GADİR-İ HUM GADİR-İ HUM
Yazan: Allame EMİNİ
Orijinal Adı: Fi Rihab’il Gadir
Özetleyen: Aliasker HORASANİ
YAYINCININ ÖNSÖZÜ
Değerli Okuyucular!
Hiç şüphesiz kitap; insan düşüncesinin aktarılmasında ve medeniyetin her yönüyle gelişmesinde seçkin bir role sahiptir.
Diğer yandan taşıdığı özellikler, ortaya koyduğu ürünler ve hayata olan kapsamlı ve gerçekçi bakışıyla İslamî düşünce, insan düşüncesinin doruk noktasında yer almaktadır.
Bu gerçeği idrak ettiğimiz için bizler bu sahadaki hizmetlere çeşitli yayınlarımızla katkıda bulunmaya çalışacağız.
Yüce Allah’tan bizleri asrımızdaki büyük İslamî uyanışa hizmet etmeye muvaffak kılmasını ümit ediyoruz.
MÜTERCİMİN ÖNSÖZÜ
Allah-u Teala kerim ve hekim olduğundan, lütfü gereğince kullarını, imamsız ve kılavuzsuz bırakmaz şüphesiz. İlk yaratıkla birlikte, Allah’ın tekvini hidayeti; nefs içgüdü ve sosyal olmayı da beraberinde getiren bilinçli yaratığın ortaya çıkmasıyla da ilahi önderler vasıtasıyla O’nun teşriî hidayeti başlamıştır. Yeryüzü var oldukça bu hidayet, yüce yaratıcının sonsuz lütuf, rububiyyet ve uluhiyyetinin gereği olarak devam edecektir.[1]
Kaynağı alemlerin Rabbi’nin sonsuz ilmi olan İslam dini, beşerin kişisel ve toplumsal yaşantısı hakkında emirler sadır etmiş ve kendi takipçilerini mükemmel bir toplumsal düzen içinde dünya ve ahiret saadetine doğru davet etmiştir.
Hekim olan Allah-u Teala bu nizamın düzenli ve doğru bir şekilde icrası için, asıl kaynakla irtibatı olan rehber ve İmamlar tayin etmiş ve imameti, hiç bir asırda geçerliliğini kaybetmeyecek ve sürekliliğini koruyacak olan İslam’ın esaslarından karar kılmıştır. Çünkü İslam dini ebedidir ve ilahi ahkamları ortadan kalkmayacak ve geçerliliğini koruyacaktır. Bu konuya dair Kur’an ve hadisten yüzlerce delillerimiz vardır.
Allah Resulü (s.a.a) yaşadığı dönemde bu tevhidi nizamın rehberliğini kendisi üstlenmiştir. Bizzat kendisi İslam Ümmetinin insanlara ulaşmasında aracı olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.a) kendinden sonra ümmete rehber tayin etmek için Hz. Ali b. Ebu Talib’i küçüklüğünden itibaren kendi özel terbiyesi altına almış, dinin sırlarını ona öğreterek can gözünü gayb alemine açmış ve onu ilim kaynağıyla tanıştırmıştır. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Peygamber (s.a.a) bana bin ilmin kapısını açtı.
Her bir kapıdan bin kapı daha açılıyordu. Allah Resulü bana binlerce ilmin kapısını açtı. Bu yüzden benim geçmiş ve gelecekten haberim vardır.”[2] Hz. Ali (a.s) da yüce Peygamber’in kendisine öğrettiği ilmi, kendisinden sonraki İmam’a kendisinden sonrakide, bir sonrakine, o da bir sonrakine... ta Ehl-i Beyt’in on ikinci masum İmamı
Hz. Mehdi (a.s)’a kadar öğretmekle yükümlü idiler. İslam Peygamberi (s.a.a) kendisinden sonra gelecek olan velayeti yerine oturtmak için, vahyin emir ve teklifleri doğrultusunda Ehl-i Beyt’inin[3] -ki, Ali (a.s)’da onlardandır- çeşitli şekillerde ve ele geçirdiği her fırsatta, bazen isim ve tarifleriyle bazen de genel bir şekilde bu ilahi makama tayin edildiklerini açıklıyordu[4].
İslam Peygamberi (s.a.a) salavatta onların isimlerini kendi ismiyle beraber zikretmiş ve onu ümmeti için ebedi bir şiar haline getirmiştir. Öyle ki bu şiar, 1418 yıldan bu yana ümmet arasında, ilk günkü gibi parıldamaktadır.
Ehl-i Beyt düşmanları onlara karşı şiddetle davrandıkları halde, bu şiarın ünü ve yaygın oluşu sayesinde onu İslam ümmetinin kültüründen silmeyi başaramamışlardır. Günümüzde bu şair, dünyanın bir ucundan ötekine, her gün yüz milyonlarca müslümanlar tarafından söylenmektedir.[5] İslam Peygamberi (s.a.a) bu kadarla da yetinmemiş hücceti tamamlayıp, tebliğ etmek için, çeşitli yerlerde İmamların babası Ali b. Ebu Talib’ın velayetini defalarca ümmete hatırlatmıştır.[6] Sonraları “Gadir” günü olarak meşhur olan -Zilhiccenin 18.
gününde- Veda haccı dönüşünde, Hum suyunun kenarında ve kızıl denizinin kıyısında kalabalık bir sahabe topluluğuna karşı Hz. Ali’nin imametini teyid etmek için özel bir zemine oluşturarak ve bu meseleyi kaçıncı kez bütün açıklığıyla beyan ederek; şöyle buyurmuşlardır: “Ben kimin mevlası isem, Alide onun mevlasıdır.”
Bütün bunların ışığı altında, elinizdeki bu kitap, Gadir-i Hum olayı ve hadisi etrafında bir tahlildir.
EL-GADİR “El-Gadir” kitabı Allame Emini’nin eseridir. On bir cilttir ve her cildi 450-500 sahife civarında olup, orijinali Arapça yazılmıştır. Bu kitabın konusu ise Gadir olayı ve hadisidir. İlk olarak h. 1364’de Necef’ul Eşref’te basılmıştır. Daha sonraları, başka dillere de tercüme olmuş ve çeşitli ülkelerde defalarca baskı yapmıştır.
El-Gadir kitabının mukaddimesinin 125. sahifesinde, Müellifin oğlunun yazdıklarından anlaşıldığı üzere bazı bölümleri henüz basılmamıştır. El-Gadir kitabının, büyük bir özen ve dikkatle yazıldığı, uzmanlar tarafından teyit edilmiştir. El Gadir, ilim deryasıdır ki, gerçekten dini, ilmi, tarihi, rical ve kelamî açıdan ansiklopedi adı verilebilecek ender kitaplardan biridir.
Bu kitabın övgüsü, nitelikleri ve teyidi çerçevesinde büyük İslam alimleri ve araştırmacıların yazdıkları ve söyledikleri birçok şeyler vardır ki, onlar da başlı başına bir kitap olabilecek genişliğe sahiptir.
Bu ansiklopedinin önemine dair şunu söylemek yeterlidir ki, anlaşıldığı üzere bu eserin yazımında onbinlerce kitap gözden geçirilmiş ve onbin tane kaynak kitap dikkatle sayfa sayfa okunmuş ve notlar alınmıştır.
Bilinmelidir ki, yazar konuları asıl kaynaklarından elde etmek ve bazen tek nüsha olan el yazması kitaplara ulaşmak için, Necef-i Eşref’ten kalkıp uzak beldelere seyahatler yapmıştır. Bazen de namaz saatleri hariç günde 18 saat kesintisiz olarak sıcak ve yakıcı havada, bu kitabın yazımı için okuma ve not çıkarmakla meşgul olmuştur.
MÜELLİFİN DOĞUM VE ÖLÜMÜ
Allame-i Dehr, kemal sahibi merhum Ayetullah Abd’ul Hüseyin Ahmed el-Emini hicri 1320 yılında doğdu. İlmi eğitimi sonunda içtihat derecesine ulaştı. Yüce ruhu hicri 28 Rabiussani 1390 Cuma günü sabahı Tahran’da melekut alemine kavuştu. Naaşı Necef-i Eşrefe intikal ettirildi ve Emirül Mü’minin Ali (a.s)’ın kabrinin yakınında toprağa verildi.
YAZARIN SEYAHATLERİ
Allame Emini, bu kalıcı eserinde daha fazla tahkikat ve derinleşmek için bir çok ilmi seyahatlere çıkmıştır. Allame Irak’taki kütüphanelerde mevcut olan el yazması ve matbaa basımı kitapların incelenmesi ve okunmasına ek olarak, hicri 1380 yılında Hindistan’a gitmiş ve dört ay müddetince orada ikamet etmiştir.
El yazması kitapların yeniden yazmanın dışında bu müddet içerisinde o ülkenin muhim kütüphanelerinde bulunan pek çok kaynak kitapları da okuyarak incelemiştir.
Hicri 1384 yılının baharında Suriye’ye gitmiş, orada kaldığı müddet içerisinde Dimeşk ve Halep’teki dört önemli kütüphanenin elyazması kitaplarını mütalaa ederek incelemiştir. Allame, “Sameret’ul Esfar İlel Ektar” kitabının ikinci cildinin mukaddimesinde 250’den fazla elyazması kaynağı zikrediyor ki, bu yolculuğunda o kitaplardan diğer kitaplara oranla daha fazla istifade etmiştir. 1387 yılında Türkiye’ye gitmiş ve yaklaşık bir ay boyunca İstanbul ve Bursa’daki en önemli kütüphanelerde bulunan kitapları okuyarak incelemiştir. Bunlara ek olarak İran seferinde ülkenin yedi önemli kütüphanesinde bulunan kitapları da titiz bir şekilde okuyarak incelemiştir.
YAZARIN ESERLERİ
Allame Emini’nin birçok eserleri vardır ki, “El Gadir” mukaddimesinde 82. Sayfadan itibaren yazdığı 13 eserin adı zikredilmiştir.
Bunlardan bazıları:
1- Tefsir-i Fatihat’ül Kitap.
2- El-Mekasid’ul İlliyye. Bu başlık altında Kur’an’ın bazı ayetlerini tefsir etmiştir.
a- Mu’min/ 11.
b- A’raf/ 18.
c- A’raf/ 182.
d- Vakıa/ 7.
3- Şüheda’ul Fazilet. Tarih hakkında bir kitaptır.
4- Siretuna ve Sünnetuna Ehl-i Beyt’in matemi hakkındadır.
5- Riyaz’ul Uns. İki ciltten oluşan edebi ve tarihi bir kitaptır.
6- Semeret’ul Esfar İlel’ul Aktar. Hind ve Suriye seferleri hakkında ki kitap.
7- El-İtret’ul Tahire fil Kitab’il Aziz.
8- El-Gadir. Sözkonusu olan kitap.
ELİNİZDEKİ KİTAP
Siz saygı değer okuyucularımızın, elinde bulunan bu kitap “Fi Rihab’il Gadir”, “El Gadir” kitabının özet tercümesidir. Bu eser, değerli kardeşimiz Müverric Horasani’nin çabalarıyla özetlenip, düzenlenmiştir. Elbette eserinde iki bölüm daha vardı ki, ağırlıkla Arapça şiirlerinden oluşmaktaydı, bu şiirler bir başka dile tercüme edildiklerinde, bütün zarafet ve inceliklerini kaybettiklerinden dolayı, o iki bölümü tercümeye almadık.
Burada dikkat edilmesi gereken noktaları hatırlatmakta fayda görüyoruz:
“El Gadir” kitabı, çeşitli ilimleri içeren bir ansiklopedidir. Elinizdeki kitap ise, orada bulunan bazı konulara işaretle, siz okuyucularımızın kitaba aşina olmanızı amaçlamaktadır. Yoksa, siz okuyucularımızın hiç bir şekilde "El Gadir”’in aslına müracaat etme ihtiyacını ortadan kaldırmayacaktır. Ve yine sizlerin imamet konusunda diğer kaynaklara ihtiyaç duymanızın önünü alamayacaktır. Ancak şairin dediği gibi:
Denizin suyunu çekmek mümkün değilse,
Susuzluk miktarınca içmek gerekir. Bu kitap da inşaallah susuzluğunuzu gidermeye yetecek ve hakka giden yolda önünüze ışık tutacaktır.
Bu eserde, her ne kadar imamet konusunda çeşitli delillere deyinilmişse de, imametle ilgili 1038 akli ve nakli[7] delil içinden sadece bir delil etrafında bahsedilmiştir.
Siz değerli okuyucularımızınelindebulunanbu kitap, aşağıda sıralayacağımız 12 bölüm şeklinde düzenlenmiştir:
Birinci Bölüm: “Gadir-i Hum olayının tarihteki önemi.” Bu bölümde, Gadir-i Hum olayına işaret eden tarihçiler, muhaddisler, kelamcılar ve lügat yazarları hakkında gerekli bilgiler verilmektedir.
İkinci Bölüm: “Gadir-i Hum olayı.”
Üçüncü Bölüm: “Kur’an-ı Kerim de Gadir-i Hum olayı.” Bu bölümde, Tebliğ, İkmal ve Azap ayetleri gibi ayetler ele alınıp incelenmiştir.
Dördüncü Bölüm: “Peygamber (s.a.a)’in Gadir olayına verdiği önem.” Bu bölüm dört konudan oluşmaktadır.
Beşinci Bölüm: “Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nin Gadir-i Hum’a verdikleri önem.” Bu bölümde işlenen konular fihristte belirtilmiştir.
Altıncı Bölüm: “Gadir-i Hum olayının, Hz. Ali (a.s)’ın velayetine delil olarak gösterilmesi.”
Yedinci Bölüm: “Peygamber (s.a.a)’in ashabının Gadir-i Hum’a verdikleri önem.” Bu bölümde hadisi rivayet eden 110 sahabenin adı, delil ve kaynaklarıyla beraber ortaya konmuştur.
Sekizinci Bölüm: “Tabiin tarafından Gadir-i Hum’a gösterilen önem.” Gadir hadisinin ravilerinden olan 84 Tabiinden bahsedilmiştir.
Dokuzuncu Bölüm: “İslam alimlerinin Gadir-i Hum’a verdikleri önem.” Bu bölümde hicri birinci yüzyıldan, dördüncü yüzyıla kadar Gadir olayını rivayet eden İslam alimleri ele alınmıştır.
Onuncu Bölüm: “İslamî eserlerde Gadir-i Hum.” Bu bölümde Gadir olayından bahseden kitaplar, Gadir hadisinin kaynakları olarak zikredilmiştir. Onbirinci Bölüm: “Yazarların Gadir-i Hum’a verdikleri önem.” Bu bölümde özellikle Gadir-i Hum konusunda yazılmış olan 26 kitap hakkında bilgiler verilmiştir.
Onikinci Bölüm: “Gadir hadisinin senedine bakış.” Bu konu iki bölüm şeklinde incelenmiştir.
1. BÖLÜM
TARİHTE GADİR-İ HUM'UN ÖNEMİ
Şüphesiz her şeyin önemi, onun hedefine bağlıdır. Bu nedenle tarihte, milletlerin inanç ekseni olan, devletlerin alt yapısını oluşturan, hatıralarda derin izler bırakan herhangi bir din, ekol veya mezhebin oluşumunda etkili olan olaylar büyük önem taşırlar.
Bu nedenle de tarihçiler, dinlerin ortaya koyduğu ilke ve öğretileri, yol açtığı savaş ve gelişmeleri, temelini attığı devlet ve medeniyetleri yazmaya büyük önem verirler.
Şayet tarihçi, bu gibi meseleleri önemsemeyip yazmayacak olursa, yazdığı tarih kitabında yerini hiç bir şeyin doldurmayacağı bir boşluk, bir eksiklik meydana gelmiş olur; okuyucu olayların nereden başlayıp nerede bittiğini bir türlü anlayamaz ve yanlış sonuçlar alabilir.
Gadir-i Hum olayı da, bu gibi olayların en önemlilerinden biridir. Çünkü Resulullah (s.a.a)'ın Ehl-i Beyt’inin izinden gidenlerin mezhebi, bu ve buna benzer deliller üzerine kurulmuş olup milyonlarca taraftarlara sahiptir. Bunların arasında, çok değerli büyük alimler, filozoflar, dahiler, siyasiler, amirler, liderler, edebiyatçılar ve her kesimden fazilet sahibi kişiler vardır.
Tarihçi, taraftar ise, davasının başlangıç tarihini ümmetine bildirmesi, aktarması gerekir. Karşı taraftar ise, büyük bir ümmetin tarihini yazmak istediğinde, böylesine önemli bir meselenin üzerinden basit bir şekilde geçmeye veya nefsani sebeplerden dolayı, senedi karşısında alternatifsiz kaldığında ispatına şüphe oluşturmak amacıyla diğer bazı meseleleri ona karıştırtmaya hakkı yoktur.
Resulullah (s.a.a)'in Gadir-i Hum gününde buyurdukları sözlerde iki kişi dahi ihtilaf etmemiştir. Ama buna rağmen basiret sahibi insanların yanında gizli olmayan gerçekler bazıları tarafından nefsani sebeplerden dolayı o sözlerle neyin kastedildiği ihtilaf konusu olmuştur.
Resulullah (s.a.a)’ın Gadir-i Hum Günündeki Konuşmalarını Nakleden Tarihçilerden Bazıları Şunlardır:
Belazuri (Ölüm. Hicri. 279) “Ensab-ul Eşraf”ta.
İbn-i Kuteybe (ö. h. 276) “el-Meârif” ve “el-İmame ve’s-Siyase”de.
Taberi (ö. h. 310) bu konu ile ilgili özel kitabında.
İbn-i Zulak-i Mısri (ö. h. 387) “Tarih-i Bağdat”ta.
Hatib-i Bağdadi (ö. h. 463) Tarih kitabında.
İbn-i Abdulbirr (ö. h. 463) “el-İstiab”de
Şehristani (ö. h. 548) “el-Milel ve’n-Nihal”de.
İbn-i Asakir (ö. h. 571) “Tarih-i Dimaşk”te.
Yakut-i Himvi (ö. h. 626) “Mu’cem-ul Udeba”da.
İbn-i Esir (ö. h. 630) “Üsd-ül Gabe”de
İbn-i Ebi’l Hadid (ö. h. 656) “Şerh-i Nehc-ül Belağa”da.
İbn-i Hallikan (ö. h. 681) “Vefeyat-ul A’yan”da.
Yafii (ö. h. 768) “Mir’at-ul Cinan”da.
İbn-i Şeyh el-Belevi (ö. h. 605) “Elif-Ba”da.
İbn-i Haldun (ö. h. 808) “Mukadime”de.
Şemsuddin-i Zehebi (ö. h. 748) “Tezkiret-ul Huffaz”da.
Nuveyri (ö. h. 833) “Nihayet-ul Ereb Fi Funun-il Edeb”de.
İbn-i Hacer-i Askalani (ö. h. 852) “el-İsabe” ve “Tehzib-ut Tehzib” adlı kitaplarında.
İbn-i Sabbağ-ı Maliki (ö. h. 855) “el-Fusul-ul Muhimme”de.
Makrizi (ö. h. 845) "el-Hutat-ul Makriziyye"de.
Celaleddin-i Suyuti (ö. h. 910) birçok kitabında.
Kirmani-i Dimaşki (ö. h. 1019) “Ahbar-ud Duvel”de.
Nuruddin-i Halebi (ö. h. 1055) “Siret-ul Halebiyye”de ve diğer birçokları.
Hadisçiler de bu konuda tarihçilerden geri kalmamışlardır.
Bir hadisçi nereye yönelirse yönelsin, karşısında Gadir olayını aktaran “Sahih” ve “Musned”leri görecek, onu birbirinden rivayet ederek sahabeye ulaştıran sahih bir senetle karşılaşacaktır.
Dolayısıyla böyle bir olayı ihmal edip de nakletmeyen bir hadisçi, ümmetin kendisi üzerinde olan büyük bir hakkını eda etmemiş ve ümmeti, Rahmet Peygamberi’nin önemli bir hidayetinden mahrum bırakmış olur.
Gadir hadisini Bu yüzden büyük hadisçilerin hemen hemen hepsi rivayet etmişlerdir.
İşte bu hadisi nakleden hadis yazarlarından bazıları:
Şafiilerin İmamı, Ebu Abdullah Muhammed b. İdris-i Şafii (ö. h. 204); İbn-i Esir’in “Nihaye” adlı eserinde kaydedildiğine göre:
Ahmed b. Hanbel (ö. h. 241), “Müsned” ve “Menakıb” adlı kitaplarında.
İbn-i Mace (ö. h. 273), “Sünen”inde.
Tirmizi (ö. h. 273), “Sahih”inde.
Nesai (ö. h. 303) “Sahih”de
Ebu Ya’la-i Musuli (ö. h. 307) “Musned”inde
Bağavi (ö. h. 317) “Sünen”de.
Dulabi (ö. h. 320) “Muşkil-ul Asar”da.
Tahavi (ö. h. 321) “Muşkil-ul Asar”da.
Hakim (ö. h. 405) “Müstedrek”de.
İbn-i Meğazili eş Şafii (ö. h. 483) “Menakıb”da
İbn-i Munde (ö. h. 512) bir çok yolla kitabında.
Hatib-i Harezmi (ö. h. 568) “Menakıb” ve “Mekteb-ul İmam-us Sıbt” kitaplarında.
Genci-i Şafii (ö. h. 658) “Kifayet-ut Talib”de.
Muhibbuddin-i Taberi (ö. h. 694) “Riyaz-un Nazire” ve “Zehair-ul Ukba” kitaplarında.
Hamvini eş Şafii (ö. h. 722) “Feraid-us Simtayn”da
Heysemi (ö. h. 807) Mecma-uz Zevaid”de
Zehebi (ö. h. 748) “Telhis”te.
Cizeri (ö. h. 830) Esne’l Metalib”de
Ebu Abbas-i Kastalani (ö. h. 923) “Mevahib-ul Leduniyye”de.
Muttaki el Hindi (ö. h. 975) “Kenz-ul Ummal”da
Herevi-i Kari (ö. h. 1014) “el Mirkat-u Fi Şerh-il Miskat”ta.
Tacuddin-i Menavi (ö. h. 1031) “Kunuz-ul Hakayık” ve “Feyz-ul Kadir” kitaplarında.
Şeyhani Kadiri (ö. h. 11. yy.) “es-Sırat-us Sevi Fi Menakıb-ı Ali-n Nebi”de
Ahmed Baksir-i Mekki eş-Şafii (ö. h. 1047), “Vesilet-ul Meal fi Menakıb-il Al”da
İbn-i Hamza-i Dimaşki el-Hanefi (ö. h. 1120), “el-Beyan ve-t Tarif”de. Ve başkaları...
Kuran-ı Kerim’de bu konuyla ilgili birçok ayet¬¬¬[8] vardır. Müfessirler bu ayetlerin tefsirinde Gadir olayına değinmişlerdir.
Örneğin: Taberi (ö. h. 310), “Tefsir”inde.
Salebi (ö. h. 427 veya H. 437), “Tefsirinde”.
Vahidi (ö. h. 468), “Esbab’un-Nuzul”da.
Kurtubi (ö. h. 567), “Tefsirinde”.
Ebu’s-Suud (ö. h. 982), “Tefsirinde”.
Fahr’ı Razi, (ö. h. 606). Büyük tefsiri “Mefatihul Gayb”de.
İbn-i Kesir eş-Şafii (ö. h. 774).“Tefsirinde”.
Nişaburi (ö. h. 8. Yüz yıl). “Tefsirinde”.
Celaleddin Suyuti (ö. h. 911).“ed-Dürr-ül Mensur” adlı tefsirinde.
Hatib-i Şerbini (ö. h. 977).“Tefsirinde”.
Alusi el-Bağdadi (ö. h. 1270). “Ruh’ul Meani”de. Ve diğerleri...
Kelamcılar da, imamet meselesini açıklarken; iddia edene delil olsun diye veya hasmın delilini naklederken, mutlaka “Gadir hadisine” işaret etmişlerdir. Aşağıda bazılarını zikrediyoruz:
Kadı Ebu Bekr’i Baklani el-Basri (ö. h. 403),“Temhid”inde.
Kadı Abdurrahman el-İci eş-Şafii (ö. h. 756), “Mevakıf”da.
Seyyid Şerif el-Cürcani (ö. h. 816),“Şerh’ul Mevakıf”da.
Beyzavi (ö. h. 685),“Tevaliu’l-Envar”da.
Şemsuddin el-İsfahani (ö. h. 749),“Metaliu’l-Enzar”da.
Taftazani (ö. h. 792),“Şerh’ul-Mekasıd”da.
Kuşçi Mevla Alaaddin (ö. h. 879),“Şerh’ut-Tecrid”de.
Bunlar aynen şöyle demişlerdir:
“Resulullah (s.a.a) veda haccından dönerken, halkı Mekke ve Medine arasında, çok sıcak bir havada “Gadir-i Hum” denen yerde topladı, deve palanlarını üst üste toplatarak üzerine çıkıp şöyle buyurdu: “Ey Müslümanlar! Ben, size sizin kendinizden evla değil miyim?” Hep birlikte; “Evet evlasın.” dediler.
Sonra şöyle buyurdu: “ Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım onu seveni sev; ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu terk edeni terk et.”
Bu hadise değinen diğer kelamcılar:
Kadı en-Necm Muhammed eş-Şafii (ö. h. 879),“Bediu’l-Meani”de.
Celaleddin Suyuti (ö. h. 911),“Erbein”’inde.
Şam Müftüsü Hamid b. Ali el-İmadi (ö. h. 1171),“Es-Salatu’l-Fahire bi’l-Ahadis’il-Mütevatir”de.
Alusi el-Bağdadi (ö. h. 1324),“Nesr’ul-Leali”de.
Ve başkaları...
Arap dili edebiyatçıları“Mevla”, “Hum”, “Gadir” ve “Veli” gibi kelimelerin manalarını açıklarken mutlaka “Gadir Hadisi”ne işaret etmişlerdir. Aşağıda zikrolunan edebiyatçılar gibi;
İbn-i Dureyd Muhammed b. Hasan (ö. h. 321).[9] “Cemhere”sinde, c. 1, s. 71,
İbn-i Esir (ö. h. 606), “Nihaye”sinde.
Himvi (ö. h. 626), “Mucem’ul-Buldan”da “Hum” kelimesini açıklarken.
Zübeydi el-Hanefi (ö. h. 1205), “Tac’ul-Arus”ta, c. 10, s. 399.
Nebehani (ö. h. 14. yüz yılda), “Mecmuat’un Nebehaniyye”de.
2. BÖLÜM
GADİR-İ HUM OLAYI
Dikkat Edilmesi Gereken Bir Nokta:
“El-Gadir” kitabının telifinden günümüze kadar elli yıldan fazla bir zaman geçmektedir. Bu müddet içerisinde kaynak olarak ismi zikredilen kitaplardan çoğu çeşitli baskılar yapmıştır.
Bu baskılar neticesinde ismi kaynak olarak verilen kitapların cilt ve sayfaları değişmiştir. Biz el-Gadir kitabındaki verilen kaynakları emanete riayet etmek için aynen nakletmeyi daha uygun gördük. Bu nedenle, kaynaklara müracaat ederken bu noktaya dikkat etmeniz rica olunur.
Resulullah (s.a.a) Hicretin onuncu yılında hacca gitmeyi kararlaştırmıştı. Bu kararı açıkladığında, Resulullah ile birlikte hacca gitmek için Medine’ye çok sayıda insan geldi. Bu hacca “Haccet-ül Veda” “Haccet-ül İslam” “Haccet-ül Belağ” “Haccet-ül Kemal” ve “Haccet-üt Tamam” da denilmektedir.[10]
Resulullah (s.a.a) gusledip, saçlarına yağ sürerek taradıktan sonra, iki çöl elbisesiyle Zilhicce ayından beş-altı gün önce Cumartesi günü (İzar ve Ridayla) Medine’den yola çıktı. Resulullah (s.a.a) Medine’den çıktığında onunla birlikte eşleri, Ehl-i Beyti, Muhacir, Ensar ve diğer Arap kabilelerinden büyük bir topluluk da yola çıktı.[11]
Resulullah (s.a.a) Medine’den yola çıktığı o günlerde Medine halkından bir çok kimse çiçek veya kızamık hastalığına yakalanmıştı. Bu yüzden birçok insan Resulullah (s.a.a) ile Hacca gitmek şerefine erişemediler. Buna rağmen çok büyük bir insan topluluğu onunla beraber Medine’den hareket etti.
Bazıları Resulullah’la birlikte hareket edenlerin sayılarının 90 bin kişi, bazıları 114 bin kişi, bazıları 120 bin kişi, bazıları 124 bin kişi, bazıları da bundan daha fazla olduğunu yazmışlardır. Bunlar Hz. Peygamberle birlikte hareket edenlerin sayısı olup Mekke’de olanlar, Yemen’den Hz. Ali (a.s) ve Ebu Musa ile gelenler de onlara eklenirse o zaman hacıların sayısı bu rakamların çok üzerinde olacaktır.[12]
Resulullah (s.a.a) pazar günü sabahleyin “Yelemlem”e vardı, sonra hareket edip akşam yemeğini “Şeref-us Seyale”de yedi, akşam ve yatsı namazını da orada kıldı. Daha sonra (oradan hareket edip) sabah namazını “Irkuz Zabye”de kıldı. Sonra “Revha”ya indi. Daha sonra Revha’dan hareket edip ikindi namazını “Munsaref”te kıldı.
Oradan da hareket edip akşam ve yatsı namazını “Muteaşşa”da kıldı ve akşam yemeğini de orada yedi. Yine oradan hareket edip, sabah namazını “Esabe”de kıldı. Salı gününün sabahı “Arc”a (Akabet-ul Cuhfe’ye) vardı; orada deve kemiyi ile boynundan kan aldırdı. Çarşamba günü “Sekya”ya vardı, sabah namazını “Ebva”da kıldı. Sonra oradan hareket edip Cuma günü “Cuhfe”ye vardı.
Oradan da “Kadid”e ulaştı ve cumartesi gününü orada istirahatla geçirdi. Pazar günü “Usfan”da idi. Sonra oradan hareket edip “Gamim”e vardı; Gamim’de yayalar sıraya geçip yürümekten dolayı Peygambere şikayette bulundular. Resulullah (s.a.a) onlara, “süratle yürüyün” buyurdular. Onlar da böyle yaparak rahatladılar.
Pazartesi günü “Merr-uz Zahran”a vardılar. İkindiyi orada geçirerek akşamleyin “Seref”e ulaştılar. Akşam namazını kılmadan Mekke’ye ulaştılar. Geceyi Mekke girişindeki dağın arasında geçirdiler ve salı günü sabahleyin Mekke’ye girdiler.[13]
Resulullah (s.a.a) hac amellerini yaptıktan sonra, Mekke’ye geldiği insanlarla Medine’ye geri dönerlerken, Medine, Mısır ve Iraklıların yol ayrımı olan Gadir-i Hum’a ulaştıklarında, Cebrail şu ayeti indirdi: “Ey Peygamber, Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır ...”[14]
Allah-u Teala bu ayetle, Resulullah’ın (s.a.a), Hz. Ali (a.s)’ı imam olarak halka tanıtmasını ve velayet hakkında nazil olanı, onlara tebliğ etmesini emretti ve ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Bu olay Zilhiccenin 18. Günü vuku buldu.
Hacdan dönenlerden ilk grup Cuhfe’ye yaklaştığında Resulullah (s.a.a) önde gidenlerin geri dönmesini ve geride kalanların da bu bölgede onlara ulaşmasını emretti. O bölgede bulunan, birbirine yakın beş büyük ağacın altında oturmaktan onları sakındırdı; bu ağaçların altını temizletti, öğle namazı için ezan okundu, daha sonra Resulullah (s.a.a) halkla birlikte o ağaçların altında namaz kıldı.
Hava çok sıcaktı; insanlar sıcaktan abalarının yarısını başlarına çekip, yarısını da ayaklarının altına seriyorlardı. Semure denen ağacın üzerine elbise vb. şeyleri atarak Resulullah (s.a.a) için gölgelik yaptılar.
Resulullah (s.a.a) namazını bitirdikten sonra cemaatın ortasında,[15] deve semerleri üzerine çıkarak[16] herkesin duyacağı şekilde yüksek bir sesle şöyle buyurdular:
“Bütün övgüler Allah’a mahsustur; O’ndan yardım diliyor, O’na iman ediyor, Ona güveniyoruz. Nefsimizin şerlerinden, kötü amellerimizden Allah’a sığınıyoruz. Sapan kimseyi O’ndan başka kimse hidayet edemez; O’nun hidayet ettiğini ise kimse saptıramaz. Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum.”
Ve Sonra:
“Ey insanlar! Latif ve Habir olan Allah bana haber verdi ki, hiçbir Peygamber, kendisinden önceki peygamberin ömrünün yarısından fazla yaşamamıştır; ben yakında Rabbimin davetine icabet edeceğim. Ben sorumluyum, siz de sorumlusunuz. O halde siz ne düşünüyorsunuz?”
Halk: “Biz senin tebliğ ettiğine, nasihatta bulunduğuna, çaba sarf ettiğine tanıklık ediyoruz. Allah sana mükafat versin.”
Resulullah: “Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna, cennet ve cehenneminin hak olduğuna, kıyamet gününün geleceğine ve kabirde olanların dirileceğine şehadet ediyor musunuz?”
Halk: “Evet buna şehadet ediyoruz.”
Resulullah: “Allah’ım şahit ol.”
Yine Resulullah: “Ey insanlar! İşitiyor musunuz?”
Halk: “Evet işitiyoruz.”
Resulullah: “Ben sizden önce (Kevser) havuzun başına gideceğim, siz orada benim yanıma geleceksiniz. O havuzun genişliği “San’a”[17] ve “Busra” arası kadardır. O havuzda, yıldızlar sayısında kadehler vardır. Benden sonra sekaleyn[18] hakkında nasıl davranacağınıza bakın.”
Halktan birisi: “Ya Resulullah, sekaleyn nedir?”
Resulullah: “Resulullah(sas) şöyle buyuruyor: Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; onlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz.
Onlar Allah'ın Kitab'ı ve benim itretim Ehl-i Beyt'imdir. Allah-u Teala bana bildirdi ki, onlar havuzun başında bana ulaşıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Bunların birbirinden ayrılmamasını ben de Rabbimden istedim. Onlardan ne öne geçin ve ne de geride kalın; çünkü helak olursunuz.
” Resulullah (s.a.a) daha sonra Hz. Ali (a.s)’ın elini tutup her ikisinin koltuk altları görülecek kadar kolunu yukarıya kaldırdı. Herkes onu görüp tanıdı; sonra şöyle buyurdu:
“Ey İnsanlar! Mü’minlerin kendilerinden, onlara daha evla kimdir?”
Halk: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.”
Resulullah: “Allah-u Teala benim mevlamdır, ben de mü’minlerin mevlasıyım; ben onlara kendilerinden daha evlayım. Öyleyse ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” Resulullah bu cümleyi üç defa tekrarladı. (Hanbeli’lerin imamı Ahmed b. Hanbel’e göre, dört defa tekrarlamıştır.) Daha sonra şöyle buyurdular:
“Allah’ım, onunla dost olana dost, ona düşman olana düşman ol; onu seveni sev, ona buğzedene buğzet; ona yardım edene yardım et, ondan yardımını esirgeyenden yardımını esirge; o nereye dönerse hakkı onunla döndür. Biliniz ki, bu sözleri hazır olanlar hazır olmayanlara bildirmelidirler.”
Halk henüz dağılmadan Allah-u Teala şu ayeti indirdi: “Bu gün dininizi kemale erdirdim, nimetimi size tamamladım ve din olarak İslam’ı size beğendim.”
Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: “Allah-u Ekber! Din kemale erdi, nimet tamamlandı, Allah benim risaletime ve benden sonra Ali’nin velayetine razı oldu.”
Daha sonra orada bulunan insanlar Hz. Ali (a.s)’ı tebrik etmeye ve kutlamaya başladılar. Ebu Bekir ve Ömer, Hz. Ali (a.s)’ı ilk kutlayan kimselerdendirler. Onlardan her biri; “Bu makam sana kutlu olsun ey Ebu Talibin oğlu! Sen, her mü’min erkek ve kadının mevlası oldun” diyorlardı.
İbn-i Abbas da; “Vallahi bu velayet herkesin üzerine farz oldu.” dedi.
Hassan da şöyle dedi: “Ya Resulullah! Bana izin ver de Ali hakkında, halkın duyması için bazı beyitler okuyayım.”
Resulullah (s.a.a) buyurdular: “Allah’ın bereketi üzerine söyle”
Hassan ayağa kalkıp şöyle dedi: “Ey Kureyş’in büyükleri! Peygamber (s.a.a)’in huzurunda mezkur velayet hakkında şöyle diyorum:
Hum’da Gadir günü Peygamberleri onlara sesleniyor.
Herkesin duyacağı şekilde yüksek bir sesle.[19]
Bu anlatılanlar, Gadir olayı hakkında özet bir bilgidir; tafsilatı ise ileride gelecektir. Bütün ümmet bunda ittifak etmiştir ve İslam tarihinde bundan başka bir Gadir olayı yoktur. Gadir olayı denince bu konu akla gelir. Gadir-i Hum denince de, Cuhfe yakınlarındaki meşhur ve tanınan yer hatırlanır ve araştırmacılardan hiç kimse Gadir-i Hum olarak ondan başka bir yer tanımazlar.[20]
3. BÖLÜM
ALLAH-U TEALA’NIN GADİR’E VERDİĞİ ÖNEM
1- Tebliğ Ayeti
2- İkmal Ayeti
3- El-Azab-ul Vaki Ayeti
1- Tebliğ Ayeti
Allah-u Teala’nın, dinin koruyucusu olan Emir-ül Mü’minin (a.s)’ın elinde büyük bir kanıt bulunması için, “Gadir Hadisi”nin meşhurlaşmasında, dillerde dolaşmasında ve ravilerin onu nakletmesinde özel bir inayeti vardır. Bu hedef için Peygamber (s.a.a)’e Hacc-ı Ekber’den döndüğünde binlerce insanın içerisinde velayet meselesini tebliğ etmesini emretti.
Allah-u Teala bununla da yetinmedi, Gadir Hadisinin taptaze kalmasını ve zamanın onu yıpratmamasını istedi. Bu nedenle ümmetin sabah-akşam okuması için, Gadir’le ilgili apaçık ayetler indirdi. Allah-u Teala, o ayetlerden her biri okunduğunda, okuyan kimseye hilafet konusunda Allah’a itaat etmekle ilgili farz olan şeyi hatırlatmaktadır.
O ayetlerden biri, Maide suresindeki şu ayettir:
“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, Onun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[21]
Bu ayet, Haccet-ül Veda yılının (h. 10) zilhicce ayının 18. günü nazil oldu. Peygamber (s.a.a), Gadir-i Hum’a vardığında öğleyi beş saat geçerken Cebrail inerek şöyle dedi: “Ey Muhammed! Yüce Allah sana selam göndererek şöyle buyurmaktadır:
“Ey Peygamber! (Ali hakkında) Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bunu yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun...”
Yüz bin veya daha fazla olan insanların bir kısmı ilerleyip Cuhfe’ye yaklaşmıştı. Allah-u Teala ileri gidenlerin geri dönmesini, geride kalanların da bu mekanda durdurulmasını ve Ali (a.s)’ı halka gösterip onun hakkında nazil olan ayeti onlara tebliğ etmesini Peygambere emretti ve onu halktan koruyacağını kendisine bildirdi.
Bu naklettiğimiz sözler, İmamiyye alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri sözlerdir.
Ehl-i Sünnet alimlerine gelince, bu konudaki hadislerine vakıf olduğumuz alimlerden bazılarının isimlerini[22] aşağıda zikrediyoruz:
1- Hafız Ebu Cafer Muhammed b. Cerir-i Taberi (ö. h. 310), “el-Vilayet-u fi Turuk-i Hadis-il Gadir” adlı kitabında kendi senediyle bu konuda Zeyd b. Erkam’dan bir hadis nakletmiştir.[23]
2- Hafız İbn-i Ebi Hatem Ebu Muhammed Hanzeli er-Razi (ö. h. 327), bu konuda, Ebu Said Hudri’den kendi senediyle bir hadis nakletmiştir.[24]
3- Hafız Ebu Abdullah el-Mehamili (ö. h. 330), “Emali”sinde kendi senediyle İbn-i Abbas’tan bir hadis nakletmiştir.[25]
4- Hafız Ebu Bekir-il Farisi eş-Şirazi (ö. h. 407), “Ma Nezele Min-el Kuran-i fi Emir-il Mü'minin” adlı kitabında, bu konuda kendi senediyle İbn-i Abbas’dan bir hadis nakletmiştir.
5- Hafız İbn-i Merdeveyh (Doğumu. 323, ö. h. 410) Ebu Said Hudri’den, İbn-i Mes’ud’dan, İbn-i Abbas’dan, Zeyd b. Ali’den kendi senediyle bu konuda hadisler nakletmektedir.[26]
6- Ebu İshak Sa’lebi en-Nişaburi (ö. 427 veya h. 437), “el-Keşf ve’l-Beyan” tefsirinde, Ebu Cafer Muhammed b. Ali (İmam Bakır)’dan ve İbn-i Abbas’tan hadisler nakletmiştir.[27]
7- Hafız Ebu Nuaym-i İsfehani (ö. h. 430), “Ma Nezele Min’el Kur’an fi Ali” adlı kitabında kendi senediyle bu konuda Atiyye’den hadis rivayet etmektedir.[28]
8- Ebu’l Hasan-i Vahidi en-Nişaburi (ö. h. 468), Ebu Said Hudri’den kendi senediyle hadis nakletmiştir.[YA1][29]
9- Hafız Ebu Said Mes’ud b. Nasır es-Secistani (ö. h. 477) “ed-Dirayet-u fi Hadis-il Vilayet” adlı kitabında çeşitli yollarla kendi senediyle İbn-i Abbas’tan hadisler nakletmektedir.[30]
10- Hafız Hakim el-Haskani Ebu-l Kasım (ö. h. 490’dan sonra) “Şevahid-ut Tenzil li Kavaid-it Tefsil ve’t Te’vil” adlı kitabında kendi senediyle İbn-i Abbas ve Cabir-i Ensari’den hadis nakletmektedir.[31]
11- Hafız Ebu-l Kasım b. Asakir eş-Şafii (ö. h. 572) kendi senediyle Ebu Said Hudri’den bu konuda hadis naklediyor.[32]
12- Ebu’l Feth-i Netenzi (d. 480) “el-Hasais-ul Aleviyye”adlı kitabında İmam Muhammed b. Ali el-Bakır (a.s) ve Cafer b. Muhammed es Sadık (a.s)’dan bu konuda kendi senediyle hadis nakletmiştir.[33]
13- Ebu Abdullah Fahruddin-i Razi eş-Şafii (ö. h. 606) Tefsir-i Kebir’inde, saydığı onuncu vechinde bu olayı, mezkur ayetin iniş sebebi olarak zikretmektedir.[34]
14- Ebu Salim-i Nesibi eş-Şafii (ö. h. 652), Vahidi-i Nişaburi’nin hadisini Ebu Said-i Hudri’den nakleder.[35]
15- Hafız İzzuddin-i Ras’ani el-Musil-i el-Hanbeli (d. 589, ö. 661) kendi tefsirinde bu konuda İbn-i Abbas’tan bir hadis nakletmektedir.[36]
16- Şeyh-ul İslam Ebu İshak el-Himvini (ö. 722) “Feraid-us Simtayn” da bu konuda kendi şeyhlerinden senetleriyle Ebu Hureyre’den bir hadis nakleder.
17- Seyyid Ali Hemdani (ö. h. 786), Meveddet-ul Kurba’da Bera b. Azib’den bir hadis nakleder.
18- Bedruddin b. Ayni el-Hanefi (d. 762, ö. 855) “Ya eyyuher resul-u belliğ ma unzile ileyke” ayeti hakkında Hafız Vahidi’den, daha önce nakledilen hadisin aynısını nakletmiştir. Daha sonra Mukatil ve Zemahşeri’den mezkur ayetin nüzul sebebi hakkında ki diğer görüşleri de nakledip şöyle demiştir:
“Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Hüseyin demiştir ki; “Mezkur ayetin manası şudur: “Rabbinden, Ali b. Ebu Talib (a.s)’ın fazileti hakkında sana nazil olanı tebliğ et”. Bu ayet nazil olduğunda Peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’ın elini tutup şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.”[37]
19- Nureddin b. Sabbağ el-Maliki el-Mekki (ö. h. 855) Vahidi’nin “Esbab-un Nuzul”da rivayet ettiğini Ebu Said’in hadisini zikretmiştir.[38]
20- Nizamuddin-i Nişaburi (ö. h. 8. yüzyıl.) mezkur ayet hakkında, Ebu Said-i Hudri’nin hadisini nakletmiş ve şöyle demiştir: “Bu, İbn-i Abbas, Bera b. Azib ve Muhammed b. Ali’nin sözüdür.” Daha sonra tebliğ ayetinin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler de aktarmıştır.[39]
21- Kemaluddin-i Meybudi (ö. h. 908’den sonra), Sa’lebi’nin rivayetini bu konuda zikretmiştir.[40]
22- Celaluddin-i Suyuti eş-Şafii (ö. h. 911) diyor ki: Ebuş-Şeyh, Hasan’dan; Abd b. Hamid, İbn-i Cerir, İbn-i Ebi Hatem ve Ebuş-Şeyh Mücahid’den; İbn-i Ebi Hatem, İbn-i Merdev ve İbn-i Asakir ise Ebu Said-i Hudri’den şöyle nakletmişlerdir: Şu ayet Resulullah (s.a.a)’e nazil oldu:
“Ey Resul! Rabbinden sana ineni tebliğ et -ki Ali (a.s) mü’minlerin mevlasıdır- bunu yapmayacak olursan O’nun risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[41]
23- Seyyid Abdulvehhab el-Buhari (d. h. 869, ö. h. 932), kendi tefsirinde, “De ki ona (risaletime) karşılık sizden akrabalarıma sevgiden başka bir ücret istemiyorum” ayetinin peşinde bu konuda Bera b. Azib’den bir hadis naklediyor ve; “Bunu, Ebu Nuaym rivayet etmiş ve Sa'lebi kitabında zikretmiştir” diyor.
24- Seyyid Cemaluddin eş-Şirazi (ö. h. 1000), “Erbain”inde söz konusu ayetin “Gadir-i Hum”da nazil olduğunu İbn-i Abbas’tan rivayet etmiştir.
25- Muhammed Mahbub-ul Alem (ö. h. 11. yüzyıl), “Tefsir-i Şahi” adlı tefsirinde, Nizamuddin-i Nişaburi’nin tefsirinde geçeni aynen nakletmiştir.
26- Mirza Muhammed Bedehşani (ö. h. 12.), “Miftah-un Neca” kitabında şöyle demiştir: “Emir-ul Müminin Ali b. Ebi Talib (a.s)’ın makamı hakkında gerçekten pek çok ayet nazil olmuştur, ben bu kitapta sadece onların özetini yazdım.” Daha sonra, İbn-i Merdevin, Zerr’ den, Abdullah b. Abbas’tan rivayet ettiğini zikretmiştir. Sonra onun yoluyla Ebu Said-i Hudri’den ve Hafız Ras’ani’nin İbn-i Abbas’tan rivayet ettiği hadisi, nakletmiştir.
27- Kadı Şevkani (ö. h. 1250), kendi tefsirinde şöyle demiştir: “İbn-i Ebi Hatem, İbn-i Merdev ve İbn-i Asakir, Ebu Said-i Hudri’nin şöyle dediğini nakletmişlerdir; “Ey Resul, Rabbinden sana nazil olanı tebliğ et...” ayeti “Gadir-i Hum” günü, Ali b. Ebi Talib (a.s) hakkında Resulullah’a nazil olmuştur.”
İbn-i Merdeveyh, İbn-i Mesud’un şöyle dediğini rivayet etmiştir: Biz Resulullah’ın (s.a.a) zamanında mezkur ayeti şöyle okuyorduk: “Ya eyyüher Resul, belliğ ma unzile ileyke min Rabbike -inne Aliyyen mevle’l mu’minin- ve in lem tef’al fema belleğte risaletehu vallahu ya’simuke min’en nas.”[42]
28- Seyyid Şehabuddin-i Alusi eş-Şafii el-Bağdadi (ö. h. 1270) şöyle demiştir: Şia’nın zannına[43] göre “Rabbinden sana nazil olanı tebliğ et” ayetinden maksat, Ali (kerremellah vechehu)nun hilafetidir. Kendi senetleriyle İmam Bakır ve İmam Sadık (a.s)’dan şöyle nakletmektedirler:
Allah-u Teala (c.c), Peygamberine (s.a.a), Ali’yi halife seçmesi için vahyetti. Resulullah (s.a.a) bunun ashabından bazılarına ağır gelmesinden çekiniyordu. Ama Allah-u Teala (c.c) bu ayeti indirerek emrolunduğu şeyi yerine getirmesi için ona cesaret verdi.
İbn-i Abbas’tan da şöyle nakletmişlerdir: Bu ayet (tebliğle ilgili ayet) Ali (kerremallah vechuh) hakkında nazil olmuştur. Allah-u Teala, Peygambere Ali’nin velayetini halka bildirmesini emretti. Ama Resulullah (s.a.a) halkın, “Bakın kendi amcası oğlunu seçti” demesinden ve bu konuda onu kınamalarından çekindi.
Bunun üzerine Allah-u Teala bu ayeti (tebliğ ayetini) ona vahyetti. Bundan dolayı Resulullah (s.a.a): “Gadir-i Hum” günü Hz. Ali (a.s)’ın velayetini halka bildirmek için onun elinden tutup şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Onunla dost olanla dost, ona düşman olana düşman ol.”[44]
Celaluddin-i Suyuti, ed-Dürr-ül Mensur’da, İbn-i Merdeveyh ve İbn-i Asakir’in, Ebu Said-i Hudri’den şöyle rivayet ettiklerini kaydetmiştir: Bu ayet (tebliğ ayeti), “Gadir-i Hum” günü, Ali b. Ebi Talib hakkında Peygamber (s.a.a)’e nazil olmuştur.
İbn-i Merdeveyh de İbn-i Mes’ud’dan şöyle dediğini nakletmiştir: “Biz Resulullah’ın (s.a.a) zamanında (tebliğ ayetini) şöyle okuyorduk: Ya eyyüher resulu belliğ ma unzile ileyke min rabbike -inne Aliyyen veliyyul muminin- ve in lem tef’al fema belleğte risaletehu.”(Maide/67)
29- Şeyh Süleyman Kunduzi el-Hanefi (ö. h. 1293) şöyle demiştir: Sa’lebi, Ebu Salih’den, İbn-i Abbas’tan ve İmam Bakır (a.s)’dan şöyle nakletmiştir: “Bu ayet Ali (a.s) hakkında nazil olmuştur.”
Himvini de“Feraid-us Simtayn”da mezkur sözü Ebu Hureyre’den nakletmiştir. Maliki de “el-Fusul-ul Muhimme” kitabında, Ebu Said-i Hudri’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bu ayet Gadir-i Hum’da Ali (a.s) hakkında nazil olmuştur.” Şeyh Muhyiddin-i Nevevi de aynen böyle nakletmiştir.[45]
30- Şeyh Muhammed Abduh el Mısri (ö. h. 1323) de şöyle demiştir: İbn-i Ebi Hatem, İbn-i Merdeveyh ve İbn-i Asakir, Ebu Said-i Hudri’den, “Mezkur ayet Gadir-i Hum günü Ali b. Ebi Talib hakkında nazil olmuştur.” diye rivayet etmiştir.[46]
Bunlar, Gadir kıssasıyla ilgili nazil olan ayetler hakkındaki araştırdığımız hadis ve görüşlerden ibaretti. Nakiller hakkında daha fazla araştırma yapanlar mezkur ayetin nüzul sebebi için diğer görüşler de zikretmişlerdir.
Çok görüş zikredenlerden ilk şahıs, bizim bildiğimize göre Taberi’dir.[47] Ondan sonra gelenler de ona tabi olmuşlardır. Fahr-i Razi ise tebliğ ayetinin nüzul sebebiyle ilgili dokuz görüş zikretmiştir. Onuncu görüş ise bizim bu kitapta zikrettiğimiz.
Taberi, tebliğ ayetiyle ilgili olarak İbn-i Abbas’tan şöyle nakletmiştir: “Yani, Rabbinden sana nazil olan ayetlerden bir ayeti saklarsan, risaletimi tebliğ etmemiş olursun.”
Bu sözün, ayetin nüzul sebebinin Gadir kıssası hakkında olmasıyla bir çelişkisi yoktur. Taberi’nin naklindeki “ayetlerden bir ayeti saklarsan” İbaresindeki “ayet”lafzını nekire-i mahza olarak kabul edersek, o zaman “ayetlerden herhangi birini saklarsan” anlamını ifade ederek , genel anlamıyla “Gadir Hadisi’ne de şamil olur.
Ama eğer söz konusu “ayet” lafzını nekire-i muhassasa olarak kabul edersek, o zaman da “ayetlerden belli birini saklarsan” anlamını ifade ederek, özellikle “Gadir Hadisi”ni vurgulamış olur. Her iki takdirde de bizim hadisler ve nakillerle ispatlamaya çalıştığımız şeyi desteklemiş olur.
Katade’den de şöyle nakletmiştir: “Allah-u Teala (mezkur ayette) Peygamber’i insanlardan koruyacağını bildirmiş ve onu tebliğ etmekle görevlendirmiştir.”
Bu söz de bizim dediğimiz sözle çelişmemektedir. Çünkü, Allah-u Teala Peygamber (s.a.a)’in, açıklamasından dolayı ümmetin ihtilafa düşmesinden çekindiği şeyin tebliği konusunda, onu koruyacağına söz vermiştir.
Tebliğ etmekle görevlendirilmiş olduğu konunun “Gadir Kıssası” olmasının Katade’den nakledilen sözle hiçbir çelişkisi yoktur ve o konunun ne olduğunu hadisler belirler.
Said b. Cübeyr, Abdullah b. Şakik, Muhammed b. Kab el-Kurzi ve Aişe’den de şöyle nakletmiştir -lafz Aişe’ye aittir-: “Peygamber (s.a.a), “Allah seni insanlardan korur” ayeti nazil oluncaya kadar (muhafızlarla) korunuyordu. Bu ayet nazil olduktan sonra Peygamber (s.a.a) başını çadırdan dışarı çıkararak, şöyle dedi: “Ey insanlar! Beni korumaktan vazgeçin. Çünkü Allah, beni koruyacağını bildirmiştir.”
Bu nakilde, sadece Peygamber (s.a.a)’in, söz konusu ayet nazil olduktan sonra sadece muhafızları dağıttığı bildirilmiştir. Ama açıklamasından çekindiği şeye deyinilmemiştir. Açıklamasından çekindiği meselenin, Gadir günündeki mesele olmasının hiçbir sakıncası yoktur. Bu ve diğer kitaplarda yer alan hadisler, o meselenin Gadir günündeki mesele olduğunu teyid etmektedirler.
Yine Taberi, Kurzi’den mezkur ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle nakletmiştir: “Peygamber (s.a.a) bir konağa indiğinde ashabı, gölgeli bir ağacın altında dinlenmesi için, ona bir yer ayarlardılar. Bir defasında Arap bir bedevi Peygamber’in baş ucuna gelip kılıcını çekerek: “Seni benden kim kurtarabilir” dedi.
Peygamber (s.a.a); “Allah,” dedi. Bu esnada bedevi Arab’ın eli titredi, kılıç elinden düştü ve başı ağaca çarparak beyni darmadağın oldu. Sonra Allah-u Teala şu ayeti nazil etti: “Allah seni insanlardan korur.”
Bu nakil, önceki nakille çelişmektedir. Çünkü önceki nakilde Peygamber (s.a.a)’in mezkur ayet nazil olana kadar muhafızlarla korunduğu belirtilmektedir. Bedevi Arab’ın, muhafızlar çadırın etrafını sardığı ve kılıç da Peygamber’in yanında asılı olduğu halde, Peygamber’e ulaşıp onu tehdit etmesi, gerçekten de çok uzak bir ihtimaldir.
Bunun doğru olduğu düşünülürse, ayetin başıyla sonunun ayrı ayrı nazil olduğunu söylemek gerekecektir. Çünkü bu nakle göre “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” Ayeti, bedevi Arab’ın kıssasından sonra nazil olmuştur. Bu durumda, bu kıssayla ayetin ilk kısmı arasında uyum olmayacaktır. Dolayısıyla, böyle bir durumda, sadece Kurzi’nin nakline güvenerek ayetin bu kıssa üzerine nazil olduğunu söyleyemeyiz.
Bedevi Arab’ın kıssasının o zamanlarda vuku bulmuş olması gayr-i mümkün olmasa bile ayet onun için nazil olmamıştır. Çünkü, söz konusu ayetin nazil olmasının önemli ve büyük bir sebebi olduğu apaçık ortadadır.
O da “Velayet-i Kubra” meselesinden başka bir şey olamaz. Kurzi’nin naklettiği hadise, birkaç ayetin nazil olmasına sebep olacak derecede değildir. Bunun gibi pek çok olay ve hadiseler vuku bulmuştur, ancak onlar için ne ayet inmiş, ne de toplantı ve tören düzenlenmiştir. Kurzi’nin rivayeti doğru olduğu takdirde, o olayla “Gadir Olayı”nın birbirine yakın bir zamanda vuku bulması, bazı yüzeysel düşünenleri yanıltmış olmalıdır.
Yine Taberi, İbn-i Cüreyh’den şöyle nakletmiştir: “Peygamber (s.a.a), Kureyş’ten korkuyordu; “Allah seni insanlardan koruyacaktır” ayeti nazil olduğunda sırt üstü yatarak iki veya üç defa şöyle buyurdu: “İsteyen beni yalnız bırakabilir.”
Resulullah (s.a.a), “Hilafet” meselesinden dolayı Kureyş’ten koruyor ola bilmez miydi?! Nitekim daha önce zikrettiğimiz hadisler de bunu açıklamıştı. Dolayısıyla bu sözün de, bizim dediğimizle bir çelişkisi yoktur.
Yine Taberi dört senetle Aişe’den şöyle nakletmiştir: “Kim Muhammed (s.a.a)’in Allah’ın Kitabından bir şey sakladığını zannederse, Allah’a büyük bir iftira etmiştir. Allah (c.c) buyuruyor ki: “Ey Peygamber! Allah’dan sana ineni tebliğ et.”
Aişe bu sözüyle ayetin nüzul sebebini açıklamak peşinde değildir. Bu ayetle, Peygamber (s.a.a)’in nazil olan her ayeti (halka) tebliğ ettiğini bildirmektedir Bu şüphe edilmeyecek şeylerdendir. Biz buna, bu ayetten önce de, sonra da inanmaktayız.
“Gadir Hadisi”ni onuncu ihtimal, Tefsir-i Teberi’de ki mezkur bedevi Arab’ın kıssasını sekizinci ihtimal, Kureyş’ten Yahudi ve Hıristiyanların çokluğundan korktuğunu da dokuzuncu ihtimal olarak sıralayan Fahr-i Razi’nin[48] zikrettiği on ihtimale[49] gelince; zikretmiştir. Bu ihtimallerin senetleri mürsel olan rivayetlere dayanmakta ve söyleyenlerinin kim olduğu bilinmemektedir.
Bundan dolayı bu ihtimallerin hepsi “Tefsir-i Nizamuddin-i Nişabur’ide “şöyle de deniyor” diyerek, “Hz. Ali’nin Velayeti”yle ilgili olduğu görüş, birinci ihtimal olarak zikredilmiş ve senedi İbn-i Abbas, Bera b. Azib, Ebu Said-i Hudri ve Muhammed b. Ali (İmam Muhammed Bakır) (a.s)’a dayandırılmıştır.
Teberi, daha önce yaşamış olup Gadir olayını daha iyi bilmesine rağmen, bu ihtimalleri zikretmiştir, ama Gadir hadisini nakletmemiştir. Teberi her ne kadar “Velayet Hadisi”ni de zikretmemişse de, bu konuda özel bir kitap yazmış ve bu hadisi yetmiş küsur tarikle tahriç etmiştir.
Kitabımızın On Birinci Bölümü’nde onlara değineceğiz. Teberi, bu kitabında Zeyd b. Erkam’dan mezkur ayetin Gadir vakıasında nazil olduğunu rivayet etmektedir.
Fahr-i Razi, daha sonra Taberi’nin rivayetine arttırdığı dokuzuncu ihtimali, yani Peygamber’in Yahudi ve Hıristiyanlardan korkma ihtimalini muteber kabul ediyor. İleride bu ihtimalin ne kadar doğru olduğuna vakıf olacak ve muteber olmadığını göreceksiniz. Bu bölümün başlarında isimlerini zikrettiğimiz;
Taberi, İbn-i Ebi Hatem, İbn-i Merdeviyye, İbn-i Asakir, Ebu Nuaym, Ebu İshak-ı Salebi, Vahidi, Secistani, Haskani, Netenzi, Ras’ani gibi büyük alimlerin çeşitli senetlerle rivayet ettikleri muteber hadislerin karşısında, sözünü ettiğimiz ihtimal boy gösterebilecek derecede değildir.
Bir ihtimal (Velayet Hadisi) hariç diğer ihtimaller birtakım düzme tasarılardır ki, ayetin siyakı ve nüzul sebebiyle uyuşmamaktadır. Bunların hepsi delilsiz istihsan ve tefsirlerdir; veya “Velayet Hadisi”ni zayıf bir ihtimalmiş gibi göstermek ve doğruluğunda şüphe uyandırmak için birtakım saptırıcı ihtimallerdir. Şüphesiz, Allah nurunu tamamlayacaktır. Fahr-i Razi ihtimalleri saydıktan sonra şöyle diyor:
“Bil ki, bu rivayetler (Velayetle ilgili olan rivayetler) çok da olsa, ama ayeti şuna hamletmek daha evladır: Allah-u Teala Peygamber (s.a.a)'i Yahudi ve Hıristiyanların hilesinden korudu, onlardan çekinmeden tebliğ etmesini emretti. Çünkü bu ayetten önceki ve sonraki ayetler Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgilidir. Eğer bu ayeti başka bir şekilde söylemiş olursak, önceki ve sonraki ayetlerle olan ilişkisi kopmuş olacaktır...”
Görüyoruz ki, Fahr-i Razi’nin bunu tercih etmesi, sırf ayetlerin siyakına uygun olduğu içindir ve hiçbir hadise dayanmamaktadır. Biz Kur’an’da ki ayetlerin tertibinin nüzul tertibi olmadığını göz önünde bulundurursak, sahih hadisler karşısında ayetlerin siyakına riayet etmemek pek önemli değildir. Kur’an’da Mekki ayetlerin Medeni surelerde, Medeni ayetlerin de Mekki surelerde zikrolunduğuna sıkça rastlıyoruz.
Suyuti şöyle der: “İcma ve nasslar, ayetlerin tertibinin tevkifi olduğunu (yani Peygamber’in (s.a.a) kendi emriyle yerlerinin belirlendiğini) vurgulamaktadır ve bunda hiçbir şüphe yoktur. Bu konudaki icmayı birçok kimse nakletmiştir. Örneğin; Zerkeşi “Burhan” adlı kitabında, Ebu Cafer b. Zübeyr de“Münasebat”ında bu icmayı naklediyorlar.
“Münasebat” kitabındaki ibare şöyledir: “Surelerdeki ayetlerin tertibi, bütün Müslümanların ittifakıyla Peygamber (s.a.a)’in emriyle gerçekleşmiştir.” Daha sonra bazı nasslar zikrediyor ki, Peygamber (s.a.a)’in, nazil olan ayetleri, şimdiki mevcut olan Kur’an’da ki tertip üzere yazılmasını ashabına öğrettiği ve her ayet indiğinde; Bu ayet filan ayetin arkasına yazılsın...” diye emrettiğini gösteriyordu. [50]
Kaldı ki, Peygamber (s.a.a)’in Yahudi ve Hıristiyan-lardan çekinmesi, bi’setin ilk yıllarında veya en fazla hicretten kısa bir süre sonraya kadar olmuş olmalıydı; ömrünün sonlarında değil. Çünkü ömrünün son yıllarında artık dünya devletleri ondan korkmaya başlamış, Hayber’i fethetmiş, Beni Kurayza ve Beni Nazir’in kökünü kazmış, etraftaki kabileler ona tabi olup, boyun eğmişlerdi. İşte böyle bir zamanda “Veda Haccı” ve önce ki bölümde aktardığımız hadislerde açıklandığı üzere, mezkur ayet de o sırada nazil olmuştur.
Kurtubi icma ile, Maide suresinin Medeni olduğunu söylüyor. Daha sonra Nakkaş’dan, onun Hudeybiye Yılında (h. 6. yılda) nazil olduğunu naklediyor. Ondan sonra da İbn-i Arabi’den, bu hadisin (Hudeybiye Yılı’nda nazil olduğunu söyleyen hadisin) uydurma olduğunu ve hiçbir Müslümanın ona inanmasının caiz olmadığını aktarıyor.
Nihayet şöyle ekliyor: “Bu sureden bazı ayetler Haccet-ül Veda da, bazısı Fetih yılında nazil olmuştur. Örneğin; “La yecrimennekum şeneanu kavmin...” ayeti, Fetih yılında nazil olmuştur. Peygamber (s.a.a)’in hicretinden sonra nazil olan her ayet, ister Medine’de nazil olmuş olsun, ister seferde, Medenidir. Hicretten önce nazil olan her ayet de Mekki’dir.”[51]
Hazin şöyle demiştir: “Maide suresi, “El yevme ekmeltu lekum dinekum.” (Bu gün dininizi kamil ettim...) ayeti hariç, Medine’de nazil olmuştur. O ayet ise “Haccet-ül Veda”da Arefe’de nazil olmuştur.”[52]
Kurtubi ve Hazin, Peygamber (s.a.a)’in Haccet-ül Veda’da ki şu sözünü de nakletmişlerdir: “Maide suresi, Kur’an’ın son nazil olan surelerindendir.” Suyuti, Muhammed b. Kab’dan, Ebu Ubeyd yoluyla şöyle nakletmiştir: “Maide suresi, Haccet-ül Veda’da Mekke ile Medine arasında nazil oldu.”[53]
İbn-i Zuray, “Fezail-ul Kur’an”da, Muhammed b. Abdullah b. Ebi Cafer-i Razi’den, o da Amr b. Harun’dan, o da Osman b. Ata el-Horasani’den, o da babasından, o da İbn-i Abbas’dan şöyle nakletmiştir: “Kur’an’da ilk nazil olan sure “İkra’Bismi Rabbik...”tir sonra “Nun”, sonra “Ya Eyyu’hel-Müzzemmil”dir, -böylece devam ediyor- sonra “Fetih”tir, sonra “Maide”dir, sonra “Beraat” (Tövbe)dir.” Böylece İbn-i Zuray, Beraet suresini son, Maide suresini de ondan önce nazil olan sure olarak kabul etmiştir.[54]
İbn-i Kesir, Abdullah b. Ömer’den şöyle rivayet etmiştir: “Nazil olan son sure, Maide ve Fetih (Nasr suresini kastediyor) suresidir.” Ahmed, Hakim, Nesai yoluyla da Aişe’den şöyle nakletmiştir: “Maide suresi, nazil olan son suredir.”[55]
Bunları göz önünde bulundurduğumuzda, Kurtubi[56] ve Suyuti’nin [57] İbn-i Merdeviye ve Tabarani yoluyla İbn-i Abbas’tan aktardıkları rivayetin ne kadar sahih olduğu anlaşılacaktır.
Bu rivayette şöyle deniyor: “Ebu Talib her gün, “Allah seni insanlardan korur” ayeti nazil olana kadar, Beni Haşim’den bazı kişileri Peygamber (s.a.a)’i korumak için gönderiyordu. Bu ayet nazil olduktan sonra Ebu Talib, Peygamber (s.a.a)’i koruyacak birini onun yanına göndermek istediğinde, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Amca! Allah (c.c) beni, cinler ve insanlardan korumuştur.”
Mezkur ayetin Mekki olmasını gerektiren bu rivayet, daha önce naklettiğimiz hadisler, icma ve müfessirlerin sözleri karşısında hiç bir şey ifade edemez.
Bu Konuda İlaveler:
Kurtubi, “Ey Peygamber! Rabbinden sana ineni tebliğ et...” ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu emir, Peygamber (s.a.a) ve ümmetinden alim olanlar için Allah’ın dininin hükümlerinden hiçbirini gizlememelerine dair bir tedip(terbiye ediş)tir. Bununla birlikte Allah-u Teala, Peygamber (s.a.a)’in vahiyden bir şey gizlemeyeceğini biliyordu”.[58]
Sahih-i Müslim’de de şöyle nakledilmiştir: Aişe dedi ki: Kim Muhammed (s.a.a)’in vahiyden bir şey sakladığını söylerse, şüphesiz kafir olmuştur. Allah-u Teala buyuruyor ki: “Ey Peygamber! Rabbinden sana ineni tebliğ et...” Allah Rafızileri çirkin kılsın, onlar diyorlar ki: O (Peygamber), Allah’ın kendisine vahy ettiğinden halkın ihtiyaç duyduğu bir şeyi gizledi...”
Kastalani de; “Şia, Peygamber (s.a.a)’in bazı şeyleri takıyye yaparak sakladığını söylüyor” demiştir.[59] Keşke bu ikisi (Müslim ve Kastalani) Şia’ya isnat ettikleri bu iftiranın kaynağını gösterseydiler. Ne var ki, onlar, Şia kitaplarında bu iftiraları destekler mahiyette hiçbir şey bulamamışlardır.
Fakat onlar, her halükarda, bir ümmeti suçladıklarında tasdik edileceklerini veya Şia’nın itikatlarını içeren ve onlara nispet edilen her şeyde ölçü olan bir kitaplarının olmadığını veya onların gelecekte bu iftiracılardan hesap soracak kişiler dünyaya getiremeyeceklerini sanmışlardır.
İşte buradan yola çıkarak, diğerleri gibi onlar da Şia’nın adını lekelemek ve böylece halkın hislerini onların aleyhine tahrik etmek ve savunucusu olmayan, yok olup gitmiş ümmetlerin aleyhinde konuştukları gibi, onların da aleyhinde konuşarak insanları onlardan koparmak istemişlerdir.
Şia, kesinlikle Peygamber (s.a.a) hakkında “tebliğ etmesi gereken şeyi sakladı” diye bir tek söz dahi sarf etmemiştir. Ancak, tebliğin özel zaman ve şartları vardır ve Peygamber (s.a.a) kesinlikle ilahi vahiyden öne geçerek bir şeyi tebliğ etmemiştir.
Eğer bu iki şahıs (Müslim ve Kastalani), tebliğ ayeti hakkındaki Fahr-i Razi’nin zikrettiği on ihtimale göz atmış olsalardı, Şia’ya isnat ettikleri şeyi arkadaşlarından kimin söylediğine vakıf olurlardı. Çünkü onlardan bazıları şöyle diyor: “Tebliğ ayeti, cihad hakkında nazil olmuştur. Çünkü Peygamber (s.a.a) bazen münafıkları cihada teşvik etmekten kaçınıyordu.”
Yine onlardan bazıları şöyle diyor: “Mezkur ayet, Peygamber (s.a.a) Senevilerin ilahlarını kötülemekten kaçındığı için nazil olmuştur.”
Diğer biri de şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a) Tahyir ayetini eşlerinden sakladı.!”[60] Mezkur ayetin, onların nazarına göre, bu ihtimallerden dolayı nazil olması, Peygamber’in (s.a.a) -haşa- görevini yapmadığını bildirmektedir!
“Kur’an muttakiler için kesin bir öğüttür. Elbette biz içinizde yalanlayanların bulunduğunu hiç şüphesiz biliyoruz.”[61]
1