11-İMAM HASAN ASKERİ (AS) 11-İMAM HASAN ASKERİ (AS)
Orijinal Adı:Hayat-ı Fikrî ve Siyasî-ı İmaman-ı Şia Hüccet'ül İslam RESUL CAFERİYAN Çeviren: Cafer BAYAR KEVSER SURESİ
Rahman Rahim Allah'ın Adıyla
"Şüphesiz biz, sana kevseri verdik.
. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.
Doğrusu asıl ebter (soyu kesik olan) sana kin duyandır."
TAKDİM Bu güne kadar müslümanlar, bilhassa biz Ehl-i Beyt mensupları, Masum İmamları, yolumuza ışık tutacak ve aydınlatacak bir şekilde tanıyamamışız. Tanımışsak da onlar hakkındaki bilgimiz mantıkî ve aklî yönden daha ziyade atifî bir yön taşımaktadır.
Bunun nedenini anlamak için İslam toplumuna, bizzat şii toplumlarına hüküm süren siyâsetleri incelemek gerekir. Masum İmamlar, halifelerin, İslam toplumunu medine-i fazı-ladan uzaklaştıran, öz Muhammedî (s.a.a.) islam'ı gerçek rotasından saptıran yanlış tutum ve tavırları karşısında her yönlü bir mücadele başlatmışlardı.
Haliyle hilafetin temelini sarsacak bir mahiyette olan bu mücadeleye karşı halifeler de ellerinden geleni yaptılar. Bu doğrultuda Masum İmamlar'a zulüm ve haksızlık ettiler, onların toplum arasındaki itibarını düşürmek ve Şiiliğin temelini kazrmak için geniş çaplı bı'r karalama politikası seçtiler.
Bununla da kalmayıp Ehl-i Beyt mensuplarını katletmeye başladılar... Kısacası hakim düzenler Ehl-i Beyt İmamlarını halktan koparmak en azından faaliyetlerini kontrol edebilmek için engel üstüne engel çıkardılar, halkın bilinçlenmesini önlediler ve buna parelel olarak da itibâr kazanmak için zulüm saraylarının vitrinine satılmış, şartlanmış alimleri de kattılar.
Böylece de tarihimize, ^günümüze ve gelecek nesillerimize ışık tutan, yön veren bu mücadeleyi bir ibham girdabında tutmaya çalıştılar ve bu doğrultuda nisbeten başarı sağladılar.
Masum İmamların mazlu-miyeti, tarihin bütün dilimlerinde doğal olarak şiaların atife ve duygularını coşturmuşsa da onların kendi İmamlarına karşı duydukları gerçek sevgi ve bağlılıklarını sergileyen bu doğal tavır bile egemen siyasetçilerin ard niyetli saldırılarına maruz kalmış ve hatta bazen onun pasifleştirici yönü daha çok ağırlık kazanmıştır.
İmam Humeyni (r.a.) önderliğinde İran İslam İnkılâbının başarıyla sonuçlanması, İslam'ın siyasal, toplumsal, kültürel, iktisadî ve askerî metod ve ilkelerinin yeniden gözden geçirilmesini gerektirirken, aydın kesimin dikkatini, Masum İmamların yaşantısında daha dikkatle incelemeye, daha derinden düşünüp araştırmaya çekti,
özellikle de yukarıda belirtilen alanların, bu İmamların veya Mukaddes İslam Cumhuriyeti düzenindeki yetkililerin bizzat hayatlarının her yönünde tamamen parlaması öz Muhammedi (s.a.a.) İslam'dan güzel bir örnek sergilemektedir, bizlere.
"Masum imamların Fikrî ve Siyasî Hayatı" adındaki kitabımız bu doğrultuda olup, Masum İmamların hayatlarını siyasî ve fikrî açıdan maharetle incelemeyi üstlenmektedir.
Toplumumuzda Masum İmamların bu yönü mübhem kaldığından, daha doğrusu gizli tutulduğundan dolayı, İslamî faaliyetlere yön vermesi için KEVSER yayıncılık olarak bu boşluğu doldurmak istedik. İnsanımıza faydalı olmasını diliyoruz.
Üstad Allame Seyyid Cafer Murtaza'nın ÖNSÖZÜ Masum imamların tarihleri etrafındaki bazı önemli hususlar:
Masum imamların yaşantısı, amel ve tavırları hakkında inceleme yapmak, fertlerin bireysel özelliklerinden ve onların şahsiyetini belirleyen özelliklerden bahsetmek değil; bilakis İslam'ın çeşitli boyut ve alanlarından ve de onca kapsamlılık, asalet ve derinliği ile onların özelliklerinden bahsetmektir.
Bu durumda hiç bir tarihçi ve araştırmacı islam'ın bütün hakikatlarini doğru bir şekilde ve derinden idrak etme gücüne sahip olmadıkça, İslam'ın, imamların bütün yaşamında ve şahsiyetlerinin özünde yarattığı gerçek etkiye vakıf olmadıkça ve bu etkilerin, onların kendi etraflarına karşı yaptıktan amellere, hal ve tavırlara nasıl yansıdığını bilmedikçe, imamların hayatına tamamen aşina olamaz ve onların takındıkları tavır ve davranıslarındaki hassas noktalan, canlı şahsiyetlerini gerçek ve kamil bir şekilde aktaramaz.
İmamların düşünce, ilim, fazilet, ihlas ve ruhsal özelliklerine sahib olmak İçin belli bir yol katetmiş birinden başka, hiç bir kimsenin İmamların bu alanlardaki makam ve mevkisine varma aşamasında olduğunu ya da bu yüce makama varmaya muvaffak olmuş olduğunu iddia ettiğini sanmıyoruz: Biz nerede, onlar nerede, hatta bunlardan bir derece aşağı kimseler nerede?
Aynı zamanda bu, aciz kalarak onlardan yararlanmadan kaçınmamız anlamına gelmez. Mecburen bu konunun derinliklerine inmeli, coşkun dalgalarına atılmalı ve bu konunun hayır, bereket, ibret ve öğütlerinden yükümüzü tutmalıyız ki gücümüzün yettiği kadar ve imkanımız elverdikçe yararlanalım. Bunun kendisi doğruluğa götürür, hayrın esas ve temeline yüceltir. '
Değerli kardeşimiz Hüccet-ül islam Caferiyan sadece kalbini aydınlatmak, akıl ve ruhunu bu nur denizine daldırmak ve ondan hayır ve bereket almak için çaba sarfetmiş ve bu nurların coşkun denizine atılmıştır. Allah çabası karşılığında onu mükâfatlandırsın ve hayır, doğruluk, kurtuluş ve temizlik yoluna iletsin.
KONUNUN UFUKLARI
İmamlar, ve onların hakkındaki olaylar üzerinde inceleme yapmanın, fertlerin tarihi olmadığını bilakis onun, Allah'ın, insan tarihi boyunca peygamberlerin dilek ve çabalarının tecelli etmesini istemiş olduğu insanın "ilahi hidayet ve eğitim" tarihi olduğunu öğrendik.
İmamlar yeryüzünde (kelimenin tam anlamı ve bütün yönleriyle) ilahî halifeliğin canlı tecessümü ve yüce örneğidirler. Evet kamil şahsiyet onlarda tecelli ve tecessüm etmiş ve öyle kamil birer insan olmuşlar ki bilinç, irade, hikmet ve mukavemet ile yaşamın bütün zorluklarına göğüs germişler, yaşam da bütün olumsuz yönleriyle, içinde taşıdığı felaket, zorluk bela ve sıkıntılarla onları karşılamıştır.
Ancak hayat, ilahi iradenin devamı olan bu ilahi insanın iradesine boyun eğmiş ve bu insanın bilinci karşısında teslim olmuştur.
O ilahi gözle bakar, onun hikmet ve dayanıklılığı yaşamın zorluğuna, kahrına karşı koyduğu için böyle bir üstünlük sağlamıştır, bu başarı ilahi talim ve himaye yardımı ve Allah'ın tevfik ve teyidiyle gerçekleşmiştir.
İmamların hayatlarını, onlar için özel bir durum doğuran ve onları her alanda onunla yaşamaya ve karşılaşmaya mecbur eden bütün şart ve durumları tanıma ve idrak etmeye olan ihtiyacımız işte burdan aydınlığa kavuşmuş oluyor.
Bu ihtiyaç, ister bazılarına göre imamların özel yaşamlarının belli bir alanında sınırlı tutmalarından kaynaklanmış olsun, isterse bizim ele aldığımız, siyasi, sosyal, ahlâkî v.s. gibi öğretilerden . ibaret olan toplumun genel hayatının geniş bir dairesinde ele alışımızdan kaynaklansın, zaruri bir meseledir.
Bu söylenenlerin tümü bir gerçeği teyid ediyor, o ise imamların geniş kapsamlı ufuklarına küçük dahi olsa bir baca açmak isteyen her araştırmacının gerekli şahit ve delillerin en azıyla yetinmek istese bile karşılaşacağı zorluk ve zahmetten ibarettir.
İKİ SORU:
Bunları göz önünde bulundurarak önce şu soruya hemen cevap vermek gerekir; elde bulunan belge ve kaynaklar böyle önemli bir konuyu halletmemiz ve bu amaç ve gayenin gerçekleşmesi için yeterli midir?
Eğer sorunun cevabı olumsuz ise başka bir soru yöneltmeli. Elimizde bulunan belge ve kaynaklardan çok yönlü, geniş ve istenen bir düzeyde yararlanabilir miyiz?
Bu sorunun cevabı da önceki sorunun cevabı gibi olumsuz olacaktır. Elimizde bulunan kaynaklarla onların hayatını anlama ve yaşantılarının geniş ufuklarına ulaşma sahasında başarı elde edemeyeceğimizi herkes bilmektedir. Yapmamız gereken işin durum ve hallerini belirleyip bu işlerde yararlanacağımız araçlar için bir ön hazırlık yapamadığımızı söylersek aşırı gitmiş sayılmayız.
Hatta düzenli ve modern bir üslupla genel bilgileri sunmak ve sahip olduğumuz değerli mirasın gerçek değerini tanımaya bizi yönelten kısa bir fihrist bile gösterememiş.
Olduğumuz gibi ilk kaynakları araştırmaya, arındırmaya, daha sonra da onlarla temel kaynaklar a-rasında bağlantı kurmaya ve ayriyeten onların dikkate alınan sonuçlardaki etkilerini sınırlı bir alanda bile olsa bilimsel, ve faydalı bir şekilde inceleyememişiz.
Orda burda kendileri üzerinde bahs ve istişare etmede başarılı olamadığımız dağınık işaretler görüyor isek de bu işaretler karşılıklı olarak aralarında var dan diğer konu ve etkilere karşı olan bağlılıklarını belirleyememişlerdir.
APAYRI İKİ TARİH:
işi daha da zorlaştıran ve engel icad eden şey imamların hayatını, onların içerisinde yaşadıktan tarihi aşamaların olaylarını zapteden tarihin yanında inceleme mecburidir.
Biz, bu iki tarihi olayları farklı siyasetleri ve tarihî değişmeleri doğru bir görüş edinmek için önceden hiç bir araştırma tecrübesine sahip olmayan bir araştırmacının önüne serersek dolayısıyla bu iki tarihin hiç bir bütünlük ve bağlılığı olmadığını anlayacak.
İmamların bu olaylar ortamında yaşamadıklarını, etraflarında olup bitenlerden habersiz olduklarını, dışa kapalı ve başkalarıyla hiçbir ilişkisi olmayan kendilerine özgü bir alemde yaşadıklarını, başkalarının da imamların dünyasıyla uzaktan-yakından hiç bir bağlantısı olmayan daha başka bir dünyada yaşadıklarını sanacaktır.
Oysa ki bu gelişme ve değişmelerin hakikatine vakıf olan ve siyasetin farklı alanlardaki rolünü algılayabilen şuurlu ve bilinçli bir araştırmacının tasavvuru kesinlikle öncekinin tam tersi olacaktır.
O, imamların olaylarla yakından ilgilendiklerini ve etraflarında olup biten her olay karşısında yol gösteren uyandırıcı risaletlerinin rolünü ifa ettiklerini, çoğu zamanlar da toplum ve ümmet düzeyinde onların siyasi, kültürel ve ahlaki hayatlarını etkileme yönünden en derin tavır ve tutumlara sahip olduğunu anlayacaktır.
Böylece onların ilk bakışta, yaşamış olduktan ve karşılaştıktan bilinen sahalarda bıraktıktan derin etki daha iyi anlaşılır.
UYDURMA VE ASALET:
Bu iki tarih arasında bulunan ihtilafın sebeplerini idrak etme alanında bir hakikate dayanmalı, o da şundan ibarettir: İmamların yaşamının bir bölümünü ve onların takındıkları hal ve tavırları zapteden bir grubun, imamların da, içerisinde yaşamış olduktan genel tarihi yazan başka bir grupla mefhum, hedef ve beklentileri anlamada ve aynı şekil kendi gaye ve amaçlan bakımından pek fazla büyük bir farklılık var.
Bundan daha önemli, bu iki grupdan her birinin kendisi için benimsediği ve onun doğrultusunda hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt ederek farklı tarihî olayları ret veya kabul etmede ve onlara giriş-çıkışta kabullendikleri ölçü ve esaslar-tarda açıkça bir bağdaşmazlık söz konusu, öyle ki bu ölçü ye esasların temel olduğunu ve bu zaman daimlerinin genel tarihini yazmış, ona "İslamî Tarih" adını vermiş ve onun doğrultusunda hareket etmiş olan kimselerin yazdıktan bu tarihin uydurma ve saptırıcı olduğunu ve bunların, sapıklığı tesbit, tekid ve cevaz verme, daima ayakta tutmak ve sağlamlaştırmak istediklerini görmekteyiz.
Biz, bu sözü taassuba dayanarak ve bir itham olarak tarihe ve tarih yazarlarına maletmiyoruz.Herkesin, bu mevcut ve yazılı tarihin millet ve ümmetlerin tarihi olmadığını itiraf ettikleri bir hakikattir. Bu nedenle ümmetlerin yaşantılarındaki hareketlenmeleri ve onların içine düştükleri elemleri bizlere açıklayamaz.
Bu tarih sultanların, hakimlerin ve onlara bağlı olan çevrelerinin tarihidir. Hatta bu kitaplar sultanların tarihinde bile onların hayatının hakikatini dikkatli ve güvenilir bilgilerle sergileyemez. Çünkü sultanların hoşnut olduktan, onların maslahatlarını temin ve sultalarını sağlamlaştıran şeylerden başkasını yazmaya kadir olamamışlardır, hatta bunlar tamamen saptırılmış ve gerçek dışı olsa bile.
Bu nedenle hür ve özgürce kendi yazılarını düzenleyen bir tarihçi mevcut olamamış veya pek az bulunmuş. Çünkü böyle bir tarihçi sadece Ali'nin (a.s.) bir faziletini rivayet eden birinin nasıl sultanların gazabına uğramış olduğunu ve yüzlerce kırbaç vurulduğunu veya Neseî gibi Muaviye'nin faziletini söylemediği ve Ali'nin (a.s.) faziletlerini söylediği için kavmî asabiyetlerden dolayı 300 hicri yılında Şam'da öldürüldüğünü veya Taberi gibi ömrünün sonlarında Hz. Ali'nin (a.s.) faziletlerini nakletmeye birazcık meyillendiğinde Hanbeliler tarafından evinin taş yağmuruna tutulduğunu bilmektedir.
Tarihçilerden biri Adem ile Musa'nın tartışması hakkında bir rivayet nakleder, daha sonra Adem'in ölümü ile Musa'nın doğumu arasındaki yüzlerce yıl zaman mesafesini görür, bu yüzden de Adem ile Musa nasıl karşılaşmış olabilirler soru sunu dile getirir, ancak tarihi rivayetlere bu gibi eleştiriler yöneltilmesin diye zamanın halifesi onun için celladı sesler1.
Araştırma ve zaman sarfetme ile daha nice örnekler elde edilebilir. Bu konuya ilaveten, yazılmış olan o miktar bile hu-rafi, yanlış ve muğlak olarak yazılmıştır. En azından onların çoğu, değer taşımayan ve aklî mantıkla bağdaşmayan çirkin taassuplar veya mezhebi bağlılıklarla etkilenmiş ve yazar, izah ve tashih için bahs ve tartışmanın en iyi üslûp ve metod olduğu inancını taşımıyordu.
Bu meselelerin yaraşıra, yazarların gayri meşru ve sorumsuzca heves ve arzular taşımaları, kendi maksat ve hedeflerine ulaşabilmeleri için tahrif ve aldatmaya neden olmuştur.
Bu konu ve diğer konulan dikkate almakla bir araştırmacının tarih kitaplarında, sultanların ve çirkin planlarının karşısında duran kimselerin gerçek şahsiyetlerini görememesi doğal bir şeydir. Onların mezhebî bağlılıklarının, kavmî asabiyetlerinin ve sapıklıklarının bazı mutaassıb taraftarları karşısında duran kimseler toplumun siyasî, sosyal, İlmî ve ahlakî hayatı esasında pek derin ve önemli etkiler yaratan şahsiyetlerdir.
Bu şahısların gerçek yüzlerini gösterebilen güvenilir kalem sahiplerinin görüşlerini benimsememiz gerektiğini burdan anlıyoruz. Aynı şekil bazı sultanların dikkat etmemeleri, söylenmesinden tehlike görülmeyen veya onları nakleden tarihçilerin başka bir amaç peşinde olmaları gibi bazı nedenlerden dolayı bu kitaplarda dağınık bir şekilde yer alan bir çok önemli ve gerçek noktaları da toplamamız gerek.
İFRAT VE TEFRİT:
Burda, şu konuya değinmemiz gerekir; bazıları İmamların tarihini ve onların takip ettikleri siyaseti anlayıp beyan ettiklerinde, imamların "gayb'tan yararlandıklarını açıklarken aşırı gidip ifrat etmişler ve onları yaşamın hakikatından ve değişimlerinden uzak tutmuşlardır. Bu gibi insanlar imamları
1) Tarihi Bağdat, c: 14, k 7-8/B-Biday»tu ve En-Nihay»tü, c: 10, s: 215/Tarih-ul Hülafa, k 285/B-Basairu ve z-Zehairu, c: 1, s: 81.
Öyle tanıtıyorlar ki, sanki İmamlar yaşamı (rayına oturtmuş) kendi haline bırakmışlar ve remzli ve perde arkasından onunla ilgileniyorlarmış. imam hakkındaki bir mevzu bunlara anlatılarak sonuç almak istendiğinde bunlar hemen, onun imam olduğunu ve kendine has bir hükmü olduğunu belirtiyorlar imama uyulmaz ve onun söz, amel ve takriri bizlere delil değilmiş gibi.
Bu söz, bu metodu seçen kimselerin imamlar hakkında ve Allah'ın onlar için dikkate aldığı rol hakkında yanlış bir değerlendirme yaptıklarında, sıkıntıda olduklarını bildiriyor sadece.
Bu rol peygamberin üstlendiği rolden ibarettir; Allah onu tebliğ eden, öğreten, terbiye eden, önder, hüküm veren, hakim olarak ve Kur'an'ın, peygamberin ve imamların açıkça ifade ettikleri daha başka önemli hususlar için göndermiştir, bu şahıslar, Kur'an'ın ve peygamberlerin te'kid ederek sağ-lamlaştırdıkları "Allah'ın elçilerinin insan olduktan" hususuna dikkatle bakmamışlar. Mesela şu ayetler:
Rabbinin şanı yücedir. Ben, sadece elçi olan bir insan , değil miyim?De ki:Rabbimi tenzih ederim, ben peygamberlikle gönderilmiş insandan başka bir şey miyim ki.
Eğer onu melek olarak halketseydik, yine bir erkek Şeklinde halkederdik, yine düştükleri şüpheden kurtulamazlardı.
Bu metodun karşısında, imamlara karşı sırf maddi bir gözle bakan, gayb ve ilahi kerametler unsurunu dikkate al- madan imamların yaşam, tutum ve tavırlarının tefsirine koyu lan başka bir metodu da kabullenmiyoruz. İmamların tarihini maddiyat ve riyazi (dünya zevklerinden el çekmek suretiyle nefsi tezkiye etme), muhasebeler doğrultusunda tamamen doğal ve maddi eser ve neticelerle anlamaya çalışan kimseler, bizce çok yanlıştırlar.
Böyle kimseler bu hususda bir çok kaynakları elde edebilecekleri halde, mesela: "İmam Hüseyn (as.) şehit edildiği gün Beytül Mukaddes'de kaldırılan hertaşın altından bir miktarda kan beliriyordu" gibi hususlara yaklaşmıyorlar. Aynı
şekil "Aşûra gününde gökyüzünde beliren kırmızılık" rivayeti veya Hz. Zeyneb'in (a.s.) söylediği "Gökyüzü kan ağlarsa şaşmayın" sözü gibi. Ancak en azından Hz. Zeyneb (a.s.) olan bir şeyden haber vermek değil de bir ihtimal olarak bu olayı konu edinmiş olsa bile bu şahıslar bu rivayetleri araştırmaya girişmemiş ve onun teyidinde veya reddinde bir şey söylememişler.
Aynı şekil İmam Hüseyn'in mızrak ucundaki başının konuşması veya Resulullah'ın (s.a.a.) Vefatından hemen sonra Hz.Fatime'nin (a.s.) kocası eziyet edildikten, hakkı gasb edildikten, kendisine tokat vurulduktan ve çocuğunun düşürülmesinden sonra onlara lanet etmek isterken mescidin duvarlarının yükselmesi gibi rivayetleri.
Ve de Kur'an'ın peygamberlere isnad etmiş olduğu mesela Musa'nın asası, Sebe' kraliçesinin tahtının getirilmesi gibi kerametlerin imamlar hakkında gerçekleştiğini, onların da böyle kerametlere, harikulade amellere sahip olduklarını ve Allah'ın gizli lütuflarının onlara nasip olduğunu bildiren diğer bazı kaynaklar. Bu gibi araştırmacılar bu kaynaklara bakmıyor, onları incelemeye ve eleştirmeye teşebbüs etmiyorlar.
Adeta onları kabullenmek istemiyor ve hatta bazen onların varlığından utanç bile duyuyorlar. Aynen bazılarının yetersiz ve asılsız mazeretler getirerek "Gâib İmam" konusunu kendi kitaplarında konu edinmedikleri gibi. Bu rivayetlerin doğruluğu kesinleştikten sonra böyle şahısların, onları imamların tarih ve yaşamının bir kısmı olarak kabul edip etmeyeceklerini bilemiyoruz.
Biz, bu iki grup karşısında masum imamların, insanın insaniyeti için "ilahi hidayet ve terbiyet" tecessümü oldukları hakikatini vurgulamalıyız. Onlar başka her insan gibi maddi vücut ve hakikata sahip olmalarına rağmen aynı zamanda bu maddi vücudu Allah'a doğru yükseltmiş ve layık olduklarından dolayı Allah da apaydın kerametleri gizli ve sınırsız lütuflarıyla onlara lütufda bulunmuş.
İmamların toplumdaki rolünü, ahlakî, toplumsal veya bazı siyasi hareketlenmeler gibi alanlarda sınırlayan, kendi görüş ve düşüncelerini sınırlı bir kalıba yerleştiren kimselerin, imamların hayatlarını başkaları için sergiledikleri tablo istenilen asıl temel meseleleri beyan etmekten yoksundur. Ama bir zaman diliminde belli bir konuyu aktarmak ister veya bir zaruret, bir konuyu ele almayı gerektiriyorsa bu çelişki oluşturmaz.
İMAMLARIN TARİHLERİNDEKİ ANA HATLAR:
Ben kendi hissemce imamların yaşam boyutlarından bazılarını içeren konulara değinmek istiyordum. Dolayısıyla böyle bir arzu benim için değerli ve çok kıymetlidir ve bazı hususlarda bir takım çalışmalarım da var. önceleri imamların |tarihinin esas boyutları olarak bazı noktaları not etmiştim, ancak bunlar zaruri konulara oranla kesinlikle çok yönlü değildi, notlar olduğu gibi kalmışlardı, şimdi ise onları olduğu gibi siz değerli okuyuculara takdim etmeye karar verdim.
İmamların yaşamı etrafında inceleme ve araştırmaya muvaffak olan kimselerin bu hususlardan yararlanmasını arzu ediyorum.
ÖNEMLİ HUSUSLAR:
1. İlk mevzu imamların yaşam zamanını belirlemektir. doğum ve ölüm günü, doğum ve ölüm ay ve yılı, yaşadıkları yer, çocukları, eşleri, ashabı ve şahsî yönleriyle bağlantısı olan diğer hususlar. Tabiatıyla bunlar araştırma ile, ilmî bir şekilde ve bu husus da ki şüpheleri giderecek bir şekilde olmalıdır.
2. İmamlar neden sayılıdırlar? Bu, cevap verilmesi ge- reken bir sorudur. Her imamın siyaset ve hattını doğrudan aydınlatan amel ve hareketlerine dikkat etmek, bu konuyla ilgilidir. Biri daha çok akaîde, diğeri fıkha, başka biri de ümmetin farklı dönemlerdeki ihtiyacından doğan siyasete ve başka işlere önem vermişler. Aynen imamlardan bazılarının farklı boyutlarda aynı zamanda faaliyet ettikleri gibi.
3. Müslümanlar arasındaki fikirsel sapmaların İslahı için imamların seçtikleri yollar. Mesela akaîd, fıkıh, Kur'an tefsiri veya insanî ve ahlakî tutumlar veya hassas ve kader tayin eden hususlarda takındıkları tavırlar hakkında örnekler vermek.
4. İmamların tasavvuf gibi ruhî riyazete başlayarak kültürel ve bilimsel konuları terketmek aynı sekil ruhî yönlerden ve gaybî bağlılıklardan yoksun olan sadece birtakım görüşleri ve pasif mefhumları taşıyan kültürel ve bilimsel İslam teorisi gibi olmayan ve aynı zamanda gayb ile bağlantılı olan pratik islam planlaması doğrultusundaki çalışmalarını tanımak.
5. Onların, hadis ehli, Mutezile, başka fikirsel hareketler ve sapık fakihler ve fırkalar karşısında takındıkları tavırların hakikatini incelemek.
6. Aynı şekilde onların "Kur'an'ın mahluk olması" konusunda susarak tavır koymalarına ve şiaları bu konuya atılmamakla görevlendirmelerinin nedenine, bu konunun gündeme getirilmesinden kastedilen hedeflere ve onun doğurduğu sonuçlara kısaca değineceğiz.
7 Aynı şekilde tercümeler ve müslümanların fetihleri sonucunda diğer kavimlerle karışmaları yoluyla meydana gelen yabancı kültürlere karşı imamların tutumları tavırlara ve o kavimlerin sahip oldukları düşünce ve mezheplerden haberdar oluşları hususuna dikkat etmek.
Ayrıyeten İslam'ı zahirde kabul eden Yahudiler ve Hıristiyanlar, şöhret ve mal peşinde olan kıssa nakledenler ve hadis ehli tarafından İslam'ın içine düştüğü tahrifler ve de İslam'ı kendi şahsî, kavmî veya coğrafî maslahat, mezheb ve siyasi hedeflerine uygun göstermek için İslam'ı tahrif etmeye çalışan sultan ve hakimler karşısındaki tutumlarını dikkate almak.
8- Kur'an tefsiri hakkında ve peygamberin sünneti üzerinde oynanan oyun hususundaki tutumlarını ele almak. Ayrıca halkın yanlış kaynaklardan sakınmaları, Ehli beyt şialarının İslam dışı şeylerin etkisinde kalmadan Kur'an'ı doğru bir şekilde anlama gücüne sahip olmaları için Ehli beytin kendilerinin uydukları ve halkı onlara doğru hidayet ettikleri ve aydınlattıkları ölçü ve miyarları açıklamak.
9- Ayrıca onların kendilerinden sonra yazılı eserler geri bırakmamalarının veya Emir-ul Müminin Ali'nin (a.s.) yazmış olduğu ancak bunun, onların yanında kalmasının ve başkalarına ulaşmamasının ya da onların döneminde ilimlerin yazılı oIarak toplanmasının öncelerden beri olagelmesinin ayrıye-ten onların kendi ashabını ilimleri yazılı olarak toplamalarına dair meyillendirdikleri ve teşvik ettikleri hususların nedenini ayrıntılarıyla ve de derlemenin o zamanda derlenmiş olan ilimlerin ve onun nasıl bir düzeyde olduğunun tarihçesini kısa olarak dikkate almak mecburiyetindeyiz.
10 Keramet ile mucizenin farkını açıkladıktan sonra Ehli beytin kerametleri hususuna değinmek ve Ehli beytin, kerametlere ne gibi ihtiyaçları vardı sorusunu cevaplamak. Süflilerin kerametleri, murtazların (hint fakirleri) yaptıkları olağanüstü amellerin hakkında ve bu gibi işler anlatılırken yapılan abartmaları reddetme hususunda açıklamada bulunmak.
Ehli beytin, kerametler alanından sayılabilen gelecekten haber vermeleri özellikle de Hz. Ali'nin bu gibi haberlere, halkın onu İtham edecekleri kadar ehemmiyet vermesine değinmek, sonraları gerçekleşen bu haberlerden bazılarını göstermek ve siyasi anlayış doğrultusunda ileri sürülen gaybî haberlerle gaybi kaynakla bağlılıktan doğan haberler arasındaki farkı aydınlatmak.
11 Ehli beytin ilim sınırını açıklamak ve onların sahip oldukları ama başkalarının yoksun olduğu ilim ve öğretilere daima tekit etmelerine, o ilimleri vahiy kaynağından aldıklarına örneğin cifr ve cam'e ilmine, Hz. Ali'nin (a.s) kitabına, Fatime'nin (a.s.) mushafına ve bunlardan başkalarına sahip olduklarına dair tasrih ettikleri şeylere ve bu konunun nedeninin ne olduğuna dikkat etmek.
12 Çeşitli örnekler göstererek bütün ayrıntılarıyla onların şahsiyetini tarif etmek, onların ruhî faziletlerini, insanî ve ahlâkî tutumlarını öğrenmeğe, özel yaşamlarından bir tablo sergilemeğe, evlatlarına ve ailelerine karşı davranışlarını, ev içindeki hareketlerini, hatta evlerine misafir olarak gelen kimselere karşı davranış tarzları, onları hoşnut eden veya hüzün lendiren ve üzen şeylere karşı davranışlarını tamıtamına vasfetmeye çalışmak.
13 Daha sonra servetleri konusunu, mallarının ne kadar olduğunu, nerden ve nasıl kazandıklarını, onları nasıl infak ettiklerini veya harcadıklarını dikkate almak. Onların, sultanların bahşişleri karşısındaki tutumlarını ve bazılarının neden onu kabul ettiklerini incelemek.
Acaba bahşişleri reddetmeleri sultanların hükümetlerine karşı savaş ilan etmek anlamına telakki edilmez miydi? Eğer evet, savaş anlamınadır cevabı verilirse dolayısıyla bu konuya dair deliller gösterilmelidir. Aynen Emir-ul Müminin Ali (a.s.)'nin Kûfe'de iken Medine'deki mallarından yararlanmasının nedenini de bilmek gerek.
Aynı şekil Ehli beytin, tarlada veya diğer işlerde doğrudan doğruya kendilerinin çalışmalarına neden Israr ettiklerini de kavramak ve onların humusdan veya diğer şer'i hukuklardan yararlanıp yararlanmadıklarını ve bunun nedenini araştırmak gerek.
14 Onların şialar hakkındaki eğitsel metodlarını, onlara karşı davranış yollarını ve üslûplarını, şiaların da Ehli beyt ile sevgi ve fikir yönü taşıyan akidevî bağlılıklarının kurulma yolları ve metodlarını, Ehli beytin evinden çıkan her şey toplumun genel ruhuna ve şialar arasındaki bütünlüğe ziynet olduğu için Ehli beytten fikrî yararlanma doğrultusunda kurulan merkezleşmenin tesirini, bunun onların tutumları üzerinde bıraktığı etkiyi ve onların önemli konularla genel olarak ilgilenmelerinin niteliğini tanımak.
Şialar ile Ehli beyt'in diğer bölgelerdeki vekilleri arasında dikkatle tanzim edilen bağlılığa ve bu vekillerin görevlerini belirlemelerine dikkat etmek. Bir şehirden imamın huzuruna getirilen malın, imamın o şehirdeki vekiline verilmesi için imam tarafından sahibine gönderilmesine ve Ehli beyt'in, vekilleri arasında bulunan sorunları ve çekişmeleri halletmelerine değinmek.
İmam Sadık'ın (a.s.) zamanında bazı şahısların herhangi bir ilim dalında ihtisas sahibi olması mesela birinin mütekellim, bir başkasının fakih vs. yetiştirilmesi için nasıl çalışıldığını ve herkesin ihtisas haddinden öteye geçmemesinin ve başkalarının da ihtiyaç duyulduğu zaman mütehassıslara müracaat etmesi gerekçesini konu edinmek.
Abbasi halifeleri döneminde toplumun kültürel tabakasının ilk derecede şialar ve Ehli beyt'in yetiştirdiği kimseler arasından çıktığına ve onların ümmetin bilgili düşünürlerinden, alimlerinden olduklarını dile getirmek.
15 Ehli beytin, şer'i hükümlerin nedenlerini açıklamaya verdiklerini, Merhum Muhammed Şeyh Saduk'un (r.a.) bu husus da "İlel-üş Şerai" adında bir kitap telif edecek kadar neden onca çaba harcadıklarını izah etmek. Ayrıca bu kitap da nakledilen rivayetlerin içeriklerinin hükümlerin nedeni mi hikmet mi, genel olarak ne olduğunu ve bu rivayetlerin dayandıkları mevzuların neler olduğuna işaret etmek.
16 İmamların, bazı hassas konuları gizlemekten sakınmalarının ve kendilerine pahalıya mal olsa dahi, mesela kendilerinin herkesten daha çok imamete layık oldukları hususunda takiyye etmemelerinin nedenini ve onların halkı ikna için ne gibi metodlar kullandıklarını göz önünde bulundurmak. Onlar bu doğrultuda apaydın iki yola adım attılar: Biri , onların beraberinde bulunan bazı ilimlerin insanlar arasından sadece onlara mahsus olduğunu belirtip isbatlamaları ve diğeri de nassın mevcut olma hususu.
17 İmamların en sıkı şartlar altında tutulmalarına veya bazı merkezlerde bekletildiklerine veyahut da zindanda olduklarına rağmen halk merkezleriyle, aynı şekil şialarla nasıl temas kurduklarına dikkat etmek. Şiaların büyükleri bu irtibatı sağlamak için ne gibi araçlar kulanıyorlardı?
Ehli beytin bu durumdaki faaliyetleri neleridi ve bu faallerin hacmi ve miktarı ne idi ki Yahya b. Halid Bermeki, "Musa b. Cafer'in (a.s.), halifenin (Raşid'in) taraftarlarının kalplerini onların aleyhine çevirdiğini Raşid'e şikayet ediyor.
18 İmam Seccad'ın (a.s.) kölelere ilgi gösterip kültürlerini geliştirmesinin, onlara ilim öğretmesinin ve daha sonra Onların işledikleri günahları bir kitaba yazarak toplamasının ve daha sonra günahlarını kendilerine göstererek onları özgür etmesinin nedeni neydi? İmam onlara karşı nasıl davranıyordu ve bu davranışın netice ve eserleri neydi? Ve bu tutumun Emevilerin arapları tamamen gayri araplara üstün tut-tukları bir dönemde oluşunu göz önüne almak.
Gayri arapların, Ehli beytin öğretilerini yaymak doğrultusundaki katkıları ve bunun, İslam'ın diğer ümmetler arasında yayılmasındaki etkileri neler idi ve diğer ümmetlerin İslam ile olan bağlantıları nasıl idi? Bu husus da göz önünde bulundurulacak nokta, Ehli beytin arap olmayan kadınlarla evlenmelerinin nedenini dikkate almak; öyle ki Ehli beytin bazılarının anneleri arap değildi. Ayrıca Ehli beytin farklı dilleri bilmeleri ve bunun eser ve neticeleri hakkında bilgi edinmek.
19 İmam Mehdi'nin (a.s.) gaybeti için nasıl bir ortam yaratıyor ve son zamanlarda halk ile daha az temas kuruyorlardı. İmam Cevad (a.s.) aynen İmam Mehdi (a.s.) gibi küçük yaşta nasıl imam oluyor?
20 ‘’İmamlar ve yeni ilimler" hakkında araştırma yapmak. Onların yeni ilim seferberliğinde katkıları var mıydı? Yeni ilmin doğmasına yardımcı olan konulara ehemmiyet veriyorlar mıydı? Bu hususların neler olduğuna dair kesin konulara değinmeli ve bu alanda onlara uygun öğretiler yazılmalı.
21 "imamlar ve dua" hakkında özellikle de Emir-ul Müminin Ali (a.s.), İmam Hüseyn (a.s.) İmam Seccad (a.s.) ve İmam Kâzım (a.s.) açısından duanın etki ve tepkilerini dikkate almak. Sahife-i Seccadiye ve onun hedefleri hakkında ciddi bir şekilde özel olarak bahsetmek onun siyasî, itikadı, ahlâkî ve eğitsel vs. konularını bu dönemdeki İslam ve müs-lümanların karşı karşıya oldukları yaygın bilgisizliği, tahrif eylemini ve halkın cahil yetiştirilmesi hususunu göz önüne alarak açıklamak.
Bu dönemde iş bir yere varmıştı ki Beni Haşim (Haşim oğulları) vahiy merkezine herkesden daha yakın olmalarına rağmen İmam Bâkır'ın (a.s.) imametinden yedi yıl geçtikten sonra nasıl namaz kılacaklarını, hacc farizesini nasıl yerine getireceklerini bilmiyorlardı. Ayrıca İmam Seccad'ın (a.s.) "Hukuk Mektubuna", imam Rıza'nın (a.s.) "Risale-i Teyyibe-i Zehebiyye'sine!' ve Ali'nin (a.s.) Malik Eşter'e yazmış olduğu Ahdnameye" dayanmak.
22 Bir zamanlar İmam Seccad'ın (a.s.) imametine üç veya beş kişinin inandığı ve itiraf ettiği nakledilmektedir, imam bunun karşısında ne yaptı ki İmam Bakır (a.s.) ve İmam Sadık (a.s.) mektebi için uygun bir ortam yarattı? İmam Seccad'ın (a.s.) on yıla yakın bir zaman çölde yaşadığını bildiren rivayet doğru mudur?
Eğer doğruysa bunun nedeni ve faydaları neydi? Aynı şekil ehl-i sünnetin, ,imam Seccad'ın (a.s.) karşısında saygılı davranışlarının nemini araştırmak, İmam (a.s.) hükümeti almaktan vazgeçtiği için mi saygı gösteriyorlar, yoksa bunun başka bir nedeni mi var?
23 Şii fırkalarının mesela Gulat hareketlerinin, Hariciler kıyamlarının ve daha başkalarının hakikatini göstermek, Emir-ul Mü'minin'in (a.s.), kendinden sonra Hariciler ile savaşmaktan nehyetmesinin nedenini, bu fırkaların meydana gelmelerinin nedenlerinin ne olduğunu ve İmamlar ve şiaların bunlara karşı nasıl davrandıklarını araştırmak.
24 Ehl-i beytin sultanlara ve sultanların da Ehl-i beyt karrşısındaki tutumları neydi? Hükümetin, çatıştığı her fırka ve mezhebi, hatta gevşek hadis Ehli fırkasına oranla daha güçlü ve fikirsel sebata sahip olan mutezile gibi bir fırkayı yok etmesine rağmen Ehl-i beyt şialığı canlı korumayı nasıl becerdi? hükümet, halkı imamlardan ayırmak için ne gibi siyaset kul-lanıyordu ki bunlar, görünürdeki hedefin aksine halkın imamları sevmelerine ye gönülden bağlanmalarına neden oluyordu.
Bunun nedeni neydi? Ayriyeten hükümet meselesinden ve imamlar açısından halifeler ve onların tutumlarından her yönlü bir tablo sunmak.
25 Zeydiye, halifeler aleyhine nasıl kıyam ediyordu da imam Hüseyn'den (a.s.) sonraki şia imamları bunu yapmıyortardı? İmamların Zeyd'in, ondan sonraki Zeydiyenin ve diğer şii kıyamları hakkındaki görüşleri neydi? Ve bu kıyamların sürdürülmesini niçin istiyor ve kendi şialarına, "Zeydiye sizin için bir siperdir" diyorlardı. Yine "Âl-i Muhammed'den biri çıkıp kıyam ettiği müddetçe ben de sağım, benim şialarım da" vs. buyurmalarının nedeni neydi?
İmam ile Zeydiye'nin ve diğer ayaklananlar arasında bir çok anlaşmazlıklar varken kendisinin kıyam etmediğini görüyoruz. Neden acaba? Aynı şekil Hurre ve başkaları gibi din ve adalet uğrunda kıyam eden gayri Şiilerin özellikle de Muhtar'ın kıyamı hakkındaki tutumlarının ne olduğunu bilmek.
26 İmamların, takiyye kalıbında olsa bile Yaktin'in oğulları gibi bazı şia şahsiyetlerinin hükümetin hassas merkezlerine girmelerini sağlamak için yaptıkları çabalar hakkında bilgi edinmek . Hatta imamların döneminden sonra bile bazı şialar bu alanda çalışıyorlardı. Ancak imamlar diğer birçok yerlerde de buna engel oluyorlardı. Mesela deveci Sefvan'ı bundan menetmişlerdi. Bu çelişki nasıl yorumlanabilir?
27 Ehl-i beytin tebliğ metodlarının dua mı, şiir mi, keramet mi, gaybî haberler mi ... olduğunu öğrenmek, İmamlar bazen şairlere fazla bir miktarda para veriyorlardı; şairler bu paraya fakirlerden daha mı layık idiler? Ve neden? Daha sonra Emir-ul Müminin Ali'nin (a.s.) Küfe mescidi sahasında Gadir Hum hadisi hakkında şahitlik dilemesi olayını dikkate almak.
İmam Bâkır'ın (a.s.), dünyadan göçtükten sonra sekiz yıl Mina'da kurban bayramı günü kendisine yas tutulması için sekiz yüz dirhem bırakması hususunu, İmam Hüseyn (a.s.) için yas tutulmasına dair verilen emir mevzuunu ve meşru metodlardan olan bütün üslûpları izah etmek.
28 Birinci asırda Ehl-i beyt ile muhalefet etme ve hadis uydurma, sonraki asırlardan daha çok olduğu için ehli beytin bu asırda daha az fıkhî hadislere değinmelerini, daha çok genel ve umûmî hadisler buyurmalarına dikkat etmeliyiz. Bu asırda Şiiliğin zarif ve cüz'i konuları daha az gündeme getirilmiştir.
Ama ikinci asırda İmam Bâkır'ın (a.s.) imametinden yedi yıl geçtikten sonra Beni Ümeyye döneminin sonlarına doğru hassas ve zarif konular gündeme getiriliyor. Gerçi Emir-ul Müminin Ali'nin (a.s.) döneminde bu konuya başka dönemlerden daha çok önem veriliyordu.
29 Gaybet konusuna, onun eser ve neticelerine aynı şekide önceki imamların Hz. Mehdi (a.s.) hakkında yaptıkları hazırlıklara rağmen gaybet sonucunda şiaların karşılaştıkları zorluklara dikkat etmek de zorunludur.
CAFER MURTAZA AMİLİ
YAZARIN ÖNSÖZÜ
"De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir." Şura - 23.
EHL-İ BEYT (a.s.)
Bu kitapta amacımız tek şey, sadece Ehl-i beytin ölçütü ve Resulullah'ın (s.a.a.) ve Emir-ul Müminin'in (a.s.) evlatları olan şia imamlarının fikri ve siyasi çalışmalarını sergilemektir.
Önemli olan tek şey şu ki, neden bu kadar Ehl-i beyte istinat ediyor, dayanıyor, nasıl onları "imam" olarak kabulleniyor ve sâdece onların 'Vilayetini" asîl vilayet biliyoruz?
Nasibîler hariç, ehl-i sünnetin de Ehl-i beyti candan sevdikleri ve onlara büyük bir ölçüde ihtiram gösterdikleri bir gerçektir. Ancak onlara karşı duyulması gereken bu "sevgi" ve "aşkın" hangi esas ve temelden kaynaklandığı asıl meseledir.
Eğer sadece onları sevdiğimizi belirlemekle yetinir ve bunu zahiri ihtiramlar kalıbında özetlersek gerçekten onların sevgisine varmış olabilir miyiz?
Geniş bir çapta Ehl-i beytin faziletleri4 ve onları sevmeğe dair verilen emirler hakkında Resulullah'tan (s.a.a.) bize gelip çatan hadislerden amaç sadece meselenin zahiri yönü ve Ehl-i beytin methinde birkaç beyit şiir yazıp okumak mıdır? İnsan aklının bu sorulara olumlu cevap vermesi ve Resulullah'ın (s.a.a.)
ancak ve ancak bizden istediği şeyin onun yakınlarını sevmemiz olduğunu, bu sevmenin ardında hiç bir şeyi kastetmediğini ve biz de sadece, onlar Peygamber'in yakınları oldukları için Peygamber'in hürmetine onları sevdiğimizi bildiriyoruz demesi pek garip bir şeydir.
4} Ayetullah Firuz Abadi'nin "Fezail-ul Hamse Fi Sihah-is Sitte" bakınız.
Müslümanlar arasında Ehl-i beyt'e olan ilgi aslında Resulullah'tan (s.a.a;) bize ulaşan tavsiyelerden kaynaklanmaktadır. Ehl-i sünnetin mühim hadis kaynaklarında geniş bir çapta mevcut olan bu rivayetler, Aziz Peygamber, Ehl-i beyti Kur'an'dan sonra dinin iki esasî temellerinden biri olarak saydığını dile getirmektedir.
Ve bu nedenledir ki kimse Ehl-i beyt'e karşı ilgisiz kalmaya cüret edememiştir. Sadece arapça dilinde, ehl-i sünnet yazarları tarafından "Ehl-i Beyt'in hakkında yediyüze yakın kitap yazılmıştır5.
Ama asıl eleştirilecek husus şu ki, bunca sahih faziletlerin mevcut olmasına rağmen nasıl olur da onların çoğusu tahrife uğramış ve sonraları bazı hadisçilerin ve de Muhammed b. İdris-i Şafiî gibi bazı fakihlerin ısrar etmesi nedeniyle bu mevzu sadece "sevmek" haddinde noktalanmıştır6. Öyle' ki Şafii şöyle demiş:
Ey Resulullah (s.a.a.)'ın Ehl-i beyti, sizi sevmek, Allah'ın indirdiği Kur'an'da farz kılınmıştır. Bu yücelik ve azamet size yeter ki size salat ve selam göndermeyenin namazı, namaz değildir1.
Peygamberin zamanındaki ve ölümünden hemen sonraki ve aynı şekil hicri ikinci asrının ortalarına kadar gerçekleşen olaylara dikkat etmek, bu sorunun cevabını biraz da olsa kolaylaştırır. Peygamber'in (s.a.a.) zamanından itibaren Kureyş'in, Resulullah'ın (s.a.a.) yakınlarına karşı öfke ve gazap beslediklerini bildiren bir rivayet elimizde bulunmaktadır.
5) "Türâsuna" dergisinin "Ehl-ül Beyt fil-Mektebet-il Arabiye" makalesine bakınız. Bu makaleyi Seyyit Abdul Aziz et-Tebatebai yazmıştır. Şimdiye kadar alfabe harfleri sırasıyla 340 kitaptan fazlası yazılmıştır, ama kendisinin de söylemiş olduğu gibi alfabetik harflerin sonuna kadar yedi yüze yakın kitap olmaktadır.
6) Hz. Ali'yi (a.s.) dördüncü halife olarak tesbit edenin Ahmed b. Hambel olduğunu ve kendi zamanına kadar, bugün bazı farklarla, sünen adını kendilerine veren osmaniyenin bu mevzuya inanmadıklarını bilmekteyiz (Tabakat-ül Henabile.c: 1, s: 45) bakınız.
Resulullah'ın (s.a.a.} amcası Abbas Peygamber'e, "Ku-reyş birbirleriyle karşılaştıklarında güler yüz gösteriyorlar; ama bizi gördüklerinde, tanımadığımız yüzlerle karşılaşıyoruz" dedi. Resulullah (s.a.a.) öfkelenip şöyle buyurdu:
Muhammed'in canını elinde bulundurana ant olsun ki birileri sizi Allah ve Resul'ü için sevmedikçe onların kalbine iman girmemiş demektir8.
Bu rivayet Kureyş'in son zamanlarda Peygamber'in yakınlarından hoşnut olmadığını gösteriyor. Kabileler hakkında söylenen bir misalde, dört kabile hakkında dört şeyin imkansız olduğu söylenmiş: "Zübeyri'nin" cömert, "Mahzumi'nin" alçak gönüllü, "Sami'nin" nasebinin sahih olması ve "Ku-reyşi'nin" Muhammed'in (s.a.a.) evlatlarını sevmesi9.
Bu rivayetlerden, Resulullah'ın (s.a.a.) yakınlarına ve akrabalarına karşı rekabet ve düşmanlıkların mevcut olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla sakife vak'asında ensarın iç rekabeti gibi farklı delillerle Ebu Bekir'e biat edildikten, Ömer'in, şiddet ve hiddetle muhaliflerin biat etmelerini istemesinden ve bu arada Ali (a.s.), Zübeyr ve başkaları biat etmedikleri taktirde kendileriyle birlikte evlerini yakacağına10 dair tehdit ettikten sonra Ehl-i beyt'e karşı sert bir tutum gösterileceği tabii idi. Bu tutum, İmam'ın altı ay Ebu Bekir'e biat etmeyerek yaptığı muhalefetiyle ve Hz.
Fatime'nin (a.s.) halifeye karşı dargın olmasıyla11 gitgide genişledi ve nitekim müslümanların arasında ilk ayrılığa neden oldu. Bu ayrılığın semeresi de ehl-i beyt'in mazlumiyeti idi ve bu mazlumiyet ise Kerbela'da tam doruğuna ulaştı.
Peygamberin, Ehl-i beyt'in fazileti hakkında genel olarak ve bizzat onların her biri hakkında özel olarak buyurmuş ol-duğu sayısız sözlerinden başka, defalarca halkın arasında açıkça onlar hakkında tavsiyede bulunup, kendi Ehl-i beyt'ine karşı iyi davranmalarını, istemiş olduğu halde bu vâk'alar gerçekleşiyordu.
"İbn-i Ebi Şebih" Abdurrahman b. Avf'dan müstenet olarak şöyle nakletmiş: Peygamber (s.a.a.) Mekke'nin fethinden sonra Tâif şehrini fethetmek için on sekiz veya on dokuz gün bu şehri kuşattı ama Tâif fethedilemedi. Bu sırada bir gün veya bir gece yürürken durup:
Ey insanlar! (Benim ölümüm yaklaşıyor), itretime iyilik etmenizi vasiyet ediyorum, Kevser havuzunda bana kavuşacaksınız, nefsimi dinde tutan (Allah'a) and olsun12.
Başka bir hadisde de Peygamber (s.a.a.), Allah'ın kitabını tanıttıktan ve ona sarılmanın farz olduğunu bildirdikten sonra şöyle buyurdu:
"Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum". Bunu üç defa tekrar etti13.
Bu tavsiyelerin tümü, Kur'an'ın Ehl-i beyt'in tathirini (arınmış olduklarını), Peygamberin yakınlarının hissesini ve Rasulullah'ın (s.a.a.) Muhammed'e ve onun evlatlarına sala-vat olarak tefsir ettiği, Peygamber'e salavatı vurgulamasıyla ve Peygamber'in de kendi tebliği karşısında kendi yakınlarını sevmeleri mükâfatını halktan istemesiyle birlikte bunların tümü, Sadr-ı İslam toplumunun siyasetçilerinin aşın tutumları nedeniyle bir kenara bırakıldı.
İş bir yere vardı ki Emir-ül Müminin "Onların tutumu neticesinde, biz tamamen halkın hafızasından silindik" buyurdu14.
12) İbn-i ebi Şaybe, c: 14, s: 508/ İbn-i Asâkir'in "Tarih-i Dimaşk"i, c- 2 Hadis no: 875 (İbn-i ebi Şebih'in) dipnotundan naklen/el-Ma'rifetu vet-Tarih, c: L s: 282'283- Peygamber (s.a.v.) kendi rihletinin yakınlığına değinerek onları itret ile iyi geçinmeye vasiyet etti ve Ali'nin (a.s.) kendinden veya kendi nefsinin mertebesinde olduğunu bildirdi.
Ebu Süfyan karanlığı doruğundayken, Kabe'nin yanında tevhid feryadını yükselten Rasulullah'ın ezeli dostu Ebuzer, ehl-i sünnetin hadis kaynaklarında defalarca nakledilen bir rivayete göre Kabe'nin halkasını tutup şöyle feryad etti: "Ey millet! Ben Ebuzer'im; tanıyanlar hiç, tanımayanlar varsa bilsinler ki ben Ebuzer-i Gifari'yim:
Size sadece Resulullah (s.a.a.)'tan duyduğumu anlatacağım. Peygamberden duydum, diyordu ki: Ey insanlar, aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; Allah'ın kitabı ve itretim, Ehl-i beyt'im. Bunların biri öbüründen daha üstündür, oda Allah'ın kitabıdır. Bunlar havuzun başında bana gelip çatıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Bunlar Nuh'un gemisine benzer, binen kurtulur, binmeyen ise boğulur15.
Bu iki hadis, Ehli beyt'in müslümanlara önderlik etmedeki büyük rollerini vurgulayan meşhur "Sageleyn" ve "Safine" hadisidir. Resulullah'ın (s.a.a.) "Gökyüzü Ebuzer'den daha sadık, daha doğru birinin üzerine gölge düşürmemiş ve yeryüzü de ondan daha doğru birinin ayaklan altına serilme-miştir" buyurduğu Ebuzer, tevhid feryadı ettiği zaman Mekke dönemindeki Sadr-ı İslamın hatıralarını diriltecek bir şekilde halkı Ehli beyt'e böyle davet ediyordu: O gün, müşrikler ona, eziyet ettiler, daha sonra ise başkaları onu sürgüne gönderdiler.
Ebuzer sadece İmam Ali'nin (a.s.) kısa hilafet süresinde Ehli beyt'in gerçek mevkiini açıklayabildi. O, Küfe mescidinin avlusunda yeniden Gadir hadisini diriltti* ve ondan sonra defalarca Ehl-i beytin faziletlerini sıraladı. Onun, Ehli beyt'in yüce makamı hakkındaki güzel cümleleri Nehc-ul Belaga'da ve diğer hadisî ve edebî kaynaklarda zikr edilmistir.
15) el-Ma'rifetü vet-Tarih, c: 1, s: 538. Her iki "Sageleyn" ve "Safine" hadisi mütevatirdir. Bakınız: Abakat-ül Envar 12. cildin ikinci kısmı - İsfahan baskısı - .Yıl: 1341.
*) Gadir hadisinin nakledilen yolların çoğunun ehli sünnet kaynaklarından olmasının sebebi imam Ali'nin (a.s.) Küfe mescidi avlusunda başlattığı hareketten kaynaklanmaktadır. İmam bunu yapmasaydı, hadis-çiler, diğer bir çok şeyler gibi bunu da unutacaklardı.Biz de onun bazı bölümlerini başka bir yerde derledik16.
Ama Muaviye'nin ve diğer Süfyan ve Mervan boyunun başa geçmesiyle ve minberlerde Ali (a.s.) ve evladına açıkça küfretmeleriyle ve hatta Ehli beyt'in gündeme getirilmemesi için Abdullah b. Zübeyr'in Peygamber'e selam göndermemesiyle Ehli beyt'in faziletlerinin Peygamber'in dilinden halkın arasında söylenmesi nasıl beklenilebilir.
Bu siyasetin neticesi sadece Ehli beyt'i unutturmak değil, hatta halkın Ehli beyt'i kabullenmediğini de icat etmek idiyse de halkın onlara karşı duydukları bağlılığı korudukları sonraları belli oldu.
Hz. Ali'nin (a.s.) yadigârı olan bir tek Küfe dolayısıyla orada da kendisine karşı kin duyuluyor ve düşmanlık gösteriliyordu ve Ali'nin (a.s.) hatırasını canlandırdı ve Hz. Ali'nin (a.s.) evladını üstün gördü ve batınlarında Ehli beyt'in hilafetini beslediler, hatta Hişam b. Abdul Melik, onların Ehli beyt'e itaat etmeyi kendilerine farz bildiklerine tekid etti17 ve hatta diğer kaynaklarda da halkın onların hilafetini kabul etmeğe hazır olduklarına itiraf edilmiştir18.
Daha sonraları Beni Abbas bu fırsattan yararlanarak kendilerini Ehl-i beyt adına cahil halka tahmil ettiler.
Ama hakikat gizli kalmadı ve sadece bir azcık insafı olan had isçiler arasında Ehli beyt'in faziletleri, özellikle de Gadir hadisi korunabildi. Ve biz bugün "el-Gadir" kitabı gibi büyük bir mirasa sahibiz ama olmaması gereken şey gerçekleşti.
16) "Siyasi islam Tarihi" başlangıçtan kırk hicriye kadar, s: 433-434.
17) ibn-i A'sem'in "el-Futuh"u, c: 4, s: 23, Tevvabin'in kıyamı ve Muhtar'ın hareketi de açıkça bunu göstermektedir." Siyasi İslam Tari-hi'nde kırkıncı yıldan yüzüncü hicri yılına kadar bölümünde ayrıntılarıyla bu konuyu ele almışız.
18) Müberred'in "el-Kâmil-u 1il-Edeb"i, c: 1. Bu rivayette Halid b. Ye-zid, Abdul Melik Mervan'ı, Haccac'ın, Abdullah b. Cafer'in kızıyla evlenmemesi gerektiğini söylüyor. Çünkü halk arasında Beni Haşim hakkında bazı söylentiler yar ve bu evlilik Beni Ümeyye'nin yok olmasına ve Haccac'ın başa geçmesine neden olacak.
Abdul Melik de Irak halkının Beni Haşim hakkındaki inancından korkarak Haccac-ı, Abdullah b. Cafer'in kızını boşamaya mecbur ediyor.
İslam toplumunun rotası Ehl-i beyt ve itretin ilim ve amelinden yararlanmakla eğitilmesi gerekirken başkalarının yanlış ve hatalı bir takım amellerine dayandırıldı, mazlum Ehli beyt ise kendi çalışmalarını şialara yönelik belirli bir düzeyde sürdürdüler. Fakat ehli sünnet de bazı yerlerde onların sözlerinden yararlanıyorlardı.
Onca baskı, istibdat ve daraltılan atmosfere rağmen Ehli beyt-i Athar düşünce ve amel sebatını sürdürdü ve şahsiyetlerinin yüceliği, Kur'an ve itrete dayalı şii mirasının korunmasına neden oldu. Ebuzer'in feryad ettiği şeyi, şia amelen gerçekleştirdi ve fıkıh, tefsir, ahlak ve siyasetde yüce imamlarının yolunu devam ettirdi.
Ehli sünnetin Ehli beyt'i sevdiklerini gösterdiklerini ve bu sözlerini isbat etmek için Ehli beyt'in faziletleri ve hatta oniki imamın yaşantılarını açıklama hakkında kitap yazdıklarına değinmiştik19.
Ama bunlar Gadir vak'asının sadece Ali'yi (a.s.) sevmenin isbatı için mi olduğunu ve hiç bir köken ve esasa dayanıp dayanmadığını asla kendilerinden sormuyorlar. Tevatür olduğu tesbit edilen "Sakaleyn" hadisi sadece sathi olarak Ehl-i beyt'i izlemenin farz olduğunu bildiren ve "Sefine" hadisi onlara itaat etmenin farz olduğunu gösteren en açık bir teşbih değil midir?
İnsanı hayrete düşüren şey Suyuti ve başkalarının "el-Eimmetü İsna Eşer" (İmamlar oniki tanedir) hadisinin reddedilemez bir hadis olmasına ve âlimlerin ortak kabul ettiklerine rağmen yanlış yere bunu bazı halifelere yorumluyor ve bazen da "dördü gelmiş ve diğerleri de gelecek" gibi vade veriyorlar.
Bu rivayet şia imamlarından başkası hakkında yorumlanabilir mi? İmam Askeri'nin (a.s.) zamanında henüz imam hayattayken Cahiz'in, onbir imamı "âlim, zahid, nasik, suca ve tahir" lakaplarıyia ve kendi görüşünce hilafete layık
19) Tezkiret-ül Havass, el-lthaf, Yenabi'ul-Meveddet ve İbn-i Tu-lun'un yazdığı el-Eimmet-ül İsna Eşer gibi ve "Turasuna" dergisindeki Te-batebai'nin gösterdiği fihristteki diğer kitaplar.
görüp methettiği kimseler şia imamları değil midirler?21 8u imamlar o kadar azametlidirler ki İmam Rıza'yı (a.s.) "Ali b. Musa b. Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyn b. Ali b. Ebi Talib" unvanıyla veliahd olarak tanıtmak istediklerinde "Ant olsun Allah'a eğer bu isimler sağır ve dilsiz kimselere okunursa Allah'ın izniyle şifa bulurlar" dediler22.
Bu hanedanın ehemmiyetini sadece az bir grup idrak edebiliyordu ama çoğuları da Ehli' beyt'in bu makamından hoşnut değillerdi. Bir rivayette, hadiscilerden olan "Zâide"ye neden Cabir Cu'fi'den, İbn-i Ebi Leyla'dan ve Kelbi'den hadis nakletmiyorsun? denildi. O dedi: Ben Kelbi'nin yanına gidip Kur'an okuyordum, bir gün şöyle dediğini duydum:
Bir süre hastalanıp ezberlediğim her şeyi unuttum "Âl-i Muham-med'in (s.a.a.)" yanına gittim, ağzının suyundan ağzıma bırakınca unuttuğum her şeyi hatırladım. Zaide, "bunu duyunca artık ondan bir şey nakletmedim" diyor23. Zâide'nin Kelbi ile olan düşmanlığının nedeni malumdur. Şehristani de ehl-i sünnet ve cemaattan olmasına rağmen Ehli beyt'in azametinin yüceliğine ve bizzat Kur'an ilminin Ehli beyt'in yanında olduğuna inanmaktadır24.
Rasulullah'ın sünnetinin gerçek koruyucularının Ehl-i beyt olduğu bir hakikattir. Ve bu nedenle Peygamber onlara Kur'an'ın yanında yer verip onların birbirinden ayrılmalarının imkansız olduğunu buyurdu.
Bu sünneti koruma hususu, şia İmamlarının fikirsel hayatı hakkındaki tarihi araştırmalarımız boyunca titizlik gösterdiğimiz konulardan biridir. Peygamberin sünnetini Ehli beyt'in nasıl koruduğunu aydınlığa kavuşturmak için burada üç örneğe değiniyoruz:
21) Asar-ul Cahiz, s: 235, "imam Rıza'nın hayatından. naklen, s: 147, Cahiz, ehli sünnetin üçüncü asırdaki büyük yazar ve edebiyatçılarm-dandır. '
24) "Turasuna" dergisinin 12. sayısı. Doktor Azerşeb'in "Şehristani-'nin Tefsiri" hakkındaki makalesine bakınız.
Emir-ul Müminin Ali (a.s.) "din görüş ile değerlendirilecek olursa ayağın altının meshedilmesi, üstünün meshedilmesinden daha evladır; ama, ben Rasulullah'ın ayağın üstünü meshettiğini gördüm" buyurdu25. Bu tutum "görüş ve ra'y" hükümeti karşısında Rasulullah'ın (s.a.a.) sünnetini korumanın ta kendisidir.
· Ebu Musa Aş'ari şöyle diyor:
Ali (a.s.) Camel (savaşı) günü Peygamber'in namazını hatırlatan bir namaz kıldı, oysaki biz onu unutmuş veya bile bile terketmiştik26.
· İmam Seccad (a.s.) ezan söylediğinde "hayye alel felah" cümlesine geldiği zaman -ehli sünnetin terketmiş oldukları- "Hayye ala hayril amel" cümlesini söylüyor ye başkalarının bu cümleyi atmakla ezanı tahrif ettiklerini bilmeleri için "ilk ezan böyle idi" buyuruyordu27. Rasulullah'ın sünnet ve tutumuna dayalı bu gibi tavırların benzerleri
Ehli beyt'in arasında pek fazladır. Şianın, ehli beyti bu kadar sembol edinmesi, bir taraftan Peygamberin onca tekidinden ve diğer bir taraftan da Ehlibeyt'in dinin esasını korumadaki siyerinden dolayıdır.
Burada, gerçekçi ve gerçeği arayan bütün ehli sünnete, ehli beyt hakkında daha çok araştırma yapmalarını ve bilhassa fezâilin gerçek anlamında ve onun fikirsel semerelerinde düşünmelerini tavsiye etmek yerinde olur bizce. Belki de inşaallah böylece hepimiz ehli beyte sarılarak hidayet yolunu bulur ve Hakk Teala'nın bize lütuf edeceği tevfik ile sırat-ı müstakimde yürürüz28.
' 28) Burada iki kitap tanıtılabilir: Biri Muhammed Taki Rahber'in tercüme edip İslami Tebliğler Teşkilatının bastığı Dar-ut Tevhidin yayınladığı "Ehli Beyt Mektebinde", diğeri de Merhum Şehabuddin İşraki ve Ayetullah Fazıl Lenkerani'nin yazdıkları "Ehl-ül Beyt veya Parlak Simalar". Bu kitab "İslami Kültür yayım bürosu" tarafından yayınlanmıştır.
Değerli üstadım Allame Seyyit Cafer Murtaza'ya, bu mecmuaya değerli bir önsöz yazdıklarından dolayı çok teşekkür ediyor ve ehli beytin hayatı hakkındaki bu muhtasar araştırmamı ehli beyti Athar’ın yolunu izleyenlere takdim ediyorum.
Resul Caferiyan
1
11-İMAM HASAN ASKERİ (AS) 11-İMAM HASAN ASKERİ (AS)
İMAM HASAN ASKERÎ(a.s)
Şiaların on birinci imamı olan İmam Hasan b. Ali Askeri (a.s.), Merhum Küleyni'nin nakline göre hicri 232 yılının Ramazan veya Rabi'üs Sani ayında dünyaya gelmiş ve 28 yıl yaşamıştır.[1] İbn-i Hallekan, İmam'ın 231 yılının aylarından birinde perşembe günü dünyaya geldiğini söylemiş.
Ve İmam'ın 232 yılının Rabi'üs Sani ayının altısında dünyaya gelmiş olduğuna dair bir görüşü de nakletmiştik.[2] Şeyh Müfid ve Sa'd b. Abdullah İmam'ın Rabi'üs Sani ayında dünyaya geldiğini kabul etmişlerdir.
[3] Mes'udi, O hazretin 29 yaşında şehid olduğunu söylemiştir.[4] O halde Mes'udi O hazretin 231 yılında dünyaya geldiğini kabul etmiş olmalıdır.
Havilerin çoğunluğunun rivayet ettiğine göre İmam Askeri (a.s.) hicri 260 yılının Rabil'ül Evvel ayının sekizinde dünyadan göçmüştür.[5] Başka bir görüşe göre de imam 260 yılının Cümad'el Ula ayında vefat etmiştir.[6]
İmam Hadi (a.s.) 254 yılında vefat ettiğinden dolayı haliyle Hz. Askeri (a.s.)'in imamet süresi Şeyh Müfid'in rivayetine göre altı yıl[7] ve Sa'd b. Abdullah'ın rivayetine göre ise beş yıl ve sekiz aydır.[8]
O hazretin annesi cariye idi, fakat adının ne olduğu hususunda muhtelif rivayetler mevcuttur. Bazı kaynaklarda İmam'ın annesinin adı "Hadis" veya "Hadise", diğer bazı kaynaklarda ise adının "Susen" olduğu zikredilmiştir.
[9] Uyûn'ul Mücizat O'nun annesinin sahih adının "Salil" olduğunu belirtmiş ve "O, arif ve salih kimselerden idi." cümlesi ile onu methetmiştir.[10]
imam Askeri (a.s.)'ın lakablarının "Samit, el-Hadi, er-Rafik, ez-Zek! ve en-Naki" olduğu zikredilmiştir ve bazı tarihçiler "el-Halis" lakabını da İmam'ın lakablarına eklemişlerdir.
Hem imam Cevad (a.s.) hem de imam Askeri (a.s.) "Ibn-ur Rıza" künyesiyle meşhur olmuşlardı,[11] imam Hadi (a.s.) ve imam Askeri (a.s.) da "Askeriyeyn" lakabıyla tanınıyorlardı, imam Askeri (a.s.)'ın yüzüğüne şu iki cümlenin nakşedüdiği yazılmıştır: "Sübhane menlehü makalid'üs semavati vel arz"[12] ve "innellahe şehidün."[13]
Ahmed b. Übeydullah b. Hakan, İmam Askeri (a.s.)'ın zahiri özelliklerini şöyle vasfetmektedir: İmam'ın gözleri siyah, boyu iyi, yüzü güzel ve bedeni tam yerindeydi.[14]
Hz.HASAN ASKERİ (a.s.)'IN İMAMETİ:
İmam Hadi (a.s.)'ın 254 yılında şehid olmasıyla ve İmam'ın kendi nassıyla oğlu imam Askeri (a.s.), İsna Aşeri şiaların imamı olarak nasbedildi. imam Hadi (a.s.)'ın, oğlu Askeri (a.s.)'ın imametiyle ilgili vasiyet ve nassındaki rivayetler şianın hadis ve tarih kitaplarının bir çoğunda sık sık görülmektedir.
[15] Şialar, kendileri açısından imametin doğruluğunu gösteren bu vasiyet ve nassı göz önünde tutarak İmam Hasan Askeri (a.s.)'ın imametini kabul ettiler.
Sa'd b. Abdullah'ın naklettiğine göre, bir grup şia Muhammed b. Ali'yi -ki kendi babası imam Hadi "(a.s.) hayattayken vefat etti-, çok az bir grup da Cafer b. Ali'yi imam seçti, bunların dışındaki İmam şialar Hz. Askeri (a.s.)'ın imametini kabul etti.
Cafer b. Ali'ye inananlar "Caferiyye-i Hulles" lakabını aldılar.[16] Mes'udi, şianın cumhurunun (büyük bir çoğunluğunun) imam Askeri (a.s.) ve oğlunun imametine inanıp, kabul ettiğini söylemiştir ve bu fırka tarihte "Kat'iyye" lakabıyla tanınmaktadır.[17]
İMAM ASKERİ (a.s.) SAMİRRA'DA:
Şeyh Müfidin rivayet ettiğine göre, imam Hadi (a.s.) on küsur yıl kadar Asker'de (Samirra) Abbasilerin nezareti altında yaşamıştır.[18] Bu rivayete göre imam Hadi (a.s.) oğlu Hz. Askeri (a.s.)'la beraber 243 ya da 244 yıllarında Samirra'ya gelmiş olmalıdır.
Fakat İbn-i Hallekan, İmam'ın yirmi yıl dokuz ay Samirra'da kaldığını ve bu yüzden de İmam Hadi (a.s.) ve oğlu Hz. Askeri (a.s.) "Askeriyeyn" diye tanınmışlardır, demiştir.[19]
Kesin olan şu ki, bu iki İmam'ın -o devirde Abbasilerin hilafet merkezi olan- Samirra'ya getirilmeleri, birkaç yönden Memun'un İmam Rıza (a.s.)'ı kendi şehrine getirme siyasetine benzemektedir.
Çünkü bu yakınlık, İmam'ın şialarla olan irtibatını kontrol etmeyi, çeşitli bölgelerde mevcut olup, hükümet için bir tehlike teşkil eden İmam'ın yakın şialarını tanımayı kolaylaştırıyordu. İmam bu şehirde yaşadığı sürece birkaç defa zindana atılmasının dışında, o şehrin normal bir yerlisi gibi hareket ediyordu, tabii ki İmam'ın bütün hareketleri hükümet tarafından ihtiyatlı ve dakik bir şekilde inceleniyor ve gözleniyordu.
Çünkü İmam Askeri (a.s.) da olmak üzere şia İmamları yaşadıkları yer hususunda seçenek hakkına sahip olsaydı Medine'yi seçerlerdi. Bu yüzden de İmam'ın uzun bir süre Samirra'da tutulması halife tarafından bir nevi tutuklamadır ve bu başka bir şekilde yorumlanamaz. Şiaların öncelerden beri düzenli ve teşkilatlı bir şekilde faaliyet etmeleri halifeyi tedirgin ediyor ve korkutuyordu, halife bu faaliyetleri kontrol etmek zorunda olduğu için bu mesele üzerinde önemle duruyordu.
Bunun için de İmam'dan, Samirra'da olduğuna dair sürekli olarak bilgi vermesi istenmişti. İmam'ın hizmetçilerinden birinin nakline göre, İmam her pazartesi ve perşembe günü dar'ül hilafeye gitmek zorundaydı.[20] İmam'ın bu durumu zahirde İmam için bir ihtiram talakki ediliyordu, hakikatte ise halifenin durumları kontrol etmesi için bir vesileydi.
Hatta bir defasında halife Sahibul Basra'yı görmeye gittiğinde İmam'ı da beraberinde götürüyor ve İmam'ın ashabı ise sadece yol boyunca O hazreti görmeye hazırlanıyorlar.[21] Bu rivayetten iyice anlaşılıyor ki, bir süre kimse doğrudan İmam'ın evinde İmamla görüşememiş, buna imkan bulamamıştı.
İsmail b. Muhammed şöyle diyor: İmam'dan para istemek için İmam'ın gelip-gittiği yolun üzerinde oturdum ve İmam yanımdan geçerken mali yardımda bulunmasını istedim.[22]
Ebu Bekr-i Fahfaki şöyle diyor: Bir iş -İmam'ı görmek-için Samirra'dan hariç olup Ebi Katia b. Davud caddesinde, İmam'ın gelip dar'ül hilafe'ye gitmesini bekledim.[23]
Muhammed b. Abdül Aziz-i Belhi de, İmam dar'ül amme'ye giderken, O'nunla görüşmek için el-Ganem caddesinde İmam'ın gelmesini beklemiştir.[24]
Muhammed b. Rabi-i Şaybani de şöyle diyor: İmam'ı görmek için Ahmed b. Huzayb kapısında oturmuş bekliyordum ve İmam oradan geçerken O'nu gördüm.[25]
Ali b. Cafer, Halebi'den şöyle naklediyor: İmam'ın dar'ül hilafeye gideceği bir gün, Asker'de İmam'ı görmek için bira-raya toplandık, tam bu sırada İmam tarafından bize bir mektup geldi. Mektubun mazmunu şöyleydi: "Kimse bana selam etmesin, hatta bana doğru işaret bile etmesin. Çünkü sizin kendiniz de emniyette değilsiniz[26]
Hükümetin, İmam ile şiaları arasındaki irtibatı ne derece gözaltında tuttuğu ve kontrol ettiği bu rivayetten çok iyi bir şekilde anlaşılmaktadır. Tabii ki İmam ve şiaları buldukları her fırsatta birbirleriyle görüşüyorlardı ve bunu da kamufle ediyorlardı. Şiaların İmamla kurabileceği en iyi irtibat yollarından biri yazışma idi ve birçok kaynaklarda da sık sık bununla karşılaşmaktayız.
İMAM'IN SAMİRRA'DAKİ KONUMU:
İmam Askeri (a.s.) çok genç bir yaşta olmasına rağmen, »yüce ilmi ve ahlakî bir üstünlüğe sahip olduğundan, özellikle de şiaların rehberi olduğundan, şiaların da ihlasla O'na itikad ettiklerinden ve halkın hiç bir şey gözetmeden O'na ihtiramda bulunduğundan dolayı çok meşhur olmuştu.
İmam, herkesin yöneldiği ve kendisine teveccüh ettiği bir şahsiyet olduğu için Abbasi hakimiyeti de birkaç yer hariç, zahirde O hazrete karşı ihtiramda bulunuyor ve saygılı davranıyordu.
O hazretin yaşantısıyla ilgili bütün kaynakların naklettiği mufassal bir rivayette, gün geçtikçe İmam'ın Samirra'da ilmi azamet ve ehemmiyetinin daha iyi anlaşıldığı belirtilmiştir. Bu rivayet, ehemmiyete şayan bir rivayet olduğu için onun bazı bölümlerini buraya aktarmak istiyoruz.
İhtimalen İmam Askeri (a.s.)'la görüşme şerefi kazanan[27] ve şianın meşhur alimlerinden olan Sa'd b. Abdullah Eş'ari şöyle diyor:
İmam'ın rihletinden on sekiz yıl sonra- 228 yılının Şaban ayında Ahmed b. Übeydullah b. Hakan'ın [28]ki o günlerde Kum'un maliyatını almakla görevliydi ve Âl-i Muhammed'e ve de Kum halkına karşı düşmanlık besliyordu-meclisinde oturmuş idik. Samirra'da oturan 'Talibi'lerin mezheb ve durumlarından söz açıldı, sultanın yanında.
Ahmed şöyle dedi: Samirra'da, Hasan b. Ali Askeri (a.s.) gibi vakarlı, iffetli, ne yapacağını bilen, ehli beytinin arasında büyüklükle tanınan, sultanın ve Beni Haşim'in yanında muhterem tutulan ve hatta emirlerden, vezirlerden ve katiplerden bile üstün tutulan birini ne görmüş ve ne de duymuştum. Ben bir gün babamın yanı başında durmuştum ve babam da o gün halk ile görüşmek için oturmuştu. Hizmetçilerden biri gelip "İbn-ur Rıza kapıda bekliyor." dedi.
Babam yüksek sesle "Girmesine izin verin." dedi. O hazret de içeri girdi... Babam O'nu görünce birkaç adım O'na doğru yürüdü. Hiç kimseye, hatta emirlere ve valilere karşı yapmadığı bu işi İmam'ın karşısında yaptı. İmam'a yaklaşınca elini O'nun boynuna sarıp yüzünü ve alnını öptü, daha sonra da O'nun elinden tutup kendi yerine oturttu, kendisi de karşısında oturup O'nunla konuşmaya başladı. Konuşurken de -O'na ihtiramen- lakabıyla hitab ederek daima "Babam, anam sana feda olsun..." diyordu.
Geceleyin babamın yanına gittim ve şöyle dedim: Bugün onca ihtaram ettiğin ve hatta baba ve anneni bile kendisine feda ettiğin O adam kimdi, baba? "O İbn-ur Rıza ve rafizilerin imamıdır." dedi ve sustu. Çok kısa bir süre sonra yeniden söze başladı ve şöyle devam etti: "Oğulcuğum, eğer bir gün hilafet Beni Abbas'ın elinden çıkarsa, O'ndan başka bu işi yürütecek layık biri Beni Haşim arasında mevcut değildir.
O faziletinden, nefsini tezkiye ettiğinden ve koruduğundan, zühd, ibadet ve güzel ahlakından dolayı hilafet makamına layık biridir. Keşke O'nun babasını görseydin; azametli, akıllı, iyiliksever ve faziletli biriydi, O. Bu sözleri duyunca bütün vücudum hışm ve adavet ateşiyle yandı yakıldı, ama aynı zamanda O'nu tanımaya daha çok ilgi duydum, buna olan isteğim daha da arttı.
Beni Haşim'den, katiplerden, kadılardan, fakihlerden ve hatta normal insanlardan bile O'nun hakkında sorduğumda, O'nu herkesten daha azametli tuttuklarını ve ehli beytindeki diğer şahıslardan daha üstün gördüklerini anladım. Herkes "O rafizilerin imam’ıdır." diyordu. Ondan sonra, O'nun benim yanımdaki önem ve ehemmiyeti daha da arttı. Çünkü dost ve düşman herkes O'na iyilikle anıyor ve methediyordu.[29]
Bunu rivayet eden Ehl-i beyt düşmanlarından biri olmasına rağmen, bu rivayet İmam'ın ahlaki ve içtimai konumunu açıkça ortaya koymaktadır.
İmam Asker (a.s.)'ın hitmetçisi şöyle diyor: İmam'ın dar'ul hilafeye gittiği günler halk acayip bir coşku ve heyecan gösteriyordu İmam'ın geçeceği yol, atlarına binmiş kalabalık bir toplulukla doluyordu, İmam geldiğinde ise herkes birden susuyor ve İmam kalabalığın arasından geçerek dar'ul hilafeye giriyordu.[30]
Bu kalabalığı oluşturanların çoğu imam'ı görmek için uzaktan yakından Samirra'ya gelen şialardı. Tabii ki Resulullah(s.a.a.)'in evlatlarına ilgi ve sevgi duyan diğer insanlar da İmam'ı görmek için O'nun geleceği yolda durup kalabalığı daha bir çoğaltıyorlardı.
İMAM'IN TUTUKLANDIĞI DÖNEMLER
Önceden de değindiğimiz gibi İmam Hadi (a.s.)'ın İmam Askeri (a.s.)'la birlikte Mütevekkil tarafından Samirra'ya getirilmesinin kendisi, İmamları ve onların şialarla olan ilişkilerini kontrol etmek için bir nevi zindan! Etmekten ibaretti. Bazı durumlarda bu baba ve oğlun tutuklanmasında daha çok şiddet kullanılıyordu.
Özellikle düzeni tehdit edebilecek boyuttaki olaylar vuku bulduğunda, bizzat İmam'ın kendisi yakın ashabından bazılarıyla birlikte zindana atılıyordu.
İmam Askeri (a.s.)'ın tutuklanması hususunda bazı rivayetler mevcuttur, ancak bazı yönlerden birbirleriyle çelişmektedir. Böyle bir hatanın ortaya çıkmasında bazı sebepler düşünülebilir.
Onlardan biri İmam'ın birkaç defa tutuklanmış olması da olabilir, halkın halifelerin adını karıştırmış olması da. Haliyle bu rivayetler bir araya toplandığında ve birbirleriyle kıyaslandığında hakikati ele getirme olasılığı daha da artıyor.
Bir rivayete göre (halifelikten azledilen ve 255 yılında öldürülen) Mutazz, Kufe'ye gitmek istediğinde İmam Askeri (a.s.)'ın tutuklanmasını emretti ve hizmetçisi Said'i de bu işle görevlendirdi. Eb'ul Haysem b. Sebane bu husustaki endişe ve korkusunu mektupla İmam'a bildiriyor. İmam da onun cevabında şöyle yazıyor: "Üç gün sonra bir kurtuluş kapısı açılacak ve Mutazz öldürülecektir.[31]
Şu kesin ki, İmam Askeri (a.s.) Muhtedi döneminde (255-256) bir süre zindanda kalmıştır. Bundan önce de şialardan bir grubu zindana atılmışlardı. Şianın meşhur şahsiyetlerinden olan ve Ebu Haşim-i Caferi diye tanınan Davud b. Kasım 252 yılında zindana atılmıştı. Onun tutuklanma sebebini Hatib-i Bağdadî, İbn-i Arefe'den şöyle naklediyor:
Konuştuğu bazı sözlerden dolayı zindana atıldı.[32] Şeyh Tusi'nin naklettiği bir rivayette Ebu Haşim-i Caferi'nin Beni Haşim'den ve başkalarından birkaç kişiyle birlikte tutuklanmasının sebebi, Abdullah b. Muhammed-i Abbasi'nin öldürülmesi olarak zikredilmiştir[33]. Bazı rivayetlerde belirtildiği gibi bu zindanın sorumlusu Salih b. Vasif idi ve o 256 yılında Musa b. Bağa tarafından öldürüldü.[34] Bu yüzden ve büyük bir ihtimalle İmam Askeri (a.s.)'ın tutuklanması 255 yılında ve Muhtedi'nin döneminde vuku bulmuştur.
Bir rivayete göre Ebu Haşim Caferi şöyle demiştir: Muhtedi'nin döneminde zindana atıldığım zaman İmam Askeri (a.s.)'ı da zindana getirdiler. Muhtedi'nin 256 yılında ölmesiyle, Allah İmam'ı ölümden kurtardı, çünkü halife O hazreti öldürmeye kararlıydı.[35]
İmam'ın zindana atıldığı yerin adı Cavsek'di. Muhtedi'nin kendisi ve aynı şekil Salih b. Vasif, sonraları o zindana atılmış ve öldürülmüştü. Cavsek bir kale idi ancak zindan olarak kullanılıyordu.[36]
Bu zindanın iç durumu hakkında şunları biliyoruz:
a: İmam (a.s.) zindana girdiğinde Acem bir kişiye işaret ederek şöyle buyurdu: Eğer bu kişi olmasaydı ne zaman zindandan kurtulacağınızı söylerdim. Çünkü o sizi gözetleyerek davranışlarınızı halifeye bildiriyor. Ebu Haşim şöyle diyor: Bir gün biz onu sıkıştırıp, her birimiz hakkında kötü haberler yazıp halifeye vermek istediği mektubu elbisesinden çıkardık.[37]
b- İmam’ın zindandaki bizzat zindan bekçilerine karşı tutum ve davranışları öyle bir şekildeydi ki, nitekim onların utanmasına neden ölüyordu. İmam Kazım (a.s.)'ın da bu şekil davrandığı rivayet edilmiştir. Abbasilerin uşaklarından olan ve İmam'ı zindanda tutmakla görevlendirilen Salih b. Vasif, bazı Abbasiler tarafından İmam'a eziyet etmeye teşvik ediliyor ve o da cevaben şöyle diyordu:
Halkın arasında tanıdığım en kötü iki kişiyi bu iş için görevlendirdim, ama onlar İmam Askeri (a.s.)'dan öyle etkilendiler ki ibadet etmekte ve namaz kılmakta yüce bir makama ulaştılar.[38]
Bazı rivayetler, imam'ın zindanda daima oruç tuttuğunu bildiriyor.[39]
İmam (a.s.)', 256 dan 279 yılına kadar hilafet eden Mutamid'in döneminde ikinci defa zindana atıldı. Bir rivayette, O hazretin 259 yılında Mutamid'in zindanında olduğu ve Ali b. Cerir'in de İmam'ın bekçisi olduğu belirtilmiştir. Mutamid'in İmam hakkında sorduğu sorulara Ali b. Cerir şöyle cevap veriyor: Her zaman gündüzleri oruç tutuyor ve geceleri de namaz kılıyor.[40]
Aynı şekil Sumayri "el-Evsiya" kitabında Mahmudi'den şöyle rivayet etmiştir: Ebu Muhammed-i Askeri (a.s.) Mutamid'in zindanından çıkarken şu ayeti yazmış olduğunu gördüm:
"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır."[41]
Şeyh Müfid, Muhammed b. İsmail-i Alevi'den şöyle rivayet etmiştir:
İmam Askeri (a.s.), Ali b. Evtamiş (veya Baremiş)'in bulunduğu zindana getirildi. Bu şahıs Ebu Talib evlatlarının amansız düşmanlarından idi. Ona, İmam hakkında elinden gelen kötülüğü yapması emredildi. Ama o, imam'la bir süre kaldıktan sonra ayrılma zamanı geldiğinde İmam'ın ilahi azametini her kesden daha iyi tanıyan biri olarak ayrıldı.[42]
Çok büyük bir ihtimalle İmam 259 yılında bu zindana atılmıştı ve bunu teyid eden şahid de aşağıdaki rivayettir.
Keşşi "Rical" kitabında, Muhammed b. İbrahim-i Samerkandi'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Hacca giderken, yolumun üzerinde bulunan doğruluk, salah, takva ve hayırla tanınan Budak Buşencani (Buşencan Herat köylerinden biridir) adındaki arkadaşıma uğrayayım dedim. Onun yanına varıp sohbete başladığımızda FâzI b. Şazan'dan söz açıldı. Budak "O midesinden çok rahatsızdır...
" dedi ve şunları da ekledi: "Hac merasimini yerine getirmek için Mekke'ye gittiğimde, değerli ve faziletli bir şeyh olan Muhammed b. İsa el-Abidi'-nin yanına gittim. Onun evinde, üzgün ve perişan bir halde oturan bir grup gördüm. Bunun sebebini sorunca şöyle dediler: Ebu Muhammed (a.s.) zindana atılmış. (Bunu duyunca oradan çıkıp) Yoluma devam ettim, dönüşümde yine Muhammed b. İsa'ya uğradım. Onu güler yüzlü ve dinç buldum.
Bunun sebebini sordum, dedi ki: "İmam serbest bırakıldı." Ben gündüz ve gece (amelleriyle ilgili dan) kitabımı da beraberimde götürüp Samirra'ya gittim. Ebu Muhammed (a.s.)'ın huzuruna vardım. Kitabı O hazrete gösterip "Canım sana feda olsun, bu kitaba bakar mısınız?" dedim. İmam kitabın her sayfasına bakarak şöyle buyurdu: "Sahihtir, bununla amel etmek iyidir." Ben "FazI çok hastadır ve hastalığının sebebinin
de sizin O'nun hakkında etmiş olduğunuz dua olduğunu duydum. Duydum ki onun İbrahim (a.s.)'ın vasiyyinin Rasulullah(s.a.a.)'in vasiyyinden üstün gördüğünü size anlatmışlar. Halbuki bu doğru değil, bunu yalanla ona isnad etmişler." dedim. İmam buyurdu: "Evet, Allah Fazl'a rahmet etsin." Budak diyor ki: Ben geri döndüm ve İmam'ın "Allah Fazl'a rahmet etsin." dediği günlerde Fazl'ın vefat etmiş olduğunu anladım.[43]
Meşhur olduğu gibi FazI b. Sazan'm 260 H.K. yılında vefat ettiğini kabul edersek, haliyle 259 yılının sonlarında Zil-hacce ayından önce İmam'ın zindanda olduğunu da kabullenmeliyiz.
İMAM VE ŞİALARLA İRTİBATI
İmam Rıza (a.s.) Horasan'a geldikten sonra âl-i Ebu Talib seyyidleri çeşitli nedenlerden dolayı İslam ülkesinin muhtelif bölgelerine hicret ettiler. Irak'taki şialar ve aleviler üzerindeki baskı arttıkça hicret edenlerin sayısı da arttı. Şialar-yaşamlarını sürdürmek için daha emniyetli yerlere hicret etmeye mecbur oldular. Arap topraklan Emevi düşünce tarzı ve ruhiyelerinin sultasında olduğundan, şialar için emniyetli olamazdı.
Doğu, özellikle de İran daha emniyetli idi. Bu yüzden şiaların büyük bir grubu bu topraklara akın ederek birbirlerinden uzak bir şekilde yaşamaya başladılar. Bunların ilk derecede ihtiyaç duydukları en önemli şey, kendi aralarında irtibat kurmak idi.
Çünkü hem hazır imamları vardı ve hem de dini sorularını ve ayrıca içinde bulunduktan siyasi ve içtimai sorularını halletmeye, çözüm yolu bulmaya ihtiyaçları vardı. Bu esas doğrultusunda belirli şahısları İmam'ın yanına göndermek ve hac mevsiminde İmam'la irtibat kurmak gibi muhtelif irtibat sistemlerinden yararlandılar.
Bu yolla İmam'ın rivayetlerini ve ameli tavsiyelerini ele getirmede başarı sağladılar.
Altmış yıllık huzur (İmamların hazır bulundukları) dönemine ve Gaybet-i Suğra'nın başlangıcına kadar şiaların dağınık bir halde yasamaları, tarihdeki sahid ve karinelerden kolaylıkla anlaşılmaktadır ve hatta fıkhi hadislerde bile bununla sık sık karşılaşmaktayız.
Burada önce şiaların o mezkur dönemdeki dağınık bir halde yaşamaları ve daha sonra onların İmam'la irtibat şekli hakkında bahsedeceğiz, tabii ki Resulullah (s.a.a.)'den sonra oniki İmam'ın imametine itikad etme düzeyinde olan şiaların fikri ve dini irtibatı hususunda bahsedeceğiz, sadece. Sadece Ehl-i beyti genel anlamında seven kişiler hakkında bahsetmeyeceğiz.
Bu iki grup arasındaki fark İmam Askeri (a.s.)'dan nakledilen bir rivayette dakik olarak belirtilmiştir.[44]
Şialardan bir çoğunun yaşadığı ve İmam'la irtibat hususunda da en önemli yerlerden biri Nişabur'dur. Genelde İran'ın doğusu, İmamların ashabından bazısının ve de üçüncü ve dördüncü yüzyılda yaşayan meşhur şia alimlerinin adının, o yerin tarihinde görülen bölgelerdendir. Bunun en bariz örneklerinden biri, İmamların ashabları ve şia alimleri arasında büyük bir yer ve değeri olan FazI b. Şazan'dır.
Nişabur'un yanı sıra Semerkand, Beyhak ve Tuş da şiaların yerleştikleri yerlerden sayılmaktadır. Beyhak halkının çoğunluğunu şialar oluşturmaktaydı. Bu şekil bir dağınıklık -ki onun benzeri diğer bölgelerde de mevcuttu şiiliği yaymak veya en azından mevcud bulundukları durumu korumak için düzenli ve çok hassas' bir irtibat sistemi gerektirmekteydi. Bu sistem, İmamlar tarafından vekillerin tayin edilmesiyle şekilleniyordu.
İmam ile vekilleri arasında doğan irtibatta -bizzat yazışma şeklinde- dini ve siyasi açıdan gerekli olan tavsiyelerin bildirilmesine çalışılıyordu. İmam Askeri (a.s.) da bu metodla faaliyetini sürdürmüş ve bunu daha bir genişletmeye çalışmıştı. Parlak bir ilmî geçmişe sahip olan, önceki İmamlarla veya O hazretin kendisiyle sağlam bir irtibatı olan ve de hadisi açıdan şialar arasında muteber ve saygın olan kimseler vekil olarak seçiliyorlardı.
İlmi, kültürel ve de iktisadi açıdan merkeziyeti diğer bölgelerden çok daha güçlü olan Nişabur, Horasan için büyük bir önem taşımaktaydı. İmam'ın bu şehirdeki vekili, aşağıdaki rivayette de belirtildiği gibi İbrahim b. Abduh idi. Burada bu sistemin önemini ve bu sistemle gerçekleştirilen işlerin ehemmiyetini belirtmek için bu vekaletle ilgili İmam'ın mektuplarını kısaca gözden geçireceğiz.
İmam Askeri (a.s.), Abdullah b. Hamdveyh'e yazdığı mektupta şöyle buyurmuştur:
"Ben, İbrahim b. Abduh'u sizler için vekil nasbettim, o şehrin ve etraf bölgelerin ahalisi bizim farz olan haklarımızı ona versinler. Ben onu oradaki dostlarıma emin tayin ettim. Takvalı olun, haklarımızı ona vermekte dikkatli olun. Hakları vermemede veya geciktirmede hiçbir mazeret kabul edilmez."[45]
Bu mektuptan anlaşılıyor ki İbrahim'in vekalet ve faaliyet alanı o bölgenin tümünü ve hatta Abdullah b. Hamdveyh-i Beyhaki'nin bölgesini -ihtimalen Abdullah'ın bölgesi Beyhak idi- kapsamaktaydı. Zahiren bazı şialar İbrahim hakkında yazılan o mektuptaki yazının İmam'ın yazısı olduğu hususunda şüpheye düştüler. Bu yüzden İmam aşağıdaki mektubu yazdı:
"İbrahim'in benim tarafımdan tayin edilen vekil olduğunu ve oradaki dostlarımdan benim haklarımı almakla görevlendirildiğini belirten mektubu ben kendim, kendi yazımla yazdım. Ben onu kendi şehrinde hak üzere nasbetmiş bulunuyorum. Allah'tan sakının ve benim haklarımı ona ödeyin. Bu hususta tam ve kamil olarak benim tarafımdan izinlidir[46]
İmam'ın İbrahim b. Abduh hakkındaki mektubu, O hazretin yazmış olduğu en .uzun mektuplardan biridir. İmam o mektubu İshak b. İsmail-i Nişaburi'ye göndermiştir. Bu mektup ahlaki nasihatlarla ve çok değerli tavsiyelerle doludur. İmam (a.s.) mektubuna başlarken vasiyler yoluyla ilahi hidayetin önemi hususunda ve hidayet imamlarının ilahi ilim kapıları olduğu hakkında uzun bir mukaddime işledikten sonra "Bu gün dininizi tamamladım, ikmal ettim." ayetine değiniyor ve halkı hidayete kavuşturmak için Allah'ın- Onları seçmekle halka minnet koyduğuna istidlal ediyor.
İmam (a.s.) halkın masum imamlara ödemesi gereken hakları da şöyle belirtiyor: "İbrahim b. Abduh benim tarafımdan tayin edilmiştir. Ey İshak, sen de benim İbrahim b. Abduh'a gönderdiğim elçimsin, ki benim Muhammed b. Musa'ya yazmış olduğum mektuptaki şeylere amel etsin. Aynı şekilde senin kendin ve senin şehrinde yaşayan kimseler o mektubun içeriğine uymakla görevlisiniz. Selam olsun İbrahim'e, sana ve bütün dostlarımıza. Bu mektubu okuyanlar ve senin şehrinde durup inhirafa düşmeyen kimseler bizim haklarımızı İbrahim'e ödemelidirler ki, o da onları Razi'ye iletsin; budur benim emrim.
Ey İshak, güvendiğim Bilali'ye, Mahmudi'ye ve Bağdat'a gittiğinde benim itimad ettiğim ve benim vekilim olup o şehirde bizim dostlarımızdan para toplayan Dehkan'a[47] ve de gördüğün dostlarımıza benim bu mektubumu oku ve eğer onun nüshasını almak isterlerse hiçbir mahzuru yoktur. Bu mektubu, sizin muhalifiniz olan şeytandan başka kimseden gizleme, ûmeri'yi görmedikçe şehirden ayrılma, çünkü dostlarımızdan bize gelen her şey birkaç vasıtadan sonra onun eline geçiyor ve o da bize ulaştırıyor."[48]
Vekalet sistemi hakkında bu mektuptan, çok önemli noktalar anlaşılmaktadır. Onun mevzusu bizzat şiaları, mali farzları ödeme hususunda yönlendirmektir ve bu" da onların korunmasında esasi bir zarurettir. Ayrıca bu mektupta göze çarpan başka bir husus da vekillerin konumunu sağlamlaştırmak için onların tanıtılmasının ve tam güvenilir, itimad edilir şahıslar olduğunun mektup da belirtilmesidir. Ayrıca şu da anlaşılıyor ki, bölgelerdeki vekiller arasında bir zincirleme vardı, yani İmam'ın mali hukuku önce o vekil yoluyla asıl vekile ve asıl vekil yoluyla da İmam'a ulaştırılıyordu.
Başka bir nokta da şu ki, bazen şialar bazı şahısların vekaletleri hakkında şüpheye düşüyorlardı ve böyle durumlarda İmam (a.s.) bu şüpheleri gidermek için başka mektuplar göndermek mecburiyetindeydi.
İşte bu bağları oluşturmak ve onları korumak, şianın kültürel ve sosyal alandaki hayatını ihya etti ve teşkilatlarında zaaf çıkmasına ve neticede de ehl-i sünnet toplumunda eriyip yok olmasına engel oldu. Zaaf neticesinde toplumda eriyip yok olmak, her azınlığın yüz yüze olduğu bir tehlikedir. Bir zamanlar Abbasiler ve uzun bir süre de İsmaililer buna benzer bir sistem uygulamışlardı.
Şia, bu sistemi hayata geçirmek ve uygulamakla kendisine yönelen ye mevcudiyetini tehdit eden tehlikeleri kendinden uzaklaştırarak varlığını korudu. Ayrıca böyle bir dakik irtibat sistemini uygulamak sayesinde gerekli bilgi ve görüş bütün toplumlardaki şiilere kolayca iletiliyor vs onların bekasını garantiye alıyordu. Keşş ve Samerkant gibi yerler İmamların yaşadığı merkezlerden çok uzak olmalarına rağmen, şia alimlerinin büyük bir bölümü oradan yetişmiş ve faaliyete başlamışlardır.
Belirtildiği gibi şiaların bu dağınıklığından kaynaklanan bazı sorunlar hidayet
İmamlarının elçilerinin taşıdıkları çok faydalı mektupları ve zamanında müdahaleleri neticesinde çok iyi bir şekilde çözümleniyordu. Bu dönemde mektup yoluyla irtibat çok yaygın olup haberleşmenin en gelişmiş şekli olarak nitelendiriliyordu. Gerçi emniyeti vb. açıdan bu mektuplardan bir eser kalmıyordu, ancak yine de elimizde bulunan bunca mektup, yazışma yoluyla irtibatın çok yaygın olduğunu göstermektedir.
Eb'ul Edyan şöyle diyor: Ben İmam Askeri (a.s.)'ın hizmetçisiydim. Benim işim İmam'ın mektuplarını birçok şehirlere götürmek idi. Son defasında İmam'ın bir mektubunu götürdüğümde İmam hasta idi. O hazret mektubu bana verip buyurdu: "Bunu Medain'e götür. On beş gün sonra döndüğünde beni gusül edilirken ve kefen giydirilirken göreceksin." Ben mektubu götürdüm, döndüğümde İmam'ın bana buyurmuş olduğu söz gerçekleşmişti.[49]
İmam'ın, mektupları götürüp getirmek için özel bir elçisi olduğu bu rivayetten anlaşılmaktadır.
Muhammed b. Hüseyn b. İbad şöyle diyor: Ebu Muhammed Hasan b. Ali Askeri (a.s.) 260 hicri yılının Rabiül evvel ayının sekizinde cuma gün tam 29 yaşında sabah namazı kılarken dünyadan göçtü. İmâm (a.s.) o gece Medine'ye gönderilecek birçok mektup yazmıştı.[50] İmam Askeri (a.s.)'ın Kum ve Abeh (Aveh) halkına yazmış olduğu mektup elimizde mevcuttur.[51] İbn-i Şehr Aşub'un yazdığına göre İmam Askerî (a.s.), Ali b. Hüseyin b. Babeveyh'e bir mektup yazmıştır.
İbn-i Babeveyh'in 329 yılında öldüğünü nazara aldığımızda, bunun, çok zayıf bir ihtimal olduğu ortaya çıkar. "Ancak İbn-i Babeveyh, Hüseyn b. Revh vasıtasıyla İmam Zaman (a.s.)'la yazışma yoluyla irtibat kurmuştu.[52]
İmam ile dostları arasındaki irtibatın bir başka şekli de, şiaların bazı şahısları İmam'ın huzuruna göndermekle O hazretle direkt irtibatlarıydı. Cafer b. Şerif-i Cürcani'den şöyle nakledilmiştir:
Ben, bir yıl Allah'ın evini ziyarete müşerref oldum. Dostların benimle gönderdikleri malları İmam'a vermek için samirra'ya gidip O hazretin huzuruna vardım. Onları kime vermem gerektiğini sormadan İmam şöyle buyurdu: "Beraberinde getirdiklerini hadimim Mübarek'e teslim et."[53]
Başka bir rivayet de şöyledir: Âl-i Ebu Talib'den biri para
kazanmak için Cebel bölgesine gitti. Halevan'da onu biri gördü ve ona sordu: "Nereden geliyorsun?". "Samirra'dân geliyorum." dedi. "Samirra'da filaninin evini tanıyor musun?" diye sordu. "Evet tanıyorum." dedi. "Hasan b. Ali'den bir haberin var mı?" diye sordu, ona. "Hayır, haberim yok." dedi. "Ne için gelmişsin?" dedi.
"Para kazanmak için." cevabını verdi. "Beni Samirra'ya, Hasan b. Ali (a.s.)'ın yanına götürürsen, sana elli dinar veririm." dedi. O da parayı alıp onunla birlikte İmam Askeri (a.s.)'ın yanına geldi. O şahıs dört bin dinar İmam'a takdim etti.[54]
İmam'ın vekillerinden bir başkası da -Ahvaz'da yasayan- İbrahim b. Mehziyar-i Ahvazi idi.[55]
Kum, şiaların büyük bir bölümünün yaşadığı en asil bir şehir idi. İmam Sadık (a.s.)'ın zamanından beri devamlı ve düzenli olarak masum İmamlarla irtibatta idi, oranın şiaları. İmam Askeri (a.s.)'la irtibatta olan Kum'daki şahsiyetlerden biri Ahmed b. İshak b. Abdullah Eş'ari idi.
Necaşi onun, Kumlular ile İmam arasında vasıta olduğunu ve Ebu Muhammed Askeri (a.s.)'ın en yakın ashabından biri olduğunu söylemiştir'.[56] İmam (a.s.), Ahmed b. İshak b. Abdullah Eş'ari'ye plan itimadını açıkça dile getirmiştir'.[57] Başkaları onun İmam'ın vekili olduğuna tasrih etmişlerdir.[58]
İmam (a.s.)'ın en önemli vekillerinden biri olup daha sonraları Hz. Bakiyyetullah (a.f.)'ın özel naip ve vekilliğine nasbedilen vekillerden biri Samman diye meşhur olan Osman b. Said'dir. O, İmam Hadi (a.s.) ve İmam Askeri (a.s.) tarafından vekil seçilmişti. Şeyh Tusi buna değinerek "Samman" diye adlandırılması hususunda şöyle yazıyor:
"O yağ ticaretiyle uğraşıyordu ve böylece de asıl işini (vekalet) kamufle ediyordu. Şialar ona para verdiklerinde, paraları yağ kutusuna yerleştirerek gizlice Ebu Muhammed Askeri (a.s.)'a gönderiyordu.[59]
Önceden de naklettiğimiz bir rivayette belirtildiği gibi Osman b. Said, vekillerin zincirleme sırasının başında bulunuyordu. İmam'a iletilmesi gereken konular ve mallar onun vasıtasıyla İmam'a iletiliyordu.[60] İmam Hadi (a.s.) ve İmam Askeri (a.s.), ona itimad ettiklerini defalarca dile getirmişlerdir.[61] Yemen şialarından bir grubu O hazreti ziyaret etmek ve de beraberinde getirdikleri malları ödemek için Samirra'ya gelmişlerdi.
İmam (a.s.), onların getirdikleri malları teslim almak için Osman b. Said'i onların yanına gönderdi.[62]
İmamların vekillerinden bazıları, şiaların, İmam'a iletilmesi için onlara verdikleri mallar hakkında vesveseye kapılarak hiyanet ediyorlardı ye bundan dolayı da İmam tarafından lanetleniyor ve görevden alınıyordu. Bu mesele de çok üzücüydü. Bazı vekiller, bir İmam dünyadan göçtükten sonra O'nun öldüğünü inkar ediyorlardı ve bunu da bahane ederek yanlarında toplanan malları sonraki İmam'a vermekten kaçınıyorlardı. İşte şialar arasında ortaya çıkan "Vakf" bir İrham'da durarak bir sonraki İmam'ın imametini kabul etmemek) meselesinin en önemli kökenlerinden birini teşkil etmekteydi, söylenebilir.
Dehkan diye meşhur olan Ürvet İbn-i Yahya -ki İmam'ın İshak b. ismail-i Nişaburi'ye yazmış olduğu mektupta Yahya'nın itimad edilir biri olduğu belirtilmiştir,'o İmam'ın Bağdat'taki vekillerinden idi.- İmam Hadi (a.s.) ve İmam Askeri (a.s.)'a isnad ettiği yalanlardan dolayı İmam
Askeri (a.s.) tarafından telin edildi ve görevinden uzaklaştırıldı. O hazret, bütün şiaların ona lanet ve beddua etmelerini ve ondan uzak durmalarını emretti. Çünkü o, İmam'ın hazinedarı olarak görevini kötüye kullanmış ve kendisi için hazineden mal çalmıştı.[63]
Bu gibi hususlar hakkında İmam'ın yazmış olduğu mektuplar şaşılacak bir hızla şiaların arasında yayılıyordu ve böylece onların hepsi mektubun içeriğinden haberdar oluyorlardı ve bunun ardından da İmam'ın nazarında olan şahıs şia toplumundan uzaklaştırılıyordu.
Ömrünü İmamların huzurunda geçiren ancak sonraları İmam Askeri (a.s.)'la olan irtibatında bazı sorunlar çıkan- Ahmed b. Hilal aleyhinde de İmam Askeri (a.s.) tarafından bazı mektuplar yazıldı. İmam (a.s.) Irak'daki vekillerine şöyle yazdı: "Kendisini beğenen sufiden kaçının".[64] Bazıları, Ahmed hususundaki derin itimadlarından dolayı mektup hakkında şüpheye düştüler.
İmam bunun ardından, şialarına daha mufassal bir mektup yazarak O'nun emirlere itaat etmediğini ve İmam'ın görüşü karşısında kendi görüşüne amel ettiğini mektupta belirtti ve mektubunu, ömrünü İmam'ın huzurunda ve hizmetinde geçiren Dehkan'ı görevinden almak ve reddetmekle noktaladı.[65]
Aynı şekilde İmam (a,s.), sebepsiz yere vekillerin işine müdahale eden -mesela- onların malı ödemelerini eleştiren kimseleri serzeniş ediyor ve onları, kendilerini ilgilendirmeyen konulara müdahele etmekten sakındırıyordu.[66]
2
11-İMAM HASAN ASKERİ (AS) 11-İMAM HASAN ASKERİ (AS) Böylece vekalet sistemi, İmam ile şiiler arasında irtibat kurma ve bilhassa şer'i vücuhatıh alınma hususunda -ki o vücuhatın büyük bir bölümü, bakıma muhtaç şiiler için masraf ediliyordu- beklenen semereyi verdi. İmam'ın yaşam tarihiyle ilgili olan kitaplarda bu gibi yardımlara defalarca değinilmiştir.[67]
Vakifiye, Gulat ve diğer inhirafi düşüncelerin, özellikle de İmam'ın yaşadığı yerden uzak şehirlerde yaşayan şiaları etkisi altına alması, vekalet yoluyla kontrol altına alınıyor ve defediliyordu. İşte bu da şianın kültürel asaletinin korunmasında ve şiaların, onların inhirafi düşüncelerine bulaşmalarının önlenmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İMAM'IN ASHABI VE ŞİANfN KÜLTÜREL MİRASININ KORUNMASI:
Hadis kitaplarının tertib ve telifinin, İmamların ashapları arasında çok eski bir geçmişi vardır. Bilhassa İmam Sadık (a.s.)'ın döneminden sonra şia toplumundaki bir çok kişiler, Ehl-i beytin düşünce ve görüşlerini uzak ve yakın ülkelerde yaşayan şialara aktarmak için zamanlarının büyük bir bölümünü masum' İmamlardan nakledilen rivayetleri bir araya toplamaya ayırdılar. Zamanın geçmesiyle bu müelliflerin sayısı da arttı ve böylece de daha mufassal ve daha çok kitaplar telif edildi.
Telif işi bizzat İmam Askeri (a.s.) döneminde daha geniş bir şekilde takib edildi ve şianın hadisî mirasının korunmasında bunun büyük bir payı vardı. İmam Askeri (a.s.)'ın telif işiyle uğraşan ashabından biri Hüseyn b. Eşkib-i Samerkandi idi. Hüseyin, Kum'da" Hz. Masuma (aleyha selam)'ın türbesiyle ilgili meselelerin sorumlusuydu ve daha sonra Samerkand'a gidip oraya yerleşti. Necaşi, onun telif ettiği kitapları sıralamıştır, onların arasında "er-Reddü Ala-z Zeyd" kitabı da göze çarpmaktadır.
[68] Zeydilerin bu dönemdeki faaliyetleri ve peyderpey gerçekleştirdiği kıyamlar gözö-nünde bulundurulduğunda, bazı şiaların onların etkisi altında kalma ihtimali mevcut idi. Bu yüzden, genelde masum İmamlardan nakledilen rivayetleri ve diğer delilleri içeren bu gibi kitaplar tedvin'ediliyordu. Böylece de inhirafi düşünceler iyi bir şekilde kontrol altında tutuluyordu.
Ahmed b. Muhammed b. Halid, İmam Hadi (a.s.)'la muasır şialardan ve O hazretin ashaplarındandı. Onun telif ettiği "el-Mahasin" adındaki kitabı bir ansiklopedi şeklini aldı ve fıkıh, ahlak, tefsir vb. dini maarifin tümünü içermiştir.[69] İmam Askeri '(a.s.)'m ashabından olan Hasan b. Musa el-Hişab'ın da bazı telifleri vardır ve "er-Redd'ü Ala'l Vakife" onlardan biridir.[70] Vakife'nin o zaman icad ettiği sorunlar ve zorluklar göz önünde bulundurulduğunda bu kitabın ehemmiyeti iyi bir şekilde anlaşılır.
Fırkalara yazılan reddiye kitaptan ve fıkhi meseleler hakkındaki kitapların dışında, bazen tarih hakkında da bazı kitaplar telif ediliyordu. İmam Askeri (a.s.)'ın ashabından olan Muhammed b. Ali b, Hamza "Makatil'üt Talibiyyin" adında bir kitap yazmıştır'.[71] Ali b. Hasan b. Ali Füzzal, Fatehi mezhep olmasına rağmen, İmam Askeri (a.s.)'ın itimad ettiği biriydi ve bu şahıs birçok kitaplar yazmıştır[72] Ayaşi onun hakkında şöyle yazıyor İmamların her konu hakkında yazmış olduğu her kitap onun yanında mevcut idi.[73] Bu rivayet, bizzat İmamların rivayetlerinin ve hatta mektuplarının ashabın elinde bulunduğuna tekid etmiş ve takdire şayan ilmi bir hareketlenmenin alameti olup, kendisi de Şiiliğin asıl dayanağı olarak bilinmektedir.
Bu döneme kadar telif edilen "Usullar, ashabın tedvin ettiği bu kitaplardan yararlanılarak ortaya çıkan Usul-u Kafi vb. gibi daha büyük hadis kitaplarının temellerini düsturdu. Bazen ashab bazı kitaplar (usul-u evveliye) hakkında İmamların görüşünü soruyorlardı. Önceden de naklettiğimiz bir rivayette, Budak Buşencani, gündüz ve gece amelleri hakkında telif ettiği kitabı İmam Askeri (a.s.)'a takdim ederek o kitab hakkında hazretin görüşünü sormuştu.[74] İmam Askeri (a.s.)'ın bazı ashabı da ilmi konularla ilgili kitaplar telif etmişti.
Necaşi, Ahmed b. İbrahim b. İsmail'in İmam Askeri (a.s.)'ın en yakın ashabından biri olduğuna değindikten sonra onun telif etmiş olduğu kitapları sayarken coğrafya hakkında yazmış olduğu "Esmaul Cibal vel-Miyah vel-Evdiye"[75] adındaki kitabı da zikretmiştir.
İMAM ASKERİ (a.s.) VE YAKUB İBN-İ İSHAK-I KİNDİ
İbn-i Şehr Aşub, Eb'ul Kasım-ı Kufi'nin telif ettiği "et-Teb-dil (vet-Tahrif)"[76] kitabından şöyle rivayet etmiştir.
Kendi asrının Arap filozofu olan Yakub b. İshak-ı Kindi (185 doğumlu ve ölümü takriben 252), Kur'an'daki çelişkiler (kendi görüşünce) hakkında bir kitap yazmaya başladı ve bu hususta da kimseye haber vermedi.
Bir gün onun öğrencilerinden biri imam Askeri (a.s.)'ın huzuruna geldi. İmam ona şöyle buyurdu: Üstadınızı Kur'an hakkında yaptığı işten engelliyecek, caydıracak biri yok mu sizin aranızda? O şöyle cevap verdi: Biz onun öğrencisiyiz, bu konu veya başka bir konu hakkında ona nasıl itiraz edebiliriz? İmam buyurdu:
Eğer sana bir şey söylersem, onu Kindi'ye söyler misin? "Evet, söylerim." dedi. İmam buyurdu: Onun yanına git ve Kur'an'ın maksadı, sizin anladığınız manaların dışında bir şey olamaz mı? diye sor, ona. Üstadın düşünce ve anlayış ehli olduğundan "Olabilir." diyecektir.
Daha sonra şöyle de: Belki de Kur'an'ın maksadı senin anladığın şeyler değildir ve daha başka manalar kasdetilmiştir ve sen de bunun mümkün olabileceğini kabul ediyorsun. Adam, Kindi'nin yanına gelip İmam'ın sözlerini anlattı. Kindi, bu meselenin muhtemel ve aklen de doğru olduğunu görünce şöyle dedi:
Yemin ederim ki, bu senin sözün değil. Adam şöyle dedi: Bunlar Ebu Muhammed Askeri (a.s.)'ın sözüdür. Kindi dedi ki: Şimdi O'nun yanına gideceğim ve bu söz o aileden başkasından olamaz. Daha sonra bir ateş yükseldi ve onun yazdıklarının tümünü yok etti.[77]
Bu rivayet sadece İbn-i Şehr Aşub tarikiyle nakledilmiştir ve onun ravisi Eb'ul Kasım-ı Kufi itimad edilir biri değildir. Bazıları demişler ki, bu rivayetin siyak ve akışı öyle bir şekildedir ki Kindi'yi İslam'a inanmamak derecesine getirmiştir, bu da onun hakkında reva değildir. Ayrıca bu rivayetin doğruluğunu tekid eden bir delil de elimizde mevcut değildir.[78] Buna ilaveten de eğer Kindi 252 yılında ölmüş ise, onun zamanında İmam Askeri (a.s.) şiaların imamı olarak
sahnede değildi.
Yukarıdaki eleştirilere (ihtimal şeklinde) şöyle cevap verilebilir:
a: Kindi'nin 252 yılında ölmüş olması ihtimale dayanmaktadır ve ölüm tarihi hakkında gereken titizlik gösterilmemiştir ve haliyle Kindi'nin, belirtilen tarihten bir kaç yıl sonra ölmüş olması mümkündür.
b: İmam Askeri (a.s.), bu sözleri imametinden önce de Kindi'ye söylemiş olabilir; illa da İmameti döneminde söylemiş olmasına ne gerek var?
c: Bu rivayet Kindi'nin İslam'a inanmamış olmasını da göstermez. Çünkü Kindi, aşın derecede akıl eğilimli olmasından dolayı içinde bazı sorunlar yaratmış olabilir, işte bunun için de kimseyi haberdar etmemiş. Ayrıca Kindi düzeyinde olan çoğu kimselerin bu gibi sorunlarla karşılaşabileceği tamamen tabii bir şeydir.
Eb'ul Kasım-ı Kufi itimad edilmeyen biri olabilir, fakat rivayetin doğruluğuna mahdut bir şekilde ve en azından ayetlerin manasını anlamada Kindi'nin tevile başvurduğunu gösteren bir teyid bulunabilir. Gerçi bu müeyyid direkt olarak rivayeti teyid etmez. Hanri Tumas, Kindi hakkında şöyle yazmış:
"Kindi şöyle diyor: Eğer felsefe, eşyaların hakikatlerini bilmek ise, bu surette din ile felsefe arasında bir çelişki olmaz... Felsefe hakikattir, din ise hakikati bilmek, tanımaktır. O halde dini hakikatlere isyan eden biri nasıl kafir biliniyorsa, felsefeyi inkar eden de hakikati inkar ettiğinden dolayı kafir sayılır.
Ama bunlarla birlikte felsefi düşüncelerle Kur'an ayetleri arasında bir takım çelişkiler mevcuttur. Bu çelişkileri nasıl halletmek, çözümlemek gerekir?
Kindi bu sorunun çözümlenmesi için bir teklif, bir çözüm yolu getiriyor ve b da '1e-vil"dir. Kindi'nin inancına göre Arapça kelimelerin bir hakiki, bir de mecazi anlamı vardır;-bu yüzden birçok yerlerde Kur'an ayetlerini, onların mecazi anlamlarıyla tevil etmek lazım. Bu surette felsefi düşüncelerle dini düşünce arasında ihtilaf ve çelişki baki kalmayacaktır.[79]
Hanri Tumas'ın bu sözü, Kufi'nin rivayetinde İmam tarafından Kindi'ye gönderilen mesajın aynısıdır. Bu zımni teyid, çok önem taşıyan asıl meselenin isbatında yardımcı ve faydalı olabilir.
İMAM ASKERİ (a.s.)'A NİSBET VERİLEN KİTAPLAR:
a - Tefsir: Harnd suresinin tamamının ve Bakara suresinin bir kısmının tefsirini içeren bir tefsir kitabı İmam Askeri (a.s.)'a nisbet verilmiştir. Bu kitap ilmi mahfillerde konu edildiğinden beri, dördüncü yüzyıldan bu güne kadar çeşitli şekillerde yorumlanmıştır.
Bazıları onu İmam'ın kitabı bilip bazı hadisler de ondan nakletmişler ve diğer bazıları onun uydurma olduğunu ve ilmi bir itibarı olmadığını söylemişler. Bu yorumların bir kısmı kitabın senedine dayanmaktadır. Çünkü Yusuf b. Muhammed b. Ziyad ve Muhammed b. Seyyar adında iki kişi onun rivayetlerinde esas alınmışlardır.
Bu iki kişiyle Şeyh Saduk arasındaki vasıta ise Muhammed b. Kasım-ı Ester Abadi'dir. Gerçi İbn-i Şehr Aşub'un rivayetine göre bu tefsiri rivayet edenler arasında Hasan b. Halid-i Berki de vardır.
[80] Halid b. Hasan dışındaki şahısların hüviyetinde mevcut olan ibham ve eleştirilere ilaveten, senedin keyfiyetinde, yani bu iki şahsın kendileri mi kitabı rivayet etmişler, yoksa onların babaları mı onun ravisidirler gibi mübhem konular, kitabın imam Askeri (a.s.)'a nisbet verilmesinde bazı kuşkular yaratmakta ve bu nisbetin doğruluğunu sarsmaktadır.[81] Bazı alimler bu şüphe ve eleştirilere cevap vermişlerdir.
Bu kitaba yöneltilen bir başka eleştiri de, içerik açısından gerçekten eleştirilebilir ve hatta bazen İmam'a isnad edilemeyecek kadar hurafelerle karışık rivayetlerin o kitapta mevcut olmasıdır. Allame Tusteri bu gibi hususların kırk tanesine değinmiştir.[82] İbn-ül Gazairi, Allame Hilli, Allame Belaği ve Ayetullah Hoi muhalifler (kitabın İmam'a ait olmadığını söyleyenler) arasında yer almıştırlar.
Bunların karşısında başka bir grup kitabın İmam'a isnat edilmesine muvafıktırlar. Şeyh Saduk, "el-İhticac" kitabının müellifi Tabersi, Kereki, Birinci ve İkinci Meclisi ve Şeyh Hürr Amili de onlardan bazılarıdır.[83]
Bazı alimler de orta yolu seçmiş ve görüşlerini şöyle dile getirmişlerdir: Bu tefsir de diğer kitaplar gibi eleştirilebilir, ancak sahih rivayetleri kabul edilir. Allame Belaği bir risalesinde onu eleştirerek, bu tefsir kitabını itibardan düşüren hususları sıralamıştır.[84]
Ali b. İbrahim-i Kummi ve Muhammed b. Mes'ud-i Ayaşi'in kendi tefsirlerinde bu tefsir kitabından bir rivayet nakletmemeleri dikkat çekmektedir. Bu da, bu tefsir hakkındaki yorumda kader belirleyici bir role sahip olabilir.
b - Kitab'ül Müknia: Bu da İmam'a isnad edilen başka bir kitaptır, onun ravisi de İbn-i Şehr Aşub'dur.
Bu kitap, "Menakib" kitabının bir nüshasında "Kitab'ül Menkibe" adiyle geçmiştir. "Zarie" kitabının yazan da o kitaba aynı isimle (Kitab'ül Menkibe) değinmiştir. Fakat "Menakib" kitabının Necef ve Kum baskılarında "Risalet'ül Müknia" adıyla geçmiştir. Sonraları Beyazı' de "Kitab'ül Müknia" veya "Risalet'ül Müknia" adıyla ona değinmiştir.[85] Her iki kitapta da onun helal ve haramları içeren bir kitap olduğu söylenmiştir.
Buna göre, haliyle menkibe ve faziletleri içeren bir kitap olamaz, muhakkak onun adının yazılmasında hata edilmiştir. Necaşi'nin, Katib "Reca b. Yahya b. Saman-ı Ebertai" adı altında yazdığı şeyden bu mesele tamamen anlaşılmaktadır. O şöyle yazıyor: "O, İmam Hadi (a.s.)'dan hadis rivayet ediyordu ve Eb'ul Hasan'ın evinde çalışan babası vasıtasıyla O hazretin evine gidebiliyordu ve böylece de İmam'ın yakın ashabından biri olmuştu.
O, İmam'dan "el-Müknia fi Ebvab-iş Şeria" adında bir kitap nakletmiştir. Eb'ul Mufazzal-i Şeybani de onu Reca b. Yahya'dan rivayet etmiştir.[86] Bu rivayetin yanına Seyyid b. Tavus'un -Akaa Buzürk'den naklen- Ali b. Abdül Vahid'den naklettiği "O, 255 yılında Ebi Muhammed-inil Askeri'nin evinden Müknia kitabını çıkardı.
"[87] rivayeti ve de Menakib'in naklettiği "İmam Askeri (a.s.)'ın Müknia risalesi 255 H. Kameri yılında telif olmuştur."[88] rivayetini de getirdiğimizde Müknia'nın Reca b. Yahya'nın kitabı olduğu ve onu İmam Hadi (a.s.)'dan rivayet ettiği ve de onun İmam Askeri (a.s.)'ın evinde kalıp 255 yılında kitabı o evden çıkardığı kolayca anlaşılmaktadır.
Menakib kitabında tasrih edilen şu söz dikkat çekmektedir: Müknia kitabının başında şu yazılmıştır: "Ali b. Muhammed b. Musa yani İmam Hadi (a.s.) bana şöyle haber verdi". Eb'ul Mufazzal 314 yılında Reca b. Yahya'dan hadis nakletmiştir, ki Reca da bu yılda vefat etmiştir[89]
İMAM ASKERİ (a.s.)'IN VEFATI
Önceden de belirttiğimiz gibi İmam Askeri (a.s.), 260 H. Kameri yılının Rabiül Evvel ayının sekizinde vefat etti. İmam'ın kendi eceliyle mi öldüğü, yoksa şehid mi edildiği hususunda ihtilaf vardır. Tabersi'nin ve diğerlerinin naklettiğine göre, şia alimlerinin çoğunluğu, İmam Sadık (a.s.)'dan rivayet edilen "Bizim hepimiz ya zehirletilmiş ya da öldürülmüş olarak dünyadan göçeriz.
" hadise dayanarak hatta şehid edildiğine dair elimizde rivayet bulunmayan İmamların bile zalim halifeler tarafından şehid edildiğine inanmaktadırlar.[90] Ancak altıncı yüzyılın tarih kitaplarından birinde İmam Askeri (a.s.)'ın şehid edildiğine dair bir rivayet mevcuttur[91] Bu yüzden İmam'ın şehid edilmiş olması tamamen muhtemeldir.
İmam'ın defalarca tutuklanması, hakim düzenin daima o hazretin canına kastetmesi, O hazretin siyasi bir muhalif şahsiyet olması ve de genç yaşında ölmesi O hazretin şehid edildiğini teyid eden birer müeyyiddirler. İmam Askeri (a.s.), Samirra'da tanınmış bir şahsiyet olduğundan, dünyadan göçtüğünde Samirra üzüntü ve hayrete boğuldu. Biryas havasıdır Samirra fezasına indi. Ahmed b. Übeydüllah bir rivayette -onun bir bölümünü önceden nakletmiştik- bu hüzün şahnesini şöyle vasfeder: İmam Askeri (a.s.) dünyadan göçtüğünde, her yer ağlama, sızlama ve yakınma sesleriyle dolmuşdu.
Halk şöyle feryad ediyordu: ibn-ür Rıza dünyadan göçtü. Daha sonra İmam'ı defnetmek için hazırlandılar. Pazarlar kapatıldı. Babam (Mutamid'in veziri), Beni Haşim, ordu komutanları, kadılar, katipler ve halk İmam'ın cenazesine doğru akın ettiler. O gün Samirra'da bir kıyametti, kopmuştu.[92]
İmam'ın, babasıyla birlikte -en azından 17 yıl-Samirra'-da kaldığı sürece sadece halkı kendilerine cezbetmekle kalmamış, birçok şiaların da o şehre akın etmelerine sebep olmuştu. Bu şartlar altında, İmam'ın dünyadan göçmesiyle elbette Samirra'nın mateme boğulması normaldi, Peygamber (s.a.a.)'ın evladını kaybetmekle bu şehrin yanıp yakılması çok tabiiydi.