Hüccet'ül İslam RESUL CAFERİYAN Çeviren: Cafer BAYAR
KEVSER SURESİ Rahman Rahim Allah'ın Adıyla
"Şüphesiz biz, sana kevseri verdik.
. Şu halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.
Doğrusu asıl ebter (soyu kesik olan) sana kin duyandır."
TAKDİM
Bu güne kadar müslümanlar, bilhassa biz Ehl-i Beyt mensupları, Masum İmamları, yolumuza ışık tutacak ve aydınlatacak bir şekilde tanıyamamışız.
Tanımışsak da onlar hakkındaki bilgimiz mantıkî ve aklî yönden daha ziyade atifî bir yön taşımaktadır.
Bunun nedenini anlamak için İslam toplumuna, bizzat şii toplumlarına hüküm süren siyâsetleri incelemek gerekir. Masum İmamlar, halifelerin, İslam toplumunu medine-i fazı-ladan uzaklaştıran, öz Muhammedî (s.a.a.) islam'ı gerçek rotasından saptıran yanlış tutum ve tavırları karşısında her yönlü bir mücadele başlatmışlardı.
Haliyle hilafetin temelini sarsacak bir mahiyette olan bu mücadeleye karşı halifeler de ellerinden geleni yaptılar. Bu doğrultuda Masum İmamlar'a zulüm ve haksızlık ettiler, onların toplum arasındaki itibarını düşürmek ve Şiiliğin temelini kazrmak için geniş çaplı bı'r karalama politikası seçtiler.
Bununla da kalmayıp Ehl-i Beyt mensuplarını katletmeye başladılar... Kısacası hakim düzenler Ehl-i Beyt İmamlarını halktan koparmak en azından faaliyetlerini kontrol edebilmek için engel üstüne engel çıkardılar, halkın bilinçlenmesini önlediler ve buna parelel olarak da itibâr kazanmak için zulüm saraylarının vitrinine satılmış, şartlanmış alimleri de kattılar.
Böylece de tarihimize, ^günümüze ve gelecek nesillerimize ışık tutan, yön veren bu mücadeleyi bir ibham girdabında tutmaya çalıştılar ve bu doğrultuda nisbeten başarı sağladılar.
Masum İmamların mazlu-miyeti, tarihin bütün dilimlerinde doğal olarak şiaların atife ve duygularını coşturmuşsa da onların kendi İmamlarına karşı duydukları gerçek sevgi ve bağlılıklarını sergileyen bu doğal tavır bile egemen siyasetçilerin ard niyetli saldırılarına maruz kalmış ve hatta bazen onun pasifleştirici yönü daha çok ağırlık kazanmıştır.
İmam Humeyni (r.a.) önderliğinde İran İslam İnkılâbının başarıyla sonuçlanması, İslam'ın siyasal, toplumsal, kültürel, iktisadî ve askerî metod ve ilkelerinin yeniden gözden geçirilmesini gerektirirken, aydın kesimin dikkatini, Masum İmamların yaşantısında daha dikkatle incelemeye, daha derinden düşünüp araştırmaya çekti,
özellikle de yukarıda belirtilen alanların, bu İmamların veya Mukaddes İslam Cumhuriyeti düzenindeki yetkililerin bizzat hayatlarının her yönünde tamamen parlaması öz Muhammedi (s.a.a.) İslam'dan güzel bir örnek sergilemektedir, bizlere.
"Masum imamların Fikrî ve Siyasî Hayatı" adındaki kitabımız bu doğrultuda olup, Masum İmamların hayatlarını siyasî ve fikrî açıdan maharetle incelemeyi üstlenmektedir.
Toplumumuzda Masum İmamların bu yönü mübhem kaldığından, daha doğrusu gizli tutulduğundan dolayı, İslamî faaliyetlere yön vermesi için KEVSER yayıncılık olarak bu boşluğu doldurmak istedik. İnsanımıza faydalı olmasını diliyoruz.
Üstad Allame Seyyid Cafer Murtaza'nın ÖNSÖZÜ
Masum imamların tarihleri etrafındaki bazı önemli hususlar:
Masum imamların yaşantısı, amel ve tavırları hakkında inceleme yapmak, fertlerin bireysel özelliklerinden ve onların şahsiyetini belirleyen özelliklerden bahsetmek değil; bilakis İslam'ın çeşitli boyut ve alanlarından ve de onca kapsamlılık, asalet ve derinliği ile onların özelliklerinden bahsetmektir.
Bu durumda hiç bir tarihçi ve araştırmacı islam'ın bütün hakikatlarini doğru bir şekilde ve derinden idrak etme gücüne sahip olmadıkça, İslam'ın, imamların bütün yaşamında ve şahsiyetlerinin özünde yarattığı gerçek etkiye vakıf olmadıkça ve bu etkilerin, onların kendi etraflarına karşı yaptıktan amellere, hal ve tavırlara nasıl yansıdığını bilmedikçe,
imamların hayatına tamamen aşina olamaz ve onların takındıkları tavır ve davranıslarındaki hassas noktalan, canlı şahsiyetlerini gerçek ve kamil bir şekilde aktaramaz.
İmamların düşünce, ilim, fazilet, ihlas ve ruhsal özelliklerine sahib olmak İçin belli bir yol katetmiş birinden başka, hiç bir kimsenin İmamların bu alanlardaki makam ve mevkisine varma aşamasında olduğunu ya da bu yüce makama varmaya muvaffak olmuş olduğunu iddia ettiğini sanmıyoruz: Biz nerede, onlar nerede, hatta bunlardan bir derece aşağı kimseler nerede?
Aynı zamanda bu, aciz kalarak onlardan yararlanmadan kaçınmamız anlamına gelmez. Mecburen bu konunun derinliklerine inmeli, coşkun dalgalarına atılmalı ve bu konunun hayır, bereket, ibret ve öğütlerinden yükümüzü tutmalıyız ki gücümüzün yettiği kadar ve imkanımız elverdikçe yararlanalım. Bunun kendisi doğruluğa götürür, hayrın esas ve temeline yüceltir. '
Değerli kardeşimiz Hüccet-ül islam Caferiyan sadece kalbini aydınlatmak, akıl ve ruhunu bu nur denizine daldırmak ve ondan hayır ve bereket almak için çaba sarfetmiş ve bu nurların coşkun denizine atılmıştır.
Allah çabası karşılığında onu mükâfatlandırsın ve hayır, doğruluk, kurtuluş ve temizlik yoluna iletsin.
KONUNUN UFUKLARI
İmamlar, ve onların hakkındaki olaylar üzerinde inceleme yapmanın, fertlerin tarihi olmadığını bilakis onun, Allah'ın, insan tarihi boyunca peygamberlerin dilek ve çabalarının tecelli etmesini istemiş olduğu insanın "ilahi hidayet ve eğitim" tarihi olduğunu öğrendik.
İmamlar yeryüzünde (kelimenin tam anlamı ve bütün yönleriyle) ilahî halifeliğin canlı tecessümü ve yüce örneğidirler. Evet kamil şahsiyet onlarda tecelli ve tecessüm etmiş ve öyle kamil birer insan olmuşlar ki bilinç, irade, hikmet ve mukavemet ile yaşamın bütün zorluklarına göğüs germişler, yaşam da bütün olumsuz yönleriyle, içinde taşıdığı felaket, zorluk bela ve sıkıntılarla onları karşılamıştır.
Ancak hayat, ilahi iradenin devamı olan bu ilahi insanın iradesine boyun eğmiş ve bu insanın bilinci karşısında teslim olmuştur. O ilahi gözle bakar, onun hikmet ve dayanıklılığı yaşamın zorluğuna, kahrına karşı koyduğu için böyle bir üstünlük sağlamıştır, bu başarı ilahi talim ve himaye yardımı ve Allah'ın tevfik ve teyidiyle gerçekleşmiştir.
İmamların hayatlarını, onlar için özel bir durum doğuran ve onları her alanda onunla yaşamaya ve karşılaşmaya mecbur eden bütün şart ve durumları tanıma ve idrak etmeye olan ihtiyacımız işte burdan aydınlığa kavuşmuş oluyor.
Bu ihtiyaç, ister bazılarına göre imamların özel yaşamlarının belli bir alanında sınırlı tutmalarından kaynaklanmış olsun, isterse bizim ele aldığımız, siyasi, sosyal, ahlâkî v.s. gibi öğretilerden . ibaret olan toplumun genel hayatının geniş bir dairesinde ele alışımızdan kaynaklansın, zaruri bir meseledir.
Bu söylenenlerin tümü bir gerçeği teyid ediyor, o ise imamların geniş kapsamlı ufuklarına küçük dahi olsa bir baca açmak isteyen her araştırmacının gerekli şahit ve delillerin en azıyla yetinmek istese bile karşılaşacağı zorluk ve zahmetten ibarettir.
İKİ SORU:
Bunları göz önünde bulundurarak önce şu soruya hemen cevap vermek gerekir; elde bulunan belge ve kaynaklar böyle önemli bir konuyu halletmemiz ve bu amaç ve gayenin gerçekleşmesi için yeterli midir?
Eğer sorunun cevabı olumsuz ise başka bir soru yöneltmeli. Elimizde bulunan belge ve kaynaklardan çok yönlü, geniş ve istenen bir düzeyde yararlanabilir miyiz?
Bu sorunun cevabı da önceki sorunun cevabı gibi olumsuz olacaktır. Elimizde bulunan kaynaklarla onların hayatını anlama ve yaşantılarının geniş ufuklarına ulaşma sahasında başarı elde edemeyeceğimizi herkes bilmektedir.
Yapmamız gereken işin durum ve hallerini belirleyip bu işlerde yararlanacağımız araçlar için bir ön hazırlık yapamadığımızı söylersek aşırı gitmiş sayılmayız. Hatta düzenli ve modern bir üslupla genel bilgileri sunmak ve sahip olduğumuz değerli mirasın gerçek değerini tanımaya bizi yönelten kısa bir fihrist bile gösterememiş.
Olduğumuz gibi ilk kaynakları araştırmaya, arındırmaya, daha sonra da onlarla temel kaynaklar a-rasında bağlantı kurmaya ve ayriyeten onların dikkate alınan sonuçlardaki etkilerini sınırlı bir alanda bile olsa bilimsel, ve faydalı bir şekilde inceleyememişiz.
Orda burda kendileri üzerinde bahs ve istişare etmede başarılı olamadığımız dağınık işaretler görüyor isek de bu işaretler karşılıklı olarak aralarında var dan diğer konu ve etkilere karşı olan bağlılıklarını belirleyememişlerdir.
APAYRI İKİ TARİH:
işi daha da zorlaştıran ve engel icad eden şey imamların hayatını, onların içerisinde yaşadıktan tarihi aşamaların olaylarını zapteden tarihin yanında inceleme mecburidir.
Biz, bu iki tarihi olayları farklı siyasetleri ve tarihî değişmeleri doğru bir görüş edinmek için önceden hiç bir araştırma tecrübesine sahip olmayan bir araştırmacının önüne serersek dolayısıyla bu iki tarihin hiç bir bütünlük ve bağlılığı olmadığını anlayacak.
İmamların bu olaylar ortamında yaşamadıklarını, etraflarında olup bitenlerden habersiz olduklarını, dışa kapalı ve başkalarıyla hiçbir ilişkisi olmayan kendilerine özgü bir alemde yaşadıklarını, başkalarının da imamların dünyasıyla uzaktan-yakından hiç bir bağlantısı olmayan daha başka bir dünyada yaşadıklarını sanacaktır.
Oysa ki bu gelişme ve değişmelerin hakikatine vakıf olan ve siyasetin farklı alanlardaki rolünü algılayabilen şuurlu ve bilinçli bir araştırmacının tasavvuru kesinlikle öncekinin tam tersi olacaktır.
O, imamların olaylarla yakından ilgilendiklerini ve etraflarında olup biten her olay karşısında yol gösteren uyandırıcı risaletlerinin rolünü ifa ettiklerini, çoğu zamanlar da toplum ve ümmet düzeyinde onların siyasi, kültürel ve ahlaki hayatlarını etkileme yönünden en derin tavır ve tutumlara sahip olduğunu anlayacaktır.
Böylece onların ilk bakışta, yaşamış olduktan ve karşılaştıktan bilinen sahalarda bıraktıktan derin etki daha iyi anlaşılır.
UYDURMA VE ASALET:
Bu iki tarih arasında bulunan ihtilafın sebeplerini idrak etme alanında bir hakikate dayanmalı, o da şundan ibarettir: İmamların yaşamının bir bölümünü ve onların takındıkları hal ve tavırları zapteden bir grubun, imamların da, içerisinde yaşamış olduktan genel tarihi yazan başka bir grupla mefhum, hedef ve beklentileri anlamada ve aynı şekil kendi gaye ve amaçlan bakımından pek fazla büyük bir farklılık var.
Bundan daha önemli, bu iki grupdan her birinin kendisi için benimsediği ve onun doğrultusunda hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt ederek farklı tarihî olayları ret veya kabul etmede ve onlara giriş-çıkışta kabullendikleri ölçü ve esaslar-tarda açıkça bir bağdaşmazlık söz konusu,
öyle ki bu ölçü ye esasların temel olduğunu ve bu zaman daimlerinin genel tarihini yazmış, ona "İslamî Tarih" adını vermiş ve onun doğrultusunda hareket etmiş olan kimselerin yazdıktan bu tarihin uydurma ve saptırıcı olduğunu ve bunların, sapıklığı tesbit, tekid ve cevaz verme, daima ayakta tutmak ve sağlamlaştırmak istediklerini görmekteyiz.
Biz, bu sözü taassuba dayanarak ve bir itham olarak tarihe ve tarih yazarlarına maletmiyoruz. Herkesin, bu mevcut ve yazılı tarihin millet ve ümmetlerin tarihi olmadığını itiraf ettikleri bir hakikattir.
Bu nedenle ümmetlerin yaşantılarındaki hareketlenmeleri ve onların içine düştükleri elemleri bizlere açıklayamaz. Bu tarih sultanların, hakimlerin ve onlara bağlı olan çevrelerinin tarihidir. Hatta bu kitaplar sultanların tarihinde bile onların hayatının hakikatini dikkatli ve güvenilir bilgilerle sergileyemez.
Çünkü sultanların hoşnut olduktan, onların maslahatlarını temin ve sultalarını sağlamlaştıran şeylerden başkasını yazmaya kadir olamamışlardır, hatta bunlar tamamen saptırılmış ve gerçek dışı olsa bile. Bu nedenle hür ve özgürce kendi yazılarını düzenleyen bir tarihçi mevcut olamamış veya pek az bulunmuş.
Çünkü böyle bir tarihçi sadece Ali'nin (a.s.) bir faziletini rivayet eden birinin nasıl sultanların gazabına uğramış olduğunu ve yüzlerce kırbaç vurulduğunu veya Neseî gibi Muaviye'nin faziletini söylemediği ve Ali'nin (a.s.) faziletlerini söylediği için kavmî asabiyetlerden dolayı 300 hicri yılında Şam'da öldürüldüğünü veya Taberi gibi ömrünün sonlarında Hz. Ali'nin (a.s.) faziletlerini nakletmeye birazcık meyillendiğinde Hanbeliler tarafından evinin taş yağmuruna tutulduğunu bilmektedir.
Tarihçilerden biri Adem ile Musa'nın tartışması hakkında bir rivayet nakleder, daha sonra Adem'in ölümü ile Musa'nın doğumu arasındaki yüzlerce yıl zaman mesafesini görür, bu yüzden de Adem ile Musa nasıl karşılaşmış olabilirler soru sunu dile getirir, ancak tarihi rivayetlere bu gibi eleştiriler yöneltilmesin diye zamanın halifesi onun için celladı sesler1.
Araştırma ve zaman sarfetme ile daha nice örnekler elde edilebilir. Bu konuya ilaveten, yazılmış olan o miktar bile hu-rafi, yanlış ve muğlak olarak yazılmıştır.
En azından onların çoğu, değer taşımayan ve aklî mantıkla bağdaşmayan çirkin taassuplar veya mezhebi bağlılıklarla etkilenmiş ve yazar, izah ve tashih için bahs ve tartışmanın en iyi üslûp ve metod olduğu inancını taşımıyordu. Bu meselelerin yaraşıra, yazarların gayri meşru ve sorumsuzca heves ve arzular taşımaları, kendi maksat ve hedeflerine ulaşabilmeleri için tahrif ve aldatmaya neden olmuştur.
Bu konu ve diğer konulan dikkate almakla bir araştırmacının tarih kitaplarında, sultanların ve çirkin planlarının karşısında duran kimselerin gerçek şahsiyetlerini görememesi doğal bir şeydir. Onların mezhebî bağlılıklarının, kavmî asabiyetlerinin ve sapıklıklarının bazı mutaassıb taraftarları karşısında duran kimseler toplumun siyasî, sosyal, İlmî ve ahlakî hayatı esasında pek derin ve önemli etkiler yaratan şahsiyetlerdir.
Bu şahısların gerçek yüzlerini gösterebilen güvenilir kalem sahiplerinin görüşlerini benimsememiz gerektiğini burdan anlıyoruz. Aynı şekil bazı sultanların dikkat etmemeleri, söylenmesinden tehlike görülmeyen veya onları nakleden tarihçilerin başka bir amaç peşinde olmaları gibi bazı nedenlerden dolayı bu kitaplarda dağınık bir şekilde yer alan bir çok önemli ve gerçek noktaları da toplamamız gerek.
İFRAT VE TEFRİT:
Burda, şu konuya değinmemiz gerekir; bazıları İmamların tarihini ve onların takip ettikleri siyaseti anlayıp beyan ettiklerinde, imamların "gayb'tan yararlandıklarını açıklarken aşırı gidip ifrat etmişler ve onları yaşamın hakikatından ve değişimlerinden uzak tutmuşlardır. Bu gibi insanlar imamları
1) Tarihi Bağdat, c: 14, k 7-8/B-Biday»tu ve En-Nihay»tü, c: 10, s: 215/Tarih-ul Hülafa, k 285/B-Basairu ve z-Zehairu, c: 1, s: 81.
Öyle tanıtıyorlar ki, sanki İmamlar yaşamı (rayına oturtmuş) kendi haline bırakmışlar ve remzli ve perde arkasından onunla ilgileniyorlarmış.
imam hakkındaki bir mevzu bunlara anlatılarak sonuç almak istendiğinde bunlar hemen, onun imam olduğunu ve kendine has bir hükmü olduğunu belirtiyorlar imama uyulmaz ve onun söz, amel ve takriri bizlere delil değilmiş gibi.
Bu söz, bu metodu seçen kimselerin imamlar hakkında ve Allah'ın onlar için dikkate aldığı rol hakkında yanlış bir değerlendirme yaptıklarında, sıkıntıda olduklarını bildiriyor sadece.
Bu rol peygamberin üstlendiği rolden ibarettir; Allah onu tebliğ eden, öğreten, terbiye eden, önder, hüküm veren, hakim olarak ve Kur'an'ın, peygamberin ve imamların açıkça ifade ettikleri daha başka önemli hususlar için göndermiştir, bu şahıslar, Kur'an'ın ve peygamberlerin te'kid ederek sağ-lamlaştırdıkları "Allah'ın elçilerinin insan olduktan" hususuna dikkatle bakmamışlar. Mesela şu ayetler:
Rabbinin şanı yücedir. Ben, sadece elçi olan bir insan , değil miyim?De ki:Rabbimi tenzih ederim, ben peygamberlikle gönderilmiş insandan başka bir şey miyim ki.
Eğer onu melek olarak halketseydik, yine bir erkek Şeklinde halkederdik, yine düştükleri şüpheden kurtulamazlardı.
Bu metodun karşısında, imamlara karşı sırf maddi bir gözle bakan, gayb ve ilahi kerametler unsurunu dikkate al- madan imamların yaşam, tutum ve tavırlarının tefsirine koyu lan başka bir metodu da kabullenmiyoruz.
İmamların tarihini maddiyat ve riyazi (dünya zevklerinden el çekmek suretiyle nefsi tezkiye etme), muhasebeler doğrultusunda tamamen doğal ve maddi eser ve neticelerle anlamaya çalışan kimseler, bizce çok yanlıştırlar.
Böyle kimseler bu hususda bir çok kaynakları elde edebilecekleri halde, mesela: "İmam Hüseyn (as.) şehit edildiği gün Beytül Mukaddes'de kaldırılan hertaşın altından bir miktarda kan beliriyordu" gibi hususlara yaklaşmıyorlar. Aynı
şekil "Aşûra gününde gökyüzünde beliren kırmızılık" rivayeti veya Hz. Zeyneb'in (a.s.) söylediği "Gökyüzü kan ağlarsa şaşmayın" sözü gibi. Ancak en azından Hz. Zeyneb (a.s.) olan bir şeyden haber vermek değil de bir ihtimal olarak bu olayı konu edinmiş olsa bile bu şahıslar bu rivayetleri araştırmaya girişmemiş ve onun teyidinde veya reddinde bir şey söylememişler.
Aynı şekil İmam Hüseyn'in mızrak ucundaki başının konuşması veya Resulullah'ın (s.a.a.) Vefatından hemen sonra Hz.Fatime'nin (a.s.) kocası eziyet edildikten, hakkı gasb edildikten, kendisine tokat vurulduktan ve çocuğunun düşürülmesinden sonra onlara lanet etmek isterken mescidin duvarlarının yükselmesi gibi rivayetleri.
Ve de Kur'an'ın peygamberlere isnad etmiş olduğu mesela Musa'nın asası, Sebe' kraliçesinin tahtının getirilmesi gibi kerametlerin imamlar hakkında gerçekleştiğini, onların da böyle kerametlere, harikulade amellere sahip olduklarını ve Allah'ın gizli lütuflarının onlara nasip olduğunu bildiren diğer bazı kaynaklar.
Bu gibi araştırmacılar bu kaynaklara bakmıyor, onları incelemeye ve eleştirmeye teşebbüs etmiyorlar. Adeta onları kabullenmek istemiyor ve hatta bazen onların varlığından utanç bile duyuyorlar. Aynen bazılarının yetersiz ve asılsız mazeretler getirerek "Gâib İmam" konusunu kendi kitaplarında konu edinmedikleri gibi.
Bu rivayetlerin doğruluğu kesinleştikten sonra böyle şahısların, onları imamların tarih ve yaşamının bir kısmı olarak kabul edip etmeyeceklerini bilemiyoruz.
Biz, bu iki grup karşısında masum imamların, insanın insaniyeti için "ilahi hidayet ve terbiyet" tecessümü oldukları hakikatini vurgulamalıyız.
Onlar başka her insan gibi maddi vücut ve hakikata sahip olmalarına rağmen aynı zamanda bu maddi vücudu Allah'a doğru yükseltmiş ve layık olduklarından dolayı Allah da apaydın kerametleri gizli ve sınırsız lütuflarıyla onlara lütufda bulunmuş.
İmamların toplumdaki rolünü, ahlakî, toplumsal veya bazı siyasi hareketlenmeler gibi alanlarda sınırlayan, kendi görüş ve düşüncelerini sınırlı bir kalıba yerleştiren kimselerin, imamların hayatlarını başkaları için sergiledikleri tablo istenilen asıl temel meseleleri beyan etmekten yoksundur.
Ama bir zaman diliminde belli bir konuyu aktarmak ister veya bir zaruret, bir konuyu ele almayı gerektiriyorsa bu çelişki oluşturmaz.
İMAMLARIN TARİHLERİNDEKİ ANA HATLAR:
Ben kendi hissemce imamların yaşam boyutlarından bazılarını içeren konulara değinmek istiyordum. Dolayısıyla böyle bir arzu benim için değerli ve çok kıymetlidir ve bazı hususlarda bir takım çalışmalarım da var.
önceleri imamların |tarihinin esas boyutları olarak bazı noktaları not etmiştim, ancak bunlar zaruri konulara oranla kesinlikle çok yönlü değildi, notlar olduğu gibi kalmışlardı, şimdi ise onları olduğu gibi siz değerli okuyuculara takdim etmeye karar verdim. İmamların yaşamı etrafında inceleme ve araştırmaya muvaffak olan kimselerin bu hususlardan yararlanmasını arzu ediyorum.
ÖNEMLİ HUSUSLAR:
1. İlk mevzu imamların yaşam zamanını belirlemektir. doğum ve ölüm günü, doğum ve ölüm ay ve yılı, yaşadıkları yer, çocukları, eşleri, ashabı ve şahsî yönleriyle bağlantısı olan diğer hususlar. Tabiatıyla bunlar araştırma ile, ilmî bir şekilde ve bu husus da ki şüpheleri giderecek bir şekilde olmalıdır.
2. İmamlar neden sayılıdırlar? Bu, cevap verilmesi ge- reken bir sorudur. Her imamın siyaset ve hattını doğrudan aydınlatan amel ve hareketlerine dikkat etmek, bu konuyla ilgilidir.
Biri daha çok akaîde, diğeri fıkha, başka biri de ümmetin farklı dönemlerdeki ihtiyacından doğan siyasete ve başka işlere önem vermişler. Aynen imamlardan bazılarının farklı boyutlarda aynı zamanda faaliyet ettikleri gibi.
3. Müslümanlar arasındaki fikirsel sapmaların İslahı için imamların seçtikleri yollar. Mesela akaîd, fıkıh, Kur'an tefsiri veya insanî ve ahlakî tutumlar veya hassas ve kader tayin eden hususlarda takındıkları tavırlar hakkında örnekler vermek.
4. İmamların tasavvuf gibi ruhî riyazete başlayarak kültürel ve bilimsel konuları terketmek aynı sekil ruhî yönlerden ve gaybî bağlılıklardan yoksun olan sadece birtakım görüşleri ve pasif mefhumları taşıyan kültürel ve bilimsel İslam teorisi gibi olmayan ve aynı zamanda gayb ile bağlantılı olan pratik islam planlaması doğrultusundaki çalışmalarını tanımak.
5. Onların, hadis ehli, Mutezile, başka fikirsel hareketler ve sapık fakihler ve fırkalar karşısında takındıkları tavırların hakikatini incelemek.
6. Aynı şekilde onların "Kur'an'ın mahluk olması" konusunda susarak tavır koymalarına ve şiaları bu konuya atılmamakla görevlendirmelerinin nedenine, bu konunun gündeme getirilmesinden kastedilen hedeflere ve onun doğurduğu sonuçlara kısaca değineceğiz.
7 Aynı şekilde tercümeler ve müslümanların fetihleri sonucunda diğer kavimlerle karışmaları yoluyla meydana gelen yabancı kültürlere karşı imamların tutumları tavırlara ve o kavimlerin sahip oldukları düşünce ve mezheplerden haberdar oluşları hususuna dikkat etmek.
Ayrıyeten İslam'ı zahirde kabul eden Yahudiler ve Hıristiyanlar, şöhret ve mal peşinde olan kıssa nakledenler ve hadis ehli tarafından İslam'ın içine düştüğü tahrifler ve de İslam'ı kendi şahsî, kavmî veya coğrafî maslahat, mezheb ve siyasi hedeflerine uygun göstermek için İslam'ı tahrif etmeye çalışan sultan ve hakimler karşısındaki tutumlarını dikkate almak.
8- Kur'an tefsiri hakkında ve peygamberin sünneti üzerinde oynanan oyun hususundaki tutumlarını ele almak. Ayrıca halkın yanlış kaynaklardan sakınmaları, Ehli beyt şialarının İslam dışı şeylerin etkisinde kalmadan Kur'an'ı doğru bir şekilde anlama gücüne sahip olmaları için Ehli beytin kendilerinin uydukları ve halkı onlara doğru hidayet ettikleri ve aydınlattıkları ölçü ve miyarları açıklamak.
9- Ayrıca onların kendilerinden sonra yazılı eserler geri bırakmamalarının veya Emir-ul Müminin Ali'nin (a.s.) yazmış olduğu ancak bunun, onların yanında kalmasının ve başkalarına ulaşmamasının ya da onların döneminde ilimlerin yazılı oIarak toplanmasının öncelerden beri olagelmesinin ayrıye-ten onların kendi ashabını ilimleri yazılı olarak toplamalarına dair meyillendirdikleri ve teşvik ettikleri hususların nedenini ayrıntılarıyla ve de derlemenin o zamanda derlenmiş olan ilimlerin ve onun nasıl bir düzeyde olduğunun tarihçesini kısa olarak dikkate almak mecburiyetindeyiz.
10 Keramet ile mucizenin farkını açıkladıktan sonra Ehli beytin kerametleri hususuna değinmek ve Ehli beytin, kerametlere ne gibi ihtiyaçları vardı sorusunu cevaplamak. Süflilerin kerametleri, murtazların (hint fakirleri) yaptıkları olağanüstü amellerin hakkında ve bu gibi işler anlatılırken yapılan abartmaları reddetme hususunda açıklamada bulunmak.
Ehli beytin, kerametler alanından sayılabilen gelecekten haber vermeleri özellikle de Hz. Ali'nin bu gibi haberlere, halkın onu İtham edecekleri kadar ehemmiyet vermesine değinmek, sonraları gerçekleşen bu haberlerden bazılarını göstermek ve siyasi anlayış doğrultusunda ileri sürülen gaybî haberlerle gaybi kaynakla bağlılıktan doğan haberler arasındaki farkı aydınlatmak.
11 Ehli beytin ilim sınırını açıklamak ve onların sahip oldukları ama başkalarının yoksun olduğu ilim ve öğretilere daima tekit etmelerine, o ilimleri vahiy kaynağından aldıklarına örneğin cifr ve cam'e ilmine, Hz. Ali'nin (a.s) kitabına, Fatime'nin (a.s.) mushafına ve bunlardan başkalarına sahip olduklarına dair tasrih ettikleri şeylere ve bu konunun nedeninin ne olduğuna dikkat etmek.
12 Çeşitli örnekler göstererek bütün ayrıntılarıyla onların şahsiyetini tarif etmek, onların ruhî faziletlerini, insanî ve ahlâkî tutumlarını öğrenmeğe, özel yaşamlarından bir tablo sergilemeğe, evlatlarına ve ailelerine karşı davranışlarını, ev içindeki hareketlerini, hatta evlerine misafir olarak gelen kimselere karşı davranış tarzları, onları hoşnut eden veya hüzün lendiren ve üzen şeylere karşı davranışlarını tamıtamına vasfetmeye çalışmak.
13 Daha sonra servetleri konusunu, mallarının ne kadar olduğunu, nerden ve nasıl kazandıklarını, onları nasıl infak ettiklerini veya harcadıklarını dikkate almak. Onların, sultanların bahşişleri karşısındaki tutumlarını ve bazılarının neden onu kabul ettiklerini incelemek.
Acaba bahşişleri reddetmeleri sultanların hükümetlerine karşı savaş ilan etmek anlamına telakki edilmez miydi? Eğer evet, savaş anlamınadır cevabı verilirse dolayısıyla bu konuya dair deliller gösterilmelidir.
Aynen Emir-ul Müminin Ali (a.s.)'nin Kûfe'de iken Medine'deki mallarından yararlanmasının nedenini de bilmek gerek. Aynı şekil Ehli beytin, tarlada veya diğer işlerde doğrudan doğruya kendilerinin çalışmalarına neden Israr ettiklerini de kavramak ve onların humusdan veya diğer şer'i hukuklardan yararlanıp yararlanmadıklarını ve bunun nedenini araştırmak gerek.
14 Onların şialar hakkındaki eğitsel metodlarını, onlara karşı davranış yollarını ve üslûplarını, şiaların da Ehli beyt ile sevgi ve fikir yönü taşıyan akidevî bağlılıklarının kurulma yolları ve metodlarını,
Ehli beytin evinden çıkan her şey toplumun genel ruhuna ve şialar arasındaki bütünlüğe ziynet olduğu için Ehli beytten fikrî yararlanma doğrultusunda kurulan merkezleşmenin tesirini, bunun onların tutumları üzerinde bıraktığı etkiyi ve onların önemli konularla genel olarak ilgilenmelerinin niteliğini tanımak.
Şialar ile Ehli beyt'in diğer bölgelerdeki vekilleri arasında dikkatle tanzim edilen bağlılığa ve bu vekillerin görevlerini belirlemelerine dikkat etmek. Bir şehirden imamın huzuruna getirilen malın, imamın o şehirdeki vekiline verilmesi için imam tarafından sahibine gönderilmesine ve Ehli beyt'in, vekilleri arasında bulunan sorunları ve çekişmeleri halletmelerine değinmek.
İmam Sadık'ın (a.s.) zamanında bazı şahısların herhangi bir ilim dalında ihtisas sahibi olması mesela birinin mütekellim, bir başkasının fakih vs. yetiştirilmesi için nasıl çalışıldığını ve herkesin ihtisas haddinden öteye geçmemesinin ve başkalarının da ihtiyaç duyulduğu zaman mütehassıslara müracaat etmesi gerekçesini konu edinmek.
Abbasi halifeleri döneminde toplumun kültürel tabakasının ilk derecede şialar ve Ehli beyt'in yetiştirdiği kimseler arasından çıktığına ve onların ümmetin bilgili düşünürlerinden, alimlerinden olduklarını dile getirmek.
15 Ehli beytin, şer'i hükümlerin nedenlerini açıklamaya verdiklerini, Merhum Muhammed Şeyh Saduk'un (r.a.) bu husus da "İlel-üş Şerai" adında bir kitap telif edecek kadar neden onca çaba harcadıklarını izah etmek. Ayrıca bu kitap da nakledilen rivayetlerin içeriklerinin hükümlerin nedeni mi hikmet mi, genel olarak ne olduğunu ve bu rivayetlerin dayandıkları mevzuların neler olduğuna işaret etmek.
16 İmamların, bazı hassas konuları gizlemekten sakınmalarının ve kendilerine pahalıya mal olsa dahi, mesela kendilerinin herkesten daha çok imamete layık oldukları hususunda takiyye etmemelerinin nedenini ve onların halkı ikna için ne gibi metodlar kullandıklarını göz önünde bulundurmak. Onlar bu doğrultuda apaydın iki yola adım attılar:
Biri , onların beraberinde bulunan bazı ilimlerin insanlar arasından sadece onlara mahsus olduğunu belirtip isbatlamaları ve diğeri de nassın mevcut olma hususu.
17 İmamların en sıkı şartlar altında tutulmalarına veya bazı merkezlerde bekletildiklerine veyahut da zindanda olduklarına rağmen halk merkezleriyle, aynı şekil şialarla nasıl temas kurduklarına dikkat etmek.
Şiaların büyükleri bu irtibatı sağlamak için ne gibi araçlar kulanıyorlardı? Ehli beytin bu durumdaki faaliyetleri neleridi ve bu faallerin hacmi ve miktarı ne idi ki Yahya b. Halid Bermeki, "Musa b. Cafer'in (a.s.), halifenin (Raşid'in) taraftarlarının kalplerini onların aleyhine çevirdiğini Raşid'e şikayet ediyor.
18 İmam Seccad'ın (a.s.) kölelere ilgi gösterip kültürlerini geliştirmesinin, onlara ilim öğretmesinin ve daha sonra Onların işledikleri günahları bir kitaba yazarak toplamasının ve daha sonra günahlarını kendilerine göstererek onları özgür etmesinin nedeni neydi? İmam onlara karşı nasıl davranıyordu ve bu davranışın netice ve eserleri neydi?
Ve bu tutumun Emevilerin arapları tamamen gayri araplara üstün tut-tukları bir dönemde oluşunu göz önüne almak.
Gayri arapların, Ehli beytin öğretilerini yaymak doğrultusundaki katkıları ve bunun, İslam'ın diğer ümmetler arasında yayılmasındaki etkileri neler idi ve diğer ümmetlerin İslam ile olan bağlantıları nasıl idi?
Bu husus da göz önünde bulundurulacak nokta, Ehli beytin arap olmayan kadınlarla evlenmelerinin nedenini dikkate almak; öyle ki Ehli beytin bazılarının anneleri arap değildi. Ayrıca Ehli beytin farklı dilleri bilmeleri ve bunun eser ve neticeleri hakkında bilgi edinmek.
19 İmam Mehdi'nin (a.s.) gaybeti için nasıl bir ortam yaratıyor ve son zamanlarda halk ile daha az temas kuruyorlardı. İmam Cevad (a.s.) aynen İmam Mehdi (a.s.) gibi küçük yaşta nasıl imam oluyor?
20 ‘’İmamlar ve yeni ilimler" hakkında araştırma yapmak. Onların yeni ilim seferberliğinde katkıları var mıydı? Yeni ilmin doğmasına yardımcı olan konulara ehemmiyet veriyorlar mıydı? Bu hususların neler olduğuna dair kesin konulara değinmeli ve bu alanda onlara uygun öğretiler yazılmalı.
21 "imamlar ve dua" hakkında özellikle de Emir-ul Müminin Ali (a.s.), İmam Hüseyn (a.s.) İmam Seccad (a.s.) ve İmam Kâzım (a.s.) açısından duanın etki ve tepkilerini dikkate almak.
Sahife-i Seccadiye ve onun hedefleri hakkında ciddi bir şekilde özel olarak bahsetmek onun siyasî, itikadı, ahlâkî ve eğitsel vs. konularını bu dönemdeki İslam ve müs-lümanların karşı karşıya oldukları yaygın bilgisizliği, tahrif eylemini ve halkın cahil yetiştirilmesi hususunu göz önüne alarak açıklamak.
Bu dönemde iş bir yere varmıştı ki Beni Haşim (Haşim oğulları) vahiy merkezine herkesden daha yakın olmalarına rağmen İmam Bâkır'ın (a.s.) imametinden yedi yıl geçtikten sonra nasıl namaz kılacaklarını, hacc farizesini nasıl yerine getireceklerini bilmiyorlardı. Ayrıca İmam Seccad'ın (a.s.) "Hukuk Mektubuna", imam Rıza'nın (a.s.) "Risale-i Teyyibe-i Zehebiyye'sine!' ve Ali'nin (a.s.) Malik Eşter'e yazmış olduğu Ahdnameye" dayanmak.
22 Bir zamanlar İmam Seccad'ın (a.s.) imametine üç veya beş kişinin inandığı ve itiraf ettiği nakledilmektedir, imam bunun karşısında ne yaptı ki İmam Bakır (a.s.) ve İmam Sadık (a.s.) mektebi için uygun bir ortam yarattı? İmam Seccad'ın (a.s.) on yıla yakın bir zaman çölde yaşadığını bildiren rivayet doğru mudur?
Eğer doğruysa bunun nedeni ve faydaları neydi? Aynı şekil ehl-i sünnetin, ,imam Seccad'ın (a.s.) karşısında saygılı davranışlarının nemini araştırmak, İmam (a.s.) hükümeti almaktan vazgeçtiği için mi saygı gösteriyorlar, yoksa bunun başka bir nedeni mi var?
23 Şii fırkalarının mesela Gulat hareketlerinin, Hariciler kıyamlarının ve daha başkalarının hakikatini göstermek, Emir-ul Mü'minin'in (a.s.), kendinden sonra Hariciler ile savaşmaktan nehyetmesinin nedenini, bu fırkaların meydana gelmelerinin nedenlerinin ne olduğunu ve İmamlar ve şiaların bunlara karşı nasıl davrandıklarını araştırmak.
24 Ehl-i beytin sultanlara ve sultanların da Ehl-i beyt karrşısındaki tutumları neydi? Hükümetin, çatıştığı her fırka ve mezhebi, hatta gevşek hadis Ehli fırkasına oranla daha güçlü ve fikirsel sebata sahip olan mutezile gibi bir fırkayı yok etmesine rağmen Ehl-i beyt şialığı canlı korumayı nasıl becerdi? hükümet,
halkı imamlardan ayırmak için ne gibi siyaset kul-lanıyordu ki bunlar, görünürdeki hedefin aksine halkın imamları sevmelerine ye gönülden bağlanmalarına neden oluyordu. Bunun nedeni neydi? Ayriyeten hükümet meselesinden ve imamlar açısından halifeler ve onların tutumlarından her yönlü bir tablo sunmak.
25 Zeydiye, halifeler aleyhine nasıl kıyam ediyordu da imam Hüseyn'den (a.s.) sonraki şia imamları bunu yapmıyortardı? İmamların Zeyd'in, ondan sonraki Zeydiyenin ve diğer şii kıyamları hakkındaki görüşleri neydi? Ve bu kıyamların sürdürülmesini niçin istiyor ve kendi şialarına, "Zeydiye sizin için bir siperdir" diyorlardı.
Yine "Âl-i Muhammed'den biri çıkıp kıyam ettiği müddetçe ben de sağım, benim şialarım da" vs. buyurmalarının nedeni neydi? İmam ile Zeydiye'nin ve diğer ayaklananlar arasında bir çok anlaşmazlıklar varken kendisinin kıyam etmediğini görüyoruz. Neden acaba? Aynı şekil Hurre ve başkaları gibi din ve adalet uğrunda kıyam eden gayri Şiilerin özellikle de Muhtar'ın kıyamı hakkındaki tutumlarının ne olduğunu bilmek.
26 İmamların, takiyye kalıbında olsa bile Yaktin'in oğulları gibi bazı şia şahsiyetlerinin hükümetin hassas merkezlerine girmelerini sağlamak için yaptıkları çabalar hakkında bilgi edinmek . Hatta imamların döneminden sonra bile bazı şialar bu alanda çalışıyorlardı. Ancak imamlar diğer birçok yerlerde de buna engel oluyorlardı. Mesela deveci Sefvan'ı bundan menetmişlerdi. Bu çelişki nasıl yorumlanabilir?
27 Ehl-i beytin tebliğ metodlarının dua mı, şiir mi, keramet mi, gaybî haberler mi ... olduğunu öğrenmek, İmamlar bazen şairlere fazla bir miktarda para veriyorlardı; şairler bu paraya fakirlerden daha mı layık idiler?
Ve neden? Daha sonra Emir-ul Müminin Ali'nin (a.s.) Küfe mescidi sahasında Gadir Hum hadisi hakkında şahitlik dilemesi olayını dikkate almak. İmam Bâkır'ın (a.s.), dünyadan göçtükten sonra sekiz yıl Mina'da kurban bayramı günü kendisine yas tutulması için sekiz yüz dirhem bırakması hususunu, İmam Hüseyn (a.s.) için yas tutulmasına dair verilen emir mevzuunu ve meşru metodlardan olan bütün üslûpları izah etmek.
28 Birinci asırda Ehl-i beyt ile muhalefet etme ve hadis uydurma, sonraki asırlardan daha çok olduğu için ehli beytin bu asırda daha az fıkhî hadislere değinmelerini, daha çok genel ve umûmî hadisler buyurmalarına dikkat etmeliyiz. Bu asırda Şiiliğin zarif ve cüz'i konuları daha az gündeme getirilmiştir.
Ama ikinci asırda İmam Bâkır'ın (a.s.) imametinden yedi yıl geçtikten sonra Beni Ümeyye döneminin sonlarına doğru hassas ve zarif konular gündeme getiriliyor. Gerçi Emir-ul Müminin Ali'nin (a.s.) döneminde bu konuya başka dönemlerden daha çok önem veriliyordu.
29 Gaybet konusuna, onun eser ve neticelerine aynı şekide önceki imamların Hz. Mehdi (a.s.) hakkında yaptıkları hazırlıklara rağmen gaybet sonucunda şiaların karşılaştıkları zorluklara dikkat etmek de zorunludur.
CAFER MURTAZA AMİLİ YAZARIN ÖNSÖZÜ
"De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir." Şura - 23.
EHL-İ BEYT (a.s.)
Bu kitapta amacımız tek şey, sadece Ehl-i beytin ölçütü ve Resulullah'ın (s.a.a.) ve Emir-ul Müminin'in (a.s.) evlatları olan şia imamlarının fikri ve siyasi çalışmalarını sergilemektir.
Önemli olan tek şey şu ki, neden bu kadar Ehl-i beyte istinat ediyor, dayanıyor, nasıl onları "imam" olarak kabulleniyor ve sâdece onların 'Vilayetini" asîl vilayet biliyoruz?
Nasibîler hariç, ehl-i sünnetin de Ehl-i beyti candan sevdikleri ve onlara büyük bir ölçüde ihtiram gösterdikleri bir gerçektir. Ancak onlara karşı duyulması gereken bu "sevgi" ve "aşkın" hangi esas ve temelden kaynaklandığı asıl meseledir.
Eğer sadece onları sevdiğimizi belirlemekle yetinir ve bunu zahiri ihtiramlar kalıbında özetlersek gerçekten onların sevgisine varmış olabilir miyiz?
Geniş bir çapta Ehl-i beytin faziletleri4 ve onları sevmeğe dair verilen emirler hakkında Resulullah'tan (s.a.a.) bize gelip çatan hadislerden amaç sadece meselenin zahiri yönü ve Ehl-i beytin methinde birkaç beyit şiir yazıp okumak mıdır?
İnsan aklının bu sorulara olumlu cevap vermesi ve Resulullah'ın (s.a.a.) ancak ve ancak bizden istediği şeyin onun yakınlarını sevmemiz olduğunu, bu sevmenin ardında hiç bir şeyi kastetmediğini ve biz de sadece, onlar Peygamber'in yakınları oldukları için Peygamber'in hürmetine onları sevdiğimizi bildiriyoruz demesi pek garip bir şeydir.
4} Ayetullah Firuz Abadi'nin "Fezail-ul Hamse Fi Sihah-is Sitte" bakınız.
Müslümanlar arasında Ehl-i beyt'e olan ilgi aslında Resulullah'tan (s.a.a;) bize ulaşan tavsiyelerden kaynaklanmaktadır. Ehl-i sünnetin mühim hadis kaynaklarında geniş bir çapta mevcut olan bu rivayetler, Aziz Peygamber, Ehl-i beyti Kur'an'dan sonra dinin iki esasî temellerinden biri olarak saydığını dile getirmektedir.
Ve bu nedenledir ki kimse Ehl-i beyt'e karşı ilgisiz kalmaya cüret edememiştir. Sadece arapça dilinde, ehl-i sünnet yazarları tarafından "Ehl-i Beyt'in hakkında yediyüze yakın kitap yazılmıştır5.
Ama asıl eleştirilecek husus şu ki, bunca sahih faziletlerin mevcut olmasına rağmen nasıl olur da onların çoğusu tahrife uğramış ve sonraları bazı hadisçilerin ve de Muhammed b. İdris-i Şafiî gibi bazı fakihlerin ısrar etmesi nedeniyle bu mevzu sadece "sevmek" haddinde noktalanmıştır6. Öyle' ki Şafii şöyle demiş:
Ey Resulullah (s.a.a.)'ın Ehl-i beyti, sizi sevmek, Allah'ın indirdiği Kur'an'da farz kılınmıştır. Bu yücelik ve azamet size yeter ki size salat ve selam göndermeyenin namazı, namaz değildir1.
Peygamberin zamanındaki ve ölümünden hemen sonraki ve aynı şekil hicri ikinci asrının ortalarına kadar gerçekleşen olaylara dikkat etmek, bu sorunun cevabını biraz da olsa kolaylaştırır.
Peygamber'in (s.a.a.) zamanından itibaren Kureyş'in, Resulullah'ın (s.a.a.) yakınlarına karşı öfke ve gazap beslediklerini bildiren bir rivayet elimizde bulunmaktadır.
5) "Türâsuna" dergisinin "Ehl-ül Beyt fil-Mektebet-il Arabiye" makalesine bakınız. Bu makaleyi Seyyit Abdul Aziz et-Tebatebai yazmıştır. Şimdiye kadar alfabe harfleri sırasıyla 340 kitaptan fazlası yazılmıştır, ama kendisinin de söylemiş olduğu gibi alfabetik harflerin sonuna kadar yedi yüze yakın kitap olmaktadır.
6) Hz. Ali'yi (a.s.) dördüncü halife olarak tesbit edenin Ahmed b. Hambel olduğunu ve kendi zamanına kadar, bugün bazı farklarla, sünen adını kendilerine veren osmaniyenin bu mevzuya inanmadıklarını bilmekteyiz (Tabakat-ül Henabile.c: 1, s: 45) bakınız.
Resulullah'ın (s.a.a.} amcası Abbas Peygamber'e, "Ku-reyş birbirleriyle karşılaştıklarında güler yüz gösteriyorlar; ama bizi gördüklerinde, tanımadığımız yüzlerle karşılaşıyoruz" dedi. Resulullah (s.a.a.) öfkelenip şöyle buyurdu:
Muhammed'in canını elinde bulundurana ant olsun ki birileri sizi Allah ve Resul'ü için sevmedikçe onların kalbine iman girmemiş demektir8.
Bu rivayet Kureyş'in son zamanlarda Peygamber'in yakınlarından hoşnut olmadığını gösteriyor. Kabileler hakkında söylenen bir misalde, dört kabile hakkında dört şeyin imkansız olduğu söylenmiş: "Zübeyri'nin" cömert, "Mahzumi'nin" alçak gönüllü, "Sami'nin" nasebinin sahih olması ve "Ku-reyşi'nin" Muhammed'in (s.a.a.) evlatlarını sevmesi9.
Bu rivayetlerden, Resulullah'ın (s.a.a.) yakınlarına ve akrabalarına karşı rekabet ve düşmanlıkların mevcut olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla sakife vak'asında ensarın iç rekabeti gibi farklı delillerle Ebu Bekir'e biat edildikten, Ömer'in, şiddet ve hiddetle muhaliflerin biat etmelerini istemesinden ve bu arada Ali (a.s.), Zübeyr ve başkaları biat etmedikleri taktirde kendileriyle birlikte evlerini yakacağına10 dair tehdit ettikten sonra Ehl-i beyt'e karşı sert bir tutum gösterileceği tabii idi.
Bu tutum, İmam'ın altı ay Ebu Bekir'e biat etmeyerek yaptığı muhalefetiyle ve Hz. Fatime'nin (a.s.) halifeye karşı dargın olmasıyla11 gitgide genişledi ve nitekim müslümanların arasında ilk ayrılığa neden oldu. Bu ayrılığın semeresi de ehl-i beyt'in mazlumiyeti idi ve bu mazlumiyet ise Kerbela'da tam doruğuna ulaştı.
Peygamberin, Ehl-i beyt'in fazileti hakkında genel olarak ve bizzat onların her biri hakkında özel olarak buyurmuş ol-duğu sayısız sözlerinden başka, defalarca halkın arasında açıkça onlar hakkında tavsiyede bulunup, kendi Ehl-i beyt'ine karşı iyi davranmalarını, istemiş olduğu halde bu vâk'alar gerçekleşiyordu.
"İbn-i Ebi Şebih" Abdurrahman b. Avf'dan müstenet olarak şöyle nakletmiş: Peygamber (s.a.a.) Mekke'nin fethinden sonra Tâif şehrini fethetmek için on sekiz veya on dokuz gün bu şehri kuşattı ama Tâif fethedilemedi. Bu sırada bir gün veya bir gece yürürken durup:
Ey insanlar! (Benim ölümüm yaklaşıyor), itretime iyilik etmenizi vasiyet ediyorum, Kevser havuzunda bana kavuşacaksınız, nefsimi dinde tutan (Allah'a) and olsun12.
Başka bir hadisde de Peygamber (s.a.a.), Allah'ın kitabını tanıttıktan ve ona sarılmanın farz olduğunu bildirdikten sonra şöyle buyurdu:
"Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum". Bunu üç defa tekrar etti13.
Bu tavsiyelerin tümü, Kur'an'ın Ehl-i beyt'in tathirini (arınmış olduklarını), Peygamberin yakınlarının hissesini ve Rasulullah'ın (s.a.a.) Muhammed'e ve onun evlatlarına sala-vat olarak tefsir ettiği,
Peygamber'e salavatı vurgulamasıyla ve Peygamber'in de kendi tebliği karşısında kendi yakınlarını sevmeleri mükâfatını halktan istemesiyle birlikte bunların tümü, Sadr-ı İslam toplumunun siyasetçilerinin aşın tutumları nedeniyle bir kenara bırakıldı.
İş bir yere vardı ki Emir-ül Müminin "Onların tutumu neticesinde, biz tamamen halkın hafızasından silindik" buyurdu14.
12) İbn-i ebi Şaybe, c: 14, s: 508/ İbn-i Asâkir'in "Tarih-i Dimaşk"i, c- 2 Hadis no: 875 (İbn-i ebi Şebih'in) dipnotundan naklen/el-Ma'rifetu vet-Tarih, c: L s: 282'283- Peygamber (s.a.v.) kendi rihletinin yakınlığına değinerek onları itret ile iyi geçinmeye vasiyet etti ve Ali'nin (a.s.) kendinden veya kendi nefsinin mertebesinde olduğunu bildirdi.
Ebu Süfyan karanlığı doruğundayken, Kabe'nin yanında tevhid feryadını yükselten Rasulullah'ın ezeli dostu Ebuzer, ehl-i sünnetin hadis kaynaklarında defalarca nakledilen bir rivayete göre Kabe'nin halkasını tutup şöyle feryad etti:
"Ey millet! Ben Ebuzer'im; tanıyanlar hiç, tanımayanlar varsa bilsinler ki ben Ebuzer-i Gifari'yim:
Size sadece Resulullah (s.a.a.)'tan duyduğumu anlatacağım. Peygamberden duydum, diyordu ki: Ey insanlar, aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; Allah'ın kitabı ve itretim, Ehl-i beyt'im.
Bunların biri öbüründen daha üstündür, oda Allah'ın kitabıdır. Bunlar havuzun başında bana gelip çatıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Bunlar Nuh'un gemisine benzer, binen kurtulur, binmeyen ise boğulur15.
Bu iki hadis, Ehli beyt'in müslümanlara önderlik etmedeki büyük rollerini vurgulayan meşhur "Sageleyn" ve "Safine" hadisidir. Resulullah'ın (s.a.a.) "Gökyüzü Ebuzer'den daha sadık, daha doğru birinin üzerine gölge düşürmemiş ve yeryüzü de ondan daha doğru birinin ayaklan altına serilme-miştir" buyurduğu Ebuzer, tevhid feryadı ettiği zaman Mekke dönemindeki Sadr-ı İslamın hatıralarını diriltecek bir şekilde halkı Ehli beyt'e böyle davet ediyordu:
O gün, müşrikler ona, eziyet ettiler, daha sonra ise başkaları onu sürgüne gönderdiler. Ebuzer sadece İmam Ali'nin (a.s.) kısa hilafet süresinde Ehli beyt'in gerçek mevkiini açıklayabildi.
O, Küfe mescidinin avlusunda yeniden Gadir hadisini diriltti* ve ondan sonra defalarca Ehl-i beytin faziletlerini sıraladı. Onun, Ehli beyt'in yüce makamı hakkındaki güzel cümleleri Nehc-ul Belaga'da ve diğer hadisî ve edebî kaynaklarda zikr edilmistir.
15) el-Ma'rifetü vet-Tarih, c: 1, s: 538. Her iki "Sageleyn" ve "Safine" hadisi mütevatirdir. Bakınız: Abakat-ül Envar 12. cildin ikinci kısmı - İsfahan baskısı - .Yıl: 1341.
*) Gadir hadisinin nakledilen yolların çoğunun ehli sünnet kaynaklarından olmasının sebebi imam Ali'nin (a.s.) Küfe mescidi avlusunda başlattığı hareketten kaynaklanmaktadır. İmam bunu yapmasaydı, hadis-çiler, diğer bir çok şeyler gibi bunu da unutacaklardı.
Biz de onun bazı bölümlerini başka bir yerde derledik16.
Ama Muaviye'nin ve diğer Süfyan ve Mervan boyunun başa geçmesiyle ve minberlerde Ali (a.s.) ve evladına açıkça küfretmeleriyle ve hatta Ehli beyt'in gündeme getirilmemesi için Abdullah b. Zübeyr'in Peygamber'e selam göndermemesiyle Ehli beyt'in faziletlerinin Peygamber'in dilinden halkın arasında söylenmesi nasıl beklenilebilir.
Bu siyasetin neticesi sadece Ehli beyt'i unutturmak değil, hatta halkın Ehli beyt'i kabullenmediğini de icat etmek idiyse de halkın onlara karşı duydukları bağlılığı korudukları sonraları belli oldu.
Hz. Ali'nin (a.s.) yadigârı olan bir tek Küfe dolayısıyla orada da kendisine karşı kin duyuluyor ve düşmanlık gösteriliyordu ve Ali'nin (a.s.) hatırasını canlandırdı ve Hz. Ali'nin (a.s.) evladını üstün gördü ve batınlarında Ehli beyt'in hilafetini beslediler,
hatta Hişam b. Abdul Melik, onların Ehli beyt'e itaat etmeyi kendilerine farz bildiklerine tekid etti17 ve hatta diğer kaynaklarda da halkın onların hilafetini kabul etmeğe hazır olduklarına itiraf edilmiştir18. Daha sonraları Beni Abbas bu fırsattan yararlanarak kendilerini Ehl-i beyt adına cahil halka tahmil ettiler.
Ama hakikat gizli kalmadı ve sadece bir azcık insafı olan had isçiler arasında Ehli beyt'in faziletleri, özellikle de Gadir hadisi korunabildi. Ve biz bugün "el-Gadir" kitabı gibi büyük bir mirasa sahibiz ama olmaması gereken şey gerçekleşti.
16) "Siyasi islam Tarihi" başlangıçtan kırk hicriye kadar, s: 433-434.
17) ibn-i A'sem'in "el-Futuh"u, c: 4, s: 23, Tevvabin'in kıyamı ve Muhtar'ın hareketi de açıkça bunu göstermektedir." Siyasi İslam Tari-hi'nde kırkıncı yıldan yüzüncü hicri yılına kadar bölümünde ayrıntılarıyla bu konuyu ele almışız.
18) Müberred'in "el-Kâmil-u 1il-Edeb"i, c: 1. Bu rivayette Halid b. Ye-zid, Abdul Melik Mervan'ı, Haccac'ın, Abdullah b. Cafer'in kızıyla evlenmemesi gerektiğini söylüyor.
Çünkü halk arasında Beni Haşim hakkında bazı söylentiler yar ve bu evlilik Beni Ümeyye'nin yok olmasına ve Haccac'ın başa geçmesine neden olacak. Abdul Melik de Irak halkının Beni Haşim hakkındaki inancından korkarak Haccac-ı, Abdullah b. Cafer'in kızını boşamaya mecbur ediyor.
İslam toplumunun rotası Ehl-i beyt ve itretin ilim ve amelinden yararlanmakla eğitilmesi gerekirken başkalarının yanlış ve hatalı bir takım amellerine dayandırıldı, mazlum Ehli beyt ise kendi çalışmalarını şialara yönelik belirli bir düzeyde sürdürdüler. Fakat ehli sünnet de bazı yerlerde onların sözlerinden yararlanıyorlardı.
Onca baskı, istibdat ve daraltılan atmosfere rağmen Ehli beyt-i Athar düşünce ve amel sebatını sürdürdü ve şahsiyetlerinin yüceliği, Kur'an ve itrete dayalı şii mirasının korunmasına neden oldu. Ebuzer'in feryad ettiği şeyi, şia amelen gerçekleştirdi ve fıkıh, tefsir, ahlak ve siyasetde yüce imamlarının yolunu devam ettirdi.
Ehli sünnetin Ehli beyt'i sevdiklerini gösterdiklerini ve bu sözlerini isbat etmek için Ehli beyt'in faziletleri ve hatta oniki imamın yaşantılarını açıklama hakkında kitap yazdıklarına değinmiştik19.
Ama bunlar Gadir vak'asının sadece Ali'yi (a.s.) sevmenin isbatı için mi olduğunu ve hiç bir köken ve esasa dayanıp dayanmadığını asla kendilerinden sormuyorlar. Tevatür olduğu tesbit edilen "Sakaleyn" hadisi sadece sathi olarak Ehl-i beyt'i izlemenin farz olduğunu bildiren ve "Sefine" hadisi onlara itaat etmenin farz olduğunu gösteren en açık bir teşbih değil midir?
İnsanı hayrete düşüren şey Suyuti ve başkalarının "el-Eimmetü İsna Eşer" (İmamlar oniki tanedir) hadisinin reddedilemez bir hadis olmasına ve âlimlerin ortak kabul ettiklerine rağmen yanlış yere bunu bazı halifelere yorumluyor ve bazen da "dördü gelmiş ve diğerleri de gelecek" gibi vade veriyorlar.
Bu rivayet şia imamlarından başkası hakkında yorumlanabilir mi? İmam Askeri'nin (a.s.) zamanında henüz imam hayattayken Cahiz'in, onbir imamı "âlim, zahid, nasik, suca ve tahir" lakaplarıyia ve kendi görüşünce hilafete layık
19) Tezkiret-ül Havass, el-lthaf, Yenabi'ul-Meveddet ve İbn-i Tu-lun'un yazdığı el-Eimmet-ül İsna Eşer gibi ve "Turasuna" dergisindeki Te-batebai'nin gösterdiği fihristteki diğer kitaplar.
görüp methettiği kimseler şia imamları değil midirler?21 8u imamlar o kadar azametlidirler ki İmam Rıza'yı (a.s.) "Ali b. Musa b. Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyn b. Ali b. Ebi Talib" unvanıyla veliahd olarak tanıtmak istediklerinde "Ant olsun Allah'a eğer bu isimler sağır ve dilsiz kimselere okunursa Allah'ın izniyle şifa bulurlar" dediler22.
Bu hanedanın ehemmiyetini sadece az bir grup idrak edebiliyordu ama çoğuları da Ehli' beyt'in bu makamından hoşnut değillerdi. Bir rivayette, hadiscilerden olan "Zâide"ye neden Cabir Cu'fi'den, İbn-i Ebi Leyla'dan ve Kelbi'den hadis nakletmiyorsun? denildi. O dedi: Ben Kelbi'nin yanına gidip Kur'an okuyordum, bir gün şöyle dediğini duydum:
Bir süre hastalanıp ezberlediğim her şeyi unuttum "Âl-i Muham-med'in (s.a.a.)" yanına gittim, ağzının suyundan ağzıma bırakınca unuttuğum her şeyi hatırladım. Zaide, "bunu duyunca artık ondan bir şey nakletmedim" diyor23. Zâide'nin Kelbi ile olan düşmanlığının nedeni malumdur. Şehristani de ehl-i sünnet ve cemaattan olmasına rağmen Ehli beyt'in azametinin yüceliğine ve bizzat Kur'an ilminin Ehli beyt'in yanında olduğuna inanmaktadır24.
Rasulullah'ın sünnetinin gerçek koruyucularının Ehl-i beyt olduğu bir hakikattir. Ve bu nedenle Peygamber onlara Kur'an'ın yanında yer verip onların birbirinden ayrılmalarının imkansız olduğunu buyurdu.
Bu sünneti koruma hususu, şia İmamlarının fikirsel hayatı hakkındaki tarihi araştırmalarımız boyunca titizlik gösterdiğimiz konulardan biridir. Peygamberin sünnetini Ehli beyt'in nasıl koruduğunu aydınlığa kavuşturmak için burada üç örneğe değiniyoruz:
21) Asar-ul Cahiz, s: 235, "imam Rıza'nın hayatından. naklen, s: 147, Cahiz, ehli sünnetin üçüncü asırdaki büyük yazar ve edebiyatçılarm-dandır. '
24) "Turasuna" dergisinin 12. sayısı. Doktor Azerşeb'in "Şehristani-'nin Tefsiri" hakkındaki makalesine bakınız.
Emir-ul Müminin Ali (a.s.) "din görüş ile değerlendirilecek olursa ayağın altının meshedilmesi, üstünün meshedilmesinden daha evladır; ama, ben Rasulullah'ın ayağın üstünü meshettiğini gördüm" buyurdu25. Bu tutum "görüş ve ra'y" hükümeti karşısında Rasulullah'ın (s.a.a.) sünnetini korumanın ta kendisidir.
· Ebu Musa Aş'ari şöyle diyor:
Ali (a.s.) Camel (savaşı) günü Peygamber'in namazını hatırlatan bir namaz kıldı, oysaki biz onu unutmuş veya bile bile terketmiştik26.
· İmam Seccad (a.s.) ezan söylediğinde "hayye alel felah" cümlesine geldiği zaman -ehli sünnetin terketmiş oldukları- "Hayye ala hayril amel" cümlesini söylüyor ye başkalarının bu cümleyi atmakla ezanı tahrif ettiklerini bilmeleri için "ilk ezan böyle idi" buyuruyordu27. Rasulullah'ın sünnet ve tutumuna dayalı bu gibi tavırların benzerleri Ehli beyt'in arasında pek fazladır.
Şianın, ehli beyti bu kadar sembol edinmesi, bir taraftan Peygamberin onca tekidinden ve diğer bir taraftan da Ehlibeyt'in dinin esasını korumadaki siyerinden dolayıdır.
Burada, gerçekçi ve gerçeği arayan bütün ehli sünnete, ehli beyt hakkında daha çok araştırma yapmalarını ve bilhassa fezâilin gerçek anlamında ve onun fikirsel semerelerinde düşünmelerini tavsiye etmek yerinde olur bizce. Belki de inşaallah böylece hepimiz ehli beyte sarılarak hidayet yolunu bulur ve Hakk Teala'nın bize lütuf edeceği tevfik ile sırat-ı müstakimde yürürüz28.
' 28) Burada iki kitap tanıtılabilir: Biri Muhammed Taki Rahber'in tercüme edip İslami Tebliğler Teşkilatının bastığı Dar-ut Tevhidin yayınladığı "Ehli Beyt Mektebinde", diğeri de Merhum Şehabuddin İşraki ve Ayetullah Fazıl Lenkerani'nin yazdıkları "Ehl-ül Beyt veya Parlak Simalar". Bu kitab "İslami Kültür yayım bürosu" tarafından yayınlanmıştır.
Değerli üstadım Allame Seyyit Cafer Murtaza'ya, bu mecmuaya değerli bir önsöz yazdıklarından dolayı çok teşekkür ediyor ve ehli beytin hayatı hakkındaki bu muhtasar araştırmamı ehli beyti Athar’ın yolunu izleyenlere takdim ediyorum.
Resul Caferiyan
1
12- İMAM MEHDİ (AS) 12- İMAM MEHDİ (AS)
HZ.İMAM MEHDİ(a.s)
Allah'ın onikinci hücceti Hz. Sahib-ül Emr İmam Zaman (accelellah fareceh-uş şerif)'dir. Kur'an-ı Kerim'de "Bakiyyetullah[1] unvanıyla O İmam'a işaret edilmiştir.
Tarih kitaplarında O hazretin doğum günü hakkında fazla bir ihtilaf göze çarpmamaktadır. Çünkü tarihçilerin ve görüş sahiplerinin hemen hemen hepsi Şaban ayının on beşinde O hazretin dünyaya geldiğini kabul etmişlerdir.
Ama hangi yıl dünyaya geldiği hususunda bir kaç görüş vardır. O hazretin doğumu gizli tutulduğundan dolayı bu ihtilafın ortaya çıktığı apaçık ortadadır.
Şeyh Müfid, O hazretin 255 hicri yılında dünyaya geldiğini söylemiştir. Buna göre O hazret, babası dünyadan göçtüğünde beş yaşındaydı.[2] Sikat'ül İslam Küleyni de O hazretin hicri 255 yılında dünyaya geldiğini söylemiştir.
[3] İmam Hasan Askeri (a.s.)'ın halası Hakime'den rivayet edilen bir hadisde, O hazretin bu yılda (255 Hicri) dünyaya geldiği belirtilmiştir[4]
Eş'ari'nin saydığı Bazı fırkalara mensup kişiler, O hazretin İmam Hasan Askeri (a.s.)'ın dünyadan göçmesinden sekiz ay sonra doğduğunu söylemişlerdir.[5] Bu görüş, birçok rivayetlerle çelişmekle birlikte, şianın "Yeryüzü, Allah'ın hüccetinden asla boş kalmaz." inancıyla da bağdaşmamaktadır. .
Başka bir görüşe göre de O hazret 258 yılında dünyaya gelmiştir.[6] Mes'udi "İsbat'ul Vasiyet" kitabında yazmış ki, gaybet-i süğranın başlangıcında imam Mehdi (a.s.)'ın ömründen dört yıl yedi ay geçmişti. Buna göre İmam'ın 256 hicri yılında dünyaya gelmiş olması da bir ihtimaldir.[7]
Bunların tümüyle birlikte, (imam Cevad (a.s.)'ın kızı) Hakime'den müstened olarak nakledilen hadisde O hazretin 255 yılında doğduğu tarihçilerin ekseriyeti tarafından teyid edilmiştir. İmam Askeri (as.)'ın halası Hakime'den rivayet edilen hadisde, İmam'ın doğumu ile ilgili nisbeten dakik bilgiler verilmiştir.
Hakime hatun şöyle diyor: imam Askeri (a.s.) bir elçi göndererek buyurmuştu: "Bu akşam iftar vakti bizim yanımıza gel; gel ki Allah, kendi hüccetini ve benden sonraki halifesini sana göstermekle seni şad ve hoşnut etsin." O akşam İmam Askeri (a.s.)'ın evine gittim ve İmam'ın oğlu doğuncaya kadar orada kaldım.[8]
Hakime hatun başka bir rivayette şöyle diyor: Ondan sonraki gün yine kardeşimin oğlunun evine geldim, ama O çocuğu görmedim. Kardeşimin oğlundan O'nu sordum, şöyle dedi: "Musa'nın annesi oğlunu kime teslim ettiyse, biz de oğlumuzu O'na teslim ettik.
Yedi gün sonra İmam'ın emriyle yine O'nun evine gittim. Kardeşimin oğlu (İmam Askeri) kucağındaki çocuğuna hitab ederek "Konuş oğlum." dedi. O da konuşmaya başladı. Şehadeteyni söyledikten, masum İmamların her birinin imamet ve velayetine tasrih ettikten sonra şu ayeti okudu:
"Mustazaflara (zalim güçlerin zulmü altında olan Allah'a tapanlara) minnet bırakıp onları yeryüzünün önder ve varisi kılmak istiyoruz."[9]
Dr. Casim Hüseyin, Hz. Bakiyyetullah (a.f.)'ın doğumuyla ilgili rivayetlerdeki bazı işaretlere değinerek şöyle istinbat ve istidlal ediyor: O hazret dünyaya geldikten sonra, düşmanlardan uzak tutulmak, gizletilmek için Medine'ye götürüldü.[10]
Hz.MEHDİ (a.f.)'İN ANNESİ:
O hazretin annesinin adı hakkında muhtelif rivayetler mevcuttur. Şeyh Tusi'den nakledilen bir rivayette O hazretin annesinin adının Reyhane olduğu belirtilmiş ve bunun hemen ardından da ona Nergis, Saykel ve Susen denildiği de zikredilmiştir.[11] Şehid'in naklettiğine göre bazdan, onun adının Meryem bint'ü Zeyd-il Aleviye olduğunu söylemişlerdir.
[12] Fakat Şehid, bunun zayıf bir ihtimal olduğunu belirtmiştir. Hz. Bakiyyetullah (a.f.)'ın doğumu hakkındaki rivayetlerin en meşhur ve en müstenedi olan Hakime hatunun rivayetinde onun adının Nergis olduğuna tekid edilmiştir.[13]
Bazı araştırmacıların görüşüne göre onun asıl adı Nergis'dir, fakat imam Cevad (a.s.)'ın kızı Hakime'nin, Saykel isminin dışındaki isimleri ona takmış olması muhtemeldir. O zamanın halkı cariyeleri memnun etmek için onlan değişik isimlerle çağırırlardı. Nergis, Reyhane ve Susen çiçek ismidirler.[14]
İMAM ZAMAN (a.f.)'İN DOĞUMU
İmam Hasan Askeri (a.s.)'ı kontrol altında tutmak için Samirra ve Bağdat'a hakim dan Abbasilerin yapmış olduğu faaliyetlerden dolayı, önemli bir mesele olan imam Zaman (a.f.)'in doğumu gizli tutulmalıydı.
O hazretin doğumunun gizli tutulmasının bir başka nedeni de şuydu ki, o zamanlar İmam Zaman (a.f.)'in gaybet edeceği dillerde dolaşmaktaydı ve- Bern Abbas ise şianın imamet yolunu her nasıl olursa olsun kapatmak istiyordu.
Şeyh Müfid, İmam Zaman (a.f.)'in yaşam tarihi hakkındaki yazısının başlarında şöyle demiş: O dönemdeki birtakım zorluklardan ve de Allah'ın son hüccetini bulmak için zamanın sultanının çok sıkı ve amansız bir arama operasyonu başlatmış olduğundan dolayı, O hazretin doğumu herkesten gizil tutuldu.[15]
Önceleri hidâyet imamlarından nakledilen rivayetlerde O hazretin esrarengiz doğumuna işaret edilmiş ve hatta bu, O'nu tanımanın delillerinden biri olarak tayin edilmişti.[16] On birinci İmam'ın oğlunu bulmak için Abbasilerin durmadan çalıştıkları tarih kitaplarının çoğunda yazılıdır.
Kum şehrinin vergisini toplamakla görevli olan Ahmed b. Übeydullah b. Hakan, İmam Askeri (a.s.)'m evinin aranması hakkında ayrıntılı bir bilgi vermiş ve bu arada dakik konulara değinmiştir. O şöyle diyor: İmam Askeri (a.s.)'ın rahatsız olduğu yayıldı. Halife, babamı yanına çağırttı.
Babam dar'ül hilafeye gidip halifenin güvendiği, itimad ettiği ve yakın memuru olan beş kişiyle birlikte döndü. Babam onlara, imam'ın evini gözetlemelerini ve O'nun her anından haberdar olmalarını emretti.
Daha sonra da bazı doktorları çağırdı ve onlara, gece gündüz İmam'ın yanında durmalarını emretti, iki veya üç gün sonra İmam'ın durumunun kötüye gittiğini haber verdiler, ona. O da tabiblerin sıkı bir şekilde İmam'ı gözetlemelerini emretti.
Daha sonra kadıların reisine gidip, takva ve din açısından tamamen güvendiği on kişiyi gece gündüz İmam'ın evinde kalmaları için oraya göndermesini istedi.
İmam (a.s.) dünyadan göçünceye kadar bu durum aynen devam etti. Bu hadiseden sonra halifenin emriyle İmam'ın evi dakik bir şekilde arandı, her şey mühürlendi ve ondan sonra da İmam'ın oğlunun bulunması için sıkı bir arama operasyonu başlatıldı. Bu doğrultuda cariyelerin hangisinin hamile olduğunu ortaya çıkarmak için cariyeler bile gözaltına alındı.
Hamile olduğu hususunda şüphelendikleri bir cariyeyi bir odaya kapattılar ve hamile olmadığını anlayıncaya kadar odadan çıkarmadılar. Daha sonra da İmam'ın bıraktığı mirası, annesi ve kardeşi Cafer arasında taksim ettiler.
Bu rivayette bunlar anlatıldıktan sonra Cafer'in fırsat perestliğine ve kardeşi İmam Askeri (a.s.)'ın yerine geçmek istediğine işaret edilmiştir. Cafer, Übeydullah b. Hakan'dan, kendisini İmam Askeri (a.s.)'ın halifesi olarak tanıtmasını istedi ve o da Cafer'in bu isteğini reddetti.[17]
Başka bir rivayet şöyledir: İmam Askeri (a.s.)'ın dünyadan göçtüğünden haberdar olmayan Kum'da yaşayan bazı şialar, şer'i vücuhatı (şer'in tayin ettiği maddi borçlarını) ödemek için Samirra'ya geldiler. Samirra'ya girdikten sonra onları Cafer-i Kezzab'ın (yalancı) yanına götürdüler.
Kum'dan gelen şialar önce Cafer'i imtihan etmek istediler ve bu amaçla da "Yanımızda getirdiğimiz paranın ne kadar olduğunu biliyor musun?" dediler. Cafer, paranın miktarını bilmediğini söyledikten sonra "Sadece Allah gayıpdan haberdardır." dedi. Neticede Kum şiaları parayı ona vermekten çekindiler.
Bu sırada biri gelip onlara bir ev gösterdi. Onlar da kendilerine gösterilen eve gittiler ve beraberinde getirdikleri paranın ne kadar olduğu kendilerine söylendi, onlar da getirdikleri parayı, paranın miktarını söyleyen şahısa teslim ettiler. Cafer bu durumu Mutamid'e bildirdi ve Mutamid'in emriyle İmam'ın evi ve hatta komşuların evleri yeniden arandı.
İşte burada Sakil adında bir cariye, İmam Zaman (a.f.)'in canını korumak amacıyla hamile olduğunu söyledi. Bu cariye tutuklanıp götürüldü. İki sene gözaltında tutulduktan sonra hamile olmadığı anlaşılınca serbest bırakıldı.[18]
Cafer'in tahrikleriyle birlikte zamanın halifesi tarafından gösterilen bu .şiddetli hassasiyetin tek nedeni, on ikinci İmam'ı kontrol altına alamasalar bile, en azından İmam Hasan Askeri (a.s.)'ın oğlunun olmadığını duyurabilmeleriydi.
İşte bu nedenle de daya bir hakikat süsü vermek için güvendikleri kişileri imam'ın evine yerleştirmişlerdi ve böylelikle de şiaları bir başıboşluk ve teklifsizlik içinde bırakmak istiyorlardı.
Şeyh Tusi bu rivayetin devamında şunları da eklemiştir: Onların İmam'ın evine yerleştirilen güvenilir adamları O hazretin öldüğüne şehadet ettiler.[19] Ancak hakikat şu ki, bu konu hakkında önceden hazırlanmış düzenli ve dakik bir plan doğrultusunda O hazretin veladet meselesi halkın gözünden ve hatta şiaların büyük bir bölümünden gizli tutulmuştu. Bununla birlikte bu mesele pek de sorun yaratmadı.
BAZI ŞİALAR İMAM ZAMAN (a.f.)'İN VELADETİNDEN HABERDAR İDİLER
Tabii ki Allah'ın son hüccetinin doğumundan kimse haberdar olmamış veya veladetinden sonra O hazret! görmemiş değildi. İmam'ın itimad ettiği bazı şiiler, vekillerinden bir grubu ve ayrıca İmam'ın evindeki hizmetçiler bundan haberdar idiler. Şeyh Müfid, İmam'ın bazı ashabından, hizmetçilerinden ve yakın dostlarından, onların İmam Zaman (a.f.)'i gördüklerini nakletmiştir.
Muhammed b. İsmail b. Musa b. Cafer, İmam Cevad (a.s.)'ın kızı Hakime hatun, Ebu Ali b. Mutahhar, Amr-ı Ahvazi ve evin hadimi Ebu Nasr Turayf İmam Zaman (a.f.)'i görenler arasındadırlar.[20] İmam Hasan Askeri (a.s.) böylece kendi oğlunu bazılarına göstermiş ve İmam olarak tanıtmıştı.
Şeyh Küleyni, Zav' b. Ali Aceli'den şöyle rivayet etmiştir: İmam Askeri (a.s.)'ın evinde hizmetçilik etmek için Samirra'ya giden. Ve evin alış-verişini yapmakla görevlendirilen Fars ahalisinden olan İranlı birinin, İmam Askeri (a.s.)'ın takriben iki yaşında olan kendi oğlunu ona gösterip "Sizin sahibinizdir, bu." dediğini ve İmam dünyadan göçünceye kadar bir daha da O çocuğu görmediğini Zav' b. Ali'ye söylemiştir.[21]
Muhammed b. Osman-ı Ömeri diğer kırk kişiyle birlikte İmam Askeri (a.s.)'ın huzurundayken Bakiyyetullah (a.f.)'le çok önemli bir görüşme yaptılar. Muhammed b. Osman-ı Ömeri İmam Zaman (a.f.)'in sonraki vekillerinden biridir. İmam Askeri (a.s.) oğlunu onlara göstererek şöyle buyurdu:
"Bu, benden sonra sizin İmamınız ve sizin aranızdaki halifemdir, O'na itaat edin. Benden sonra din hususunda ihtilafa düşmeyin, aksi taktirde helak olursunuz. Bundan sonra da asla O'nu göremezsiniz."
Bu rivayetin devamında, ondan birkaç gün sonra İmam Askeri (a.s.)'ın dünyadan göçtüğü belirtilmiştir.[22]
Şeyh Tusi de bu rivayeti nakletmiş ve o kırk kişi arasında bulunan şia büyüklerinin bazısını şöyle sıralamıştır: Ali b. Bilal, Ahmed b. Hilal, Ahmed b. Muaviye b. Hakim ve Hasan b. Eyyüb b. Nuh.[23]
Muntahab'ül Eser, bu hususda başka rivayetler de nakletmiştir.
O dönemde İmam'ın adını söylemek yasaklanmıştı ve İmam Askeri (a.s.), şiaların "el-Hüccetü min âl-i Muhammed (s.a.a.)" unvanıyla O'nu anmalarını tekid etmişti.[24]
İMAM ASKERİ (a.s.)'IN VEFATINDAN SONRA İHTİLAF
Abbasi halifelerinin İmamlar için yarattıkları siyasi sorun ve baskılar, İmamlar ile şialar arasında düzenli bir irtibatın kurulmasında bazı sorunlar icad ediyordu.
Bu sorunlar bizzat bir İmam'ın vefatı ile bir sonraki İmam'ın imametinin tanınması arasında ortaya çıkıyordu. Şialardan bir grubu kendi imamını tanımada şüpheye düşüyor ve ortaya çıkan yeni fırkaların ve düşüncelerin batıl olduğu anlaşılıncaya ve de yeni İmam tamamen tanınıncaya kadar uzun bir süre geçiyordu.
Ancak bazen bu sorunlar öylesine şiddetli oluyordu ki, bir şia grubunu asıl gövdesinden ayırabiliyordu. İşte Vakıfa Fatehiye ve hatta İsmailiye bite öyle bir sorun neticesinde ortaya çıkmış ve mukavemet göstermişti.
İmam Askeri (a.s.)'ın vefatından sonra bu sorun daha da güçlendi. Çünkü İmam Zaman (a.f.)'in veladeti, korunması ve imameti tamamen gizli bir şekilde yapılmış ve ayrıca gaybet dönemi de başlamıştı.
Hz. Hüccet (a.f.)'in imametinin tek güçlü dayanağının bir bölümünü, Mehdevilik inancı ve onun gerektirdiği bazı hususlarla ilgili mevcut olan büyük hadisi miras ve diğer bir bölümünü de bir yandan güçlü bir irtibat sisteminin gerçekleştirilmesi ve İmam Askeri (a.s.)'ın ashabının arasında şianın bazı meşhur şahsiyetlerinin ve başka bir taraftan da O hazretîn şialarının sahnede olmaları ve böyle bir irtibat içinde bulunmaları teşkil etmekteydi.
İmam Askeri (a.s.)'ın vefatından sonra şialar arasında ortaya çıkan ihtilafın keyfiyet ve sebebi "el-Makalat vel-Fırak" ve "Fırak'uş Şia" kitaplarında detaylı bir şekilde nakledilmiştir.
Şeyh Müfid, Navbahti'nin mezkur kitabındaki rivayetini özetleyerek ve bazı eklemelerde bulunarak nakletmiş ve eleştirmiştir. Eş'ari, İmam Askeri (a.s.)'dan sonraki İmam hakkında şiaların on beş gruba ayrıldığını her birinin kendine özgü itikadı olduğunu ve hatta bazılarının onbirinci İmam'ın imameti hakkında bile şüpheye düştüğünü yazmış ve onbeş fırkanın adını da zikretmiştir.
Navbahti önce dört fırkanın adını saymış ancak onların her birinin inançları hakkında açıklama yaparken on üç fırkadan söz etmiştir. Şeyh Müfid, Navbahti' den naklen on dört fırkanın adını sıralamıştır.[25] Şeyh Tusi de bu fırkaların konuya asıl bakış açılarını -aşağıda tertipleyip belirteceğiz, onları- nakletmiş, rivayetlere ve kelami istidlallere dayanarak onları eleştirmeye başlamıştır.[26]
Bu fırkaların inançlarını bir araya toplayarak şöyle diyebiliriz: Bu fırkalar usul açısından şu beş fırkaya taksim edilebilir:
1 —İmam Askeri (a.s.)'ın vefatına inanmayan ve O'nu âli Muhammed'in Mehdi'si bilip hayatta olduğunu kabul edenler: "Vakife"
2 —imam Askeri (a.s.)'ın vefatından sonra O hazretin kardeşi Cafer b. Ali el-Hadi'yi İmam kabul edenler. Bunlar İmam Askeri (as.)'ın oğlunu görmediklerinden dolayı Cafer-i Kezzab'ın imametine inandılar. Bunlardan bir grubu Cafer'i, onbirinci İmam'ın halifesi olarak ve diğer bir grubu da onbirinci İmam olarak kabulettiler: "Caferiye".
3— İmam Askeri (a.s.)'m imametini inkar ettikten sonra İmam Hadi (a.s.)'ın ilk oğlu Muhammed'in imametine inananlar. Muhammed, henüz babası İmam Hadi (a.s.) hayattayken öldü: "Muhammediye".
4— Bazıları da şuna inanıyorlardı: Resulullâh (s.a.a.)'den sonra peygamber gelmeyeceği gibi, İmam Askeri (a.s.)'m vefatından sonra da bir İmam olmayacaktır.
5— Şiaların büyük bir çoğunluğunu oluşturan İmamiye ise Hz. Mehdi (a.s.)'in imametine inandılar.[27]
Bu fırkalar arasında sadece Cafer b. Ali'nin imametine inananlar bazı meşhur kişiler tarafından desteklendi. Navbahti'nin yazdığına göre Ali b. et-Tahi adındaki Küfe mütekellimlerinden biri onları destekledi ve -Gulatın meşhurlarından olan-Faris b. Hatem-i Kazvini'nin bacısı da bu hususta ona yardımcı oldu.[28]
Bu fırka varlığını sürdüremedi, çok geçmeden unutuldu. Çünkü onların imam olarak bildikleri Cafer fasık idi ve bu da ortadaydı. Şia açısından fasıklık takiyyeye hamledilemez, ta ki; takiyyeden yararlanarak işlerini tevil etsin.[29]
Şeyh Müfid, şialardan- birinin bile onun imametini kabul etmediğine inanmaktadır.[30]
Bu güne kadar varlığını koruyabilen ve tarih boyunca daima filizlenen ve yayılan tek fırka İmamiye fırkasıdır. İmam Hasan Askeri (a.s.)'ın oğlu Hz. Mehdi (a.f.)'in imametini kabul eden bu fırka, şiaların hemen hemen hepsini kendine çekebilmiştir. Bu da şunu göstermektedir ki, böyle bir tahavvul için önceden tertiplenen mukaddime ve teşebbüsler öyle dakik ve sağlam idi ki şianın ekseriyetini, bozucu gruplaşmalar vadisine düşmekten korumuş ve önlemiştir.
Şeyh Müfid, 373 yılında bu kitabını telif ettiği zamanda bu mezkur dört fırkadan sadece İmamiye'nin varlığını koruyabildiğini vurguluyor ve onu şöyle vasfediyor:
İmamiye, sayı açısından en büyük ve ilmi açıdan da en zengin şia fırkasıdır. İmamiye, büyük bir ölçüde kelam alimlerine, nazir, salih ve abid fakihlere, hadis alimlerine, edib ve şairlere sahip olmuştur, işte bunlar İmamiye'nin çehresi, büyükleri ve diyanette itimad edilir kimselerdir.[31]
Bununla birlikte, bu meselenin şialar için bazı sorunlar yarattığına da "dikkat etmek gerek. Çünkü gaybet meselesi, Resulullah (s.a.a.)'den ve hidayet İmamlarından nakledilen birçok rivayetlerde mevcut olmasına rağmen yine de avam halkın zihninde bazı şüpheler doğuruyordu. İşte bu yüzden de şia alimleri asıl ilmi çalışma alanlarından birini de gaybet konusuna ve onun yan meselelerine ayırıyorlardı.
Muhammed b. İbrahim-i Nümani, şialar arasında ortaya çıkan ve onların ihtilafa düşmesine sebep olan şüpheleri gidermek için "el-Gaybet" kitabım telif etmiştir.[32] Önün kendisi bu şüphelere sebebiyet veren şeyin, gaybet meselesiyle ilgili hadislere teveccüh etmemek olduğunu söylemiş ve kendisi bu önemli hususu yerine getirmiştir.
Nümani bu kitabını hicri dördüncü yüzyılın ilk yarısında telif etmiştir ve Nümani'den başka birçok alimler de bu hususta teliflerde bulunmuşlardır. Buna örnek olarak Şeyh Müfid'i gösterebiliriz. Onun dördüncü yüzyılda Hz. Bakiyyetullah (a.f.)'in gaybetiyle ilgili yazdığı bir kaç risalesi vardır.
Necaşi, Rical kitabında onların adini zikretmiştir.[33] Şeyh Müfid'den sonra, bu hususta en önemli eseri beşinci yüzyılda (447 Hicri) Şeyh Tusi yarattı. Zamanın ilerlemesiyle gaybet meselesinin, incelenmesi ve fer'i meselelerinin cevaplanması haliyle kaçınılmaz olmuştu.[34] Şeyh Tusi de kitabının başında bunun bir zaruret olduğuna değinmiştir.[35]
PEYGAMBER (s.a.v.)'İN VE ŞİA İMAMLARININ GAYBET MESELESİNE ZEMİN HAZIRLAMALARI
Gaybet meselesiyle ilgili kelami bahislerin yanı sıra, Hz. Hüccet (a.f.)'in gaybet ve kıyamı hakkında masum İmamlardan nakledilen birçok rivayetlerin ashabın elinde mevcut olduğu kesindir.
-Bu son zamanlarda bir mücem halinde bir araya getirilen- Bunca rivayetler, hiçbir İmam'ın bu meseleden uzak kalmadığını ve hepsinin bu hususta tekid ettiğini göstermektedir.
Biraz önce bahsettiğimiz mücemin iki cildini kendine ayıran gaybetle ilgili Resulullah (s.a.a.)'ın hadislerinin yanı sıra, hidayet İmamlarının her birinden de gaybetin muhtelif boyutları, Mehdevilik ve kastedilen mısdakın tayini hakkında birçok hadisler nakledilmiştir ki bunlar altı yüzü aşmaktadır.[36] Bu da şianın rivai kanusunda Mehdeviyefin büyük bir önem taşıdığını göstermektedir.
Çünkü -herhangi bir sebeple dünyadan göçen- masum İmamların her birinden sonra ve hatta bazen hayatta olduklarında bile O'nun Mehdi olduğu düşünülüyordu. Şia fırkalarıyla ilgili Eş'ari ve Navbahti' nin bahislerinden de anlaşıldığı üzere, şianın bölünmesine neden olan en önemli şey, Mehdeviyet inancı olmuştur.
Ashabın bazısı yanlışlıkla bunu dile getirmiş ve neticede -mahdut da olsa- bir fırka ortaya çıkmıştır. Şuna da dikkat etmek gerekir ki İmamlar hariç, Muhammed b. Hanefiye, Nefs-i Zekiye[37] ve diğer birçoklarının Mehdi olduklarına inanma meselesi asıl Mehdeviyet konusu üzerindeki tekidden kaynaklanmıştır.
Bu doğrultuda Abdullah b. Muaviye b. Abdullah b. Cafer'in (ölümü 129) bazı dostları onun Mehdi olduğunu iddia etti. İmam Bakır (a.s.)'ın da Mehdi olduğu iddia edildi fakat İmam (a.s.) şiddetli bir şekilde bunu reddederek tepki gösterdi.
[38] İmam Sadık (a.s.)'ın oğlu İsmail'in, hatta İmam Sadık ve İmam Kazım (a.s.)'ın[39] ve de Abbasi hilafetine karşı kıyam eden Hasan b. Kasım (ölümü 404), Yahya b. Ömer, Muhammed b. Kasım vb. gibi önderlerin de Mehdi olduğu iddia edildi.[40]
İslam'ın ilk asırlarında şialar ve de sünnüler arasında çıkan bunca Mehdeviyet iddiası, Mehdeviyefin Müslümanlar arasında sabit ve kesin bir asi olduğunu ve sadece asıl Mehdi'nin kim olduğu hususunda bir takım sorunlar çıktığını göstermektedir. Sonraki asırlarda da özellikle hicri sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda birçok Mehdeviyet iddiasında bulunulduğunu görmekteyiz.
Bu da Resulullah (s.a.a.)'in ve masum İmamların Mehdeviyetin aslı hakkında özel bir zemin hazırladıklarını göstermektedir.
Mes'udi Mehdeviyet ve gaybet hakkında hazırlanan zeminin, bizim zikrettiğimiz şeyden farklı bir şey olduğunu söylemiştir. O, "İsbafül Vasiyyet" kitabında onuncu ve on birinci İmam'ın özel tutumlarına ve şiaların doğrudan onlarla görüşememelerine ve vekiller aracılığıyla bu iki İmamla irtibat kurulduğuna değindikten sonra "işte bu meseleler onikinci İmam'ın gaybetinin zemin ve mukaddimelerini hazırladı." diyor.[41]
Hz.MEHDİ (a.f.)'İN İMAMETİ HÂKKINDAKİ ŞİANIN KELAMİ GÖRÜŞLERİNİN ROLÜ
Bir İmam'ın vefatından sonra diğer bir İmam'ın O'nun yerine geçmesi hususundaki şiaların kelami inançları, yeni İmam'ın durumunun teshilinde önemli bir rol ifa ediyordu. Bu inançlar şialar arasında az çok resmiyet bulmuştu ve onların çerçevesinden çıkmak da doğru değildi. Hz. Mehdi (a.f.)'ın imameti hakkında bu inançların bir kısmı gündeme geldi.
İmamiye'nin Hz. Mehdi (a.f.)'in imameti hususunda gündeme getirdiği meselelere dayanan Navbahti ve Eş'ari'nin rivayeti, şianın imametle ilgili üçüncü yüzyıldaki kelami görüşlerini göstermektedir. Sonraları şianın İmamet hakkındaki kelami temelleri bu görüşler üzerine kuruldu.
Navbahti, şia fırkalarından on ikincisi olan İmamiye hakkında bahsederken bu temel görüşlerin bazısına da şöyle değinmiştir:
1- Yeryüzü hüccetsiz olamaz.
2-İmam Hasan ve Hüseyn (a.s.)'dan sonra iki
kardeşin imametleri mümkün değildir.
3-Yeryüzünde yaşayan iki kişi bile kalsa mutlaka onlar
dan biri Allah'ın hücceti olacaktır.
4-Kendi imameti sabit olmayan birinin oğullarının imameti de caiz değildir. Mesela: İmam Sadık (a.s.)'ın oğlu İsmail, kendi babası hayattayken -imamet makamına varmadan- öldüğü için onun oğlu Muhammed de imamet makamına sahip olamaz.
Daha sonra sözlerine şunu da ekliyor: Bu temel görüşler Sadık İmamlar (a.s.)'ın rivayetlerinden alınmış ve hiç bir şia da bunu ret veya inkar etmeye kalkmamıştır. Bunların tariklerinin sahih olduğunda ve senetlerinin sağlam ve muteber olduğunda İmamiye'nin hiçbir şüphe ve tereddüt yoktur.
Şia açısından, yeryüzü bir lahza bile Allah'ın hüccetinden boş olamaz. Çünkü bu surette yeryüzü ve onda bulunan her şey ansızın birbirine girer, darmadağın olur. Biz İmam Askeri (a.s.)'ın imametine ve imamet makamında dünyadan göçtüğüne itikad ve itiraf ediyoruz.
Ve inanıyoruz ki O'nun kendi sulbünden olan biri O'nun yerine imamete geçmiş, O hazretten sonra ümmetin imametini üstlenmiştir. Bir gün Allah'ın izniyle gaybet perdesinin ardından çıkıp gelecek ve imametini aşikar edecektir. Çünkü O'nun gaybete çekilmesi de, zuhur etmesi de Allah'ın elindedir. Emir-ül Müminin (a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ım, sen, hüccet ve beyyinatının boşa çıkmaması için yeryüzünü zahir ve meşhur veyahut da gizli ve tanınmayan bir hüccetten boş bırakmazsın."
İşte biz buna emr olunmuşuz ve bu inancın teyidinde de önceki İmamlarımızdan rivayet edilen sahih hadisler elimizde mevcuttur. Allah'ın işlerinde inceleme yapmak ve O'nun gizli tutmak istediği şeyleri keşfetmeye çalışmak, bilmedikleri şey hakkında yorum yapmak, hüküm vermek Allah'ın kullarına yakışmaz.
Emr olunmadığımız sürece O hazretin mübarek adını dile getirmemiz ve O'nun yerini öğrenmek için soru sorma ve incelemelerde bulunmamız caiz değildir.
Daha sonra da sözünün devamında takiyye meselesini konu edip-İmam Sadık, Kazım ve Rıza (aleyhim-ûs selam)'ın takiyyeye riayet ettiklerine ve şiaların da gaybetin başladığı şartlar altında takiyye etmelerinin O hazretlerin döneminden daha çok önem taşıdığına değiniyor.
Ve sonunda da konunun isbatında, O'nun veladetinin gizli olacağını ve mukaddes adının bilinmeyeceğini ve cihanşümul kıyamından az bir süre önce kendini tanıtacağını içeren rivayetlere istinad etmiştir.[42]
Onbirinci İmam'ın hilafeti hakkında yanlış düşünen bazı grupların inançlarını reddetmek amacıyla, Şeyh Müfid de bu delillerin hemen hemen aynısına değinmiştir. Şeyh'in değindiği önemli temel konulardan biri, yeryüzünün hüccetsiz olamayacağı ve de şu hadisdir: "Kendi zamanının imamını tanımadan ölen herkes cahiliyet ölümüyle ölmüş demektir.[43]
Şeyh Tusi de, "el-Gaybet" kitabında İmam Askeri (a.s.)'m vefatından sonra ortaya çıkan grupların görüşlerinin reddinde bu rivayetlere ve bu rivayetlerden anlaşılan bazı delillere değinmiştir.[44]
"Yeryüzü Allah'ın hüccetinden boş olamaz." aslına ilaveden Kur'an'ın iki ayeti de, Mehdeviyetin iki önemli kelami dayanağı olarak nazil olmuştur.
1—Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. [45]
2—Andolsun, biz Zikir'den sonra Zebur'da da: 'Şüphesiz Arz'a salih kullarım varisçi olacaktır.' diye yazdık.[46]
Şeyh Müfid, İmam Zaman (a.f.) hakkındaki yazısının başında bu iki ayete ve de meşhur bir nebevi hadise istinad etmiştir. Hadis şöyledir:
"Dünyanın sonu gelmeden önce Allah, Ehl-i beytimden benim adımı taşıyan birini gönderecektir. O, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduktan sonra yeryüzünü adaletle dolduracaktır"[47]
Hz. MEHDİ (a.f.) VE ÖZEL NAİBLER
İmam Askeri (a.s.)'ın 260 yılında vefat etmesinden hemen sonra "Gaybet-i Sûğra" başladı ve İmam Zaman (a.f.)'in son naibinin vefat ettiği 329 yılına kadar devam etti. Ondan sonra da "Gaybet-i Kübra" başladı.
Gaybet-i sûğra döneminde İmam Zaman (a.f.), özel dört naibi vasıtasıyla şialarla ilişkide olup onların mali, akideti ve fıkhi meselelerini hallediyordu. O hazret ile şialar arasındaki vasıtalar önceki imamların güvendikleri dört kişiydi. Bunlar birbiri ardınca bu tehlikeli görevi yüklendiler ve Hz. Mehdi (a.f.)'in "Nüvvab-ı Hasse"si (özel naipleri) diye meşhur oldular.
Bu naibler İmam Zaman (a.f.) tarafından, O hazretin muhtelif şehirlerdeki vekilleriyle irtibatta idiler, şiaların mektup ve isteklerini O hazrete iletiyorlardı. İmam Zaman (a.f.) da bunların cevabında bazı mektuplar gönderiyordu.
Bu arada dikkati çeken önemli bir husus şu ki, gaybet-i sûğra döneminde sadece Hz. Bakiyyetullah (a.f.) değil, O hazretin özel naibleri de tanınmıyorlardı ve. dikkat çekmeyecek bir şekilde çalışıyorlardı.
Hatta Hz. Mehdi (a.f.)'in diğer İslami şehirlerdeki vekilleri de böyle bir çalışma tarzını seçmişler ve bu metoda uymuşlardı. Ateşli düşüncelerden, inkilabi programlardan ve halifeler aleyhine yakın bir zamanda kıyam etmekten nisbeten uzak diye tanınan İmami şialar, haliyle hükümetin baskı ve eziyetlerine daha az maruz kalıyorlardı.
Ve bu yüzden de ehl-i hadis ve ehl-i sünnet mezhebinin aşırı savunuculuğunu yapan Abbasi hilafetinin merkezi olan Irak'ta kendi mevcudiyetini korudu ve bütün İslam beldelerindeki şiaları içeren, onları birbirleriyle irtibata geçiren dakik ve düzenli bir örgütlenme hareketini başlattı.
Bu siyaset öylesine ilerledi, öylesine faydalı oldu ki, kısa bir süre içinde halifenin bulunduğu Bağdat şehri, şiaların asıl merkezlerinden biri haline geldi. Şiaların, Abbasi hükümetini zalim ve gayri meşru bir hükümet bildikleri halde onun aleyhine açık bir girişim ve faaliyette bulunmamalarından kaynaklanıyordu, bu başarı.
Bu yüzden yayılma ve nüfuzlarını arttırma için Bağdat'ın kapısı açıktı, onlara. Şianın büyüklerinden bazılarının Abbasi hükümetine nüfuz etmeleri ve hatta vezirlik görevini bile yüklenmeleri şiaların o dönemde takip ettiği ve masum imamlarınca caiz görülen özel siyasetlerden biriydi.[48]
Şimdi İmam Zaman (a.f.)'in özel naiblerinin isimlerini ve daha sonra da O hazretin emriyle yaptıkları işleri anlatmak istiyoruz.
1-OSMAN B. SAİD ÖMERİ-İ SAMMAN (r.a.)
Bu şahıs İmam Zaman (a.f.)'in ilk naibidir. Osman b, Said faaliyetlerini gizli tutmak ve gizlemek amacıyla (yağ alım satımı ticaretiyle uğraşmış ve) bu lakabla meşhur olmuştur. Osman, İmam'a iletilmesi için kendisine verilen mâlları yağ kutularına yerleştirerek İmam'ın yanına götürüyordu.[49] İmam'ın bazı vekilleri de bu metodu seçmişlerdi.
Mesela, Muhammed-i Kattan parça satıcısı olarak, kendine verilen malları İmam'a iletiyordu.[50] Şeyh Tusi kıymetli kitabı "el-Gaybet"te Osman b. Said'den bazı rivayetler nakletmiştir. Şeyh Tusi şöyle demiştir: O, Esed kabilesinden olup Hz. Askeri (a.s.)'ın vekillerinden sayılıyordu.
Ondan önce de İmam Hadi (a.s.)'ın itimad ettiği şahıslar arasında yer almıştı. İmam Hadi (a.s.) onu muvassak ve itimad edilir biri olarak kendi ashabına tanıtmıştı.[51] Yemen şialarından bir grubu İmam Askeri (a.s.)'in huzuruna vardıklarında, O hazret Osman b. Said'i vekili olarak tanıttı ve onların beraberinde getirdikleri mallan teslim alması için Osman b. Said'i görevlendirdi.
[52] İmam Askeri (a.s.) dünyadan göçtükten sonra Osman b. Said, İmam'ı gusül etti, kefen giydirdi. Ve O hazretin pak bedenini kabre koydu.[53] Bazıları Osman b. Said'in 280 yılında öldüğünü söylemişlerdir, ihtimalin Osman, hicri 267 yılından önce ölmüştür.[54]
2- EBU CAFER MUHAMMED B. OSMAN B. SAİD-İ ÖMERİ (r.a.)
Hz. Mehdi (a.f.)'in ikinci özel naibi de Ebu Cafer Muhammed'dir. Muhammed'in babası Osman b. Said öldükten sonra Hz. Mehdi (a.f.) ona bir mektup yazarak başsağlığı dileyin de ve hayır duasında bulunduktan sonra işlerle onu görevlendirdi.[55] O da babası gibi İmam Askeri (a.s.)'ın itimad ettiği yakın ashabından idi. O hazret bir rivayette bu hususta şöyle buyurdu:
"Ömer ve oğlu, her ikisi de muvassak ve itimad edilir kimselerdir. Size ilettikleri her şeyi benden iletiyorlar ve dedikleri her şey bendendir. Onların sözünü dinle ve onlara itaat et. Onlar benim emin ve muvassak bildiğim kimselerdir." [56]
Gulüv ehlinden bazıları ona muhalefet etmelerine rağmen yine de şiaların çoğunluğu ona itaat ettiler ve onun adil olması hususunda asla şüpheye kapılmadılar.[57] O hicri 305 yılına kadar yaşadı.
İmam'la halk arasında aracılık yaptı, İmam'ın muhtelif yerlerdeki vekillerini kontrol etti, yönlendirdi ve memuriyeti boyunca naibliğini teyid eden bazı mektuplar İmam tarafından sadır oldu.[58] Şeyh Tusi'nin yazdığına göre, onun hadis hakkındaki telifleri Hüseyn b. Revh ve daha sonra da Eb'ul Hasen-i Semuri'nin eline geçmiştir.[59]
3 - EB'UL KASIM HÜSEYN B. REVH (r.a.)
Ebu Cafer ömeri'nin itimat ettiği ve Bağdat'taki yakınlarından biri olan Hüseyn b. Revh de Hz. Bakiyyetullah (a.f.)'in üçüncü özel naibidir.[60] Ebu Cafer kendisine müracaat edenleri Hüseyn b. Revh'e göndermekle onun özel naibliği zeminini hazırladı ve ömrünün son günlerinde Hz.
Vellyy-i Asr (a.f.)'in emriyle onu kendi yerine tayin etti ve ondan sonra şialar mallarını teslim etmek için ona müracaat ediyorlardı.[61] İkbal "Hânedan-ı Navbahti" kitabında, Hüseyn b. Revh hakkında mufassal rivayetler nakletmiş ve onun, anne tarafından Navbahti hanedanından olduğunu söylemiştir.
Bunun sebebi de onun Kum'lu olarak anılmasıdır.[62] Hüseyn b. Revh İmam Askeri (a.s.)'ın ashabından idi, o Ebu Ali b. Hammam, Ebu Abdullah b. Muhammed el-Katib, Ebu Abdullah el-Bakistani, Ebu Sahi İsmail b. Ali Navbahti, Ebu Abdullah b. el-Vecna ve Bağdat'taki diğer şia büyüklerinin huzurunda Ebu Cafer ömeri'nin yerine getirildi.[63]
Ebu Cafer'in kızı Ümmü Gülsüm bir rivayette, Hüseyn b. Revh'in, babası Ebu Cafer dönemindeki üstün rolünü ve şialar arasındaki önemli konumunu ayrıntılarıyla açıklamıştır.[64] Aynı şekilde o, Abbasi halifesi Müktedir'in vezirlik makamını eline alan ve şia taraftarlarından olan âl-i Fırat döneminde hilafette nüfuz etmiş idi fakat şia muhalifleriyle işbirliğinde bulunan Hamid b. Abbas işbaşına gelince Hüsen b. Revh için bazı zorluklar yarattı.
Hamid b. Abbas'ın 311 yılında başa geçtiğinden, Hüseyn b. Revh'in zindandan çıktığı 317 yılına kadar onun yaşam tarihi hakkında dakik bir bilgi elimizde mevcut değildir. Sadece şunu biliyoruz ki, o 312 yılından 317 yılına kadar zindanda tutulmuştur.[65] Ondan sonra 326 yılının Şaban ayına kadar -ki bu tarihte dünyadan göçtü- Bağdat'ta önemli bir makama sahipti ve de âl-i Navbaht'ın hükümette nüfuzu olduğundan dolayı kimse onu rahatsız etmiyordu.
İkbal şöyle yazıyor: Eb'ul Kasım Hüseyn b. Revh, dost ve düşmanın itirafıyla kendi zamanının en düşünür ve en akıllı insanlarındandı.[66]
4 - EB'UL HASAN ALİ B. MUHAMMED-İ SEMURİ (r.a.)
Bu şahıs da İmam Zaman (a.f.)'in dördüncü özel naibidir. Ali b. Muhammed Hz. Bakiyyetullah (a.f.)'in emriyle Hüseyn b. Revh tarafından özel naibliğe nasbedildi ve 329 yılına kadar takriben üç yıl özel naiblik görevi yaptı. Eb'ul Hasan aslen Basra'nın etrafındaki köylerden birinden idi:
Bazı tarihçilerin nakline göre, İsmail b. Salih'in oğulları Hasan ve Muhammed ve de Ali b. Ziyad gibi ailesinin çoğu fertlerinin Basra'da birçok mülkleri vardı. Onlar bu mülklerin gelirinin yarısını İmam Askeri (a.s.)'a vakfetmişti. O hazret her yıl oranın gelirini alıyordu ve onlarla yazışıyordu.[67]
Hakikatta Semuri'nin döneminde ortaya çıkan en önemli 'mesele, Hz. Bakiyyetullah (a.f.)'in ona bir mektup yazarak yakın bir zamanda öleceği haberini vermesiydi. Semuri ölmeden birkaç gün önce bu mektup İmam Zaman (af.)'den sadır oldu. Bu mektubun metni Gaybet-i Kubra'nın başlangıcını da bildirmektedir. Mektubun metni şöyledir:
"Allah,' senin yokluğunda kardeşlerine büyük bir mükafat versin; altı gün içinde vefat edeceksin, işlerini toparla ve kimseye de, yerine geçmesi için vasiyette bulunma. Gaybet-i kübra zamanı gelip çatmıştır ve ben Allah'ın izni olmaksızın züfıür etmeyeceğim, o (zuhurum) da insanların kalpleri tamamen katılaştıktan, kasavetle dolduktan ve yeryüzü de zulümle haksızlıkla dolup taştıktan sonra gerçekleşecektir.
Bu arada bazıları, şialarımızın yanında, benimle irtibatta olduğunu ve görüştüğünü iddia edecektir. Şunu belirtmek gerekir ki, Süryani çıkmadan ve gökyüzü kükremeden -Süryanî'nin çıkması ve gökyüzünün kükremesi zuhurun alametlerindendir.-herkes böyle bir iddiada bulunursa, o bir yalancıdır (bilmiş olun)[68]
Bu mektup yeni dönemin ana hatlarını belirleyip, ondan önce diğer şia imamlarından nakledilen mektuplar ve hadislerin yanında şialar için yeni bir yol tersim etti.
2
12- İMAM MEHDİ (AS) 12- İMAM MEHDİ (AS)
ÖZEL NAİBLERİN ŞİALARLA İLGİLİ FAALİYETLERİNE KISA BİR BAKIŞ
Özel naiblerin cüz'i ve günlük işler dahil bütün işleri 'İmam Zaman (a.f.)'in direktif ve emirleri doğrultusunda gerçekleşiyordu. Buna göre biz İmam Zaman (a.f.) tarafından sadır olan mektuplardaki konular üzerinde çalışmamızı yoğunlaştırmalıyız.
-Gerçi onların büyük bir bölümü -bir zamanda bir araya toplanmış ve telif edilmişse de- maalesef ki bugün elimizde mevcut değildir.
Özel naiblerin faaliyetlerini birkaç yönde inceleyebiliriz:
a - Biz bundan önce de hidayet imamlarının çoğunun |yaşam tarihinde şuna değinmiştik ki, İmamların kültürel ve siyasi mübarezelerinin en köklü mihverlerinden biri, başta Gulat olmak üzere şialar içindeki fırkalarla mübareze etmek İdi.
Bu dönemde ortaya çıkan Gulat'tan biri, Nesiriye fırkası tesis eden Muhammed b. Nesir idi. Onun, İmam Hadi (a.s.)'ın zamanındaki ve O'ndan sonraki guluva dayalı iddiaları dillere düşmüştü. Şeyh Tusi şöyle diyor:
O, ikinci özel laibin zamanında, önceki Gulat gibi İmamların rububiyeti ve mahremlerle evlenmenin caiz olduğu vb. inançları yayıyor, terviç ediyordu. Ebu Cafer ona beddua ve lanet ederek ondan beri olduğunu söyledi. Onun ölümünden sonra izleyicileri üç fırkaya bölündü ve onlar da varlıklarını devam ettiremediler.[69]
Muhammed b. Ali Şelmağani önceleri İmamiye fakihlerinden ve İmamların vekillerinden biridiydi. O bir makama sahip olmasına rağmen, bir takım makam perestliklerden dolayı o da guluva sürüklendi ve bilhassa hulul nazariyesi üzerinde tekidle durdu.
O, eli altında bulunan Beni Bestam'ı aldatmaya çalışarak Hüseyn b. Revh'in ona lanet etme meselesini şöyle tevil ediyor ve diyordu ki, "Ben idrak ettiğim sırları ifşa ettiğimden dolayı Hüseyn b. Revh tarafından dışlanıyor ve telin ediliyorum."[70]
Şeyh Tusi'nin nakline göre, o şöyle düşünüyordu: Resulullah (s.a.a.)'in ruhu ikinci naibin bedenine ve Emir'ül Müminin Ali b. Ebi Talib (a.s.)'ın ruhu üçüncü naibin bedenine ve Fatimet'üz Zehra (aleyha selam)'ın ruhu da ikinci naib Ebu Cafer'in kızı Ümmü Kulsüm'e hulul etmiştir.
Hüseyn b. Revh de bu inancın açıkça küfr ve İlhad olduğunu söylüyor, halkın dikkatini onun yalan ve aldatmacalarına çekiyor, onun inançlarının, Nasara'nın Hz. İsa hakkındaki inançlarından ve Hallac'ın inançlarından teşkil olduğunu duyuruyordu.[71] Hüseyn b. Revh, Şalmağani'yi itibardan düşürmek için çok çalıştı ve nitekim İmam Zaman (a.f.)'in mektubu da onun bu mücadelesini teyid etti.[72]
Aynı zamanda Şalmağani'nin öğrencileri uzun bir süre İmamiye için bazı sorunlar çıkardı. Şianın kötü tanıtılmasına sebebiyet veren en önemli şeylerden biri şüphesiz o ve onun adamlarının iftiralarıydı. Gulat'a önderlik eden belirli şahısların dışında, zaman zaman şialar arasında da bir nevi guluv inançları ortaya çıkıyordu.
Şeyh Tusi'nin bu hususta naklettiği bir rivayet şöyledir: Bir grup şia, Allah'ın, İmamlara yaratma ve rızık verme gücü verip vermediği hususunda ihtilafa düştüler. Bazısı bunun doğru olduğuna ve diğer bazısı da böyle bir şeyin batıl olduğuna hükmettiler. Nitekim ikinci özel naib olan Ebu Cafer'in yanına gelip bu hususta onlar için Hz. Veliyy-i Asr (a.f.)'den bir mektup getirmesini istediler. İmam'ın cevabı şöyleydi:
"Her şeyi Allah yaratmış ve rızkı da O taksim eder. Çünkü O, ne cisimdir ve ne de bir çişime hulul eder. O'nun bir benzeri yoktur, O duyan ve görendir. Hidayet İmamları, Allah'tan istediklerinde Allah onların isteklerini icabet eder, onların hakkını yücelterek yaratır ve rızık verir."[73]
Gulüv inançlarının o zaman ciddi bir şekilde gündemde olduğu bundan anlaşılmaktadır, özel naiblerin en hassas ve en önemli vazifelerinden biri inhirafı düşüncelerle ve Gulat'ın inançlarıyla amansız bir mücadeleye girişmek ve bu sorunları çözümlemek idi.
b - Hz. Mehdi (a.f.) hakkındaki şüphe ve tereddütleri ortadan kaldırmak.
İmam Zaman (a.f.)'in mukaddes vücudu hakkındaki şüphe ve tereddütleri, muhtelif yollarla ve özellikle de birtakım öngörüde bulunmakla ortadan kaldırmak, özel naiblerin hassas vazifelerinden birini teşkil etmekteydi. Bu hususta birinci ve ikinci naiblerin zamanında daha çok çalışılmıştı ve ondan sonra da gaybet-i süğranın sonuna kadar bu hususta bazı meseleler dile getiriliyordu.
Bu gün İmam Zaman (a.f.)'in elimizde bulunan mektuplarının bazısı da bu meseleyle ilgilidir. Şeyh Tusi'nin naklettiğine göre, İbn-i Ebi Ganim-i Gazvini ile bir grup şialar arasında bir tartışma oldu. İbn-i Ebi Ganim on birinci İmam'ın oğlu olmadığını ısrarla söylüyordu. Mecburen şialar, bu husustaki tartışmaya son vermek için İmam Zaman (a.f.)'e bir mektup yazarak cevap istediler. Mektubun cevabını O hazret kendi hattıyla yazıp gönderdi.
Mektup da imamet ve velayet meselesine ve önceki İmamlara değinilmiş ve şöyle denmiştir: "Onbirinci İmam'dan sonra Allah'ın kendi dinini batıl ettiğini, kendisi ile halk arasındaki irtibatı kopardığını mı sanıyorsunuz? Hayır, böyle değil ve kıyamete kadar da böyle olmayacaktır." Bunun devamında da gaybetin zarureti ve O hazretin zalimlerin gözünden gizli olması gerektiği hakkında bazı konulara değinilmiştir.[74]
Başka bir rivayet, nisbeten daha mufassal bir mektuptan söz etmektedir. Cafer-i Kezzab, İmam Askeri (a.s.)'ın yerine geçtiği iddiasında bulunduktan sonra bu mektup İmam Zaman (a.f.) tarafından sadır oldu. İmam bu mektupda hidayet İmamlarının imamet, ilim ve ismet meselesine değindikten sonra Cafer'in helaldan, haramdan haberdar olmadığını, hakkı batıldan ve muhkemi müteşabihden ayırt etme gücüne sahip olmadığını dile getiriyor ve daha sonra da "Böyle bir durumda nasıl imamet iddiasında bulunabilir? Sorusuna yer veriliyor.[75]
Muhammed b. İbrahim b. Mehziyar'ın, babasının on birinci İmam'ın vekillerinden olduğu hususundaki şüphesi İmam Zaman (a.f.)'in mektubunu aldıktan sonra bertaraf oldu.[76] Bu hususta başka rivayetler de mevcuttur.[77] O rivayetlerin birinde, Hz. Mehdi (a.f.) bir mektubunda kendi varlığı hakkında şüpheye düşen kimseler karşısında mukaddes vücudunu ispatladıktan sonra bazı fıkhı soruları cevaplamıştır.[78]
Önceden de belirttiğimiz gibi, özel naibler on ikinci İmam'ın vücudunun isbatı hakkında ısrar etmekle birlikte, O hazretin özelliklerini tanıma hususunda şiaların fazla ısrar etmemelerini istiyorlardı ve bu metod da İmam'ın emniyetini korumak amacıyla uygulanmaktaydı,
Vekillerin Teşekkülü;
Muhtelif bölgelerin işlerini idare etmek ve şialaria İmamlar arasında irtibat kurmak amacıyla vekil tayin edilirdi. Gaybet başladıktan sonra vekillerin İmam Zaman (a.f.)'le olan doğrudan irtibatları kesildi ve İmam'ın tayin etmiş olduğu özel naib irtibat mihveri oldu.
Şiaların yaşadıkları bölgeler takriben belliydi ve her bölgede de bir vekilin tayin edilmesi kaçınılmaz bir şeydi. Bazen küçük bir bölgede görev yapan birkaç vekil, başka bir vekilin denetim ve gözetimi altında çalışıyordu. Bu vekil gaybetten önce İmam tarafından ve gaybetten sonra da İmam'ın özel naibi tarafından tayin ediliyordu.
Bu vekiller halktan topladıkları (humus, zekat vb.) vucuh-u şer'iyeyi çeşitli yollarla Bağdat'taki özel naibe gönderiyorlardı. Onlar da kendilerine gelen paraları Hz. Veliyy-i Asr (a.f.)'in emriyle belirli yerlerde masraf ediyorlardı.
Bazen bazı vekiller bir defaya mahsus olarak İmam Zaman (a.f.)'ın huzuruna varıp O'nunla görüşüyordu. İkinci özel naib Ebu Cafer'in vekillerinden olan Muhammed b. Ahmed-i Kattan O hazretle görüşme saadetine nail olan vekillerden biriydi.[79] Fakat pek nadir olarak gerçekleşen bu görüşmeler, onların direk men İmamla irtibatta oldukları anlamına gelmez, onlar genelde özel naibin nezareti altında çalışıyorlardı.
Ahmed b. Metil-i Kummi'nin rivayetine göre Ebu Cafer'in Bağdat'ta on tane vekili vardı ve onların içinde Ebu Cafer'e en yakın olanı Hüseyn b. Revh'di. Hüseyn b. Revh, sonraları Hz. Veliyy-i Asr (a.f.) tarafından üçüncü özel naib olarak tayin edildi.[80] Onun diğer yakınlarından biri de Cafer b. Ahmed b. Metil idi. Şianın büyüklerinden bir çoğu Ebu Cafer'in yerine onun naib olarak tayin edileceğini düşünüyorlardı.
Bir rivayetten anlaşıldığı üzere halk, vekillere verdikleri mallar karşılığında onlardan makbuz alıyorlardı. Fakat özel naibden kesinlikle makbuz istenmiyordu. Ebu Cafer, Hüseyn b. Revh'in özel naibliğini duyurunca ondan makbuz istenmemesini emretti.[81] Ahvaz, Samirra, Mısır, Hicaz, Yemen ve de İran'ın Horasan, Rey, Kum vb. şehirlerindeki vekiller hakkında da rivayetlerde, zaman zaman bazı bilgilere rastlamaklayız. Bu rivayetler Gaybet ve İkmal'üd Din kitaplarında nakledilmiştir.
İMAM ZAMAN (a.f.)'İ GİZLİ TUTMAK:
Elimizde mevcut olan bazı rivayetlerden İmam'ın Irak, Mekke ve Medine'de olduğu, bir şekil yaşadığı ve sadece özel naibin O'nunla görüşebildiği anlaşılmaktadır. Bazen ashabdan olan diğer kişiler de O hazretle görüşme şerefine nail oluyorlardı, biraz önce de belirttiğimiz gibi Muhammed b. Ahmed-i Kattan bunlardan biriydi.
Ebu Tahir Muhammed b. Ali b. Bilal, Ebu Cafer ömeri'nin özel naibliği hakkında şüpheye kapıldığında, İmam'ın kendisinden bu meseleyi duyması için Ebu Cafer onu alıp İmam'ın huzuruna götürdü ve umumi bir toplantıda da şiaların, vücuhat-ı şer'iyelerini Ebu Cafer'e vermelerinin İmam Zaman (a.f.)'in emriyle olduğu hususunda ondan itiraf aldı.[82]
Bunlarla birlikte İmam'ı ve özelliklerini gizli tutmak ve saklamak özel naiblerin en önemli vazifelerinden biriydi.
Hüseyn b. Revh-i Navbahti İmam'ın özel naibliği iftiharını kazandığı zaman, Ebu Sahi İsmail b. Ali Navbahti adında İmamiye büyüklerinden biri Bağdat'ta yaşıyordu ve yüce bir makama sahipti. Hüseyn b Revh özel naibliğe tayin edildikten sonra biri Ebu Sah'la bu işin hikmetini sordu.
Ebu Sahi cevaben şöyle dedi: Onu bu makama seçenler bizden daha iyi görenlerdir. Çünkü benim işim hasımla bahsetmek ve tartışmaktır, eğer ben de Eb'ul Kasım gibi İmam Zaman (a.f.)'in yerini bilseydim tartıştığım zaman ve delil getirme hususunda sıkıştığımda O'nun yerini düşmanlara söylerdim.
Ama eğer Eb'ul Kasım İmam'ı kendi elbisesinin altında gizlese, düşmanlar onu makasla dilim dilim doğrasalar bile o, İmam'ı kimseye göstermez.[83]
GAYBET-İ KUBRA DÖNEMİNDE O HAZRETİN ADINI İFŞA ETMEK CAİZ DEĞİLDİR
Birçok rivayetlerden de anlaşıldığı gibi O hazretin adını dile getirmek caiz değildir. "İmam'ın adını ağza almanın caiz olmaması geçici bir siyasi metod mudur, yoksa O hazret zuhur edinceye kadar adının anılması haram mıdır?" hususunda fakihlerle tarihçiler arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Allame Meclisi, bu rivayetleri "Bab'ün Nehy an-it Tesmiye" unvanı altında bir araya toplamıştır.[84]
Abdullah b. Cafer Himyeri'den şöyle rivayet edilmiştir: Ahmed b. İshak ile birlikte İmam-ı Zaman (a.f.)'in birinci naibi Osman b. Said'in yanına gitmiştim. Osman b. Said'e "Aynen Hz. İbrahim (a.s.) gibi sadece kalbimin mutmain olması için bir soru sormak istiyorum." dedim ve sorumu sordum: "Siz Sahib-ül Emr (a.f.)'i görmüş müsünüz?" "Evet, görmüşüm." dedi. "Adı nedir?" diye sorunca dedi ki:
"Asla bu konu hakkında sorma, çünkü bu kavim (hükümet) bu neslin sonunun kesildiğini düşünmektedir."[85]
Bu rivayetten açık bir şekilde anlaşılıyor ki, Beni Abbas, İmam Askeri (a.s.)'ın oğlu olmadığına emin olunca bu işi takip etmediler ve bu da hem İmam'ın hem de şiaların yararına oldu.
Gaybet-i süğra boyunca Hz. Veliyy-i Asr (a.f.) tarafından sadir olan mektuplarda şuna açıkça tasrih Tedilmiştir: "Toplantılarda benim adımı ağzına alan melundur[86] Hatta İmam Hadi (a.s.)'ın zamanında bile bu mesele konu edilmiş ve O hazret de sadece "el-Hüccetü min Âl-i Muhammed (s.a.a.)" diye anılmasını emretmişti.[87]
Şeyh Saduk, hatta meşhur "Levh" rivayetini zikrettikten sonra bile hazretin adınrdile getirmenin caiz olmadığına inandığını açıkça belirtmiştir.[88]
İrbili, İmam'ın adının anılmasını nehyeden rivayetlere değindikten ve O mukaddes vücudun künyesine tasrih ettikten sonra şöyle diyor: "Birinci (süğra) gaybet döneminde şialar O hazret hakkında "Nahiye-i Mukaddese" tabirini kullanıyor bu remz ile O hazreti tanıyorlardı.
İkinci bir remz de "Garim" kelimesiydi ve bu kelimeyle de O hazreti kast ediyorlardı." İrbili sözüne şöyle devam ediyor: "Şeyh Tabersi (Tusi[89]) ve Şeyh Mufid'e şaşıyorum doğrusu; onlar O hazretin adını dile getirmenin haram olduğunu ve imam Mehdi (a.f.) künyesini zikrettikten sonra "İsmi Peygamberin ismi ve künyesi de Peygamberin künyesidir." diyorlar ve bununla da O hazretin adını ve künyesini ifşa etmediklerini sanıyorlar."
İmam belirli bir sürede takib edildiğinden ve bu da O hazretin can emniyetine tehlikeli olabileceğinden dolayı takiyye icabı böyle bir tedbir alınmıştır, ama bu gün herhangi bir sakıncası yoktur; inancındayım ben.[90]
Şia alimleri bu hususta ihtilafa düşmüşlerdir. Sonraları Mir Damad bu mesele hakkında[91] kendisine sorulan sorunun cevabında "Şir'at-üt Tesmiye" adında bir kitap yazmış ve kitabında nehy rivayetlerinde mevcut olan itlakata temessük ederek bu mesele hakkında detaylı bir incelemede bulunmuştur.
[92] Allame Akaa Buzürk bu hususta, Şeyh Hürr Amili'nin "Keşf-üt Tamiye fi Ceyaz-it Tesmiye" adındaki kitabından söz etmiştir[93] Kitabın adından da anlaşıldığı üzere Şeyh Hürr Amili, İmam'ın adını dile getirmenin caiz olduğuna inanıyordu ve bunun için de kitabını "Şir'at-üt Tesmiye" kitabına reddiye olarak yazmıştır. Önce de değindiğimiz rivayetlerin bazısından, İmam'ın adını dile getirmenin haram olmasının sebebinin siyasi sorunlar olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Biraz önce naklettiğimiz rivayette İmam'ın birinci naibi Himyeri'ye şöyle buyurmuştu: O hazretin adını sormak sizlere haramdır. Çünkü sultan, on birinci İmam'ın oğul sahibi olmadan dünyadan göçtüğüne ve bu yüzden de mirasının taksim edildiğine inanıyor... Eğer O'nun adı faş edilirse, O'nu takib etmeye başlarlar.[94] Bununla birlikte bu konunun dakik olarak aydınlanması için özellikle bu hususta yazılan kitaplara müracaat etmek ve konuyu incelemek gerekir.
İMAM MEHDİ(a.f.)'İN SİRETİ
İmam Zaman (a.f.)'in yaşamıyla ilgili kısa bir bilgi sunduktan sonra bu mecmuanın hüsnü hitamı için İmam Zaman (a.f.)'in zuhur ettikten sonraki sireti hakkında nakledilen rivayetlerin bazısını buraya aktarmak istiyoruz. Üstad Muhammed Rıza Hakimi'nin "Batının Güneşi" adlı değeri! eserinde yazmış olduklarını aynen buraya aktarıyor ve bu rivayetlerin ihtivasının yanı sıra Üstadın da edibane yazısından faydalanmak istiyoruz:
A:DİNÎ ŞİRET
Mehdi (a.f.) Allah'ın karşısında, Allah'ın azameti karşısında huşu edendir, çok huşu eden; kanatlarını açıp, başını aşağı dikerek gökyüzünün zirvesinden yere doğru inen bir kartal gibi. Mehdi (a.f.), Allah'ın celali karşısında böyle huzu ve huşu edendir. Allah ve yüceliği O'nun vücudunda tecelli etmiştir ve varlığın tümü O'nu kendine gömmüştür.[95] Mehdi (a.f.) adildir1, kutlu ve tertemiz. Hakkın bir zerresinden dahi geçmez, O. Allah, O'nun eliyle İslam dinini aziz edecektir... Mehdi (a.f.) her an Allah korkusunu kalbinde taşımaktadır. Ve Allah'ın katında sahip olduğu takarruk (yakınlık) makamından dolayı da gururlanmaz. O dünyaya gönül bağlamaz ve (bunun için de) taş üstüne taş yığmaz. Onun hükümetinde ilahi had ve cezanın uygulanması dışında kimseye kötülük edilmez.[96]
B-AHLAKİ SİRET:
Mehdi (a.f.) haşmet, sükunet ve vakar sahibidir. Mehdi (a.f.) kalın elbiseler giyer ve arpa ekmeği yer. Mehdi'nin ilim ve bilmi herkesden daha çoktur. Mehdi, Peygamberin adını taşımaktadır ve ahlakı da Muhammedî (s.a.a.) ahlaktır.[97]
Mehdi (a.f.), alevli hidayet meşalesiyle alemde dolaşır ve salihler gibi yaşar.[98]
C-AMELİ SİRET:
Mehdi (a.f.)'in zuhur ve kıyamında her şey dostluk ve beraberlik olacaktır, öyle ki; herkes ihtiyacı olan şeyi, hiçbir engelleme olmadan başka birinin cebinden alacaktır.[99]
Mehdi (a.f.)'in zamanında müminler, birbirleriyle yaptıkları muamelelerde kâr etmeyecekler.[100] Kalplerdeki kinler atılacak, her yeri huzur ve emniyet saracak.[101]
Mehdi (a.f.), başkalarının isteğini yerine getirecek, onlara mal dağıtacak ve bahşişte bulunacak. Kendi devletinin idarecilerine ve memurlarına çok sıkı davranarak titizlik gösterecek. Güçsüzlere ve fakirlere şefkatli ve mihriban davranacak.[102]
"Mehdi (a.f.) kendi devletinin idarecilerine sıkı davranacak, miskinlere karşı şefkatli ve yoksullara karşı çok cömert olacak. Mehdi (a.f.)'in alameti budur."[103]
Mehdi (a.f), fakirlere karşı öyle bir şekilde davranacak ki, kendi eliyle onların ağzına yağ ve bal koyacak.[104] Mehdi (a.f.), aynı Emir-ül Müminin (a.s.) gibi yaşayacak, kuru ekmek yiyecek ve takvayla yaşayacak.[105]
D-İNKILÂBİ SİRET
Mehdi (a.f.), her hak sahibinin hakkını alıp kendisine verecek, hatta eğer birinin hakkı başkasının dişleri arasında bile olsa, haksızlık yapan ve gasıb insanın dişleri arasından onu çıkaracak ve hak sahibine döndürecektir.[106] Mehdi (a.f.) kıyam ettiğinde cizye kaldırılacak ve gayri müslim kalmayacak.
O, kılıçla halkı Allah'ın dinine davet edecek, kabul etmeyenlerin boynunu koparacak, isyan ve serkeşlik eden herkesi ezecektir.[107] Mehdi (a.f.) Küfe şehrine girecek ve her münafığı, şüphe ve tereddüte inanan herkesi öldürecek, sarayları yıkacak ve orada yerleşmiş olan orduyu kılıçtan geçirecek.
Allah razı ve hoşnut oluncaya kadar zalimleri ve onların yardımcılarını böyle öldürecek.[108] Mehdi (a.f.), zekatı engelleyeni öldürecek ve mühsin zinada bulunanı, şahid istemeden taşlayacaktır.[109]
Züraret İbn-i A'yan şöyle diyor: İmam Muhammed Bakır (a.s.)'a sordum ki: Hz. Kâim (a.f.), Peygamber (s.a.a.) gibi mi halka davranacak? Buyurdu: Heyhat, heyhat, Peygamber (s.a.v.) din yolunda halkın muhabbetini kazanmak ve kalpleri birleştirmek için onlara mülayim davranıyordu.
Fakat Kâim (a.f.) kılıçla ve öldürmekle halkın karşısına çıkacak. Allah O'na, öldürmeyi ve kimsenin tevbesini kabul etmemeyi emretmiştir. Mehdi (a.f.)'le muhalefet ve düşmanlık edenin vay haline[110] Mehdi (a.f.), sadece ve sadece kılıcı tanır. O kimsenin tevbesini kabul etmez ve Allah'ın hükmünü icra ve Allah'ın dinini istikrar etme yolunda kimsenin sözüne kulak asmayacak ve kimsenin kınamasına aldırmayacak.[111]
E-SİYASİ SİRET:
Mehdi (a.f.)'in hükümeti zamanında zalimlerin ve müstekbirlerin hükümeti, münafıkların ve hainlerin siyasi nüfuzu nâbud olacaktır.[112] Müslümanların kıblesi Mekke şehri, Mehdi (a.f.)'in inkılâbı hareketinin merkezi olacaktır, önce O'nunla kıyam edecek kişiler, o şehirde bir araya gelecek ve O'na katılacaklardır.
Mehdi (a.f.), Yahudilerin ve Hıristiyanların dünyadaki nüfuzlarına son verecek. Antakya mağarasından sükunet (sakine) tabutunu çıkaracak. Tevrat ve İncil'in asıl nüshası ondadır. Böylece de Tevrat ehli arasında Tevrat'la, İncil'e inananlar arasında da İncil'le hükmedecek ve onları kendisine tabi olmaya davet edecektir.
Bazıları O'na inanacaklar.[113] Öbürleriyle savaşacak, (kitap ehlinden veya başka meram ve ekollerden) hiç bir güç ve meram sahibi kalmayacaktır. Hak İslam hükümetinden ve adil Kur'anî siyasetinden başka dünyada hiç bir siyaset ve hükümet baki kalmayacaktır.
Böylece Mehdi (a.f.)'in hükümeti alemin doğu ve batısını kaplayacaktır. İsa (a.s.) gökyüzünden inecek ve Mehdi (a.f.)'e iktida ederek namaz kılacak ve bağırarak "Beyt'ül Mukaddesin kapısını açın." diyecek ve kapıyı açacaklar. Bu arada Deccal, yetmiş bin silahlı yahudi ile ortaya çıkacak. İsa (a.s.) Deccal'ı öldürmek istediği sırada Deccal kaçacak. İsa (a.s.) diyecek ki: "Ben seni bir darbeyle öldüreceğim." ve böyle de olacak, onu tutup öldürecek.
Yahudiler her köşe bucaktaki taşa, ağaca, hayvana ve başka bir şeye sığınacak ve saklanacaktır. Ama her şey konuşmaya başlayacak ve "Ey Allah'ın Müslüman kulu, burada bir Yahudi var, gel ve onu öldür.[114] diyecek. Ve böylece dünya Yahudilerden temizlenecek. Evet, Mehdi (a.f.) kıyam ettiğinde yeryüzünün her yerinden "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah" sesi yükselecek.[115]
F -EĞİTİM SİRETİ:
Mehdi (a.f.)'in hükümeti zamanında herkese ilim ve hikmet öğretecekler, öyle ki; kadınlar evlerinde Allah'ın kitabı ve Peygamberin sünnetiyle hüküm edecekler.[116] O dönemde halk kitlesinin akli gücü temerküz bulacak.
Mehdi (a.f.), Allah'ın teyidiyle insanların aklını tekamüle vardıracak ve herkeste bir aydınlık meydana getirecektir.[117] Hz. Mehdi (a.f.)'in devletinde ayb ve bela şiadan bertaraf edilecektir. Onların kalpleri çelik parçalan gibi olacaktır. Onlardan biri kırk kişinin gücüne sahip olacaktır. Yeryüzünün hükümet ve önderliği onların elinde olacaktır.[118]
G -İÇTİMAİ SİRET
Mehdi (a.f.) kıyam ettiğinde -bazı zorluklar çıktıktan ve savaşlar yapıldıktan sonra- zulüm ve haksızlığı ortadan kaldıracak ve yeryüzünün her yerini adaletle dolduracaktır.
Yeryüzünde, O'nun adalet ve ihsan bereketinden faydalanmayana bir yer kalmayacak, hatta hayvanlar ve bitkiler bile bu bereket, adalet, haklılık ve iyilikten yararlanacaktır.[119] Mehdi (a.f.)'in zamanında herkes zengin ve ihtiyaçsız olacaktır.[120]
Mehdi (a.f.)'in adaleti öyle olacaktır ki, hiç kimseye, hiçbir şeyde, hiçbir şekilde haksızlık edilmeyecektir. O'nun adaletinin ilk alameti şu olacak ki, O'nun hükümetinin sözcüleri Mekke'de yüksek sesle şöyle diyecekler:
"Farz namazını Hacer'ül Esved'in yanında ve tavaf mahallinde kılan ve şimdi de sünnet namaz kılmak isteyen kimse bir kenara çekilsin ki başkasının hakkı zayi olmasın ve farz namaz kılmak isteyen herkes gelsin kılsın."[121]
H-MALİ SİRETl
Alemin bütün serveti Mehdi (a.f.)'in yanında toplanacak; (yerin altında ve üstünde olan bütün zenginlikler.) Daha sonra Mehdi (a.f.), insanlara "Gelin, alın bunları. Siz bunları kazanmak için akrabalık bağlarını kopardınız, akrabalarınızı incittiniz, haksız yere kan döktünüz ve günah işlediniz. Gelin, alın işte." diyecek.
Daha sonra onları, o güne kadar görülmemiş bir bahşişde bulunup dağıtacak, herkese.[122] Mehdi (a.f.)'in zamanında tarlalar çok mahsul verecek, herkes Mehdi (a.f.)'in yanına gelip "Bana servet, mal ver." diyecek. Mehdi (a.f.) de hemen "Al." buyuracak.[123]
Mehdi (a.f.), malları herkesin arasında eşit bir şekilde taksim edecek.[124] Kimseyi başkasından üstün tutmayacak[125]
İ-İSLAHİ SİRETİ:
Mehdi (a.f.) imdata gelen ve feryadresdir. Allah, O'nu dünyadaki insanların imdadına yetişmesi için gönderecektir. O'nun zamanında herkes refah, huzur ve benzersiz bir nimet bolluğuna kavuşacak, hatta hayvanlar bile çoğalacak ve rahat olacaklar. Yeryüzü, çok bitki yeşertecek. Nehirlerin suları çoğalacak. Yeraltındaki hazineler, servetler ve diğer madenler çıkarılacak.[126]
Mehdi (a.f.)'in döneminde fitne ve kavga ateşi sönecek, zulüm, gece baskını ve yağmalama adeti kalkacak, savaşlar yok olacak.[127]
Mehdi (a.f.), insanları büyük bir beladan, herkesi içeren ve kör bir fitneden kurtaracak.[128]
Alemde viran bir yer kalmayacak ve Mehdi (a.f.) her yeri onaracak, abâd edecek.[129]
Mehdi (a.f.)'in yaranları alemin her yerine ayak basıp, her yerde kudreti ellerinde bulunduracaklar, herkes ve her şey onlara itaat edecek, hatta çöldeki yırtıcı hayvanlar ve avcı (yırtıcı) kuşların hepsi ve hepsi onların rıza ve hoşnutluğunu kazanmak isteyecekler. Bu din elçileri, selah ve adalet elçileri öyle bir sevinç ve hoşnutluk getirecekler ki, Mehdi (a.f.)'in ashabının ayak bastığı yer başka yerlere karşı iftihar edecek.[130] Mehdi (a.f.)'in yaranından her biri kırk kişinin gücüne sahip olacak, kalpleri de çelik parçaları gibi.
Eğer bunların yoluna demirden dağlar dikilse, o dağları yararlar. Mehdi (a.f.)'in yaranı, Allah-u Teala kendilerinden razı oluncaya kadar kılıçlarını yere koymayacaklar.[131]
Evet dünyayı fitne ve düşmanlık sardığında, her yer zulüm, fesad ve yağmayla dolduğunda, dalalet ve inhiraf kalelerini yıkmak, karanlık ve taş kalpleri tevhid, insaniyet ve adalet nuruyla aydınlatmak için Allah yüce Islatıcısını gönderecektir.[132] Nitekim Mehdi (a.f.)'in islahi sireti hususunda Ali (a.s.)'ın Nehc-ül Belağa'daki sözleriyle karşılaşıyoruz, babanın evladı hakkındaki şahadetini görüyoruz:
"Allah perestlik nefsperestliğe çevrildikten sonra Mehdi gelecek ve nefsperestliği Allah perestliğe çevirecek, Kur'an görüş ve düşüncelere uydurulduktan sonra Mehdi gelip gösteriş ve düşünceleri Kur'an'a uyduracak...
O kendi idarecilerini ve memurlarını muaheze edecektir. Yeryüzü, içinde sakladığı her şeyi O'nun için çıkaracak, bütün imkanlarını ve bereketini O'nun hizmetine sunacak. İşte o zaman Mehdi (a.f.) adalet siretinin nasıl olduğunu, kitap ve sünneti ihya etmenin ne demek olduğunu size gösterecektir.[133]
K-KAZAVET VE HÜKMETME SİRETİ:
Mehdi (a.f.)'in yargı ve hükümlerinde, Mehdi (a.f.)'in hükümetinde kimseye bir iyne ucu kadar bile zulüm ve haksızlık edilmeyecek ve kimse rencide edilmeyecek.[134] Mehdi (a.f.), halis dinî hükümler doğrultusunda (başkalarının, mezheplerin fakih ve alimlerinin görüş ve düşüncelerine teveccüh etmeden) hüküm ve hükümet edecek.[135]
Mehdi (a.f.) adalet ölçü ve terazisini halkın arasında bırakacak ve böylece kimse, başka birine zulüm edilmeyecek.[136]
Mehdi (a.f.) yeni bir yargı ve kazavet sistemi getirecek[137]... Mehdi (a.f.), Davud (a.s.) ve âl-i Davud hükmüyle hükmedecek ve kimseden şahit ve delil istemeyecek.
Şeyh Müfid şöyle diyor: "Kâim-i Âl-i Muhammed (s.a.a.) kıyam ettiğinde aynı Hz. Davud gibi, yani batin hasebiyle hükmedecek, şahide gerek duymadan hükmedecek. Allah hükmü O'na ilham edecek ve O da ilahi ilhama göre hükmedecek. Mehdi (a.f.) her grubun gizli planlarından haberdar olacak ve planlarını kendilerine söyleyecek. Mehdi (a.f.), bakmasıyla dost ve düşmanını tanıyacak.[138]
[32] Kitab'ül Gaybet (Muhammed b. İbrahim-i Nümani), s: 21.
[33] Rical-i Necaşi, s: 283^287
[34] Gaybet meselesiyle ilgili yazılan kitaplar hakkında bilgi edinmek istiyorsanız, bakınız: Nur'u Mehdi (a.f.), İmam'ın Gayetinin Tarihi Seyri Makalesi, s: 77-95.
[35] Gaybet (Şeyh Tusi), s: 2-3.
[36] Mücem'ü Ehadis-il Mehdi, Yayınlayan: Müesseset'ül Maarifi) is-lamiye. Şimdiye kadar beş cildi yayınlanmıştır
[37] Ehl-i Sünnetin birçok alimleri Nefs-i Zekiyye'nin Mehdi olduğunu iddia ettiler. Bakınız: Makatil'üt Talibiyyin, s: 240-249.
[89] ihtimalen "Tusi" doğrudur. Çünkü Akaa Buzürk de, bu sözü naklederken "Tusi" kullanmıştır. Bakınız: ez-Zeria, c: 14, s: 178. 90) Keşf-ül Gumme, c: 2, s: 519-520.
[90] Keşf-ül Gumme c2 s519- 520
[91] Mir Lavhi'nin yazdığına göre, bu mesele hakkında Şeyh Behai ve Mir Damad arasında bir çekişme vardı ve nitekim Mir Damad bu risaleyi yazdı. Bakınız: Fevaid-ür Rezeviye, s: 422
[92] ez-Zeria, c: 14, s: 178-179. Bu kitabı Hüccet-ül islam Üstadi tashih etmiş ve İsfahan'daki Mir Damad Mehdiyesi de yayınlamıştır.
[93] ez-Zeria, c: 18, s: 23. Bu hususta başka risaleler de telif edilmiştir. Cenab Üstadi'nin "Şir'at-üt Tesmiye"ye yazmış olduğu mukaddimeye bakınız
[94] Kafi, c: 1, s: 330
[95] el-Mehdiyy-il Mev'ud..., c: 1, s: 280 ve 300.
[96] el-Mehdiyy-il Mev'ud..., c: 1, s: 280 ve 300.
[97] el-Mehdiyy-il Mev'ud, c: 1, s: 281-282 ve 266 ve 300.
[98] el-Mehdiyy-il Mev'ud, c: 1, s: 281-282 ve 266 ve 300.