümin ehli" diyoruz. Nitekim ölüye telkin eden şahıs da ona hitap ederek şöyle demektedir: Ey Al­lah'ın kulu, acaba sen aramızdayken şehadette bulunduğun gibi Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna yine de şehadette bulunuyor musun?

Sahih-i Buhari ve ehl-i Sünnet'in diğer muteber kitaplarında da yer aldığı gibi peygamber Bedir savaşında öldürülen Kureyş kâfirlerini Bedir kuyularına doldurmalarını emretti. Sonrada onlara (ölülerine) hitap ederek şöyle dedi: "Acaba yaptıklarınızın ce­zasını buldunuz mu?" sonra da şöyle buyurdu: "Onlar da duyu­yorlar ama cevap veremiyorlar."

Kureyş kâfirleri dahi öldükten sonra hayattakilerin sesini du­yuyorsa nasıl olur da Allah'ın tüm kullarının sesini işiten, onlara cevap veren, selam verene icabet eden Peygamber-i Ekrem (saa) hakkında "peygamber öldükten sonra duymuyor ve cevap veremiyor" diyebiliyorlar?

O halde onlara hitap etmemiz, kabirleri mukabilinde durup onlara tevessül ederek hacetlerimizi dilememiz de caizdir. Bunlar şirk değildir. Ama Vahhabiler "Bunlar şirktir" diyorlar. Bazı saf Müslümanları sapıtmak ve peygamberin bereketiyle cennete girmelerine, günahlarının bağışlanmasına ve dünyevi-uhrevi belalardan kurtulmalarına engel olmak istiyorlar.

Vahabilere sormak gerekir; Niçin öncekileriniz peygamberin kabri kenarında Allah ile raz-u niyaz etmeyi caiz biliyorlardı? Zira hazretin kabri ve etrafı Allah ve Resulünün haremi, vahyin nüzül mahalli ve meleklerin gidip geldiği bir mekândır. Şüphesiz böyle bir yerde dua etmek daha faziletlidir.

Hac menasiki kitaplarının "peygamberi ziyaret babında" İslam âlimleri şöyle yazmışlardır: Ziyaret edenlerin peygamberin kabri yanında dua etmeleri Allah'ı çağırmaları hacetlerinin giderilmesini ve günahlarının yargılanması için Allah'a yönelmesi ve-"Onlar sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve peygamber de onlar için bağışlama dikseydi elbette Allah'ı tövbeleri kabul eden esirgeyen olarak bulurlardı." (Nisa/64) demesi müstehaptır.

O halde onlara sormak gerekir: Peygamberin şahsında şefaat dilemenin caiz olmadığına ve "Ya Rasulallah, senden şefaat diliyorum" demenin şirk olduğuna dair ne gibi delilleriniz var?

Eğer şâriden bu hususta sarih deliller nakledilmemiş" derseniz biz de şöyle deriz: "O halde Rasulullah'a belki Ehl-i Beyte ve hatta Abbas'a bile tevessül etmenin meşru olduğuna dair önceden zikrettiğimiz deliller bu hususta yeterlidir."

Ama vahhabilerin peygambere hitap etmenin ve ondan şefaat dilemenin caiz olmadığına dair delilleri bu amelin şirk olduğu ise (ki bazı Necd âlimleri risalelerinde e İbn-i Teymiye de "Fürkan" adlı kitabında bunu iddia etmiştir.) onlara şu cevabı veririz:

"Peygamberi çağırmak ve ondan şefaat dilemek şirk ise bunun o hazretin vefatından sonraya münhasır olmasının hiçbir anlamı yoktur. Belki hayattayken de aynı hükmü taşıması gerekir. Zira size göre her iş Allah'ın elindedir ve O'ndan başkasını çağırarak hiçbir netice alamazlar. Hâlbuki bu doğru değildir.

Zira peygamberi çağırmak ve ondan yardım istemek hakikatte Allah'ı çağırmak ve O'ndan peygamberi vesilesiyle yardım dilemektir.

Eğer Vahhabiler "İslam dini Hakk'ın zatından başkasını çağırmayı caiz bilmiyor" derlerse onlara şöyle cevap veririz: İslam dini Allah'tan başkasına ibadet etmeyi ve O'na şirk koşmayı caiz bilmi­yor

Eğer hayattayken peygambere tevessül etmek caiz ise vefa­tından sonra da caizdir. Nitekim Muhammed b. Abdulvahhab da peygambere hayattayken tevessül etmeyi caiz bilmektedir.

Bunu kabul etmek ise iki şeyi gerektirir: Ya peygamberi çağırmak Al­lah'ı çağırmak demektir; ya da kulu çağırmak ona ibadet etmek manasına değildir. Zira bu çağırış ibadet, huzu, nubud karşısında durma ve yakarma gibi bazı özellik ve sıfatlara sahip değildir. Dua ise bu özelliklere sahip olduğu takdirde ibadet sayılır.

Şüphesiz ki peygamber ve evliya-i ilahiyi şefaatçi kılmak, on­lara tevessül etmek ve Allah'tan onlar vesilesiyle yardım istemek müminlerin kalbine huzur vermektedir. Onlar da kendi hacet ve ihtiyaçlarının onların şefaat bereketi ve aracılığı sebebiyle gideril­diğine inanıyorlar. Öyle ki eğer insanın ehliyeti olursa dünya ve ahiret belalarını böylece kendisinden uzaklaştırdığım hissetmekte­dir.

Vahhabiler diyorlar ki: "Dua ibadetin özüdür. Allah'tan başka­sına ibadet etmek ise caiz değildir. Zira Allah'tan başkasına ibadet etmek şirktir."


Bunun cevabı da şudur:

Biz tüm duaların ibadet olduğunu kabul etmiyoruz. Nerde kaldı ki İbadetlerin özü olsun. "Dua" çağırmak manasına gelen “davet" ten türemiştir. Nitekim şu ayette de aynı manayı ifade etmiştir: ,

"Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı kendimizi ve kendinizi çağıralım." (Al-i İmran/6l)

Hakeza şu ayette:

"Sonra da onları çağırsan koşarak gelirler." (Bakara/260)

Hakeza şu ayette:

"Peygamberin çağırmasını, kendi aranızda bir kısmınızın çağırması gibi sanmayın."

Ve de şu ayette:

"Ey iman edenler size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı za­man Allah'a ve Resulüne icabet edin." (Enfal/24)

"Dua" bu ayetlerde çağırmak ve seslenmek manasınadır. El­bette ki her seslenme ve çağırma da dua değildir. Hakeza her dua da ibadet değildir. Belki Allah'ı dahi sırf çağırmak ve mukaddes zatına hitap etmek de ibadet değildir. Evet, dua ibadet vasıflarını haiz olduğu zaman ibadet sayılır. Yani Allah'ın huzurunda huzu ve tevazu göstermek ve âlemlerin mabudu olan Allah'ın birlik ve vahdaniyetini ikrar etmek ile olursa ibadet sayılır.

Bu mana nerede, kendisine şefaat etme izni verilen Allah'ın dergâhında bir makam ve yakınlığı bulunan ve de müstecap duası olan masum imamlar ve peygamberi çağırmak nerede?

Nitekim bu hususta daha önce de Bilal ile Osman b. Hanif in rivayetini ve gözleri görmeyen şahsın duasında "Ya Muhammed, ben senin vesilenle Allah'a yönelir teveccüh ederim" ibaresinin yer aldığını ifade etmiştik.

Eğer vahhabiler "kulun duası ibadettir. Zira Allah'a karşı bir çeşit huzu ve tevazu ile iç içedir." derlerse biz de şöyle cevap ve­ririz: "Evvelen: Eğer mesela dediğiniz gibi olursa canlılardan yar­dım istemek de şirk sayılır.

Saniyen: Biz salt enbiya ve evliyadan bir şey dilemenin ibadet vasıflarına sahip olduğunu kabul etmiyoruz. Bu, İsa ve Musa'yı ilah bilen ifrat ehli kimselerin görüşüdür.

Salisen: Mutlak huzu ve tevazünün ibadetin gereği olduğunu da kabul etmiyoruz. Elbette mabud karşısında oldu mu ibadet sayılır. Nitekim Bazzat Allah-u Teala evladın valideynine huzu ve tevazu göstermesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanadını ger." (İsra/24)

Fahr-u Razi "Rabbin ondan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle davranmayı emretti." (İsra/23) ayetinin tefsi­rinde şöyle diyor: Allah-u Teâlâ ilk önce tevhid, birlik ve kendisi­ne itaati emretmiştir ve sonra da valideyne iyilik etmeyi emretmiş­tir. Bu da anne-babaya itaati büyükseme ve azametli saymak için­dir.

Rabian: Muhammed b. Abdullah ve takipçileri Allah'tan baş­kasına itaati caiz görmüyorlar ve şirk olarak kabul ediyorlar.

Abdulvahhab "Keşf-uş Şübehat" adlı kitabında şöyle diyor:

"Eğer gece-gündüz korku veya tamah sebebiyle bir hacetinde Allah'ı çağırır ve sonra da peygamber'e veya evliyadan birine de seslenecek olursan Allah'a ibadette başkasını ortak koşmuş olur­sun. Zira böyle olunca başkasına da tamah göstermiş olursun.

Ona da cevap olarak şöyle demek gerekir:

1. Eğer ibadetten maksat imtisal ve itaat ise kendi eşine itaat eden kadın ile efendisine ram olan kölenin de müşrik olması ge­rekir. Zira bunların da eşine veya mevlasına itaat etmesi farzdır, İslam’da kölenin itaatinden daha büyük bir imtisal ve itaat var mı­dır? Öyle ki Allah-u Teâlâ da onların efendileri karşısında her çeşit Kudret ve ihtiyarını selbetmiş ve "Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen Ve başkasının mülkünde olan kimseyi (köleyi) örnek olarak gös­terdi." (Nahl/75) diye buyurmuştur.

O halde Allah kullarına bu itaati emrettiği için ibadette kendi­ne ortak seçmiştir." diye itiraz edebilir miyiz?

2. Eğer ibadetten maksat itaat ise o zaman da Abdulvahhab'a şöyle sormak gerekir. Böyle bir itaat Allah'tan başkası için de caiz midir? Eğer "Yok" derse Allah'ın şu sözünü iptal etmiş olur: "Al­lah'a, Resulüne ve sizden olan idarecilere itaat edin." Eğer "evet" derse Allah'ın kuluna ibadet etmiş ve Allah'ın sakındırmış olduğu bir şeye irtikâp etmiş olur.

Eğer vahhabiler "Allah ve bizden olan idarecilere itaat Allah'a itaattir." derse o zaman da şöyle deriz; Bunun sebebi nedir? Acaba bunu kul mu demiş yoksa Allah mı emretmiş? Eğer kulun dediğini söylerse salihlere ibadet etmeyi kabul etmiş olur. Ama eğer Allah emretmiş Allah'ın izin ve rızasıyla bu işi yapıyoruz derlerse, o za­man da şöyle deriz; "Enbiyanın şefaat etmesi ve onların Allah'a ulaşmak için birer vesile olması da Allah'ın emriyledir."

O halde şefaat etmek ve enbiyâ ve evliyaya tevessül etmek insanın Allah'tan hacetini dilemede ilahi dergâhın mukarreb kulu­nun şefaati sebebiyle güç ve yardım alması demektir!

Tevessülün bir boyutu da şefaat meselesidir. Şefaat meselesi Sünni-Şii tüm Müslümanların kabul ettiği bir inançtır. Ama Vahha­biler diyor ki; "Enbiya ve evliyanın şefaat etmesinin dünyada hiç­bir eseri yoktur. Onların sadece ahirette şefaat etmesi kesindir. Bu yüzden Allah'ın kulları kendisiyle Allah arasında bazılarını vasıta karar kılar ve onlardan Allah indinde kendisine şefaat etmesini is­terse bu şirk ve Allah'tan başkasına ibadet demektir.

O halde insan duasında direkt Allah'a teveccüh etmeli ve şöyle demelidir; "Allah'ım beni Muhammed'in şefaatine nail ola­caklardan karar kıl" O halde Müslüman’ın "Ya Muhammed bana Allah indinde şefaatte bulun" demesi caiz değildir.

Onların bu husustaki delilleri de şu ayet-i kerimedir;

"Ve şüphe yok ki secde edilen yerler Allah'a aittir. Artık orda Allah'la beraber hiç kimseyi çağırmayın." (Cinn/18)

Hakeza şu ayet-i şerife:

"Kimdir izni olmadıkça onun yanında şefaate kalkışacak" (Bakara/255)

Hakeza şu ayet-i şerife:

"Allah rızasına mazhar olandan başkasına şefaat de edemez­ler." (Enbiya/28)

Hakeza şu ayet-i şerife:

"Rahmandan ahd almış olanlardan başkaları şefaat de edemez." (Meryem/87)

Muhammed b Abdulvahhab "Keşfuş Şübehat" kitabında şöy­le demektedir: Eğer birisi" şefaat peygambere ihsan edilmiştir. Do­layısıyla Allah ihsan ettiği için sen de peygamberden şefaat dile" derse cevap olarak şöyle deriz: Şefaati Allah peygambere ihsan et­miştir. Allah-u Teâlâ seni O'ndan başkasını çağırmaktan da men etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Allah'la beraber hiç kimseyi çağırmayın." (Cinn/18)

Bundan da öte Allah şefaati peygamberden başkalarına da vermiştir. Dolayısıyla melekler de şefaat ederler demek de caizdir. Acaba sen Allah'ın onlara da şefaat verdiğine ve onlardan da şefa­at dilemek gerektiğine inanıyor musun? Eğer böyle bir inancın var ise Allah'tan gayrisine tapmış ve ibadet etmiş sayılırsın."

Ama biz diyoruz ki: "Peygamber, seçkin müminler ve meleklerr de Allah'ın kullarına şefaatte bulunabilir. Bu yüzden onlar vası­lı ile Allah'tan bir hacet dilemek de caizdir. Nitekim kitap ve sünnet de bunu teyid etmektedir.

Delilimiz olan ayet-i şerife ise şudur:

"Onlar da nefislerine zulmettikleri vakit sana gelerek Allah', kendilerini yargılamasını isteselerdi, peygamber de onların yargılanmalarını dileseydi elbette Allah'ın tövbeleri kabul edici, rahim olduğunu görür anlarlardı." (Nisa/64)

Bize göre bu ayeti şerife esasınca eğer günahkâr kimseler peygamberin yanına gelerek Allah indinde tövbe etmek için onu vesile kılar ve peygamber onlar için yargılanma dileyecek olursa Allah da onların tövbesini kabul eder.

Eğer peygamberi şefaatçi karar kılmak şirk olsaydı, rahim olan Allah onların tövbesini kabul etmezdi. Zira Allah kendisine şirk koşanları asla bağışlamaz." (Nisa/47)

Fahr-u Razi Tefsir-i Kebir'de mezkûr ayetin tefsirinde şöyle diyor: Eğer günahkârlar kendilerine zulmettiklerinde, Allah'tan başkası huzurunda huşu ve teslimiyet için girdiklerinde ve pey­gamberin emrine itaat etmediklerinde hemen tövbe ederler, piş­man olurlar, yargılanma dilerler ve peygamber de onlar için Al­lah'tan yargılanma diler yani Allah'tan tövbe ettikleri için onlan bağışlamışını isterse Allah da onları bağışlar ve yargılar."

Fahr-u Razi "Hitap makamından gayb makamına geçmenin faydası" hakkında bahsederken şöyle yazıyor; "Onlar için yargılan­ma diledin" yerine "peygamber onlar için yargılanma diledi" de­mesinin sebebi peygamberi teclil ve tazim etmektir. Yani günahkârlar peygamberin huzurunu geldiğinde hakikatte, Allah'ın, risaleti sebebiyle kendisine özel bir imtiyaz verdiği, vahyi ile muhatap kıldığı ve kendisiyle kullan arasında elçi kıldığı bir zatın nezdine gelmektedirler. Dolayısıyla böyle bir şahsın şefaat ve vasıtalığı^' Allah-u Teâlâ asla reddetmez."

Fahr-u Razi'nin "Peygamber Allah'ın, kullan arasındaki elçisidir." sözü imamiye Şiilerinin ve diğer Müslüman fırkaların peygamber için mutlak şefaat unvanıyla ispat ettikleri vesatet ve aracılığın aynısıdır.

Biz diyoruz ki: Hitaptan gayb makamına geçmenin nüktelerinden biri de şefi ve vasıtanın isteği üzere olan Allah'ın bağışlaması ile bu büyük makamın peygamberin şahsına münhasır bir şey olmamasıdır. Belki bu makam Allah'ın tüm elçilerinde ve Al­lah indinde mukarreb olan kimseler için de söz konusudur. Yani şefaat dileme liyakati olan herkesin bu makamı vardır Bu iddianın şahidi ise Kur'an'ın Yakub'un oğullarının dilinden naklettiği şu mevzui cümledir;

"Babamız dediler, suçlarımızın yargılanmasını dile, gerçekten­de yanlış bir harekette bulunduk biz." (Yusuf/97)

Yakub ise şöyle dedi:

"Rabbimden yargılanmanızı dileyeceğim dedi. Şüphe yok ki O, suçlan örter rahimdir." (Yusuf/98).

Bu cümle sarih bir şekilde Yakub'un oğullarının babasına te­vessül ederek babalarından, Allah'tan kendileri için yargılanma di­lemesini ve böylece ahiretten önce dünyada da ilahi rahmete mazhar olmak istediklerini beyan ediyor.

Hakeza peygambere müminler için istiğfar etmeyi emreden şu ayet-i kerime de bu iddianın en açık şahididir. Nitekim şöyle buyuruyor-. "Ve kendi suçun ve inanan erkeklerle kadınların suç­ları için yargılanma dile ve Allah, sizin dönüp dolaştığınız yeri de size yurt olacak yeri de bilmektedir." (Muhammed/19)

Hakeza şöyle buyuruyor;

"Şüphe yok ki senin duan, onlara bir sükûn, bir huzur verir ve Allah her şeyi duyar, bilir." (Tevbe/103)

Allah tarafından böyle bir şeyin emredilmesinin peygamberin şefi ve şefaatçi kılınmasının caiz olduğunu gerektirdiği açık bir peydir. Zira Allah asla şirk ve küfrü emretmez. Nitekim şöyle bu­yuruyor: "Artık siz Müslüman olduktan sonra küfrü emreder mi size?" (Al-i İmran/80)

Muhammed b. Abdulvahhab-i Necdi'nin "Allah peygambere şefaat ihsan etmiş, ama seni de ondan şefaat dilemekten men etmiştir." demesi boş bir düşünce ve hayalden başka bir şey değildir.

Zira onun bu sözü şöyle demeye benzer: "Allah-u Teâlâ kıyamet gününde kevser havuzundan insanlara su verme makamını peygambere ihsan etmiştir. Ama insanları da peygamberin yanına gitmekten ve ondan su istemekten sakındırmıştır." Veya şöyle demeye benzer: "Allah-u Teâlâ hacılara su verme makamını pey­gamberin amcası Abbas'a vermişti. Ama insanları onun yanına git­mekten sakındırdı ve nehyetti." Acaba bu sözün bir manası olabi­lir mi? Acaba bu akılsızlık, sefıhlik ve beyhude bir şey değil midir?

Üstelik başkasına iyi şefaatte bulunan kimsenin de ondan (şefaatten) nasibi vardır.

"Kim iyi şefaatte bulunursa o şefaatten payı var." (Nisa/85)

Bu ayet de müminlerden bazısının diğer bazıları hakkında şe­faatte bulunacağına delalet etmektedir. Böyle bir şefaat caiz ise şefi ve şefaatçiye tevessül etmek de caizdir. Eğer bu mana şirk ise, Allah'ın şefaat etmek için izin vermesi de akıl ve nakil açısın­dan doğru olmayacaktır. Hâlbuki izin vermişler ve teşvik de et­mişlerdir ki, şefaatçi kimsenin de ondan nasip ve payı vardır.

"O şefaatten payı vardır." (Nisa/85)

Şefaat, şefi (şefaatçi) ile meşfu'un (şefaat edilenin) dua ve is­tekte toplanmasından ibarettir. Zira şefaat, şef kelimesinden alın­mıştır. Şef ise çif manasındadır. Şefaat insanın hacet dilemede karşı taraf ile kendisi çift kılması ve Allah'tan hacet isteme husu­sunda bir araya gelmesidir.

Binaenaleyh şefaat, Allah'tan isteme ve bir duadır; şefaatçinin Allah'a duasını talep etmektir. Yoksa duada Allah ile birlikte başka birini de göz önünde bulundurmak değildir. Ayet-i kerime de Al­lah ile birlikte başka bir şeye dua etmenin haram olduğuna dela­let etmektedir; Allah'tan istemenin değil. Bu nerede, o nerede? Yarasında dağlar kadar fark var!

Sahih-i Buhari'de yer alan "müşriklerin kuraklık ve kıtlık za­manında Müslümanlardan şefaat dilemesi" ile "yağmur için imam­dan şefaat dileme" bablarına bir göz atınız. Zira bu iki babda bir takım rivayetler yer almıştır ki, dediğimiz şeyler ile mutabık ve uyum içindedir.

Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Mecid'de putperestleri kâfir ve müşrik olarak adlandırmıştır. Zira onlar da "putlar Allah indinde bizlere şefaat dileyecekler" diyorlardı. Acaba bu doğru bir şey midir?

Evet, Allah-u Teâlâ onların kâfir olduğuna hükmetmiştir. Ama bunların küfrünün menşei şu iki şeyden biridir: Ya Allah hakkında mürtekib oldukları zulümdür ve Allah indinde liyakati olmayan şeyleri şefi ve vesile karar kılmaları ve onlar vesilesiyle Allah'a yakın olmaya çalışmalarıdır veya bizzat mezkûr vesilelere yani putlara tapmaları sebebiyledir. Zira onlar şöyle diyorlardı:

"Onlara, ancak bizi Allah'a yakınlık derecesine ulaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer/3)

Bu iki meselenin peygamberleri şefaatçi karar kılmakla hiçbir ilgisinin olmadığım zikretmeye gerek bile yoktur. Zira peygamber­leri şefaatçi kılmak icmali ve tafsili iki cihetten ne küfürdür ve ne de şirk.

Birinci cihet şudur ki, şefaati caiz bilen tüm Müslümanlar Muhammed b. Abdulvahhab-i Necdi'ye şöyle sormalıdır: Acaba İslam şeriatında şefaat diye bir şey var mıdır, yok mudur?

Eğer "yoktur" derse daha önceden itiraf ettiği bir hakikati inkâr etmiş olur. Zira o, "Allah-u Teâlâ şefaat makamını peygamberden başkasına da ihsan etmiştir." diyordu. Böylece de Kur'anda yer alan Allah'ın buyruğunu inkâr etmiş olur.

Ama "şefaat İslam şeriatında vardır" derse o zaman da kendi­sine şunu sorarız: Acaba şefaat eden bir kimse Allah ile günahı bağışlama hususunda mı şeriktir; yoksa şefaat dileyen kimseye yarlıganma dileme hususunda şefaat talep eden kimse ile mi şe­riktir?

Eğer "Allah ile şeriktir" derse Allah'a şirk koşmuş ve kaçtığı şeye yakalanmış olur Ama eğer "şefaat dileyen kimseyle yargılan­ma dilemede şeriktir" derse Müslümanların kabul ettiği ve inandı­ğı bir şeyi itiraf etmiştir.

Ama "şefaat dünya ve ahirette farklılık arz etmektedir” derse o zaman da şöyle deriz: "Dünyada şirk olan bir şey ahirette ibadet olamaz. Şirk şirktir; ister dünyada olsan isterse de ahirette."

Daha fazla bir açıklama getirmek maksadıyla diyeceğimiz ikinci cihet ise şudur: Eğer şefi ve şefaatçiye tevessül etmek (vesi­le karar kılmak) ona ibadet etmek manasına olursa, şu ayette tevessülü emretmenin hiçbir manası kalmaz ve de caiz olma daire­sinden çıkar:

"Ey inananlar, çekinin Allah'tan ve onu vesileyle arayın." (Maide/35)

Zira "vesile"den maksat insanın, onun vesilesiyle Allah'a te­vessül ve temessük etmesidir. Bu ise ibadî fiiller ya mutlak itaat veya kitap ve sünnete mahsus bir şey değildir. Belki "vesile" lafzının zahiri amm ve umumidir. Dolayısıyla onun zahiri manasını terk etmek de doğru değildir.

Binaenaleyh Allah'ın uymamızı emrettiği mutlak ve tüm vesi­lelere şamil olmaktadır. Allah-u Teâlâ onlara sarılmamızı ve temes­sük etmemizi emretmiştir. Bunlar peygamberlerdir. Hakikatte bun­lar göklerden yeryüzüne sarkıtılan ilahi ipler konumundadır ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor.

"Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin" (Al-i İmran/103)

Zira ayetteki "ip"ten maksat Allah ile kul arasındaki vasıtadır, bu da iki şeyi birbirine bağlayan ipe teşbih edilmiştir.

Bu hakikate teveccüh edilecek olursa vahhabilerin İslam şeri­atında "vasıta" boş ve beyhude bir şeydir demeleri kitap ve sün­nete aykırı bir şeydir. Zira "vasıta" meselesi Kur'an'ın dışında sahih hadislerde de yer almıştır. Ehl-i Sünnet arasında meşhur olan bir hadiste peygamber (saa) şöyle buyurmuştur:

"Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine iktida ederseniz hidayet bulursunuz."

Şii ve Sünni arasında mütevatir olan bir hadiste ise peygam­ber şöyle buyuruyor: Sizin aranızda Ehl-i Beytimin misali Nuh'un gemisi misalidir ki, her kim binerse kurtulur ve her kim binmek­ten çekinirse gark olur."


Başka bir mütevatir hadiste ise şöyle buyurmuştur:

"Ben sizlere iki değerli şey bırakıyorum. Bunlar Allah'ın kita­bı ve Ehl-i Beytim'dir. Bu ikisine sarıldığınız müddetçe asla sap­mazsınız."

Onlara sarılmak ve temessük etmek ise zorluk ve ibtila anlarında onları vesile karar kılmak ve insanın dünya ve ahirette haleketten kurtuluş sebebi olduklarına inanmaktır.

Vahhabilerin "Allah'la beraber hiçbir kimseyi çağırmayın" ayeti hakkındaki istidlallerinin cevabı ise şudur: Ayette nehyedilen şey Allah ile birlikte başkalarını da çağırmaktır. Bunun karine ve delili ise "şüphe yok ki secde edilen yerler Allah'a aittir." ayetidir, müfessirlerin umumunun de dediği gibi ayetin manası şudur: Secde yerleri Allah'a aittir. O halde Allah'la birlikte başkalarına da ibadet etmeyin." Nitekim Allah-u Teâlâ da şöyle buyuruyor:

"Sakın Allah'la beraber bir başka mabudu çağırma." (Şuara/213)

Bu ise, ihlâs sahibi her insanın ibadetinde dile getirdiği bir hakikattir. Ama şefaat meselesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Zira enbiya ve. ya evliyadan şefaat dilemek bir sultanın sarayındaki dostlarından birinden kendisiyle var olan herhangi bir işinde sana yardımcı olmasını istemen gibidir.

Ama "Rahman'dan ahd almış olanlardan başkaları şefaat de edemez ve "Tanrıı rızasına mazhar olandan başkalarına şefaat de edemezler" ayetlerine verilecek cevap ise şudur: Birinci ayetten de anlaşıldığı gibi şefaat Allah'tan ahd almış kimseler için söz ko­nusudur. Ayetteki ahd ise imandır. O halde müminler de şefaat edecektir.

İkinci ayetten ise şefaatin Allah'ın rıza ve izninden sonra ol­duğu anlaşılmaktadır. Biz bunu peygamberler ve Allah'ın velileri hakkında kesin bir şey olarak kabul ediyoruz. Eğer onların şefaati şirk olsaydı artık Allah'ın izin ve rızasının bir manası kalmazdı. Evet "Ya Rasulallah, sen günahlarımızı bağışla" demek caiz değil­dir. Zira günahı Allah'tan başka hiç kimse bağışlayamaz. Bu bütün Müslümanların inancıdır.

Ama eğer, "Ey Muhammed! Allah katında bizlere şefaat et" dersek bu şirk değildir. Zira şirk insanın hacetlerini gidermekte Allah ve Resulünü ortak kılması demektir. Yoksa peygamberden günahlarımızın yargılanması için dua talebinde bulunmak şirk de­ğildir.

Muhammed b. Abdulvahab ibadetin hakikatini derk etmediği İçin şefaat sahiplerinden şefaat dilemenin onlara ibadet etmek ol­duğunu zannetmiştir. Bu hususta büyük bir hataya düşmüştür. Zi­ra o ibadetin kulun mabudu olan Allah karşısında durması ve büyük bir huzu ve huşu izharında bulunması demek olduğunu ta­savvur dahi edememiştir. Her tazim ve huzu ibadet demek değil­dir.

Bu yüzden Müslümanlardan hiç kimse müminler, nebiler ve gürsel peygamberlere gösterilen saygı ve tazimin onlara, ibadet olduğunu iddia etmemiştir. Onlardan şefaat dilemek ve onları Al­lah katında vesile kılmak da hem hayattayken ve hem de vefatlarında aynı hükümdedir ve hiçkimse bunun ibadet demek olduğu­nu iddia etmemiştir.

O halde Allah'a ibadet eden ve onun mukaddes zatını bir bi­len herkes peygamberden Allah katında kendisine şefaat etmesini isteyince peygambere tapma veya ona ibadet etme gibi yanlış bir düşüncede değildir.

Belki de Muhammed b. Abdulvahhab kendi mezhebinin ya­yılma şansını Müslümanları tekfir etmekte olduğunu düşünmüş ve bu sebeple de ruhsuz ve taş beyinli kimselerden başka hiç kimse­nin söyleyemeyeceği laflan etmiştir

O Keşf-üş Şübehat adlı kitabında özet olarak şöyle demekte­dir: "Şahıslardan şefaat dilemek kullara farz olan tevhidî ihlâs ile çelişmektedir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor "ibadetinizde halis olup ona bağlanarak kulluk edin." (Araf/29)

Hakeza: "Dua eden rabbinize yalvarıp yakararak gizlice."(Araf/55)

Devamında şöyle diyor: "Peygamberin kabri başında durmak ve ondan şefaat dilemek onu Allah bilmek gibidir."

Hakeza diyor ki: Böyle yapan Müslümanlar adeta kardeşleri (yani putperestler) gibi şöyle feryat ediyorlar:

"İlahları bir tek ilah kabul etmiş, gerçekten de bu, elbette pek şaşılacak şey!"(Sad/5)

Muvahhid Müslümanlara bu çirkin ithamda bulunduğu ve saldırdığı için yazıklar olsun Muhammed b. Abdulvahhab'a!.

Onun bu husustaki sözlerini önceden reddettik ve ona özet olarak şöyle cevap verdik: "Allah'ın rıza ve izninden sonra şefaat sahibinden şefaat dilemek, bizzat Allah'tan dilemek ile çelişme­mektedir ve aslında ondan ayrı bir şey de değildir.

Nitekim "Resule uyan şüphesiz ki Allah'a uymuştur." (Nisa/80) ayetinde de peygambere itaatin Allah'a itaatten ayrı bir şey olmadığı tasrih edilmiştir.

O halde her kim bu iki meselenin çeliştiğini inkâr ederse Al­lah'tan şefaat dilemeyi de reddetmiş sayılır ve bu da Allah'ın sözü­nü reddetmek demektir.

Biz Muhammed b. Abdulvahhab'a kâfir kardeşleri gibi: "Sizin­le gönderilenleri inkâr ediyoruz ve gerçekten de bizi davet ettiği­niz şeyler hakkında şüphe ve tereddüt içindeyiz." diye feryat etti­ğini de söylemiyoruz

Belki diyoruz ki: "Hepimiz beklemekte, gözlemekteyiz. Siz de gözetip durun yakında bileceksiniz doğru yola sahip olanlar kimlermiş, doğru yolu bulan kimmiş?" (Taha/135)

Şeyh Süleyman b. Semahan-ı Necdi "el-Hidayet-üs Seniyye" kitabında (s. 63-68) şefaat hakkında uzun uzadıya bahsetmiştir. Orada aslında şefaati ispat eden birçok ayet ve hadislere istinad etmiştir. Ez cümle şu ayet: "Kimdir izni olmadan O'nun yanında şefaate kalkacak." (Bakara/255)

Şu ayet; "O gün Rahman'ın izin verdiği ye sözünden hoşnut olduğu kimseden başka hiçbir fert şefaat de edemez." Ve hakeza şu ayet: "Ve göklerde nice melekler vardır ki Allah, dilediğine ve razı olduğuna şefaat etmeleri için izin vermedikçe şefaatleri hiçbir şeye yaramaz." (Necm/26)

Sahih-i Buhari ve Müslim'in naklettiği bir rivayette şöyle yer almıştır: "Allah kıyamet gününde dört defa peygambere şöyle buyuracaktır: "Ey Muhammed, başını kaldır ve konuş ki Allah duyu­cudur ve şefaat et ki, Allah kabul edicidir."

Buhari'nin naklettiği bir başka rivayette ise Rasulullah (saa) şöyle buyuruyor: "Benim şefaatime nail olacak olan en mutlu kimse canı gönülden bir olan Allah'tan başka bir ilahın olmadığı­na inanan kimsedir."

Tirmizi ve İbn-i Mace-i Kazvini de Peygamberden (saa) şöyle rivayet etmişlerdir: "Bir elçi Allah tarafından yanıma geldi ve beni ümmetimin yarısının cennete girmesi ile onlara şefaatte bulun­mam arasında tercihte bulunmamı istedi. Ben de şefaati seçtim. Benim şefaatim ise öldüğünde Allah'a zerre miktarınca şirk koşmamış kimseleredir."

Görüldüğü gibi peygamber ve müminlerin şefaatte bulunaca­ğını bildiren deliller tevatür derecesindedir. Okuyucular da büyük bir dikkat ile okumuş olsalar gerek. O halde şimdi de diyoruz ki: Uzun asırlar boyunca tüm Müslümanların kabullendiği şefaat iki kısımdır;

Birincisi insanın hacetleri giderilsin diye peygamberi veya onun değerli halifesini vasıta ve şefi kılmasıdır. Allah'tan onların yüzsuyu, fazileti, iman ve takvası hakkı için yarlığanma dilemesidir.

Nitekim Hz. Âdem’in (as) tevessülü hakkında varid olan ha­dis ile "Peygamber gözleri görmeyen birine hacetinin kabul olma­dı için kendisi vesilesiyle Allah'a yönelmesini ve Allah'tan o haceti hususunda peygamberin şefaatini kabul etmesini istemesini öğret­ti" diye buyuran rivayette de bu hakikat çok açık bir şekilde yer almıştır.

Bu hadisi Ahmed b. Hanbel Osman b. Hanif-i Ensari'den nakletmiştir. Hakeza İbn-i Mace-i Kazvini ve Tirmizi de bu hadisi nakletmiş ve onun sahih olduğunu tasrih etmişlerdir. Hâkim-i Nişaburi ve Siyuti de (Cami-i Kebir'de) bu hadisi nakletmişlerdir Buhari de bir yağmur talebi hususunda Ömer'in peygamberin am­cası Abbas'a tevessül ettiğini nakletmiştir.

İkincisi de şudur ki herkes Allah'a muhtaçtır. Dolayısıyla da peygamberden Allah'tan bu hacet ve ihtiyacını karşılamasını iste­mesini talep etmektedir. Peygamberin bu dua ve Allah'tan isteme­de bir payı olsun dilemektedir. Böyle bir şahıs peygamberin Allah nezdinde var olan değeri yüzsuyu ve yakınlık derecesi sebebiyle bu işi yapmaktadır.

Ayrıca ihlâs üzere kelime-i şehadeti söyleyen Müslüman da Allah'ın peygambere onun için şefaat etmesine izin verdiği kimse­lerdendir. Nitekim Buhari, Tirmizi ve İbn-i Mace'nin rivayet ettiği hadisler de buna delalet etmektedir. Hakeza Haris b. Kays ve Ebu Said-i Hudri'nin peygamberden naklettiği iki rivayet de bunu ifa­de etmektedir.

7
İSLAM VE İRFAN İSLAM VE İRFAN



Bu ise Müslümanlar arasında var olan tevessül ve şefaatin kendisidir. Kitap ve sünnet de bununla uyum içindedir. O halde Müslümanlara bundan, başka bir şeyi isnat eden kimse onlara ifti­rada bulunmuş olur. Bu iftira ve töhmet de ya cehalet üzeredir ve iftiracı kimse Müslümanların tevessül ve şefaat dilemede Kur'an ve sünnete dayandığını bilmemektedir.

Ya da Allah ve Resulüne nispeten inat ve düşmanlığı olduğu için böyle iftirada bulunmak­tadır. Hazretin İslam’daki kerameti ve mezkûr her iki çeşit şefaatte de var olan liyakat ve salahiyetinin bekasım arzulamamakta ve haset etmektedir. Ya da bazı cahil ve saf kimseleri kandırmak ve bu vesileyle Allah'ın haram kıldığı bazı şeylere irtikâp etmek, Müslümanların kanını dökmek ve onların namus ve mallarına sal­dırmak istemektedir.

İlginç olanı da şudur ki Şeyh Süleyman b. Semehan-i Necdi şefaat hususunda hep kâfirlerin putlardan şefaat dilemesini beyan eden ayetleri zikretmekte ve bunlardan şefaatin İslam’da olmadığı­mı netice almaktadır. Dolayısıyla da Müslümanları kâfir ve müşrik olarak kabul etmektedir.

Hâlbuki Allah'ın izni ile olan şefaati be­yan eden ayetler ile bu husustaki mütevatir hadisleri de zikretmek gerekir.

Şüphesiz ki Müslümanlar da bu ayet ve rivayetlere istinaden amel etmekledirler.

O halde Şeyh Süleyman-i Necdi'nin bu ayetlerin iktiza ettiği şekilde hükmetmesi ve Kur'an-i Mecid ve peygamberin hadisleri hakkında daha da bir tedebbür ve tefekkürde bulunması lazımdır.

Müslümanlar, Allah bizim rabbimiz ve mabudumuzdur ve peygamberine bizlere şefaat etmesine izin veren de O'dur diyor­lar.

O halde ey Necdli Şeyh, mezkûr kitabının 66. sayfasında söy­lediklerinin hiçbir delili yoktur. Şeyh orada şöyle diyor: "Melekle­ri, peygamberleri, Abbas'ı, Ebu Talib'i ve benzeri kimseleri Allah nezdinde var olan yüzsuyu ve yakınlıkları sebebiyle vasıta karar kılan ve onlardan şefaat dileyen herkes kâfir ve müşriktir. Malı ve kanı Müslümanlara helaldir. Her ne kadar kelime-i şehadeti söyle­se, namaz kılsa ve oruç tutsa da..."

Ey Şeyh, Ömer yağmur yağması için peygamberin amcası Abbas'a tevessül etti ve onu şefaatçi kıldı. Bu hususta ne diyorsun?

Hepimiz de biliyoruz ki Müslümanların peygamber ve velile­re tevessül etmesi Ömer'in Abbas'a tevessül etmesi gibidir. Öyle değil midir?


KABİR ZİYARETİ

Allame Kazvini bu hususta şöyle diyor:

"İslam'da Rasulullah'ın ve Ehl-i Beytinin kabirlerini ziyaret et­menin birçok fazileti olduğu yer almıştır. Örneğin Peygamber (S) bir hadisinde "Beni dünyada ziyaret eden herkese şefaatim farz olur."

Bir başka rivayette ise şöyle buyurmuştur:

"Ölümünden sonra beni ziyaret eden herkes hayatımdayken beni ziyaret etmiş gibidir."

Hal böyleyken İbn-i Teymiye bunu reddetmekte ve ziyaretin ziyaretçiye hiçbir faydasının olmadığını söylemektedir. "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazan da bu hususta şöyle diyor:

"Ölümü hatırlamak" için ziyaret edilir mezarlar. Başka bir an­lamı yoktur. Ne mezardakinin onu ziyaret edene ve ne de onu zi­yaret edenin mezardakine yaran da zararı da dokunmaz, dokunamaz." (s,l77)

Allame Hasan-i Kazvini "Vahhabiliğin içyüzü" kitabında (s.101-128) buna şöyle cevap vermektedir:

"Bazıları, "Ehl-i Beytin ve İslam peygamberinin nurlu kabrin; ziyaret etmek için uzak bölgelerden gelmek caiz değil" diyorlar ve bunların şirk ve Allah'tan başkasına ibadet etmek olduğuna inanı­yorlar."

İbn-i Teymiye "Minhac-üs Sünne" kitabının birinci cüzünde şöyle yazıyor: "İmamiye Şia’sının, imamların türbeleri hakkında naklettikleri şeyler hususunda peygamberlerin hiçbir emir verme­miş olduğu ve ümmetinin, peygamberler ve salih kulların kabirleri yanında ne yapması gerektiğini teşrih etmemiş olduğu meselesi İslam dininin zaruriyetindendir.

Bunlar müşriklerin kendi dinlerin­de yapmış oldukları şeylerdir. Allah ise müşriklerin hakkında şöy­le buyuruyor:

"Dediler ki "Tanrılarınızı bırakmayın, ne Vedd'i ne Suva'yı ne Yeğüs'u, ne Yeük'u ve ne de Nesr'i."

İbn-i Abbas şöyle demiştir: "Bunlar (Yani Vadd, Suva, Yeğüs, Yeük ve Nesr) Nuh'un kavmindeki salih kullardan idiler. Bunlar ölünce halk bunların kabirlerine yönelip uzun bir müddetten sonra bunların timsalini yaparak onlara taptılar..."

İbn-i Teymiye başka bir yerde de bunları eleştirirken şöyle diyor: Onlar, kabirlerin üzerine yapılan kubbe ve türbelere ihtiram gösteriyor ve müşrikler gibi onlara yöneliyorlar. Allah'ın evini zi­yaret etmeye giden hacılar gibi onlar da kendi imamlarının kubbe ve türbelerini, ziyaret etmeye gidiyorlar.

Hatta bazı kimseler, kendi imamlarının türbelerini ziyaret et­menin, Allah'ın evini ziyaret etmekten daha ehemmiyetli olduğu­na inanıyor ve kendi imamlarının kabirlerini ziyaret etmenin Al­lah'ın kendi kullarına farz kıldığı haccın yerini dolduramayacağı itikadında olan kimseler hakkında da kötü laflar kullanıyorlar.

Bu gibi inançlar, putlara tapmanın Rahman Allah'a tapmaktan daha üstün olduğuna inanan nasrani ve müşriklerin inançlarındandır.

Şeyh Müfid([1]) "türbeleri ziyaret esnasında yapılması gereken ameller" adında bir kitap yazıp onda şöyle demiştir: Yaratıkların kabirlerini de aynen Kâbe, Allah'ın evi gibi ziyaret etmek gerekir."

Peygamberin nurlu kabrini ziyaret etmenin haram olduğuna inanan İbni Alusi([2]) gibi Sünni âlimleri, Buhari'nin rivayet etmiş ol­duğu "Üç mescidden başka hiçbir yeri ziyaret etmeyin" hadisine istinat etmişlerdir

Muhammed b. Abdul Vahhab'da "Keşf-üş Şübehat" kitabında, İmamiye Şia’sının, peygamberlerin ve değerli evliyaların kabirlerine gösterdikleri bütün ihtiramları, onlara verdikleri değeri, onları ziyaret etmeyi, kabirlerinin yanında dua etmeyi ve kendilerinden şefaat dilemek için tevessülde bulunmayı haram bilmiştir

Abdulvahhab şöyle diyor: Bu amellerin haram olduğunu ka­nıtlayan delillerden biri de şu ki Allah-u Teâlâ, İsrail oğullarının imanlı ve salih fertleri de olmasına rağmen "Ey Musa, dediler, bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap" (A'raf, 138) dediklerinden ötürü onları zemmetmiştir.

Ayrıca ashabın bazısı peygambere "Ya Rasulallah! (saa) Bize bir sığınak vesilesi tanıt" dediklerinde, Peygamber yemin ederek "Bu söz İsrail Oğullarının Musa'ya, "bize bir tanrı yap demelerine benzer" buyurdu.

Bu naklettiklerimizin cevabını birkaç bahsin zımmında vermeye çalışacağız:

1. Bahis

Kabir ehlinin ve Peygamber-i Ekrem'in (saa) kabrini ziyaret etmek hususundaki ehl-i Sünnet hadisleri:

Şu konu hakkındaki delilimiz mütevatir, sahih ve sarih hadis­lerdir. Buna ilaveten, peygamberin zamanından bu yana tüm Müs­lümanlar bu işi yapmışlar ve bu da bizim zamanımıza kadar sürüp gelmiştir. Hatta peygamberlerin kendisi bile "Uhud şehidleri"nin kabrini ve de "Baki" kabristanındaki ölüleri ziyaret etmeğe gidi­yordu.

Sünen-i Nesai, Sünen-i İbn-i Mace ve Gazali'nin İhya-u Ulum-id-Din kitabında, Ebu Hureyre Peygamberden şöyle rivayet etmiş­tir: "kabirleri ziyaret edin ki bu size ahireti hatırlatır." Aynı şekilde bu kitaplarda İbn-i Ebi Müleyke'den onun da Ayşe'den şöyle riva­yet ettiği nakledilmiştir: "Peygamber, kabirleri ziyaret etmeyi em­rederdi."

Yine aynı kitaplarda Ebu hureyre'nin şöyle dediği nakledil­miştir: "Peygamber, annesinin kabrini ziyaret edip ağlayınca ya-nmdakileri de ağlatıp şöyle buyurdu. Annemin mezarını ziyaret etmek için Allah'ımdan izin istedim, o da izin verdi. O halde ka­birleri ziyaret edin ki sizlere ahireti hatırlatsın."

Hakeza aynı kitaplarda Abdullah b. Mes'ud'un peygamber­den şöyle rivayet ettiği nakledilmiştir: "Önceleri kabirleri ziyaret etmenizi yasaklamıştım; fakat şimdi isteyen herkes ziyaret edebilir. Çünkü bu size ahireti hatırlatır. Ancak boş sözler etmeyin."

Gazali'nin "İhya'ul Ulum" kitabında İbn-i Ebi Müleyke'den([3]) naklettiği rivayette şöyle yer almıştır: "bir gün Aişe'nin, kabir ehli­ni ziyaret etmekten geldiğini görünce, "Ümm-ül Müminin, nere­den geliyorsun?" diye sordum." Kardeşim Abdurrahman'ın kabrini ziyaret etmekten geliyorum" dedi. Aişe.

"Peygamber bunu yasaklamamış mıydı?" dedi. Aişe "Önce nehyetmişti fakat sonra kabir ehlinin ziyaretine gidilmesini emret­ti." dedi.

Bunlar, salih kulları ziyaret etmek hakkındaki hadisler idi, Peygamberin kendisini ziyaret etmek hakkında ise Darekutni, Beyhaki, Gazali ve daha başkaları, peygamberi ziyaret etmenin fazileti hakkında yeterince muteber hadis rivayet etmişlerdir.

Örneğin: Peygamber şöyle buyurdu: "Beni ziyaret eden her­kese şefaatim farz olur." Bu şefaat, peygamberin kabrini ziyaret eden kimselere mahsustur. Bu şefaat, o hazretin diğer bir takım yerlerde bütün müminlerin hakkında edeceği şefaatten başka bir şefaattir.

Bu hadislerden bir başkası da peygamberin buyurduğu şu hadistir: "Allah için Medine'de beni ziyaret eden herkesin kıyamet günü şefaatçisi ve şahidi olacağım."

Nafi'in([4]) Abdullah b. Ömer'den şöyle naklettiği rivayet edil­miştir: "Peygamber "Hacc farizasını yerine getirip de beni ziyaret etmeyen benim hakkımda zulmetmiş olur." buyurdu.

Hakeza Ebu Hureyre de peygamberden şöyle nakletmiştir:

"Ölümümden sonra beni ziyaret eden herkes hayatımdayken beni ziyaret etmiş gibidir."

Hakeza Abdullah b. Abbas'ın da şöyle rivayet ettiği nakledil­miştir. Peygamber buyurdu: "Hacc eden ve beni ziyaret etmek için mescidime gelen herkes kâmil iki haccın sevabına nail ola­caktır..." Ve tevatür haddine ulaşan bunlar gibi birçok hadisler mevcuttur.

Muhammed b. Abdul Vahhab "Keşf-üş Şübehat" kitabında şöyle yazıyor: "Ben peygamberin bütün mahlûklardan üstün ve kabrinde canlı olduğuna ve berzah hayatı yaşadığına ve de Kur'an'da tasrih edilen şehidlerin hayatından daha iyi bir hayata sahip olduğuna inanıyorum. Çünkü peygamber, şehidlerden daha üstündür.

Peygamber kendisine edilen selamı duyuyor ve o hazreti ziyaret etmek de sünnettir, fakat kendisini ziyaret etmek için Medine'ye gitmeye gerek yoktur ve sadece Mescid-ün Nebi'yi zi­yaret etmek ve onda namaz kılmak için oraya gitmek gerek."

Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab'ın görüşünce, peygamber kabrinde canlı olduğundan dolayı ziyaret edilmesi caiz ise o hazretin Ehl-i Beyt ve ashabını ziyaret etmekte bu nedenle caizdir. O halde Muhammed b. Abdulvahhab'ın, "Diğer peygamberleri ve salihleri ziyaret etmemek gerek" demesinin hiçbir anlamı yoktur.

Hakeza peygamberi ziyaret etmekle o hazrete tevesül etmenin, şefaat dilemenin ve kendisinden yardım dilemenin arasına fark koymanın da bir manası olamaz.

Çünkü peygamberin kabirde canlı olduğu ve uzaktan ziyaret edenin sesini duyduğu sabit olunca onun eserlerini de bunlara tatbik etmek gerek.

Buhari'nin nakletmiş olduğu bir rivayetten ötürü Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab nasıl yasaklayabilir bunu? Oysaki bu ri­vayet bazı nedenlerden dolayı kabul edilemez.

Rivayetin bu manaya delalet etiğini farz etsek bile bütün Müslümanlar bunu reddetmişlerdir. Çünkü Peygamber vefat ettikten sonra Müslümanlar uzak yerlerden o hazretin ziyaretine gidiyor­lardı.

Aynen peygamber hayattayken kendisini ziyaret etmek için geldikleri gibi. Buna göre bu iki durumun birbiriyle kıyaslamanın, özellikle ki peygamberin "Ölümümden sonra beni ziyaret eden hayatımdayken ziyaret etmiş gibidir" sözünü de nazara aldığımız­da apaçık bir delili vardır.

Buhari'nin rivayeti, önceden naklettiğimiz ve ashabın, pey­gamberin Ehl-i Beyt'in ve sahabenin kabirlerini ziyaret adabıyla daha da sağlamlaşan sarih hadislere de muhaliftir. Çünkü Pey­gamber "Hacc edip de beni ziyaret etmeyen bana zulmetmiş olur." ve hakeza "Hacc amellerini yerine getiren ve beni ziyaret etmek kastiyle mescidime gelen herkes iki hacc sevabı kazanmış olur." buyurmuştur.

Şeyh Abdulvahhab'ın dediği gibi "Mescidimi ziyaret etmek kastıyla" buyurmamıştır...

Mezkûr hadiste istisna edilen şey ya sadece mescidlerdir ve­ya ziyaret için uzaktan ve yakından yapılan her nevi yolculuktur. Eğer sadece mescidler istisna olunmuşsa, bu üç mescidden başka hiçbir bir mescidi ziyaret etmek için yolculuğa çıkmayın." demek­tir.

Şeyh Süleyman Necdi "Hediyet-üs Seniyye" kitabında tasrih et­miş ve şöyle demiştir: "Sahih-i Buhari ve Müslim'de Ebu Hureyre ve Ebu Said-i Hudri'den([5]) nakledilen rivayette şöyle yer almıştır:

"Üç mescidden başka hiçbir mescide doğru yolculuk etmeyin. Bunlar Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Mina'dır. Buna göre, mezkûr, hadis, diğer mescidleri ziyaret etmek kastıyla onlara doğru yolculuk etmeyi içermediği gibi meşahid-i müşerrefeyi de içermemektedir. Ve kimse de bu hadisin diğer mescidleri ziyaret etmek kastiyle bunlara doğru yolculuk etmeyi içerdiğini söyleme­miştir.

İkinci manaya göre de bütün mubah yolculuklardan nehyedilmesini gerektirir. Oysaki kimse böyle bir söz söylememiştir. Ayrıca bu söz çoğu yolculukların nehyedilmiş olmasını gerektir­mektedir. O halde hadisten kastedilenin bu mana olduğu söylene­mez.

Peygamberin nurani mezarına ve Ehl-i Beyt'in kabirlerine ih­tiram göstermek, onlara olan sevgi ve muhabbetten dolayı onları ziyaret etmek için yolculuk etmenin şirk ve onları ilah bilmek gibi bir şey olduğunu ve ayrıca bu amellerin, İsrail oğullarının Hz. Mu­sa'dan bir tanrı yapmasını istemelerine benzediğini söylüyor Vah-habiler. Bunlann cevabı aşağıda açıklığa kavuşacaktır:

İsrail oğulları Hz. Musa'dan, kendilerine şefaatçi olacak ve onun vesilesiyle Allah'a yakınlaşacakları bir tanrı tanıtmasını iste­mediler. Onlar, bütün dünyanın işlerini yönetecek bir tanrı istedi­ler, bütün zorlukları ortadan kaldıracak bir ilah isteğinde bulundu­lar.

Bu yüzden, Samiri onları dalalete düşürerek altından yapılmış ses çıkaran bir buzağıyı onlara gösterip, "Bu sizin ve Musa'nın Al­lah'ıdır ve Musa (Allah'ı size göstermeyi) unutmuştur." dediğinde, İsrail oğulları yoldan çıktılar.

Kendilerini yaratanın ve işlerini yöne­tenin bu buzağı olduğunu sandılar. Onların bu vehmine kapılmalarının nedeni de buzağının ses çıkarmasıydı."([6])

Bu sizin ve Musa'nın Allah'ıdır sözünden de bu mana anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Musa, İsrail oğullarına şefaatçi olacak, her şeyi yaratan ve bütün işleri yöneten Allah'tan başka bir ilah tanımıyordu.

Müfessirler şöyle demişler: "Ayetin anlamı şudur; Samiri, "Bu sizin ve Musa'nın Allah'ıdır Musa bunu unutarak Allah'ı bulmak için başka bir yere gitmiştir." (Taha/87) dedi. İsrail oğulları da ya çok cahil olduklarından normal bir buzağıyı yer ve göğün Allah'ı sandılar veya Allah'ın buzağıya hulul ettiğini sandılar."

Her iki surette de Muhammed b. Abdulvahhab'ın "İsrail oğulları Hz. Musa'dan yaratıcı ve müdebbir bir ilah istemediler sözü yanlış ve yersizdir.

Diyelim ki, İsrail oğulları ibadet etmek için Musa'dan bir vesi­le istediklerinde mümin idiler ama küfr ve şirkin bu istekle hiçbir ilişkisi yoktu ve bu yüzden de Musa onlara "kâfir" değil sadece "siz cahil insanlarsınız" dedi. Ancak onların o buzağıya tapmaları küfr ve şirk idi.

Allah'tan başkasına ibadet etmenin küfr ve şirke neden olaca­ğım söylemeye hiç de gerek yoktur. Fakat bunun, vasıta ve şefaatçiye ibadet etmeyen, sadece ona tevessül eden ve onu vasıta ola­rak kabul eden biriyle ne ilişkisi vardır?

Eğer biri bu tevessül ve vasıta karar kılmayı Allah'tan başkası Çin yapılan bir amel olarak telakki ederse, tamamen mantıksız bir ,?eri düşüncelidir. Önceden de buna değinmiştik. O halde Muhammed b. Abdulvahhab nefsinin hevesine kamp bu sözü demiştir ve bu yüzden de onu Allah'a havale etmek gerek.

Birinin Allah katında kendisi için vesile ve şefaatçi seçmesi Allah'ın emriyle olursa, bu, insanın Allah'a olan halis imanını ze­delemeyecektir. Nasıl ki peygamberler, Allah'ın elçileri ve de bu mahlûk ile yaratan arasında rabıta idiler ve imanlı kimseler de, Al­lah'ın kendi hacetlerini müstecap etmesi için onlara tevessül edi­yor ve büyük bir istek ve özenle onları ziyaret etmeye gidiyorlar­dı.

Bu da İsrail oğulları gibi onları ilah bilmek anlamına gelmez.

Ayrıca, onlar vefat ettikten sonra da hacetlerinin kabul edil­mesi için Allah'ın dergahına 'dua ederek, yalvarıp yakararak onların mezarlarını ziyaret etmek için yola çıkıyor ve bu mukaddes kimselerin ziyaretçilerinin ve hacetlilerin sesini işittiklerine inanı­yorlar.

İbn-i Teymiye "Minhac-üs Sünne" kitabında peygamberlerin ve Ehl-i Beyt'in mezarını ziyaret etmenin haram olduğunu söyle­miş ve İbn-i Abbas'ın hadisi ile istidlalde bulunmuştur. İbni Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Peygamber, kabirleri ziyaret etmeye giden kadınlara lanet etmiştir."([7])

Ayrıca bu rivayet "haber-i vahid"dir ve sadece zann ifade eder. Yakin ifade eden ve Müslüman kadının kabir ehlini ziyaret etmesini caiz bilen mütevatir hadislerin karşısında hiçbir değer ifa­de etmemektedir.

Peygamberin lanet etmesi, cevaz hükmünün neshinden önce olmuştur. Bunun delili ise İbn-i Ebi Müleyke'nin Aişe'den nakletti­ği rivayettir. Aişe kabir ehlini ziyaret etmekten dönerken İbn-i Ebi Müleyke Aişe'ye şöyle dedi: "Kadınların kabir ehlini ziyaret etmesini peygamber nehyetmemiş midir? Aişe dedi; "Önce nehyetmişti ama sonra kabir ehlini ziyaret etmelerini emretti.

" Hakeza pey­gamberin buyurduğu şu hadis: "önceleri kabirleri ziyaret etmenizi nehyetmiştim; ama şimdi her kim ziyaret etmek isterse sakıncasızdır."

Muhammed b. Abdülhadi "Sünen-i Nesai'nin haşiyesinde bu hadisin tevzihinde şöyle yazıyor: "peygamber (saa) bu sözüyle nasih ile mensuhu, nehy ile izini bir arada zikretmiştir."

İbn-i Abbas'ın hadisindeki nehy, kadınlar hakkındadır ve bu da onların kocalarından izin almadan dışarı çıkmalarının haram olduğundan dolayıdır. Ve yahut da onların dışarı çıkmaları, bir ta­kım fesatlara yol açtığından dolayıdır.

İbn-i Teymiye şöyle diyor; "Şiiler de müşrikler gibi türbeleri teclil ve tazim ediyorlar."

Şiiler ve sair Müslümanlar peygamberin ve Ehl-i Beyt'in nurani türbelerini din için ve "Allah'ın şiarları" olduğu için tazim edi­yorlar. Şiiler ve diğer Müslümanlar onların, Allah'ın ihtiram göste­rilmesini farz kıldığı muhterem kimselerden olduklarına ve üm­metin onlara ihtiramsızlık, saygısızlık yapmasının haram kılındığı­na inanıyorlar.

Şafiilerin büyük âlimlerinden olan "Gazali"nin, peygamberin nurani kabrine saygı göstermenin farz olduğu hakkında Kaab-ul Ahbar'dan nakletmiş olduğu şu rivayet yeterlidir: Her sabah bin melek peygamberin kabrinin etrafını çevreleyerek kanatlarını bir­birine vuruyor ve böylece peygambere selam ediyorlar. Gün bitin­ce de gökyüzüne çıkıyor ve diğer bir grup melek inerek aynı işi tekrarlıyorlar..."

Bizim inancımıza göre peygamberin Ehl-i Beyt'inin ve seçkin ashabının kabirleri de bu ihtiramı haizdir.

Buna göre onlara karşı duyulan muhabbetten kaynaklanan ve teberrük kastıyla yapılan ziyaretleri terk edilmemelidir. Kendileri hayattayken halk istek ve özenle onların ziyaretine gittikleri gibi öldüklerinden sonra da bu amel sürdürülmelidir. Onların kabrini ziyaret etmek, onlara ibadet etmek anlamına gelmez.

Eğer böyle olsaydı mümin birinin onları hayattayken ziyaret etmesi, görüşleri­ne gitmesi caiz olmazdı. Oysaki bu, şer'an caiz ve âlimlerin icmaına göre de beğenilir bir şeydir.

İbn-i Teymiye'nin peygamberden (saa) mübarek türbeler hakkında naklettiği sözün cevabı da şu ki, İbn-i Teymiye'nin sö­zünün bir delili yoktur. Oysaki bizim, peygamberin kendi kabrini ve diğer müminlerin kabirlerini ziyaret etmek hakkında emir ver­miş olduğuna dair peygamberin kendisinden delilimiz var.

Eğer peygamber emretmemiş olsaydı Müslümanlar böyle grup-grup peygamberin kabrini ziyaret etmeye gitmezler, onu bir şiar olarak kabullenmez ve her yıl hacca giderken o hazretin mezarını ziyaret etmezlerdi. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Hacc eden herkes benim kabrimi de ziyaret ederse benim kendimi zi­yaret etmiş gibi olur."

Gazali "İhya-ul Ulûm" kitabının "peygamberi ziyaret etmek" babında Nafi'den şöyle rivayet etmiş: "Abdullah b. Ömer'in pey­gamberin kabrini yüz defadan çok gelip ziyaret ettiğini gördüm.

İşte bu, kabre ehemmiyet vermektir; ama Vahhabiler, Müslümanların bunu yapmasını hor görüyor ve bunun şirk olduğuna inanıyorlar. Halbuki ziyaret meşru olmadığı takdirde ziyaret etmek şirk olur. Fakat ziyaret meşru olunca ve şari-i Mukaddes bunu em­redince artık ziyaret etmek Allah'tan başkasına ibadet etmek ol­maz.

Nasıl ki din önderlerine uymak da dinden çıkmak anlamına gelmez. Çünkü bu, Allah'ın emridir. İşte bu yüzden meleklerin Hz. Âdem’e (as) secde etmeleri şirk değildir ve hakeza ona secde etmeyi emretmek de şirki emretmek manasına değil.

İbn-i Teymiye, ziyareti caiz bilen her Müslüman fırkasına, peygamber, kendi ümmeti için peygamberlerin ve evliyanın ka­birlerinin yanı başında yapacaklarına dair bir takım ameller teşri etmemiştir." diyor.

Bunun cevabı ise şudur: Müslümanların, peygamberin (saa) Ehl-i Beytinin ve ashabının kabirlerinin yanı başında yaptıkları bazı mahsus ameller, şari-i mukaddesten nakledilen amellerden başka bir şey değildir. O ameller de sünnetlerin bir kısmıdır ki şimdi on-lan bahsetmeye çalışacağız.

Bu amellerden biri, onlara selam etmektir. Mukaddes İslam dini buna hem Kur'an'da ve hem de sünnette açıkça değinmiştir.

Allah'ın kendi kitabı Kur'an-ı Mecid'de şöyle buyurduğunu okuyoruz:

"Allah ve melekleri, peygambere salât etmektedir. Ey inanan­lar, siz de ona salât edin, içtenlikle selam edin." (Ahzab-56)

Hakeza şöyle buyuruyor: "Peygamberin hanedanına selam olsun." (Saffat-130) Bu, hem onların hayatta olanlarına ve hem de ölülerine şamildir. Aynen şu ayet-i şerife gibi: "Allah'ın elçilerine (gönderdiği peygamberlere) selam olsun." (Saffat-181) Bunların hepsinden daha sarih, Allah'ın Hz. Yahya hakkında buyurduğu şu sözdür:

"Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kaldırılacağı gün ona selam olsun!" (Meryem-15) Hakeza doğumunun ilk gün­lerinde, annesinin kucağında Hz. İsa'nın dilinden hikayet ettiği sözlerin bir kısmı da şundan ibarettir:"Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak kaldırılacağım gün de Allah'ın selamı bana olsun." (Meryem-33)

Nitekim namaz kılan birinin de namaz esnasında üç defa Peygambere, namaz kılanlara, salih kullara ve sair Müslümanlara selam etmesi farzdır.

Peygamberden başkasına yani, müminlere ve din önderlerine uzaktan ve yakından selam etmenin caiz olduğu son iki selamdan iyice anlaşılmaktadır. Bunlara ilaveten peygamberin (saa) ve mü­minlerin kabirlerini ziyaret etmek hakkında peygamberin kendi­sinden de bazı hadisler nakledilmiş ve gelip bize ulaşmıştır ki bunların bir kısmım önceden hatırlamıştık.

Peygamberlerin ve Allah'ın evliyasının kabirleri yaranda yapı­lan amel ve sünnetlerden bir başkası da onların mukaddes kabir­lerinin etrafındaki demir parmaklıklara teberrük kastıyla el sür­mek ve onu öpmekten ibarettir. Müslümanlar, bu amelleri caiz bil­mektedir. Vahhabiler ise bu amellerin, müşriklerin gelenek ve gö­reneklerinden olmasını bahane ederken bunları nehyetmektedirler.

Vahhabilere bu hususta deriz ki: Şari'i-i Mukaddesin bu gibi yerleri nehyetmemesi bu husustaki söz ve amellerin mubah, caiz olduğunu bildirmektedir. Kitabın önsözünde de bunu izah etmiş­tik. Bu gibi amellerin, sapık bir grup ve cemaatin adet ve törele­rinden olması bunların haram olmasına neden olmaz. İbn-i Teymiye'nin "Minhac-us Sünne" kitabında naklettiği âlimlerin icması da buna delildir. İbn-i Teymiye şöyle söylüyor:

"Bütün İslam önderleri ittifak etmişlerdir ki, şeriat tarafından hükmü belirtilmemiş şeylerin tümünü terk etmek gerekli ve lazım değildir. Belki sadece bidat ehlinin amel ettiği şeylerden kaçın­mak yeterlidir. İbahe asaleti tüm din önderlerinin de kabul ettiği bir şeydir."

Mezarın etrafındaki demir parmaklıklara el sürmek ibadi amellerden olmadığı için haram da sayılamaz. Bu amel vücudun normal iş ve hareketlerindendir ve bunu yapmak da şari'nin emretmesine bağlı değildir. Buna göre eğer biri bu işi ibadet kastıyla yapmazsa, haram işlemiş olmaz. Bu aynen kabre bakmaya ve ya onun yanında oturmaya ve benzeri işlere benzer ki, bunlar da şari'nin emretmesine bağlı değildir.

Ancak birinin bu işleri ibadet kastıyla yapması bid'attir. Çünkü ibadet, şeriat sahibinin emrine bağlıdır. Bu gibi yerlerde ise şa­li' emretmemiştir. Ama eğer biri bu işleri, muhabbetinden ve me­zar sahibinin üstünlüğünden, yüceliğinden dolayı yaparsa, bu iba­det olmaz ve dolayısıyla da haram sayılmaz ve şeriat da onları sünnet olarak kabul etmemiştir.

O halde Vahhabilerin "kabirlere el sürmek ibadettir ve ibadet de şeriatın emrine bağlıdır ve şeriat sahibi de emir vermediğine göre bunlar bid'attır" demeleri asılsızdır, köksüzdür Bu, önceki açıklamalarımızdan da anlaşılıyordu. Bu ameller hem meşrudur ve hem de ziyaretçinin muhabbet ve ilgisini göstermektedir. Bunlar, kabre veya kabrin sahibine tapmak değildir."

Bazen peygamber (saa) de kitap ehlinin amellerini yapıyor­du. Sahih-i Buhari'de "Peygamberin sıfatı" babında İbn-i Abbas'tan şöyle nakledilmiştir: peygamber, saçını tarıyor ve başının arka kısmına sarkıtıyordu. Müşrikler saçlarını taramıyorlardı. Kitap ehli (Yahudi ve Nasranîler) ise saçlarını tarıyor ve başlarının arka kısmına sarkıtıyorlardı. Peygamber de bu hususta onlarla uyum sağlamak istedi.

Peygamberin kabrine el sürmek, Hacer-ül Esved'e ve Rükn-i Yemani'ye el sürmek ve öpmek gibi şeyler bütün İslam âlimlerinin icmasına göre şer'an sünnettir. Sahih ve sünen kitaplarında mevcut olan muteber hadisler de bunun delilidir.

Sahih-i Buhari'de Zeyd b. Eslem'den o da babasından şöyle rivayet etmiştir: Ömer b. Hattabı gördüm ki Hacer-ül Esved-i öpü­yor ve "peygamberin seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim" diyordu.

Peygamber'in Hacer-ül Esved'i öptüğü doğru ise ve bu da Zat-ı Anvat([8]) ağacını ibadet vesilesi olarak tazim etmek kabilinden olmazsa, kabre el sürmenin hükmü de budur. Çünkü meşru olmak bakımından hiç bir farkları yoktur.

Bizi hayrete düşüren şu ki, İbrahim'in makamına el sürmek haram ve gizli şirk ise, orada namaz kılmak bundan daha da kötü olmalıdır. Çünkü Hz. İbrahim'in makamı büyük bir makam ve iba­det yeridir. Bu yüzden de orada namaz kılmanın doğuracağı şirk sakıncası, ona el sürmenin doğuracağı sakıncadan daha da büyük olması gerekir.

Gazali şöyle diyor: İnsan, Hacer-ül Esved'e elini sürdüğünde Allah ile bey'at ettiğini niyet etmelidir. Çünkü Hacer-ül Esved'in Allah tarafından yeryüzüne indirilen bir taş olduğu rivayet edil­miştir.

Peygamberin ve Ehl-i Beyt'in nurani kabrine el sürmekten maksat da budur. Çünkü Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor; "Sana bey'at edenler, gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler." (Fetih-10)

Hakeza Gazali "ihya-ul Ulüm''un 209. sayfasında şöyle diyor; "Kâbe’nin perdesine tutunmak ve Kâbe’nin Allah'ına muhabbet ve sevgi, Allah'a yakınlaşmak, teberrük, cehennem ateşinden kur­tulmayı ümit etmek, mağfiret dilemek ve kıyamet gününde emanda olmak niyetiyle olmalıdır.

Peygamberin ve onun Ehl-i Beyt'in mukaddes kabrine el sür­mek ve tutunmak da aynen bu kast ve niyetle yapılmaktadır. Onların nurani kabirlerini ziyaret etmeye giden Müslümanlar, teber­rük kastiyle ve kabir sahibi vesilesiyle Allah'a yakınlaşmak, kıya­met günü Allah'ın yanında Şefaat etmelerini kendilerinden iste­mek, iltimas etmek niyetiyle ziyarete gidiyorlar.

Ve bu hususta "Sen onların arasında olduğun müddetçe Allah onlara azap et­mez." ayetini ve hakeza "Allah sana hoşnut olacağın bir şey vere­cektir" ayetini ve hakeza "Onlar kendilerine zulüm edip de senin yanına gelirler ve Allah'tan mağfiret dilerlerse ve peygamber de bağışlanmalarını dilerse, Allah'ın tövbe kabul eden ve Rahim olduğunu görecekler" ayetini göz önünde bulundurarak gidiyorlar.

Peygamberden rivayet edilen sahih bir hadiste de şöyle yer almıştır: "Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisine benzer Ona binen kurtulur, bundan çekinen ise boğulur." Hakeza şöyle buyurmuş­tur: "Ehl-i Beytim sizin aranızda İsrail oğulları arasındaki "Hitte" kapısına benzer."

Peygamberin ve İslam evliyasının kabrine el sürmek hususun­da Müslümanlar için önem taşıyan şey, Sahih-i Buhari'de "Menakıb kitabında" "peygamberin sıfatı" babında "Hakem"den rivayet edilen şu hadistir Hakem diyor ki, Ebu Cuhayfe'nin şöyle dediği­ni duydum: "Peygamber, Betha'da abdest alarak öğle namazını kıldı... Halk, peygamberin elini tutup yüzlerine sürüyorlardı.

Ben de peygamberin elini tutup yüzüme sürdüm ve peygamberin eli­nin kardan soğuk ve miskden daha güzel kokulu olduğunu gör­düm."

Bu babın sonunda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Bir gün peygamberin müezzini Bilal, ezan okuduktan sonra mescide girip peygamberin abdest suyunu dışarı çıkardı. Halk ona doğru hü­cum edip teberrük kastiyle, suyu onun elinden aldılar."

Buna göre, teberrük kastiyle peygamberin elini yüzüne sür­mek ve o hazretin abdest suyuyla abdest almak, o hazret henüz hayattayken caiz ise ve o hazreti ilah bilme, zat-ı Ânvat'a ibadet etmek, Allah'tan başkasına tapmak, Yahudilerin ve Nasranîlerin geleneklerini izlemek kabilinden olmazsa, o hazretin ölümünden sora da teberrük kastiyle onun mukaddes kabrine el sürmek caiz olur. Çünkü bunların her ikisi de bir anlam taşımaktadır.

Eğer kabre el sürmenin gerçekten şeriat açısından haram ol­duğunu kabul edersek, naklettiğimiz delillere göre bu amelin Şer'an mubah ve caiz olduğuna inanan birini bu işten nehyetmemek gerekir. Çünkü kötülükten nehyetmek, kötü bir iş bile-bile yapılırken caiz olur. Oysaki Müslümanların hiç bir fırka ve taifesi kabre el sürmenin haram olduğuna ve bunun da zaruri konular­dan birini teşkil ettiğine inanmamaktadırlar.

Ayrıca bir fırkanın, diğer bir fırkanın inançlarına uyması da farz değildir. Çünkü bu surette bütün mezheplerin batıl olduğunu kabullenmek gerek. Ay­rıca icma da (onun sahih olduğunu farz etsek bile) batıl ve abes olacaktır. Özellikle ki mezhepler, fer'i meselelerin çoğunda ihtilaf etmişler ve görüşler farklıdır ve kimsede tüm mezheplerin bütün fer'i konularda ittifak etmesinin farz olduğuna hükmetmemiştir.

Kabirlerin yanında yapılan amellerden biri de ziyaret namazı kılmaktır. Ziyaretçiler her ziyaretten sonra, istedikleri her yerde namazı kılabilir ve onun sevabını ziyaret edilenin ruhuna hediye edebilirler. Ve şeriat açısından da bunun herhangi bir sakıncası yoktur.

Çünkü namaz ibadetlerin en iyisi olup bunun da sevabı ay­nen Kur'an okumanın sevabı gibi ölüye hediye edilebilir.

Buhari, "nübüvvetin Alametleri" babında şöyle rivayet ediyor: Bir gün peygamber gelip ölülerden birine ziyaret namazı kıldı ve gitti." Yani peygamber mezarlığa veya bir mezarın yanına gelerek namaz kıldı. Bu da kabrin yanında namaz kılmaktır. Bizim; pey­gamberin, imamların ve evliyanın yanında kıldığımız namazla bunun farkı nedir?

Buna göre evvela kabrin yanında namaz kılmak şer'an caizdir ve ayrıca ziyaret namazı kılıp sevabını ziyaret edilene hediye et­mek de sakıncasızdır. O halde bunları caiz ibadetlerden saymak gerek.

Bu söylenenlere göre "Mecmua-yı Tevhid" kitabında söy­lenen "Galiyan (yani imamiye şiası) kabirlerin yanına geldiklerin­de iki rek'at namaz kılıyorlar... O halde onların namazı Allah için değil, şeytan içindir" sözü abes ve beyhude bir sözdür

Mezkûr kitabın yazarının "Şiiler peygamber ve imamların kabrinin yanında, enbiya ve evliyanın kabrini ziyaret etmeye ve böylece Allah'ın ihsanına nail olmaya muvaffak oldukları için Allah'ın huzurunda şükür namazı kılıyorlar." demesi, nefsinin is­teğine uyup yalan ve iftira dolu bir söz söylemesinden daha iyi olurdu.

Hakeza o amellerden biri de ziyaretçilerin ziyaret namazın­dan sonra dileklerini, hacetlerini, Allah'tan istemeleridir. Bu da şer'an caizdir ve şirk de değil. Kur'an-ı Kerim'de Allah "beni çağırın da dualarınızı, isteklerinizi kabul edeyim" buyurmuş ve duanın da ne zaman ve hangi yerde edilmesi gerektiğini açık­lamamıştır. O halde her zam^n ve her yerde dua etmek caizdir ve şirk de değildir.

Vahhabiler kendi kitaplarında, ziyaretçilerin dua ederken peygamberin nurani kabrine teveccüh etmelerinin caiz olmadığını açıkça söylemişlerdir. Hâlbuki "Biz ona atar damarından daha yakınız" ayet-i şerifesi onların görüşünü reddetmektedir.

Sahih-i Buhari'de nakledilen bir hadiste şöyle yer almıştır:" Peygamber (bir bineğe) bindiğinde teveccüh ettiği her tarafa doğ­ru namaz kılıyordu."

Vahhabiler kendi meşhur fakihleri "İbn-i Kayyim"e([9]) uyarak şöyle demişler; "Bu petperestlerin cahiliyet döneminde putlara ibadet etmelerine benzer. Onlar dua ettiklerinde "Lat" ve "Uzza" putlarının karşısında duruyorlardı." ve şöyle diyor: "Şeriat, bir takım yerlerde ve özel bazı zamanlarda namaz kılmayı nehyetmiştir. Bu da, müşriklerin ibadetine benzeyen ibadetlerin kökünü kazımak içindir."

Birinin dua ederken peygamberin nurlu kabrine doğru bak­ması şirk ise şari'i mukaddesin açıkça bunu nehyetmesi gerekirdi, Aynen mekruh veya haram yerlerde namaz kılmaktan nehyetmiş olduğu gibi. Ama bu hususta bir hüküm verilmediğinden dolayı özellikle de genel olarak bu hususta izin veren ayetleri zikrettik­ten sonra bunun haram olduğuna hükmedemeyiz.

Usul-u Fıkıh âlimlerinin ıstılahınca "kesin ve yakini bir delil bulununcaya kadar amm'ın umumiyetine istinat etmemiz hüccet-i şer-i gereğidir."

Naklettiğimiz apaçık ayetleri göz ardı edebileceğimiz kadar yeterli delilimiz mevcut değildir. Buna göre mezkûr ayetlerin açık­ça değindiği hususa hükmetmek, Allah'u Teâlâ’nın hilafına hükmetmektir.

Bunları göz artı etsek bile Malik b. Enes'in([10]) Abbasi Halifesi Mansur'a dediği söz, Vahhabi fırkasının bu sözüne en güzel bir cevaptır.

Mansur, Peygamberin hareminde Malik'e şöyle sordu: 'Kıb­leye doğru mu durup dua edeyim, yoksa peygamberin kabrine doğru mu? Malik şöyle cevap verdi: "Yüzünü niçin peygamberden çeviresin ki? Oysaki peygamber hem senin ve hem de baban Âdem’in Allah'a yönelme vesilesidir. Dua ederken peygamberin kabrine doğru bak ve o hazreti kendin için vasıta ve şefaatçi kıl."

Ehl-i Sünnetin büyük âlimlerinden bir grubu bu olayı sahih senetlerle nakletmişlerdir. Subki'nin([11]) "Şefa-ul Askam" kitabına, Medine'nin meşhur fakihi Semhudi'nin telifi, "Hulaset-ül Vefa" kitabına ve Allame Kastalani'nin telif ettiği "Mevahib-ud Ledüniyye" kitabına ve Ehl-i Sünnetin büyük âlimlerinin kendi muteber kitaplarındaki görüş ve sözlerine bakacak olursanız, Vahhabilerin "Biri dua ederken peygamberin kabrine bakarsa, bu şirktir." demelerinin abes ve asılsız bir söz olduğunu görürsünüz.


EVLİYANIN KABRİNİN BİNA EDİLMESİ

Evliya ve Enbiya'nın kabrinin üzerine bina edilmesini haram bilen dolayısıyla da bu binaların yıkılmasını emreden ilk kimse İbn-i Teymiye ve meşhur talebesi İbn-i Kayyim'dir. Daha sonra da Vahhabiler bu görüşü takip ederek ellerine geçirdiği evliya ile enbiyanın kabirlerini binalarıyla birlikte yerle bir ettiler.

Kur’an açık bir dille bu mevzunun hükmünü beyan etmemiş­tir. Ama bu mevzunun hükmünü de Kur'an'da yer alan tümel hü­kümlerden istinbat etmek mümkündür. Bu esas üzere diyoruz ki evliya ve enbiyamn kabrini bina etmek ilahi şiarları büyüksemektir.

Allah-u Teâlâ da "İşte böyle; kim Allah'ın şiarlarını yüceltirse şüphesiz bu kalplerin takvasındandır." (Hacc/32) diye buyuruyor. Bu ayette yer alan "şiar" Arapça'da nişane ve alamet manasınadır. Bu ayette maksat Allah'ın vücudunun nişaneleri değildir. Zira tüm alem Allah'ın varlığım nişanesidir.

Bu sebepledir ki hiç kimse alemde var olan her şeyi yüceltmenin kalplerin takvasından oldu­ğunu söylememiştir. Dolayısıyla bu nişanelerden maksat Allah'ın dininin nişaneleridir.

Bu yüzden Allah-u Teâlâ da bu sebeple Mina'da kesilen kurban ile sefa ve mervenin ilahi şiarlardan olduğu­nu beyan etmiştir. Zira bunlar hanif dini olan İbrahim (A)'ın dininin nişaneleriydi. Müzdelife'ye de bu nedenle "meş'ar" (ilahi şiar­ların tecelligahı) denilmektedir.

İşte evliya ve enbiyanın kabirlerini bina etmek de bu ilahi şiarlardandır. Bu şiarı da yüceltmek kalple­rin takvasındandır. Aslında büyük insanların kabirlerini bina et­mek ve böylece onları ebedileştirmek fıtri bir şeydir. Bu yüzden tüm dinler ve milletler arasında görülmüş bir şeydir.

Nitekim Müslümanların, Ehl-i Beyt imamlarının kabrini bina edip ziyaretgah kılmaları da bu maksatla olmuştur. Nitekim Allah-u Teâlâ da şöyle buyuruyor; "De ki ben buna karşı yakınlarıma sevgi dışında sizden bir ücret istemiyorum." (Şura/23)

Şüphesiz ki Rasulullah (S)'in yakınlarını sevmenin mısdaklarından biri de onları vefatından sonra da ebedileştirmek için ka­birlerini bina etmek ve onlara saygı göstermektir.

Nitekim İslam'dan önceki ilahi dinlerde de bu böyle olagelmiştir. Örneğin halk ashab-ı Kehfin durumunu öğrenince onların kabrini bina ettiler.

Bu da onlara duydukları sevgi ve saygıdan ile­ri geliyordu. Eğer çirkin bir olay olsaydı Kur’an bunu beyan et­mez miydi?

Bir ayette de Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "(Bu nur) Al­lah'ın onların yüceltilmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği evlerdedir. Onların içinde sabah akşam onu tesbih ederler." (Nur/36)

Bu ayette yer alan "evler" hangi evlerdir? Bu evler "mescid ve cami'den daha genel bir mana ifade etmektedir. Bu sebeple Kâbe’ye "beyt" (ev) denilmiştir. Ehl-i Sünnet alimlerinden olan Suyuti de bu ayetin tefsirinde şöyle bir rivayet nakletmektedir: "Enes b. Malik şöyle diyor; Rasulullah bu ayeti okuyunca birisi kalkıp bu evlerin hangi evler olduğunu sordu.

Peygamber de "Bu evler pey­gamberlerin evleridir." diye cevap verdi. Bu esnada Ebu Bekir kal­kıp Ali ve Fatıma'nın evini göstererek "Bu evde mi?" diye sorunca Peygamber (S) "Evet bu o evlerin en faziletlilerindendir." diye buyurdu. (Durr'ul Mensur c.5, s. 50)

Öte yandan bilindiği gibi Mekke'de İsmail ve annesi Hacer'in kabri bina edilmiş haldeydi. Hakeza Şuş'ta Danyal (A)'ın kabri, Irak'ta Hz. Salih Hud ve Yunus (A)'ın kabirleri vardı. Hz. İbrahim, oğlu İshak ve Yakub ile Yusuf (A)'ın kabirleri de bina edilmişti. Hatta bunların kabrini Hz. Musa (A) Mısır'dan Beyt'ul Mukaddes'e getirdi. Bunların hepsi de bina edilmiş haldedir.

Cidde'de ise Havva annemizin kabri vardı ki Vahhabilerce yok edildi. Nitekim İbn-i Teymiye de "Sırat'ul Müstakim' adlı kita­bında bu kabirlerin bina edilmiş olduğunu kabul etmektedir. Ama İbn-i Teymiye ve Vahhabiler kabirlerin bina edilmesine karşı çı­karken bir takım zayıf hadislere istinad etmektedirler, Bu hadisler hem senet açısından hem de delalet açısından zayıf ve yetersiz görülmüştür. Bu hususta derin bilgi edinmek isteyenler Ayetullah

Cafer Sübhani'nin "Ayin-i Vahhabiyet" kitabına müracaat etmelidir­ler.

Velhasıl enbiya ve evliyanın kabirlerini bina etmek ilahi şiar­lardan biridir ve kalplerin takvasından kaynaklanmaktadır.

Bu mesele sadece Şamanizm ve benzeri batı dinlerde olan bir şey değildir. Aksine tüm dinlerde ve milletler arasında görül­müş bir şeydir. Hiç bir delil ve mesnede dayanmadan bunun Şa­manizm ve benzeri batıl dinlerden kaynaklandığını iddia edenler ilmi ciddiyetsizlik içindedirler. Hâlbuki insanın bilmediğini ifade etmesi de bir erdeme ve ilmin yansı konumundadır.

Ama bu hususta "Tasavvuf ve İslam" kitabının yazarı şöyle di­yor:

"Türbe halk arasında da bu kelimeyi icad edenler arasında da "kutsal ölü mezarı" anlamına geliyor. Cahili dinlerin ana kurumlarından biridir. Türklerin orta asya'da iken sahibi bulundukları şamanizm ve diğer batıl dinlerdeki inançlarından başlıcasıdır.

Ulu bildikleri büyük bildikleri insanların ölümlerinde onları salon büyük­lüğünde üzeri örtülü yerlerde defnederler ve hatta bildiğiniz gibi gittiği yerde kullanır, ihtiyacı olur diye en iyi atından bazen hanımlarına kadar (diri, diri) yanına koyarlardı.

Bu konudaki kaynak kitaplar bunu anlattığı gibi bulunan böylesi mezarlar (türbeler) de bunun gerçekliğine şehadet etmektedir. Ortaasya'da bu türlü me­zarlara 'kurgan" deniliyordu.

Müslüman olan Selçuklu Türkleri zamanında bu cahili adet Allah ve Peygamberin bu konudaki mesa­jına rağmen yaşatılmaya devam edilmiş ve adına da tarihten bildi­ğimiz gibi "kümbet" denilmiştir.

Peygamberimiz "ölülerinizi kutsallaştırmayın kabirleri ise yerle eşit yapınız. Cahiliye zamanında olduğu gibi üzerine dam yapmayınız. Zira böyle yapanlar giderek Allah'a şirk koşanlar olmuşlardır.

" mealindeki gerçeği ifade etme­sine rağmen onun bu mesajını kulak ardı edenler durumu bugün de gözlerimizin önündeki manzaraya çevirmişler."(s. 1796-177)

Yazar hadis ilmindeki zayıf bilgisine rağmen sanki bu hususta "sadece bildiğim doğrudur" dercesine işi başından savmış ve bu hususta hiçbir ilmi çalışma içine girme gayretini göstermemiştir. Ama biz yine de ondan vazgeçip büyük alimlerin beyanına baş­vuralım.

Bu cümleden Muhammed Hasan-i Kazvini "Vahhabiliğin İçyüzü" adlı kitabında (s. 82-91) bunlara cevap olarak şöyle de­mektedir: "Bazıları 'Kabirleri bina ve inşa etmek, sağlamlaştırmak ve üzerine bir şey yaptırmak şirktir' diyorlar.

Hâlbuki Enbiya ve evliyanın kabrini bina etmek ve harap ol­masını önlemek için sağlamlaştırmak caizdir. Zira bu amel mukad­des İslam dininin azamet ve ihtişamına sebep olur. İbn-i Teymiye ve onun taraftarları olan Vahhabiler kendi iddialarını ispat için bir takım deliller getiriyorlar.

1. Onlar Eb-ul Hiyac-i Esedi'nin Hz. Ali'den (as) naklettiği bir hadise dayanıyorlar ki önceden zikretmiştik.

2. Kur'an Müslümanlara cami yapmayı emrediyor. Ama kabirleri de bina eden diye bir şey söylememektedir. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Her mescid yanında (secde yerinde) yüzlerinizi (O'na) doğ­rultun." (Araf/28)

Nitekim bir yerde İbn-i Teymiye şöyle diyor: "Rafiziler Al­lah'ın dinini değiştirdiler: Yani kabirleri abad (bayındır) camileri ise tatil ettiler.

Bu işi de müşriklerle işbiriiği etmek ve müminlere muhalefet göstermek için yapmışlardır."

3. Rasulullah cami ve mescid yapmayı emretti ama hiçbir peygamberin veya imamlardan birinin kabrini bina etmeyi emret­medi.

Birinci soruya cevap olarak şöyle diyoruz: Şia’nın mescid ve camileri tatil ettiği büyük bir iftiradır. Zira Şiiler mescid yapmayı ve mescid ve camilerde (ziyaretgâha nispeten daha çok) namaz kılmayı ve ibadet etmeyi kendilerine farz bilmektedirler.

Evet, Şia’ya göre bazı ziyaretgâh ve türbelerin iki cihetten ötü­rü nispeten üstünlük ve fazileti vardır. Birisi, oraların aynı zaman­da mescid olması ikincisi ise meşhur olması...

Mesela Peygamberlerin ziyaretgâhı hem Allah'ın ve hem de Rasulullah'ın haremidir. Emir-ul Müminin (as) şehadet mahalli ile imam Hüseyin'in (as) haremi ise mesciddir ve de Allah'a ibadet ve Hakk'ı anma yeridir. Şüphesiz ki haremlerin ve mukaddes yer­lerin faziletleri birbirinden farklıdır.

Bu mukaddes zayaretgahlar daha faziletli olduğu içinde Şii Müslümanlar ve belki tüm Müslümanlar onlara yönelmekte ve Orada bir araya gelmektedirler. Şii Müslümanlar asla camileri boş bırakmamışlardır. Nitekim bu hakikat günümüzde daha iyi anlaşıl­maktadır.

Şii Müslümanlar da cami yaptırıyor, tamir ediyor ve onu koruyorlar. Hatta tüm mukaddes mekânları ve dini şiarlardan sayılan her yeri Allah'ın dinine saygı ve tazim için koruyor, muhafaza ediyorlar.

Şiiler bu gibi yerlerin de Allah'ın abad kalmasını ve içinde adını zikredilmesini istediği yerler olarak kabul etmektedirler.(Nur/36)

İkinci itiraza ise şöyle cevap veriyoruz: Ebu'l-Hiyac'ın naklet­tiği hadis, kabirleri düzlemeyi beyan ediyor. Ama kabirleri düzlemekten maksat onları yerle bir etmek ve yerden yükseltmemek demek değildir. Belki hadiste yer alan "tesviye" kelimesi şu ayette ifade ettiği manadadır.

"Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek kapanın." (Hicr/29)

Hakeza şu ayette de aynı manayı ifade etmiştir:"Onun boyu­nu yükseltti ve ona belli bir düzen verdi." (Naziat/28)

Bu ayetlerde yer alan "tevsiye" kelimesi biçim ve düzen ver­mek manasınadır. Nitekim şu ayette bu manayı ifade etmektedir

"Ki o seni yarattı sana bir düzen içinde biçim verdi ve seni bir itidal üzere kıldı." (İnfitar/7),

Rivayette yer alan "kabirlerin tesviye edilmesi" hakkındaki en yakın ve açık ihtimal kabirlerin düz olmasıdır. Yani rivayette ka­birlerin yerle bir düzeyde ve bir hizada olması söylenmemiştir.

Mesela kabir "yer ile bir düzeyde olmalıdır" denmemiş ve kabrin de yüksek ve eğri bir biçimde olmamasına değinilmiştir. Bu yüzden "tesviye" den maksat kabrin üzerinin dümdüz olmasıdır.

Eğer tesviyeyi tastih (düzlemek) manasına almazsak o zaman mezkûr kayıt (kabrin yüksek olmaması kaydı) boş ve faydasız bir şey olur. O halde rivayet, kabri düzlemenin yükseltmekten daha iyi olduğunu delalet etmektedir.

Kabirleri bina etmenin şirk olduğunu Eb-il Hiyac'ın rivayetinden çıkaran İbn-i Teymiye'ye şaşırmamak elde değil doğrusu! Allame Hilli'nin "kabirleri düzlemek meşrudur." Ehl-i Sünnetin bunu terk etmesinin ve kabirleri yükseltmesinin sebebi kabirleri düzlemeyi caiz bilen Şia’ya muhalefet etmek içindir." sözüne karşı İbn-i Teymiye şöyle diyor:

"Ebu Hanife ve Ahmed İbn-i Hanbel'in mezhebine göre kabirleri yükseltmek, düzlemekten daha iyidir. Nitekim rivayette de peygamberin kabrinin yüksek olduğu yer almıştır.

Şafii ise kabirleri düzlemeyi müstehab olarak kabul etmekte­dir. Zira o da rivayette kabirleri düzlemenin emredildiğini görü­yordu.

Onun nazarına göre tesviye, tastih (düzlemek) demekti. Bazıları da şöyle demişlerdir; "Kabirleri düzlemek Rafîzilerin şiarıdır. Bu yüzden de kabirleri düzlemek mekruhtur.

Ama diğer bütün alimler buna muhalefet etmiştir ve demişlerdir ki: "Kabirleri dü­zeltmek müstehabdır Bu iş Rafizilerin ameli dahi olsa istihbabı vardır."

İbn-i Teymiye'nin ilk önce inkar ettiği bir şeyi sonunda nasıl itiraf ettiğini görüyor musunuz? İbn-i Teymiye sonunda tüm Ehl-i Sünnet alimlerinin ittifak ettikleri ve de muteber hadislerde de yer alan hakikati kabullenmiştir.

Nitekim sahih-i Buhari'de yer aldığı gibi kabirleri müşahhas etmek ve düz bir şekilde yükseltmek da­ha iyidir. Daha sonra ibn-i Teymiye de Eb-ul Hiyac'ın naklettiği hadisi Şafii'ye uyarak 'tasviye" ve "tastih" manasına hamletmiştir. Hâlbuki daha önce kabirleri yerle bir etme manasına hamletmişti, Nitekim Şarih-i Nesai de mezkûr hadisi tercihsiz bir şekilde iki ih­timalden birine hamletmiştir: Kabirleri yerle bir etmek veya düzlemek,

Evvelen: Kabrin yerle bir olmasından maksat bile kabri düzleme mutedil bir şekilde yükseltmektir. Aksi taktirde onu düzlemek gerekir. Nitekim rivayet de bu manayı tasrih etmiştir.

İkinci olarak: Kabirlerin yerle bir olması bu işin müstehab olduğuna delalet etmektedir. Bu surette ise müşriklerin kabrini yıkmanın farz olduğuna kail olmak gerekir. Nitekim Sahih-i Buhari Sünen-i Nesai ve İbn-i Mace' de bu mesele için bir bab tahsis et­miş ve "Peygamber Medine'ye gelince mescid yapmalarını ve müşriklerin kabrini yıkıp yerle bir etmelerini emretti." diyerek nakletmişlerdir.

Tesviye kelimesi ile "tems" (tasvirler yok etmek) kelimesinin birbirine yakın anlamı olmasından da anlaşıldığı gibi rivayette yer alan kabirlerin yerle bir edilmesi cümlesinden maksad müşriklerin kabridir; Müslümanların değil. Zita müşrikler kendi kabirlerine bir takım resim, mücesseme ve tasvir asıyorlardı.

Nitekim Sahih-i Bu­hari Aişe'den şöyle naklediyor: Ümmü Habibe ve Ümmü Seleme (Rasulullah'ın hanımları) peygambere Habeşistan'daki bir kilisede bir takım tasvir ve mücessemeler gördüklerini söylediler.

Peygam­ber şöyle buyurdu: Onların salih bir kulu ölünce kabrinin üzerine bir mabed bina ediyor ve oraya bir takım tasvirler asıyorlardı. On­lar kıyamet gününde Allah indinde insanların en kötüsüdürler." Buhari bu hadisi de "Cahiliye müşriklerini kabri" babında nakletmiştir.

O halde bu hususta Müslim, Tirmizi ve diğerlerinin naklettiği şu hadis dışında Rasulullah'tan menkul olan muteber bir hadis mevcut değildir. Bu hadiste ise peygamber kabirleri sıvamayı, bi­na etmeyi ve kabrin üzerine yazmayı yasaklamıştır.

Bu hadis hakkında ise şöyle diyoruz:

Evvelen: Nehy, hem hürmet (haram) ve hem de keraheti içermektedir. Özellikle de hadislerde yer alan nehiy...

Saniyen: Müslümanların hadiste yer alan bu üç şey (sıvamak, bina etmek ve üzerine bir şeyler yazmak ile amel ettikleri doğru değildir.

Nitekim Muhammed b. Abdulhadi-i Hanefi de bu hususta şöyle diyor: "Hakim-i Nişaburi ve Müstedrek de bu hadisi naklet­tikten sonra şöyle diyor: "Hadisin isnadı sahihtir. Ama onunla amel edilmemiştir. Zira doğudan-batıya tüm Müslümanların ön­derlerinin kabirleri üzerine bir şeyler yazıyorlar. Bu ise sonrakilerin öncekilerden öğrendiği bir şeydir."

Biz de diyoruz ki; Kabrin üzerini bina etmek kabrin üzerine bir şey yazmak gibidir. Zira tüm İslam ümmeti (ve buna ilave ola­rak imamlar) büyüklerin kabrini bina etmeyi onları yok olmaktan korumak için lazım biliyorlar. Ve onları korumayı dinin azamet ve saygınlığını korumak olarak kabul ediyorlardı. O halde zanni olan vahid bir haber Müslümanların kesin icması ile muareze (muka­bele) edemez.

Bütün bunlara emir de peygamberimiz (sav) ile önceki peygamberlerin amelini de eklemek gerekir. Zira peygamber İsmail'in (as) hicrini korumayı emretti. Asla onu yok etmelerini söylemedi.

Hâlbuki orası da İsmail ve annesi Hacer'in medfun oldukları yer­dir. Hakeza peygamber ve sonraki halifeler ve hazretin oğlu İbra­him ile Beyt-ül Mukaddesteki peygamberlerin kabrine karışmadı ve onları öylece baki bıraktı.

Peygamber, Ebu Bekir ve Ömer'in medfun oldukları oda da bu peygamberlerin kabirleri gibidir. O halde müminlerin kabrini bina etmek de caizdir.

Sahabenin peygamberin defnedildiği o mukaddes odayı baki bırakmaları ve hatta tamir etmeleri kabirlerin üzerine bina yapma­nın caiz olduğunun kesin inkâr edilemez bir delilidir.

Eğer bazıları "Haram olan, kabirlerin üzerine kubbe yapmak­tır. Ölüleri bir binanın içine defnetmek ise haram değildir!" diye itiraz ederlerse onlara şöyle cevap veririz:

Evvelen: Kabri bina etmenin hürmeti ve peygamberin ona yasaklaması ihrama girmiş birinin hareket halinde gölgelenmesinin haram olması ve de peygamberin bunu yasaklamış olması gi­bidir. Dolayısıyla gölgelenmenin haram olması ihramdan önceki gölgelenmeyi de içermektedir.

Ve de ihrama giren birinin onu terk etmesi farzdır. Hakeza kabirlerin bina edilmesinin haram olması da önceki ve sonraki binaya da şamil olmaktadır.

Saniyen: kabirleri bina etmek İbn-i Teymiye ve Muhammed b. Abdullah'ın dediği gibi cahiliye putlarının hükmünü taşıyorsa definden önceki bina ile sonraki binanın da aynı konumda olması gerekir.

O halde peygamber, Ebu Bekir ve Ömer'in, hazretin oda­sında defnedilmiş olması eski ve yeni binanın caiz olduğuna en açık delildir. Belki peygambere uymak daha faziletli ve yerinde bir davranıştır. O halde Rasulullah'ın dostları ve Ehl-i Beyt'inin ka­birlerini bina etmek caizdir.

Zira her ikisinin sebep ve ölçüsü de birdir. Müslümanların icması da bu ikisi arasında hiçbir farkın ol­madığım gösteriyor.

O halde İbn-i Teymiye bu sözleri nereden çıkanyor? O, bu hususta şöyle diyor: "Peygamber ümmetine kabirleri bina etmeyi emretmedi ve de bunu caiz görmedi." İbn-i Teymiye peygamberin kabri ile müminlerin kabrinin farklı olduğuna inanıyor.

Hâlbuki biz kabirleri bina etmenin caiz olduğunu ve de pey­gamberin bunu emrettiğini ispatladık. Zira peygamber ümmetine kendisim vefat ettiği yerde gömmelerini vasiyet etti. O hakle hük­mün ölçüsü birdir ve de bu ikisinin hükmü ve sebebi aynıdır.

Salisen: Gerçi Kur'an-ı Kerim özellikle peygamberlerin kabri­ni bina etmeyi emretmemiştir; ama genel olarak bu ayette şöyle tasrih edilmiştir:

"Kim Allah'ın şiarlarım yüceltirse şüphesiz bu kalplerin takvasındandır." (Hacc/32)

Hakeza şu ayette:

"İşte böyle, kim Allah'ın haram kıldıklarını (gözetip hükümle­rini) yüceltirse, Rabbinin katında kendisi için hayırlıdır." (Hacc/30)

Hakeza şu ayet:

"Ey iman edenler Allah'ın şiarlarına sakın saygısızlık etme­yin." (Maide/2)

Zira peygamberin ve imamların defnedildiği yer ve mekân da dinin nişane ve şiarlarından sayılmaktadır. Dolayısıyla onları koru­mak ve yok olmaktan kurtarmak farzdır.

Zira onları bina veya oturma yoluyla korumak onlara saygı ve ihtiram göstermek de­mektir. Nitekim mescid ve camileri onarmak da onlara saygı ve ihtiram göstermek ve tazim etmek demektir.'

Daha fazla bilgi için şöyle diyoruz: Allah-u Teâlâ Sefa ve Merve'yi de kendi şiarlarından ve de mukaddes bir yer olarak kabul etmiştir. Dolayısıyla onlara saygı göstermek de farzdır. O halde peygamber ve evliyanın defnedildiği yerin dini şiarlardan biri ol­ması daha da münasibdir.

Zira oralar Allah'ın bina edilmesini mu­kaddes adının içinde zikredilmesini istediği yerlerdir.

8
İSLAM VE İRFAN İSLAM VE İRFAN



Zira her ikisi de Allah'a ibadet edilen yerlerdir,

Eğer İslam dininde mescidleri onarmaya ve onlara ihtiram göstermeye delalet eden hiçbir hüküm olmasaydı bile bu ayet umumi manası itibariyle mescidleri tamir etmenin, onlara ihtiram göstermenin ve de içinde Allah'ın zikrinin bekasının farz olduğu hususunda bizlere yeterliydi. Zira mescidler de Allah'ın baki kalmasını ve korunmasını emrettiği yerlerden biridir.

Allah'ın dinini ve İslam'ın azametini insana hatırlatan ziyaretgâhların tamir ve korunması da aynı mescidler gibidir. İşte bu yüzden Müslümanlar peygamber, Ehl-i beyt ve ashabın defnedil­diği yerleri korumaya çalışıyorlar. Asırlar boyunca tüm Müslümanların bu mukaddes zatların ziyaretgâhlarını korumasının sebebi de buraların İslam dinini; güçlendirdiği ve de iman ehlinin şevket ve azametini takviye ettiği sebebiyledir. Oralar bazılarının zannettiği gibi şirk ve putperestlik ocağı değildir.

Muhammed b. Abdulvahhab şöyle diyor: "Kabirleri bina et­mek cahiliye döneminde ibadet edilen putlar ve ağaçlar hükmün­dedir." keşke Hz. İsmail'in (as) ve annesi Hacer'in hicri'nin onarılmasının, peygamberin onu yerle bir etmemesinin ve hakeza pey­gamberin defnedildiği odanın bekasının bu işin hiçbir sakıncasının olmadığım gösterdiğini o da derk edebilseydi ve hakikate erişebilseydi. Hâlbuki biz bu hususta hiçbir sakıncanın olmadığını ispat ettik.

Acaba birisi kalkıp da: "Peygamber ve ashabını hazretin pak odasına defnettiler ve odanın kapışım kapatmalarım da emrettiler ki halk Allah'ın yerine putlar gibi bu bina ve odanın duvarlarına ibadet etsinler" diyebilir mi?

İbn-i Teymiye "Minhac-us Sünne" de şöyle yazıyor: "Ömer b. Hattab bazı Müslümanların peygamberin oturup-kalktığı bir yerde ibadet etmekle meşgul olduğunu görünce onları bundan sakındırdı ve onlara şöyle dedi: "Sizden önceki ümmetlerin helak olması­nın sebebi de onların kendi peygamberlerinin eserlerini ibadet mahalli haline dönüştürmeleriydi."

Hâlbuki İbn-i Teymiye Ömer'in bu sakındırışının onun şahsi bir görüşü olduğunu bilmesi gerekirdi. Zira hiç kimse peygambe­rin namaz kıldığı ve oturup kalktığı yerlerde namaz kılmak, ha­ram ve batıldır diye iddia etmemiştir. Sahih-i Buhari'de yer alan bir hadiste peygamber (saa) şöyle buyuruyor: "Allah tüm yeryüzü­nü secdegah ve de temiz karar kılmıştır. Ümmetinden birisi namaz vaktinde nerede olursa olsun orada namaz kılsın."

Üstelik Müslümanlar; özellikle de Şia, Ömer'in böyle bir şey yaptığını inkâr etmektedir. Zira eğer, Ömer böyle bir şeyden sa­kındırmış olsaydı, peygamberin eserlerini ve kabrini baki bırakır ve de kendisini peygamberin kabrinin yanına defnetmelerini vasi­yet eder miydi hiç?

Binaenaleyh eğer kabirleri bina etmek cahiliye zamanının putları hükmünde olsaydı hiçbir zaman Ömer, ondan da önce Ebu Bekir ve onlardan sonra da sahabeler, peygamberin defnedil­diği yeri koruma ve diğerlerini de o hazretin yanma defnetme hu­susunda ciddiyet göstermez, ehemmiyet vermezlerdi. Bütün bu deliller de Muhammed b. Abdulvahhab'ın bu hususta dediklerinin akıl ve mantıktan uzak olduğunu ve de nefsani heva ve hevesle­rinden kaynaklandığım göstermektedir. Allah bizleri böylesi fikir ve işlerden muhafaza etsin.

Bir başka mesele ise ziyaretgahları altın ve gümüş ile tezyin etmenin ve ışıklandırmaları bir sakıncası olup olmadığıdır.

Vahhabilerin hepsi bunu haram biliyorlar. Bazen bu iş boş ve yersizdir ve ölüye hiçbir faydası yoktur diyorlar. Ve bazen de Şa­fii'den şu rivayeti naklediyorlar "Ömer bir kabrin üzerinde bir kub­be görünce onu yıktı ve şöyle dedi: Bırakın da onu amelleri gölge­lendirsin" bazen de Abdullah b. Abbas'tan naklettikleri şu rivayete istinad ediyorlar.- "Peygamber kabirleri ziyaret edenlere, kabirlerin üzerinde namaz kılanlara ve onları ışıklandıranlara lanet etti"

Bu işlerin caiz olduğuna dair delilleri şunlardır:

1. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Bir topluluğa Allah hida­yet verdikten sonra korkup sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları sapıklığa sürükleyecek değildir." (Tevbe/115)

Bu hususta önceden yeterli bir şekilde bahsettik ve okuyucu­lara hakikati aydınlatmaya çalıştık.

2. Ziyaretgâhları tezyin etmeyi ve ışıklarla donatmayı Kâbe’yi tezyin etmek ve değerli kumaşlarla örtmekle mukayese etmek ge­rekir. Her ikisinin de hedefi birdir çünkü. Yersiz bir şey olması ile örtü ve cevahirlerinden istifade edilmemesi (eğer doğru ise) her ikisi için de geçerlidir. Hâlbuki tüm halifeler bu işin Kâbe’ye tazim ve saygı ifadesi olduğunu da biliyorlardı. Belki peygamberin sünneti de böyleydi. Nitekim İslami tarih ve hadis kitapları da buna tanıklık etmektedirler.

İbn-i Haldun "Mukaddime" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Geçmiş milletler cahiliye dönemlerinde dahi Mekke'ye karşı say­gı gösteriyorlardı. Kisra ve diğerleri birçok hazine ve mallarını Mekke'ye hediye olarak gönderiyorlardı. Abdulmuttalib'in, zem­zem kuyusunu temizlerken som altından iki ceylan mücessimesi ile bir takım kılıçlar bulduğu herkesçe bilinen bir olaydır.

Rasulullah da Mekke'yi fethettiğinde Kâbe’deki kuyuda yet­miş evkiya (8800 okka ağırlığında) altın buldu. Bütün bunlar ise padişahların: Kâbe’ye hediye olarak gönderdiği şeylerdi. Mezkûr altınlar ise iki milyon dinar kıymetinde ve de ikiyüz kantar ağırlığında idi.

Ali b. Ebi Talib peygambere "Ey Rasulallah keşke bu serveti savaş masrafları için harcasaydın!" dediyse de peygamber ona do­kunmadı. Sonra da Ebu Bekir'e aynı şeyi teklif ettiler ama o da altınlara el sürmedi. Öyle ki Vail bu hususta şöyle diyor: Şeybe b. Osman'ın yanına oturmuş idim. Ömer b. Hattab da benim yanım­da oturmuştu. Ömer dedi ki: "Kâbe’de bir tek altın ve gümüşün kalmasını istemiyorum.

Onların hepsini Müslümanlar arasında tak­sim etmek istiyorum." Ben ona dedim ki: "Sen böyle bir şey yap­mazsın" O sebebini sordu. Dedim ki: "Zira senin iki dostun (pey­gamber ve Ebu Bekir) da böyle bir şeye teşebbüs etmediler." Ömer dedi ki: "Onlar halkın kendilerine iktida ettikleri kimselerdi." Bu servet öylece yerinde kaldı. Eftes Mekke'yi ele geçirince bu cevahirleri Kâbe’den çıkardı ve askerleri arasında taksim etti."

Eftes'ten sonra da işler eski haline döndü. Yani Müslümanlar Allah'ın evi ve peygamberin haremine değerli şeyler hediye edi­yorlardı. Ta ki Mekke'de Vahhabi fitnesi zuhur etti ve Vahhabiler Peygamber ile ashabını siretinin hilafına davranarak Mekke ve Medine'deki tüm cevahirleri yağma ettiler.

Buhari "peygamberin sünnetlerine uyma" babında "ve bizi takva sahiplerine önder kıl" (Furkan/74) ayetinin tefsirinde şöyle rivayet ediyor: "Bundan maksad şudur: Yani biz öncekilere uyu­yoruz ve sonrakiler de bizlere uysunlar."

3. Ömer'den nakledilen rivayeti en fazla kabirleri bina etme­nin mekruh olduğuna hamlederiz. Yoksa binanın haram olduğuna delalet etmemektedir. Nitekim tüm Müslümanlar ilk günden beri, Peygamber, Ebu Bekir ve Ömer'in kabirlerinin binanın içinde ol­duğunu görüyor ve biliyorlardı. Hakeza sahabeler ve tabiiler de bundan haberdar idiler.

Üstelik Sahih-i Buhari ve "İkd-ül Ferid" de şöyle yer almıştır: "Hasan b. Hasan (İmam Hasan-ı Müctebâ'nın oğlu Hasan) vefat edince hanımı bir yıl boyunca kabrinin üzerine bir kubbe koydu ve daha sonra da onu kaldırdı."

Şüphesiz ki kubbe de kabre gölge etmektedir.

Bu yüzden de şöyle demek mümkündür: Bazen kerahet birta­kım umumi maslahatlar sebebiyle ortadan kalkmaktadır. Ziyaretçi ve Kur'an karilerini kabirlerin kenarında soğuk veya sıcaktan korumak gibi. Ölü bundan hiçbir nasip almasa da bu tüm Müslümanların maslahatınadır.

4. İbn-i Abbas'ın rivayeti (sahih olsa dahi) Peygamberin sün­neti ve Müslümanların âdetine muhaliftir. Zira Peygamberin kabri­ni ışıklarla donatmak halifeler zamanından günümüze dek devam ede gelen bir şeydir.

5. Kabirlerin ziyaretçileri ve müminlerin ziyaretgâhların ışık­larla donatılmasından faydalanması muhaliflerin bu işin boş ve yersiz olduğu görüşünü reddetmektedir. Özellikle de kabirden uzak bir yerde duran veya oturan kimseler, bu ışıklardan istifade etmektedir. Hakeza Kur'an karileri de bu ışıklardan faydalanmak­tadır. O halde haremlerin ışıklarla donatılması muhaliflerin görü­şünün aksine israf ve yersiz bir iş değildir.



ADEM'İN, ALLAH'IN SURETİNDE YARATILIŞI

Bu hakikati ifade eden birçok hadisler vardır ki biz bunlar­dan örnek olarak sadece birini aktaracağız. Bazıları bu meselenin "Allah hiçbir yaratığına benzemez" gerçeği ile çeliştiğini sanmışlardır Halbuki hakikat böyle değildir. Yani Allah'ın misli (benzeri) yoktur; ama mesel'i vardır. Nitekim Kur'an'da şöyle buyrulmaktadır:

"En üstün meseller (nişaneler, örnekler) O'nundur." (Rum/27)

Bu hususta İmam Bakır (A) da şöyle buyurmuştur:

Ademin sureti Allah'ın yarattığı bir surettir. Allah Teâlâ bu su­reti seçti, muhtelif suretler arasında bunu beğendi ve bunu ken­disine isnad etti. Nitekim ruh ve Kâbe’yi de kendine isnad etmiş ve "Benim evim" veya "Ona kendi ruhumdan üfledim" diye bu­yurmuştur."

İmam Humeyni de "Kırk Hadis Şerhi" (c.2, s. 299-303) kita­bında bu hadisi şerh ederken şöyle diyor:

"Suret lügatte timsal ve heyet manasındadır. Ve ortak manası şeyin, şeyiyeti ve fıiliyetidir. Ama her şeyin bir fiiliyeti vardır. Ki bu itibarla ona suret sahibi denilmektedir. Ve o fiiliyete ise suret de­mektedirler. Felsefede ise suret, şeyin fiiliyeti ve şeyiyetidir. Dola­yısıyla lügat açısından aynı manadadır.

İbn Sina ilahiyat-i şifa kita­bında şöyle diyor. "Her heyet ve fiile suret denilir.

Kabiliyet (ka­bul) hususunda vahiddir ya da mürekkebtir. Dolayısıyla hareket ve araz da surettir. Akli cevherleri arazdan saymak mümkün değil­dir ve bazen de maddenin kemale ermesine sebep olan şeye su­ret demektedirler.

Dolayısıyla madde bilfiil o şeyle mütekavvim olmasa da böyledir. Örneğin sıhhat ve bir şeyin kendisine doğru müteharrik olduğu şey gibi. Bazen de bir şeyin fasıl, cins ve türü­ne suret denilir. Bütün bunlara ve küllinin eczalardaki külliyetine de suret denir."

Bütün bu istimallerden anlaşıldığı üzere hepsinde yegâne ölçü filliyettir. Nitekim Allah Teâlâ’ya da "suretlerin sureti" denilmekte­dir.

Ruh ise tıb örfünde canlının kalbinde kanan hararetinden oluşan latif buhara denmektedir. O halde bu ruhun kaynağı kalbtir. Mecrası ise damarlardır. Filozofların ıstılahında ise ruh bezen nefsanî ruha itlak edilmektedir ki, bunu mebdei de beyin, mecrası ise sinirlerdir.

Ve bu "Ona ruhumdan üfledim" ayetinde işaret edi­len ilahi ruhun nazil bir mertebesi ve zuhurudur.

Adem, İlahi Tam Mazhar ve Allah 'ın İsm-i Azamidir.

Marifet erbabı ve kalp ashabının buyurduğu üzere ilahi isim­lerden her birinin hazret-i vahidiyette bir sureti vardır. Ve bu suret zati bir sevgi ve Allah'tan başka kimseni bilmediği gayb anahtarlarının talebi vasıtasıyla hazret-i ilmiyede Feyz-i Akdes tecellisine ta­bidir ve o surete ehlullahın Istılahında ayn-î sabit diyorlar.

Bu feyz-i akdesle tecelli sayesinde evvela esmai tecelliler asıl olur.

Ve bu ismi tecelli sebebiyle de ayan-i sabite olan esmai suretler ta­hakkuk eder. Ahadiyet tecellisi ve feyz-i akdes ile hazret-i ilmiye-i vahidiye'de zuhur eden ve miratında tecelli eden ilk isim ilahi, cami, ism-i azam ve Allah olarak adlandırılan makamdır ki gaybi ci­hetinde feyz-i akdesle tecellinin aynısıdır.

Kemal'in zuhuri tecelli­sinde, zuhur ve zuhurun talebi bir itibara göre cem-i vahidiyet makamının ve bir itibara göre de esmai kesretin aynısıdır.

İsm-i camiin ve suretinin tecellisi ise insan-ı kâmil’in ve hakikat-i Muhammediyyenin aynısıdır. Nitekim Feyz-i akdesin ayni tecellisinin mazharı da feyz-i mukaddestir ve vahidiyet makamının tecelli mazharı ise ulûhiyet makamıdır. İnsan-ı kâmilin ayn-i sabitinin te­celli mazharı ise ruh-i azamdır.

Diğer esmai, ilmi ve ayni varlıklar ise bu hakikatlerin cüzi ve külli mazharlarıdır. Bunun tafsilatı Misbahul Hidaye risalesinde zikredilmiştir.

Buradan anlaşılmaktadır ki insan-ı kâmil, ism-i camiin mazharı ve ism-i azamın tecellisinin aynasıdır. Nitekim kitap ve sünnette de buna birçok yerde işaret edilmiştir. Örneğin, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "O Adem'e bütün isimleri öğretti". Bu ilahi talim Hz. Vahidiyette Adem'in batın aleminde celal ve cemal'in, cem'i ve gaybi eliyle yoğrulmasıyla vaki olmuştur.

Nitekim suret ve zahiri­nin yoğrulması da şehadet aleminde tabiat mazhariyle celal ve ce­mal'in elinin zuhuruyla gerçekleşmiştir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Doğrusu biz emaneti göklere ve dağlara sunmuşuz da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titre­mişler. Pek zalim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir." (Ahzab/72) İrfan ehli nezdinde ayette geçen emanet mutlak vela­yet makamıdır ki insan dışında hiçbir varlık bu makama layık de­ğildir.

Bu mutlak velayet Kur'an'da Allah Teâlâ’nın işaret buyurdu­ğu mukaddes feyzdir. "Allah'tan başka her şey yok olacaktır." Ka-fi'de yer alan bir hadiste ise İmam Bakır (AS) şöyle buyuruyor: "Biz Allah'ın vechiyiz." Nudbe duasında ise şöyle buyurmuştur: "Evliyanın teveccüh ettiği vechullah nerededir?

Yer ve gök ehli arasındaki ittisal sebebi nerededir?" Camia-i Kabire ziyaretinde ise Şöyle yer almıştır: "Meselul a'la" (En büyük ve yüce örnekler) bu naeseliyet ve vechiyet şu hadiste buyrulan şeydir. "Allah Teâlâ Adem'i kendi sureti üzere yarattı.

Yani Adem Allah'ın en yüce me­seli ve büyük ayeti, en kâmil mazharı, sıfat ve isimlerin tecelli ay­nası, vechullah, aynullah, yedullah ve cündullah'tır. O Allah'la du­yar, görür ve tutar. Ve Allah da onunla görür, duyar ve tutar. Bu vechullah şu ayetteki nurdur: "Allah göklerin ve yerin nurudur.

" İmam Bakır (as) ise Ebu Halid-i Kabili'ye şöyle buyuruyor: "Al­lah'a andolsun ki imamlar Allah'ın inzal buyurduğu nurlardır. İmamlar Allah'a andolsun ki Allah'ın göklerdeki ve yerlerdeki nu­rudur.

" Kâfi’de yer alan bir hadiste İmam Bakır "Neyi soruyorlar? Üzerinde anlaşmazlığa düştükleri büyük bir olay olan tekrar diril­me haberini mi?

" (Nebe/1-2) ayetlerinin tefsirinde şöyle buyur­muştur: Bu ayet Emirelmüminin (as) hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali (as) şöyle buyurdu: "Allah'ın benden büyük bir ayeti yoktur. Ve benden daha büyük bir haberi yoktur." (Usul-i Kafi cilt.l, s. 207, Kitabu'l-Hücce 3. hadis)

Ve bilcümle Hz. Adem'in mısdaklarından biri olduğu insan-ı kamil Allah'ın sıfat ve isimlerinin mazharı, en büyük ayeti, meseli ve nişanesidir. Allah Teâlâ şebih ve benzeri olmaktan münezzeh­tir. Ama Allah'ı ayet ve alamet manasına gelen "mesel'den tenzih etmek gerekmez. "En üstün meseller O'nundur." (Rum/27)

Kâinatın tüm zerreleri o cemil "cemal"in tecellilerinin aynası ve ayetleridir. Ama hepsi kendi vücud kapasitesi oranında. Dola­yısıyla hiçbirisi ism-i azam-i cami (yani Allah)'ın ayeti değillerdir. Sadece kevn-i cami ve mukaddes berzahiyet-i kübra makamı Al­lah'ın ayetidir.

Yaratıcısının azameti sebebiyle onun da azameti yücedir. Allah Teâlâ insan-ı kâmili ve ilk Adem'i kendi cami sure­tiyle yaratmıştır ve onu isim ve sıfatların aynası kılmıştır. Şeyh-i Kebir şöyle demiştir: "İlahi surette olan bütün isimler bu insanı neşette zuhur etti.

Ve bu vücudu ile ihata ve cem' rütbesine nail oldu. Hakeza bu vücuduyla meleklere Allah'ın hücceti oldu."

Böylece Allah'u Teâlâ’nın diğer yaratıklarının muhtelif suretleri arasında; insanın cami' suretini tercih etmesinin ve meleklere üstün kılınmasının ve Adem'in ruhunun Allah'a isnadının nüktesi de malum olmuş oldu. Biz burada özetle bahsettiğimiz için ilahi nefhanın hakikati, Adem'deki keyfiyeti ve insana özgünlüğü konularından sarf-ü nazar ediyoruz.

Başta da sonra da hamd Allah Teâlâ’yadır."

Önemle ifade etmek gerekir ki biz bu kitabı gerçekten birile­rini toplumda alaşağı etmek veya makam edinmek için kaleme al­madık. Allah da biliyor ya tek maksadımız gerçeklerin ortaya çık­masıdır. Bizler gerçeğin talibi ve hakikatlerin müjdeleyicisiyiz.

İmam'ın (R) "Ben sporcu değilim ama sporcuları severim" dediği gibi ben de gerçekten ne bir arif ne bir sufi ve ne de bir veliyim. Ama arif ve velilere büyük bir sevgi ve saygım var. "Bir kavme benzeyen onlardandır." hükmünce hiç olmazsa onlara benzemeye çalışan ve onların gittiği yolda gitmeye çalışan biriyim.

Dolayısıyla da dediklerimin hepsi sadece beni bağlar. Eğer bir yanlışlık ettiysem Allah'ın veli kulları bundan münezzehtir. Yanlışlık ve hatalar benim, güzellik ve doğrular ise bu Allah velilerinin kitaplarına yansıyan ve benim derk edebildiğim hakikatlerdir. Sürç-ü lisan et­tiysek affola... Başta da sonda da hamd Allah'a mahsustur.

Son olarak şimdi de, Ayetullah Hasan Hasanzade-i Amuli'nin irfan deryasından çıkarabildiğimiz bazı inceleri dikkatli bir şekilde hep birlikte zevkle okuyalım:

1. Kendisini tanımayan başkasını nasıl tanıyabilir?!

2. Kendi nefsinin sayfasından haberdar olmayan kimse hangi kitap ve risaleden istifade edebilir?!

3. Öz benliğini yitiren kimse, hayattan ne nasip almıştır?!

4. Kendini unutan kimse, neyi hatırlamanın sevinci içindedir?!

5. Kendini ve Allah'ı tanımaktan daha üstün bir iş olduğunu sanan kimseye sorarım: "O iş nedir?"

6. Kendisini ebediyet için ıslah etmemiş olan,insan, ne işle uğraşıp durmuştur?

7. Enfüsi seyirden afaki seyre ulaşmamış insan, ne tatmış ve ne görmüştür?!

8. İmkan aleminde insandan daha büyük bir varlık olduğunu sanan kimseye sorarım; "O Varlık nedir"?!

9. Vücuduna temiz bakıp, ruhunu kirleten kimsenin ne kıs­meti olabilir?!

10. Maddi gelirini, manevi makamlar için kullanmayan ve ve­sile kılmayan insan büyük bir yanlışlık içindedir.

11. Ölümden korkan insan, kendisinden korkuyor demektir.

12. Allah'ı inkâr eden, kendi varlığını da inkâr eder.

13. Her insanın değeri, onun ülkü ve idealiyle ölçülür.

14. Filozof, gerçekten nefsini tanımakla rızıklandırılmış insan­dır. Zira felsefe, insanın nefsini tanımasıdır. "Nefsi tanımak, hik­metin anasıdır."

15. Kendine dalmamış, melekut denizinde yüzmemiş ve ce­berut alemine varmamış bir insan, seyahat ve yüzmeye ne değer vermiştir?!

16. Kendisini sonsuz varlık okyanusunun küçük bir ırmağı olarak görmeyen kimse, nasıl ilim ve marifet tahsil edip yüksele­bilir?!

17. "Ben kimim?" mukaddes vadisine ayak basmamış insanın hiçbir değeri yoktur.

18. Muhammedi hitabı (Kur'an-ı Kerim'i) anlamayan ve bu hitaptan yüz çevrin insan, kendisini hiçe satmıştır.

19.Tabiatını aklına hakim kılan insan, her akıllının mahkemesinde mahkûmdur.

20. Yaratılışının geçirdiği evreler üzerinde düşünmeyen insa­nın, ticareti baştan zarardadır.

21. Kendini bir ekinci, ekilen tohum ve ekin tarlası görmeyen kimse saadet ve mutluluğu tadamaz.

22. Kendi ruhuna uygun bir gıda bulmayan insan, boş şeyler­den gıdalanır. Boş şeylerden gıdalanan ise, boş konuşur ve boş şeylerle uğraşır.

23. Tarlasını ayrık otlardan temizlemeyen kişi, bu otlardan za­rar görür.

24. "Nefsini tanıyan Rabbini tanır" hadisini doğru anlayan ki­şi; felsefenin temel meselelerini, hikmet-i mütealinin sağlam konularını ve irfani gerçekleri istinbat edebilir (çıkarabilir) bu nedenledir ki, nefsi tanımanın, melekût hazinelerinin anahtarı oldu­ğunu söylemişlerdir.

O halde ruhun varlığına, "Nefsini tanıyan Rabb'ini tanır" hadisi en yüce delildir.

25. "Siz yapmakta olduklarınızdan başkasıyla karşılık görmez­seniz." (Yasin, 54) "Nasıl? Kâfir olanlar, işlemekte olduklarının feci karşılığını gördüler mi?" (Mutaffifin, 36) ve "Kendilerine, rızık ola­rak bu rızıktan her yetirdiğimizde: "Bu daha önce de rızıklandığımızdandır." derler.

Ve onun benzeri onlara sunulur." (Bakara, 25) ayetleri üzerinde düşünen insan mükâfat ve cezanın amel ve inançlara karşılık olduğunu anlar.

26. "(Çünkü) O salih olmayan bir iştir." (Hud/46) "Her nefsin (hayır ve serden) yaptıklarını hazır bulduğu o gün..." (Al-i İmran/30) ve "Derler ki "Eyvahlar bize, bu kitap nasıl bir şey ki küçük-büyük bırakmayıp her şeyi saymıştır.

" Ve yapıp ettikleri her şeyi önlerinde hazır olarak bulurlar." (Kehf/49) gibi ayetlere dik­kat ve basiretle bakan kimse; insanın, gece-gündüz bütün davra­nış ve amelleriyle, kendi zatının (öz benliğinin) düzenleyicisi olduğunu ve bu dünyadan, kendisini düzenlediği şekliyle diğer aleme göçeceğini anlar.

27. Bir sanat, meslek veya ilim tahsili hususunun içeriğini dü­şünen insan, görür ki, o işlerin bir zahirî ve bir de batım yönü vardır. Bu işlerin kabuk hükmünde olan zahirleri zamanla kaybo­lur; fakat batını, insanın melekesi olur ve kalıcıdır.

Bu meleke sa­yesinde insan, bir melik veya sultan olarak madde alemine etki yapıp kendi işlerini yürütmeye muktedir olur. Daha sonra, ilim ve amelin, insanı insan yapan bir cevher olduğunu anlar.

28. İlim, amelin önderi ve icad edenidir. İlim erkek, amel ise dişidir. Şairin deyişiyle "Akla göre gökyüzü erkek, yeryüzüyse di­şidir, göğün attığı her şeyi, yer yetiştirir." Erkeğin doğurtgan olan spermi ile kadının doğurgan olan ıslaklığı da böyledir. Erkek gök­yüzü, kadınsa yeryüzüdür. Zira "Erkekler kadınlar üzerinde sorumlu yöneticilerdir." (Nisa/35)

Bunları düşünen insan, insanın ruhunu ilim; gövdesini (berzah alemindeki cismini) ise amelinin belirlediğini anlar. Ruhsuz! Gövde gövdesiz ruh olmaz. Ruh gövdeyle, gövde de ruhla vardır.

29. Kamil bir şekilde Muhammedi bir keşifle Kadir suresinin sırrına eren insan, insanın soyu üstü bir makama sahip olduğunu anlar. Zira sonsuz bir kitap olan Kur'an-ı Kerim, mükemmel kalp temizliği ve gönül genişliğine sahip olan Peygamber'in (saa) mü­barek bünyesine bu gecede (Kadir gecesinde) nazil olmuştur.

30. Kur'an ve insanı tanımak hususunda derinleşen insan, Kur'an'ın, kamil insanın yazılı sureti (şekli) olduğunu ve varlık aleminin de kamil insanın suret-i ayniyesi (objektif sureti) olduğu­nu anlar.

31. Nefsin, kuvveden fiile (güçten pratiğe) yükselirken bilgi edindikçe daha çok bilgi edinmeye hazırlıklı hale geldiğini düşü­nen insan, nefsin soyutluktan daha üst makamı olduğunu, yani soyut olduğu halde ilerlemesi için hiçbir sınırlama olmadığını an­lar.

32. İnsanların manevi gıda almak için davet edildikleri ilahi sofra olan şu Muhammedi Hitabı (Kur'an-ı Kerim'i) doğru anlayan kişi, kendi kıymet ve makamını bilir ve kemale ermek yolunda yıl­madan çalışır.

33. Bilginin hakikatini doğru bir şekilde düşünen ve onun nefsin gözü olduğunu ve nefsi, zulmetten aydınlığa cezbettiğini bilen insan bilgi nurunu, onun nefis ve zatının özü olduğunu ve böylece de "ilim" "alim" ye "malum"un (bilinen) varlık bakımından birleştiğinin sırrına erer.

33. İnsanların ahlak ve sıfatlarının eserleriyle hayvanların hal ve fiilleri hususunda düşünen insan, hayvanları, insanları melekle­rinin temessüllerini (canlı örnekleri) olduğunu anlar.

34. Kendini ebedi bilen insan, ebediyetin fikrinde olur.

35. Talep hakkında derince düşünen insan, talep ve matlub (istek ve istenilen şey) arasında bir bağlantı olduğunu; nefsin tevahhud ve temerküz (düşünceyi bir noktada toplamak) olmaksızın kemale ermeyeceğini ve bağlılığın taakkul (akletmek) ile bir araya gelmeyeceğini anlar.

Hz. Ali (as) da şöyle buyurmuştur: "Arif nefsini tanıyıp onu azad eden ve onu Allah'tan uzaklaşmasına sebep olan her şeyden uzak tutandır."

Nefsi tanımak hususunda derinleşen insan, kendisini farklı mertebelere sahip birisi olarak bilir. Bu mertebelerinin her birinin özel hükmü vardır. Aynı zamanda üst mertebe, alt mertebenin ha­kikati ve alt mertebe de üst mertebenin inceltilmiş halidir.

Nitekim beden nefsin bir alt mertebesidir. Bununla biriikte mertebelerin gördükleri bütün işler bir tek hüviyetten kaynaklanır.

36. Birkaç gün nefsini kontrol altına alıp, ithalat ve ihracatına (alıp verdiklerine) dikkat eden kimse, derdini anlar ve ilacını bulup tedavi eder.

37. Ariflere göre kâmil insan, Esma'ı İlahi'nin (ilasi isimlerin) hakikatlerinin açıklayıcısıdır. Filozoflara göre ancak "İmam" kâmil filozoftur. Zira felsefe eşyanın hakikatlerini bilmektir. Eşya ise ob­jektif isimlerdir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyruluyor: "(Allah) Adem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara) ve "Biz her şeyi açıklayıcı olan bir imamda tespit ettik." (Yasin: 12)

38. O halde Kur'an, irfan ve burhanın (felsefenin) arasında hiçbir ayrılık yoktur.

39. Kendini bir ekin, ekinci, ekin tarlası ve tohum bilen kim­se, her şeyden daha çok ekin ve tarlasıyla uğraşır.

40. Nefsini basit (bileşik olmayan ve soyut) bilen kimse, onun ebedi olduğunu anlar. Zira yalnızca bileşik olan şey, yok olur ve fena bulur; bileşik olmayan bir cevher, hem akıl, hem akleden ve hem ma'kul'dur.

41. Nefsin soyut olduğunun (ister akli, ister berzahi ve ister akıl üstü soyutluğunun) delilleri üzerinde düşünen kimse, bunla-nn hepsinin tek bir sonuç verdiğini anlar. Bu sonuç da, nefsin bi­leşik olmayan bir cevher olduğudur.

42. Kamil insanın kâinat maddesi üzerindeki tasarrufunu dik­katlice düşünen insan, mucize ve kerametlerin, Allah'ın izniyle onların Kutsileşmiş nefislerinde var olan kudretiyle meydana gel­diğini anlar.

43. Kendini birkaç gün boyunca boş yemek, boşuna çalış­mak, boş konuşmak veya fazla konuşmak gibi hayvani istek ve lezzetlerden uzak tutan bir insan görür ki, riyazet sonucu, nur ve sefa bulur, eserleri aydınlık ve değer kazanır. O halde riyazet; in­sanı insan yapan yöntem ve usul, yani vahiy mantığı olan "Şüphesiz ki, bu Kur'an en doğru yola iletir.

" ilkesi üzere olursa, nefis ya­ratılış gereği olarak (riyazet sonucu) ilahi kemale ulaşır.

44. Batın ve zahirini düşünen insan, batının zahirden asla gaflet etmediğinin hakikatine ulaşır. Hatta uyuyanın uykusunda ve sarhoşun sarhoşluğunda da batın zahirden gaflet etmez. Bu ne­denle onlara ulaşan en küçük bir elem ve eziyeti fark ederler.

O halde nefsini, "Onu ne bir uyku ve ne de bir uyuklama tutmaz" ayetinin mazharı bulur, basireti açılır ve bilir ki, alemin batını ha­yat, ilim ve şuurun özüdür ve batın zahirden asla gaflet etmez, ama zahir başka şeylerle de meşgul olduğundan batından gaflet eder.

45. Rüşd ve gelişimini düşünen insan, iki çeşit yemeği oldu­ğunu görür; bir yemeği bedenin gelişmesine, diğer yemeği de ru­hunun rüşde ermesine sebep olur. Her biri için de birer ağız var­dır. Bedenin ağzı, ağızdır; ruhun ağzı ise kulaktır.

Ne bedenin ye­meğiyle ruh gelişir ve ne de ruhun yemeğiyle beden gelişir. Su, hayat ve ilmin gölgesi mazharıdır. Beden nefsin bir alt mertebesi ve gölgesidir. Susayan beden hayat gölgesi, olan sudan ister, susa­yan ruh ise hayatın aslı olan ilmi ister.

İmam Cafer-i Sadık (as), "İnsan yiyeceğine bakmalıdır." ayeti­nin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "İnsan, kimden ilim aldığına bakmalıdır."

46. Nefsin bilgisi hususunda derinleşen kimse, bir nazari ve bir de ameli kuvvesinin olduğunu anlar. Nazari kuvveye, "görüş ve bilgi edinme kuvvesi" derler. Ameli kuvveye ise "iş kuvvesi" derler. Bu iki kuvve nefsin iki kanadı mesabesindedir. Nefis bu kanatlarla gerçeklerin doruğuna uçmakta ve "Cennetime gir" aye­tinde belirtilen lika (Allah'a ulaşma) cennetine ulaşmaktır.

Nazari kuvvede, kemalin başlangıcı Allah'ı tanımaktır. Ameli kuvvede ise kemalin başlangıcı Allah'a itaattir. İnsanın bu iki kuv­vesinin fiiliyet (pratik) yönünden mertebeleri yardır. "Allah, sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir," (Mücadele/22)

"Yaptıkları ameller gereğince her biri için dereceler vardır" (En'am/132)

"Güzel kelimeler O'na (Allah'a) yükselir, salih amel de onu (güzel kelimenin sahibini) yükseltir." (Fatır/20)

Güzel kelimeler, müminlerin tahir ruhlarıdır, salih amel ise ruhu yükselten güzel iş ve akli bilgilerdir.

47. Ruhu kemal ve terakki haddine ulaşan kimse, kabirleri, bedenin mezarı gördüğü gibi bedeni de ruhun mezarı görür.

"Sen kabirlerde olana işittirecek değilsin." (Fatır/22) ayetini düşünün.

48. Nefis marifetinde "yakza" (uyanıklık) merhalesine ulaşan kimse, ilim ve bilginin çoğunun rüya ve hayal olduğunu görür. Nefsin nuru olan ilim, başka bir ilimdir Hadis-i Şerifte: "İlim nur­dur. Allah onu istediğinin kalbine yerleştirir." buyrulmaktadır

49. Kendi kıymetini bilen kimse; kuvvelerini, ilimleri algılama şebekesi, marifetleri avlama kemendi eder. Zira nefsin fiiliyeti, ila­hi bilgiler, ilmi melekeler ve salih amellerdir.

50. Nefis marifetini, Rabbini tanıma merdiveni eden kimse, nefsin kuvvelerinin nefse olan nispetini, aynen meleklerin Rabb'e olan nispeti gibi görür.

51. İnsani surette varlık alemi hususunda derinleşen kimse görür ki, eğer insani suret olmasaydı ne akli feyizler, ne nefsi isti­fadeler ve ne de şer'i siyasetler olurdu.

52. Nefsin fıtratını bilen insan, sırrını (ruhunu) Kuds-i Ceberrut'a (Allah'a) yöneltir. Zira bilir ki, insandaki akıl ve nefis olduk­ça latif olduğundan her neye yönelse onun şeklini alır.

53. Şuurlu ve uyanık nefse sahip olan insan, kalbiyle Allah'a yönelir ve İmam Cafer-i Sadık (as)'ın "Kalp Allah'ın haremidir. Al­lah'ın hareminde Allah'tan başkasına yer vermeyin" buyurduğunu kulağına küpe yapar.

54. Hikmeti olan ve nefsini bu maddi alemden alıkoyan in­san, bazen nefsinin levhasında birtakım tecelliler müşahede eder.

Bazen de tecelli üstü hakikatleri kavrar. Böylece de anlar ki; in­sanda uyku, hipnotizma, bayılma, korku ve can çekişme gibi du­rumlarda baş gösteren madde üstü tecelliler ve görüntülerin mey­dana gelmesinde bu gibi hallerin hiçbirisinin özel bir gerekliliği yoktur.

Bunların meydana gelmesinde yegane şart, madde alemin­den yüz çevirmek ve dünyevi ilgileri koparıp atmaktır.

55. Nefsine ulaşan tecellilerin hakkında düşünen insan, bu tecellilerin sadece şahsı için hasıl olan ve başkalarının bilmediği bir idrak çeşidi olduğunu anlar. "O da düzgün bir beşer kılığında ona görünmüştü." (Meryem/17) Bu hikmetli hükmünde adalet öl­çüsü vardır. Bu da "ona" kelimesindeki sim kavramakla anlaşılır.

"Ve doğrusu insana, kendi çabasından başkası yoktur." (Necm/32) ayetindeki "insana" kelimesini dikkatlice düşünmek gerekir.

İnsanın çeşitli alemdeki durumu hakkında "göründü" vb. ta­birlerle ifade edilen hakikatlerin hepsi de mezkûr beyandaki "ona" kelimesi ile ifade edilen gerçeğe dönmektedir.

56. Görme, duyma, koklama, tatma, dokunma, hayal ve ve­him algılarından ibaret olan yedi duyusunu dikkatlice inceleyen bir insan, bu duygularının onun kazanma kapılan olduğunu anlar. O halde bu duygular, aklın emri ve tedbiri altında olmazsa, insanı cehenneme götüren yedi kapı olurlar.

Ama aklın emri ve tedbiri altında olursa, (akılla birlikte) sekiz cennet kapısı olurlar. Bu ne­denle "herkesin kendisi, kendisinin cennet ve cehennemidir."

57. Murakabe (kendini gözetme) nimetiyle rızıklanan bir in­san bilir ki, murakabe (nefsi kontrol) güçlü oldukça tecelliler, id­rakler ve rüyalar daha berrak ve saf, berzahi haberler olan ibare­ler de daha beliğ ve fasih olur.

58. İnsanları düşünen kimse, her iş ve her yerde üstünlüğün idrake ait olduğunu görür. İdrak ve ilimle güçlenir. Böylece idrak ve ilmi daha çok, daha yüce olan diğerlerinden önde olur.

59. İlim nuru, salih amel nuruyla birlikte olunca "nur üstüne nur" şerefiyle şereflenir ve makamı kat kat yücelir.

60. Cisim ve ruhu hakkında düşünen insan, cisim ve ruhunun İmam Ali (as)'in beyan ettiği şu altı durumun hükmü altında oldu­ğunu görür.

Hz. İmam Ali (as) buyuruyor ki: "Cismin, altı durumu vardır. Sıhhat, hastalık, hayat, ölüm, uyku ve uyanıklık. Ruhun da altı du­rumu vardır: Hayatı, ilim; ölümü, cehalet; hastalığı, şekk; sıhhati, yakin; uykusu gaflet ve uyanıklığıysa hıfz'dır."

61. Gaflet uykusundan uyanan kimse, uyuyanlardan ve ölü­lerden uzaklaşarak ebedi hayati arzular; gözü ağrıyan birisinin, göz doktorunu aradığından daha şiddetli bir şekilde hayat veren bir varlığı arar durur.

Ashaptan birisi, Rasulullah'a (saa) bir gün şöyle sordu;"(Aynı zamanda) bir cenaze merasimi ve bir ilim meclisiyle karşılaştığım­da hangisinde bulunmamı seversiniz.'" Rasulullah (saa) şöyle bu­yurdu: "Eğer cenazeyi kefenleyip gömecek birileri varsa, alimin meclisinde hazır bulunman bin cenaze merasimine katılmandan daha faziletlidir."

62. …insan sadece cismani bünyeden ibaret olmadığı gibi sa­dece ruhtan da ibaret değildir, inzimami (mürekkeb) bir şekilde ruh ve bedenden oluşan bir şey de değildir. Aksine, insan tek bir hakikattir ki, bedeni onun bir alt mertebesidir ve bir tek hüviyet ve şahsiyeti vardır. Hakikatte "ben" diye tabir edilen şeydir.

"O, yarattığı her şeyi en güzel yaratandır ve insanı yaratmaya da bir çamurdan başladı. Sonra onun soyunu bir özden, bayağı bir sudan yaratmıştır. "(Secde/7-8)

"Andolsun, insanı, kuru bir çamurdan şekillenmiş, bir balçık­tan yarattık" (Hicr/26)

"Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık... Sonra bir başka yaratılışla onu inşa ettik. Yaratıcılarn en güzeli olan Allah ne yücedir." (Müminun/14)

İşte bu bayağı bir sudan ve kuru bir çamurdan yaratılan in­san, yavaş yavaş bir makama ulaşır ki, onun hakkında "sonra bir başka yaratılışla onu inşa ettik." denir. İnşa; başka bir şeyi vücuda getirmek, yeni bir şey icad etmek demektir. Yani o dünyevi varlık, semavi varlık haline gelmiş ve o önceki maddi varlık, insan ol­muştur.

63. Maddi yiyecekler hususunda düşünen kimse bilir ki, mi­deyi çok doldurmak aptallığa sebep olur ve zekâyı zayıflatır.

64. Allah'ın zikriyle ünsiyet edinmeyen insan, insan değildir.

65. Manevi seyrine dikkatlice bakan kimse bilir ki, saadet nu­runun doğuşunu müşahede etmek "lika cenneti" ne yükselmek ve ilahi keşifler, himmet ve istikamet ehlinin özellikleridir. "Laftan başka bir nasibi olmayan geçici bir hal sahibinin özellikleri değil­dir.

66. Arzu ve istekleri hakkında düşünen insan devamlı olarak kemale ulaşmak istediğini görür ve anlar ki, bir şey kâmil olmadık­ça talibi olmaz. Bu nedenle kendisinin ham ve nakıs kalmasına razı olmaz.

67. Duyu organları ve aklının faaliyetleri hakkında düşünen insan, onların, insanın beka ve muhafazası için birer bekçi olduklarını görür.

Mesela, insan yemek yerken göz bir nöbetçi gibi ye­meği diğer şeylerden ayırt eder ve göz izin verince yemeğe el uzanır, ama bu defa dokunma duyusu izin vermez, zira yemek sıcaktır;

çok sıcak değilse bu defa burun devreye girer ve ağzına kadar götürdüğü yemeğin kokusunu denetler;

eğer kötü kokuyor ise yemesine izin vermez, güzel kokuyorsa müsaade eder, bu de­fa tatma duyusu olan dil, devreye girerek yemeği denetler, tadı hoş ise yemesine izin verir.

Böylece her yemek dört bekçinin kontrolünden geçtikten sonra yenilmeye hazır vaziyete gelir. Bu kontrollerden sonra, insan dışındaki canlılar (hayvanlar) için bir bekleme söz konusu olmaz.

Ama yemeği yemek isteyen insan ise, gaybi bir bekçi olan akıl, ona şöyle seslenir: O duyuların hepsi doğru söylediler. Bu yemek senin bedenin için iyidir. Ama sen in­sansın.

Senin gerçeğin, ruh adındaki bir hakikattir; bu beden ise onun bir gölgesi, duyular da onun hizmetçileridir.

Bu yemek şüp­helidir, haramdır, yetim malıdır, sakın yeme! Ruhun için zararlıdır. Bu gibi yemeklerin ruha olan zararı, zehirli bir yemeğin bedene olan zararından çok daha fazladır.

68. Kendini seven diğer yaratılmışları da sever. Çünkü hepsi onun için çalışıyor.

69. Kırk gün nefsini kontrol eden kimsenin kalbinden diline hikmet çeşmeleri akar.

Rasulullah (saa) şöyle buyurmuştur:

"Her kim kırk gün Allah için ihlâslı olursa, kalbinden diline hikmet çeşmeleri dökülür."

70. Kendini sonsuz varlık okyanusunun küçük bir kanalı gö­ren insan, tüm varlıkların birbiriyle bağlantılı olduğunu ve bu ka­naldan onlara ulaşması gerektiğini anlar.

Vücut okyanusunun bir ırmağıyız hepimiz.

Gayb ve şühuddan bir defteriz hepimiz.

O vacib-ül Vücud'un mazharıyız hepimiz.

71. Kendi nefsinin cevheri hakkında bir saat düşünen insan anlar ki, nefis cevherini bizzat kendisi helak etmezse, başka hiç kimse onu helak edemez ve anlar ki, nefsi helak olmaktan kurta­ran, bilinç ve ameldir.

72. Derdi olmayan, insan değildir...

73. Vücudunun taşahhusu (belirginleşmesi) hususunda düşü­nen insan, tüm kuvvet ve idrakinin, akim ışığı altında olduğunu anlar.

Buna düşünsel idrak de denir. Zira insanın diğer varlıklar­dan üstünlüğünü, düşünen bir nefse sahip olmasıyladır. Nefis, tek başına bütün kuvvelerin birikimi ve akıl da kuvvelerin sultanıdır. Bu nedenle düşünce ve akıl bütün kuvvelerde mevcuttur.

O halde insanın dokunması düşünsel ve akli dokunmadır. Hakeza diğer kuvveler de, sultanları olan aklın niteliğini kazan­mışlardır ve adeta her biri zayıflatılmış akıldırlar.

Hayvanların kuvvelerinin sultanı ise vehimdir ve bu mertebe­nin üstüne çıkamazlar. Tüm idrakleri vehmidir. Dolayısıyla hay­vanların kuvvelerinin hepsi, vehmin zayıflatılmış şeklidir.

Bu nedenle insan, tümü akla bağlı olan organlarıyla bilinmezi keşfetmeye başlar. Zahirden, akıllar ve ilimlerin nurlu ve mukad­des alemi, soyut varlıkların melekût diyarı ve hakikatlerin hazine­leri olan batına sefer eder.

Ama hayvan mahsusat aleminden dışa-n çıkamaz. Bu nedenle de vehmine esir olan ve vehmi galip ge­len insanlar, duyu mertebesinde ve hayvani hükümde kalıp mah­susat aleminden çıkamamış kimselerdir.

74. Kendi yaşayışına bakan kimse, diğer insanların kendine hizmet ettiğini görür. O halde kendisinin de çalışkan bir toplum bireyi olmaması, topluma hizmet etmemesi insafsızlık olur. Zira

böyle bir insan başkalarına yük olur. Bir hadiste "İnsanların en kötüsü başkalarına yük olanıdır." buyrulmaktadır.

75. Anne ve babanın evlatları hakkında yaptığı işler üzerinde düşünen insan görür ki, anne ve babanın evlatları hakkında yaptı­ğı her şey rahmettir. Anne ve babanın gazaplanması, evladın küs­tahlığı ve itaatsizliği yüzündendir. Buradan da,

"Ey rahmeti gazabından öne geçen Allah'ım!" duasının sırrına erer. Böylece kendini bu ism-i şerifin mazharı görür. Bu nedenle de cennetin asıl gerçek, cehennemin ise anzi (fer'i) olduğunu an­lar.

76. Kur'an ve insan hakkında düşünen kimse, Kur'an'ı, Al­lah'ın "rahim" isminden kaynaklanan rahmetinin nimetleriyle dolu ve insana özgü bir sofra olduğunu görür. Ve onu, Allah'ın kitabı olduğu için sonsuz bulur. "De ki: herkes kendi yaratılışına göre davranır." (İsra/83)

Kur'an'ın harfleri muammalı, ayetleri hazineler, sureleri hik­met şehirleri, giriş kapısı da rahmet kapısı olan "Bismillahirrahmanirrahim" dir. Bu kitap, en güzel şekilde yaratılana vakfedilmiştir. Vakfeden, Rahman, vakfedilense insandır.

Ayrıca bilmek gerekir ki, insanı insan yapan, ilim ve ameldir. Amel mükâfatın özüdür. İnsanın ahiretteki sureti de dünyadaki amelinin sonucudur.

77.Rabbi'yle olan niteliksiz ilişkisini doğru bir şekilde düşü­nen insan anlar ki, namaz müşahedenin nedenidir. Mahbubu mü­şahede etmek ise muhibbin göz nurudur.

Bu yüzden Rasulullah (saa): "Göz nurum, namazda karar kılınmıştır." buyurmaktadır ve namaz münacat olduğu için de Hakk'ın zikridir.

78. İnsanın yaratılıştaki değerini düşünen kimse, insanın, her yaratılmışın ölçüsü, kıymeti ve değeri olduğunu anlar.

Yani insan, ilim ve hislerin, malumat ve mahsusatın (hissedilen ve biline şeylerin) ölçüsü olduğunu fark eder. Her varlığın değeri, insanın varlı­ğıyla ilişkilidir; insanın ondan istifadesine bağlıdır.

Tüm varlıklarda, alemlerde ve mertebelerde ilmi seyirde bu­lunan varlık, sadece insandır. Onun hiçbir makamda durma zorunluluğu yoktur." (Ehl-i beyt Mesajı Sayı 2 s. 124-134)


BİBLİYOGRAFİ

1. Tıbyan Tefsiri/ŞeyhTusi

2. Arif ve Sufi çe Miguyend / Cevad-i Tehrani

3. Vahdet-i Vücud /Fazlullah Ziyaunnur

4. Seyr-i İrfan Der İslam / D. Zeynuddin Kiyainejad

5. Fizilal-il Kur'an / Seyyid Kutub

6. Kırk Hadis Şerhi / İmam Humeyni

7. Misbah'ul Hidaye / İmam Humeyni

8. Felsefe-i İrfan / D. Yahya Yesribi

9. Keyhan-i Ferhengi (1. 2. yıl Röportajları)

10. Kur'an ve Vahy / Dr. Sübhi Salih

11. Felsefe ve İrfan ez-Nezer-i İslam / Muhammed Muhammedzade

12. Mesnevi / Mevlana

13. Hayal-i Şehid/ Meysem-i Musai

14. Tevhid Yıllığı

15. Şerh-i Mesnevi / M, Taki Caferi

16. Velayet Der Kur'an / Cevad-i Amuli

17. Keramet Der Kur'an / Cevadi-i Amuli

18. Şerh-i Natne-i İmam /Cevadi-i Amuli

19. El-Mizan / Tabatabai

20. Velaha ve Velayetha / Mutahhari

21. Tefsir-i Numune

22. Tefsir-i Sekaleyn (Âbdulali b. Cuma'tul Arusi )

23. Mecme'ul Beyan/ Allame Tabersi

24. Seyr-i Hikmet Der Avrupa /Fumgi

25. Mebani-i İrfani-i İslami / M. Taki Müderrisi

26. İrfan ve Felsefe / Walter Terence Stace

27. Sed kelime / Ayetullah Hasanzâde-i Amuli

28. İslam ve Akaid-i beşeri / Ayetullah Nuri

29. Seyr-i Felsefe der Avrupa / Albert Ady

30. Vahhabiliğin İçyüzü / Hasan-i Kazvini

31. Şinaht-i İrfan / Drd. Ali Asgar-i Halebî

32. Min Vahyil Kur'an / M. Hüseyin Fazlullah

33.Felsefe Doktrinler Sözlüğü / S. Hayri Bolay

----------------------------------------

[1]- Şeyh Müfid diye tanınan Muhammed b, Muhammed b.Nu'man Bağdadi 413 hicri yılında vefat etmiştir. Şeyh Müfid, Şia'nın büyük fakihlerinden ve İslami akaid ve mezhepler hakkında bilgi sahibi olan meşhur âlimlerdendir.

Şeyh Müfid, Seyyid Murtaza'nın, Nehc-ül Belağa'nın müellifi Seyyid Razi'nin, Şeyh Tusi'nin ve Şia’nın diğer meşhur âlimlerinin üstadıdır.

Şeyh müfid, fakih ve kelamcılarımızın en önde gelenlerindendir. O, çok bilgili çok zeki, fevkalade istidatlı ve hayret edici bir beyan gücüne sa­hip idi.

Tartışmalarında ve muhaliflerin görüşlerini reddetmede de çok güçlü idi. "İrşad", "mecalis" "Müknia" ve "el-cemel" Şeyh Müfit'in şimdi­ye kadar yayımlanmış kitaplarındandır.)

[2]- 1317 hicri yılında vefat eden Seyyid Nu'man b. Mahmut Alusi'yi Bağdadi, ehl-i sünnetin Irak'taki meşhur âlimlerindendir.

Alusi, İbn-i Teymiye'nin görüşlerini savunmak amacıyla "el Ayat-ül Beyyinat" ve Celaul Ayn" ki­taplarını telif etti ve bu yüzden de Vahhabi fırkasının teveccühüne nail olmuştur

[3]- İbn-i Hacer-i Askallani "Tarib-ut Tehzib" kitabında şöyle yazıyor: "Abdul­lah b. Ubeydullah b. Ebi Müleyket ibn-i Abdullah b. Cüz'an'ın Ebu Müleyke Züher-i Teymi-i Medeni'nin ismi olduğunu söylüyorlar.

İbn-i Ebi Müleyke sahabeden otuzunun zamnını derk etmiş ve muvassak bir fakih idi. Ölümü: 117 hicri

[4]- Nafi: Abdullah b. Ömer'in kölesiydi. İbn-i Hacer-i Askallani "Takrib-ut Tahzib" kitabında şöyle yazıyor: Ebu Abdullah Nafi'i, meşhur ve muvas­sak bir fakih ve Abdullah b. Ömer'in kölesiydi. 117 hicri yılında veya da­ha sonra ölmüştür

[5]- Ebu Said-i Hudri diye tanınan Sad b. Malik-i Hazreci, sahabenin büyükle­rinden olan kendi ceddi hudret İbn-i Avf a mensuptur. Hudret ibn-i Avf, peygamberin vefatından sonra Emir-ül mümin'e (as) katıldı.

Sahabenin arasında Ebu Said'den daha fakih birinin olmadığı söylenmiştir. Rasulullah'ın (saa) çoğu hadisleri ondan nakledilmiştir. Hem kendisi ve hem de babası Malik-i Hazreci, peygamberin zamanında yaşamışlardır. Ebu Said hicri 63 veya 64 veya 65 veyahut da 74 yılında Medine'de ölmüştür

[6]- Samiri bir kuyumcu olduğundan Musa, Tur dağına Allah ile görüşmek için gittiğinde altından bir buzağı yapıp onun arka kısmını bir duvara dayadı.

Ve birinin de duvarın arkasından ona üflemesini ve "Ben sizin Allah'ınızım" demesini istedi. O, bu sözü söyleyince İsrail oğulları o sesi altından yapılı buzağı heykelinin ağzından işittiler ve altın buzağının ko­nuştuğunu sandılar.

Bu yüzden buzağıyı Allah bilip hepsi onun karşısın­da eğilip secdeye kapandılar. İşte buradan "Samiri’nin yaptığı buzağı" Hz, Musa mikattan dönünceye kadar İsrail oğullarının ilahı oluverdi. Musa döndükten sonra onları yeniden doğru yola hidayet etmek için uzun bir süre çalıştı

[7]- Bu hadisin sahih olduğunu farz etsek bile bu hadis, Müslüman kadınların, müşrik halinde ölüp göden ölülerinin kabrini ziyaret ettikleri zamana işaret etmektedir

[8]- Zat-ı Anvat büyük ve yeşil bir ağaç idi. Kureyş kâfirleri cahiliyet Arap ka­bileleri her yıl onun ziyaretine gidiyor, onun üzerine bir şeyler asıyor, ona kurban kesiyor ve dilek ve isteklerini ondan istiyorlardı

[9]- ibn-i Kayyim-i Cevziyye, Muhammed b. Ebi Bekr-i Hanbelî (ö. 751 hicri) Zad'ül Mead fi Huda Hayr-il îbad" kitabının müellifi ve ibn-i Teymiye'nin öğrencisidir. îbn-i Kayyim, Vahhabi fırkasının, fetvası ile amel ve istinad ettiği ikinci meşhur fakih ve hadisçidir.

Birinci şahıs, ibn-i Kayyim'in üstadı bn-i Teymiye ve üçüncü şahıs ise Muhammed b. Abdulvahhab-ı Necdi'dir

[10]- Malik b. Enes Ölümü 179 hicri. Ehl-i sünnetin meşhur fakihi ve Maliki mezhebinin de imamıdır. Malik, İmam Cafer Sadık'ın (as) zamanında Medine'de yaşıyordu. Kendisi şöyle demiştir: Karşılaştığım herhangi bir ilmi soruyu İmam Cafer Sadık'tan (as) soruyordum

[11]- Gazi Takiyyüddin Muhammed b. Abdulkafi Ensari-yi Hazreci-yi Misri-yi Şafii (ölümü 756 hicri) ehl-i sünnetin iftiharlarındandır. "Subk", "Mısır'ın köylerinden, Şefa'ul Askam fi Ziyaret-i Hayr-il En'am" kitabı Subki'nin çok değerli telifatından biridir

9