CİHAD-I EKBER

CİHAD-I EKBER0%

CİHAD-I EKBER Yazar:
Grup: AHLAK KİTAPLARI
Sayfalar: 0

CİHAD-I EKBER

Yazar: İMAM HUMEYNÎ (R.A)
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 712
İndir: 233

Açıklamalar:

CİHAD-I EKBER
  • Bьyьk Cihad Nefisle Cihad

  • (FARSЗA) YAYINCININ ЦNSЦZЬ

  • ЭMAM HUMEYNО

  • ЭLMЭ MЬESSESELERЭN FAZЭLETLERLE DONANIP REZЭLLЭKLERЭ TERKETMEYE OLAN ЭHTЭYACI

  • ВLЭMLERЭN TEHLЭKELЭ SORUMLULUРU

  • ВLЭMLЭK KЭSVESЭ ALTINDA DЭN ЬRETЭCЭLERЭNЭN MESLEРЭ

  • ЦРRETЭM EРЭTЭM (TERBЭYE) ЭLE ЭЗЭCE OLMALIDIR

  • MEDRESELERDEKЭ ЗЦZЬLME TEHLЭKESЭ

  • ЭHTЭLAF NЭYE?

  • ALLAH'IN YARDIMLARI

  • ЮABAN AY'INDA YAPILAN MUNACAATLAR (DUALAR)

  • ALLAH'IN MЭSAFЭRЭ OLMAK

  • NUR VE ZULMET PERDESО

  • ЭLЭM VE ЭMAN MERHALESЭ

  • ALLAH'A GЭDEN YOLDA ЭLK LAZIM OLAN ЮEY! UYANIK OLMAKTIR

  • UYANIK BЭR FERYAD OLUNUZ

  • DЭPNOTLAR

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 712 / İndir: 233
Boyut Boyut Boyut
CİHAD-I EKBER

CİHAD-I EKBER

Yazar:
Türkçe
CİHAD-I EKBER CİHAD-I EKBER



Büyük Cihad Nefisle Cihad

İMAM HUMEYNÎ (R.A)

Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla

«İş işten geçmeden, düşmanlar tüm dinî ve ilmi mesele­lerinize el atmadan düşününüz ve uyanık olunuz. Kalkınız, öncelikle nefsinizi terbiye ve tezkiye etmeye önem veriniz. Kendinize bir çeki düzen veriniz. Düzenli ve ter­tipli olunuz. İlmî müesseselerde nizamı ve intizamı sağ­layınız»

«Her şeyimizi yağmalamak isteyen sömürgeciler, bırak­mıyorlar ki dinî ve ilmî müesseselerimizde 'insan' yetiş­sin. Onlar insandan korkuyorlar. Eğer bir ülkede 'insan' yetişecek olursa bu onların huzurlarım kaçırmalcta ve çıkarlarını tehlikeye sokmaktadır»


(FARSÇA) YAYINCININ ÖNSÖZÜ

Büyük Cihad...

Mutluluk dolu ve insanlık unsurunu öne çıka­ran bir yaşamın; ilerleme, daha iyi bir hayat sürme ve mutlu bir toplum meydana getirmek için çaba sarf etmek ve mücadele etmekten başka bir anlamı yoktur. Yemeyi, içmeyi, yapıp yıkmayı, gece gün­düz mide için tekrar tekrar durmadan koşuşturma­yı, silahların gölgesi altında bir yaşam sürmeyi, ilim ve yüceliğin parlak güneşinden, medeniyet ve iler­lemeden, ahlakî melekelerin nimetinden mahrum kalmayı insan için «şerefli bir yasam» kabul etmek mümkün değildir.

Hz. Hüseyin b. Ali, yaşamı; aki­de ve cihaddan başka bir şey olarak görmüyordu (Hayat, iman ve cihad'dır): İman ve akide yolunda yapılan bir cihad... Hürriyet ve bağımsızlık için yapılan bir cihad... Kaybedilmiş hakları tekrar almak için yapılan cihad... Ezilmişle­re zulüm görmüşlere yardımı bayraklaştırmış bir ci­had... Zalimlerin ve adaletsizlerin başını ezmek ve onları yok etme hedefini güden bir cihad... İlim, fa­zilet, ilerleme ve medeniyet yolunda yapılan bir cihad... Ve nihayet en önemlisi de nefisle yapılan ci-had... Hz. Peygamber (saa)'in deyişiyle, en büyük cihad»... (1).

Aslında Peygamberlerin gönderilme gayesi ve aziz İslam Peygamberi'nin (saa) risaletinin sebebi; güzel ahlakın tamamlanması, insan aklının, ruhunun ve iradesinin terbiye edilmesi, insanlığın aydınlığa, ilerlemeye ve medenileşmeye doğru olan yolculuğun­da rehberlik edilmesidir (2). Peygamber'e (saa) göre bin insanın terbiye edilmesi ve olgunlaştırılması, onun üzerine güneş ışınlarının akmasından daha iyi ve yücedir (3). Öyle ki, Kur'an'î bakış açısına göre büyüklük ve şahsiyet sahibi olan kimse, üstünlük ve zühdlük melekelerini kazanma yarışında diğerlerini alt eden kimsedir (4).

Nefisle mücadele İslam'da o kadar önemli bir olgudur ki, insan yaşamındaki güzel davranışların mihverini ve hayatındaki nizamın temelini teşkil eder. Eğer hayat sadece maddî değerler üzerine otu­rarak maneviyattan, ruhaniyetten ve fazilet, meleke­lerinden mahrum kalacak olursa, karamsarlık, kayıt­sızlık, kanun ve nizam tanımamazlık, başkalarına karşı güvensizlik meydana gelir ve bu kötü hasletler insanın yakasına yapışarak onu uçuruma ve yok olmaya sürükler. İnsan hayatındaki vahşîlik, yabanî­lik, saldırganlık ve diğer tüm hayvani hasletler sü­rekli bir artış gösterir.

Bilimler, buluşlar, keşifler ve teknolojilerden gelen şeylerin insanlara hür bir yaşam temin etmesi ve onların sırtlarındaki yaşam yükünü hafifletmesi, insanı huzura kavuşturması beklenirken; dünya isteklilerinin ve bencillerin, çı­karlarına ulaşmaları için birer alet durumuna gel­mektedirler. Hatta toplumları esaret zincirine bağla­mak ve onları aldatmak için araç olarak bile kullanılabilmektedirler. Bu nedenledir ki, bugünün ka­ranlık dünyası, hayatiyetini maddî temeller üzerine oturtmuştur. Kendisinde ahlakî karakterden ve in­sanlık özelliklerinden hiç bir şey yoktur. Görüyoruz ki, makine medeniyeti, teknolojik ilerlemeler, ato­mun keşfi, uydu yapımı, uzayın keşfi ve ay küresi­ne gitmiş olmak; insanların hayvanı vahşiliklerin­den bir şey azaltmadığı gibi, toplumu muzdarip eden dertlere de herhangi bir şekilde ilaç olamamaktadır.

Aksine ızdırap, başkaldırı, sarhoşluk, huzursuzluk ve sersemlik alabildiğine artmış; kara ifrit, savaşı ve kan akıtmayı bugünkü toplumda, barbarlık ve mağara döneminden daha çok hâkim kılmış ve dün­yayı bir savaşın eşiğine getirmiş olarak, yuva sön­düren, ocak yıkan birinin edasıyla karşıya geçmiş bu hali seyretmektedir. Dünya süper güçleri, tüm güçle­rini daha modern ve daha iyi silahlar yapma yolun­da harcamaktadırlar. Eğer geçmişte, gece karanlığı mesabesindeki cehaletler, iki ordu arasında savaşın patlak vermesine ve bir daha sona ermemesine ne­den olmuşsa, bugün de makine uygarlığı ve bilimsel canavarlığın sayesinde savaş gece-gündüz, ay-yıl ta­nımadan ve savaş meydanlarına bile sığmadan de­vam etmektedir.

Eğer Emilyanof'un (1820-1859 yıl­ları arasında gayri resmi kurumlarda, silahsızlanma konusunda verdiği son konferansta) söylediklerine bakılırsa, meydana gelen 29 savaşta 800 bin insan can vermiştir. 19. yüzyılın son kırk yılında meydana gelen 106 savaşta ise öldürülenlerin sayısı 4.400.000'e ulaşmış bulunmaktadır. Atom çağı, uzay çağı deni­len bugünkü asrımızın ilk yarısında meydana gelen 117 savaşta ölenlerin sayısı 5 milyon kişiye ulaşmış­tır. İkinci dünya savaşında bombalar sonucu 2 mil­yon kişi ölmüştür.

Günümüzde ise Amerikan emperyalizmi sadece Vietnam savaşında 7 milyon kişiyi bombardımana tutmuş ve aynı miktarda askerî mü­himmat kullanarak 90 bin kişiyi de kimyasal silah­ların bombardımanına maruz bırakmıştır. Bugünün cemiyeti bir tür sersemlik, şaşkınlık ve melankolik bir durum yaşamaktadır. Duçar olduğu bu makineli yaşamın mahvedici etkisinden, kendisini ölüme terk ederek sıyrılmaya çalışmaktadır. İntihar, kargaşa, cinnet kertesine varan başkaldırı, gün be gün artan delilikler ve beraberinde getirdiği bir sürü ilaçlar, hippi vb. onlarca isimle ortaya çıkan gruplar; maddi temeller üzerine oturarak maneviyattan ve ahlakî değerlerden uzak kalan makine uygarlığının yalnız başına insanlığı mutlu edemeyeceğini, huzura, fazi­lete eriştiremeyeceğini göstermektedir.

Doğrudur, bilim ve teknoloji denilen canavar bugün uydu ya­pabiliyor, ,uzayı keşfedebiliyor, insanı ay küresine gönderebiliyor. Ama insanı terbiye etmekten acizdir. Toplumu, öncekinden daha fazla maddiyat ve şatafa­ta boğarak nefsi hevaları ve hayvani arzuları takvi­ye etmektedir. Eğer bunlar İslam'ın maneviyatı, ruhaniyeti ile ve nefsi melekelerle, ahlakî seciyelerle birleştirilmezlerse toplum büyük zarar ve ziyana uğrar. Nitekim bugün birçok problemlerin, açmaz­ların insanlığın yakasına yapıştığını görüyorsunuz. «...biz artık iyice anlıyoruz ki, bugün insanın bu ye­ni medeniyetten edindiği arzuları ve yönelimlerine karşın bu yeni medeniyet, henüz düşünen ve cesur insan yetiştirme sorumluluğunu üstlenmemiştir.

Bu nedenle insanı, önündeki tehlikeyle dolu olan yol­dan kurtaracak bir ölçüyü bulmada ona rehberlik edememektedir. İnsanlar, sahip oldukları beyin ya­pılarının muntazamlığı oranında bir gelişme göste­rememiştir. Özellikle de önderlerin fikrî ve ahlakî zaafı ve onların cehaleti, medeniyetimizin geleceği­ni tehlikeye düşürmektedir... Eğer Galile, Newton ve Lamazier, fikrî potansiyellerini insan ruhunun ve bedeninin incelenmesi üzerine harcamış olsalar­dı belki günümüzde dünyamız daha farklı olurdu... Gerçekte her şeyden önce insanı düzeltmek gereki­yor, Onun bozul- masıyla medeniyetin güzellikleri hatta yıldızlar aleminin yüceliği bile yok oluyor..» (5)

Nefisle mücadelenin, insan yaşamının temelinde ve nizamında çok önemli bir yere sahip olmasının yanı sıra, sömürgecilik karşıtı uyanışlarda ve hare­ketlerde de önemli bir işlevi vardır. Hatta insanın bütün diğer mukaddes savaşımlarının, büyük ölçü­de nefisle mücadeleye bağlılığının bulunduğu söyle­nebilir.

İnsanın, nefisle olan hesaplaşmasından mu­zaffer olarak çıkmadıkça, diğer savaşımlarından da zaferle çıkacağına dair bir şahid bulmak müşkildir. Çünkü insanın, diğerleriyle mücadelede (eğer mu­kaddes ve müşahhas bir hedef uğrunda ise) fedakârlığa, sebata, birliğe, güvene ve savaşın öncelikli te­mel gereklerine mutlak ihtiyacı vardır. Aksi tak­dirde nefis, insanın kontrolü altına girmez. Bu amel­leri yerine getirmek imkânsız olmasa da çok zor olsa gerektir. Bu tür hasletlere sahip olsa bile, temeli sağlam ve mükemmel olmadığı ve sallantıda olan çürük bir temele dayandığı için her zaman titreme halindedir. En ufak bir olayda da bozulmalar baş-gösterecektir.

Kendi nefsi ile mücadeleyi göze alamayan, nefsani arzularını ayakaltına alamayan kimse, buy­ruk verici (emmare) nefsi kontrol altına alamayan kimse, kısacası kendini «insan» yapamayan kimse, hedefe giden yolda ve inancı uğruna kendi şahsi menfaatlerinden vazgeçemez. Oysa «insan»;

— Şerefi ve makamı görmezlikten gelir,

— Bencillikten, gösterişten ve kendini beğenmişlik­ten sakınır,

— Düşmanla perde gerisinde anlaşmaktan sakınır,

— Diğer insanlara ihanet etmekten kaçınır,

— Doğruluğa, temizliğe ve başkalarıyla iyi geçinme­ye saygı gösterir,

— Düşmana döndürülmesi gereken silahların nam­lusunu kendi arkadaşına ve kardeşine yöneltmez,

— Bu savaşımında yenilse bile kendisini hedefe gitmekten alıkoymaz,

— Onun arkadaşı ya da arkadaşları insanların sev­gisini kazanmaktan daha ileride iseler, kin ve hased beslemez, iş bozan ve nifak çıkaran olmaz,

— Bu savaşımında zafere ulaşsa bile zevk sarhoşu kesilmez, ayağım yorganından fazla uzatmaz,

— Arkadan hançerlemez,

— Savaşta uyuşukluk göstermez,

— Geride kalanlardan da olmaz,

— Teslim olmaz,

— Düşmanla işbirliği yapmaz,

— Bozgun karşıtıdır,

— Ve...

Bu asil ve seçkin insani sıfatlar, sadece insanın kendi insanî yapısını kurması ve nefsiyle cihad et­mesi sayesinde elde edilebiliyor. Bu sıfatlarla donanıp bunlarla ıslah olmayan kimse, hayatta başarının anahtarını kaybetmiş demektir. Er meydanına çıktı­ğı zaman —ne kadar savaşçı ve ne kadar kahraman olursa olsun— yenilip rezil olmasa bile, hedefini ve gayesini doğru dürüst tekrar bulması ve savaştan muzaffer olarak dönmesi mümkün olamaz. Buna iliş­kin denilmiştir ki, «savaşa girmek için sadece dev­rimci olmak yetmemektedir. Cesurca ve vakur bir başkaldırı kişinin ruhuna islemeli ve onun can du­dağını pörsütmelidir» (6)

Devrimci bir kişiliğe sahip olan kimselerin top­lumun huzuru ve hürriyeti için, emniyet, istikrar ve adaletin sağlanması için kıyam eden toplum reh­berlerinin, her zaman, ilk kıyam eden fertlerin eği­tilmesine, toplumların vicdanlarının uyanık tutul­masına ve inanılacak bir takım mukaddes değerler yaratılmasına önem verdiklerini görüyoruz. Bunu, zamanı geldiğinde istifade etmek için kendi uyanış­larının temeline yerleştirmektedirler.

Beşeriyetin büyük kurtarıcısı yüce Peygamber (saa) de gönderilişinin ilk yıllarında bütün gücünü ve gayretini, insanları kendi nefisleriyle cihada teşvik etmeye, onlarda mekarim ahlakı ortaya çıkarma­ya, bütün insani faziletlerin ve değerlerin gözbebeği olan Allah'a imanı gönüllerde yaşatmaya adamıştı, Ta ki, her asıl ve ayrıntıya olan iman birbirlerini batıl göstermesin. Şanı yüce İslam Peygamberi'nin (saa) öğretimi ve eğitimi altında bulunan, tek «Al­lah'a inanan ve önlerinde hedefler belirten kimsele­rin neler yaptıklarını, tarihi ne tür iftihar sahnele­riyle doldurduklarını biliyoruz. Şan, şeref, zengin­lik, makam, kadın, çocuk, rahatlık ve huzur içinde yaşama istemi, onları kendi hedeflerine ulaşmaktan, fedakârlık etmekten vazgeçiremedi.

Tarih; Kur'an'î inkılâp mektebinin verdiği terbiyeden etkilenerek, yeni gelin olmuş kızların sıcak kucaklarından kal­kıp savaş meydanlarına koşarak şehadet şerbetini içenlerin hikâyelerini kaydetmiştir. İslam tarihinin inkılabî, ibret verici ve öğretici simalarından biri olan Hz. Ali bk Ebi Talib, (düşmanın canını yaktı­ğında) düşmanın kendisine reva gördüğü tüm çirkin davranışlara rağmen, şu tavrıyla her akıllı insanı düşünmeye ve Allah'ı yüceltmeye davet ediyordu.

İnsanlara, kendi kendini yetiştirmenin, nefsi dizgin­lemenin, ihlâslı amel işlemenin ne demek olduğunu öğretiyordu: Hz. Ali, düşmanın tüm küstahça cesa­retine rağmen onu yere düşürdü. Hançeri boğazına dayayıp başını bedeninden ayırmakla kendi kızgın­lığını dindirecek yerde, hedeflediği şeye nefsi arzu­su karışmasın diye kızgınlığı ve gazabı dinmeden düşmanının başını kesmekten vazgeçerek üzerinden kalktı. Çünkü Hz. Ali'nin iman ettiği ve hayat bah­şeden bir şiar olarak, onu yaymak için kıyam ettiği «lailahe illallah» şiarı, hedefe varmada her türlü şir­ki ortadan kaldırmış ve Allah'tan başkası için yapı­lan her şeyin ve her türlü amelin üzerine bir çizgi çekmişti.

Müslümanlar, İslam'ın başlangıcında, İslam'ın önderlerini harekete geçiren ve tek bir hakikat dı­şında her şeye cephe almayı salık veren yegane şiar olan «lailahe illallah» şiarı ile, kendi nefisleriyle cihad v£ peygamberin öğreticiliği altında kazandık­ları üstün nitelikleri ile karanlık ve cehalet perdele­rini yırtarak kendi bağımsızlıklarına^ kavuşabildiler. Çağlarındaki iki büyük imparatorluğa karşı (İran ve Rum) zafer kazandılar. İran ve Rum'un esir ve mah­rum bırakılmış -milletlerine özgürlük, bağımsızlık, kültür, ilim ve yüce değerler (7) kazandırdılar. Nite­kim bu şiara inanmalarıyla birlikte anladılar ki, kudreti yüce olan Allah'ın gücünün yanında bütün ma­kamlar' ve kudretler, çok küçük ve önemsiz olan şey­lerdir.

Onlar, bu gayelerinde yoldaş olan Allah'ın gü­cünden başka hiçbir güçten korkmuyorlardı. Onlar, mukaddes İslam ülküsünü ilerilere götürmekten baş­ka hiçbir endişe ve ideal taşımıyorlardı. Onların yö­netime katılma hakları ve bağımsızlıkları koruma altına alınmıştı. Huzur, sükûn ve kardeşlik içinde yaşı­yorlardı. Ancak Müslümanlar ne zaman ki İslam'ın nuranî öğreti ve düsturlarından uzaklaştılar, sapıklık ve azgınlık yolunu seçtiler, gönüllerini şeytani arzu­lar ve nefsanî hevesler doldurdu, dünyaperestlik ve şan-şeref düşkünlüğü tek Allah'a ibadetin yerini al­dı...

İşte bunların ardından Müslümanlar için kara ve bahtsız günler başladı. Allah'tan habersiz diktatör­ler, hilafeti ve İslam hükümeti olma görevini gasp ederek İslam milletini ve Kur'an kanunlarının alın-yazısını kendi şehevî arzu ve istekleri doğrultusun­da belirlediler. Onlar uzun yıllar boyunca İslam adı altında Kur'an'a ve Muhammedi düsturlara, tela­fisi mümkün olmayan öldürücü darbeler vurmuşlar ve İslam'ı kendi doğru mecrasından çıkarak hura­feler eklemişlerdir.

İslam milleti, henüz İslam karşıtı ve zalim Ümeyye Oğulları ile Abbasîler hükümetlerinden kurtulabilmiş değildir. Cinayet işlemeyi meslek hali­ne getirmiş olan sömürgeciler, dünya meydanların­da milletleri zincirlere vurmak ve emeklerinin ürü­nü olan mallarına konmak için aktif haldedirler.

Sömürgeciler artık iyice anlamışlardır ki, millet­ler, manevi değerlerde ve ahlaki faziletlerde ayak diredikçe; sahip oldukları özgür olma ruhu, mertlik, gayret ve hamiyet canlılığını sürdürdükçe onları zincire vuramayacaklar, dolup taşan tabii kaynakları­nı ve sermayelerini ele geçiremeyecekler, el emek­lerini yağmalayamayacaklardır. İşte, yüce insani de­ğerleri ne kadar ortadan kaldırabilirlerse, milletleri ne kadar fasit, zebun, isteksiz, bencil, ayyaş ve di­ğerlerinden farksız yaparlarsa sömürgecilerin saldı­rıları o ölçüde tepkisiz kalacak; söz konusu milletler kendiliklerinden bir harekete kalkışamayacaklar ve sömürgeciler herhangi bir engelle karşılaşmayacak­lardır.

Bu yuva yıkan planlı taarruz, her şeyden ön­ce milletlerin kültürlerini yok etmeye yönelik olmuş­tur. Sömürgecilerin öngördükleri planın uygulanma­sıyla okullarda üniversitelerde nesillerin düşünce ve fikir düzeylerini o kadar aşağı düşürmüşlerdir ki, gençler, danstan, cinsel konulardan, modadan başka bir şey düşünemez hale gelmişlerdir.

Radyo, televiz­yon, sinema gibi propaganda araçları ülkeleri kont­rolleri altına alarak, şehveti körükleyen program ve yayınlarla, kepazelik ve aşk hikâyeleriyle, utanç ve­rici filmlerle, rezil resimlerin gösterilmesiyle, iffetsiz, derslerle fesadı ve fuhuşu ailelere öğretmişler, dolayısıyla toplumu fikri bozulmaya ve ahlaki dü­şüklüklere doğru sürüklemişlerdir. Gençler için al­kollü içkilerin içildiği içki sofraları, danslı toplantı­lar, gece kulüpleri, tiyatrolar, özel partiler* gece eğ­lenceleri ve fesad saçan merkezler oluşturmuşlardır. Milyonlarca insanı afyon, eroin, esrar gibi uyuştu­ruculara müptela kılmışlar, İslam ülkelerinde Kur' an'a ve nurlu İslam hükümlerine karşı mücadele başlatmışlardır.

Bütün güçleriyle halkı Kur'an'î ger­çeklerden uzaklaştırmaya gayret etmişlerdir. Geniş olarak hazırladıkları meşum planlarıyla, sömürgeci­lerin çıkar ve istekleri karşısında yıkılmaz çelik bir kale kuran ulemayı ve ilmi kurumlan, siyasetin ve toplumun dışına itmişlerdir. Halkı ulemadan, ulema­yı da halktan uzaklaştırmışlardır. Nihayet bunun sonucunda da devrimci gerçekler ve Kur'an'î ilerle­me, saldırgan sömürge kafalı grupların gayretleriyle, yavaş yavaş küller altında gizli kalmaya mahkûm edilmiştir. Âlimlik, toplum dışı edilmesiyle birlikte, kendi uzlet köşesine çekilmeye terk edilmiş, İslam' m mukaddes ülkülerinin gerçekleşmesi yolunda kullanması gereken misyonunu bu yolda kullanmaktan alıkonulmuştur.

Alim yetiştiren müesseselerde, ben­cillik, enaniyet, münzevilik ortaya çıkmış; ilmi ku­rumlara, ismen alim olan cahil, satılmış kimseler nü­fuz etmeye başlamıştır. Bu kuruluşlar, manevi ve ruhani yönlerini kaybetmişlerdir. Ahlak ıslahı prog­ramlarını, İslam'ın inkılâbı hükümlerini halka an­latmak, minbere çıkarak öğüt vermek, ahlak dersle­ri vermek bazı ilim kurumlarında ayıp sayılmıştır. Ulemanın potansiyeli güçlendirmesi ve nefsi tezki­ye etmesi gerekirken, sömürgecilerin çıkarlarıyla hiçbir şekilde çatışmayan kuru zikir, vird, şekilcilik ve klasik tasavvuf yaygınlık kazanmıştır.

Sonunda iş o dereceye varmıştır ki, bir köşeye çekilmek, münze­vilik, suskunluk, donukluk, konuşmazlık, sönük­lük, politik ve toplumsal meselelerde genel olarak avam gibi olmak vs., bunların hepsi de dinî bir mer­cii olmanın ve alimliğin, hatta adalet ve takvanın zo­runlu şartlarından addedilmeye başlanmıştır. Siya­setten el etek çekmiş, sırtındaki elbisenin hakkını veremeyen kimseler âlim ve mercii, İslam'ın gele­ceğini tayin eden kimseler olmuşlardır. Nefislerinin kendilerini tahakküm altına almasıyla da artık bo­zulma baş göstermiştir!..

Kısacası sömürgecilik, her ne kadar âlimleri bir piskopos, bir papaz ve bir ke­şiş haline getirmediyse de; kendi kirli emellerini yerine getiren bir memur kılmak için, onları, ben­cil, riyakâr, inzivacı, insanlardan uzak duran, siya­set ve toplumsal meselelerle ilgilenmeyi günah sa­yan kimseler haline getirdi. Aralarına nifak tohu­mu saçtı. Sonuç olarak da ilmi müesseseler çöküntü­ye doğru sürüklenmişler, İslam toplumunu Kur'an gerçeğinden ve hakikatinden uzaklaştırmışlardır. Böylece de kendi kirli sömürgeci çıkarlarına, amaçlarına ulaşabilmişlerdir, «...şimdi öyle bir yere ge­lindi ki, konuşmak, bir âlim için düşünülemeyecek bir şeydir.

Bir âlimin, bir müçtehidin (bu sıfatları kazanabilmeleri için) konuşmayı bilmeyen biri olma­sı lazımdır. Bir şey konuşsa bile bu, sadece 'lailahe illallah' diyebileceği anlamına gelmektedir. Onlar İslam'ın gücünün Avrupa'yı etki altına aldığını gör­mektedirler. Onlar da İslam'ın gerçekte mevcut sta­tünün karşısında olduğunu anladılar. Yine onlar an­ladılar ki, âlimler üzerinde bir nüfuz kuramıyorlar; onların fikirlerine tasarruf edemiyorlar. İşte bunun içindir ki, ilk günden beri kendi dünyalarına götü­ren yol üzerindeki bu engeli aşma gayretine düştü­ler...

Bu yüzden de İslam toplumlarının başında bu­lunan âlimleri, fakihleri töhmetle ya da başka bir yoldan lekeleyerek onlar(ın işlevini) yok etmek taraf­tarıydılar. Onları ortadan kaldırmaya güçleri yetme­yince toplumsal fonksiyonlarını azaltarak, bunların yerine, konuşmaktan başka bir işlevlerinin olmadı­ğını söyleyen kimseler getirme yoluna gittiler. Onlar, dinin siyasetten ayrı olduğunu âlimlerin hiç bir şeye karışmayacaklarım söylüyorlardı. Bizler bunları hep birlikte tasdik ettik. Netice olarak, sömürgecilerin istediklerinin, şimdi de istiyor olduklarının ve iste­yeceklerinin hep aynı şeyler olduğunu görüyoruz...

Eğer biz Müslümanlar olarak namaz, dua ve zikir­den başka bir şey yapmayacak olursak onlar (sö­mürgeciler) hiç bir zaman bize dokunmayacaklardır. Siz ne kadar namaz kılmak isterseniz isteyin onlar sizin petrolünüzü istemeye devam edeceklerdir. On­ların, sizin namazlarınızla ne alıp veremedikleri var M? Onlar bizim madenlerimizi istemektedirler. On­lar bizim 'insan' olmamamızı istemektedirler. Onlar 'insandan' korkmaktadırlar...» (8).

Sömürgecilerin bütün bu mahirane desiselerine ve etkilerine ve İslam önderlerini siyasi işlerden uzak tutmak için uzun süreli uğraşlarına rağmen ay­dın görüşlü İslam fakihleri, Kur'an-ı Kerim'in ger­çekliği ve ruhu ile tam bir tanışıklığı olan İslam fa­kihleri hiç bir zaman yabancıların aldatmalarına kan­mamışlar, onların tuzağına düşüp onların oyunları­na gelmemişlerdir. Kendi mukaddes İslami hedef­lerine yürümekten hiç bir zaman geri durmamışlar­dır. Bunlar, İslam inkılâbının en ön safında çarpı­şanlara, özgürlük uyanışlarına bağlı ve sömürgenin karşısında olan kimseler olmuşlardır. Gerici rejim­lere, sömürgecilere karşı olan haklı kıyamlara iştirak etmişler, insanlar uyuşuk bir halde oturuyorlarken onları ayağa kaldırmışlar ve kaldırmaktadırlar.

Büyük İslam Önderi Hz. Ayetullah el-Uzma Humeynî, İslam'ın eskiden beri düşmanı olan sömür­geye karşı uzlaşma kabul etmeyen bir mücadele ver­miştir. Bu yolda zindana girmiş sürgün edilmiştir. O, sömürgecilerin ücretli işçilerine açıkça şunu ilan ediyordu: «...ben şimdi sizin süngüleriniz için ken­dimi hazırlamış durumdayım. Ancak sizin zorbalık­larınız ve tiranlıklaranız karşısında boyun eğmeye hiç bir zaman hazır olmayacağım.» (9) İftihar dolu yaşamı boyunca büyük İslam Peygamber'ine (saa) uymaktan, güzel ahlaktan ve ulema topluluğundaki manevî mirası aydınlatarak canlı tutmaktan bir an bile geri durmamıştır. Meşum sömürgenin tesiri ve yabancıların etkisiyle kısır bile hale gelen İslam mil­letini ve âlimlik müessesesini İslam'ın nuranî ger­çekleri ile tanıştırmıştır.

O, Kum'daki medreselerde bulunduğu dönem­lerde, Kum medreselerini susturarak ıssız ormana çevirmek isteyen sömürgeci kafalıların kendisine yönelttikleri baskılara rağmen, kendisine has ko­nuşma üslubu ile âlimlere ve talebelere, kendilerini yetiştirmelerini, faziletli ve maneviyattı olmalarım öğütlüyordu. Onları, bugünün dünyasındaki âlimin ne kadar ağır ve tehlikeli bir sorumluluğu olduğu konusunda uyarıyordu. Her ne kadar Hazretin nasihatlerinden ibaret olan derslerini karşı propaganda ve taarruzlarla önlemeye çalıştılarsa da, O'nun canlı ve canlılık bahşeden sesini susturamadılar. İnsanları terbiye etmek için yükselen maneviyat dolu feryadı­nı boğamadılar. O, her öğretim yılının başında ve sonunda yapıcı konuşmalar irad ediyordu. İnsanlara aydınlık bahşeden nağmeleri bu insanların kulakla­rını mırıldıyordu.

Ta ki, sonunda Kum semalarının üzerinden vahşet yüklü siyah bulutları tamamen da­ğıtarak isyana dönüşen bir kavgayı başlatmış oldu. Kum medresesini İslam İnkılâbının başkenti, Müslüman İran milletine kurtuluş bahşeden bir merkez yaptı. Bugün de sürgünde bulunduğu şerefli Necef teki (10) ilim medreselerinde ilim talebelerini aydın­latmaktan, onları terbiye etmekten asla geri durma­maktadır. Uygun fırsat buldukça onları uyarmak için gayret sarf etmiştir. Kur'an düşmanlarının, İs­lam ve ulema için uygun gördükleri uykuyu ve ya­bancı etkilerini insanlara açıklamış, âlimlerin ağır vazifelerini onlara hatırlatmıştır. Sıcaklık ve ateş dolu uyarıcı sözlerle onları içinde bulundukları gaf­let uykusundan uyandırmıştır.

Onlara devamlı şu noktayı hatırlatmıştır: Toplumu ıslah etmek için ve topluma rehberlik etme iddiasıyla yola çıkan kim­selerin, zafere erişme yolunda, başarılı- olma yolun­da, insanî faziletlerle donanma ve kendini yetiştirme yolunda bu iddialarını gerçekleştirebilmeleri için amellere önem vermeleri gerekmektedir. Bu yolda henüz rüşdünü ispat edememiş olanların, toplun: hidayete sevk etmek için yol göstericilik yapmaları mümkün değildir. Zaten bu durumda genel olarak da bu iddiada bulunan kimselerin bizzat kendileri toplumun sapıtmasına ve derin fesat ve sapkınlık kuyularına düşmesine sebep oluyorlar. Şiir:

Gerçekte kendisi «varlık»tan nasibini almamış iken.

Nasıl olur da «varlık bahşeden» olur ki biri?

Şimdi şükürler olsun ki, varlığı son bulmayacak olan Allah'ın yardımıyla büyük İslam önderinin Necef'te uygun şartlarda yapmış olduğu aydınlatıcı ve hayat bahseden sözlerini toplayabiliyor ve insanımı­zın istifadesine sunabiliyoruz. Böylece gerçeğin ara­yıcıları ve Hazreti Humeynî'nin uyanık evlatları iş işten geçmeden bu semavî ve ruhanî çağrıyı dikkate alarak hayatlarım aydınlatıp cilalamaları, maneviyat­larım kuvvetlendirerek marifet ve aydınlığı kendi­lerine dayanak ittihaz etmeleri, âlimlik havzasında­ki kara bulutları ve pislikleri kendilerinden uzaklaştırabilmeleri mümkün olabilecektir.

Olur ki, ilmi araştırmalar ve İslamî ilimleri tahsil eden kimseler bu hayat ve saadet veren öğüt dolu sözlerin kendi­lerine verdiği mesajları anlayarak, kendilerinin ağır sorumluluklarının daha fazla farkına varır ve top­lumun meselelerine çareler bulurlar. İslam'ın ideo­lojisini ve dünya görüşünü bir bakış açısıyla kapsam­lı olarak incelerle, ilmi müesseseleri durgunluk ve donukluktan, bozukluktan, fesat ve köşesine çekilmişlikten kurtararak, tarih boyunca İslam'ın düşma­nı olmuş kimselerin ve sömürgeciliğin, aksini arzu etmelerine rağmen, onların karşısına birer çelik ka­le ve yalçın siperler olarak çıkmasını sağlarlar.

Olur ki dini ilimlerle meşgul olan âlimler ve İslam milleti, asrımıza yeni bir soluk getiren ve yüce Rabbimi-zin bize değerli bir ihsanı olan büyük İslam lideri İmam Humeynî'nin değerli ve ustaca rehberliği al­tında tüm bu bozukluklardan, çarpıklıklardan, zillet­ten ve sömürü hayatı yaşamaktan kurtulurlar. Sö­mürgenin kara zincirlerini paramparça eder, kay­betmiş olduğu istiklaline, şerefine ve azametine tek­rar kavuşur. Olur ki bu vesile ile yüce Rabbimiz ken­dimize gelmemizde, nasihat almamızda ve nefisleri­mizle Cihad etmemizde hepimize yardım eder. O Dua edenin duasını işitendir.


İMAM HUMEYNÎ

İran halkının büyük İslamî kıyamının Rehberi Hz. İmam Humeynî, Hicri-Kamerî 1320 yılında Humeyn kasa­basında doğdu. Babası, merhum Hacı Mustafa, eğitimini Necef’te tamamlamış ve içtihat makamına ulaşmıştı. Ule­ma yanında saygınlığı ve halk nezdinde de güvenilirliği vardı. Hz. İmam'ın annesi merhume Hacer Ahmedî, mer­hum Ağamirza Ahmed Müctehid'in kızı idi. Çok muttaki ve cesaretliydi. Nitekim kocası öldükten sonra altı oğlunu yalnız başına büyüttü.

İmam Humeynî altı aylıkken babası dünyadan ayrıldı. Ailenin sonuncu çocuğu olan İmam, küçüklüğünde mer­hum İftiharu'l Ulema'nın huzurunda eğitim gördü. Onaltı yaşında, eğitimine devam etmek için Erak'a gitti. Orada, Ayetullah Hairî adıyla meşhur olan Şeyh Âbdulkerim'in yanında eğitimini sürdürdü. Tahsil yıllan boyunca üstadı ile olan ilişkisini sağlamlaştırdı. Hatta bütün seyahatlerin­de üstadına yol arkadaşı olurdu. Ayetullah Hairî Kum'a gittiğinde ve orada ikamet etmeye başladığında, İmam Hu­meynî de O'na katıldı ve üstadının hayatının sonuna ka­dar, yani Hicrî-Şemsî 1304 yılma kadar (İmam o sıra 24 yaşındaydı) O'ndan bir an olsun ayrılmadı.

İmam Humeynî Şemsi 1306 yılında, Tehran'ın meşhur dinî rehberlerinden biri olan merhum Ağamirza Muhammed Sakafi'nin kızı ile evlendi. Bu evlilikten iki erkek ve üç kız çocuğu oldu.

Büyük oğlu şehid Ayetullah Mustafa, babası ve dedesi gibi ulema dünyasına adım attı ve «ayetullah» makamına ulaştı. Ancak kırk yaşında, Pehlevî rejiminin kuklaları eliyle şehadete ulaştı.

İranlı Müslümanların rehberi olan ve fakat tüm nü­fuzuna rağmen siyasetten uzak duran Ayetullah Burucerdi vefat ettiğinde, dini rehberlerin çoğu, O'nun yerine İmam Humeyni'yi seçmek için çaba sarf ettiler.

Bu hedefe sahip kişiler, merhum Burucerdi'nin siyasete karışmamasının İran'da dinin zayıflamasına yol açtığını, bugün kendisini siyasetten uzak tutmayacak bir rehbere ihtiyaçları bulunduğunu ve bu kişinin de İmam Humeynî' den başkası olamayacağını söylüyorlardı.

Bu sahada gösterilen çabalar, İmam-ı Ümmetin o dö­nemde 59 yaşında olması nedeniyle bir sonuca ulaşamadı. Bunun üzerine Ayetullah Hakîm, merhum Ayetullah Buru-verdi'nin yerine seçildi.

Aynı dönemde, o zamanın Amerika Cumhurbaşkanı Kenedynin emriyle hain Şah tarafından «Ak Devrim» adı altında bir program gündeme getirildi. İmam-ı Ümmet, ke­sin bir tavır takınarak bu Amerikancı harekete karşı çıktı.

1341 yılı Behmen ayında hain Şah tarafından malum devrim için bir referandum düzenlendiğinde İmam-ı Üm­met bir kere daha, bu referandum aleyhinde olmak üzere sesini yükseltti. Halktan, bu referandumu boykot etmele­rini istedi.

İmam referandumu protesto ederek 40 günlük genel yas ilan etti ve 1342 Nevruz'unda kendi rehberliği altında bulunan Kum Fevziye medresesinde bir yas merasimi dü­zenledi. O tarihte devletin memurları medreseye hücum et­tiler ve dinî ilimler talebelerinden pek çoğunu şehid etti­ler. Hatta bazılarını medresenin üst katından aşağıya at­tılar.

Bu saldın dini rehberlerden bir grubun siyasetten çe­kilmelerine sebep oldu. Ama İmam-ı Ümmet, medresesinin kapılarım sığınmak isteyen herkese açık tuttu.

İmam-ı Ümme, bundan sonra rejimin gerçek yüzünü ifşa etmek için çaba sarf etmeye devam etti. O günlerde kendisine yöneltilen tehditler karşısında; «ben, kalbimi süngü ile delik deşik etmelerine kendimi hazırladım. Hiç­bir zaman en ufak bir korkuya geçit vermeyeceğim. Bana, bu saldırıların ve işkencelerin Şah'ın emriyle aynen devam edeceğini söylediler. Başımıza gelecek her şeye karşı ha­zırım» diyordu.

İmam-ı Ümmetin, Şah'm komplolarına karşı muhale­feti o kadar yoğunlaştı ki ülkenin her tarafında büyük karışıklıklar ortaya çıktı. Bunun ardından İmam rejim ta­rafından tutuklandı ve rejim, karışıklıkları kontrol altına alabilmek için İmam'ı idam edecekleri tehdidinde bulundu. Bununla birlikte olaylar devam etti. Rejim çaresiz; İmam-ı Ümmet'i serbest bırakmak zorunda kaldı... Ancak henüz birkaç gün geçmeden İmam sürgüne gönderildi.

İmam, Türkiye'deki sürgün günlerinde faaliyetlerine devam etti. Bu faaliyetler kendisinin Türkiye'den Irak'a sür­gün edilmesine sebep oldu.

O dönemde Irak ve İran'ın tağuti rejimleri arasındaki hassas ilişkiler nedeniyle meydana gelen elverişli ortamda İmam-ı Ümmet mücadelesini Irak'tan sürdürdü.

Irak ve İran arasındaki ilişkilerin iyileştiği 1345 yılın­da İran devletinin baskılan sonucu, Irak, İmam-ı Ümmet' in İran rejimini teşhir etme faaliyetlerini önlemek için sınırlamalar getirdi. Irak rejiminin baskılarına aldırma­dan çalışmalarını sürdüren İmam'ın bu davranışı sonucu Irak'a tahakküm eden faşist rejim İmam'ı sınır dışı etti. İslam ülkelerine tahakküm eden rejimlerin, mücadelesine resmen muhalefet etmeleri sonucu İmam Paris'e gitmek zorunda kaldı. İran'ın Müslüman milletinin mücadelesini oradan yönetmeye başladı. İran'ın Hizbullah ümmetinin fedakârca mücadelesi Pehlevî rejiminin yıkılmasıyla son buldu.

İmam-ı Ümmet, daha sonra İslam Cumhuriyeti'nin Rehberliği, Muhammedi (saa) İslam'ın yerleştirilmesi ve Amerikancı İslam'ın defedilmesiyle fiilî olarak İslam Devrimi'nin evrenselleşmesi yolunda adım attı.

Mustazaflar dünyasının Rehberinin İmam Humeynî’nin acı kaybı dolayısıyla tüm dünya mustazaflarına tesliyet ve tâziyetimizi sunarız.

Bismillahirrahmanirrahim

Hamd Âlemlerin Rabbı olan Allah'adır...

Salât, yaratıkların hayırlısı olan Muhammed'e

ve o'nun Âl'ine olsun...

Ömrümüzden bir yıl daha geçti. Siz gençler yaş­lanırken biz ihtiyarlar da ölüme doğru gidiyoruz. Bu bir yıllık tahsiliniz boyunca, belli bir ilmî biriki­me sahip oldunuz. Malumunuz, ne kadar çok eğitim görürseniz ilmi temellerinizi de o kadar çok yükselt­miş olursunuz.

Ancak, ahlakın güzelleşmesi, dini davranışın tah­sili, ilahi marifetler ve nefsin tezkiyesi ile ilgili ola­rak neler yaptınız? Bu yolda ne gibi müspet adım­lar attınız? Acaba hiç aklınıza kendinizi ıslah etme fikri, ahlakınızı güzelleştirme fikri geldi mi? Bunun­la ilgili bir program yapmayı düşündünüz mü?

Üzülerek belirteyim ki, bu konuda yaptığınız gözle görülür bir şey yoktur. Kendi kendinizi dü­zeltme ve terbiye etme yolunda fazla bir adım atma­mışsınız.


İLMİ MÜESSESELERİN FAZİLETLERLE DONANIP REZİLLİKLERİ TERKETMEYE OLAN İHTİYACI

İlmi kuruluşlarda, ilmi meselelerin yanı sıra ah­laki ve manevi meselelerin de öğretilip, öğrenilmesi­ne ihtiyaç vardır. Ahlaki bir öndere, ruhani terbiyeci­lere, nasihat meclislerine ihtiyaç vardır. Ahlak, ıslah, terbiye ve ahlakî temizlik derslerinin Peygam­berler (a.s.)'in gönderilişlerinin asıl nedeni olan ila­hi marifetin öğretildiği derslerin ilmi müesseselerin müfredatlarına ders olarak konulması lazımdır.

Maalesef ilmi merkezlerde, bu tür gerekli ve la­zım olan meselelere daha az önem verilmektedir. Ru­hi ve manevi ilimlerde bir düşüş göze çarpmaktadır. İlmi müesseselerin, gelecekte ahlak âlimlerini, ter­biyeci olabilecek ve ilahi ahlak ile ahlaklanmış kim­seleri yetiştirememe tehlikesi baş göstermiştir. Kla­sik derslerin tahkiki ve incelenmesi; Kur'an-ı Kerim'in, Nebi'nin (saa), diğer Nebilerin ve evliyanın teveccühüne mazhar olan asıl meselelerin incelen­mesine imkan bırakmıyor.

İlmî camianın teveccü­hüne mazhar olmuş büyük fakihler ve otorite olan müderrisler, ahlak dersleri sırasında, fertlerin ahlaklanmasını ciddi olarak ele almışlar, ahlaki ve ma­nevi meselelere daha fazla önem vermişlerdir. Aynı şekilde ilmi müesseselerde tahsil gören talebelerin de, fazilet melekelerini kazanmak için ve nefislerini temizlemek yolunda gayret göstermeleri gerekmek­tedir. Omuzlarında yüklü olan görevlerine ve tehli­keli sorumluluklarına önem vermeleri gerekmekte­dir.

Sizler bugün bu ilmi kurumlarda öğrenim gör­mektesiniz. Yarın toplumun önderliği ve yol göste­riciliği sorumluluğunu yüklenmek istiyorsunuz. Zan­netmeyiniz ki, şimdi sadece bir takım ıstılahları öğ­renmekle mükellefsiniz. Sizin bunun dışında görev­leriniz de vardır. Siz bu müesseselerde kendinizi öy­le yetiştirmelisiniz ve terbiye etmelisiniz ki, yarın herhangi bir şehre veya köye gittiğinizde oraların halkını da doğru yola çağırabilesiniz ve onları ah­laki andırabilesiniz.

Sizden beklenen, insanları, İslam'ın ahlak düs­turlarına uygun olarak terbiye edip yetiştirebilmeniz için bu kurumlardan kendinizi yetiştirmiş ve «ahlaklanımş» olarak çıkmanızdır. Fakat Allah göster­mesin, eğer sizler bu ilim merkezlerinden kendinizi düzeltmeden, maneviyat kazanmadan çıkarsanız, git­tiğiniz her yerde —Allah korusun— insanların sa­pıtmasına ve İslam'ın, âlimliğin insanlar nazarında kötü görünmesine sebep olursunuz.




ÂLİMLERİN TEHLİKELİ SORUMLULUĞU

Sizlerin oldukça ağır vazifeleriniz vardır. Eğer bu medreselerde kendi sorumluluklarınızı yerine ge­tirmezseniz, kendi nefsinizi temizleme işine girişmez­seniz, buradaki çalışmalarınızı sadece fıkıh, usul ve birkaç ilmî ıstılah öğrenmeye hasrederseniz —Allah göstermesin— ileride İslam ve Müslümanlar için teh­likeli birer kimse olursunuz. Allah korusun, insan­ların sapmasına sebep olan kimselerden de olabilir­siniz. Sizin uygunsuz hareketlerinizden ve gidişatı­nızdan dolayı eğer bir kişi sapacak olursa, İslam’dan dönecek olursa, büyük bir günah işlemiş olursunuz.

Bu durumda tövbenizin kabul olunup olmayacağı bile şüphelidir. Rivayete göre, sizin vesilenizle biri­nin hidayete erişmesi, onun üzerine sabah güneşi­nin doğmasından daha hayırlıdır. Sizlerin oldukça ağır sorumluluklarınız vardır. Sizlerin görevi ile sı­radan insanların görevi aynı değildir. Sıradan insan­ların yapması caiz olurken, sizin için caiz olmayan, hatta haram olması bile mümkün olan birçok şey vardır. Öyle ki, insanlar sizden bir çok mubah şeyleri dahi yapmamanızı bekliyorlar. Allah etmesin sizden sadır olacak herhangi gayri meşru ve kötü bir hareket, insanların, İslam'a ve din âlimlerine kar­şı kötü gözle bakmalarına sebep olacaktır.

Problem buradadır. Eğer insanlar, beklemedik­leri bir ameli işlediğinizi görürlerse dinden soğurlar, din âlimlerinden yüz çevirirler. Mesele, onların sırf bir şahıstan yüz çevirmeleri meselesi değildir. Keş­ke sırf bir şahıstan yüz çevirseler de sadece ona kö­tü gözle baksalar! (ama mesele şahıs meselesi değil­dir.)

Ancak herhangi bir din adamının uygunsuz, ne­zaket kurallarına aykırı bir hareketini gördüklerin­de bir tahlile ve ayırıma gitmezler: Esnaf arasında dürüst olmayan, haksızlık yapan kimseler olduğu gibi, yine dairelerde çalışanlar arasında fesatçı ve işinin ehli olmayan kimseler görülebildiği gibi, din adamları arasında da uygunsuz davranan, ehil olma­yan bir iki kişinin bulunması mümkündür. Bunun içindir ki bir dükkancı gayri meşru bir iş yaptığın­da ona «Falanca esnaf uygunsuz bir iş yapmış» der geçerler.

Ya da bir attar (koku satan) kötü bir iş yap­sa «Falan attar kötü bir iş yapmış» der geçerler. Ama bir âlim, bir din adamı uygunsuz bir hareket­te bulunacak olursa, «falan din adamı yanlış bir ha­reket yapmış» demezler de «İşte tüm din adamları böyledir. Kıyamet hacıdan hocadan kopacakmış» der­ler. İlim ehlinin oldukça ağır görevleri vardır. Ulema'nın sorumluluğu diğerlerinden daha fazladır.

Usul-i kâfi ve Vesail gibi kitapların, âlimlerin vazifeleri ile ilgili bölümlerine bakacak olursanız, orada ilim ehlinin çok ağır ve tehlikeli olan sorum­luluklarının açıklandığını görürsünüz (11).

Bir rivayete göre âlimin canı boğazına ulaştığı vakit, onun için artık tövbe etmesi yersizdir. Bu du­rumda artık onun tövbesi kabul edilmeyecektir. Çünkü Allah’u Teâlâ ancak cahil olan kimselerin son dakikadaki tövbelerini kabul edecektir (12).

Diğer bir rivayette ise âlimin bir günahı (tövbesi sonucu) af edilene kadar cahilin yetmiş günahı­nın affedileceği bildirilmektedir (13). Çünkü âlimin günahı, İslam için ve İslam toplumu için oldukça za­rarlıdır. Avam ve cahil olanlar günah işlediklerinde ancak kendilerine zarar vermektedirler. Kendi baht­larını karartmaktadırlar (14).

Yine rivayet edildiğine göre Cehennem ehli, il­mi ile amel etmeyen âlimin çirkin kokusundan ra­hatsızlık duyacaklardır (15). Bundan dolayıdır ki, bu dünyada topluma zararlı ya da faydalı olma bakı­mından âlim ve cahil arasında büyük farklar vardır. Eğer âlim bozulmuş birisi ise toplumun da bozul­masına sebep olacak, toplumun kokuşmasına yol açacaktır. Eğer Âlim edepli ve ahlaklı olursa, İslamî adaba ve ahlaka riayet ediyorsa, toplumu da ahlaklı bir toplum yapıp hidayete erişmesine sebep olabi­lecektir.

Eskiden yaz aylarında (ziyaret için) bazı şehir­lere gidiyordum. Oralarda halkın şer'i adaba sıkı sı­kıya bağlı olduklarına şahid oluyordum. Bunun se­bebi, aralarında salih ve takvalı olan bir âlimin bu­lunmasıdır. Eğer bir şehirde ya da eyalette, mutta­ki dürüst bir Âlim bulunsa ve fakat zahiren bir teb­liğ yapmasa, o beldelerin halkı, sadece o âlimin var­lığı sebebiyle bile ahlaklı ve hidayete erişen kimse­ler olurlar (16).

Biz öyle kimseler gördük ki, onların sadece var­lığı bile ibret ve nasihat yerine geçiyor. Onlara ba­kıp onları görmek bile öğüt almaya sebep oluveri­yor. Şimdi genel olarak bildiğime göre, Tahran'daki mahalleler bile birbirlerinden farklıdır: Uyaran, muttaki bir âlimin yaşadığı bir semtte, salih ve iman­lı kimseler bulunuyor. Diğer yandan bozulmuş, fesatçı, kafasında sangı ile cemaate imam olmuşa dük-kancılık yaparak kendi işi gücü peşinde olan bir kimsenin yaşadığı semtte ise, onun insanları dolan­dırdığını, onları saptırdığını ve karışıklık çıkarttığı­nı görürsünüz.

İşte cehennem ehlini rahatsız eden, buradaki bozukluğun kokusudur. Bu dünyada insan­lara kokusu ile yük olan, ilmi ile amel etmeyen sa­pık ve kötü bir âlimin bu kokusu, öbür dünyada da cehennemlikleri rahatsız edecektir. Bu koku ona öbür dünyada ilave edilen bir şey olmayıp, bu dün­yada kendi kendisine hazırladığı bir kokudur. Bize amelimizin karşılığı dışında bir şey vermiyorlar. Bu dünyada fesat çıkaran ve kötülük peşinde olan bir âlimin toplumu kokuşturmasının verdiği koku hisse­dilmez. Ancak ahiret âleminde onun verdiği pis koku duyumsanacaktır. Fakat sıradan biri İslam toplumu­nu böyle karışıklığa ve fesada uğratamaz. Halk hiç­bir zaman, imamet ve Mehdi'nin yoluna tabi olmaya davet eden birinin ilahlık ve peygamberlik iddia et­mesine izin vermez. Dünyayı fesada boğan, fasit âlimdir. «İza fesedel alimu, fesede'l alemu», âlim bo­zulduğu zaman alemde bozulur.




ÂLİMLİK KİSVESİ ALTINDA DİN ÜRETİCİLERİNİN MESLEĞİ

Birtakım sunî dinler üreterek toplumun ve grup­ların sapmasına, bozulmasına sebep olan kimsele­rin birçoğu ilim ehlinden olup, bazıları da ilim mer­kezlerinde tahsil ve riyazet yapmaktadırlar. Batıl fırkalardan birinin reisi de bizim medreselerimizden birinde tahsil görmüştür. Fakat tahsilini nefis tezki­yesi ve terbiyesi ile birlikte yürütmediği, yol alır­ken Allah'ın yolunda ilerlemediği, kötülükleri ken­disinden uzaklaştırmadığı için rezil rüsva olmuştur.

Eğer insan, pislikleri kendi tabiatından uzaklaştırmamışsa, ne kadar ders okursa okusun, ne kadar tah­sil yaparsa yapsın bir faydası olmadığı gibi zararı dahi dokunabilir. İlmin merkezine, yani bu köke bir pislik sirayet edecek olursa, ağaç, dallarıyla, yapraklarıyla birlikte pislenmiş olur.

Bu tür ilmi mefhumları ahlaklanmamış kara bir kalbe yığdıkça kalbin kararmasında artış olur. Ter­biye edilmemiş bir nefiste ilim ancak kapkara bir ör­tü mesabesindedir. «İlim (kalb için) en büyük örtü­dür». Bundan dolayıdır ki basit bir âlimin İslam'a karşı işlediği şer başkalarının şerrinden daha fazla­dır ve daha çok tehlikelidir. İlim bir nurdur. Ancak kara bir gönülde, fesada uğramış bir kalbte sadece zulmet ve siyahlık alanını genişletir. İnsanı Allah'a yaklaştıran ilim, dünya isteklilerinin nefsinde, on­ları zü'l celal'in dergâhından daha fazla uzaklaştı­ran bir' şeye dönüşür.

Aynı şekilde tevhid (kelam) ilmi de Allah'ın (rı­zası) dışındaki şeyler için öğrenilirse (insanın kal­binde) zülmani örtülerden bir örtü olur. Çünkü bu durumda «masiva'llah» (Allah dışı) şeylerle uğraşıl­mış olmaktadır. Eğer biri Kur an-ı "Kerim'i Allah1 m rızası dışında bir şey için, ondört kıraata göre de okusa, ezberlese onun hanesine, Allah ile kendisi arasında Allah'tan uzaklaştıran bir perde olmaktan başka yazılan bir şey olmaz.

Sizler, burada tahsil görmüş olabilirsiniz. Hat­ta bir sürü zahmetlere katlanarak âlim de olabilir­siniz. Ancak âlim ile, insanları ıslah eden bir müeddib arasında fark olduğunu bilmeniz gerekmekte­dir. Bizim üstadımız —Allah ondan razı olsun— şöy­le buyuruyorlardı: «bazılarının; 'molla olmak çok ko­laydır, adam olmaksa zordur' şeklindeki sözleri doğ­ru değildir. Bunu şöyle söylemek gerekir; 'molla ol­mak çok zordur, adam olmaksa imkânsızdır'.»

İnsani faziletlerin ve güzel huyların kazanılma­sı ve insani ölçülerin korunması, omzunuzdaki çok büyük ve müşkül olan görevlerdendir. Şimdi şer'î ilimlerle ve fıkıh gibi değerli bir ilimle meşgul ol­duğunuz için kendinizi rahat ve «kendine yönelik tek­lif ve vazifeleri yerine getiren kimseler» zannetmeyi­niz. Eğer ihlâs ve (Allah'a) yakınlaşma niyeti yoksa eğer sizin tahsiliniz —Allah'a sığınırız— Allah rıza­sı için değil de, nefsanî istekler, makam ve mevkii, etiket ve şöhret kazanmak içinse, kendiniz için çalı­şıp çabalayıp, kendinizi vebalin ağırlığına bıraktıysanız bu ilmin size hiçbir yararı yok demektir.

Öğrendiğiniz bu ıstılahlar Allah'tan başka bir şey için­se vebali bir ağırlıktır. Bu ilmi tabirlerin daha fazla öğrenilmesi, eğer ahlaki ve takva gelişimi ile paralel gitmiyorsa, Müslümanların dünyada ve ahirette za­rara uğramalarına yol açar. Bu (ilmî) tabirleri bil­menin başlı başına bir etkisi yoktur. Kelâm ilminin öğrenilmesi bile eğer nefsi aklanmayla içice olmaz­sa sadece bir vebal olacaktır. Kelam ilminde bilginleşen nice kimseler vardır ki toplumları saptırmış­lardır.

Sizin sahip olduğunuz bilgilere daha iyi yollar­dan sahip olan öyle kimseler vardır ki, kendilerin­deki «sapma» ve «ıslah olmama» yüzünden, topluma girdiklerinde birçoklarını saptırmaktadırlar.

Öğrenilen kurul ilmi ıstılahlar takvadan ve nef­sin arındırılışından yoksun olursa, bunlar insan zih­ninde yığıldıkça nefis dairesinde kibir ve büyüklenme daha da yaygınlaşır. Gururun yenilmesini tat­mış olan kara yazgılı âlimin kendisini ve toplumu düzeltmeye gücü yetmez. Ve İslam'a, Müslümanlara zarardan başka bir yük yüklemez.

Şer'î maksatla yıllarca ilim tahsil ettikten sonra, İslamî haklardan yararlandıktan sonra, İslam'ın ve Müslümanların ilerlemelerine engel olur. Halkların sapıtmasına se­bep olur. Bu derslerden, araştırmalardan, ilmi mües­seselerde bulunmaktan dolayı elde edilen ürün, İs­lam'ın tanıtılmasına Kur'an'î gerçeklerin dünyaya sunulmasına elverişli olmamış olur. Hatta onun var­lığı, toplumun din âlimlerini ve İslam'ı tanımasına engel dahi teşkil edebilir.


ÖĞRETİM EĞİTİM (TERBİYE) İLE İÇİCE OLMALIDIR

Ben «tahsil yapmayın», «ders okumayın» demi­yorum. Dikkat ederseniz, eğer istiyorsanız İslam ve toplum için faydalı ve tesirli olan bir «üye» olunuz; halka rehberlik ederek onları İslam'a yöneltiniz, İs­lam'ın esaslarım savununuz diyorum. Bunlar gerek­lidir. Fakihliğin temelini kuvvetlendirmede katkısı bulunan kimseler olunur. Allah etmesin, ders okuma­dan medreselerde kalmanız bile haramdır.

Bu du­rumda şer'î hukuktan ve İslamî ilimleri tahsil etmiş kimselerden istifade edememiş olursunuz. Elbette ki ilim tahsili gereklidir. Ancak fıkhî meseleler ve usu­lü öğrenmede nasıl zahmet çekiyorsanız, kendinizi ıslah etme yolunda da gayret gösteriniz. İlim tahsili yolunda attığınız her adımla birlikte nefsanî istek­lerin ezilmesi ve manevi potansiyeli kuvvetlendir­mek için, ahlaki güzelliklerin elde edilmesi için, ma­neviyatın ve takvanın tahsili yolunda da adımlar atı­nız.

Gerçekte bu ilimlerin tahsil edilmesi, nefsin arın­dırılması ve faziletlerin elde edilmesi; ilahi adab ve marifet için bir «mukaddime» durumundadır. Öm­rünüzün sonuna dek, sonucu «zaferle» noktalamak için «mukaddime»de kalmayınız.

Siz, Allah'ı tanımak ve nefsi arındırmaktan mü­teşekkil olan yüce ve mukaddes hedefiniz için bu ilimleri öğreniniz ve «öz»de, işinizde sonuca ulaşma­yı ve ürün elde etmeyi hedefleyiniz. Esaslarınıza ve gayenize ulaşmak için ciddi olunuz. Medreseye gir­diğinizde her şeyden önce kendinizi ıslah etmeyi ön plana çıkarınız. Medresede tahsil için bulunduğunuz süre içinde ve medreseden çıkıp da şehirlere ya da diğer bölgelere dağılarak insanlara rehberlik etme işini üzerinize aldığınızda, insanların sizin davranış­larınızdan, sizin ahlaki faziletlerinizden istifade ede­bilmeleri için, sizden öğüt alabilmeleri, ıslah olmaları için kendi nefsinizi arıtınız. Toplumla yüz yüze gel­meden önce kendinize çeki-düzen yeriniz, kendinizi terbiye ediniz. Şimdi üzerinizde yük* yokken kendi­nizi düzelterek terbiye etmezseniz, toplumla yüz yüze geldiğinizde artık kendinizi düzeltemezsiniz.

Birçok şey vardır ki insanı öğrenmeden ve terbiyeden alı-koyar. Bunlardan biri de, bazıları için bu sakal ve sarıktır. İmame (sarık) biraz büyük olacak olsa ve sakal da uzamış olsa, kişi ise ahlaklı biri değilse onu tahsilinden alıkor. Onu kayıt altına alır. Nefs-i emmare'yi ayakaltına alarak birinin ilim derslerinde bulunmak zordur. Şeyh Tusî (rahmet üzerine olsun) elliiki yaşında iken hocadan ders okumaya gitmiştir. Oysa bazı kitaplarını yirmi ile otuz yaşları arasında yazmıştı. «Tehzib» kitabı da bu dönemde yazdığı ki­taplardandır. O'nu bu makama, elliiki yaşında iken merhum Seyyid Murtaza'nın derslerine katılmış ol­ması getirmiştir.

Allah etmesin fazilet melekelerini kazanmadan ve manevi potansiyelleri kuvvetlendirmeden önce in­sanın sakalı biraz ağaracak olsa ve sarığı da biraz büyük olsa, bu durum ondan ilmen ve manevi olarak istifade edilmesine ve tüm bereketlere engel olur. Siyahlıklar beyaza dönüşmeden önce çalışınız. İn­sanların dikkatleri üzerinize çevrilmeden kendi du­rumunuzu düşününüz.

Allah etmesin, insan kendi­ne çeki-düzen vermeden önce toplumla yüz yüze ge­lirse ve onlar arasında belli bir şahsiyet ve nüfuz kazanırsa bu durum onu kendisini düzeltmekten alı-koyar, kendisini kaybeder. Seçme dizgini elinizden alınmadan önce kendinizi düzeltiniz ve ıslah ediniz. Güzel ahlakla güçleniniz. Ahlaki düşüklükleri ken­dinizden uzak tutunuz. Dersleriniz de ve araştırma­larınızda ihlâslı olunuz ki sizi Allah'a yaklaştırsın. İşlerde eğer niyet halis olmazsa, (bu) insan'ı Rabb'in kapısından uzak tutar. Allah'a sığınırız, yetmiş yıl sonra amel defterimizi açtıklarında yetmiş yıl Al­lah'tan (c.c.) uzak bir ömür geçirdiğimizi görmüş ol­masınlar.

1
CİHAD-I EKBER CİHAD-I EKBER


Şu, cehenneme yuvarlandıktan yetmiş yıl sonra dahi sesi duyulan taşın hikâyesini duymuş muydu­nuz? Resulullah (saa) şöyle buyurmaktadır: «Yetmiş yıl yaşadıktan sonra ölen yaşlı bir adam, bu yetmiş yıllık süre içinde cehenneme gidiyordu!» (bu ses o adamın yuvarlanışının sesidir. Çev.)

Dikkat edin sakın ha elli küsur yıl dirsek çü­rüttükten ve ter döktükten sonra cehennemi kazan­mış olmayın! Devamlı tefekkür halinde olunuz, nef­sin arıtılması, terbiye edilmesi, ahlaken ıslah olun­ması hususunda program yapınız! Kendiniz için bir ahlak hocası belirleyiniz. Vaaz, konuşma ve nasi­hat meclisleri düzenleyiniz. (Yoksa) kendi kendini­ze ahlaklı olamazsınız.

Eğer medreseler bu şekilde ahlaki mürebbiler-den yoksun olurlarsa bozulmaya terk edilmiş olacak­lardır. Nasıl ki fıkıh ve usul ilmi için bir hocaya ihtiyaç duyuluyor da (bu hoca öğrencinin) ders oku­masını, araştırma yapmasını istiyorsa, dünyada her ilim ve meslek için de bir hoca ve üstad'a ihtiyaç var­dır.

Birisi kendi başına herhangi bir alanda uzmanlaşamaz. Fakih ve âlim olamaz. Ancak Peygamber­lerin gönderiliş nedeni ve en ince, en güzel ilimler­den olan manevi ve ahlaki ilimlerin öğrenmeye ve öğretmeye ihtiyacı yok mudur?! İnsan kendi kendi­ne hocasız olarak bu ilimleri öğrenebilir mi?! Bir çok defa, ahlak ve maneviyat hocası olan Seyyid Celili'nin, fıkıh ve usul alimi merhum Şeyh Ensari'nin hocası olduğunu işitmişimdir.

Allah'ın Peygamberleri insanı terbiye etmek için, (insanı) «insan» yapmak için, insanlığı çirkin­liklerden, pisliklerden, fesatlardan, ahlaki rezalet­lerden uzak tutmak ve güzel ahlak, güzel edeplerle tanıştırmak için gönderilmişlerdir. «Ben güzel ahla­kı tamamlamak için gönderildim» (17). Allah'ın, Pey­gamberini onun için gönderecek kadar önem verdiği bir ilim bugün bizim medreselerimizde fazla revaç­ta değildir ve o'na gerektiği gibi önem veren biri yoktur.

Medreselerde manevi ilimlere ve marifete az yer verilmesinin etkileri o dereceye ulaşmıştır ki, maddi ve dünyevi meseleler ulemanın yara almasına sebep olmuş ve birçoğunu âlimlikten ve maneviyat­tan uzaklaşmasına yol açmıştır. Aslında âlimliğin da­hi ne demek olduğunu, âlim olan birinin görevinin ne olduğunu, (toplumda uygulanacak) ne gibi bir programının olması gerektiğini bilmiyorlar. Bazıla­rı, usûl olarak bir kaç kelime ezberledikten sonra kendi memleketlerine ya da başka yerlere gitme, bir kumum, makam ve şöhret elde etme ve diğerlerini elleriyle ve pençeleriyle yumuşatma peşindedirler. Tıpkı şöyle diyen biri gibi; «bırakın beni Lem'a kitabının şerhine bakayım ve muhtara karşı nasıl dav­ranacağıma anlayayım.»

Daha başından itibaren sizin öğrenim konusun­daki görüşünüz ve bundan amacınız, falanca mevkiye gelmek ve filanca makamı elde etmek, ya da şu şehrin idarecisi, bu köyün ağası olmak olmasın. Bu tür nefsanî isteklere ve şeytani arzulara ulaş­manız mümkündür. Ancak kendiniz ve İslam top­lumu için zarar ve kara yazgıdan başka bir şey elde edemezsiniz. İslam tarihinde birçok kişi uzun süre yöneticilik yaptılar. Ancak kendileri için lanet, nef­ret ve ahiret azabından başka bir pay ve sonuç ala­madılar.

Herhangi bir topluluğun ya da toplumun başı­na geçtiğinizde, onları terbiye edebilmeniz için ken­dinizi terbiye ediniz. Toplumu ıslah etmek ve onun yapılanmasını sağlamak için adım atınız. Sizin he­definiz İslam ve Müslümanlardır. Eğer Allah (rızası) için çalışırsanız, yüce Allah kalpleri halden hale ko­yandır.

Gönülleri size yöneltir O; İnanıp faydalı işler yapanlar için Rahman (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.» (18). Sizler Allah'a giden yolda çile çe­kiniz, fedakârlık ediniz, Allah sizi ecirsiz bırakma­yacaktır. Bu dünyada olmasa bile ahirette karşılık verilecektir. Eğer sizin ecrinizi mükâfatınızı bu dün­yada vermedikse ne iyi! Dünya önemli değildir, (dünyada ki) Bu velveleler ve kişilikler bir gün gele-, cek sona erecek ve bir rüya- gibi insanın gözü önün­den geçecektir. Ancak öte dünyadaki ecir sonsuz ve bitmeyen bir türden olacaktır.


MEDRESELERDEKİ ÇÖZÜLME TEHLİKESİ

Kirli emele sahip olanların, kötü amaçlı propa­ganda ve yayınlarıyla, ahlak ve ıslah programlarını önemsiz göstermeleri (insanlara) öğüt ve nasihat ver­mek için minbere çıkmayı ilmi makama aykırı bul­maları ve minbere çıkanları «minberci» olarak ad­landırmaları, ilmi kavramları düzenlemeye gayret eden büyük ilmi şahsiyetleri bu işlerinden engelle­meye çalışmaları mümkündür. Bugün eğer kimi medreselerde minbere çıkıp hutbe okumayı utanç verici buluyorlarsa onlar Hazreti Emir'in (r.a.) «min­berci» olduğundan ve minberden insanlara nasihat ettiğinden, onları uyararak bilgilendirdiğinden ha­bersizler demektir.

Diğer İmamlar(a) da aynı şekil­deydiler. Belki de bu tür kötülemeleri, medreseler­den maneviyatı ve ahlakı kaldırmak için ve nihayet medreselerde fesada ve düşüşe neden olmak için; çeşitli gruplara bağlılığı olanlar, kendini beğenmiş­ler, medreselerin içine nifak ve fitne sokarak (Allah göstermesin) buralarda çatlamalara yol açmak is­teyen gizli güçler yapmaktadırlar. Medresedekiler birbirlerinin boğazına sarıldılar, birbirlerine karşı saf bağladılar, birbirlerini aşağıladılar, yalanladılar ve İslam düşmanlarının medreselere el atarak onları da birlikte fırlatabilmeleri için İslam toplumunda medreseleri haysiyetsiz bir konuma getirdiler.

Kötülüğü isteyenler bilmektedirler ki medrese­ler milletin koruması altındadır ve millet buraların bekçisi oldukça bunları ezmek ya da ortadan kaldır­mak mümkün değildir. Ancak medreseliler, buralar­da tahsil görenler İslamî ahlak ve adap temelinden yoksun düştüğü, birbirlerinin boğazına sarıldıkları, aralarında ihtilaf oluşturdukları ve gruplara ayrıl­dıkları, terbiyeli ve muttaki olmadıkları, çirkin ve hoş görülmeyen işleri işledikleri gün, zorunlu olarak İslam milleti, kötü görülen medreseleri desteklemek­ten ve onlara bekçilik etmekten geri duracak, sonuç­ta düşmanın kuvvetlenmesi ve nüfuz kazanması tek­rar söz konusu olacaktır.

Eğer farkındaysanız dev­letler din adamlarından ve taklid mercilerinden korkmaktadırlar ve onlar (bu insanların) halkın ko­rumasından nasiblerini aldıklarını bilmektedirler. Ve gerçekte (bunlar) halktan korkmaktadırlar. Eğer bir din âlimine ihanet ederek ona saldırmaya yeltenecek olurlarsa, halkın kendilerine karşı kıyam edeceğini varsaymaktadırlar.

Ancak eğer ulema birbirleriyle anlaşmazlığa dü­şerler, birbirlerinin adını kötüye çıkarırlar ve İslam ahlakı ve adabı ile edeplenmezlerse, düşük toplum­da yaşayan millet de ellerinden gider (19). Milletin, siz âlimlerden beklentisi sizin İslam adabıyla edeplenmenizdir. Sizin Hîzbullah'tan olmanızdır, şaşalı bir hayattan ve yapay engellerden korunmanızdır. İslamî ülküleri öne almak ve İslam milletine hizmet etmek yolunda hiç bir şekilde yaptığınız fedakârlıklardan dolayı pişmanlık duymamanızdır, Yüce Hak­kın yolunda O'nun rızası için yürümenizdir. Ve tek bir yaratıcıdan başka bir şeye yönelmemenizdir.

An­cak eğer sizde, beklediklerinin aksine bir davranış görürlerse, bakışlarınızı tabiat ötesine yöneltecek yerde tüm gücünüzle dünyaya dört elle sarıldığınızı ve diğerleri gibi dünyadaki şahsi çıkarlarınızı elde etmek için çırpındığınızı, başkalarıyla dünyalık ve kötü çıkarlar için çekişmeye girdiğinizi, İslam'a ve Kur'an'ı —Allah'a sığınırız— kendi oyuncağınız ha­line getirdiğinizi, kirli emellerinize, iğrenç gayenize ve utanç verici dünyalığınıza erişmek için dini, bir dükkân (alış veriş merkezine) çevirdiğinizi ve onu hurafeleştirdiğinizi gördüklerinde size kötü gözle ba­karlar ve siz de bunun sorumlusu olursunuz.

Eğer medreselerdeki başı sarıklılar, şahsi istekleri ve dün­yevi çıkarları uğrunda birbirlerine düşerlerse, diğer­lerini de rezil rüsva ederler, fasık yaparlar, karışık­lık çıkarırlar. Bazı görevlere gelmek için birbirleri ile rekabet ederler, gürültüler kopartarak İslam'a ve Kur'an'a ihanet ederler, ilahi emanete ihanet ederler. Allah Tebareke ve Teâlâ, İslam dinini bize emanet olarak bırakmıştır. Bu Kur'an-ı Kerim, bize verilen büyük bir emanettir. Ulema, Allah'ın ema­netçileridirler ve bu büyük emaneti korumakla. O'na ihanet etmemekle yükümlüdürler. Bu tür çekiş­meler, şahsî ve dünyevî ihtilaflar İslam'a ve İslam' in yüce peygamberine ihanettir.


İHTİLAF NİYE?

Böyle bir kaç cepheye ve teşkilata ayrılarak sür­dürülen ihtilafların sebebini anlayamıyorum. Eğer dünya içinse, sizin dünyanız yok ki! (dünya için bir­birinize düşesiniz). Üstelik eğer dünyanın lezzetle­rinden ve faydalı şeylerinden payınızı alıyorsanız, bu, ihtilaf yapılacak bir konu değildir. Âlim değil­seniz ve âlimliği veraset yoluyla gelen sadece cübbe ve sarıktan ibaret görüyorsanız o başka. Âlim, ta­biat ötesi ile (manevi dünya ile) ilişkisi olan kimse­dir.

O, İslam esaslarının ve İslam'ı oluşturan unsur­ların dipdiri kalmasında emeği geçen biridir. O âlim, kendisini Ali b. Ebi Talib'in bir takipçisi kabul eder. Böyle bir âlimin, dünyada iştah veren şeylere ihti­laf çıkartacak kadar yönelmesi mümkün değildir. En azından bu büyük insanın nasıl bir hayat yaşadığı­na bakın.

Hiçbir şekilde O'nun izinden gidenlerden olmadığınızı göreceksiniz. Acaba Hazretin zühdün­den, takvasından, sade ve mütevazı yaşantısından bir şey öğrenerek onu hayatınızda uyguluyor musu­nuz? Bu büyük şahsiyetin zulümle, adaletsizlikle ve sınıfsal ayrıcalıklarla savaşımından, mazlumları, hak­sızlığa uğramışları gözünü kırpmadan savunmasın­dan ve onları kollamasından, toplumdaki mustazaflara, hor görülmüşlere verdiği destekten bir şey anlayabiliyor musunuz? Bunları pratiğe aktarabiliyor musunuz?

Müstekbirlerin, bugün dünyanın bir kısmını kan ve ataş gölüne çevirmeleri, ölümü ve öldürmeyi adetleri haline getirmeleri, halkları yağmalamaları, sermayelerini ve el emeklerini karınlarına indirme­leri; birbirlerine karşı üstünlük sağlama, geri kal­mış, zayıf milletleri kendi egemenlikleri altına alma ve onları esirleştirme isteklerinden ileri gelmekte­dir. Bundan dolayıdır ki, özgürlük, uygarlık, mamurluk, bağımsızlık ya da ülke bütünlüğünün savu­nulması ve diğer aldatıcı isimlerle her gün dünyanın bir yerinde savaş kıvılcımını tutuşturuyorlar.

Mil­yonlarca ton ağırlığındaki bombaları ateşleyerek, sığınaksız milletlerin başına yağdırıyorlar. Bu kavga, dünya ehlinin mantığına göre, o bulaşık beyinlere göre doğrudur ve yerinde bir kavgadır. Ancak sizin de, onların kafalarında yerleşmiş düşüncelere uygun olarak, birbirinizle çekişmeniz anlamsızdır. Onlara neden kavga ettiklerini sorarsanız, mesela şöyle der­ler: «falanca ülkeyi istila etmek istiyoruz.

O ülke­deki servetin bizim cebimize girmesi gerekir:» Fa­kat size neden birbirinizle çekiştiğinizi, neden ihtila­fa düştüğünüzü sorarlarsa ne gibi bir cevap verecek­siniz? Sizin dünyadan alıp veremediğiniz ne ki bu­nun için kavga ediyorsunuz? Ağaların size her ay (aylık) adıyla verdikleri maaş başkalarına verilen sigara parasından bile daha azdır.

Ben gazetede ya da bir dergi de (şimdi kesin ha­tırlamıyorum) görmüştüm. Vatikan'ın, Washington' da bulunan bir papaz için gönderdiği paranın mik­tarı oldukça yüksek miktardadır. Hesapladığımda gördüm ki, bugün medreselerin tamamının bütçesin­den daha fazla bir yekûn tutmaktadır!

Şimdi acaba sizin böyle bir konumda iken ve böyle bir hayat yaşıyorken birbirinizle çekişerek, birbirinizden uzaklaşmanız ve birbirinize karşı cep­he almanız doğrumudur? Müşahhas ve mukaddes hedeflerin kaybedilmesine yol açan ihtilaflar dünya sevgisinden kaynaklanmaktadır. Şayet sizler de ara­larında bu tür ihtilaflar olan kimselerdenseniz bili­niz ki bu ihtilaflarınız dünya sevgisinin gönülden uzaklaştırılmamasından ileri gelmektedir.

Bir yerde sınırlı bir dünya çıkarı olduğundan her birisi bunu elde etmek, için diğerleri ile yarışa girmektedir. Si­zin gönlünüzde falan makama geçme sevdası yat­maktadır. Aynı şekilde bu makamın başka bir istek­lisi daha vardır. Burada büyük bir ihtimalle çekememezlik ve «pay alma» duygusu ağır basacaktır. Ancak dünya sevgisini gönüllerinden uzaklaştırarak Allah'a yönelmiş olanların Allah rızasından başka bir gayeleri yoktur.

Onlar hiç bir zaman birbirleri­ni karşılarına almazlar. Bu tür belaları ve fesatları yüklenmez onlar. Eğer bütün ilahi Peygamberler bu­gün bir şehirde toplamalardı, aralarında hiç bir şe­kilde ihtilaf meydana gelmeyecekti. Çünkü hedef ve maksatları tektir; gönülleri dünya sevgisinden bo­şalmış olarak Hak Teâlâ’ya yönelmiştir.

Eğer siz amelleriniz ve hayat tarzınız, gidişa­tınız, kendinize çizdiğiniz yol bugün görüldüğü gi­bi ise —Allah göstermesin—, bu dünyadan Ali b. Ebi Talib (r.a.)in takipçilerinden olmayan kimseler olarak göçmenizden korkunuz. Fırsat elden gitme­den önce durumunuza çareler düşününüz. Bu adi ve pis çekişmelerden el çekiniz. Bu cepheleşmeler ve uzaklaşmalar yanlıştır. Yoksa sizler birbirinden ayrı olan iki milletten misiniz? Yoksa sizin dininizin de­ğişik kolları mı vardır? Neden uyanık olmuyorsunuz? Neden sizlerin arasında safa, doğruluk ve kar­deşlik hüküm sürmüyor...?!

Bu ihtilaflar tehlikelidir. Giderilmesi mümkün olmayan bozulmalara yol açar. İlim kurumlarının dü­şüşüne sebep olur. Sizin toplumdaki değerinizi bi­tirmenize neden olur. Bu tür kutuplaşmalar sadece sizi mahvetmekle, sizin şerefinizin yok olmasına se­bep olmakla kalmayıp, bir toplumun, bir milletin şe­refine, haysiyetine zarar vermekle ve İslam'ın za­rara uğramasıyla sonuçlanır. Eğer sizin aranızdaki ihtilaflar fesatlara yol açar cinstense, affedilmez bir günahtır ve Allah Tebareke ve Teâlâ’nın dergahında; toplumu fesada verdiği için düşmanın sulta kurma­sına ve etkilemesine yol açtığı için, birçok günahtan daha büyük bir günahtır.

Perde gerisindeki eller, ilmi kurumların bozulması için ihtilaf ve nifak çı­karıyor olabilirler. Çeşitli yollardan buralara nifak ve ayrılık tohumları atıyor olabilirler. Düşünceleri ve zihinleri allak bullak ediyor ve fikirleri zehirliyorlar. Böylece yeni şer'i görevler oluşturup bu görevlerle İslam'ın geleceği için faydalı olan insanla­rın düşkünlüğüne ve ilerde İslam'a ve İslam toplu­muna hizmet edememesine yol açmak için, medre­selerin bozulmasına gayret etmektedirler.

Akıllı ve uyanık olmanız gerekmektedir. Ken­dinizi oyuna koyuvermeyiniz ki şer'i görevler bu tür­den olmasınlar. Şer'i vazife öyle de olur böyle de. Bazen şeytan bile insanlar için vazifeler ve teklifler belirlemektedir. Bazen nefsanî heva ve istekler, in­sanı, «şer'i vazifeler» olarak gösterdiği şeyleri yap­maya teşvik etmektedir. Birinin bir Müslüman’a iha­net etmesi, din kardeşini çekiştirmesi şer'i bir vazi­fe değildir. Bu dünya sevgisi ve nefis sevgisidir.

Bunlar insanı kara günlü yapmak için şeytanın insana yaptığı telkinlerdir. Bunlar karşılıklı atışma, ateş ehlinin karşılıklı olarak birbiriyle atışmalarıdır: «Bu mutlaka, gerçektir, ateş ehlinin tartışması-dır.» (20). Cehennemde tartışma, atışma ve çekişme vardır. Cehennem ehli birbirleriyle kavga ve müca­deleye tutuşmaktadırlar. Birbirlerine pençe atmak­tadırlar. Eğer sizler daha dünyada iken kavgaya tıı-tuşmuşsanız, biliniz ki kendiniz için cehennemi ha­zırlıyorsunuz ve cehenneme yönelmiş bulunuyorsu­nuz. Ahirete taalluk eden işlerde çekişmek yaraş­maz.

Ahiret ehli devamlı birbirleriyle barış ve esen­lik içindedirler. Onların kalpleri Allah sevgisiyle de Allah'ın kullarının sevgisi ile de doludur. Allah sev­gisi, Allah'a iman eden kimsenin sevilmesini gerek­tirmektedir. Allah'ın kullarına karşı duyulan sevgi, Allah'a duyulan sevgi dolayısıyladır. Allah'ı sev­mek sayesinde olmaktadır.

Kendi ellerinizle ateşi tutuşturmayınız. Cehen­nem ateşini alevlendirmeyiniz. Cehennem insanın kötü hareketleri ve amelleri ile alevlenir. Bunlar, bir inatçı katır gibi hareket eden insanın, ateşi tutuş­turan yapıp ettikleridir. (Örneğin şöyle denilmekte­dir: «Cezna ve hiye hamidetü» (cehennemden geçtik ancak o sönük bir haldeydi) Eğer insanlar kendi amellerinde, yapıp ettikleriyle ateşi yakmazsa, ce­hennem sönmüş haldedir.

Bu tabiatın içi cehennem­dir. Bu tabiata yönelmek cehenneme yönelmektir. İnsan bu dünyadan öbürüne göç ettiğinde görecek­tir ki: «Bu, sizin ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır, Allah, kullara asla zulüm edici değil­dir.» (21) «Ve kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların, onun içindekilerden korkarak; 'vah bize, hu kitapta ne oluyor. Ne küçük ne de büyük hiç bir şey bırak­mıyor, her şeyi sayıp döküyor.' dediklerini görürsün.

Yaptıklarım hazır bulmuşlardır. Rabbîn kimseye zulmetmez.» (22) «Bu dünyada insandan sadır olan bütün ameller o dünyada görülecektir. Onunla bera­ber şekillenecektir. Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa o'nu görür.» (23). İnsanın bütün ameli, gi­dişatı ve sözleri öbür dünyaya yansıyacaktır". Sanki bizim hayatımız filme alınmaktadır. Ve öbür dünya­da gösterilecektir.

Böylece de inkâr edilmesi imkânsız olacaktır. Bizim bütün davranışlarımız azaları­mızın şehadetine ilaveten bize gösterilecektir: «(De­diler): Her şeyi konuşturan Allah bizi konuştur­du.» (24). Her şeyi konuşturan Allah'ın karşısında kendi yaptığınız kötü amelleri inkâr etmeniz ve giz­lemeniz mümkün değildir. Biraz olsun aklediniz, dü­şününüz, işlerin sonunun nereye varacağını ölçüp tartınız. Tehlikeli «sorgulama» ile karşılaştığınızı ak­lınızdan çıkarmayınız (25).

Kabrin sıkıştırmasından berzah âleminden ve beraberinde getirdiği müşkül­lerden kötü durumlardan gafil olmayınız. En azından cehennemin olduğuna inanınız. Eğer insan bu tehli­keli cezalandırmaların olacağına gerçekten iman ederse, kendi yaşamında kendini değiştireceği açık­tır. Eğer siz bunlara gerçekten yakin iman ederse­niz, öyle başına buyruk, serbest bir hayat yaşaya­mazsınız; kaleminizi, gidişatınızı ve ailenizi, nefsini­zin arındırılması ve ıslah edilmesi için koruma altı­na alırsınız.


ALLAH'IN YARDIMLARI

Allah Tebareke ve Teâlâ insanlara önem verdiği için onlara akıl vermiştir. Kendini arındırma ve te­mizleme gücü vermiştir. O, kendini hidayete erdir­mesi için ve acı cehennem azabına duçar olmaması için insana peygamberleri ve velileri göndermiştir. Şayet bu tür önlemler insanın öğüt almasına ve ken­dini arınmasına yetmezse şefkatli Allah diğer yollar­dan insanin uyarır; değişik belalarla, fakirlik, has­talık vs. musibetlerle onların dikkatini çeker.

Tıpkı işini bilen bir hekim ve maharetli ve şefkatli hasta bakıcılar gibi, onları yakalandıkları bu tehlikeli ruhi hastalıklardan kurtaracak bir çare bulmak için gay­ret göstermektedir. Eğer kul Allah'ın yardımına mazhar olursa onun için, onu Hak Teâlâ’ya yöneltecek ve muttaki yapacak «denemeler» söz konusu olur. Yol işte bu yoldur. Bundan gayri bir yol yoktur. An­cak insan bu yolu kendi ayağıyla yürümelidir ki so­nuç alabilsin.

Şayet bu yoldan da bir sonuç alınmaz da (sapık insan ruhen tedavi olmuş olmazsa, cemaat nimetlerini hak edenlerden olmazsa, onu can çekiştirme ve can verme anında, belki kendine gelir di­ye sıkıştırmaktadır. Sonra bu da fayda etmezse ka­birde ve berzah âleminde temizlenmesi ve cehenne­me gitmemesi için, o azaplardan ve sıkıştırmalardan sonra çok dehşetli cezalar uygulanmaktadır. Bunla­rın hepsi de insanın cehennemlik olmasını engelle­mek için Allah'ın aldığı önlemlerdendir. Allah'ın bü­tün bu yardımları da fayda etmediği durumda nasıl olacak? İster istemez son tedavi olan insanın doğ­ranması safhası geliyor ki daha önceki tedavilerin etkili olmadığı ve insanı düzeltmediği durumda in­san Rahman olan Allah'ın ateşle ıslah etmesine ihti­yaç duyar.

Tıpkı arındırılması ve temizlenmesi için ateşe sürülen altın gibi. «Orada çağlar boyu kala­caklardır.» (26) ayeti konusunda bize gelen rivayet­lere göre bu «çağlar boyu kalmak», hidayete ermiş olan ve asıl olarak imanlarını koruyabilmiş kimseler içindir (27). (Yani mü'min olduğumuz takdirde ben ve sizler içindir). Allah bilir her «çağ» birkaç bin se­neden müteşekkildir. Yoksa öyle bir kerteye varır ki artık bu tedaviler, etkili ve yararlı olmazlar.

Dai­mi bir nimetin sağlanması ve gerçekleşmesi için baş­ka bir tedaviye ihtiyaç vardır ki; (bu da) —Allah et­mesin— insanın bir müddet cehennemde kalarak orada yanmasıdır. Ta ki ahlaki rezilliklerden, ruhi pislikler ve kötü şeytani niteliklerden arınsın ve «altından ırmaklar akan cennetler»den pay alma ye­terliliğini ve hakkını kazansın.

Bu (hak), Allah'ın rahmetinin kendilerinden çe­kilip alınacak kadar günaha ve masiyete dalmayan kimseler için, henüz cennete girme hakkına sahip olan kimseler için söz konusudur. Allah gösterme­sin aksi takdirde insan, günahlarının çokluğu nede­niyle Yüce Allah'ın dergâhından sürülüp oradan kovulabilir ve ilahi rahmetten yoksun kalır. Böyle bi­rinin cehennemde ebedi kalmaktan başka bir seçe­neği de yoktur. İlahi rahmet ve inayetten, mahrum kalmanızdan onun azabına ve gazabına uğramaktan korkunuz.

Sakın ha amelleriniz,, yapıp ettiğiniz ve konuştuğunuz şeyler, başarılarınızın sizden çekilip alındığı ve size cehenneme gitmekten başka bir yo­lun kalmadığı bir durumda gerçekleşmiş olmasın! Şimdi siz bir dakikalığına bile kızgın bir taşı avucunuzda tutamazsınız. Cehennem ateşinden korunu­nuz. Bu ateşi medreselerden ve ulema kurumundan kapı dışarı ediniz. Bu çekişmeleri, bu nifakları kalblerinizden atınız. Hayatında iyi bir çizgi tutturmuş olan Allah'ın kuluna dostça davranınız.

Onlara şef­katle ve rahmetle bakınız. Tabidir ki günahkârlarla isyanlarından ve tuğyanlarından dolayı dost olma­yınız. Onun kötü ve doğru olmayan bir işini, onun yüzüne vurarak onu bundan sakındırınız. Ancak karmakarışıklıktan, belalardan kendinizi koruyunuz. Al­lah'ın iyi ve salih kullarına iyilik yapınız. Âlim olan­lara ilimlerinden dolayı, doğru yolda olanlara iyi amellerinden dolayı, cahillere ise Allah'ın kulların­dan olduklarından dolayı saygı gösteriniz, güler yüz gösteriniz, şefkatli olunuz, doğrulukla ve kardeşçe muamele ediniz.

Ahlaklı olunuz; sizler toplumu ir-şad etmek isteyen ve ahlaklı yapmak isteyen kimse­lersiniz. Kendi kendisini ıslah edemeyen, idare ede­meyen kimse nasıl olur da başkalarına önderlik ya­pıp onları yönetebilir? Şunun şurasında önümüzde Şaban ayından birkaç günden fazla kalmamıştır. Bu birkaç gün içinde tövbe yapmaya ve nefsi düzelt­meye gayret gösteriniz. Ve düzgün bir nefisle mü­barek Ramazan ayma giriniz.


ŞABAN AY'INDA YAPILAN MUNACAATLAR (DUALAR)

Bu Şaban ay'ında, Şaban ay'ına ait dualardan (28) (ki bu ayın başından sonuna dek bunların okunması emri bize gelmiştir.) Okuyarak Allah Teâlâ’ya hiç münacat ettiğiniz, yalvardığınız oldu mu? Ve bu duaların, rubibiyyetin bilinmesi ve ona iman edil­mesine dair yüce ve öğretici içeriklerinden istifade ettiniz mi?

Bu dualar konusunda bize gelen haberlere göre, Hz. Emir (Ali) (r.a.)'in ve bu hazretin çocuklarının (İmamların) yaptıkları münacaat (dua)'lardır. Ve bü­tün pak imamlar(a) bununla Allah'a dua ettiler. Ay' rica hakkında, «bütün imamlar Allah'a bununla dua ederlerdi» ifadesi bulunan çok az dua vardır. Bu ya­karışlar gerçekte, insanın Ramazan ay'ına ait sorum­luluklarına hazırlanışı ve onun bu konuda uyarılma­sı için bir mukaddime niteliğindedir. Ya da insanın dikkatini orucun hikmetine çekmek ve onun çok kıy­metli oluşunu insana hatırlatmak için de olmuş ola­bilir. Pak imamlar (a) pek çok konuyu dua diliyle beyan buyurmuşlardır. Dua dili, yine hükümleri açık­lamak için kullandıkları normal bir dilden çok farklıdır.

Ulemaya ait birçok meseleleri, tabiat öte­sine ait meseleleri, marifetullaha ait olan meseleleri dua diliyle beyan buyurmuşlardır. Ancak biz bu dualardan sonuna kadar okuduğumuz halde, maalesef bu yö­nüne hiç dikkat etmiyoruz ve aslında ne demek iste­diklerini de anlamıyoruz. Okuduğumuz münacaatta şöyle deniliyor. «İlahi! Bana, sana yönelmenin kema­lini nasip et. Kalplerimizin gözünü parlaklıkla nurlandır. Ta ki o kalp, bakışını sana çevirsin ve kalbin gözleri nur perdesini yıksın; böylece de azametinin cevherine ulaşsın. Ve ruhlarımız kudsiyetinin yüce­liği ile ilişkiye geçsin.»

«İlahi, bana, sana yönelmenin kemalini na­sip et» cümlesi şu anlama gelmiş olabilir: Al­lah'ını bilen insanların, Ramazan ay'ına girip de gerçekte dünya lezzetlerinden uzaklaşma (ki bu uzaklaşma tam anlamıyla Allah'a yönelmeyi do­ğurur) olan oruca hazırlanmasıdır. Allah'a yönelme öyle basit bir şekilde meydana gelmez. Allah'tan başkasına yönelmemek için, Allah'tan başka şeyler­le ilişkiyi kesebilmek için daha fazla (ruhi) riyazata, amel etmeye, zahmet çekmeye ve istikamet belirle­meye ihtiyaç vardır. İnsanın «kurtarıcı» özellik gös­teren sıfatlarının tamamı, Allah'a yönelmenin mü­kemmelliğinde gizlidir.

Birisi buna nail olarak bü­yük bir saadete erişmiş olabilir. Ancak dünyaya kar­şı en ufak bir meyille beraber Allah'a yönelenler­den olması imkânsızdır. Mübarek ramazan ayında kendisinden istenilen adap üzere oruç tutmak iste­yen birinin, misafirleri karşılayan ev sahibinin konu­munu tam anlamıyla bilmesi ve misafir karşılama kurallarını tam olarak uygulayabilmesi için tam bir yönelikle Allah'a yönelmesi gerekmektedir.


ALLAH'IN MİSAFİRİ OLMAK

Rasulullah (s)'ın buyurduklarına uygun olarak (O'na ait olan bir hadis'e göre) bütün kullar müba­rek Ramazan ay'ında yüce Allah'a misafir olmaya çağırılmışlardır. Ve (kul) Rabbının misafiri olmakta­dır. Bu konuda O (saa) şöyle buyuruyor: «Ey insanlar, Allah'ın ay'ı (size) geldi... Şüphesiz siz bu ay'da Allah'a misafir olmaya çağrılırsınız.» (29).

Sizler Ramazan öncesi şu bir kaç günde düşü­nünüz. Kendinizi ıslah ederek Hakk Tealaya yöneliniz. Nahoş amellerinizden ve hareketlerinizden af dileyiniz. Allah göstermesin bir günah işlemişliğiniz varsa, mübarek Ramazan'a girmeden önce tevbe edi­niz. Dilinizi Allah'a münacaatta bulunmaya alıştırı­nız. Sakın ha mübarek Ramazan ay'ında sizlerden bir gıybet, töhmet, kısaca bir «günah» sadır olmasın ve Rabbin huzuruna Allah'ın verdiği nimetlerle, yü­ce Bari-i Teâlâ’nın dergâhında günahlara batmış bi­ri olarak çıkmış olmayın. Siz bu şerefli ay'da Hakk Teâlâ’nın misafiri olmaya davet edildiniz: «O öyle bir ay'dır ki, siz o ayda Allah'ın misafirliğine çağrı­lırsınız.» Kendi kendinizi yüce celal sahibi Hakk Teâlâ’nın misafirliğine hazırlayınız.

En azından oru­cun şeklî, zahirî kurallarına uyunuz. (Gerçek ku­ralları ise, daimi zahmeti ve murabekeyi gerektiren diğer bir konudur.) Oruç sadece, kendini yemek ve içmekten alıkoymak manasına değildir. Günahlar­dan da kaçınmak gerekir. Bunlar oruca yeni başla­yanlar için başlangıç kurallarıdır. (Yüceliğin cevhe­rine ulaşmak isteyen Allah'ın adamları için olan ku­rallar bunlardan başka kurallardır.) Sizler hiç ol­mazsa orucun görünürde ki adap ve erkânına uyu­nuz ve kendinizi yemekten içmekten kestiğiniz gibi, gözünüzle, kulağınızla, dilinizle de günah işlemek­ten çekininiz.

Şimdiden dili, gıybetten, töhmetten, koğudan korumak ve kalpten hasedi, kini ve diğer şeytani sıfatları atmak için temel atınız. Eğer gücü­nüz yeterse «Allah'a yönelen»lerden olunuz. Amel­lerinizi, katışıksız ve riyasız olarak yapınız. «İnsan ve cin şeytanlarından» kopunuz. Fakat sırf görünür­de ki kuralları yerine getirerek bu değerli saadet'e erişeceğimiz konusunda endişeliyiz. En azından oruç­larınızı haram olan şeylere karıştırmamaya çalışı­nız.

Bunun dışında eğer sizin orucunuz fıkhi olarak sahih olsa bile ilerleme göstermesi ile, şer'i açıdan «sahih» olması arasında büyük fark vardır. Eğer Ra­mazan ay'ının sona ermesiyle sizin gidişatınız da, davranışlarınızda hiç bir (olumlu) değişiklik belirti­si ortaya çıkmazsa, sizin kendi yaşantınızda, hareke­tinizde, «oruç ayı» öncesine oranla bir değişiklik ol­mamışsa «sizden istenildiği şekliyle» bir orucun tutulamadığı ortaya çıkmış olur.

Yaptığınız şey ise sıradan ve hayvani bir oruç olmuş olur. İlahi misafir evine davet edildiğiniz bu şerefli ayda, eğer Hakk Teâlâ ile tanışmadıysanız ya da onunla mevcut ta­nışıklığınızı daha da iyileştirmediyseniz, biliniz ki, «Allah'ın misafirliği»ne gerektiği gibi' hazırlanarak çıkmamışsınız ve misafirliğin hakkını vermemişsinizdir. Unutmayın ki «Allah'ın ay'ı» denilen mübarek ayda rahmet kapıları kulların yüzüne açılmış ve şeytanlar rivayete göre (30) «zincire ve prangaya» vurulmuşlardır. Eğer sizin kendinizi ıslah etmeye ve arındırmaya gücünüz yetmiyorsa, emmare (emredici) nefsi kendi gözetim ve kontrolünüz altında tutunuz. Nefsanî havalarınızı ayağınızın altına alarak, dün­ya ve maddiyatla alakanızı kesiniz.

Oruç ay'ından sonra bu gibi şeyleri uygulama safhasına koymanız oldukça müşkildir. Öyleyse fırsattan istifade ediniz. Ve bu büyük feyiz geçip gitmeden, kendinizi ıslah etme arındırma ve tesviye etme yolunda gidiniz. Kendinizi, Ramazan ay'ındaki sorumluluklarınızı ye­rine getirmek için hazırlayınız. Ramazan ay'ına gir­meden önce (iyi düşününüz) şeytanların zincire vu­rulduğu bu ay'da Şeytanın ayarladığı saat gibi oto­matik olarak İslami düsturların hilafına günahlarla meşgul olanlardan olmayınız.

Bazen öyle olur ki şey­tanın bile vesvesesine gerek kalmadan Hak'tan uzaklaşmışlığın ve günahlarının çokluğu nedeniyle asi ve günahkâr insan, cehalete ve karanlıklara saplanır. Kendisini şeytanın boyası ile boyar: «Sıbğatullah» tabiri «Sıbgatuş-şeytan» tabirinin karşıtıdır (31). Nef­si isteklerinin peşi sıra giden kimse ve şeytanın izin­den giden kimse yavaş yavaş onun boyasına boyanır. Sizler hiç olmazsa şu bir ay içerisinde amellerinizi murakebe altına almaya karar veriniz. Allah Tebareke ve Teâlâ’nın hoşnut olmadığı hareketlerden ve sözlerden kaçınınız. Daha şimdiden hemen şu mec­lisimizde, Allah'la, mübarek Ramazan Ay'ında pis­likten, töhmetten, koğuculuktan başkalarına nisbetle kaçınacağınıza dair ahitleşiniz.

Dil, göz, el, kulak ve diğer azalarınızı ve organlarınızı kendi iradeniz altına alınız. Yaptıklarınızı söylediklerinizi kontrol ediniz. Olur ya bu değerli amelleriniz, Allah'ın size teveccühüne ve inayetine ve sizi başarılı kılmasına sebep olur. Ve böylece şeytanların zincirlerinden çö­züldüğü, oruç ayı sonrası döneme ıslah olmuş olarak girersiniz. Artık şeytanın oyununa gelmezsiniz ve paklanmış olursunuz. Bunu bir defa daha, tekrarlı­yorum: Bu otuz günlük mübarek ay boyunca dilini­zi, gözünüzü, kulağınızı ve tüm diğer aza ve organ­larınızı kontrol altına almaya söz veriniz. Devamlı duyduğunuz bir şeyin yapmak istediğiniz bir işin, dile getirmek istediğiniz bir konunun şer'i açıdan hükmünün ne olduğuna dikkat ediniz.

Bu, orucun başlangıcında yapılan görünür ku­rallardır. En azından orucun bu görülen kuralları­na uyunuz. Birinin gıybet yapmaya kalkıştığını gö­rürseniz, onu engelleyerek şöyle deyiniz: «biz bu Ramazan'ın otuz günü boyunca haram edilmiş şeyleri işlememeye sözleştik». Eğer onu gıybet yapmaktan alıkoyamıyorsanız meclisi terk ediniz, ne orada oturunuz ne de (orada konuşulanları) düşleyiniz. (Sizler Müslümanların güvenine sahip kimselersiniz.

Müs­lümanların; elinden, dilinden, gözünden emin olma­dığı kimse gerçekte Müslüman (bile) değildir (32). Sa­dece yüzeysel ve yapay (görünüşte) Müslüman olur ve görünüşte «lailaheillallah» demiş olur.) Allah et­mesin siz birine küstahlık, hainlik yapmak istediği­nizde ya da birinin gıybetini yapmak istediğinizde, Allah'ın huzurunda olduğunuzu, Yüce Allah'ın mi­safiri olduğunuzu Allah'ın huzurunda iken onun kul­larına edepsizlik yapmakta olduğunuzu aklınızdan çıkarmayınız. Allah'ın kuluna ihanet etmek, Allah'a ihanet etmektir. Bunlar Allah'ın kullarıdır.

Özellikle de ilim ehlinden olan, ilim yolunda bulunan ve tak-vah kimselerden iseler. İnsan bazen işlediği bu işler sebebiyle öyle bir yere varıyor ki, ölüm anında Allah'ı yalanlayabiliyor ve Allah'ın ayetlerini inkâr edebiliyor: «Sonra kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu. Çünkü Allah'ın ayetlerini yalanladılar ve on­larla alay ediyorlardı.» (33). Bu işlerin gerçekleşmesi ağır ağır olur. Bugün doğru olmayan bir bakış, ya­rın bir kelime gıybet ve başka bir gün Müslümanlara ihanet ve... yavaş yavaş kalpte yığılır ve kalbi karartır. İnsanı «marifetullah» (Allah'ı tanımak)'tan alıkor. Bu, her şeyin inkârına ve tüm gerçeklerin yalanlanmasına kadar böylece devam eder.

Bazı ayetlere dair yapılan tefsirler konusunda gelen rivayetlerde geçtiğine göre (34), İnsanın yapıp ettikleri, Allah'ın elçisine (s) ve pak imamlara su­nulur ve onların mübarek gözleri önüne getirilir. Onlar sizin amellerinize baktıklarında, hatalarla ve günahlarla dolu bir yığın gördüklerinde bundan ra­hatsız ve müteessir olurlar.

O Hazret'in kalbinin kı­rılmasına ve O'nun mahzun olmasına razı olamazsınız. O Hazret sizin amel defterinizin, Müslümanları gıy­bet etmek, töhmet etmek, onlar arasında dedikodu yapmak; tamamen dünyaya, maddiyata yönelmeniz gibi şeylerle dolu olduğunu görürlerse ve gene bu defterlerde birbirinize karşı kalbinizde kin, buğz, hased ve kötü fikir beslediğinizin kaydedilmiş oldu­ğunu gördüklerinde titreyerek Allah Teâlâ ve me­leklerinin huzurunda, ümmetler ve O'nun yolunda gidenler; Allah'ın verdiği nimetlere karşı şükret­medikleri, bu şekilde başıboş ve pervasızca Allah Tebareke ve Teâlâ’nın emanetlerine hıyanet ettikle­ri için belki de utanç duyacaklardır. Başka birine olan bir kişi (örneğin bu bir hizmetçi olabilir) eğer bağlı bulunduğu kimsenin istediğinin tersini yapar­sa, o kimseyi utandırır. Sizlerde Rasulullah (s)'a bağlısınız Sizler ilmi müesseselere girmekle kendinizi İslam fıkhına, Resuli Ekrem (s)'e ve Kur'an-ı Kerim'e bağladınız.

Çirkin bir iş yaparsanız bunun za­rarı Peygamber (s)'e dokunur. O'na bu durum ağır gelir. Hatta —Allah göstermesin— sizden nefret et­mesine bile yol açabilir. Allah'ın Rasulü (s)'nün ve pak İmamlar (a)'ın mahzun ve meraklı olmasına razı olmayınız. İnsan kalbi bir ayna gibi saf ve parlaktır. Dünyaya olağanüstü önem verme ve günahların çok­luğu sebebiyle kararır. Ancak insan hiç olmazsa Oru­cu, sırf Allah için ve riya karıştırmadan tutarsa (Di­ğer ibadetler halis olarak yapılmasın demiyorum. Bütün ibadetlerin riyasız ve sırf Allah için olması gerekmektedir.

Ki bu ibadetler şehvetlerden yüz çe­virme, lezzetlerden kaçınma ve Allah'tan gayrisine yönelmemeyi de beraberinde getirir.) bu bir ay bo­yunca orucu güzel bir şekilde tutarsa, ilahi lütfün bürümesiyle kalbinin siyahlıkları silinebilir. Ve onu, tabiat aleminden ve dünyevi lezzetlerden engelleme­si ümit edilebilir ve Kadir gecesiyle müşerref olmak istediğinde evliya ve mü'minler için verilen nuraniyetlerden o da nasibini alabilir.

Allah böyle bir oruca verilecek mükâfat konu­sunda şöyle buyurmuştur. «Oruç benim içindir ve onun mükâfatını da ben veririm.» Böyle bir oruca bundan başka mükâfat olamaz. Nimetler cenneti bile O'nun için tutulan böyle bir orucun karşısında kıy­metsiz olurken, buna verilecek nimetleri hesapla­mak mümkün değildir.

Ancak eğer insan kendisinin oruçlu olduğunu varsayarak, ağzım yiyecek şeyle­re kaparken insanların gıybetine açarsa ve gece top­lantılarının ve sohbetlerinin sıcak olduğu mübarek Ramazan gecelerinde eline fırsat geçtiğinden dolayı bolca Müslümanların gıybetini ve töhmetini yaparsa, onlara ihanet ederse bu orucun sevabından O'na nasip olan hiç bir şey kalmaz. Bu şekilde Oruç tutan biri Hakkın misafirliğinin kurallarına uygun davra­nışlarda bulunmamıştır, Kendi velinimeti üzerinde olan hakkını kaybetmiştir.

O öyle bir velinimettir ki, onun için, yaranması ile nurunu sağlayan tüm gerekli şeyleri var etmiştir. Tekâmüle sebep olacak şeyleri hazırlamıştır. O'nun doğru yolu bulması için peygamberleri göndermiş, semavi kitapları indirmiş­tir. İnsanı «en güzel nura ve yüceliğin cevherine» ulaştırmak için ona kuvvet, akıl ve idrak vererek ona yardımda bulunmuştur. İnsana kerametler bah­setmiştir. Ve şu anda da kullarını, O'nun misafirha­nesine girmeleri ve nimet sofrasına oturarak elleri­nin ve dillerinin imkânı ölçüsünde ona şükretmeleri için, amel etmeye davet etmektedir.

Acaba kulların hem O'nun (Allah'ın) nimet sof­rasından faydalandıkları, onların ihtiyarına verilen ve onların huzur ve sükûnunu sağlayan vasıtalardan istifade ettikleri ve hem de kendi Mevla ve mihman­darları olan (Allah)'a karşı geldikleri ve O'na karşı kıyam ettikleri doğru mudur?

O (Allah)'ın onlara hibe ettiği aletleri, vasıtaları O'nun isteğinin aksine kullandıkları doğru mudur? Acaba insanın, mevlasının sofrasına oturması ve kendisinin en büyük dos­tu olan mihmandarına küstahça tavırlarla ve edep­siz tutumlarla ihanet ve kötülük etmesi ve mihman­darının yanında çirkin ve yakışıksız şeyler yapması şükürsüzlük ve kadir bilmezlik değil midir? Misafi­rin, en azından mihmandarım tanıması, onun konu­mu hakkında bilgi sahibi olması, misafirlik kuralları­nı ve adabım tanıması gerekir ki edebe, ahlaka mu­gayir bir davranışın çıkmaması için gayret göster­sin.

Yüce Allah'ın misafirinin ise, Yüce Zülcelâl Haz­retlerinin konumuna dair bilgili olması gerekmektedir. O öyle bir konumdur ki, imamlar (a) ve büyük ilahi Peygamberleri sürekli o konum hakkında daha fazla bilgi edinme ve O'nu tam olarak tanıma gayre­tine düşmüşler ve böyle bir büyüklük cevherinin ya­tağına varmak arzusunda olmuşlardır. «Kalp gözle­rimizi parlaklıkla nurlandır. Ta ki o kalp, bakışını sana çevirsin ve kalbin bakışları nur perdesini yak­sın ve böylece büyük cevher yatağına ulaşsın..» Al­lah'ın misafirliği işte bu büyüklük cevheridir.

Allah Tebareke ve Teâlâ kullarının böyle bir nura büyük­lüğe kavuşmaları için onlara çağrıda bulunmuştur. Ancak eğer kul buna layık değilse bu derece büyük, ulu ve yüce makama ulaşamaz. Allah Teâlâ, kulları iyiliklere, hayırlara ve birçok manevi lezzetten tat­maya davet etmektedir. Ancak eğer onlar bu tür yü­ce makamlarda bulunmaya hazırlıklı değilseler ora­ya girmeleri mümkün değildir. Ruhi süfliliklerle, ah­laki rezilliliklerle, kalbî ve bedeni günahlara nasıl olur da ve büyüklük cevheri olan Rabb'ının misafir­hanesine girilir ve huzuruna çıkılır? Yeterlilik is­tenmektedir ve hazırlıklı olmak gerekmektedir.

Yüz karalığıyla ve karanlık perdelerle örtülmüş olan bu­laşık kalplerle bu manalara ve ruhi gerçekliklere va­kıf olunamaz. Bu örtülerin parçalanması; kalplerin üzerinde çöreklenmiş olan ve Allah'a varışı engelle­yen ak ya da kara perdelerin, yüce ve ulu olan ilahi meclise girebilmek için orada uzaklaştırılması ge­rekmektedir.


NUR VE ZULMET PERDESÎ

Allah harici şeylere yönelmek, insanı nurani ve zulmani perdelerle örtülmüş olarak gösterir. Eğer, bütün dünya işleri, insanın tamamen dünya'ya yö­nelerek Yüce Allah'tan habersiz olmasına yol açarsa zulmani bir perde söz konusu olur. Bütün maddi fak­törler birer zulmani perde olurlar. Ve eğer dünya, Hakk'a yönelişe ve Ahiret yurduna (ki burası misa­firlik yurdudur) (35) varmaya vesile oluyorsa, zulma­ni perdeler, nurani perdelere dönüşür.

Ayrışma (m-kıta)nm olgunluğa erişmesi için, bütün zulmani ve nurani perdelerin yırtılması ve kaldırılması gerek­mektedir ki büyüklüğün cevheri olan ilahi misafir evine girmek mümkün olsun. Bunun içindir ki (yu­karıda geçen) bu münacatta onlar Yüce Allah'tan nurani ölçüyü parçalayarak büyüklük cevherine ulaş­mak için, kalbi görüş ve aydınlama isteğinde bulun­muşlardır. «Ta ki o kalbin bakışları nur perdesini yaksın ve böylece büyüklük cevherine ulaşsın.»

Ancak henüz zulmani perdeleri yırtmamış olan biri, tamamen tabiata yönelmiş biri —Allah'a sığı­nırız— Allah'tan yüz çevirmiş olur. Ve anında, dün­ya ötesinden ve manevi âlemden habersiz olduğu için, tabiata baş aşağı olarak yönelmiştir ve kendisini arındıracak manevi-ruhani bir dinamizm ve güç sağlayacak, kalbin üzerine gölge salmış olan siyah per­deleri ortadan kaldıracak bir konuma gelmiştir. İşte bu kişi, Âlemlerin Rabbı insanı en yüce bir şekilde ve konumda yarattığı halde; «Muhakkak biz insanı en güzel biçimde yarattık», süfli bir derecede (esfel-i safilinde) karar kılmaktadır: «Sonra O'nu aşağıların aşağısına çevirdik» (36).

Nefsinin hevası tarafından yönlendirilen, kendini tanıdığı günden beri zulmani âlemin dışındaki tabiata yönelmeyen ve hiç bir za­man bu süfli ve karanlık dünyadan başka bir yerin ve durağın olduğunu kabul etmeyen biri zulmani ör­tülere bürünür, «... Fakat o yere saplandı ve hevesi­nin peşine düştü.» (37) ayetinin canlı örneğidir.

O, ka­ranlıklarla örtülmüş olan bu bulaşık kalple ve gü­nahların çokluğu, sebebiyle Allah'tan uzaklaşan, ru­hi karmaşıklıklarla aklını ve onun hakikati görme gözünü kör eden hevaperestlikler ve dünya bağlılığı ile nurani perdeleri yıkarak yalnızca Allah'a yönel­mesi şöyle dursun, karanlık perdelerden bile kendi­ni kurtaramaz! İnsan, Allah dostlarının sahip olduğu makamları inkar etmeme inancındadır.

Berzah âlemlerini, sıratı, dirilişi, kıyameti, hesabı, kitabı, cennet ve cehennemi efsane olarak görmeme düşün­cesindedir. Böyle bir insan günahları ve dünyaya bağlılığı yüzünden yavaş yavaş bu gerçekleri inkar etme yoluna girer. Allah dostlarının makamlarım inkâr eder. O Allah dostlarının makamları duada ve münacatta zikredilen birkaç cümleden fazla birşey değildir.


İLİM VE İMAN MERHALESİ

Bazen bu tür gerçeklerin, bir ilme sahip olma­sına karşın imandan yoksun olduğunu görüyorsunuz. Cenaze yıkayan ölüden korkmaz. Çünkü o kesin ola­rak bilmektedir ki, ölü, eziyet etme ve incitme gü­cüne sahip değildir. Hayatta iken, bedenin bir ruhu varken onu böyle yıkamazdı. Ancak o şimdi boş bir kalıp halini almıştır. Ölüden korkan kimselerin kor­kularının sebebi, bu gerçeğe iman etmemelerinden ileri gelmektedir. Onlar sadece bilgi sahibidirler.

Al­lah'ı ve ceza gününü biliyorlar, ancak yakinen iman etmiyorlar. Aklın vakıf olduğu şeyden kalp haber­sizdir. Kendilerine gelen delile uygun olarak, Al­lah'ı, kıyametin ve meadin var olduğunu biliyorlar. Ancak aynı aklî delilin kalbin üzerini örtmesi, iman nurunun kalbe girmesini engellemesi de pekâlâ müm­kündür. Ta ki yüce Allah onu karanlık ve zulümden çıkararak nur ve aydınlık âlemine girdirene kadar. «Allah insanların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır» (38). Allah Tebareke ve Teâlâ, onun dostu velisi) olduğu için onu karanlıkların dışına çı­karır.

Artık günah işlemez, gıybet etmez, suç işle­mez, din kardeşine karşı kin ve hased beslemez. Kal­binde nurlanma olduğunu hissederek dünyaya ve dünyadakilere değer vermez. Buna ilişkin Hz. Emir şöyle buyurmuştur: «eğer, bir karıncanın ağzından onun rızk olarak topladığı şeyi zorbalıkla ve adalet­siz bir şekilde almam şartıyla, bütün dünyayı için­dekilerle birlikte bana verseler bunu kabul et­mem» (39). Ancak sizden bazıları her şeyi ayaklar al­tına alıyorsunuz, İslam büyüklerinin gıybetini yapı­yorsunuz.

Eğer başkaları sokaktaki bakkalın ya da attarın gıybetini, koğuşunu yapsa bile bunlar yakı­şıksız bir şekilde İslam âlimlerinin üzerine yıkıyor­lar ve böylece onlara küstahlık ve ihanet ediyorlar. Çünkü iman yakın derecesine ulaşmamış olduğun­dan kendi yapıp ettiklerinin karşılığını görecekleri­ne inanmamaktadırlar. Oysa günahsızlık (ismet) «ka­mil iman»dan başka bir anlama gelmemektedir.

Peygamberler ve Velileri Cebrail onların elle­rinden tuttuğu için masum (günahsız) değildirler. (Elbette eğer Cebrail de onların elini tuttuysa artık günah işlemezler) İsmet, imanın fazlalığı demektir. Eğer insanın Hakk Teâlâ’ya imanı varsa ve kalp gö­züyle Yüce Rabb'ı güneş gibi görüyorsa, günah ve masiyet işlemesi mümkün değildir. İşte buna muka­bil olarak ismet sıfatıyla, güç yetiren ve silahlı birisi olarak görülür.

Bu korku Allah'ın huzuruna iman etmekten kaynaklanmaktadır. Ki bu da insanı güna­ha düşmekten korur. Masum İmamlar (a), temiz bir şekilde pak olarak yaratıldıktan sonra, riyazetten nuraniliğin ve fazıl melekelerin kesbedilişine paralel olarak, kendilerini, her şeyi bilen ve bütün işlere vakıf olan Allah Teâlâ’nın huzurunda görmekteydi­ler.

İnanmış oldukları «La ilahe illallah»ın manasın­dan yola çıkarak Allah'tan başka her şeyin ve her­kesin fani olduğuna ve insanın alın yazısına müda­hale edemeyeceklerine iman etmişlerdi. «... O'nun yüzü (zatı)'ndan başka her şey helak olacaktır.» (40)

Eğer insan gizli açık tüm âlemlerin, Rabb'i huzu­runda olduğuna ve Hakk Teâlâ’nın her yerde bulun­duğuna ve her yeri gözettiğine iman ederse, Hakk'ın huzurunda ve Hakk'ın nimetinin huzurunda iken günah işlemesi mümkün değildir. İnsan buluğa eriş­miş bir çocuğun karşısında bile günah işlemiyor, ona ayıp yerlerini açamıyorken, nasıl olur da Rabb'ın huzurunda ayıp yerlerini açabilir? Bunun sebebi ço­cuğun karşısına çıkmaya iman etmiş olmasıdır.

An­cak Hakk Teâlâ’nın huzuruna çıkacağına dair bilgisi vardır fakat imanı yoktur. Günahlarının çokluğu sebebiyle siyahlanmış kalbi, bu tür meseleleri ve gerçekleri asla kabul edemez. Belki bunların doğru­luğuna ve gerçekleşeceğine ihtimal bile vermemek­tedir. Gerçekte, eğer insan Kur'an da haber verilen şeylerin, yapılan vaadlerin ve korkutmaların doğru olabileceğine ihtimali de olsa (yakinen bir imana ge­rek yok) bir imanı olsaydı, kendi amellerini ve dav­ranışlarını tekrar göz önüne getirir, bu şekilde başıboş ve pervasızca hareket etmezdi.

Sizler eğer yürüyeceğiniz yol üzerinde, size za­rar verebilecek bir yırtıcı hayvanın olduğuna ya da size saldırabilecek silahlı bir kişinin olduğuna ihti­mal verirseniz, böyle bir yolculuğa çıkmaktan çe­kinerek durursunuz ve bu yolun sıhhatinin, sakatlı­ğının ne olduğunu araştırırsınız. Acaba birinin hem cehennemin varlığına ve ateşte ebedi kalınacağına ih­timal verip de hem de bunun aksine şeyler işlemesi mümkün müdür?

Acaba birinin hem Allah Teâlâ’yı hazır ve nazır (gözetleyen) olarak kabul etmesi, ken­disini rububiyet makamından gözetlemesini, kendi yapıp ettiklerinin karşılığını göreceğine ihtimal ver­mesi, hesabın ve cezanın olacağına, bu dünyada söy­lediği her kelimenin, attığı her adımın, yaptığı her işin kaydedildiğine, Allah'ın gözetici ve kontrol edi­ci melekleri olduğuna (41) ve onu devamlı gözettik­lerine, onun tüm sözlerini işlerini kaydettiklerine ih­timal vermesi ve aynı zamanda da bunların hilafına olan amelleri dilediğinden dolayı onun ağlamayaca­ğını söylemek mümkün müdür?

Problem, bu gerçeklerin meydana geleceğine da­hi ihtimal verilmemesinden kaynaklanmaktadır. Ya­şam şeklinden, gidişattan ve yürünen yolun türün­den dolayı öyleleri ortaya çıkıyor ki bu evrenin öte­sinde başka bir alemin olabileceğine dahi ihtimal vermiyorlar. Çünkü insanın böyle bir ihtimali ver­mesi için işlediği bir hayli uygunsuz şeylerin olması yetmektedir.


ALLAH'A GİDEN YOLDA İLK LAZIM OLAN ŞEY! UYANIK OLMAKTIR

Ne zamana kadar gaflet uykusunda kalmak, fe­sat, sapıklık içinde batmak niyetindesiniz. Allah'tan korkunuz. İşlerin sonundan çekininiz. Gaflet uyku­sundan uyanınız. Sizler henüz uyanmış değilsiniz. Henüz ilk adımı atmış değilsiniz. Allah'a giden yol­da atılması gereken ilk adım, uyanıklıktır. Ancak siz­ler hala kafayı vurmuş yatıyorsunuz.

Gözleriniz açık, ancak gönülleriniz uykuya dalmış. Eğer gönüller uy­kuya bulanmış, kalpler günah işlemekten kararmış ve pas tutmuş olmasaydı, böyle rahatça ve vurdum­duymaz bir şekilde, uygun olmayan işleri yapmaya devam etmezdiniz. Eğer birazcık olsun uhrevi şey­leri ve orada ki dehşetli azabı düşünmüş olsaydınız, bugün omzunda bulunan sorumluluklarınıza ve si­ze yöneltilen tekliflere daha fazla önem verirdiniz. Sizlerin gideceği başka bir dünya daha vardır.

Aynı şekilde kıyamet ve mead da sizin için söz konusu­dur. (Tıpkı dirilmeleri ve dönüşleri olmayan diğer varlıklar gibi değilsiniz siz.) Neden öğüt almıyorsu­nuz? Neden uyanık ve uslu olmuyorsunuz? Neden böyle rahat rahat diğer Müslüman kardeşlerinizin koğuşunu, gıybetini yapıyorsunuz veya bunları din­liyorsunuz? Gıybet yapmak için uzanan dilin kıyamet günü başkalarının ayakları altında linç olaca­ğını biliyor musunuz?

Acaba hiç duymuş muydunuz ki «gıybet, cehennem köpeğinin yalağıdır» (42) Acaba hiç düşündünüz mü ki tüm bu ihtilafların, düşman­lıkların, hasedlerin, karamsarlıkların, bencilliklerin, gurur ve büyüklenmenin akıbeti çok kötü olacaktır? Acaba tüm bu rezalet ve haram kılınmış hareketle­rinizin, sonuçta cehenneme götüreceğini ve —Allah korusun— ebedi olarak cehennemde kalışınıza sebep olacağını biliyor muydunuz?

Allah saklasın, insan sızısı olmayan hastalıklara tutulur. Ağrısı sızısı olan hastalıklar insanı tedavi olmaya, hastane ve doktora gitmeye zorlar. Ancak ağrısız sızışız hastalıklar vardır ki insan hasta oldu­ğunu hissetmez bile. Bunlar çok tehlikelidir. İnsan hasta olduğunun farkına vardığında zaten iş, işten geçmiş olur.
2
CİHAD-I EKBER CİHAD-I EKBER


Kalp hastalıkları aynı şekilde, eğer (insanda has­talığına bir belirti olarak) insanı sonuçta tedaviye yöneltiyorsa buna şükredilmelidir. Ancak eğer bu tehlikeli hastalıklar ağzı yapmıyorsa ne yapılabilir ki? Gurur, kendini beğenmişlik gibi hastalıklar ağ­rısız ve sızısızdırlar. Yine, ağrı ve sızışız çekilen di­ğer günahlar da kalbi ve ruhun (paklığını) bozarlar. Bu hastalıkların acısız olmaları bir yana, görünüş­te insana zevk bile vermektedirler.

Gıybetlerin ya­pıldığı sohbet meclisleri oldukça sıcak ve tatlı gelir. Tüm günahların temelinde yatan nefis sevgisi ve dünya sevgisi O lezzet veriyor, susuz, şarap içmek­ten mahvolduğu halde son yudumuna kadar şarap­tan lezzet olarak içiyor. İnsan eğer bir hastalıktan lezzet alıyorsa ve onun sızısını çekmiyorsa, zorunlu olarak da tedavi yoluna gitmeyecektir. Onun bu tehlikeli hastalığa tutulduğunu hatırlatanlara da pek al­dırmayacaktır.

Eğer insan dünyaperestliğe ve hevaperestliğe müptela olursa, kalbini dünya sevgisi bürürse, dün­ya ve dünyanın dışındaki şeylere' ilgisiz kalırsa, —Allah'a sığınırız— Allah'a, Allah'ın kullarına, Pey­gamberlere, Allah'ın velilerine ve Allah'ın melekle­rine düşman oluverir. Onlara karşı kin ve nefret besler. Melekler, Allah'ın emriyle onun canını al­mak için geldiklerinde onlara karşı şiddetli bir istek­sizlik ve nefret hisseder.

Çünkü Allah'ın melekleri­nin, onu sevgilisinden (dünya işlerinden) ayırmak istediklerini görür. Bu durumda Hakk Teâlâ’ya kar­şı duyduğu düşmanlık ve kin duygularıyla dünya­dan göçüp gitmesi mümkündür. Kazvin (şehrinin) büyüklerinden bir zat (Allah ona rahmet etsin) an­latıyordu: «Ölmek üzere olan bir adamın başında bu­lunuyordum. Son dakikalarda gözünü açarak dedi ki; Allah'ın bana ettiği zulmü hiç kimse etmemiş­tir. Çünkü bu çocukları büyütürken ne sitemler çek­tim.

Oysa şimdi beni onlardan ayırmak istiyor. Bun­dan daha büyük zulüm olur mu?» Eğer insan kendi kendini arındırmazsa, dünyadan yüz çevirmezse ve dünya sevgisini gönlünden uzaklaştırmazsa, ölüm anında Allah'a ve Allah'ın dostlarına karşı duyduğu kin ve buğzdan titreyen bir kalple can verir. İnsa­nın önünde (karşılaşması muhtemel) böyle tehlikeli ve kötü bir son vardır. Bu yaratıkların en şereflisi olan insanın yakasında böyle uğursuz bir el vardır.

Acaba bu baştan çıkmış olan insan «en şerefli mahlûk» mudur yoksa «en şerli mahlûk» mudur? «Asra andolsun ki insan ziyan içindedir. Ancak inanıp iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler, başka.» (44). Bu surede sadece «iyi işler» yapan mü'minler istisna edil­mişlerdir. Söz konusu edilen «iyi işler»se ruhla ala­kalı şeylerdir. Fakat gördüğünüz gibi bugün insan­ların birçok işleri «madde» ile ilgilidir. «Tavsiyeleşme» uygulanmıyor.

Dünya ve nefis sevgisi sizin içinizde kökleşir de size üstün gelir ve hakikatleri ve olayları anlamanıza, kendinizi sadece Allah'a döndürmenize engel olursa, sizi; hakkı öğütlemekten, sabrı öğütlemekten alıkoyarsa ve sizin hidayete giden yolunuza set çekerse, kaybedenlerden olmuş olursunuz. Ahirette ve dün­yada (kendine) yazık edenlerden olmuş olursunuz.

Çünkü gençliğinizi bu yolda harcadınız. Dünyadan mahrum kaldığınız gibi, cennet nimetlerinden ve ahi rette (mü'minlere tanınan) ayrıcalıklardan da mah­rum kalmış olursunuz. Diğerlerinin, ilahi cennete bir yolculukları yoksa da, rahmet kapıları onların yüzüne kapanacaksa da ve cehennem ateşinde ebe­di kalacaksalar da en azından bir dünyaları var on­ların! Dünyanın ayrıcalıklarından faydalanıyorlar.. Ya siz...

Nefis ve dünya sevginizin yavaş yavaş arta­rak, şeytanın, imanınızı elinizden alabilecek seviye­ye gelmesinden sakınınız. Şeytanın tüm çabalarının imanı çalmak için olduğu söylenir. Gece gündüz tüm yolları kullanarak ciddiyetle çalışması tamamen in­sanın imanının çalınmasına yöneliktir. Hiç kimse imanınızın sabit kalacağına dair senet vermemiştir. İman bizde eğreti bir halde de olabilir (45). Sonunda da şeytan onu sizden alır.

Ve dünyadan, Allah'a, O' nun velilerine düşman olarak ayrılırsınız. Bir ömrü Allah'ın nimetlerinden istifade ederek, zamanın ima­mının sofrasına oturarak geçirir ve fakat sonunda —Allah korusun— kendi velinimetine düşmanlık ya­parak imansız kalmış olursunuz. Gayret ediniz. Eğer dünya ile bir alakanız, dünyaya bir sevginiz varsa bunu sona erdiriniz. Dünya, bütün bu şaşasına rağ­men, bu yaşamdan dahi mahrum edecek bir sevgi beslemeyecek kadar önemsizdir.

Sizin dünyada neyi­niz var ki ona gönül bağlıyorsunuz? İşte siz ve işte mescit, mihrap, medrese ya da evinizin köşesi; aca­ba bu mescidin içinde birbirinizle rekabet ederek ve ihtilaf çıkararak toplumu fesada boğmak doğru mu­dur? Eğer sizler dünya ehli gibi müreffeh ve parlak bir hayat yaşarsanız, (Allah etmesin) ömrünüzü ay­yaşlıkla ve işretle geçirirseniz ömrünüz bittikten sonra yaşamınızın tatlı bir rüya gibi geçtiğini göre­ceksiniz.

Ancak cezalar ve sorumluluklar devamlı yolunuzda olacaktır. Bu hayatın, çok çabuk olarak ve görünüşte tatlı olarak geçmesinin (oldukça tatlı geçmesine rağmen) sonsuz azabın karşısında ne de­ğeri var ki? Bazen dünya ehlinin azabı sonsuz olmak­tadır
Ehli dünya, dünyada ebedileşeceğini, dünyanın tüm ayrıcalıklarından ve faydalarından nasibini ala-, cağını hayal etmekle gaflete düşmüşlerdir ve yanlış yapmaktadırlar.

Herkes dünyayı kendi penceresin­den ve yaşadığı yerden seyrediyor. Bu durumda da dünyayı, kendi gördüğü dünya olarak algılıyor (46). Bu cisimler âlemi, insanın düşündüğünden, elde et­tiği şeylerden, keşfettiği şeylerden daha geniştir. Bu dünyanın, tüm alet ve vasıtalarıyla birlikte ne ol­duğu, bir rivayette şöyle geçmektedir.

«Oraya (dün­yaya) rahmet gözüyle baktı». Böylece dünyaya baş­ka bir gözle; Allah, rahmet gözüyle bakınca nasıl olduğunu, insanı davet ettiği «büyüklüğün cevheri» nin ne olduğunu ve nasıl olduğunu görmek gerekir. İnsan bu büyüklük cevherinin ne olduğunu anlama­yacak kadar küçüktür.

Eğer niyetlerinizi halis tutuyorsanız, amellerini­zi de «salih» olarak yapınız. Nefis sevgisini, şöhret sevgisini nefislerinizden uzaklaştırınız. Yüce makam­lar ve yüksek dereceler sizin için hazırlanmaktadır. Allah'ın salih kulları için taahhüd ettiği makamın yanında, dünya ve tüm içindeki yapıcı cazibelerin beş paralık değeri yoktur.

Gayret ediniz ve böylesi bir yüce makama erişiniz. Elinizden geliyorsa ken­dinizi olgunlaştırınız. O kadar ki, bu tür makamla­ra bile önem vermeyiniz. Allah'a sırf bu tür makam­lara ulaşmak için kulluk etmeyiniz. Allah'ın büyük­lüğünden ve kulluk edilmeye layık olduğundan iba­det ediniz (47)- O'na yönelip secde ederek, alnınızı toprağa koyup tozlandırınız. İşte o zaman nur per­desini parçalayarak yücelik cevherine erişirsiniz. Acaba bütün bu tavrınızla, amellerinizle, yürüdü­ğünüz bu yolla böyle bir makamı elde edebilecek mi­siniz?

Acaba ilahi cezalandırmadan kurtuluş, kor­kunç azaplar tufanından ve cehennem ateşinden ka­çış kolaylıkla gerçekleşecek mi? Sizler, temiz imam­ların oğullarının ve Hz. Seccad (a)'ın inlemelerinin insanların ibret alması için mi olduğunu sanıyorsu­nuz? Onlar, bütün yüce makamların ve manevi de­recelerine rağmen, Allah'tan korktukları için ağlı­yorlardı.

Onlar önlerindeki yolun yürünmesinin ne kadar müşkil ve tehlikeli olduğunu biliyorlardı. Zor­luklardan, sıkıntılardan, karmaşıklıklardan, bir ucu dünyada diğer ucu ahirette olan ve cehennemin için­den geçen sırattan haberdarlardı. Kabir âleminden, kıyamet berzahından ve onun dehşetli azabından ha­berdarlardı. Bu yüzden, hiç bir zaman rahat edemiyorlar, ahiretin şiddetli cezalarından Allah'a sığmı­yorlardı.

Sizler bu korkunç azap hakkında, insanın elini kolunu böyle bırakan azap hakkında neler düşünü­yorsunuz? Bundan kurtulmak için ne tür bir yol bul­dunuz? Daha ne zaman kendinizi arındırmak için kol­ları sıvamak niyetindesiniz? Sizler şimdi gençsiniz, henüz gençliğin verdiği kuvvet var üzerinizde.

Ken­di kuvvetlerinize hâkim oluyorsunuz. Henüz bede­ninize zayıflık çökmedi. Eğer şimdi aklınızda kendi­nizi arındırmak ve ahlaklandırmak diye bir düşünce yoksa zayıflık, uyuşukluk, rehavet ve soğukluğun bedeninizi ve ruhunuzu istila ettiği, irade karar ve mukavemet gücünüzün elden gittiği, günah ve masiyet yükünün kalbi daha da kararttığı yaşlılık anında nasıl kendinizi düzelteceksiniz ve arındıracaksınız? Alıp verdiğiniz her nefesle ve attığınız her adımla ve ömrünüzden geçen her an ile birlikte düzelme da­ha da zorlaşmakta ve belki de azgınlık, sapkınlık da­ha da artmaktadır.

Yaş ilerledikçe insanın saadetini engelleyen şeyler artış gösterirken, insanın gücü de azalmaktadır. İhtiyarlık yaşma ulaştığınızda artık, arınmada, ahlaklanmada başarılı olmanız, fazileti ve takvayı kazanmanız çok zordur. Tevbe etmeye bile gücünüz yetmez. Çünkü tevbe «Etubu illallah» (Al­lah'a tevbe ediyorum) cümlesinden ibaret bir şey de­ğildir. Bilakis pişmanlık ve kötü filleri terk etmeye azmetmektir. Bu tür pişmanlık ve işlediği günahları terk etmeye azmetmek, elli ya da altmış yıl gıybet etmiş, yalan söylemiş, sakalını günah işleyerek ağart­mış kimsenin yapabileceği bir şey değildir. Bunlar ömürlerinin sonuna kadar günah işlemeye müptela oluyorlar.

Gençler atıl oturmasınlar ki, ihtiyarlık tozu on­ların da başını ve yüzünü beyazlaştırmasın. (Bizler ihtiyarladığımızdan, ihtiyarlığın zorluklarının ve sı­kıntılarının neler olduğunu biliyoruz). Sizler genç kaldıkça birçok şeye güç yetirebilirsiniz. Gençlik gü­cünü ve iradesini elinizde tuttukça, nefsanî hevaları, dünya servetlerini, hayvani istekleri kendinizden uzaklaştırabilirsiniz. Ancak eğer gençliğinizde ken­dinizi ıslah etmeye ve arındırmaya girişmezseniz, ar­tık ihtiyarlıkta iş işten geçmiş olur. Gençliğiniz müddetince düşününüz, kendinizi ıslah etmeyi ihtiyarlık ve köhnelik gününe bırakmayınız.

Gencin kalbi yumuşak ve güçlüdür. Orada fe­sada kapı aralayan şeyler zayıftır. Fakat yaş ilerle­dikçe, orada günahın kökenleri daha da güçlenir. Sonunda öyle bir hale gelir ki, artık o günahı gönül­den söküp atmak mümkün olmaz. Rivayet edildiğine göre, insan kalbi başlangıçta tertemiz bir ayna gibi­dir. Ve nurani bir şekildedir.

İnsanın işlediği her günahın ardından kalpte siyah bir nokta belirmek­tedir, Günahlar fazlalaştıkça kalbin üzerindeki siyah noktalarda artış görülür (48). Sonunda kalbi simsiyah eder. Hatta üzerinden, günah işlenmemiş bir gün ve gecenin geçmemesi bile mümkündür. Yaşlılık gelip çatınca, kalbi başlangıçtaki saflığına döndürmek ol­dukça zordur.

Sizler —Allah göstermesin— kendinizi düzelt­meden, siyah kalplerle, günaha bulanmış göz, kulak ve dillerle dünyadan göçerseniz Allah'la nasıl yüz-yüze geleceksiniz? Tertemiz olarak size verilmiş olan bu emanetleri, rezalete bulaşmış bir halde nasıl iade edeceksiniz? Sizin ihtiyarınız altında olan bu göz ve kulak, sizin emriniz altında olan bu el, bu ayak ya­şamınızı onlarla idame ettirdiğiniz bu azalarınızın hepsi de yüce Allah'ın emanetleridirler. Tertemiz ve saf bir şekilde size verilmişlerdir. Eğer günah işle­meye müptela olursanız safiyetini kaybederler.

Allah etmesin eğer onları haramlara bulaştırırsanız tam bir rezalet ortaya çıkar. Ve bu durumda da ema­netleri teslim edeceğiniz zaman size soracaklardır: Emanetçilik böyle mi yapılır? Biz bu emanetleri size bu şekilde mi vermiştik? Sana verdiğimiz kalbi böy­le mi vermiştik? Sana verdiğimiz göz bu şekilde miy­di? Senin ihtiyarına sunduğumuz diğer azaların ve­rilirken böyle pis bulaşık mıydı? Bu sorulara karşı­lık ne cevap vereceksin? Sana verdiği emanetlerine bu şekilde hıyanet ettiğin Allah'ın huzuruna ne yüz­le çıkacaksın?

Siz gençsiniz. Gençliğinizi bu yolda harcadınız. Ne var ki size dünyevi olarak fazla bir yarar sağla­mamaktadır. Eğer bu değerli zamanınızı, gençlik ba­harınızı, Allah'ın yolunda ve apaçık olan mukaddes yolda çalışarak geçirirseniz zarar etmediğiniz gibi dünyanız ve Ahiret'iniz temin edilmiş olur. Ancak durumunuzu şimdi görüldüğü minval üzere devam ettirirseniz gençliğinizi mahvetmiş olursunuz. Ömrü­nüzün en özlü günleri beyhude geçmiş olur.

Öbür âlemde de, Allah'ın dergâhında şiddetli bir sorgula­ma göreceksiniz ve sorumlu tutulacaksınız. İşlemiş olduğunuz bu fesat dolu amellerin cezası sadece ahi-retle sınırlı değildir. Ayrıca bu dünyada da müşkül­lerle, sıkıntılarla, belalarla yüz yüze geleceksiniz. Be­laların ve kara bahtlılığın girdabına düşeceksiniz.


UYANIK BİR FERYAD OLUNUZ

Geleceğiniz karanlık. Düşmanlar her taraftan ve her kesimden sizi çepeçevre kuşatmışlar. Sizleri ve ilmi kurumları yok etmek için şeytani planlar yürür­lüğe konuyor. Sömürgeci güçler sizin çok erin uy­kulara dalmanızı uygun görmüşlerdir. İslam'ın ve Müslümanların derin uykulara dalmasını uygun gör­müşlerdir.

İslam'a arka çıkmanızla beraber, size çok tehlikeli planlar hazırlamışlardır. Siz yalnızca, arın­manız, düzenli olmanız ve hazırlıklı olmanız sayesin­de ancak bu fesadlarla, zorluklarla baş edebilirsiniz. Onların sömürgeci planlarını etkisiz hale getirebilir­siniz. Ben şimdi ömrümün son günlerini yaşıyo­rum. Er geç sizin aranızdan ayrılacağım. Ancak "sizi karanlık bir geleceğin ve kara günlerin beklediğini sanıyorum. Eğer kendinizi düzeltmez, mücehhez ol­maz, derslerde ve hayatınızda düzenli ve tertipli ola­rak kendinize hâkim olmazsanız —Allah gösterme­sin— yok olmaya mahkûm olursunuz.

Fırsat elden gitmeden, düşman tüm dini ve ilmi meselelerinize el atmadan düşününüz, uyanık olu­nuz. Kalkınız. Öncelikle nefsinizi-terbiye ve tezkiye etmeye önem veriniz. Kendinize bir çeki düzen ve­riniz, ilmi müesseselerde nizamı ve intizamı sağla­yınız. Başkalarının gelip ilmi müesseseleri düzenlemesine müsaade etmeyiniz.

Düşmanların ilmi mües­seselere el atmasına ve düzenleme veya ıslah etme adı altında medreseleri fesada vermelerine, sizi de kendi sultaları altına almalarına fırsat vermeyiniz. Çünkü bu işe ehil olmayanlar, layık olmayanlar, ilim­den anlamayanlar medreselerde toplanmışlardır. Eğer sizler düzenli ve arınmış kimseler olursanız, sizin bütün yönelimleriniz de düzenli ve tertipli olur. Diğerlerinin sizi aldatma fikri de suya düşmüş olur.

İlmi müesseselere ve ulema camiasına sızma imkânı bulamazlar. Sizler kendinizi donatınız, arındırınız. Kendinizi onların çıkarmak istedikleri fesatları ön­lemeye hazırlayınız. İlmi müesseseleri, onların çı­karmak istedikleri olaylara karşı mukavemet göster­mesi için hazırlayınız. Allah etmesin, önünüzde ka­ra günler vardır. İleride kötü günler göreceğiniz an­laşılmaktadır. Sömürgeci güçler, İslam'ın bütün hay­siyetini ortadan kaldırmak istemektedirler. Sizlerin buna karşı direnmeniz gerekir. Nefis sevgisiyle, ma­kam sevgisiyle kibir ve gururla direnmek mümkün değildir.

Kötü âlim, dünyaya yönelmiş alim, aklı fik­ri kendinin «baş»lığını ve makamını korumada olan bir alim düşmanlarla savaşamaz, üstelik onun verdi­ği zarar diğerlerininkinden daha fazladır. Adımları­nızı ilahi çerçevenin çizdiği sınırlar içinde atınız. Dünya sevgisini gönlünüzden çıkarınız. İşte ancak o zaman savaşabilirsiniz. Hemen şu andan itibaren şu nükteyi aklınızın bir köşesine yazınız: Ben ıslah eden bir İslam eri olmalıyım. Ve İslam için kendimi feda etmeliyim. Ben, ölünceye dek İslam için çalışmalı­yım. Bugün bunlara gerek olmadığını söyleyerek kendinize bahaneler yakıştırmayınız. İslam'ın istik­bali için acı çekme yolunda çabalar sarf etmelisiniz. Kısaca, bir «insan» olunuz.

Sömürgeci güçler insandan korkmaktadırlar. «Âdem»den korkmaktadırlar. Her şeyimizi yağma­lamak isteyen sömürgeciler, bizim dini ve ilmi üni­versitelerimizde bırakmıyorlar ki insan yetişsin. İn­sandan korkmaktadırlar. Eğer bir ülkede «insan» yetişecek olsa, bu onların huzurunu kaçırmakta ve onların çıkarlarını tehlikeye sokmaktadır.

Sizler kendi kendinizi düzeltmekle mükellefsi­niz. Olgun bir insan olmaya bakın. İslam düşman­larının meş'um planları karşısında dirençli olun. Eğer hazırlıklı ve düzenli olmazsanız, her gün İslam' m üslerine inen darbelere karşı mücadele edemezsi­niz. Hem kendiniz kaybolursunuz, hem de İslam ah­kâmını ve kanunlarını yok edersiniz. Sizler sorum­luluk alacak kişilersiniz, izler ulema, sizler ehl-i ilim ve sizler sorumlu Müslümanlarsınız.

Sizler Ule­ma ve dinî ilim tahsil edenler olarak, en başta so­rumlu olan kimselersiniz. Öbür Müslümanların so­rumluluğu sizden sonra gelir. «Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz şeylerden sorumlusunuz.» Siz gençler, her zulüm ve adaletsizliğin karşısında direnebilmek için iradelerinizi kuvvetlendiriniz. Zaten bundan başka da çareniz yoktur. Sizlerin onuru, İs­lam'ın onuru ve İslam ülkelerinin onuru; (sömürge­ye ve zulme karşı) direnmelerine ve mukavemet gös­termelerine bağlıdır.

Allah; İslam'ı, Müslümanları ve İslam ülkelerini yabancıların şerrinden korusun. Sömürgecilerin ve hainlerin İslam'a, İslam ülkelerine, ilmi müessesele­re uzanan ellerini kurutsun. Allah, İslam âlimlerini yüce merci-i taklidleri, mukaddes Kur'an'ın kanun­larını savunmada ve İslam'ın mukaddes hedeflerine ulaştırmada muvaffak eylesin.

Müslüman âlimlerin şu zamandaki ağır yükümlülükleri ve tehlikeli sorumlulukları konusunda uyanık kılsın. Allah, ilmi müesseseleri ve ulema merkezlerini düşmanının eli­ne geçmekten ve düşmanın nüfuz etmesinden emin eylesin. Genç âlim, üniversiteli neslin ve bütün Müslümanların nefislerini terbiye etme ve arındırma yo­lunda onlara yardım buyursun.

Allah İslam milleti­ni, Kur'an'ın nurani, inkılabi öğretilerinden ilham alarak kendilerine gelmeleri için, kıyam etmeleri için, birlik ve bütünlük sayesinde sömürgecileri ve tarihi İslam düşmanlarını İslam ülkelerinden kova-bilmeleri, böylece kaybettikleri özgürlüklerine, ba­ğımsızlıklarına, şeref ve azametlerine tekrar kavu­şabilmeleri için, gaflet uykusundan, uyuşukluk ve rehavetten, fikri donukluktan kurtarsın. Bize sabır ihsan etsin.

Kâfir kavme karşı ayaklarımızı sabit kılarak bi­ze nusretini indirsin. Dualarınızı kabul etsin. Âmin.



DİPNOTLAR


----------------------------------
1- Ebu Abdullah'tan: Hz. Peygamber (saa) bir seriyye hazırlayarak gönderdi. Onlar döndüklerinde onları şöyle (diyerek) karşıladı: «merhaba, ey küçük cihad'ı tamamlayıp da üzerlerinde büyük cihad yükü bulu­nanlar.» Sonra şöyle denildi; «ey Allah'ın elçisi, bü­yük cihad da nedir?» O (saa) şöyle dedi; «nefisle cihad'dır». (Vesail c. 6, sh. 124)

2- «Mekarim-i ahlak'ı tamamlamak için gönderildim» (Sefinetü'l Bihar c. 1, sh. 41)

3- Mü'minler'in emiri şöyle dedi- «Allah'ın Besulü beni Yemen'e gönderirken şöyle dedi; 'ey Ali, (sakın)) on­lardan birini İslam'a davet etmeden önce öldürme. Allah'a yemin olsun ki, Allah'tan, onlardan birini se­nin elinle hidayete eriştirmesi, onun üzerine bir gü­neşin doğup batmasından daha iyidir. Ve sana da Al­lah'ın dostluğu yeter ey Ali!.» (Vesail c. 6, sh. 30)

4- «Sizin Allah katında en üstününüz,, en takvalı olanınızdır» (49/13)

5- «İnsan Denen Meçhul» Alexis Carrel sh. 9, 32, 35

6- «Küba'da Şeker Kavgası» J. Paul Sartre sh. 145

7- İslam'ın, İran'da hakim olan bir güç haline gelişiyle toplumda ilerlemeye, medeniyete ve insanların özgür­lüğüne yol açmış olması ve zalimlerin, saray yerlileri­nin başkasının ezilişine sebep oluşu tarihin ve tarihçi­lerin tanıklığıyla sabit olup, bu konuda hiç şüphe yoktur. Hatta İslam düşmanlarının bile bunu itiraf etmekten kaçamadıkları açıktır. «İran da ki Dünya Görüşleri ve toplumsal hareketler» adlı kitapta (ki bu kitabın yazan İslam karşıtı biridir. Ayrıca dini bir sihir ürünü olarak görmektedir,) İslam'ın İran'da ki hükümranlığı konusunda şu görüşlere yer verili­yor: «...Arapların ve yeni dinin tasallutu İran toplu­munda çok derin tesirler meydana getirmiştir. Pehlevi dili yazısını pratik olarak tedavülden kaldırdı.

Zerdüşt dinini yaşam sahnesinden sildi. Aristokrat ke­simi (Vezirler, soylular", seçkinler ve devlet kademe­sindeki rütbeliler) yaşam sahnesinden silindiler. Hat­ta İranlılar sür'atle kendi isimlerini Arapça olanla­rıyla değiştirdiler... İslam'ın ilk dörtyüz yılında or­taya çıkan bu yeni dinini geliştirdiği ortak medeniyet­te İranlıların da bir payı vardır. Gazneliler, Selçuk­lular, Harzemşahlılar döneminde bu pay daha, renk-leşerek ve zenginleşerek devam etti.

Müslüman­ların ve Araplar'ın "İran'a tahakkümlerinin, İran'a maddi ve manevi (yol gösterici) bir ışık bahşettiği kadar Gazneliler, Cengiz ve Timur'un İran’daki ta­hakkümleri de o kadar bir yıkımın başlatıcısı olmuş­lardır... İran'a İslam'ı getiren Araplar taarruzlarıyla İran'ın evrensel bir uygarlığa katılmasını sağlarken Cengiz'in ve Mahmut'un saldırılan ise tahrip edip orada bir üstünlük kurmak içindir.» Sh. 25, 28, 29.

8- «İslam'da Hükümet» (Farsça) Ders 6 sh. 37, Ders 11 Sh. 31, Ders 1 Sh. 18

9- Fevziye faciası yaptıkları açıklama Ferverdin 42 (?)

10- İmam bu dersleri Necefte sürgünde bulunduğu dönemde vermiştir. (Yay.)

11- Ebi Basir'den, O'da Ebû Abdullah (a) işittiğini söyledi. O şöyle diyordu: «Mü'minlerin emiri (a) şöyle di­yordu: «Ey ilim isteklisi kişi, ilmin birçok faziletleri vardır: Baş'ı tevazzudur. Gözü hased'den beri olmak­tır, kulağı anlamadır. Dili doğru olmadır, hafızası in­celemedir, kalbi iyi niyettir, aklı işlerin ve eşyanın bilinmesidir. Eli rahmettir. Ayağı Âlimleri ziyaret et­mektir. Gayreti selim olmaktır. Hikmeti takvadır.

Gö­türdüğü yer kurtuluştur. Önderi afiyettir. Bineği ve­fadır. Silahı kelimenin yumuşak söylenmesidir. Kılıcı ise rızadır. Kalkanı ilmin insanlar arasındaki dolaşı­mıdır. Ordusu Âlimlerin sohbetidir. Sahip olduğu mal ise edebidir. Hazinesi günahlardan kaçınmadır. Azığı ve içmek için alınmış suyu ve yol göstericisi hi­dayettir. Yoldaşı ise hayırlı şeylere karşı duyulan sev­gidir.» Kafi C.1 Sh. 46 Bab'ün nevadir. Hadis 2

«... Ebu Abdullah (a)'dan, Rasulullah (s) şöyle buyurduğunu söyledi: «Fakihler dünya (işlerine)'ya girmedikçe Peygamberlerin güvendiği kimselerdir.» Bu sırada denildi ki «Ey Allah'ın Rasulü anların dün­yaya (işlerine) girmeleri de ne demek? Peygamber (s): «Onların mevcut yöneticilere tabi olmalarıdır. On­lar bunu yaptıklarında onları bundan dininize uyma­ya (davet ederek) sakındırınız.» Kâfi C. 1 Sh. 46

«... Ebu Abdullah (a)'dan (O) şöyle dedi «Biz akıllı, anlayışlı, fakih, halim, ilimde merkez olan, sa^ birli, dosdoğru olan kimseyi severiz.»

«Allah Peygamberleri güzel ahlakı tamamlamaları için göndermiştir. Kim bu ahlak üzere hareket edi­yorsa Allah'a şükretsin. Kim de bu ahlak üzere değil­se Allah'a yalvararak bunlara sahip olmasını istesin. Ben de dedim ki «Senin yolunda feda olayım, nedir bunlar?» Dedi ki: «Onlar takvadır, kanaattir, sabırdır, şükürdür, halimdir, hayâdır cömertliktir, cesarettir, gayrettir, iyilik etmektir, doğru sözlü olmaktır ve emanetlere riayet etmektir» Vesail C. 6 Sh. 155 Bab 6. C. 1

Mü'minlerin Emiri (s) dedi ki.«Allah (aranızdan) ulemayı, onlar zalimin zulmüne ve mazlumun açlığı­na rağmen yerlerinde oturmadıkça (çekip) almaz.» Nehc'ul Belağa. Şakşaki hutbesinden.

12- Cemil b. Derrac'dan. O'da Ebu Abdullah (a)'dan işittiğini söyledi. O (şöyle) dedi: «(Eliyle boğazını işaret ederek) can buraya ulaştığı zaman (artık) Âlim için tövbe (etmek) mümkün değildir. Sonra şunu okudu-. Allah'a tevbe etmek ancak bilmeyerek kötülük işle­yen kimseler içindir.» Vafi C. Sh. 53

13- Hafs b. Kıyas'dan O'da Ebu Abdullah (a) 'dan O (şöyle) dedi: «Ey Hafs, Alimin bir günahı affedilmeden önce cahil'in yetmiş günah'ı affolunur» C. 1 Sh. 52

14- «... Rasulullah (s) şöyle dedi: «Ümmetimden iki kesim vardır ki, onlar iyi oldukları takdirde tüm ümmet iyi olur. Onlar fesatçı olduklarında da tüm Ümmet fe­sada uğrar» Bunların kimler olduğu sorulduğunda ise O şöyle dedi Bunlar Âlimler ve İdarecilerdir.» Tüh-ful'ukûl, Eski baskı Sh. 13

15- Selim b. Kays el-Hilali'den rivayetle O (şöyle) dedi: Mü'minlerin Emiri (a) işittiğime göre O Nebi (S) ken­disine şöyle dediğini rivayet etti. «İki tip âlim vardır. Biri ilmi takınan (ilmiyle amel eden) âlimdir ki bu kurtulmuştur. Diğeri ise, ilmini terk eden âlimdir ki bu da helak olmuştur. Cehennem ehli ilmini takın­mayan (ilmiyle amel etmeyen) âlimin (kötü) koku­sundan rahatsızlık duyarlar.» Kafi C. 1 Sh. 52

16- «... Fazl b. Ebi Kurra'dan O'da Ebu Abdullah (a)'dan: O dedi ki. Rasulullah (s) şöyle buyurdu. «Havariler İsa b. Meryem'e sordular «Ey Rasulullah biz kimlerin (ilim) meclisinde oturalım?» O dedi ki «Görünüşüyle sizlere Allah'ı hatırlatan, sizi ameliyle Ahirete özen­diren ve mantığı ile sizin ilminizi arttıran kimselerin meclisinde» Kafi C. 1 Sh. 39

«Ebu Ya'fur'dan. O Ebu Abdullah (a)'in şöyle de­diğini söyledi: «Sizden namazı, takvayı, içtihatı gör­meleri için, insanları, diliniz dışı şeylerle (İslam'a) çağırınız. İşte gerçek davet budur» Kafi C. 2 Sh. 78

17- Sefinet'ül-Bihar C. 1 Sh. 410

18- 19/96

19- Mü'minlerin Emiri (a) şöyle dedi: «Şayet ilmin amilleri ilmi hakkıyla taşırlarsa, onları Allah'ta sever, on­ları melekler de ve yaratıklardan ona itaat edenlerde. Ancak ilmi dünyalık için taşırlarsa Allah Onlara ga­zap eder ve insanlara ihanet etmiş olurlar.» (Tuhfu'l-Ukul eski baskı S. 47)

20- 38/64

21- 3/182

22- 18/49

23- 99/7-8

24- 41/21

25- «Ali (r) arkadaşlarına sürekli şunu söylerdi: «Kendi­nizi donalttınız ki Allah size rahmet etsin. Şüphesiz siz sefere çağrıldınız. Dünyaya meylinizi azaltınız. Takvadan hazırladığınız şeylerle dünyadan salih olarak dönünüz. Şüphesiz önünüzde, oraya girmeniz ve orada durmanız gereken sarp engel ve korkutucu müthiş duraklar vardır.

Biliniz ki ölümün size doğru gelişi yakındır. Sanki siz onun pençelerindesiniz ve o size pençelerini batırır. Muhakkak ki orada (dünyada ya da ölüm esnasında) çirkin işler ve kaçınılması ge­reken belalar başınıza gelir. Dünya ile ilişkinizi ke­sin, Takva azığı ile de yardım dileyin.» Şerh-i Nehc' ül-Belağa bölüm 2 Sh. 209, 199

26- 78/23

27- «Ayaşiden, Hameran isnadıyla rivayet edildiğine göre O (şöyle) dedi: «Cafer; (a)'dan «Orada çağlar boyu kalacaklardır.» Ayeti konusunu sordular. O ise şöyle dedi: «Bu cehennemden çıkanlar içindir.» Mecme'l-Beyan Zeyl, Söz konusu ayetin açıklaması

28- «Bu münacat Mevlana Ali (a) 'dan rivayet edilmektedir. Onun oğullan (a) bu duayı Şaban Ayında oku­yorlardı. İbn'i Kaleviye (r)'ın rivayetidir: «Allah'ım salat ve selam Muhammed (s)'e ve onun aline olsun (Allah'ım) sana dua ettiğim zaman duamı işit. Nida ettiğim zaman nidamı işit. İlahi ben senin zayıf, günahkâr kulunum ve sana yönelmiş (ya da ayıplı) ku­lunum. Beni yüzünü senden çevirenlerden ve gafleti senin affını engelleyenlerden kılma.

İlahi! Bana sana, yönelmenin kemalini nasip et. Kalplerimizin gözünü parlaklıkla nurlandır. Ta ki O (kalp) bakışını sana çevirsin ve kalbin gözü nur perdesini yaksın. Böyle­ce de azametin cevherine de ulaşsın ve ruhlarımız, kutsiyetinin yüceliği ile ilişkiye geçsin. İlahi! Beni ça­ğırdığında davetine icabet eden, nazar ettiğinde se­nin celalin için (buna dayanamayarak) mahvolan, se­nin gizlice ona fısıldadığın ve sana açıkça ibadet eden kimselerden kıl.

İlahi! Ümitsizliklerimin hüsn-i zannıma galip gelmemesini sağlıyorum., ve senin kere­minin güzelliğinden ümidimi kesmiyorum. İlahi! Eğer hatalarım beni senin dergâhında gezden düşürdüyse, bunlardan sana olan güzel tevekkülümle beni arın­dır. (Af et) İlahi! Eğer benim, lütfunun güzelliği olarak günahlarını işlememi sağladıysan, muhakkak ba­na affının keremimde gösterdin. İlahi! Eğer beni seninle kavuşma konusunda gaflete düşürdüysen, beni mesajının keremiyle uyardın.

İlahi! Her ne kadar sen beni cehenneme büyük cezana çağırdınsa da gene sen beni bol iyiliğinin olduğu yere cennete de çağırı­yorsun. İlahi! Yalnızca sana dua ediyor, yalnızca sa­na yalvarıyorum ve Senden Muhammed (s) 'e ve onun ehline rahmet etmesi ve beni ahdini bozanlardan, şükründen bigâne olanlardan ve emrine aldırış etme­yenlerden değil, senin zikrinin müdavimlerinden kıl­mam istiyorum, İlahi! Beni senin en güzel olan izze­tine kavuştur ki ben yalnızca seni bileyim. Senin dı­şındaki şeylerden yüz çevireyim. Ve senden korkup senin gözetimin altında olayım!

Ey Celal ve ikram sa­hibi ve salâtı selam onun Rasulû Muhammed (s)'e ve onun temiz al'ine olsun. Ve sellim teslimen kesira. (Biharü'l-envar C. 19 ikinci cüz eski baskı. Babü'1-ed-yiye ve'l-münacat Sh. 89-90)

29- Ali bin Hasan ibn-i Faddal'dan O'da babasından O'da Rıza (a)'dan O'da babaları (a)' Onlar'da Ali (a)'dan O'nun şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: «Rasulullah (s) bir gün bize hitap ederek şöyle dedi. «Ey insan­lar (nihayet) Allah'ın ayı (Ramazan) da bereketle, rahmetle ve mağfiretle geldi. O, Allah indinde (diğer) aylardan daha üstün bir aydır. O (ay)'ın günleri en üstün günlerdir. Ve geceleri on üstün gecelerdir ve saatleri en yüce saatlerdir.»

O öyle bir ay'dır ki, siz o ayda Allah'a misafir olmaya çağrılırsınız. Siz bu ayda Allah'ın kerameti­nin ehlinden kılınırsınız. Sizin o ayda ki nefes alıp vermeniz teşbihtir. O ayda uyumanız ibadet, ameli­niz makbuldür. Duanız kabul olunan (dualardan)'dır. Rabbınız olan Allah'tan samimi bir niyetle ve temiz kalple sizi, orucunuz da ve Kur'an tilavetinizde mu­vaffak kılması için dua ediniz...» (Vesaillü'ş-şia İsla-miye baskısı C. 4 Kitabus-savm Bab 18 Hadis 30)

30- Cabir (r)'den Ebi Cafer (a)'den O (şöyle) dedi: «Rasulullah (s) insanlara yönelerek şöyle diyordu: «(Ey) insanlar topluluğu, Ramazan Ayı hilali doğduğunda azılı şeytanlar zincire vurulur. Cennetlerin ve gökle­rin kapıları, rahmet kapılan açılır. Cehennem kapıları kapanır. Dualar kabul olunur... Nihayet Şevval hilali doğar ve Mü'minlere «mükafatlarınızı (almaya) koşunuz» diye" hitap edilir. O gün karşılığı alma gü­nüdür.» (Vesail «İslamiye» baskısı C. 4 Sh. 245)

31- «Allah'ın boyası (ile boyan). Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz.» 2/138

32- «Sadık (a) (şöyle) dedi: Rasulullah (s) dedi ki: «Size mü'min (göründüğü halde) mü'min olmayanın kim olduğunu haber vereyim mi? İnsanların nefisleri ve mallan hususunda kendisine güvenmediği kimsedir. Size müslimin kim olduğunu haber vereyim mi? Müs­lüman, müslümanların elinden ve dilinden (bir kötü­lük çıkmayacağına) emin olduğu kimsedir.» Safine İman bölümü.

33- 30/10

34- «De ki yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri, Allah'ta görecek, Resulü de, mü'minlerde, sonra görülme­yeni ve görüleni bilen (Allah'a)'e döndürüleceksiniz.

O size yaptıklarınızı bir bir haber verecek.» (9/105) «... Ebi Busayr'dan (O da) Ebi Abdullah'dan (a) (O şöyle) dedi: Kulların iyi olan ve kötü olan amel­leri her sabah Rasulullah (s)-'e sunulur.

Bu konu da onla (kulla)'rı uyarınız. Buna ilişkin ayet şudur: «De ki yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah'ta gö­recek Rasulü'de, Mü'minler'de...» sonra (Hazret) sustu.

«... Abdullah (a)'dan O (şöyle dedi: O'nu (?) şöy­le derken işittim: «Size ne oluyor da Allah'ın Rasulü' ne kötülükte bulunuyorsunuz.» Oradaki bir adam de­di ki «Biz nasıl olur da O'na kötülük yapabiliriz ki?!» O dedi ki: «Bilmiyor musunuz ki amelleriniz O'na (Ra­sulullah) sunulur. O orada günahların olduğunu gö­rürse bu ona kötülük yapmak olur. Rasulullah'a (s) kötülük etmeyin onu sevindiriniz.» (Vesail C. 6 Sh. 387 bab 101 Hadis 1-4)

35- «İşte ahiret yurdu; onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç sakınanlarındır.» (28/83)

36- 95/4-5

37- «Dileseydik elbette onu o ayetlerle yükseltirdik, fakat o, (dünya) yere saplandı ve hevesinin peşine düş­tü. O'nun durumu tıpkı şu köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da di­lini sarkıtıp solur.

İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat belki düşünürler.» (7/176)

38- 2/257

39- Şerh-i Nehcü'l-belağa.(Abduh) cüz 2 Sh. 245 Kelam 219

40- 28/88

41- «(İnsan) hiç bir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulun­masın» (50/18)

42- Rasulullah şöyle dedi: «Gıybet yapmak insanların etini yediği halde, kendisinin saygıdeğer biri olduğunu zanneden kimse yalan söylemektedir. Çünkü gıybet cehennem köpeklerinin yalağıdır.» Camiu's-saadet Cüz 23 Sh. 234

43- Mü'minlerin Emiri (a) dedi ki: «Ey insanlar dünya sevgisinden sakının. Dünya sevgisi her günahın başı­dır. Her bela(ya açılan) kapıdır. Her fitneye yol açan­dır. Ve her türlü zararı çağırandır.» Tuhefu'1-ukul Sh. 5

44-103/1-3

45- Şu Ali (a) 'm sözlerindendir : «İman için kalpte yerleşmiş olmak vardır. Gene iman için kalple göğüs ara­sında belli bir süreye dek eğreti olmak durumu var­dır.» Şerh-i Nehcü'l-Belağa Abdah Cüz 3 Sh. 152

46- Yeşillikler içinde gizlenmiş bir böcek için/Yer de orasıdır, gök de orasıdır.

47- Mü'minlerin Emiri Şöyle dedi: «Allah'a cennet amacıyla ibadet eden topluluğun kulluğu tüccar kulluğu­dur. Allah'a (ondan) korktuğu için ibadet eden top­luluğun kulluğu ise köle kulluğudur.

Allah'a şükran duygusuyla ibadet edenlerin kulluğu ise gerçek hür-erin kulluğudur.» Şerh-i Nehcü'l-Belağa Abduh Sh. 204 C. 3

48- Zerrare'den. O'da Ebi Caferden (a) O şöyle dedi: «Hiç bir kul yoktur ki, (başlangıçta) kalbinde beyaz noktalar bulunmasın. Bir günah işlediğinde bu noktalardan biri siyah pas haline gelir.

Eğer tövbe ederse bu siyahlık kaybolur. Günahlara devam ederse bu siyahlıklar artar. Nihayet beyazların tümünü kaplar. Beyazlıklar tamamen kapandığında bu kalbin sahibi artık ebedi olarak hayr'a dönemez.

Bu Allah'ın şu ayetinde de geçmektedir.: «Hayır onların işleyip ka­zandıkları şeyler kalplerinin üzerinde pas olmuştur.» (Vesail C. 11 Sh. 239, 83/14)


3