Hüccet'ül İslam RESUL CAFERİYAN
Çeviren: Cafer BAYAR
KEVSER SURESİ
Rahman Rahim Allah'ın Adıyla
"Şüphesiz biz, sana kevseri verdik.
. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.
Doğrusu asıl ebter (soyu kesik olan) sana kin duyandır."
TAKDİM
Bu güne kadar müslümanlar, bilhassa biz Ehl-i Beyt mensupları, Masum İmamları, yolumuza ışık tutacak ve aydınlatacak bir şekilde tanıyamamışız. Tanımışsak da onlar hakkındaki bilgimiz mantıkî ve aklî yönden daha ziyade atifî bir yön taşımaktadır.
Bunun nedenini anlamak için İslam toplumuna, bizzat şii toplumlarına hüküm süren siyâsetleri incelemek gerekir. Masum İmamlar, halifelerin, İslam toplumunu medine-i fazı-ladan uzaklaştıran, öz Muhammedî (s.a.a.) islam'ı gerçek rotasından saptıran yanlış tutum ve tavırları karşısında her yönlü bir mücadele başlatmışlardı. Haliyle hilafetin temelini sarsacak bir mahiyette olan bu mücadeleye karşı halifeler de ellerinden geleni yaptılar.
Bu doğrultuda Masum İmamlar'a zulüm ve haksızlık ettiler, onların toplum arasındaki itibarını düşürmek ve Şiiliğin temelini kazrmak için geniş çaplı bı'r karalama politikası seçtiler. Bununla da kalmayıp Ehl-i Beyt mensuplarını katletmeye başladılar...
Kısacası hakim düzenler Ehl-i Beyt İmamlarını halktan koparmak en azından faaliyetlerini kontrol edebilmek için engel üstüne engel çıkardılar, halkın bilinçlenmesini önlediler ve buna parelel olarak da itibâr kazanmak için zulüm saraylarının vitrinine satılmış, şartlanmış alimleri de kattılar.
Böylece de tarihimize, ^günümüze ve gelecek nesillerimize ışık tutan, yön veren bu mücadeleyi bir ibham girdabında tutmaya çalıştılar ve bu doğrultuda nisbeten başarı sağladılar.
Masum İmamların mazlu-miyeti, tarihin bütün dilimlerinde doğal olarak şiaların atife ve duygularını coşturmuşsa da onların kendi İmamlarına karşı duydukları gerçek sevgi ve bağlılıklarını sergileyen bu doğal tavır bile egemen siyasetçilerin ard niyetli saldırılarına maruz kalmış ve hatta bazen onun pasifleştirici yönü daha çok ağırlık kazanmıştır.
İmam Humeyni (r.a.) önderliğinde İran İslam İnkılâbının başarıyla sonuçlanması, İslam'ın siyasal, toplumsal, kültürel, iktisadî ve askerî metod ve ilkelerinin yeniden gözden geçirilmesini gerektirirken, aydın kesimin dikkatini, Masum İmamların yaşantısında daha dikkatle incelemeye, daha derinden düşünüp araştırmaya çekti, özellikle de yukarıda belirtilen alanların, bu İmamların veya Mukaddes İslam Cumhuriyeti düzenindeki yetkililerin bizzat hayatlarının her yönünde tamamen parlaması öz Muhammedi (s.a.a.) İslam'dan güzel bir örnek sergilemektedir, bizlere.
"Masum imamların Fikrî ve Siyasî Hayatı" adındaki kitabımız bu doğrultuda olup, Masum İmamların hayatlarını siyasî ve fikrî açıdan maharetle incelemeyi üstlenmektedir.
Toplumumuzda Masum İmamların bu yönü mübhem kaldığından, daha doğrusu gizli tutulduğundan dolayı, İslamî faaliyetlere yön vermesi için KEVSER yayıncılık olarak bu boşluğu doldurmak istedik. İnsanımıza faydalı olmasını diliyoruz.
Üstad Allame Seyyid Cafer Murtaza'nın
ÖNSÖZÜ
Masum imamların tarihleri etrafındaki bazı önemli hususlar:
Masum imamların yaşantısı, amel ve tavırları hakkında inceleme yapmak, fertlerin bireysel özelliklerinden ve onların şahsiyetini belirleyen özelliklerden bahsetmek değil; bilakis İslam'ın çeşitli boyut ve alanlarından ve de onca kapsamlılık, asalet ve derinliği ile onların özelliklerinden bahsetmektir.
Bu durumda hiç bir tarihçi ve araştırmacı islam'ın bütün hakikatlarini doğru bir şekilde ve derinden idrak etme gücüne sahip olmadıkça, İslam'ın, imamların bütün yaşamında ve şahsiyetlerinin özünde yarattığı gerçek etkiye vakıf olmadıkça ve bu etkilerin, onların kendi etraflarına karşı yaptıktan amellere, hal ve tavırlara nasıl yansıdığını bilmedikçe, imamların hayatına tamamen aşina olamaz ve onların takındıkları tavır ve davranıslarındaki hassas noktalan, canlı şahsiyetlerini gerçek ve kamil bir şekilde aktaramaz.
İmamların düşünce, ilim, fazilet, ihlas ve ruhsal özelliklerine sahib olmak İçin belli bir yol katetmiş birinden başka, hiç bir kimsenin İmamların bu alanlardaki makam ve mevkisine varma aşamasında olduğunu ya da bu yüce makama varmaya muvaffak olmuş olduğunu iddia ettiğini sanmıyoruz: Biz nerede, onlar nerede, hatta bunlardan bir derece aşağı kimseler nerede?
Aynı zamanda bu, aciz kalarak onlardan yararlanmadan kaçınmamız anlamına gelmez. Mecburen bu konunun derinliklerine inmeli, coşkun dalgalarına atılmalı ve bu konunun hayır, bereket, ibret ve öğütlerinden yükümüzü tutmalıyız ki gücümüzün yettiği kadar ve imkanımız elverdikçe yararlanalım. Bunun kendisi doğruluğa götürür, hayrın esas ve temeline yüceltir. '
Değerli kardeşimiz Hüccet-ül islam Caferiyan sadece kalbini aydınlatmak, akıl ve ruhunu bu nur denizine daldırmak ve ondan hayır ve bereket almak için çaba sarfetmiş ve bu nurların coşkun denizine atılmıştır. Allah çabası karşılığında onu mükâfatlandırsın ve hayır, doğruluk, kurtuluş ve temizlik yoluna iletsin.
KONUNUN UFUKLARI
İmamlar, ve onların hakkındaki olaylar üzerinde inceleme yapmanın, fertlerin tarihi olmadığını bilakis onun, Allah'ın, insan tarihi boyunca peygamberlerin dilek ve çabalarının tecelli etmesini istemiş olduğu insanın "ilahi hidayet ve eğitim" tarihi olduğunu öğrendik. İmamlar yeryüzünde (kelimenin tam anlamı ve bütün yönleriyle) ilahî halifeliğin canlı tecessümü ve yüce örneğidirler.
Evet kamil şahsiyet onlarda tecelli ve tecessüm etmiş ve öyle kamil birer insan olmuşlar ki bilinç, irade, hikmet ve mukavemet ile yaşamın bütün zorluklarına göğüs germişler, yaşam da bütün olumsuz yönleriyle, içinde taşıdığı felaket, zorluk bela ve sıkıntılarla onları karşılamıştır. Ancak hayat, ilahi iradenin devamı olan bu ilahi insanın iradesine boyun eğmiş ve bu insanın bilinci karşısında teslim olmuştur.
O ilahi gözle bakar, onun hikmet ve dayanıklılığı yaşamın zorluğuna, kahrına karşı koyduğu için böyle bir üstünlük sağlamıştır, bu başarı ilahi talim ve himaye yardımı ve Allah'ın tevfik ve teyidiyle gerçekleşmiştir.
İmamların hayatlarını, onlar için özel bir durum doğuran ve onları her alanda onunla yaşamaya ve karşılaşmaya mecbur eden bütün şart ve durumları tanıma ve idrak etmeye olan ihtiyacımız işte burdan aydınlığa kavuşmuş oluyor. Bu ihtiyaç, ister bazılarına göre imamların özel yaşamlarının belli bir alanında sınırlı tutmalarından kaynaklanmış olsun, isterse bizim ele aldığımız, siyasi, sosyal, ahlâkî v.s. gibi öğretilerden . ibaret olan toplumun genel hayatının geniş bir dairesinde ele alışımızdan kaynaklansın, zaruri bir meseledir.
Bu söylenenlerin tümü bir gerçeği teyid ediyor, o ise imamların geniş kapsamlı ufuklarına küçük dahi olsa bir baca açmak isteyen her araştırmacının gerekli şahit ve delillerin en azıyla yetinmek istese bile karşılaşacağı zorluk ve zahmetten ibarettir.
İKİ SORU:
Bunları göz önünde bulundurarak önce şu soruya hemen cevap vermek gerekir; elde bulunan belge ve kaynaklar böyle önemli bir konuyu halletmemiz ve bu amaç ve gayenin gerçekleşmesi için yeterli midir?
Eğer sorunun cevabı olumsuz ise başka bir soru yöneltmeli. Elimizde bulunan belge ve kaynaklardan çok yönlü, geniş ve istenen bir düzeyde yararlanabilir miyiz?
Bu sorunun cevabı da önceki sorunun cevabı gibi olumsuz olacaktır. Elimizde bulunan kaynaklarla onların hayatını anlama ve yaşantılarının geniş ufuklarına ulaşma sahasında başarı elde edemeyeceğimizi herkes bilmektedir.
Yapmamız gereken işin durum ve hallerini belirleyip bu işlerde yararlanacağımız araçlar için bir ön hazırlık yapamadığımızı söylersek aşırı gitmiş sayılmayız. Hatta düzenli ve modern bir üslupla genel bilgileri sunmak ve sahip olduğumuz değerli mirasın gerçek değerini tanımaya bizi yönelten kısa bir fihrist bile gösterememiş.
Olduğumuz gibi ilk kaynakları araştırmaya, arındırmaya, daha sonra da onlarla temel kaynaklar a-rasında bağlantı kurmaya ve ayriyeten onların dikkate alınan sonuçlardaki etkilerini sınırlı bir alanda bile olsa bilimsel, ve faydalı bir şekilde inceleyememişiz. Orda burda kendileri üzerinde bahs ve istişare etmede başarılı olamadığımız dağınık işaretler görüyor isek de bu işaretler karşılıklı olarak aralarında var dan diğer konu ve etkilere karşı olan bağlılıklarını belirleyememişlerdir.
APAYRI İKİ TARİH:
işi daha da zorlaştıran ve engel icad eden şey imamların hayatını, onların içerisinde yaşadıktan tarihi aşamaların olaylarını zapteden tarihin yanında inceleme mecburidir. Biz, bu iki tarihi olayları farklı siyasetleri ve tarihî değişmeleri doğru bir görüş edinmek için önceden hiç bir araştırma tecrübesine sahip olmayan bir araştırmacının önüne serersek dolayısıyla bu iki tarihin hiç bir bütünlük ve bağlılığı olmadığını anlayacak.
İmamların bu olaylar ortamında yaşamadıklarını, etraflarında olup bitenlerden habersiz olduklarını, dışa kapalı ve başkalarıyla hiçbir ilişkisi olmayan kendilerine özgü bir alemde yaşadıklarını, başkalarının da imamların dünyasıyla uzaktan-yakından hiç bir bağlantısı olmayan daha başka bir dünyada yaşadıklarını sanacaktır. Oysa ki bu gelişme ve değişmelerin hakikatine vakıf olan ve siyasetin farklı alanlardaki rolünü algılayabilen şuurlu ve bilinçli bir araştırmacının tasavvuru kesinlikle öncekinin tam tersi olacaktır.
O, imamların olaylarla yakından ilgilendiklerini ve etraflarında olup biten her olay karşısında yol gösteren uyandırıcı risaletlerinin rolünü ifa ettiklerini, çoğu zamanlar da toplum ve ümmet düzeyinde onların siyasi, kültürel ve ahlaki hayatlarını etkileme yönünden en derin tavır ve tutumlara sahip olduğunu anlayacaktır. Böylece onların ilk bakışta, yaşamış olduktan ve karşılaştıktan bilinen sahalarda bıraktıktan derin etki daha iyi anlaşılır.
UYDURMA VE ASALET:
Bu iki tarih arasında bulunan ihtilafın sebeplerini idrak etme alanında bir hakikate dayanmalı, o da şundan ibarettir: İmamların yaşamının bir bölümünü ve onların takındıkları hal ve tavırları zapteden bir grubun, imamların da, içerisinde yaşamış olduktan genel tarihi yazan başka bir grupla mefhum, hedef ve beklentileri anlamada ve aynı şekil kendi gaye ve amaçlan bakımından pek fazla büyük bir farklılık var.
Bundan daha önemli, bu iki grupdan her birinin kendisi için benimsediği ve onun doğrultusunda hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt ederek farklı tarihî olayları ret veya kabul etmede ve onlara giriş-çıkışta kabullendikleri ölçü ve esaslar-tarda açıkça bir bağdaşmazlık söz konusu, öyle ki bu ölçü ye esasların temel olduğunu ve bu zaman daimlerinin genel tarihini yazmış, ona "İslamî Tarih" adını vermiş ve onun doğrultusunda hareket etmiş olan kimselerin yazdıktan bu tarihin uydurma ve saptırıcı olduğunu ve bunların, sapıklığı tesbit, tekid ve cevaz verme, daima ayakta tutmak ve sağlamlaştırmak istediklerini görmekteyiz.
Biz, bu sözü taassuba dayanarak ve bir itham olarak tarihe ve tarih yazarlarına maletmiyoruz. Herkesin, bu mevcut ve yazılı tarihin millet ve ümmetlerin tarihi olmadığını itiraf ettikleri bir hakikattir. Bu nedenle ümmetlerin yaşantılarındaki hareketlenmeleri ve onların içine düştükleri elemleri bizlere açıklayamaz.
Bu tarih sultanların, hakimlerin ve onlara bağlı olan çevrelerinin tarihidir. Hatta bu kitaplar sultanların tarihinde bile onların hayatının hakikatini dikkatli ve güvenilir bilgilerle sergileyemez. Çünkü sultanların hoşnut olduktan, onların maslahatlarını temin ve sultalarını sağlamlaştıran şeylerden başkasını yazmaya kadir olamamışlardır, hatta bunlar tamamen saptırılmış ve gerçek dışı olsa bile.
Bu nedenle hür ve özgürce kendi yazılarını düzenleyen bir tarihçi mevcut olamamış veya pek az bulunmuş. Çünkü böyle bir tarihçi sadece Ali'nin (a.s.) bir faziletini rivayet eden birinin nasıl sultanların gazabına uğramış olduğunu ve yüzlerce kırbaç vurulduğunu veya Neseî gibi Muaviye'nin faziletini söylemediği ve Ali'nin (a.s.) faziletlerini söylediği için kavmî asabiyetlerden dolayı 300 hicri yılında Şam'da öldürüldüğünü veya Taberi gibi ömrünün sonlarında Hz. Ali'nin (a.s.) faziletlerini nakletmeye birazcık meyillendiğinde Hanbeliler tarafından evinin taş yağmuruna tutulduğunu bilmektedir.
Tarihçilerden biri Adem ile Musa'nın tartışması hakkında bir rivayet nakleder, daha sonra Adem'in ölümü ile Musa'nın doğumu arasındaki yüzlerce yıl zaman mesafesini görür, bu yüzden de Adem ile Musa nasıl karşılaşmış olabilirler soru sunu dile getirir, ancak tarihi rivayetlere bu gibi eleştiriler yöneltilmesin diye zamanın halifesi onun için celladı sesler1.
Araştırma ve zaman sarfetme ile daha nice örnekler elde edilebilir. Bu konuya ilaveten, yazılmış olan o miktar bile hu-rafi, yanlış ve muğlak olarak yazılmıştır. En azından onların çoğu, değer taşımayan ve aklî mantıkla bağdaşmayan çirkin taassuplar veya mezhebi bağlılıklarla etkilenmiş ve yazar, izah ve tashih için bahs ve tartışmanın en iyi üslûp ve metod olduğu inancını taşımıyordu. Bu meselelerin yaraşıra, yazarların gayri meşru ve sorumsuzca heves ve arzular taşımaları, kendi maksat ve hedeflerine ulaşabilmeleri için tahrif ve aldatmaya neden olmuştur.
Bu konu ve diğer konulan dikkate almakla bir araştırmacının tarih kitaplarında, sultanların ve çirkin planlarının karşısında duran kimselerin gerçek şahsiyetlerini görememesi doğal bir şeydir. Onların mezhebî bağlılıklarının, kavmî asabiyetlerinin ve sapıklıklarının bazı mutaassıb taraftarları karşısında duran kimseler toplumun siyasî, sosyal, İlmî ve ahlakî hayatı esasında pek derin ve önemli etkiler yaratan şahsiyetlerdir.
Bu şahısların gerçek yüzlerini gösterebilen güvenilir kalem sahiplerinin görüşlerini benimsememiz gerektiğini burdan anlıyoruz. Aynı şekil bazı sultanların dikkat etmemeleri, söylenmesinden tehlike görülmeyen veya onları nakleden tarihçilerin başka bir amaç peşinde olmaları gibi bazı nedenlerden dolayı bu kitaplarda dağınık bir şekilde yer alan bir çok önemli ve gerçek noktaları da toplamamız gerek.
İFRAT VE TEFRİT:
Burda, şu konuya değinmemiz gerekir; bazıları İmamların tarihini ve onların takip ettikleri siyaseti anlayıp beyan ettiklerinde, imamların "gayb'tan yararlandıklarını açıklarken aşırı gidip ifrat etmişler ve onları yaşamın hakikatından ve değişimlerinden uzak tutmuşlardır. Bu gibi insanlar imamları
1) Tarihi Bağdat, c: 14, k 7-8/B-Biday»tu ve En-Nihay»tü, c: 10, s: 215/Tarih-ul Hülafa, k 285/B-Basairu ve z-Zehairu, c: 1, s: 81.
Öyle tanıtıyorlar ki, sanki İmamlar yaşamı (rayına oturtmuş) kendi haline bırakmışlar ve remzli ve perde arkasından onunla ilgileniyorlarmış. imam hakkındaki bir mevzu bunlara anlatılarak sonuç almak istendiğinde bunlar hemen, onun imam olduğunu ve kendine has bir hükmü olduğunu belirtiyorlar imama uyulmaz ve onun söz, amel ve takriri bizlere delil değilmiş gibi.
Bu söz, bu metodu seçen kimselerin imamlar hakkında ve Allah'ın onlar için dikkate aldığı rol hakkında yanlış bir değerlendirme yaptıklarında, sıkıntıda olduklarını bildiriyor sadece.
Bu rol peygamberin üstlendiği rolden ibarettir; Allah onu tebliğ eden, öğreten, terbiye eden, önder, hüküm veren, hakim olarak ve Kur'an'ın, peygamberin ve imamların açıkça ifade ettikleri daha başka önemli hususlar için göndermiştir, bu şahıslar, Kur'an'ın ve peygamberlerin te'kid ederek sağ-lamlaştırdıkları "Allah'ın elçilerinin insan olduktan" hususuna dikkatle bakmamışlar. Mesela şu ayetler:
Rabbinin şanı yücedir. Ben, sadece elçi olan bir insan , değil miyim?De ki:Rabbimi tenzih ederim, ben peygamberlikle gönderilmiş insandan başka bir şey miyim ki.
Eğer onu melek olarak halketseydik, yine bir erkek Şeklinde halkederdik, yine düştükleri şüpheden kurtulamazlardı.
Bu metodun karşısında, imamlara karşı sırf maddi bir gözle bakan, gayb ve ilahi kerametler unsurunu dikkate al- madan imamların yaşam, tutum ve tavırlarının tefsirine koyu lan başka bir metodu da kabullenmiyoruz.
İmamların tarihini maddiyat ve riyazi (dünya zevklerinden el çekmek suretiyle nefsi tezkiye etme), muhasebeler doğrultusunda tamamen doğal ve maddi eser ve neticelerle anlamaya çalışan kimseler, bizce çok yanlıştırlar.
Böyle kimseler bu hususda bir çok kaynakları elde edebilecekleri halde, mesela: "İmam Hüseyn (as.) şehit edildiği gün Beytül Mukaddes'de kaldırılan hertaşın altından bir miktarda kan beliriyordu" gibi hususlara yaklaşmıyorlar. Aynı
şekil "Aşûra gününde gökyüzünde beliren kırmızılık" rivayeti veya Hz. Zeyneb'in (a.s.) söylediği "Gökyüzü kan ağlarsa şaşmayın" sözü gibi. Ancak en azından Hz. Zeyneb (a.s.) olan bir şeyden haber vermek değil de bir ihtimal olarak bu olayı konu edinmiş olsa bile bu şahıslar bu rivayetleri araştırmaya girişmemiş ve onun teyidinde veya reddinde bir şey söylememişler.
Aynı şekil İmam Hüseyn'in mızrak ucundaki başının konuşması veya Resulullah'ın (s.a.a.) Vefatından hemen sonra Hz.Fatime'nin (a.s.) kocası eziyet edildikten, hakkı gasb edildikten, kendisine tokat vurulduktan ve çocuğunun düşürülmesinden sonra onlara lanet etmek isterken mescidin duvarlarının yükselmesi gibi rivayetleri.
Ve de Kur'an'ın peygamberlere isnad etmiş olduğu mesela Musa'nın asası, Sebe' kraliçesinin tahtının getirilmesi gibi kerametlerin imamlar hakkında gerçekleştiğini, onların da böyle kerametlere, harikulade amellere sahip olduklarını ve Allah'ın gizli lütuflarının onlara nasip olduğunu bildiren diğer bazı kaynaklar. Bu gibi araştırmacılar bu kaynaklara bakmıyor, onları incelemeye ve eleştirmeye teşebbüs etmiyorlar.
Adeta onları kabullenmek istemiyor ve hatta bazen onların varlığından utanç bile duyuyorlar. Aynen bazılarının yetersiz ve asılsız mazeretler getirerek "Gâib İmam" konusunu kendi kitaplarında konu edinmedikleri gibi. Bu rivayetlerin doğruluğu kesinleştikten sonra böyle şahısların, onları imamların tarih ve yaşamının bir kısmı olarak kabul edip etmeyeceklerini bilemiyoruz.
Biz, bu iki grup karşısında masum imamların, insanın insaniyeti için "ilahi hidayet ve terbiyet" tecessümü oldukları hakikatini vurgulamalıyız. Onlar başka her insan gibi maddi vücut ve hakikata sahip olmalarına rağmen aynı zamanda bu maddi vücudu Allah'a doğru yükseltmiş ve layık olduklarından dolayı Allah da apaydın kerametleri gizli ve sınırsız lütuflarıyla onlara lütufda bulunmuş.
İmamların toplumdaki rolünü, ahlakî, toplumsal veya bazı siyasi hareketlenmeler gibi alanlarda sınırlayan, kendi görüş ve düşüncelerini sınırlı bir kalıba yerleştiren kimselerin, imamların hayatlarını başkaları için sergiledikleri tablo istenilen asıl temel meseleleri beyan etmekten yoksundur. Ama bir zaman diliminde belli bir konuyu aktarmak ister veya bir zaruret, bir konuyu ele almayı gerektiriyorsa bu çelişki oluşturmaz.
İMAMLARIN TARİHLERİNDEKİ ANA HATLAR:
Ben kendi hissemce imamların yaşam boyutlarından bazılarını içeren konulara değinmek istiyordum. Dolayısıyla böyle bir arzu benim için değerli ve çok kıymetlidir ve bazı hususlarda bir takım çalışmalarım da var.
önceleri imamların |tarihinin esas boyutları olarak bazı noktaları not etmiştim, ancak bunlar zaruri konulara oranla kesinlikle çok yönlü değildi, notlar olduğu gibi kalmışlardı, şimdi ise onları olduğu gibi siz değerli okuyuculara takdim etmeye karar verdim. İmamların yaşamı etrafında inceleme ve araştırmaya muvaffak olan kimselerin bu hususlardan yararlanmasını arzu ediyorum.
ÖNEMLİ HUSUSLAR:
1. İlk mevzu imamların yaşam zamanını belirlemektir. doğum ve ölüm günü, doğum ve ölüm ay ve yılı, yaşadıkları yer, çocukları, eşleri, ashabı ve şahsî yönleriyle bağlantısı olan diğer hususlar. Tabiatıyla bunlar araştırma ile, ilmî bir şekilde ve bu husus da ki şüpheleri giderecek bir şekilde olmalıdır.
2. İmamlar neden sayılıdırlar? Bu, cevap verilmesi ge- reken bir sorudur. Her imamın siyaset ve hattını doğrudan aydınlatan amel ve hareketlerine dikkat etmek, bu konuyla ilgilidir. Biri daha çok akaîde, diğeri fıkha, başka biri de ümmetin farklı dönemlerdeki ihtiyacından doğan siyasete ve başka işlere önem vermişler. Aynen imamlardan bazılarının farklı boyutlarda aynı zamanda faaliyet ettikleri gibi.
3. Müslümanlar arasındaki fikirsel sapmaların İslahı için imamların seçtikleri yollar. Mesela akaîd, fıkıh, Kur'an tefsiri veya insanî ve ahlakî tutumlar veya hassas ve kader tayin eden hususlarda takındıkları tavırlar hakkında örnekler vermek.
4. İmamların tasavvuf gibi ruhî riyazete başlayarak kültürel ve bilimsel konuları terketmek aynı sekil ruhî yönlerden ve gaybî bağlılıklardan yoksun olan sadece birtakım görüşleri ve pasif mefhumları taşıyan kültürel ve bilimsel İslam teorisi gibi olmayan ve aynı zamanda gayb ile bağlantılı olan pratik islam planlaması doğrultusundaki çalışmalarını tanımak.
5. Onların, hadis ehli, Mutezile, başka fikirsel hareketler ve sapık fakihler ve fırkalar karşısında takındıkları tavırların hakikatini incelemek.
6. Aynı şekilde onların "Kur'an'ın mahluk olması" konusunda susarak tavır koymalarına ve şiaları bu konuya atılmamakla görevlendirmelerinin nedenine, bu konunun gündeme getirilmesinden kastedilen hedeflere ve onun doğurduğu sonuçlara kısaca değineceğiz.
7 Aynı şekilde tercümeler ve müslümanların fetihleri sonucunda diğer kavimlerle karışmaları yoluyla meydana gelen yabancı kültürlere karşı imamların tutumları tavırlara ve o kavimlerin sahip oldukları düşünce ve mezheplerden haberdar oluşları hususuna dikkat etmek.
Ayrıyeten İslam'ı zahirde kabul eden Yahudiler ve Hıristiyanlar, şöhret ve mal peşinde olan kıssa nakledenler ve hadis ehli tarafından İslam'ın içine düştüğü tahrifler ve de İslam'ı kendi şahsî, kavmî veya coğrafî maslahat, mezheb ve siyasi hedeflerine uygun göstermek için İslam'ı tahrif etmeye çalışan sultan ve hakimler karşısındaki tutumlarını dikkate almak.
8- Kur'an tefsiri hakkında ve peygamberin sünneti üzerinde oynanan oyun hususundaki tutumlarını ele almak. Ayrıca halkın yanlış kaynaklardan sakınmaları, Ehli beyt şialarının İslam dışı şeylerin etkisinde kalmadan Kur'an'ı doğru bir şekilde anlama gücüne sahip olmaları için Ehli beytin kendilerinin uydukları ve halkı onlara doğru hidayet ettikleri ve aydınlattıkları ölçü ve miyarları açıklamak.
9- Ayrıca onların kendilerinden sonra yazılı eserler geri bırakmamalarının veya Emir-ul Müminin Ali'nin (a.s.) yazmış olduğu ancak bunun, onların yanında kalmasının ve başkalarına ulaşmamasının ya da onların döneminde ilimlerin yazılı oIarak toplanmasının öncelerden beri olagelmesinin ayrıye-ten onların kendi ashabını ilimleri yazılı olarak toplamalarına dair meyillendirdikleri ve teşvik ettikleri hususların nedenini ayrıntılarıyla ve de derlemenin o zamanda derlenmiş olan ilimlerin ve onun nasıl bir düzeyde olduğunun tarihçesini kısa olarak dikkate almak mecburiyetindeyiz.
10 Keramet ile mucizenin farkını açıkladıktan sonra Ehli beytin kerametleri hususuna değinmek ve Ehli beytin, kerametlere ne gibi ihtiyaçları vardı sorusunu cevaplamak. Süflilerin kerametleri, murtazların (hint fakirleri) yaptıkları olağanüstü amellerin hakkında ve bu gibi işler anlatılırken yapılan abartmaları reddetme hususunda açıklamada bulunmak.
Ehli beytin, kerametler alanından sayılabilen gelecekten haber vermeleri özellikle de Hz. Ali'nin bu gibi haberlere, halkın onu İtham edecekleri kadar ehemmiyet vermesine değinmek, sonraları gerçekleşen bu haberlerden bazılarını göstermek ve siyasi anlayış doğrultusunda ileri sürülen gaybî haberlerle gaybi kaynakla bağlılıktan doğan haberler arasındaki farkı aydınlatmak.
11 Ehli beytin ilim sınırını açıklamak ve onların sahip oldukları ama başkalarının yoksun olduğu ilim ve öğretilere daima tekit etmelerine, o ilimleri vahiy kaynağından aldıklarına örneğin cifr ve cam'e ilmine, Hz. Ali'nin (a.s) kitabına, Fatime'nin (a.s.) mushafına ve bunlardan başkalarına sahip olduklarına dair tasrih ettikleri şeylere ve bu konunun nedeninin ne olduğuna dikkat etmek.
12 Çeşitli örnekler göstererek bütün ayrıntılarıyla onların şahsiyetini tarif etmek, onların ruhî faziletlerini, insanî ve ahlâkî tutumlarını öğrenmeğe, özel yaşamlarından bir tablo sergilemeğe, evlatlarına ve ailelerine karşı davranışlarını, ev içindeki hareketlerini, hatta evlerine misafir olarak gelen kimselere karşı davranış tarzları, onları hoşnut eden veya hüzün lendiren ve üzen şeylere karşı davranışlarını tamıtamına vasfetmeye çalışmak.
13 Daha sonra servetleri konusunu, mallarının ne kadar olduğunu, nerden ve nasıl kazandıklarını, onları nasıl infak ettiklerini veya harcadıklarını dikkate almak. Onların, sultanların bahşişleri karşısındaki tutumlarını ve bazılarının neden onu kabul ettiklerini incelemek. Acaba bahşişleri reddetmeleri sultanların hükümetlerine karşı savaş ilan etmek anlamına telakki edilmez miydi? Eğer evet, savaş anlamınadır cevabı verilirse dolayısıyla bu konuya dair deliller gösterilmelidir.
Aynen Emir-ul Müminin Ali (a.s.)'nin Kûfe'de iken Medine'deki mallarından yararlanmasının nedenini de bilmek gerek. Aynı şekil Ehli beytin, tarlada veya diğer işlerde doğrudan doğruya kendilerinin çalışmalarına neden Israr ettiklerini de kavramak ve onların humusdan veya diğer şer'i hukuklardan yararlanıp yararlanmadıklarını ve bunun nedenini araştırmak gerek.
14 Onların şialar hakkındaki eğitsel metodlarını, onlara karşı davranış yollarını ve üslûplarını, şiaların da Ehli beyt ile sevgi ve fikir yönü taşıyan akidevî bağlılıklarının kurulma yolları ve metodlarını, Ehli beytin evinden çıkan her şey toplumun genel ruhuna ve şialar arasındaki bütünlüğe ziynet olduğu için Ehli beytten fikrî yararlanma doğrultusunda kurulan merkezleşmenin tesirini, bunun onların tutumları üzerinde bıraktığı etkiyi ve onların önemli konularla genel olarak ilgilenmelerinin niteliğini tanımak.
Şialar ile Ehli beyt'in diğer bölgelerdeki vekilleri arasında dikkatle tanzim edilen bağlılığa ve bu vekillerin görevlerini belirlemelerine dikkat etmek. Bir şehirden imamın huzuruna getirilen malın, imamın o şehirdeki vekiline verilmesi için imam tarafından sahibine gönderilmesine ve Ehli beyt'in, vekilleri arasında bulunan sorunları ve çekişmeleri halletmelerine değinmek. İmam Sadık'ın (a.s.) zamanında bazı şahısların herhangi bir ilim dalında ihtisas sahibi olması mesela birinin mütekellim, bir başkasının fakih vs.
yetiştirilmesi için nasıl çalışıldığını ve herkesin ihtisas haddinden öteye geçmemesinin ve başkalarının da ihtiyaç duyulduğu zaman mütehassıslara müracaat etmesi gerekçesini konu edinmek. Abbasi halifeleri döneminde toplumun kültürel tabakasının ilk derecede şialar ve Ehli beyt'in yetiştirdiği kimseler arasından çıktığına ve onların ümmetin bilgili düşünürlerinden, alimlerinden olduklarını dile getirmek.
15 Ehli beytin, şer'i hükümlerin nedenlerini açıklamaya verdiklerini, Merhum Muhammed Şeyh Saduk'un (r.a.) bu husus da "İlel-üş Şerai" adında bir kitap telif edecek kadar neden onca çaba harcadıklarını izah etmek. Ayrıca bu kitap da nakledilen rivayetlerin içeriklerinin hükümlerin nedeni mi hikmet mi, genel olarak ne olduğunu ve bu rivayetlerin dayandıkları mevzuların neler olduğuna işaret etmek.
16 İmamların, bazı hassas konuları gizlemekten sakınmalarının ve kendilerine pahalıya mal olsa dahi, mesela kendilerinin herkesten daha çok imamete layık oldukları hususunda takiyye etmemelerinin nedenini ve onların halkı ikna için ne gibi metodlar kullandıklarını göz önünde bulundurmak. Onlar bu doğrultuda apaydın iki yola adım attılar: Biri , onların beraberinde bulunan bazı ilimlerin insanlar arasından sadece onlara mahsus olduğunu belirtip isbatlamaları ve diğeri de nassın mevcut olma hususu.
17 İmamların en sıkı şartlar altında tutulmalarına veya bazı merkezlerde bekletildiklerine veyahut da zindanda olduklarına rağmen halk merkezleriyle, aynı şekil şialarla nasıl temas kurduklarına dikkat etmek. Şiaların büyükleri bu irtibatı sağlamak için ne gibi araçlar kulanıyorlardı? Ehli beytin bu durumdaki faaliyetleri neleridi ve bu faallerin hacmi ve miktarı ne idi ki Yahya b. Halid Bermeki, "Musa b. Cafer'in (a.s.), halifenin (Raşid'in) taraftarlarının kalplerini onların aleyhine çevirdiğini Raşid'e şikayet ediyor.
18 İmam Seccad'ın (a.s.) kölelere ilgi gösterip kültürlerini geliştirmesinin, onlara ilim öğretmesinin ve daha sonra Onların işledikleri günahları bir kitaba yazarak toplamasının ve daha sonra günahlarını kendilerine göstererek onları özgür etmesinin nedeni neydi? İmam onlara karşı nasıl davranıyordu ve bu davranışın netice ve eserleri neydi? Ve bu tutumun Emevilerin arapları tamamen gayri araplara üstün tut-tukları bir dönemde oluşunu göz önüne almak.
Gayri arapların, Ehli beytin öğretilerini yaymak doğrultusundaki katkıları ve bunun, İslam'ın diğer ümmetler arasında yayılmasındaki etkileri neler idi ve diğer ümmetlerin İslam ile olan bağlantıları nasıl idi? Bu husus da göz önünde bulundurulacak nokta, Ehli beytin arap olmayan kadınlarla evlenmelerinin nedenini dikkate almak; öyle ki Ehli beytin bazılarının anneleri arap değildi. Ayrıca Ehli beytin farklı dilleri bilmeleri ve bunun eser ve neticeleri hakkında bilgi edinmek.
19 İmam Mehdi'nin (a.s.) gaybeti için nasıl bir ortam yaratıyor ve son zamanlarda halk ile daha az temas kuruyorlardı. İmam Cevad (a.s.) aynen İmam Mehdi (a.s.) gibi küçük yaşta nasıl imam oluyor?
20 ‘’İmamlar ve yeni ilimler" hakkında araştırma yapmak. Onların yeni ilim seferberliğinde katkıları var mıydı? Yeni ilmin doğmasına yardımcı olan konulara ehemmiyet veriyorlar mıydı? Bu hususların neler olduğuna dair kesin konulara değinmeli ve bu alanda onlara uygun öğretiler yazılmalı.
21 "imamlar ve dua" hakkında özellikle de Emir-ul Müminin Ali (a.s.), İmam Hüseyn (a.s.) İmam Seccad (a.s.) ve İmam Kâzım (a.s.) açısından duanın etki ve tepkilerini dikkate almak. Sahife-i Seccadiye ve onun hedefleri hakkında ciddi bir şekilde özel olarak bahsetmek onun siyasî, itikadı, ahlâkî ve eğitsel vs.
konularını bu dönemdeki İslam ve müs-lümanların karşı karşıya oldukları yaygın bilgisizliği, tahrif eylemini ve halkın cahil yetiştirilmesi hususunu göz önüne alarak açıklamak. Bu dönemde iş bir yere varmıştı ki Beni Haşim (Haşim oğulları) vahiy merkezine herkesden daha yakın olmalarına rağmen İmam Bâkır'ın (a.s.) imametinden yedi yıl geçtikten sonra nasıl namaz kılacaklarını, hacc farizesini nasıl yerine getireceklerini bilmiyorlardı. Ayrıca İmam Seccad'ın (a.s.) "Hukuk Mektubuna", imam Rıza'nın (a.s.) "Risale-i Teyyibe-i Zehebiyye'sine!' ve Ali'nin (a.s.) Malik Eşter'e yazmış olduğu Ahdnameye" dayanmak.
22 Bir zamanlar İmam Seccad'ın (a.s.) imametine üç veya beş kişinin inandığı ve itiraf ettiği nakledilmektedir, imam bunun karşısında ne yaptı ki İmam Bakır (a.s.) ve İmam Sadık (a.s.) mektebi için uygun bir ortam yarattı? İmam Seccad'ın (a.s.) on yıla yakın bir zaman çölde yaşadığını bildiren rivayet doğru mudur? Eğer doğruysa bunun nedeni ve faydaları neydi? Aynı şekil ehl-i sünnetin, ,imam Seccad'ın (a.s.) karşısında saygılı davranışlarının nemini araştırmak, İmam (a.s.) hükümeti almaktan vazgeçtiği için mi saygı gösteriyorlar, yoksa bunun başka bir nedeni mi var?
23 Şii fırkalarının mesela Gulat hareketlerinin, Hariciler kıyamlarının ve daha başkalarının hakikatini göstermek, Emir-ul Mü'minin'in (a.s.), kendinden sonra Hariciler ile savaşmaktan nehyetmesinin nedenini, bu fırkaların meydana gelmelerinin nedenlerinin ne olduğunu ve İmamlar ve şiaların bunlara karşı nasıl davrandıklarını araştırmak.
24 Ehl-i beytin sultanlara ve sultanların da Ehl-i beyt karrşısındaki tutumları neydi? Hükümetin, çatıştığı her fırka ve mezhebi, hatta gevşek hadis Ehli fırkasına oranla daha güçlü ve fikirsel sebata sahip olan mutezile gibi bir fırkayı yok etmesine rağmen Ehl-i beyt şialığı canlı korumayı nasıl becerdi? hükümet, halkı imamlardan ayırmak için ne gibi siyaset kul-lanıyordu ki bunlar, görünürdeki hedefin aksine halkın imamları sevmelerine ye gönülden bağlanmalarına neden oluyordu. Bunun nedeni neydi? Ayriyeten hükümet meselesinden ve imamlar açısından halifeler ve onların tutumlarından her yönlü bir tablo sunmak.
25 Zeydiye, halifeler aleyhine nasıl kıyam ediyordu da imam Hüseyn'den (a.s.) sonraki şia imamları bunu yapmıyortardı? İmamların Zeyd'in, ondan sonraki Zeydiyenin ve diğer şii kıyamları hakkındaki görüşleri neydi? Ve bu kıyamların sürdürülmesini niçin istiyor ve kendi şialarına, "Zeydiye sizin için bir siperdir" diyorlardı.
Yine "Âl-i Muhammed'den biri çıkıp kıyam ettiği müddetçe ben de sağım, benim şialarım da" vs. buyurmalarının nedeni neydi? İmam ile Zeydiye'nin ve diğer ayaklananlar arasında bir çok anlaşmazlıklar varken kendisinin kıyam etmediğini görüyoruz. Neden acaba? Aynı şekil Hurre ve başkaları gibi din ve adalet uğrunda kıyam eden gayri Şiilerin özellikle de Muhtar'ın kıyamı hakkındaki tutumlarının ne olduğunu bilmek.
26 İmamların, takiyye kalıbında olsa bile Yaktin'in oğulları gibi bazı şia şahsiyetlerinin hükümetin hassas merkezlerine girmelerini sağlamak için yaptıkları çabalar hakkında bilgi edinmek . Hatta imamların döneminden sonra bile bazı şialar bu alanda çalışıyorlardı. Ancak imamlar diğer birçok yerlerde de buna engel oluyorlardı. Mesela deveci Sefvan'ı bundan menetmişlerdi. Bu çelişki nasıl yorumlanabilir?
27 Ehl-i beytin tebliğ metodlarının dua mı, şiir mi, keramet mi, gaybî haberler mi ... olduğunu öğrenmek, İmamlar bazen şairlere fazla bir miktarda para veriyorlardı; şairler bu paraya fakirlerden daha mı layık idiler? Ve neden? Daha sonra Emir-ul Müminin Ali'nin (a.s.) Küfe mescidi sahasında Gadir Hum hadisi hakkında şahitlik dilemesi olayını dikkate almak. İmam Bâkır'ın (a.s.), dünyadan göçtükten sonra sekiz yıl Mina'da kurban bayramı günü kendisine yas tutulması için sekiz yüz dirhem bırakması hususunu, İmam Hüseyn (a.s.) için yas tutulmasına dair verilen emir mevzuunu ve meşru metodlardan olan bütün üslûpları izah etmek.
28 Birinci asırda Ehl-i beyt ile muhalefet etme ve hadis uydurma, sonraki asırlardan daha çok olduğu için ehli beytin bu asırda daha az fıkhî hadislere değinmelerini, daha çok genel ve umûmî hadisler buyurmalarına dikkat etmeliyiz. Bu asırda Şiiliğin zarif ve cüz'i konuları daha az gündeme getirilmiştir. Ama ikinci asırda İmam Bâkır'ın (a.s.) imametinden yedi yıl geçtikten sonra Beni Ümeyye döneminin sonlarına doğru hassas ve zarif konular gündeme getiriliyor. Gerçi Emir-ul Müminin Ali'nin (a.s.) döneminde bu konuya başka dönemlerden daha çok önem veriliyordu.
29 Gaybet konusuna, onun eser ve neticelerine aynı şekide önceki imamların Hz. Mehdi (a.s.) hakkında yaptıkları hazırlıklara rağmen gaybet sonucunda şiaların karşılaştıkları zorluklara dikkat etmek de zorunludur.
CAFER MURTAZA AMİLİ
YAZARIN ÖNSÖZÜ
"De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir." Şura - 23.
EHL-İ BEYT (a.s.)
Bu kitapta amacımız tek şey, sadece Ehl-i beytin ölçütü ve Resulullah'ın (s.a.a.) ve Emir-ul Müminin'in (a.s.) evlatları olan şia imamlarının fikri ve siyasi çalışmalarını sergilemektir.
Önemli olan tek şey şu ki, neden bu kadar Ehl-i beyte istinat ediyor, dayanıyor, nasıl onları "imam" olarak kabulleniyor ve sâdece onların 'Vilayetini" asîl vilayet biliyoruz?
Nasibîler hariç, ehl-i sünnetin de Ehl-i beyti candan sevdikleri ve onlara büyük bir ölçüde ihtiram gösterdikleri bir gerçektir. Ancak onlara karşı duyulması gereken bu "sevgi" ve "aşkın" hangi esas ve temelden kaynaklandığı asıl meseledir.
Eğer sadece onları sevdiğimizi belirlemekle yetinir ve bunu zahiri ihtiramlar kalıbında özetlersek gerçekten onların sevgisine varmış olabilir miyiz? Geniş bir çapta Ehl-i beytin faziletleri4 ve onları sevmeğe dair verilen emirler hakkında Resulullah'tan (s.a.a.) bize gelip çatan hadislerden amaç sadece meselenin zahiri yönü ve Ehl-i beytin methinde birkaç beyit şiir yazıp okumak mıdır? İnsan aklının bu sorulara olumlu cevap vermesi ve Resulullah'ın (s.a.a.) ancak ve ancak bizden istediği şeyin onun yakınlarını sevmemiz olduğunu, bu sevmenin ardında hiç bir şeyi kastetmediğini ve biz de sadece, onlar Peygamber'in yakınları oldukları için Peygamber'in hürmetine onları sevdiğimizi bildiriyoruz demesi pek garip bir şeydir.
4} Ayetullah Firuz Abadi'nin "Fezail-ul Hamse Fi Sihah-is Sitte" bakınız.
Müslümanlar arasında Ehl-i beyt'e olan ilgi aslında Resulullah'tan (s.a.a;) bize ulaşan tavsiyelerden kaynaklanmaktadır. Ehl-i sünnetin mühim hadis kaynaklarında geniş bir çapta mevcut olan bu rivayetler, Aziz Peygamber, Ehl-i beyti Kur'an'dan sonra dinin iki esasî temellerinden biri olarak saydığını dile getirmektedir.
Ve bu nedenledir ki kimse Ehl-i beyt'e karşı ilgisiz kalmaya cüret edememiştir. Sadece arapça dilinde, ehl-i sünnet yazarları tarafından "Ehl-i Beyt'in hakkında yediyüze yakın kitap yazılmıştır5.
Ama asıl eleştirilecek husus şu ki, bunca sahih faziletlerin mevcut olmasına rağmen nasıl olur da onların çoğusu tahrife uğramış ve sonraları bazı hadisçilerin ve de Muhammed b. İdris-i Şafiî gibi bazı fakihlerin ısrar etmesi nedeniyle bu mevzu sadece "sevmek" haddinde noktalanmıştır6. Öyle' ki Şafii şöyle demiş:
Ey Resulullah (s.a.a.)'ın Ehl-i beyti, sizi sevmek, Allah'ın indirdiği Kur'an'da farz kılınmıştır. Bu yücelik ve azamet size yeter ki size salat ve selam göndermeyenin namazı, namaz değildir1.
Peygamberin zamanındaki ve ölümünden hemen sonraki ve aynı şekil hicri ikinci asrının ortalarına kadar gerçekleşen olaylara dikkat etmek, bu sorunun cevabını biraz da olsa kolaylaştırır. Peygamber'in (s.a.a.) zamanından itibaren Kureyş'in, Resulullah'ın (s.a.a.) yakınlarına karşı öfke ve gazap beslediklerini bildiren bir rivayet elimizde bulunmaktadır.
5) "Türâsuna" dergisinin "Ehl-ül Beyt fil-Mektebet-il Arabiye" makalesine bakınız. Bu makaleyi Seyyit Abdul Aziz et-Tebatebai yazmıştır. Şimdiye kadar alfabe harfleri sırasıyla 340 kitaptan fazlası yazılmıştır, ama kendisinin de söylemiş olduğu gibi alfabetik harflerin sonuna kadar yedi yüze yakın kitap olmaktadır.
6) Hz. Ali'yi (a.s.) dördüncü halife olarak tesbit edenin Ahmed b. Hambel olduğunu ve kendi zamanına kadar, bugün bazı farklarla, sünen adını kendilerine veren osmaniyenin bu mevzuya inanmadıklarını bilmekteyiz (Tabakat-ül Henabile.c: 1, s: 45) bakınız.
Resulullah'ın (s.a.a.} amcası Abbas Peygamber'e, "Ku-reyş birbirleriyle karşılaştıklarında güler yüz gösteriyorlar; ama bizi gördüklerinde, tanımadığımız yüzlerle karşılaşıyoruz" dedi. Resulullah (s.a.a.) öfkelenip şöyle buyurdu:
Muhammed'in canını elinde bulundurana ant olsun ki birileri sizi Allah ve Resul'ü için sevmedikçe onların kalbine iman girmemiş demektir8.
Bu rivayet Kureyş'in son zamanlarda Peygamber'in yakınlarından hoşnut olmadığını gösteriyor. Kabileler hakkında söylenen bir misalde, dört kabile hakkında dört şeyin imkansız olduğu söylenmiş: "Zübeyri'nin" cömert, "Mahzumi'nin" alçak gönüllü, "Sami'nin" nasebinin sahih olması ve "Ku-reyşi'nin" Muhammed'in (s.a.a.) evlatlarını sevmesi9.
Bu rivayetlerden, Resulullah'ın (s.a.a.) yakınlarına ve akrabalarına karşı rekabet ve düşmanlıkların mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sakife vak'asında ensarın iç rekabeti gibi farklı delillerle Ebu Bekir'e biat edildikten, Ömer'in, şiddet ve hiddetle muhaliflerin biat etmelerini istemesinden ve bu arada Ali (a.s.), Zübeyr ve başkaları biat etmedikleri taktirde kendileriyle birlikte evlerini yakacağına10 dair tehdit ettikten sonra Ehl-i beyt'e karşı sert bir tutum gösterileceği tabii idi.
Bu tutum, İmam'ın altı ay Ebu Bekir'e biat etmeyerek yaptığı muhalefetiyle ve Hz. Fatime'nin (a.s.) halifeye karşı dargın olmasıyla11 gitgide genişledi ve nitekim müslümanların arasında ilk ayrılığa neden oldu. Bu ayrılığın semeresi de ehl-i beyt'in mazlumiyeti idi ve bu mazlumiyet ise Kerbela'da tam doruğuna ulaştı.
Peygamberin, Ehl-i beyt'in fazileti hakkında genel olarak ve bizzat onların her biri hakkında özel olarak buyurmuş ol-duğu sayısız sözlerinden başka, defalarca halkın arasında açıkça onlar hakkında tavsiyede bulunup, kendi Ehl-i beyt'ine karşı iyi davranmalarını, istemiş olduğu halde bu vâk'alar gerçekleşiyordu.
"İbn-i Ebi Şebih" Abdurrahman b. Avf'dan müstenet olarak şöyle nakletmiş: Peygamber (s.a.a.) Mekke'nin fethinden sonra Tâif şehrini fethetmek için on sekiz veya on dokuz gün bu şehri kuşattı ama Tâif fethedilemedi. Bu sırada bir gün veya bir gece yürürken durup:
Ey insanlar! (Benim ölümüm yaklaşıyor), itretime iyilik etmenizi vasiyet ediyorum, Kevser havuzunda bana kavuşacaksınız, nefsimi dinde tutan (Allah'a) and olsun12.
Başka bir hadisde de Peygamber (s.a.a.), Allah'ın kitabını tanıttıktan ve ona sarılmanın farz olduğunu bildirdikten sonra şöyle buyurdu:
"Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum". Bunu üç defa tekrar etti13.
Bu tavsiyelerin tümü, Kur'an'ın Ehl-i beyt'in tathirini (arınmış olduklarını), Peygamberin yakınlarının hissesini ve Rasulullah'ın (s.a.a.) Muhammed'e ve onun evlatlarına sala-vat olarak tefsir ettiği, Peygamber'e salavatı vurgulamasıyla ve Peygamber'in de kendi tebliği karşısında kendi yakınlarını sevmeleri mükâfatını halktan istemesiyle birlikte bunların tümü, Sadr-ı İslam toplumunun siyasetçilerinin aşın tutumları nedeniyle bir kenara bırakıldı.
İş bir yere vardı ki Emir-ül Müminin "Onların tutumu neticesinde, biz tamamen halkın hafızasından silindik" buyurdu14.
12) İbn-i ebi Şaybe, c: 14, s: 508/ İbn-i Asâkir'in "Tarih-i Dimaşk"i, c- 2 Hadis no: 875 (İbn-i ebi Şebih'in) dipnotundan naklen/el-Ma'rifetu vet-Tarih, c: L s: 282'283- Peygamber (s.a.v.) kendi rihletinin yakınlığına değinerek onları itret ile iyi geçinmeye vasiyet etti ve Ali'nin (a.s.) kendinden veya kendi nefsinin mertebesinde olduğunu bildirdi.
Ebu Süfyan karanlığı doruğundayken, Kabe'nin yanında tevhid feryadını yükselten Rasulullah'ın ezeli dostu Ebuzer, ehl-i sünnetin hadis kaynaklarında defalarca nakledilen bir rivayete göre Kabe'nin halkasını tutup şöyle feryad etti: "Ey millet! Ben Ebuzer'im; tanıyanlar hiç, tanımayanlar varsa bilsinler ki ben Ebuzer-i Gifari'yim:
Size sadece Resulullah (s.a.a.)'tan duyduğumu anlatacağım. Peygamberden duydum, diyordu ki: Ey insanlar, aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; Allah'ın kitabı ve itretim, Ehl-i beyt'im. Bunların biri öbüründen daha üstündür, oda Allah'ın kitabıdır. Bunlar havuzun başında bana gelip çatıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Bunlar Nuh'un gemisine benzer, binen kurtulur, binmeyen ise boğulur15.
Bu iki hadis, Ehli beyt'in müslümanlara önderlik etmedeki büyük rollerini vurgulayan meşhur "Sageleyn" ve "Safine" hadisidir. Resulullah'ın (s.a.a.) "Gökyüzü Ebuzer'den daha sadık, daha doğru birinin üzerine gölge düşürmemiş ve yeryüzü de ondan daha doğru birinin ayaklan altına serilme-miştir" buyurduğu Ebuzer, tevhid feryadı ettiği zaman Mekke dönemindeki Sadr-ı İslamın hatıralarını diriltecek bir şekilde halkı Ehli beyt'e böyle davet ediyordu: O gün, müşrikler ona, eziyet ettiler, daha sonra ise başkaları onu sürgüne gönderdiler.
Ebuzer sadece İmam Ali'nin (a.s.) kısa hilafet süresinde Ehli beyt'in gerçek mevkiini açıklayabildi. O, Küfe mescidinin avlusunda yeniden Gadir hadisini diriltti* ve ondan sonra defalarca Ehl-i beytin faziletlerini sıraladı. Onun, Ehli beyt'in yüce makamı hakkındaki güzel cümleleri Nehc-ul Belaga'da ve diğer hadisî ve edebî kaynaklarda zikr edilmistir.
15) el-Ma'rifetü vet-Tarih, c: 1, s: 538. Her iki "Sageleyn" ve "Safine" hadisi mütevatirdir. Bakınız: Abakat-ül Envar 12. cildin ikinci kısmı - İsfahan baskısı - .Yıl: 1341.
*) Gadir hadisinin nakledilen yolların çoğunun ehli sünnet kaynaklarından olmasının sebebi imam Ali'nin (a.s.) Küfe mescidi avlusunda başlattığı hareketten kaynaklanmaktadır. İmam bunu yapmasaydı, hadis-çiler, diğer bir çok şeyler gibi bunu da unutacaklardı.
Biz de onun bazı bölümlerini başka bir yerde derledik16.
Ama Muaviye'nin ve diğer Süfyan ve Mervan boyunun başa geçmesiyle ve minberlerde Ali (a.s.) ve evladına açıkça küfretmeleriyle ve hatta Ehli beyt'in gündeme getirilmemesi için Abdullah b. Zübeyr'in Peygamber'e selam göndermemesiyle Ehli beyt'in faziletlerinin Peygamber'in dilinden halkın arasında söylenmesi nasıl beklenilebilir.
Bu siyasetin neticesi sadece Ehli beyt'i unutturmak değil, hatta halkın Ehli beyt'i kabullenmediğini de icat etmek idiyse de halkın onlara karşı duydukları bağlılığı korudukları sonraları belli oldu.
Hz. Ali'nin (a.s.) yadigârı olan bir tek Küfe dolayısıyla orada da kendisine karşı kin duyuluyor ve düşmanlık gösteriliyordu ve Ali'nin (a.s.) hatırasını canlandırdı ve Hz. Ali'nin (a.s.) evladını üstün gördü ve batınlarında Ehli beyt'in hilafetini beslediler, hatta Hişam b. Abdul Melik, onların Ehli beyt'e itaat etmeyi kendilerine farz bildiklerine tekid etti17 ve hatta diğer kaynaklarda da halkın onların hilafetini kabul etmeğe hazır olduklarına itiraf edilmiştir18. Daha sonraları Beni Abbas bu fırsattan yararlanarak kendilerini Ehl-i beyt adına cahil halka tahmil ettiler.
Ama hakikat gizli kalmadı ve sadece bir azcık insafı olan had isçiler arasında Ehli beyt'in faziletleri, özellikle de Gadir hadisi korunabildi. Ve biz bugün "el-Gadir" kitabı gibi büyük bir mirasa sahibiz ama olmaması gereken şey gerçekleşti.
16) "Siyasi islam Tarihi" başlangıçtan kırk hicriye kadar, s: 433-434.
17) ibn-i A'sem'in "el-Futuh"u, c: 4, s: 23, Tevvabin'in kıyamı ve Muhtar'ın hareketi de açıkça bunu göstermektedir." Siyasi İslam Tari-hi'nde kırkıncı yıldan yüzüncü hicri yılına kadar bölümünde ayrıntılarıyla bu konuyu ele almışız.
18) Müberred'in "el-Kâmil-u 1il-Edeb"i, c: 1. Bu rivayette Halid b. Ye-zid, Abdul Melik Mervan'ı, Haccac'ın, Abdullah b. Cafer'in kızıyla evlenmemesi gerektiğini söylüyor. Çünkü halk arasında Beni Haşim hakkında bazı söylentiler yar ve bu evlilik Beni Ümeyye'nin yok olmasına ve Haccac'ın başa geçmesine neden olacak. Abdul Melik de Irak halkının Beni Haşim hakkındaki inancından korkarak Haccac-ı, Abdullah b. Cafer'in kızını boşamaya mecbur ediyor.
İslam toplumunun rotası Ehl-i beyt ve itretin ilim ve amelinden yararlanmakla eğitilmesi gerekirken başkalarının yanlış ve hatalı bir takım amellerine dayandırıldı, mazlum Ehli beyt ise kendi çalışmalarını şialara yönelik belirli bir düzeyde sürdürdüler. Fakat ehli sünnet de bazı yerlerde onların sözlerinden yararlanıyorlardı.
Onca baskı, istibdat ve daraltılan atmosfere rağmen Ehli beyt-i Athar düşünce ve amel sebatını sürdürdü ve şahsiyetlerinin yüceliği, Kur'an ve itrete dayalı şii mirasının korunmasına neden oldu. Ebuzer'in feryad ettiği şeyi, şia amelen gerçekleştirdi ve fıkıh, tefsir, ahlak ve siyasetde yüce imamlarının yolunu devam ettirdi.
Ehli sünnetin Ehli beyt'i sevdiklerini gösterdiklerini ve bu sözlerini isbat etmek için Ehli beyt'in faziletleri ve hatta oniki imamın yaşantılarını açıklama hakkında kitap yazdıklarına değinmiştik19. Ama bunlar Gadir vak'asının sadece Ali'yi (a.s.) sevmenin isbatı için mi olduğunu ve hiç bir köken ve esasa dayanıp dayanmadığını asla kendilerinden sormuyorlar. Tevatür olduğu tesbit edilen "Sakaleyn" hadisi sadece sathi olarak Ehl-i beyt'i izlemenin farz olduğunu bildiren ve "Sefine" hadisi onlara itaat etmenin farz olduğunu gösteren en açık bir teşbih değil midir?
İnsanı hayrete düşüren şey Suyuti ve başkalarının "el-Eimmetü İsna Eşer" (İmamlar oniki tanedir) hadisinin reddedilemez bir hadis olmasına ve âlimlerin ortak kabul ettiklerine rağmen yanlış yere bunu bazı halifelere yorumluyor ve bazen da "dördü gelmiş ve diğerleri de gelecek" gibi vade veriyorlar. Bu rivayet şia imamlarından başkası hakkında yorumlanabilir mi? İmam Askeri'nin (a.s.) zamanında henüz imam hayattayken Cahiz'in, onbir imamı "âlim, zahid, nasik, suca ve tahir" lakaplarıyia ve kendi görüşünce hilafete layık
19) Tezkiret-ül Havass, el-lthaf, Yenabi'ul-Meveddet ve İbn-i Tu-lun'un yazdığı el-Eimmet-ül İsna Eşer gibi ve "Turasuna" dergisindeki Te-batebai'nin gösterdiği fihristteki diğer kitaplar.
görüp methettiği kimseler şia imamları değil midirler?21 8u imamlar o kadar azametlidirler ki İmam Rıza'yı (a.s.) "Ali b. Musa b. Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyn b. Ali b. Ebi Talib" unvanıyla veliahd olarak tanıtmak istediklerinde "Ant olsun Allah'a eğer bu isimler sağır ve dilsiz kimselere okunursa Allah'ın izniyle şifa bulurlar" dediler22.
Bu hanedanın ehemmiyetini sadece az bir grup idrak edebiliyordu ama çoğuları da Ehli' beyt'in bu makamından hoşnut değillerdi. Bir rivayette, hadiscilerden olan "Zâide"ye neden Cabir Cu'fi'den, İbn-i Ebi Leyla'dan ve Kelbi'den hadis nakletmiyorsun? denildi. O dedi: Ben Kelbi'nin yanına gidip Kur'an okuyordum, bir gün şöyle dediğini duydum:
Bir süre hastalanıp ezberlediğim her şeyi unuttum "Âl-i Muham-med'in (s.a.a.)" yanına gittim, ağzının suyundan ağzıma bırakınca unuttuğum her şeyi hatırladım. Zaide, "bunu duyunca artık ondan bir şey nakletmedim" diyor23. Zâide'nin Kelbi ile olan düşmanlığının nedeni malumdur. Şehristani de ehl-i sünnet ve cemaattan olmasına rağmen Ehli beyt'in azametinin yüceliğine ve bizzat Kur'an ilminin Ehli beyt'in yanında olduğuna inanmaktadır24.
Rasulullah'ın sünnetinin gerçek koruyucularının Ehl-i beyt olduğu bir hakikattir. Ve bu nedenle Peygamber onlara Kur'an'ın yanında yer verip onların birbirinden ayrılmalarının imkansız olduğunu buyurdu. Bu sünneti koruma hususu, şia İmamlarının fikirsel hayatı hakkındaki tarihi araştırmalarımız boyunca titizlik gösterdiğimiz konulardan biridir. Peygamberin sünnetini Ehli beyt'in nasıl koruduğunu aydınlığa kavuşturmak için burada üç örneğe değiniyoruz:
21) Asar-ul Cahiz, s: 235, "imam Rıza'nın hayatından. naklen, s: 147, Cahiz, ehli sünnetin üçüncü asırdaki büyük yazar ve edebiyatçılarm-dandır. '
24) "Turasuna" dergisinin 12. sayısı. Doktor Azerşeb'in "Şehristani-'nin Tefsiri" hakkındaki makalesine bakınız.
Emir-ul Müminin Ali (a.s.) "din görüş ile değerlendirilecek olursa ayağın altının meshedilmesi, üstünün meshedilmesinden daha evladır; ama, ben Rasulullah'ın ayağın üstünü meshettiğini gördüm" buyurdu25. Bu tutum "görüş ve ra'y" hükümeti karşısında Rasulullah'ın (s.a.a.) sünnetini korumanın ta kendisidir.
· Ebu Musa Aş'ari şöyle diyor:
Ali (a.s.) Camel (savaşı) günü Peygamber'in namazını hatırlatan bir namaz kıldı, oysaki biz onu unutmuş veya bile bile terketmiştik26.
· İmam Seccad (a.s.) ezan söylediğinde "hayye alel felah" cümlesine geldiği zaman -ehli sünnetin terketmiş oldukları- "Hayye ala hayril amel" cümlesini söylüyor ye başkalarının bu cümleyi atmakla ezanı tahrif ettiklerini bilmeleri için "ilk ezan böyle idi" buyuruyordu27. Rasulullah'ın sünnet ve tutumuna dayalı bu gibi tavırların benzerleri Ehli beyt'in arasında pek fazladır.
Şianın, ehli beyti bu kadar sembol edinmesi, bir taraftan Peygamberin onca tekidinden ve diğer bir taraftan da Ehlibeyt'in dinin esasını korumadaki siyerinden dolayıdır. Burada, gerçekçi ve gerçeği arayan bütün ehli sünnete, ehli beyt hakkında daha çok araştırma yapmalarını ve bilhassa fezâilin gerçek anlamında ve onun fikirsel semerelerinde düşünmelerini tavsiye etmek yerinde olur bizce. Belki de inşaallah böylece hepimiz ehli beyte sarılarak hidayet yolunu bulur ve Hakk Teala'nın bize lütuf edeceği tevfik ile sırat-ı müstakimde yürürüz28.
' 28) Burada iki kitap tanıtılabilir: Biri Muhammed Taki Rahber'in tercüme edip İslami Tebliğler Teşkilatının bastığı Dar-ut Tevhidin yayınladığı "Ehli Beyt Mektebinde", diğeri de Merhum Şehabuddin İşraki ve Ayetullah Fazıl Lenkerani'nin yazdıkları "Ehl-ül Beyt veya Parlak Simalar". Bu kitab "İslami Kültür yayım bürosu" tarafından yayınlanmıştır.
Değerli üstadım Allame Seyyit Cafer Murtaza'ya, bu mecmuaya değerli bir önsöz yazdıklarından dolayı çok teşekkür ediyor ve ehli beytin hayatı hakkındaki bu muhtasar araştırmamı ehli beyti Athar’ın yolunu izleyenlere takdim ediyorum.
Resul Caferiyan
1
8-İMAM RIZA (AS) 8-İMAM RIZA (AS)
İMAM RIZA(a.s)
Tarihçilerin büyük bir bölümünün yazdığına göre İmam Rıza (a.s.) 148 H. yılında, bazı tarihçilere göre de 153 H. yılında (Zil-hicce veya Zil-Ka'da veyahut da Rabi'ül Evvel ayının onbirinde) dünyaya gelmiş ve 203 H. yılında da dünyadan göçmüştür. Annesinin adı Hayzeran idi.
Bazılarının dediğine göre annesi Nabe ehalisinden idi, adı Erva ve lakabı ise Şakra'dır, Bazıları ise demişler ki, annesinin adı Necme ve künyesi de Ümm'ül Benin'dir. Diğer bazılarına göre de İmam'ın annesinin adı Tektüm'dür[1]. İmamın yüzüğüne nakşedilen cümle şuydu: "Maşaallah ve la havle ve la kuvvete illa billah."[2]
İmam Rıza (a.s.) 201 H. yılına kadar Medine'de yaşadı, ancak aynı yılın Ramazan ayında Merve giderek 29 Sefer 203 H. yılında şehid edildi.
İmam Rıza (a.s.)'ın veliahtlığı gündeme getirildiğinde, İmamla ilgili siyasi olaylar gelişmeye başladı. Bundan önceki dönemlerde, siyasi konular hakkındaki İmam'ın siyasi tutum ve davranışları çok az bir şekilde nakledilmiştir. Onlardan biri, Harun'ur Reşid'in komutanlarından olan Culudi'nin, Mu-hammed b. Cafer'in kıyamını bastırmak için Medine'ye yaptığı saldırı hakkındadır.[3]
Eb'ul Ferec, Muhammed b. Cafer'in kıyamında, İmam Rıza (a.s.)'ın arabuluculuk rolünü üstlendiği hakkında Navfeliden bir rivayet nakletmiştir, ancak bunun sıhhat ve nakl keyfiyeti şüphe uyandırmaktadır.[4]
Taberi, Rafii'den şöyle nakleder: Meşhurdur ki, Ali b. Musa er-Rıza (a.s.) bir yolculuğunda Kazvin'e gidip Davud b. Süleyman Ğazi'nin evinde saklanır. İshak b. Muhammed ve Ali b. Mahrveyh bir yazısında, Davud b. Süleyman tarikiyle İmam Rıza (a.s.)'dan, İmam'ın bir veya iki yaşında bir çocuğunun Kazvin'de medfun olduğunu naklederler.[5] Bir ihtimale göre, bu yolculuk 193 H. yılında, Harun'un öldüğü sıralarda gerçekleşmiş olabilir.[6]
İsfahani'nin nakline göre Culudi, âl-i Ebi Talib'i Medine'den Horasan'a getirmekle görevlendirilmişti.. İmam Rıza (a.s.) da Ebi Talib oğulları arasındaydı. İmam Rıza (a.s.)'la birlikte Ebi Talib oğulları Horasan'a getirildikten sonra biat alma meselesi ortaya çıktı. [7]Zahiren bu rivayet diğer rivayetlerle karıştırılmıştır, çünkü Culudi'nin Medine'ye gelmesi, İmam Rıza (a.s.) Horasan'a gitmeden önceydi.
İmam Kâzım (a.s.)'ın şehid oluşundan sonra ortaya çıkan ihtilafı ele alarak konuya başlamak istiyorum. Ondan sonra da İmam'ın yaşamı boyunca karşılaştığı önemli meseleleri inceleyeceğiz.
Geniş çaplı rivai delillerin varlığı, İmam'ın şiiler arasındaki saygınlık ve makbuliyeti ve de İmam'ın ilmi, ahlaki üstünlüğü O'nun imametini çok iyi bir şekilde ispatlamaktadır. Musa b. Cafer (a.s.)'ın hayâtının sonlarına doğru durum karmakarışık olmuştu gerçi, ancak İmam Kâzım (a.s.)'ın ashabının çoğu İmam Rıza (a.s.)'in, babası tarafından kendi yerine tayin edildiğini teyid etmişlerdir.
Şeyh Müfid, İmam Rıza (a.s.)'ın, yüce babasının yerine İmam olarak tayin edildiğine dair rivayet nakleden on iki ashabın adını saymaktadır. Onların başta gelenleri şunlardır: Davud b. Kesir er Rakkî, Muhammed b. İshak b. Ammar, Ali b. Vaktin ve Muhammed b. Senan.[8] Şeyh Müfid bunların adını saydıktan sonra mezkur rivayetleri geniş bir şekilde nakletmiştir.
İrbili de o rivayetlerin yanı sıra diğer rivayetlerden de zikretmiştir. Bazı muhaddis ve müellifler de o rivayetlerin tümünü bir araya toplamışlardır.[9]
İmam Sadık (as.)'ın şahadetinden sonra, ondan sonraki İmam'ın kim olduğu hususunda bir ihtilafın yıkması, İmam Kâzım (a.s.)'ın ashabının İmam Kâzım (a.s.)'dan sonra kimin İmam olacağı hususunda dikkat ve ihtiyat etmelerine sebep oldu. Bu yüzden İmam Kâzım (a.s.) şehid olmadan önce, ondan sonra kimin imam olacağı üzerinde ısrarla durup onu tanımaya çalıştılar.
Nasr b. Kabus şöyle rivayet eder: Ebu İbrahim'e (Musa b. Cafer'e) şöyle dedim: İmam'ın kim olacağı hususunda babanızdan sorduğumda bana sizi tanıttı, sizin imam olacağınızı söyledi. Babanızdan ikinci bir şey daha sordum ve dedim ki: İmam Sadık (a.s.) şehid olunca halkın arasına ihtilaf düştü, halk sağa sola dağıldı, ben ve dostlarım sizi seçtik. Şimdi sizden sonra kimin İmam olacağını bize söyler misin? İmam (a.s.), kendi oğlunun İmam olacağını bildirdi.[10]
Ancak bununla birlikte takiyyeden dolayı ve de İmam Kâzım (a.s.) tarafından şiflerden mal toplayan bazı şahısların fırsat perestliklerinden dolayı ve ayrıca halkı İmam Kâzım (a.s.)'dan uzaklaştırmak için uydurulan bazı yanlış rivayetlerden dolayı bir takım zorluklar ortaya çıkmıştı. Bu da İmam Kâzım (a.s.)'ın Medine'de şiiler ve Ehl-i beyt dostları arasında -ki onların büyük bir bölümü olayları yakından izliyor ve görüyorlardı- İmam Rıza (a.s.)'ı kendinden sonra İmam olarak nasbettiği bir sırada gerçekleşmekteydi.[11]
Merhum Tabersi'nin rivayet ettiğine göre, asıl sorunu ortaya çıkaranlar, İmam Kâzım (a.s.)'ın şehid olmasıyla sonuçlanan son defa zindana atılması süresince yanlarında mal toplanan kimseler idi Tabersi bu hususta aynen şunları söylemektedir
"İmam Kâzım (a.s.) zindandayken İmam'ın bazı ashabının yanında birçok emanetler toplanmıştı. İşte bu eleştiri ve tenkidlerin ortada görünen bir tek sebebi vardı ve o da ashabın o emanetlere göz dikmesi ve tamamlanmasıydı. Bu yüzden de yanlarında emanet toplanan ashab, İmam'ın şehadetini inkar etmeye kalkıştı, İmam'ın hayatta olduğunu iddia etti. İmam Kâzım (a.s.)'ın kendi yerine tayin ettiği İmam'ı ve bu husustaki nassı inkar etmeye sürükledi, onları."[12]
Tabersi, bu sözüyle Keşşi'nin naklettiği bir rivayete işaret etmektedir. Rivayet şöyledir: İmam Kâzım (a.s.)'ın, Hayyan-i Serrac adında ve bununla birlikte başka bir vekilinin yanında otuz bin dinar toplanmıştı. İmam zindandayken, onlar bu parayla ev ve tahıl almışlardı. İmam'ın şehid olduğunu duyunca O'nun dünyadan göçmesini inkar edip, Şiilerin arasında da İmam'ın ölmediğini, çünkü Onun âl-i Muhammed'in Kaim'i olduğunu yaydılar. Rivayetin devamında Şiilerin, bu iki kişinin ellerinde bulunan malı yemek için bunu uydurduklarını anladıkları açıkça belirtilmiştir'.[13]
Bu inhirafın ortaya çıkışının başka bir nedeni de, önceki bazı İmamların hakkında da ortaya çıktığı gibi, Mehdeviyet mefhumu idi, ki bu da şiiler arasında çok etkili ve özel bir yere sahipti. Tabii ki ehli sünnet rivayetlerinin de bundan bir farkı yoktur. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, bu inhiraf, her zaman bazılarının fırsat kollamalarından ve şahsi çıkarlarını gözetmelerinden ortaya çıkmıyordu. Hatta bazen Şiiler Mehdeviyete inandıklarından, ama onun asıl mısdakını bilmediklerinden bu hataya düşüyorlardı. Şuna da değinmeliyiz ki, bu inhirafın ortaya çıkmasında gulüv düşünce tarzı da etkili olmuştu.
Her halükarda İmam Kâzım (a.s.)'ın Mehdi olduğu inancı, O hazretin, şehid olduktan sonra bile hayatta olduğu ancak gaybete çekildiği bir grup tarafından terviç ediliyordu. Şeyh Müfid, "el-Fusûl'ül Muhtare" kitabında, İmam Kâzım (a.s.)'ın şahadetinden sonra şiiler arasında ortaya çıkan bölünmeleri detaylı bir şekilde kaleme almıştır. Sa'd b. Abdullah-i Eş'ari de "el-Mekalat vel-Firak" kitabında ona benzer sözler nakletmiştir. Haliyle onların tümünü buraya aktaramayız, ancak kısa olarak değinmekte fayda vardır.
İmam Kâzım (a.s.)'ın şehadetinden sonra Kat'iyye ve Vakıfiyye adında iki umde görüş tarzı ortaya çıktı. Kat'iyye İmam Kâzım (a.s.)'ın şehadetini teyid edip, İmam Rıza
(a,s.)'ın da imametini kabul ediyordu.[14] Vakıfiyye ise İmam Kâzım (a.s.)'ın şahadetine inanmamak bahanesiyle O hazretin İmameti inancında baki kaldılar. Şehristani, oniki İmamın imametine inanan İsna Eşariye ile Kat'iyye'nin aynı olduğunu söylemiştir.
Her halükarda İmam Kâzım (a.s.)'ın Mehdi olduğu inancı, şia arasında inhirafın ortaya çıkmasına ve bazılarının da İmamsız olarak yaşamasına sebep oldu[15] ve bu intirafın neticesinde de Gulat'tan biri olan Muhammed b. Beşir adında biri, bu durumdan faydalanarak Memture adında bir fırka ortaya çıkardı.
Bu fırka, hulul ve tenasüh inancında olup, haramları da mubah sayıyorlardı. Memture adı "Kilab-ı Memture" (yağmur suyuyla ıslanan köpeklerden alınmış olup, ilk olarak Ali b. İsmail adındaki şii mütekkelimi tarafından o fırkaya verilmiş ve daha sonra da bu isimle meşhur olmuşlardır.[16] Eş'ari onların inançlarının cüziyatınâ kadar inerek şöyle der: Bunların "Tafviz" hakkındaki inançları Gulat inancının aynıdır. Eş'ari, kitabını telif ettiği zamana kadar bu fırka mevcut ve baki idi'.[17]
Hem Eş'ari ve hem de Şeyh Müfid, İmam Kâzım (a.s.)'ın şehadetinden sonra ortaya çıkan başka bir inanç ve itikada da değinmişlerdir. Şöyle ki: "İmam Kâzım (a.s.)'dan sonraki İmamlar sadece İmam Kâzım (a.s.)'ın emirleridirler, çünkü O hazret hayattadır ve ancak gaybe çekilmiştir." Böyle bir düşüncenin temelini de Mehdeviyet inancı teşkil etmiştir.[18]
Bu sözlerin devamında değinmemiz gereken nokta da şu ki, şiiler arasında bölünmeler ortaya çıktığı zamanda şii kültür ve maarifi kamil, yaygın ve etraflı bir şekilde şiiler tarafından bilinmekteydi. Bu yüzden de bu gibi cüzi inhiraflar şiiliğin aslını herhangi bir şekilde etkilemiyordu. İmam Kâzım (a.s.) tarafından öyle eğitilmiş ve yetiştirilmişlerdi ki, onların her biri şia fıkıh ve kelamının bir direğini teşkil ediyorlardı. Öte yandan da, inhirafa düşenlerin çoğu zaif'ün nefs kimseler idi, ki bir takım özel şartlar dışında gelişme ve rüşd zeminesine sahip değillerdi.
Şianın büyüklerinden olan Hişam b. Hakem, Hişam b. Salim, Yunus b. Abdurrahman ve Ali b. İsmail gibi kimseler bu inhirafın şia mezhebine sızmaması için bütün ağırlıklarını ortaya koymuş, ona engel olmuşlardı ve ondan sonra da şia hadis kültürünü, telif edilen usûl yardımıyla korudular. Nitekim Merhum Küleyni ve Şeyh Saduk düzenli bir şekilde o hadis usûllerini bir araya topladılar.
VELİAHTLIK MESELESİ:
İmam Rıza (a.s,)'la ilgili en önemli tarihi mesele O hazretin veliahtlık meselesidir. Bu makalemizde veliahtlık meselesinin bazı bölümlerini aydınlatmaya çalışacağız. Veliahtlık meselesiyle ilgili esasi nükteler bir kaç konu teşkil etmektedir. Onların en önemlileri ise Memun'un hedefi ve İmam Rıza(a.s.)'ın bu olay karşısındaki tutumudur.
Değerli üstadımız Allame Seyyid Cafer Murtaza "İmam Rıza’nın Siyasi Hayatı" adlı kitabında bu meseleyi detaylı bir şekilde ele almış ve konuya açıklık getirmiştir. Haliyle biz de '"burada kısa olarak konuya değinecek, ancak bu meselenin ren önemli ve esasi nüktelerini açıklayacağız.
Üstadımız kendi kitabında Memun'u bu işe iten sebeplerin on bir tanesine değinmiş ve her biri hakkında da bazı Şahid ve karineler zikretmiştir.[19] Bizim burada değineceğimiz hususlar ise Memun'un ve İmam Rıza (a.s.)'ın kendi sözlerinden anlaşılan hususlardır. Değerli okuyucular, geniş bir şekilde konuyu incelemek istiyorlarsa değerli üstadım Allame Seyyid Cafer Murtaza'nın yazmış olduğu "Hayat'üs Siyasiyye lil'İmam-ir Rı- za" kitabına bakabilirler. .
MEMUN'UN HEDEFİ:
Burada önemli olan, meselenin zahirde düzenli ve planlı bir şekilde gündeme getirilmesiydi. Memun kendine has bir incelikle, zahirde İmam Rıza (a.s.)'a çok ilgi duyduğunu ve hilafet meselesinde Ali (a.s.) soyunun haklı olduğuna inandığından dolayı böyle bir işe girişmiş olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Memun öylesine bir ustalıkla bu işi gerçekleştirmişti ki, İrbili, İmam Rıza (a.s.)'m şehid edilmesinde kesinlikle Memun'un parmağı olmadığı ve Memun'un İmam'a çok ilgi duyduğu görüşünü Seyyid b. tavus'a nisbet vermiş ve kendisi de açık bir şekilde bir görüşe meyletmiştir.[20] Ehl-i Beyt dostlarının ve Ali (a.s.) soyunun Abbasi halifeler tarafından en kötü şartlar altında tutulduğu, en feci şekilde ezildiği bir dönemde hilafetin Ali (a.s.) evlatlarından biri olan İmam Rıza (a.s.)'a bırakılması haliyle insanı Memun hakkında hataya düşürebilir, zahiren bu iki değerli üstad da böyle bir tuzağa düşmüşlerdir.
Memun'un ve de İmam Rıza (a.s.)'ın kendi sözlerine ve hatta O hazretin bazı ashab ve şiilerinin sözlerine baktığımızda işin hakikatini tamamen anlamış oluruz. Dikkat edilmesi gereken şu ki; Memun siyasi düşünce ve görüş açısından büyük bir üstünlüğe sahip idi ve hilafeti ele aldığı günden itibaren yolu üzerindeki engellerin tümüyle, aşama aşama mübareze etmiş ve hakimiyetini' sağlamlaştırmış, güçlendirmişti.
Memun'un yarattığı ortamın ardında gizli olan ve dikkat edilmesi gereken başka bir nokta da, Memun'un döneminde mevcut olan İmami şiiler ve Zeydiler dışındaki önemli mezhebi eğilim ve inançlar arasında hadis ehlinin ve Mutezilenin yer almasıdır.
Hadis ehli esasen Osman taraftarı bir fırka olup Emir'ül Müminin (a.s.)'a karşı cephe açmışlardı, fakat Mutezile arasında, Osman taraftarı olan Basra'daki eski alimlerinin aksine, Bağdat'ta Emir'ül Müminin (a.s.)'a karşı müsbet bir eğilim ortaya çıkmıştı. Bu da hadis ehlinin, Ali (a.s.)'a müsbet bakan Mütezilileri Şiilikle itham etmelerine sebep olmuştu. Böylece de Mutezililer Şiilikle itham olundular.
Çünkü hadis ehli açısından şiilik Emir'ül Müminin (a.s.)'a müsbet bir gözle bakmaktan başka bir şey değildi. Ancak sonraları "Rical ilmi" alimleri arasında böyle bir anlayış değişikliğe uğradı, ki bu konu hakkında burada bir başlık açmamıza fırsat yoktur.[21] İşte bu dönemde Şiilikle itham olunmak o kadar yaygın bir hale gelmişti ki Mütezililerle birlikte Memun'un kendisi bile şiilikle itham edildi, hem de çok şiddetli bir şekilde.
Çünkü Memun, Ali (a.s.)'ın bütün halifelerden üstün ve öncelik hakkına sahip olduğuna inanıyordu. Bu da tarihde Memun'un tam bir şii olarak ortaya çıkmasına sebep oldu.[22] Şunu hatırlatmalıyız ki Memun'u, Emir'ül Müminin (a.s.) hakkında böyle bir inanca sahip olan bir M üt ezil i olarak kabul etmenin, onun İmam Rıza (a.s.) hakkındaki siyasi metod ve düşüncesiyle ve İmam Rıza (a.s.)'ı kendi siyasi oyunlarına alet etmek,nesiy1e herhangi bir çelişkisi yoktur.
Hatta şöyle bir şey diyebiliriz; "Memun'un bu inançları da siyasi gösterişten başka bir şey değildir", ancak bunu isbat etmek geniş çaplı tahkik ve inceleme gerektirmektedir.
Burada asıl meseleyi incelemek ve Memun'un neden böyle bir işe giriştiğini ve hedefinin ne olduğunu araştırmak gerekir.
İmam Rıza (a.s.)'ın veliahtliğı hakkında Memun'a itiraz edildiğinde Memun bazı konulara değindi ki, onun bu husustaki siyasetinin ana hatlarını ortaya koymaktadır. Memun şöyle dedi:
"Bu şahıs faaliyetlerini gizil olarak sürdürerek halkı kendi imametine davet ediyor, biz onu veliaht seçtik ki, halkı bize hizmet etmeye davet etsin ve bizim hilafetimizi de itirafda bulunsun. Ayaca ona bağlananlar da bilsin ki, O, iddia ettiği gibi biri değil ve bu iş (hilafet) bize layıktır, Ona değil.
Ayriyeten Onu kendi başına bıraktığımızda bize telafi edemeyeceğimiz zararlar vermesinden, karşısında duramayacağımız faaliyetlere girişmesinden korktuğumuz için böyle bir şeye teşebbüs ettik. Şimdi Onun hakkında böyle bir metod uygulayacağımıza göre, Onun işinde hata ettiğimize ve Onu büyük göstermekle kendimizi uçurumun kenarına daha bir yaklaştırdığımıza göre Onun her şeyini dikkate almalıyız, böylece de Onun, halkın gözündeki azamet ve şahsiyetini yavaş yavaş azaltmalı ve Onu, halk açısından hilafete layık olmayan biri durumuna düşürmeliyiz.
Daha sonra, da Onun tarafından bize yönelme olasılığı olan tehlikeleri önlemek için bir çare düşünürüz."[23]
Memun sözüne başlarken bu işten neyi amaçladığını hatırlatmıştır.
Nokta 1 - Şöyle ki; eğer İmam Rıza (a.s.) veliahtliği kabul ederse otomatikmen Beni Abbas hilafetinin meşruluğunu kabul etmiş olacaktır ve Ali (a.s.) evlatlarının da Abbasi hilafetini resmiyete tanıması büyük bir imtiyazdı, onlar için. Böylece de bu iki hanedan arasında süregelen eski ihtilaf ve düşmanlık ister istemez Abbasiler lehine son bulacaktı.
Nokta 2 - İmam Rıza (a.s.)'m hilafet teşkilatına getirilmesiyle O hazretin faaliyetleri kontrol altında ve kısıtlı olacaktır, İmam artık kendini İmam olarak tanıtamayacaktır. Çünkü bu surette halkı sadece kendi veliahtliğini kabul etmeye değil, hatta veliahtliğini kabul etmiş olduğu halifeyi de kabul etmeye davet etmesi gerekecektir ve böylece de Ali (a.sf) evlatlarının imameti ebedi olarak istiklal boyutunu kaybetmiş olacaktır.
Nokta 3 - İmam Rıza (a.s.), Mamun'un veliahtliğini kabul etmekle, makamının azametini azaltacak ve taraftarlarının yanındaki değerini kaybedecekti ve artık kimse Onu pak ve mukaddes 'bir şahsiyet olarak tanımayacak ve iddia ettiği şeyle uzaktan-yakından hiçbir ilişkisi olmadığı ortaya çıkacaktı.
Ebu Salt Harevi de veliahtliğin İmam Rıza (a.s.)'a bırakılmasının sebebini şöyle açıklıyor:
"(Memun) Veliahtlığı İmam'a bırakmakla, İmam'ın dünyada gözü olduğunu halka kanıtlamak ve böylece de İmamın manevi makamını lekelemek istedi. "[24]
Hakikat şu ki halk, her zaman Ali (a.s.) evlatlarına ve özellikle de şia imamlarına özel bir ihtiram ve saygı göstermişlerdir ve bu da halkın onlara normalden daha çok itikat ve itimad etmelerine sebep olmuştu. İmamları çevreleyen mukaddeslik çemberi, herkesi onların karşısında huzu ettirmiş ve imamlara karşı halkın içinde bir nevi teslimiyet yaratmıştır.
Mamun da bu kutsallığı yok etmeye, en azından onların da, diğerleri gibi hükümeti efe aldıklarında zulüm ve fesad edebileceklerini göstermeye çalışıyordu, Kıfti bu meseleyi kendi kitabında iyi bir şekilde aydınlatmıştır[25]
Halkın gözünde bir nevi uzaklaşılması gereken pislik olarak bilinen hilafet ve siyasete, takvalı ve nefsini arındırmış bir insanı dahil etmenin kendisi o şahsın etki ve nüfuzunun azalmasına sebep olacaktı.
İmam Rıza (a.s.) gibi zühdde öncü birinin özellikle de Abbasilerin kurmuş oldukları bir hilafetle işbirliğinde bulunması, ona dahil olması İmam Rıza (a.s.)'ıli makam ve mevkisini indirgeyebilirdi. Bu yüzden de itiraz unvanında İmam'a şöyle diyorlardı:
"Dünya hakkında bunca zühdlü olmanıza rağmen neden Memun'un veliahtliğini kabul ettiniz?"
İmam da şöyle buyuruyordu:
"Bu işten ne kadar nefret ettiğimi Allah bilir ancak."[26]
Memun'un bu hedeflerinin yanı sıra bazı 'noktalara da değinebiliriz, Mesela; Memun bu planıyla İmam Rıza (a.s.)'ı daha iyi kontrol edebilirdi ve bu doğrultuda da -kendi pençesinde tuttuğu- İmam için birçok bekçi ve gözcü dikmişti, ki onlar İmam'ın durumunu Memun'a bildiriyortardı.[27] Bu mesele İmam'ın gerçek şiilerinden uzak ve ayri kalmasına da sebep olmuştu.
Ayrıca Memun'un, kardeşi Emin'le savaşması neticesinde etrafından dağılan Ehl-i beyt dostlarını da İmam Rıza (a.s.)'ı hilafete dahil etmekle yeniden kazanabilirdi, Memun. Bu da Memun için çok önemli bir şeydi.[28]
Ehl-i beyt dostlarının Memun'a karşı kıyamları onu zor bir durumda bırakmıştı ve Memun bu meseleyi bir nevi halletmeliydi ve bu yüzden de sonraları Abdullah b. Musa'ya yazdığı mektupta onu kardeşinin yerine veliahtlığa tayin ederek şöyle yazmıştı.
"Veliahtlığı İmam Rıza'ya verdikten sonra Ebi Talib evlatlarından birinin benden korkacağını hiç zannetmiyorum artık."[29]
Ancak o buna aldanmadı ve Memun'u, İmam'ı öldürmekle suçladı. Memun'un İmam Rıza (a.s.)'ı veliaht tayin etmesi, avam halk açısından, onun İmam Rıza (a.s.)'ın katili olmadığını gösterebilirdi ve nitekim de İmam Rıza (a.s.)'ı sevdiğini tezahür ederek ki halkın bazısı da buna inanıyordu İmam'ı şehid etti ve zahiren kimse de onun diyanetinin farkına varmadı.[30]
İMAM'IN (a.s.) AKSÜL AMELİ
Memun'un neden İmam Rıza (a.s.)'ı Horasan'a getirtip Onu veliaht tayin eniğini ve bundan hedeflediği şeyin ne olduğunu açıkladık. Şimdi de İmam'ın ona karşı tepkisinin ne olduğunu izah etmeliyiz.
İmam'ın bu hususta gösterdiği ilk tepki Horasan'a gelmekten bunun kendisi Memun için bir basarı sayılabilirdi-sakınması ve veliahtliği kabul etmemesi oldu, ancak İmam'ı götürmekle görevlendirilen Reca b. Ebi Zahhak O hazret! bu yolculuğa mecbur etti.
Küleyni, Yasir Hadim'den ve Rayyan b. Salt'tan söyle nakleder: Emin'in işi bittikten ve Memun da hükümetini kurduktan sonra imam'a bir mektup yazarak Horasan'a gelmesini istedi. İmam ise onun isteğine kesinlikle olumlu cevap vermiyordu. Bir hadisde şöyle anlatılır:
"Memun durmadan mektup yazıyordu. İmam, Memun'un kendisini bırakmayacağını görünce gitmekten başka bir çaresi kalmadı."[31]
Şeyh Saduk, Maul Secistani'den şöyle nakleder: İmam Rıza (a.s.)'ı Horasan'a götürmek için Medine'ye bir elçi geldiğinde ben oradayım. İmam, Resulullah (s.a.a.) ile vedalaşmak için Peygamberin türbesine dahil oldu.
İmam'ın defalarca türbeden çıkıp yeniden Resulullah (s.a.a.)'in kabrine doğru döndüğünü ve yüksek sesle ağladığını gördüm. İmam'a yaklaşıp selam ettim ve bunun sebebini sordum. İmam buyurdu: "Ceddimin civarından gidip gurbette öleceğim... [32]
Ayriyeten, İmam (a.s.) Horasan'a gittiği zaman ailesinden kimseyi beraberinde götürmedi. Bu da, bu yolculuğun İmam açısından en küçük bir değer taşımadığını açıkça ortaya koyuyordu.
Hasan b. Ali Vaşsa'dan nakledilmiş ki:
İmam bana buyurdu ki: Beni Medine'den götürmek istedikleri zaman ailemi bir araya toplayarak benim için, benim duyacağım bir şekilde ağlamalarını emrettim. Daha sonra aralarında on iki bin dinar taksim edip "Bir daha sizin aranıza dönmeyeceğim."dedim[33]
Düşünebilen insanlar ve bizzat İmam ile doğrudan irtibatta olan şiiler, İmam'ın bu aksülamelinden, O hazretin zorla böyle bir şeyi kabul ettiğini kolayca anlayabilirlerdi. Bizzat İmam'ın kendisi sonraları bu meseleyi çok yakın ashabına açıklamıştı. Abdüs Selam Hiravi'den şöyle nakledilmiştir:
"And olsun Allah'a, İmam Rıza (a.s.) kendi isteğiyle bu işe girmedi."[34].
Nitekim İmam'ı Medine'den çıkarıp" Basra yoluyla Fars'a ve oradan da Horasan'a götürdüler.[35] İmam'ın Nişabur halkıyla karşılaşmasına ve oradaki ortamdan yararlanarak cehennem ateşinden kurtulmanın şartı olarak tevhid ve velayeti bir arada beyan etmesine ilerde değineceğiz. Sonunda Memun'un Horasan'daki hilafet merkezine götürdüler, İmam'ı.
İşte burada Mamun hilafeti İmam'a bırakmak istediğini dile getirdi. Memun'un bir hayli ısrarından ve İmam'ın da bunu kabul etmekten çekinmesinden sonra, nitekim veliahtlık zorla İmam'a tahmil edildi.
Üstad Cafer Murtaza'nın da detaylı olarak bahsettiği gibi, Memun hilafeti İmam'a teklif etmekte ciddi değildi. İmam'ın veliahtliği kabul etmediği taktirde, Memun tarafından ölümle tehdit edilmesi bu iddiayı doğrulayan ikna edici bir delil olabilir'[36].
Çünkü Memun'un itikadi açıdan İmam'a sevgi duyduğunu tezahür etmesi ve İmam'ı ölümle tehdit etmesi bir arada nasıl düşünülebilir. Eğer o gerçekten İmam'a inanıyor idiyse, İmam'ı bayram namazı kılmaktan engellemesi doğru olmazdı.
Her halükarda veliahtliğin İmam Rıza (a.s.) tarafından kabul edilmesi hususunda Memun'un diretmesi ve bundan kaçındığı surette de İmam'ı ölümle tehdit etmesi İmam'ı öyle bir durumda bırakmıştı ki, veliahtlığı kabul etmekten başka bir çaresi yoktu[37]. Fakat aynı zamanda İmam, Memun'un düşündüğü hedefe varmaması için elinden gelen her şeyi yaptı.
Bu faaliyetler sadece İmam ile Memun arasında cereyan eden iki aylık bir tartışmadan sonra gerçekleşti'[38].
Bu durumda İmam, Kunduzi'nin tabiriyle "Hazin ağlayan" idi [39] Herşeyden önemlisi de İmam'ın, Memun'un bu girişimini masum İmamların imametinin hakkaniyetini teyid eden bir hareket olarak telakki etmesiydi. Çünkü o zamana kadar hiçbir halife âl-i Ebi Talib'e böyle bir hak tanımamıştı.
Memun'un bu girişimi, böyle bir girişime ters düşen önceki Emevi ve Abbasi halifelerinin faaliyetlerinin batıl olduğunu açıkça ortaya koyabilirdi. Bu yüzden de İmam şöyle buyurdu:
"Hamdolsun Allah'a ki O, halkın bizim hakkımızda zay ettiği şeyi korudu, onların aşağıladığını Allah yüceltti. Seksen yıl boyunca küfr minberlerinde kötülendik, lanet edildi bizlere, fazilet ve menkıbelerimiz gizletildi, örtülü tutuldu, bize yalan nisbeti vermesi için halkın arasında nice mal ve servet dağıtıldı. Ancak bunlarla birlikte Allah bizim adımızı yüceltti ve faziletimizi aşikar etti."[40]
İmam Rıza (a.s.)'m veliaht olarak tanıtılması, için düzenlenen ilk toplantıda İmam bu tabirini kısa olarak şöyle beyan etti:
"Resulullah (s.a.a.)'in hatırı için bizim sizin üzerinizde ve sizin de bizim üzerimizde hakkınız vardır. Eğer siz bizim hakkımızı verirseniz biz de sizin hakkınızı veririz."[41]
Bunların arasında dikkati çeken şey İmam'ın veliahtlik teklifini kabul etmeden önce istidlal etmesi ve bir nevi Memun'u çıkmaza sürüklemesiydi. İmam istidlal ederek Memun'a dedi ki, ya kendisinin ve babalarının hilafet hakkı olmadıklarını itiraf etmeli ya da kendisinden (İmam Rıza) el çekmelidir. Memun İmam Rıza (a.s.)'ı veliahtliği kabul etmeğe mecbur ettiğinde İmam şöyle istidlal etti:
"Eğer bu hilafet senin malınsa, o halde Allah onu senin için kılmıştır. Bu surette Allah'ın sana giydirdiği elbiseyi çıkarıp başkasına vermen caiz değildir. Ve eğer senin malın değilse bu surette de kendi malın olmayan şeyi başkasına bağışlaman câiz değildir."[42]
Aynı şekil İmam, Memun'un o hazretin veliahtlığından yararlanması hususundaki siyaset ve planını suya düşürmek için veliahtlığı neden kabul ettiğini şöyle açıklıyor: "Ceddimin şûra'ya dahil olduğu delil gereği ben de veliahtlığı kabul ettim."[43]
Ve de buyurdu ki:
"Allah biliyor ki, .ben bunu kabul etmekten kaçınıyordum, ancak veliahtlığı kabul etmekle ölmek arasında bir seçim yapmak zorunda olduğumu görünce mecburen veliahtlığı ölüme tercih ettim."[44]
Her halükârda İmam veliahtlığı kabullenmeğe mecbur edildi, zorlandı. Fakat önceden de değindiğimiz gibi O hazretin veliahtlığı kabul etmesinden siyasi faydalanmalar olmasın diye İmam bütün gücünü kullandı. Veliahtlığın kabulünden sonra İmam irad ettiği bir hutbesinde çok önemli noktalara değindi:
"Şüphesiz emir-ül müminin, Allah doğru yolda yürümekte ona yardım etsin ve işinde istikameti! olmakta başarılı kılsın, başkalarının inkar ettiği bizim hakkımızı resmiyete tanıyıp beni veliaht tayin etti. Eğer ondan sonra hayatta kalırsam bütün yetkiler benim elimde olacaktır."[45]
Hilafetin Ehl-i beytin hakkı olduğuna dair Memun'dan itiraf almak, bu meselenin esasi noktalarından biri idi; ki İmam bu meseleyi takip ediyordu. Çünkü Memun, İmam Rıza (a.s.)'ı kendi hilafetini teyid etmeğe mecbur etmek isterken kendisi Ehl-i beytin imametini teyid etmek zorunda kalmıştı.
İmam veliahtliği bir takım ön şartlar getirerek kabul etmişti ve bu da amelen O hazreti siyasi ve içtimai konulara müdahale etmekten tamamen uzak tutuyordu.
İmam Rıza (a.s.) sarflarını şöyle açıkladı:
"Ben bunu (veliahtlık) şu şartlarla kabul ederim ki kimseye makam vermeyecek ve kimseyi makamından almayacağım, hiç bir sünnet, metod ve geleceği ihlal etmeyeceğim ve sadece uzaktan veliahtlık makamını taşıyacağım."[46]
Bu konulara dikkat edilirse, İmam'ın, mevcut durumun ve hükümet tarafından yapılan işlerin sorumluluğunu yüklenmek istemediğini ve bazılarının O hazretin işlere nezaret veya müdahele ettiği düşüncesine kapılmalarını istemediğini gösterir ve bu surette de kimse İmam'ı suçlayamayacaktı.
Çünkü devlette gündeme getirilen bütün meselelerin ve icra edilmesi istenen her şeyin emrinin Memun tarafından olduğu, herkes tarafından bilinmekteydi. İşte bu, İmam'ın Memun'dan aldığı büyük bir imtiyazdı ve böylece de İmam hükümet teşkilatında olmasına rağmen kendi adına leke kondurmadı. İmam şöyle buyuruyordu:
"Ben bu işe dahil olmadım, sadece onun dışında olan birinin müdahalesi gibi müdahale ettim."[47]
Hakikat şu ki, takriben iki asırlık inhirafın ürünü olan karmakarışık bir durumu İmam kabul edemezdi. Muhammed b. Ebi ibad itiraz edercesine İmam'a "Veliahttık sorumluluğunu neden kabul etmiyor ve durumdan faydalanmıyorsunuz (bize de bir faydası durdu)?" dediğinde İmam buyurdu:
"Eğer iş benim elimde ofsaydı ve sen de benim yanımda aynı yer ve mevkiye sahip olsaydın, beyt'ül maldan normal, halka vereceğim miktarın aynısını sana verirdim."[48]
İMAM RIZA (a.s.)'IN VELİAHTLİĞİ KABULÜNDEN ŞEHADETİNE KADAR MEMUN İLE İLİŞKİSİ:
Burada iki esasi noktaya kısa olarak değinebiliriz:
1 - Memun, İmam Rıza (a.s.)'ı Merv'e getirdikten sonra muhtelif alimlerin katılımıyla birçok ilmi toplantılar düzenliyordu ve bu toplantılarda İmam ile diğerleri arasında birçok müzakereler oluyordu. Bu toplantılarda tartışılan, konuşulan konular genellikle fıkhi ve itikadi konulardı. Merhum Tabersi bu müzakerelerin çoğunu kendi kitabında bir araya toplamıştır.[49]
Memun bu gibi ilmi toplantılar düzenlemekle kendisini ilim sever biri olarak göstermek istiyordu. İşte bu açıdan onu diğer Abbasi halifelerinden ayırmak gerekir, özellikle de onun akli eğilimi ve Mutezüe ile beraberliği onu hadis ehli[50] karşısında durmaya ve ilmi açıdan onları alt etmeye sevk ediyordu, ancak mesele bununla bitmiyordu.
Memun'un böyle toplantılar düzenlemekten başka amacı da vardı. Memun, İmam'ı tartışma ortamına çekmekle avam halkın Ehl-i beyt İmamları hakkındaki "Onlar ledünni ilmine sahiptirler." düşüncesini yok etmek istiyordu.
Merhum Şeyh Saduk bu hususta şöyle diyor: Memun her fırkanın büyük alimlerini İmam'ın karşısına çıkarmakla O hazretin hüccet ve burhanını itibardan düşürmeğe çalışıyordu. Memun İmam, hakkındaki hasedinden, İmam'ın ilmi ve içtimai makamını çekememezliğinden dolayı bu işe başvurmuştu.
Ama kimse İmam'ın karşısına çıkmıyordu, İmam'ın karşısına çıkan herkes de Onun üstünlüğünü itiraf ediyor ve O hazretin istidlalleri karşısında teslim oluyordu.[51]
Bir rivayette şöyle denmiş: Memun bu işleri yapmakla İmam'ı kendisine çekmek istiyordu. Fakat İmam ashabına şöyle buyurdu: "Onun yapmacık işlerine ve gösteriş icabı yaptıklarına aldanmayın, ben Memun'un eliyle şehid edileceğim.'[52]
İhtimalen bu toplantılar önceleri bu amaçla tertipleniyordu, ancak Memun bu toplantıların kendisi için zarardan başka bir şey getirmediğini görünce İmam'ı kısıtlamaya başladı.
Abdüsselam Hiravi'den şöyle nakledilmiştir: "İmam Rıza (a.s.)'ın kelamı konularda toplantılar tertiplediği ve halkı kendi ilmiyle hayran ettiği Memun'a bildirilince Memun, Muhammed b. Amr-ı Tûsi'yi, halkı İmam'ın toplantılarından dağıtmakla görevlendirdi. Ondan sonra İmam, Memun hakkında beddua ederek buyurdu:
"Ey yeri ve gökleri var eden, ey sonsuz güce sahip olan Allah, ey değişim ve tebdil mahalli olmayan Allah, ey yüce Allah, namazı kendisine salat ve selamla şereflendirdiğin kimseye selam ve rahmet gönder, bana zulmü reva gören, beni küçük sayan ve şialarımı kapımdan kovan kimseden benim intikamımı al."[53]
İmam'ı şehid etmek için bu meselenin kendisi başlı-başına bir delil şeklini aldı. Ahmed b. Ali Ensari diyor ki: Ebu Salt'a "İmam Rıza (a.s.)'ın öldürülmesine Memun nasıl razı oldu?" diye sordum. Ebu Salt: ...
Memun veliahtlığı İmam Rıza (a.s.)'a yermekle onun dünyada gözü olduğunu halka göstermek ve neticede halkın gözünden düşürmek istedi. Ancak İmam Rıza (a.s.)'ın yaptığı her iş onun Memun'dan üstün olduğunu ortaya koyunca Memun, İmam Rıza (a.s.)'ın ilmi kariyerini zedelemek ve halkın gözünden düşürmek için bütün İslam topraklarındaki mütekellimleri (kelam alimlerini) imam'la tartışmak için davet etti.
Ancak nevarki İmam'la muhatap olan her Yahudi ve Nasrani alimi İmam'ın karşısında teslim oluyordu. Halk da diyordu ki: İmam Rıza (a.s.) hilafet makamına Memun'dan daha layıktır. Memun'un casusları da olayları ve konuşulan sözleri Memun'a rapor ediyorlardı. Böylece Memun İmam Rıza (a.s.)'ı zehirleterek öldürmeye teşebbüs etti.[54]
2 - Memun ile İmam arasındaki ilişkilere gölge düşüren ikinci bir nokta da İmam'ın bayram namazına gitmesi oldu. Memun, İmam Rıza (a.s.)'dan bayram namazını kıldırmasını istedi. İmam ise veliahtliği kabul ederken öne sürdüğü şartlar doğrultusunda bayram namazını kıldıramayacağını söyledi.
Memun ısrar edince İmam mecburen kabul etti ve şöyle buyurdu: "O halde Resulullah (s.a.a.) gibi namaza gideceğim." Memun da kabul etti. Bu sırada halk, İmam Rıza (a.s.)'ın padişahlar gibi bir takım özel geleneklere uyarak evden çıkacağını beklerken, bir de gördüler ki İmam yalın ayak çıktı ve tekbir diyerek yola düştü. Resmi elbiseleriyle ve resmi bir şekilde bekleyen komutanlar ve devlet adamları bu durumu görünce atlarından indi ve ayakkabılarını çıkardılar, ağlayarak, tekbir diyerek İmam'ın peşi sıra yürümeye başladılar.
İmam attığı her adımda üç defa tekbir getiriyordu. Fazl'ın Memun'a şöyle dediği nakledilmiştir:
"Eğer İmam Rıza (a.s.) bu şekilde namaz kılınacak yere gelirse, halk Ona hayran olur. iyisi mi onun dönmesini isteyin. Memun birini göndererek İmam'ın geri dönmesini istedi. İmam ayakkabılarını isteyip giydi ve atına binerek geri döndü."[55]
Memun bu olaydan tehlike sezince anladı ki, imam onun hiçbir derdine deva olmamakla beraber durumu da tamamen onun aleyhine harekete geçiriyor :ve bundan dolayı da onun yaptığı her şeyi titizlikle incelemek ve Memun'un aleyhinde başlatmak istediği her faaliyeti anında ona haber vermek için gözcüler dikti. önceden de belirttiğimiz gibi Memun'un casusları İmam ile ilgili her şeyi Memun'a bildiriyorlardı.[56]
Fakat imam, Memun'un hoşlanmayacağı şeyleri gündeme getirmekten kaçındı. Ebu Salt şöyle diyor: "İmam Rıza (a.s.) hakkı söylemekte Memun'dan hiç çekinmezdi ve çoğu zamanlar da ona öyle cevaplar verirdi ki, onu sinirlendirir ve rahatsızlığına sebep olurdu. Bu durum da Memun'un İmam hakkındaki gazap ve düşmanlığını daha bir arttırdı."[57]
Şeyh Müfid'in yazdığına göre, İmam Rıza (a.s.) Memun'la olan özel konuşmalarında ona nasihat eder ve Allah'ın azabından sakınmasını isterdi, işlediği hatalardan ve yanlış İşlerden dolayı onu kınardı.
Memun zahirde İmam'ın nasihatlerini kabul ederdi, ama hakikatte ise İmam'ın bu tutumuna çok sinirlenirdi. Şeyh Müfid bu gibi yerlere bir örnek de zikretmiştir.[58]
Başka konularda da imam, yapmış olduğu islerden dolayı Memun'u eleştirirdi. Mesela, Memun İslam topraklarını genişletmek için gayr-i İslami devletlerle savaşırken İmam "Muhamemed (s.a.v.) ümmetini neden düşünmüyorsun, neden onları ıslah etmeye çalışmıyorsun?" dedi, Memun'a.[59]
İMAM'IN (a.s.) ŞEHADETİ
Değindiğimiz bu konulardan açıkça anlaşılıyor ki, Memun imam'ı Merv'e getirmekten amaçladığı sonuçları elde edemedi, hatta durumun bu minval üzere devam etmesi onun için büyük bir olasılıkla telafi edilemez zararlar bile doğuracaktı. Hilafeti ele almak için kendi kardeşini bile öldürmekten sakınmayan ve kendisinin hilafet kürsüsüne oturması için nice zahmetlere katlanan kendi vezirini göz kırpmadan öldüren Memun, şimdi de cani babaları gibi hilafetini korumak doğrultusunda şia imamlarından bir başkasını öldürmek için desise kurmaya başlayarak kendine has siyasi oyunlar uygulamakla şehid etti.[60] Kendisi de İmam'ın ölümünden dolayı çok üzüntü duyduğunu tezahür etti, öyleki üç gün üç gece İmam'ın kabrinin başından ayrılmadı.
Memun öyle bir ustalıkla bu rolünü ifa etti ki, hatta bazı şia alimleri İmam'ın Memun tarafından şehid edilmediğini kabul etti ve İrbili de onlardan biridir.[61] Halbuki İmam Rıza (a.s.) hakkında en ayrıntılı bilgilere kadar bir kitap yazan Şeyh Saduk başta olmak üzere şia alimlerinin büyük bir çoğunluğu açıkça ve birçok rivayetlere istinad ederek imam Rıza (a.s.)'m Memun tarafından şehid edildiğini teyid etmişlerdir[62].
İMAM, ABBASİLERİN TEBLİGATI KARŞISINDA:
Şüphesiz ki Abbasilerin hilafetleri boyunca karşı karşıya kaldıkları en önemli sorun âl-i Ebi Talib'in onlara karşı başlattıkları ve Zeydiye'nin de faal olarak katıldıkları kıyamlardı.
Saffah'ın döneminin sona ermesiyle ve hatta onun zamanında bile Horasan'da bir şii alevi kıyamı -Şerik b. Şeyh el-Mehri kıyamı- gerçekleşti. Mansur, Mehdi, Hadi ve Harun...
döneminde sürekli olarak Abbasi hilafeti aleyhinde kıyamlar gerçekleşiyordu, bu yüzden de Abbasi halifelerinin çoğu Ebu Talib evlatlarını ezmek için en acımasız ve gaddarca yöntemler uyguluyorlardı.
Asırlar boyunca aralıklı olarak birbirini izleyen bu kıyamların alevi her defasında bir yerde yükseliyordu. Artık bu durum öyle bir boyut kazanmıştı ki, üçüncü ve dördüncü yüzyılda ciddi bir sorun olarak güncelligini korumuştu.
Hatta Beni Abbas hükümetinin son günlerinde Muhâmmed Harezmşah gibi bazı sultanlar, İslami hilafetin Ebu Talib oğullarının elinde olduğunu bahane ederek Abbasi halifelere itaat etmiyorlardı.
Tarih kitaplarında, bizzat "Makatil'üt Talibin" kitabında âl-i Ebi Talib evlatlarının gaddarca ezilmeleri olayını kolaylıkla bulabilirsiniz. Abbasiler bununla da kalmayıp, Ebu Talib evlatlarını toplumdan dışlamak amacıyla muhtelif metodlar uyguladılar ve onların en önemlisi de âl-i Ebi Talib'in ilmi şahsiyetini halkın arasında itibardan düşürmek için zehir saçan propagandalara başlamaları idi. Abbasilerin takib ettikleri en önemli hedef, halkın Ehl-i beytin azameti hakkındaki düşüncelerini zedelemek idi ve bu doğrultuda zamanın koşullarını, gereksinimlerini ve durumunu göz önüne alarak tebliğlerine şekil veriyorlardı. Abbasilerin Ebu Talib evlatları aleyhindeki tebliğ metodlarından biri ihtimalen bu metodun asıl uygulayıcısı Harun'ur reşid idi veya onun zamanında bu metod meşhur oldu.
"Âl-i Ebu Talib kendileri için öyle bir hak iddia ediyorlar ki halkı kendi köleleri biliyorlar." demeleri idi. Abbasiler bu mefhumu, Peygamberin bizzat şahsından ve şia imamlarından rivayet edilen Ehl-i beytin üstünlüğü veya imamet mefhumu ile ilgili hadislerden alıp tebliğlerinde su istimal ediyorlardı, halbuki bu gibi hadislerde sadece halkın sebep, neden sormadan imama itaat etmesi gerektiği belirtilmiştir ve bunun da, Abbasilerin halka yaydığı şeylerle hiçbir alakası yoktur.
Çünkü Abbasiler halka diyorlardı ki: "Âl-i Ebi Talib sizi kendi köleleri biliyor ve böylece de sizi aşağılıyorlar." haliyle aslı-asaleti olmayan bu gibi tebliğler bazı sade düşünceli insanların Ehl-i beyt imamlarından uzaklaşmasına sebep oluyordu. Bununla ilgili tarihten iki örnek zikredeceğiz. Bunlardan biri Muhâmmed b. İdris-i Şafii ve Harun-ur Reşid arasında gerçekleşmiştir.
Anlaşıldığına göre Şafii Ehl-i beyte ilgi duyan ve sevgi besleyen ve bunu da gizlemeyen kimselerden biri idi. Bu hususta Şafiiden bir takım şiirler de nakledilmiştin.[63]
Şafii Yemen'e gittiği zaman bir yıl kadar orada ikamet etti ancak, Harun'a haber verdiler ki, "Şafii, Ebu Talib evlatlarından biri ile beraber sana karşı kıyam etmek istiyor." Halbuki elimizdeki nakillere göre bu haber doğru değildir.
Harun bu haberi alınca hiddetlenerek Şafii'nin yakalanıp hilafet merkezine gönderilmesini emretti. Şafii bazı yakın ashabıyla birlikte hilafet merkezine getirildi. Harun'un hizmetinde olan Hanefi fakihi Muhammed b. Hasan Şeybani bu haberi duyunca kendisinin bu işte parmağı olmadığını ispatlamak amacıyla Harun'dan, onu affetmesini istedi.
Ancak Harun Şeybani'nin isteğini geri çevirdi. Bu sırada Şafii, Harun'un karşısına gelip kıyam meselesini tamamen yalanladı ve dedi: 'Toplumdaki her âl-i Ebu Talib halkı kendi kölesi görmüyor mu? O halde beni de kendisine köle edecek biriyle birleşip şana karşı nasıl kıyam ederim?"
Harun bu sözden hoşlandı ve alimlere davrandığı gibi ona ikramda bulundu.[64]
Biraz önce de belirttiğimiz gibi Şafii, Peygamberin Ehl-i beytini çok seviyor ve onlara karşı büyük bir ilgi duyuyordu ancak, Abbasilerin tebliğinin onu da etkilemiş olabileceği uzak bir ihtimal değildir.
İkinci örnek ise birçok kaynak kitapların nakletmiş olduğu bir rivayettir. Merhum Küleyni, Muhammed b. Zeyd Taberi'nin şöyle dediğini nakleder: Ben İmam Rıza (a.s.)'ın yanı başında durmuştum ve Beni Haşim'den bir grup da imam'ın yanında idiler. İmam Rıza (a.s.) İshak b. Hüseyn Abbasi'ye hitaben şöyle buyurdu:
"Ya İshak, duyduğuma göre halk, bizim onları kendi kölelerimiz gördüğümüzü söylüyormuş, Resulullah (s.a.a.) ile olan yakınlığıma, akrabalığıma and olsun ki böyle bir şey yoktur; ne ben böyle bir şey demişim, ne babalarımdan birinden böyle bir şey duymuşum ve ne de babalarımdan biri bana böyle bir şey rivayet etmiş ancak, ben diyorum ki: Bize itaat etmek halka farz olduğundan dolayı bizim emirlerimize uymak zorundadırlar ve dini açıdan da bizim dostlarımızdırlar.
Burada olanlar olmayanlara bunu duyursun."[65]
Ebu Salt'tan rivayet edilen başka bir rivayette de Ebu Salt İmam'a şöyle diyor: Halk sizden neler naklediyor bir bilseniz! İmam "Halk bizden neyi naklediyor?" buyurdu. Dedim ki: "Halkın sizin köleleriniz olduğunu iddia ettiğinizi söylüyorlar."
İmam buyurdu;
"Ey gökleri ve yeri yaratan, açık ve saklıyı bilen Allah, sen kendin şahitsin ki ben böyle bir şey dememişim, babalarımdan da böyle bir şey dediklerini duymamışım, halkın bize reva gördüğü zulümleri görüyorsun (Allah'ım), ki bu da onlardan biridir."
İmam daha sonra yüzünü bana çevirip şöyle buyurdu:
"Eğer halk bizim onları kendi kölelerimiz bildiğimizi bizden naklediyorsa, o halde biz onları kime satıyoruz?" Dedim ki: Evet, doğru söylüyorsunuz, ey Resulullah (s.a.a.)'in torunu." Daha sonra İmam velayet ile halkı köle bilme arasındaki farkı açıklayarak şöyle buyurdu: "Ey Abdüsselam, Allah'ın bize
vermiş olduğu velayeti inkar mı ediyorsun?" "Hayır, Allah'a sığınırım bundan, ben sizin velayetinizi kabul ediyorum." Dedim.[66]
2
8-İMAM RIZA (AS) 8-İMAM RIZA (AS)
Beni Abbas'ın hak bir meseleden (velayet) bir süre alarak onunla halkı İmamlardan uzaklaştırmaya çalıştıkları bu iki rivayetten iyice anlaşılmaktadır.
Abbasilerin dışındaki muhalifler de Ehl-i beytin halk arasındaki itibarını sarsmak ve şahsiyetini zedelemek için başka bir yöntem seçerek tebliğe başladılar ve bu doğrultuda hadis uydurup onları Ehl-i beyte isnad ettiler. İmam Rıza (a.s.) bu
korkunç hiyanetin üstündeki perdeyi de kaldırdı. O hazretten rivayet edilen bir hadisde İmam şöyle buyuruyor:
"Muhaliflerimiz bizim faziletlerimiz hakkında hadisler uydurarak onları bize isnad ediyorlar ve bunda da belirli bir amaçları vardır. Böyle hadisler üç kısımdır:
a - Bizi olduğumuzdan daha üstün gösteren gulüv içerikli hadisler.
b - Bizi aşağılayan, olduğumuzdan daha aşağı gösteren hadisler.
c - Düşmanlarımızın hatalarına ve eksik yönlerine açıkça değinen hadisler.
Halk gulüv içerikli hadisleri gördüğünde şialarımızı tekfir ederek onların bizi ilah gördükleri inancını onlara isnad ederler, bizi aşağılayan hadisleri gördüklerinde onların seviyesinde bize itikat ederler ve bizim düşmanlarımızın hatalarını duyduklarında da aynı şeyleri bize nisbet verirler."[67]
Ehl-i beyt imamlarını ve onların şialarını halka kötü tanıtmak ve halkı onlara karşı kötümser bir duruma getirmek için muhaliflerin çeşitli yollara başvurdukları bu rivayetten iyice anlaşılmaktadır,
imam rıza (a.s.) ve kelami meseleler:
İmam Rıza (a.s.)'ın dönemi, çeşitli fikri cereyanların meydana getirdiği kelami tartışmalarla dolu dönemlerden biridir. Mutezile ve hadis ehli adıyla tanıdığımız iki grup, bu fikri mücadelenin gündem konusu olmasında büyük rol oynamışlardır.
Abbasi halifelerinin her biri bu konularda bir nevi iştirak etmişlerdir, ama onları Memun'la kıyasladığımızda bu fikri eğilimlerle ilgili onların adı bile geçmez. Sadece Memun'un döneminden itibaren halifeler ciddi bir şekilde fikri ve kelami konularda iştirak etmişlerdir.
Biri aklı nakle ve diğeri (hadis ehli) de nakli akla tercih eden bu iki grup karşısında İmam Rıza (a.s.) kendi tavır ve tutumunu beyan etmeye çalışıyordu. Bu yüzdendir ki, imam Rıza (a.s.)'dan nakledilen hadislerin büyük bir bölümü kelami konularla ilgilidir, hem de soru-cevap şeklinde veya tartışma şeklinde.
İmam Rıza (a.s.) bir süre veliahtlik makamında olduğundan ve haliyle tavırlarını açıkça ortaya koyduğundan dolayı bu tartışmalarla sık sık karşılaşıyordu. Bizzat Memun'un kendisi işin başlangıcında çeşitli nedenlerden dolayı bu gibi ilmi toplantıların düzenlenmesinde büyük bir ciddiyet gösteriyordu.
Bu tartışma konuları arasında her şeyden daha çok üzerinde durulan şey imametle ilgili konulardı, ki onun bir ayağı akıl ve diğer ayağı ise nakil üzerineydi.
Elbette ki Tevhidle, özellikle de cebr ve ihtiyar konusuyla doğrudan bağlantısı olan adi sıfatı başta olmak üzere, Allah'ın sıfatlarıyla ilgili muhtelif tartışma konuları asırlar boyunca müslümanlar arasında gündem konusu olarak kalmış ve canlılığını kaybetmemişti. Bu konular birinci yüzyılın sonlarında gündeme gelmiş ve ikinci yüzyılın ikinci yarısında yayılmaya başlamıştı.
Önceki İmamların fikri siyasi hayatını beyan ettiğimizde ara sıra kelami konuları da kaleme alıyorduk. Ancak burada o zamanın bir önceki zamana oranla daha da yayılan ve iyi bir keyfiyet kazanan meselelerini ve imamiyenin görüşlerini beyan etmek yükümlülüğünü taşıyan imam Rıza (a.s.)'ın tutumunu anlatmaya çalışacağız.
Abbasilerin şialar ve âl-i Ebu Talib hakkında getirdikleri mahdudiyetler, genelde şiaların İmamlardan uzaklaşmasına sebep olmuş ve itikatları imamlardan öğrenme açısından da bir takım zorluklar ortaya çıkarmıştı. Bu yüzden de Ebi Nasr-ı Bazenti'den, kendisinin İmam'a şöyle dediği nakledilmiştir:
"Şiaların bir grubu cebre ve diğer bir grubu da ihtiyara inanıyorlar ve İmam'dan, meselenin hakikatini beyan etmesini istedim."[68]
Başka bir rivayette de şialardan birinin İmam'a hitaben şöyle dediği nakledilmiştir:
"Yabne Resulullah, rabbini bize vasfet, çünkü Allah'ı tanıma hakkında dostlarımız arasında ihtilaf ortaya çıkmıştır."[69]
Mevcut olan en önemli sorun hadis ehli idi. Bunlar sadece kendilerinin ayet ve rivayetlerin zahirini kabul etmekle taahhütlü olduklarına inanıyor ve Beni Ümeyye veya Yahudilerden kaynaklanan, onlar tarafından terviç edilen ve de kasıtlı olarak yazdan yanlış tefsirlerin etkisinde kalıyorlardı. Onlar ayet ve rivayetlerin teşbihe delalet eden zahirini kabul ediyorlardı.
Bu insanlar ayetler arasında genel bir düzenleme yapmaya, müteşabih ayetleri tefsir edebilecek ve teşbih sorununu ortadan kaldıracak olan muhkem ayetlere dayanmaya yanaşmıyorlardı bir türlü. Bunlar bazı rivayetler nakledip ve bu rivayetlere de dayanarak Allah'ı ve sıfatlarını öyle bir şekilde tefsir ediyorlardı ki, O'nu bir insan şeklinde tasvir ederek O'nun gözü, eli, ayağı vb. olduğunu isbatlamaya çalışıyorlardı.
Haliyle rivayetlere bağlı olan şialar bu rivayetlerin karşısında kalıyor ve bu hususta imam'a soruyorlardı. Hiravi şöyle diyor: Hadis ehli "Müminler cennette, Allah'ı kendi evlerinden ziyaret edecekler.
" diyor, bu rivayet ve benzeri rivayetlerin kıyamette Allah'ın gözle görüleceğine delalet ettiğine inanıyorlar; bu hususta imam'a sordum, imam tam teferruatıyla bu hadisleri incelemeye başladı, bir kısmını kökten silip attı, doğru olmadığını söyledi, bir kısmını da ayetlere, diğer rivayetlere ve akli mukaddimelere dayanarak tevil etti.[70]
Bu husustaki başka bir rivayette de İmam açıkça buyurdu:
"Kitap ve sünnetin doğruladığı her şeyi biz de kabul ediyoruz.'' [71]
İşin başından beri teşbih ve cebri nefyeden şia, bu iki meseleyi terviç eden yahudilerin, onların etkisinde kalan kimselerle ve de Emevi hükümdarlarla mücadele ediyordu. Ancak bir takım nedenlerden dolayı, mesela şianın arasında Gulat'ın olması, şia inançları hakkında doğru olmayan ve saptırıcı tebliğlerin yapılması ve de onların görüşlerini doğru bir şekilde anlamamak- ki bir açıdan Mutezile ile bazı farklılıkları mevcuttur- bazılarının şiayı teşbihe inanmakla itham etmesine sebep oldu.
Bu itham hicri dördüncü yüzyıla kadar, Merhum Şeyh Saduk 'Tevhid" kitabını telif edinceye kadar şia muhaliflerinin bir grubunun arasında mevcut idi.
Şeyh Saduk da bu gibi gerçek dışı ithamları red ve iptal etmek amacıyla 'Tevhid" kitabını telif etti ve kitabın mukaddimesinde asıl amacının da bu olduğuna değinmiştir, imam Rıza (a.s.)'ın zamanına kadar bu sorun gündemde idi ve bunun sebebi de teşbih ihtivalı bir takım rivayetlerin nakledilmesi idi -ki Gulat, Allah'ın ruhunun İmam'ın vücuduna hulul etmesi gibi teşbih mebnasındaki inançlarını tevil etmek için onları naklediyorlardı-.
Hüseyin b. Halid şöyle diyor: imam'a dedim ki "Halk sizin babalarınızdan nakledilen bazı rivayetlere dayanarak bizim teşbih ve cebre inandığımızı söylüyorlar." imam çok güzel bir cevap verdi ve şöyle buyurdu:
"Ey Halid'in oğlu, teşbih ve cebr hakkında benim babalarımdan rivayet edilen hadisler mi daha çoktur, yoksa bu hususta Peygamber (s.a.a.)'den rivayet edilenler mi?"
"Resulullah (s.a.a.)'den nakledilenler daha çoktur." dedim.
İmam: "O halde Resulullah (s.a.a.)'in teşbih ve cebre inandığını söylemelisiniz."
Dedim: "Diyorlar ki bunları Resulullah (s.a.a.) buyurmamış, aslı olmadığı halde o hadisleri Peygambere isnad etmişler."
İmam: "Benim babalarımın da böyle bir şey demediğini ve onları babalarına mal ettiklerini söyle, onlara."
İmam daha sonra şöyle buyurdu: 'Teşbih ve cebre inanan herkes kafir ve müşrik olur, biz dünya ve ahirette öyle bir insandan berî ve bizarız.
" imam bunları buyurduktan sonra o rivayetleri Gulatın uydurduğuna dikkat çekip şialardan, onları kendi yanlarına sokmamalarını, yanlarından uzaklaştırmalarını istedi,[72] işte bu gibi şüphelerin mevcut olmasından dolayı İmam Rıza (a.s.) açık bir şekilde şianın görüş ve inancının, hadis ehlinin inancının zıddına olduğunu ortaya koyarak, bir kısmı Emir'ül Müminin Ali (a.s.)in[73]
sözlerinden ve bir kısmı da O hazretin kendi sözlerinden olan muhtelif tabirlerle tenzih inancını teşrih etti. Bu hususta bir kaç örneğe dikkatinizi toplamak istiyoruz:
Teşbih ve cebr inancının karşısında İmam Rıza (a.s.) değerli babaları vasıtasıyla Resulullah (s.a.a.) den şöyle nakleder:
"Allah'ı, O'nun mahlukatına benzeten kimse Allah'ı tanımamış demektir ve kulların günahlarını Allah'a isnad eden kimse Allah'ı adil bilmemiş olur."[74]
Bu rivayet, her iki teşbih ve cebr inancını açıkça reddetmektedir. İmam Rıza (a.s.) bir başka rivayette de, en kötü bir şekilde hadis ehli arasında yaygın olan teşbih inancının küfür olduğunu vurgulamıştır. Davud b. Kasım diyor ki: İmam Rıza (a.s.)'ın şöyle dediğini duydum:
"Allah'ı mahlukata benzeten kimse müşrik ve Allah'ın mekan ve yer kapladığına inanan kimse de kafirdir, "[75]
Şimdi hadis ehlinin teşbih meselesini nasıl bir çirkef dereceye getirdiğini aydınlatmak için onların bazı rivayetlerine değinmek istiyoruz:
a - Kulların kalpleri Allah'ın iki parmağının arasındadır, Allah-u Teala Arife günü gökyüzüne iner.
c - Kıyamet günü cehennemin ateşi durmadan alevlenecektir fakat, Allah ayaklarını onun üzerine koyunca ateş duracaktır.
d - Resulullah (s.a.a.) adına bir hadis uydurup şöyle naklederler: "Ben Allah'ımı en iyi şekilde gördüm."
Ve zahirleri küfür saçan bu rivayetleri oldukları şekilde kabul etmektedirler[76].
Başka bir rivayet ise şöyledir:
"Allah'ın, üzerinde oturduğu kürsü, Allah'ın (cisminin) tümünü kaplamaktadır, kürsü sadece dört parmak daha geniştir."
Ebu Bekr b. Ebi Müslüm şunu da ekliyor:
"Allah'ın kürsüsünden fazla kalan kısım Rasulullah (s.a.a.)'e aittir ve orada Resulullah (s.a.a.) Allah ile yan yana oturur."[77]
Hadis ehlinin tamamen bağlandıkları yanlış inançlardan sadece birkaç örnektir bunlar. Haliyle bu gibi şirk ve küfr haddindeki inançlar onları hakikattan uzaklaştırıyordu.
Kelami konular arasında büyük bir önem taşıyan meselelerden biri de Allah'ı görmek meselesi idi. Eş'arilerin bu husustaki bütün çabaları boşa çıktı ve ondan kurtulamadılar, nihayet hadis ehli gibi, kıyamette Allah'ın görüneceğine inandılar.
Bu inancın isbatı için de Peygamberin görmesi olayıyla ilgili Kur'an'ın bazı müteşabih ayetlerine ve o, ayetler hakkında nakledilen bazı hadislere istinad ediyorlardı.
İmam Rıza (a.s.) bu yorumun, bu istidlalin reddinde ve Allah'ı görmenin tamamen imkansız olduğu hususunda şöyle buyurdu: "O ayetin hemen peşinde zikredilen ayet Resulullah (s.a.a.)'in gördüğü şeyi açıklamaktadır: Peygamber kalbiyle -gözüyle değil- gördüğünü yalanlamaz.
Bu ayetten sonraki ayet ise şöyledir: Peygamber Allah'ın büyük ayetlerinden bazısını gördü. Bu da açıktır ki Allah'ın âyetleri Allah'ın kendisinden başka ve farklı şeylerdir, nasıl ki Allah başka bir yerde şöyle buyuruyor:
Kimse ilmiyle Allah'ı ihata edemez. Gözleriyle Allah'ı görebilen biri, ilmiyle Allah'ı (hata etmiş demektir." Ebu Kurra dedi ki: "Siz rivayetleri mi yalanlıyorsunuz?" İmam buyurdu:
"Eğer rivayetler Kur'an ile çelişiyorsa onları yalanlıyorum." [78]
İmam (a.s.), hadis ehlinin istidlal ettiği "Ve rablerine bakar." ayetinin tefsirinde de şöyle buyurdu:
"Kıyamet gününde müminlerin yüzleri güzellikten parlayacak ve rablerinin sevabını bekleyecekler."[79]
Fecr suresinin 22. ayetinin tefsirinde ise şöyle buyurdu:
"Rabbinin emri gelip çattı ve melekler saf saf kendi yerlerinde durmaktalar."[80]
İbrahim b. Abbas'ın bu husustaki tabiri şöyledir:
"İmam'ın sözleri, cevaplan ve misalları tümüyle Kur'an'dan alınmıştı."[81]
Başkalarının görüşleri karşısında İmam'ın Kur'an'a dayanması ilgi çekmektedir. Mutezilenin "büyük günahlar bağışlanmaz" inancı İmam'ın yanında dile getirildiğinde İmam şöyle buyurdu:
"Kur'an, Mutezilenin dediğinin tam tersini buyurmaktadır. Allah buyuruyor ki: Rabbin insanların günahını bağışlar."[82]
Hadis ehlinin teşbih inançlı olduğunu gösteren rivayetlerden biri de şudur: "Allah Hz. Adem'i kendi şeklinde yarattı." Ahmed b. Hanbel şöyle diyordu: Bu rivayetten kastedilen şey, Allah'ın Adem'i kendine benzer bir şekilde yaratmasıdır. Ve kendi inancını tekid etmek amacıyla şunları da ekliyordu:
"Suretihi" kelimesindeki, zamirden maksad Adem ise, o zaman Allah'ın sözünden hiçbir mana anlaşılamaz, çünkü Adem'den önce başka bir Adem yaratılmamıştı ki ikinci Ademi de ona benzer bir şekilde yaratsın.[83]
İmam Rıza (a.s.) bu istidlalin karşısında şöyle buyurdu: "
Onlar rivayetin baş kısmını atmışlar.
Resulullah (s.a.a.) birbirine küfreden iki kişi gördü, onlardan biri diğerine şöyle diyordu: Allah senin yüzünü ve sana benzeyenin yüzünü çirkin kılsın. Resulullah (s.a.v.) bunu duyunca buyurdu: Ey Allah'ın kulu, kardeşine öyle deme, çünkü Allah Hz. Adem'i ona benzer yaratmıştır."[84]
Hadislerin Peygamber (s.a.v.) hanedanından salim ve tahrifden uzak kaldığı, başkaları arasında ise hadislerin bir kısmının atıldığı veya hadislerde tasarruf ederek tahrif edildiği bu rivayetten çok iyi bir şekilde anlaşılmaktadır.
İmam (a.s.) bir rivayetinde halkı Allah'ın sıfatlarına itikat açısından şu üç kısma bölmektedir.
"Bazıları teşbihe inanırlar, bazıları sıfatlarının olmadığına inanırlar, halbuki her iki inanç da batıldır. Üçüncü bir inanç vardır ve o da Allah'ı hiçbir şeye benzetmeden O'nun sıfatlarını isbat etmektir."[85]
Hadis ehli Allah'ın eli olduğunu isbat ederken "Hayır, Allah'ın iki eli de" ayetine istidlal ediyorlar. Bu ayet hakkında ve teşbih inançlıların tefsiri hakkında İmam'a sorulduğunda İmam şöyle buyurdu: "Ayetteki 'iki el'den maksad insanın elleri gibi iki el ise o zaman Allah da mahluk olmalıdır."[86]
Kaza ve kader, cebr ve ihtiyar hakkında da İmam Rıza (a.s.)'dan birçok rivayetler, nakledilmiştir, ki onların mebnasını açıklamak etraflı bir şekilde bahsetmeyi gerektirmektedir ancak, burada fırsat yoktur ama yine de kısaca şunu belirtmeliyiz ki İmam (a.s.) bu hususta da ihtiyarı seçen Mutezile ve cebri seçen hadis ehli arasında orta bir yol seçmiş ve ceddi İmam Sadık (a.s.)'ın buyurduğu "el-emrü beynel em-reyn" mefhumunu açıklamıştır.[87] Bu konuyu bir hadis nakletmekle noktalamak istiyoruz:
Hasan b. Ali el-Veşşa diyor ki, Eb'ul Hasan (a.s.)'a "Allah kullarının, işlerini yapmalarında ihtiyarlarını kendi ellerine mi vermişdir?" diye sordum. İmam (a.s.) "Allah böyle bir şey yapmaktan yücedir." buyurdu. "O halde Allah onları günah yapmaya mı zorluyor?" dedim. İmam "Allah daha adil, daha
hakimdir ve böyle bir şey yapmaz." Daha sonra şöyle buyurdu: "Allah kullarına hitaben buyuruyor ki:
Ey insanoğlu, yaptığın iyi işlerin bana isnat edilmesine ben senden daha layığım ve işlediğin kötü işlerin, senin kendine isnat edilmesine sen benden daha layıksın. Sen, senin vücudunda bıraktığım güç ve kudret vesilesiyle günah işliyorsun."[88]
Hidayet imamlarından imamet konusuyla ilgili çok değerli sözler nakledilmiş ve elimizde mevcuttur, ancak mühim olan nokta şu ki imamet konusu önceleri sadece nakle dayalıydı, bu yüzden de bu bahsin rükünlerinden biri nakildir. Çünkü imamet konusu tarihi açıdan Peygamber (s.a.v.)'in kendinden sonra yerine birini tayin edip etmediğine dayalıdır.
Ama zamanın geçmesi ve Mutezile'nin doğmasıyla İmamet meselesi yavaş yavaş akli bir şekil aldı kendisine ve "Resulullah (s.a.a.)'den sonra kim hükümet etmelidir? Hükümet edecek şahıs Allah tarafından mı nasbedilmelidir, yoksa halk tarafından mı seçilmeli?" gibi soruları cevaplamak için aklî mebnalar konu edildi ve onun ardından da "aynı zamanda iki İmamın birden imamet makamına sahip olabilirler mi?
" gibi imametle ilgili konular ortaya çıktı ve bunlar etrafında akli müzakere ve tartışmalar başladı.
Bunun için İmam Rıza (a.s.)'ın zamanına kadar imamet hususunda bazen nakli ve bazen de akli bahislerle karşılaşıyoruz. Fakat İmam Rıza (a.s.)'ın zamanında imametle ilgili konular daha çok akli boyut kazandı ve İmam Rıza (a.s.) bu hususta pek çok maarif ve öğretileri konu etti. Tabii ki ortada başka bir neden de vardı ve o da hilafet için Ehl-i beytin hakkının konu edilmesiydi ki Memun onu kabul etmişti ve işte bu yüzden de konu daha ciddi bir boyut kazanmıştı.
Üstad Atarudi "Müsned'ül İmam'ir Rıza" adı altında derlediği mecmuanın "İmamet" bölümünde 490 rivayet zikretmiştir. O rivayetlerin bir bölümü İmam Rıza (a.s.)'ın cereyanatıyla ilgili tarihi konular hakkındadır ve bu rivayetlerin zımnında nazarda tutulan akli bahisler de bolca görülmektedir. Kesin olarak şunu söyleyebiliriz ki, İmametle ilgili bu kadar akli bahisler diğer İmamlardan rivayet edilmemiştir.
İmam Rıza (a.s.)'ın imamet konusu etrafında Kur'an ve akla dayalı detaylı bir bahsini Merhum Küleyni mufassal bir rivayet olarak nakletmiştir. Bu rivayet, İmametin muhtelif boyutlarını yeterli bir şekilde işlemiş olduğundan bu hususta yeterli ve kamil bir metin olarak sayılabilir.[89]
Önemli bir rivayet de FazI b. Sazan tarikiyle nakledilmiştir ve bu rivayet de imametle ilgili akli konuların önemli boyutlarını içermektedir. Bu rivayette işlenen konulardan biri "Allah neden emir sahiplerini (ulu' emri) karar kılmış ve halkın onlara itaat etmesini farz kılmıştır?" sorusuna verilen cevaptır. Bu sorunun cevabında Allah tarafından imam'ın tayin edilmesine çeşitli sebepler gösterilmiştir. O bölümlerden bir başkası da "Yeryüzünde bir anda iki veya daha çok imamın mevcut olması neden doğru değildir?" sorusuna verilen çok
güzel cevaplardır. Bu sorunun cevabında Allah tarafından İmam'ın tayin edilmesine çeşitli sebepler gösterilmiştir. O bölümlerden bir başkası da "Yeryüzünde bir anda iki veya daha çok imamın mevcut olması neden doğru değildir?" sorusuna verilen çok güzel cevaplardır. O rivayette ele alınan başka bir konu da "Neden İmam, Resulullah (s.a.a.)'in hanedanından olmalıdır?" sorusu ve buna verilen cevaptır."[90]
İmam Rıza (a.s.) Horasan'a giderken tevhid ile velayet arasındaki bağın belki.de en önemli sebeplerinden birini Nişabur'da beyan etmiştir. Halkın İmam'a duyduğu ilginin tam doruk noktasında İmam'ın böyle bir rivayeti buyurmuş olması onun tarihi rolünü iyice ortaya koymaktadır. Meşhur olduğu gibi o rivayette İmam şöyle buyurmuş:
İmam yüce ve değerli babaları tarikiyle -hidayet İmamlarının bütün hadisleri böyledir- Rasulullah (s.a.a.)'den nakletmiş ki Allah şöyle buyurdu:
"Lailahe illallah benim sur ve hisarımdır, ona giren herkes benim azabımdan kurtulur."
İmam'ın merkebi biraz ilerleyince imam (a.s.) bize hitab ederek dedi ki, "Bunun bazı şartları vardır ve ben de o şartlardan biriyim."[91]
İmam'ın imamet hakkındaki aleni faaliyetlerinden bir
başkası da O hazretin, Memun'un -veliahtlik meselesini konu
ettiğinde- yanında kullandığı şu güzel tabirdi: "Memun başkalarının kabul etmediği (resmiyete tanımadığı) bir hakkı bize verdi."[92]
Her halükarda İmam Rıza (a.s.), Memun'un Emin'le savaştığı süre boyunca ve de veliahtlık meselesi gündeme geldikten sonra 200 yılından 203 yılına kadar nisbi bir özgürlük elde etmekle, imamet meselesi hakkında daha çok ve daha açık sözler geride bıraktı ve imamet meselesinin izharı hakkında kesinlikle takiyye etmediğini açıkça buyurdu.[93]
Kesinlikle şunu diyebiliriz ki İmam Rıza (a.s.)'ın dönemi imamet mefhumunun halk arasında yayılması açısından çok özel ve önemli bir konumdadır.
Ondan öncesine kadar, imametle ilgili meseleler sadece belirli şahıslar arasında ye ilmi mahfillerde dile getiriliyordu. Ama bu' konunun halk arasına yayılmasında İmam Rıza (a.s.) çok hassas bir rol ifa etmiştir.'
İmam Rıza (a.s.)'ın veliahtlığı, imametin manasım izah etmedeki tebliği hareketi ve O hazretin tartışmaları imametin Ehl-i beyte münhasır ve onların hakkı olduğu hususunda çok önemli ve hassas bir rol oynamıştır.
İMAM RIZA (a.s.) VE İRAN
Şia imamlarından sadece İmam Rıza (a.s.) İran islam devletinde defnedilmiştir. İmam Rıza (a.s.), bu topraklara ayağını bastığı ilk günden beri beraberinde hayır, iyilik ve bereket getirmiştir, bu topraklara. Biz bir çok yerlerde hatırlatmışız ki, İmam Rıza (a.s.)'ın hem hayatı döneminde ve hem de şehadetinden sonra -İran'da defnedildiğinden dolayı- şiiliğin İran'da yayılması ve rayına oturması hususunda çok büyük payı ve rolü vardır.
Eskiden olduğu gibi bu gün de İranlı her müslüman ve şianın en büyük arzusu, senede bir defa veya daha fazla İmam'ın türbesini ziyaret etmektir. Son olarak İbn-i Habban'dan bir nakil zikretmeyi gerekli görüyorum. Bu nakil, sadece şiaların değil hatta Sünnilerin ve Sünni muhaddislerin bile bir zamanlar O hazretin türbesine büyük bir derecede ihtiram gösterdiklerini ve İmam'ın türbesini ziyaret ettiklerini göstermektedir.
İbn-i Hacer'in nakline göre Ebu Bekr b. Hüzayme, Ebu Ali es-Sakafi ve diğer hadis üstadları imam Rıza (a.s.)'ın mübarek türbesini ziyaret etmişlerdir.[94]
Hicri dördüncü yüzyılında yaşayan ehl-i sünnetin meşhur muhaddis ve rical alimlerinden olan İbn-i Habban İmam'ın mübarek adı bölümünde şunları yazıyor:
Ali b. Musa er'Rıza (a.s.), Memun'un Ona zehir yedirmesi sonucunda dünyadan göçtü ve bu olay hicri 203 yılının son gününde, yani cumartesi günü vuku buldu. Onun mezarının Senabad'da Nevkan'ın dışında Harun'un mezarının yanında olduğu meşhurdur. Ben defalarca onu ziyaret enim.
Tus'da olduğum sürece herhangi bir zorlukla karşılaştığımda Ali b. Musa er'Rıza (selavatullahi ala ceddihi ve aleyhi)'nin türbesini ziyaret etmeğe gidiyor ve Allah'tan zorluğu benden defetmesini istiyordum ve duam kabul ediliyordu.
Daha sonra şöyle yazıyor:
'Ve ben defalarca bunu tecrübe ettim ve sonucun aynı olduğunu, değişmediğini gördüm. Allah Resulullah (s.a.a.)'in ve Ehl-i beytinin muhabbeti üzere bizi öldürsün."[95]
[14] el-Fark Beyn'el Firak (Bağdadi), Tahkik: Muhammed Zahid el-Kevseri, s: 40. el-Milelü ven-Nihel, (Şehristani), c: 1, s: 150. Kat'iyye adı İmam Zaman (a.s.)'ın dönemine kadar İsna Eşariye şiilere deniliyordu.
[15] İmam Rıza (a.s.) bir hadisinde onların akibetini şöyle tasvir eder: "Başıboş bir şekilde yaşar, hayretler içinde bocalar ve nitekim küfr halinde ölürler."
[29]Makatil'üt Talibin, s: 628. Hicri ikinci yüzyılın sonlarına doğru kıyam eden ehlibeyt dostları şunlardan ibarettir: Muhammed b. İbrahim b. ismail; bunun ordusunu komuta eden Eb'üs Seraya idi.
İbrahim b. Musa b. Cafer Yemen'de kıyam etti. Basra'da da Zeyd b. Musa b. Cafer kıyamını başlattı. Müsned'ül İmam Rıza'ya bakınız, c: 1, s: 50-51.
[35] İmam'ı Küfe ve Kum yoluyla kasıtlı olarak götürmediler. Bundan önce İmam'ın Kazvin'e yapmış olduğu yolculukda Kum'a da gelmiş olması muhtemeldir.