EHL-I BEYT MESAJI

EHL-I BEYT MESAJI0%

EHL-I BEYT MESAJI Yazar:
Grup: GENEL KİTAPLAR
Sayfalar: 0

EHL-I BEYT MESAJI

Yazar: İslamî Fikir ve Araştırma Dergisi
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 958
İndir: 258

Açıklamalar:

EHL-I BEYT MESAJI
  • Resulullah'tan (s.a.a) Sonra Ьmmetin Эlmi Mercilerin

  • Ayetullah Эbrahim Emini

  • Ehli Beyt Kimlerdir

  • Sefine Hadisi:

  • Hz. Ali, Resulullah'эn (s.a.a) Ilminin Hazinesi

  • Ali (a.s) Bildiklerini, Diрer Imamlara Ulaюmasэ Iзin Yazэyordu

  • Babalarэ Yoluyla Hadis Nakletmek

  • Netice Bьtьn anlatэlanlardan юu sonuзlara varэyoruz:

  • dipnotlar

  • MA'SUM ЭMAMLARIN TEFSЭRЭNDEN ЭNCELЭKLER

  • Ayetullah Muhammed Hadi MARЭFET

  • 1 Zahirо Tefsir.

  • 2 Batэnо Tefsir

  • 1 ZAHЭRЭ TEFSЭR

  • AYAKLARI MESHETMEK

  • EL KESME AYETЭ

  • ЭЗKЭNЭN HARAM OLUЮU

  • KASITLI OLARAK MЬ'MЭNЭ ЦLDЬRMEK

  • ЬЗ TALAK

  • Dipnotlar:

  • EHLЭ BEYT ЭMAMLARININ (A.S) YAЮAMINDA MЬCADELE UNSURU (1)

  • Veliyyi Emri Mьslimin Ayetullah HAMENEЭ

  • ЮЭDDETLЭ SЭYASЭ MЬCADELENЭN MEFHUMU)

  • Эmam Sadэk'tan (a.s) rivayet olunan bu hadise dikkat edin:)

  • ЭMAMLARIN (A.S) MЬCADELESЭNЭN GENEL ЮEMASI)

  • BЭRЭNCЭ DЦNEMЭN BAЮLANGICINDA VAR OLAN SORUNLAR)

  • 1:Vahюet Ve Korku Atmosferi:)

  • 2 Fikri Зцkью:)

  • 3 Ahlakо Bozukluk:)

  • 4 Siyasi Bozukluk:)

  • ЭMAM SECCAD'IN (A.S) SORUMLULUРU)

  • ЭMAM BВKIR'IN (A.S) DЦNEMЭ)

  • Dipnotlar:)

  • ЭBRAHЭM SURESЭNЭN TEFSЭRЭ

  • Ayetullah Cevadi Amuli

  • Acaba sapэtanlarэn Allah katэnda belli bir цzьrleri var mэdэr

  • Dipnotlar:

  • ЭMAM ZEYNЬL ABЭDЭN'ЭN (A.S) DЭLЭNDEN

  • ЬMЭT EDENLERЭN MЬNACATI

  • Ayetullah Muhammed Hadi MARЭFET

  • AHLAK DERSLERЭ

  • Юeyh Hьseyin BEHRANЭ

  • Allah'a Giden Bazэ Yollarэn Aзэklanmasэ Ьzerine

  • Allah'a karюэ kцtь zanlэ olmaktan yine O'nun rahmetine sэрэnэrэz

  • Resuli Ekrem (s.a.a):

  • ЭMAM HЬSEYN'ЭN (A.S) DЭLЭNDEN:

  • HZ. MEHDЭ (A.S):

  • Ahmed Sabiri Hemedani:

  • 1. Bцlьm:

  • Mьjdeleyen Hadisler:

  • 2. Bцlьm

  • Hz. Mehdi'nin (a.s) Hz. Fatэma'nэn (a.s) Neslinden Oluюu:

  • 3. Bцlьm

  • Hz. Эmam Mehdi (a.s)эn Hz. Эmam Hьseyin (a.s)эn Neslinden Oluюu:

  • 4. Bцlьm

  • Hz. Эmam Mehdi'nin (A.S) Gaybeti:

  • 5. Bцlьm

  • Hz. Эmam Mehdi'nin (a.s) Oniki Эmamdan Biri Oluюu:

  • 6. Bцlьm

  • Эmam Mehdi'nin (A.S) Alametleri:

  • 7. Bцlьm

  • Hz. Mehdi'nin (A.S) Zuhur Alametleri:

  • 8. Bцlьm

  • Hz. Эmam Mehdi'nin (A.S) Zuhurundan Sonraki Durumu:

  • 9. Bцlьm

  • Hz. Эmam Mehdi'nin (A.S) Sireti:

  • 10. Bцlьm

  • Hz. Mehdi'nin (A.S) Hьkьmdarlэk Sьresi:

  • Dipnotlar

  • Hz. Mehdi (a.f):

  • KUR'ANI KERЭM'ЭN RЭSALETЭ

  • Ayetullah Cevadi AMULЭ

  • KUR'ANI KERЭM'DE SOSYAL ЭLЭЮKЭLER

  • Dipnotlar

  • ALLAME TABATABAЭ

  • Ayetullah M. Hьseyin Hьseyni

  • Allame Tabatabai'nin Tefsir Metodu

  • Allame Tabatabai

  • AHLAKЭ METODU

  • ЭRFANЭ METODU

  • ЬSTADIN GEЗЭM DURUMU

  • BAZI ЮЭВ TEFSЭRLERЭNЭN TANITIMI

  • "NURЬS SEKALEYN" TEFSЭRЭ

  • "NURЬS SEKALEYN"ЭN YAZARI

  • "TEFSЭRUL KUR'ВNЭL KERЭM"

  • TE'LЭF ЬSLUBU

  • BU TEFSЭRЭN BASKILARI

  • TEFSЭRЭN YAZARI

  • ЭSLAM'DA MUT'A

  • Abbas KAZЭMЭ

  • Ortak Yцnler

  • Ayetullah Юehid Mutahhari ve Allame Cafer Murtaza Amili'nin eserlerinden yararlanэlarak hazэrlanmэюtэr.

  • Daimi Nikвhla Mut'a Nikвhэnэn Farklarэ

  • Mut'anэn Эзtimai Yцnden Tahlili

  • Зцzьm Yollarэ

  • Mut'a Nikвhэna Yцneltilen Eleюtiriler Ve Cevaplarэ

  • Geзici Nikah Zevk Tatmini Эзin midir?

  • Mut'a Nikahэnэn Юer'i Delilleri

  • 1: Kur'anо Delil:

  • Te'yidler

  • 2 Peygamberimizin sьnneti:

  • Mut'a Hьkmь Neshedilmiю midir

  • B:Bazэlarэ talak ayeti bunu neshetmiюtir diyorlar.

  • Kur'an'da Mut'a hьkmьnь Nesheden Ayet Yoktur

  • Talak Ayeti

  • 2 Эcma ile Nesh

  • 3 Mut'anэn Sьnnet Эle Neshedilmesi

  • Eleюtiri

  • Mut'a Ne Zaman Yasaklandэ

  • Eleюtiri

  • Mut'anэn Yasaklanэю Nedenleri

  • Sahabeden Mut'ayэ Helal Bilenler

  • Tabiin ve Diрerlerinden Mut'ayэ Helal Bilen Kimseler

  • Dцrt Mezhep Эmamlarэnэn Gцrьюleri

  • Malik mutlaka mut'a nikahэnэn cevazэna inanmэюtэr.[60]

  • Ahmed b. Hanbel de zaruret durumunda caiz bilmektedir.[61]

  • Ebu Hanife'den юцyle nakledilmiюtir:

  • Юafii ise mutlaka haram bilir.[63]

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 958 / İndir: 258
Boyut Boyut Boyut
EHL-I BEYT MESAJI

EHL-I BEYT MESAJI

Yazar:
Türkçe
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI



RESULULLAH'TAN (S.A.A) SONRA ÜMMETİN İLMİ MERCİLERİ
Ayetullah Ibrahim EMINI
Resuli Ekrem (sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem), velayet makamına sahip olup siyasi ve sosyal alanda müslümanlara rehberliğinin yanı sıra, onların akidevi, fıkhi ve ahlaki ihtiyaçlarını gideren ilmi ve kültürel merciliğe de sahipti. Müslümanlar ihtiyaç duyulan tüm ilmi meselelerde Peygamber'e (s.a.a) başvurup cevaplarını alırlardı. Bu cevapların bir kısmı vahy yoluyla gelen Kur'an ayetleri şeklinde müslümanlara iletilir; bir kısmı da yine vahy yoluyla hadisler şeklinde müslümanlara tebliğ edilirdi. Allahu Teala buyuruyor ki:
"O, kendi arzularına göre ko
nuşmaz. O (konuştukları), ancak vahyolunmakta olan bir vahiydir. Ona (bu Kur'an'ı) üstün bir güç sahibi (Cebrail) öğretmiştir." 1 Peygamber (s.a.a), ilme ihtiyacın
devamlı olduğunu, vefatından sonra da müslümanların güvenilir bir ilmi merciye ihtiyaç duyacaklarını bildiği için kendi Ehli Beyt'ini, Kur'an'la birlikte müslümanların ilmi ihtiyaçlarına cevap verecek, güvenilir ve zengin bir ilim mercii olarak tanıttı. Bu konudaki hadisler sünni ve şii kaynaklarda mevcuttur. "Sekaleyn Hadisi" bunlardan sadece biridir.
Sekaleyn Hadisi, çeşitli senetler ve ifadelerle rivayet edilmiştir. Şimdi bu rivayetlere örnekler vermek yerinde olacaktır :
Müslim b. Haccac Nişaburi kendi Sahih'inde, Zeyd b. Erkam'dan şöyle rivayet ediyor:
Resulullah (s.a.a), Mekke ile Medine arasındaki Gadiri Hum'da konuşmak için ayağa kalktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra, halka nasihatta bulunup şöyle buyurdu:
"Ey insanlar, ben ancak bir beşerim; yakında Rabbimin elçisi (Azrail) gelecek, ben de davetine icabet edeceğim. Aranızda iki değerli şey bırakıyorum; Birincisi, hidayet ve nurun bulunduğu Allah'ın Kitabı'dır. Öyleyse Allah'ın Kitabı'na sıkıca sarılın." Daha sonra da şöyle buyurdu: "Ikincisiyse Ehli Beytimdir. Ehli Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum, Ehli Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum, Ehli Beytim hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum." 2
Hakim Nişaburi, Zeyd b. Erkam'dan şu hadisi nakleder :
Resulullah (s.a.a) Veda Haccı'ndan dönerken Gadiri Hum'da konakladığında, orada bulunan ağaçların altını temizlemerini emredip, sonra da şöyle buyurdu:
Peygamber (s.a.a), ilmi mercie daima ihtiyaç duyulduğunu bildiği için kendi Ehli Beyt'ini, Kur'an'la birlikte güvenilir ve zengin bir ilmi merci olarak tanıttı. Bu konudaki hadisler sünni ve şii kaynaklarda mevcuttur. "Sekaleyn Hadisi" bunlardan sadece biridir.
"Allah'ın çağrısına icabet etmeme az kaldı. Ben aranızda, biri diğerinden daha büyük olan iki büyük ve değerli şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve Ehli Beytim. Bu ikisi hakkında nasıl davranacağınıza dikkat edin. Çünkü Kur'an ve Ehli Beytim, Havuz başında bana kavuşuncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Allah benim mevlam, ben de her mü'minin mevlasıyım." O anda Ali'nin (a.s) elini tutarak şöyle buyurdu: "Ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol."3
Ahmed b.Yahya Belazuri, Zeyd b. Erkam'dan şöyle rivayet ediyor: "Peygamber (s.a.a) ile birlikte Veda Haccı'ndan dönerken, Gadiri Hum'a vardığımızda, birkaç büyük ağacın altının temizlenmesini istedi. Ağaçların altı süpürüldükten sonra, ayağa kalkarak şöyle buyurdu:
"Ilahi davete icabet etmeme galiba az kaldı. Doğrusu Allah, benim mevlam ve ben de her mü'minin mevlasıyım. Ve ben aranızda öyle bir şey bırakıyorum ki, ona sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz: Allah'ın kitabı ve öz soyum olan Ehli Beytim. O ikisi, Havuz'da bana kavuşuncaya kadar asla birbirinden ayrılmıyacaktır." Daha sonra Ali'nin elini tutarak şöle buyurdu: "Ben kimin velisiysem, Ali de onun velisidir. Allah'ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol."
Ebu Tufeyl şöyle der: "Zeyd b. Erkam'a; 'Tüm bunları Resulullah'tan (s.a.a) kendi kulağınla mı duydun?' dediğimizde şu cevabı verdi: 'Ağaçların altında olan herkes tüm bunları, gözleriyle görüp, kulaklarıyla işitti.'" 4
Ibni Esir, Zeyd b. Erkam'dan rivayet ediyor: Resuli Ekrem (s.a.a.):
Doğrusu ben, aranızda öyle şey bırakıyorum ki, benden sonra eğer ona sarılırsanız asla sapmazsınız. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür; (biri) Allah'ın Kitabı, ki o gökten yere uzanan bir iptir, (diğeri) öz soyum olan Ehli Beytim. Bilin ki, bu ikisi Havuz'da bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Ben aranızda biri diğerinden büyük (iki) öyle şey bırakıyorum ki, eğer onlara sarılırsanız asla dalalete düşmezsiniz:
Gökyüzünden yere sarkıtılan bir ip olan Allah'ın Kitabı ve benim öz soyum olan Ehli Beytim. Bu ikisi, Havuz'da bana kavuşuncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Öyleyse o ikisi hakkında, bana nasıl halef olacağınıza dikkat edin."5
Ali b. Ebi Bekr Heysemi, Zeyd b. Sabit'ten rivayet etmiştir:
Resullullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Ben aranızda iki halife bırakıyorum: Allah'ın Kitabı, ki o gökle yer arasında sarkıtılmış bir iptir, ve Ehli Beytim. Bu ikisi Havuz'da bana ulaşana kadar asla bibirinden ayrılmazlar."6
Heysemi, aynı manayı başka bir tabirle Ebu Hüreyre, Ali b. Ebi Talib (a.s), Ebu Said Hudri, Zeyd b. Erkam ve Huzeyfe b. Useyd Gıfari'den de rivayet etmiştir.
Hatibi Bağdadi Ahmet b. Ali, Huzeyfe b. Useyd'den rivayet etmiştir:
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Ey insanlar, ben, sizlerden önce bu dünyadan ayrılacağım ve sizler Havuz'da huzuruma vardığınız zaman, Sekaleyn'e (Allah'ın Kitabı ve Ehli Beyt'e) ne yaptığınızı soracağım. Öyleyse benden sonra o ikisine nasıl davranacağınıza dikkat edin. Sekali Ekber (büyük emanet ki o), bir tarafı Allah'ın elinde, diğer tarafı sizin elinizde olan Allah'ın Kitabı'dır. Öyleyse ona sımsıkı sarılın, dalalete düşmeyin ve onu değiştirmeyin."7
Ahmet b. Hanbel, Ebu Said'den rivayet ediyor:
Allah'ın Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Doğrusu ben, aranızda öyle şey bırakıyorum ki, benden sonra eğer ona sarılırsanız asla sapmazsınız. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür; (biri) Allah'ın Kitabı, ki o gökten yere uzanan bir iptir, (diğeri) öz soyum olan Ehli Beytim. Bilin ki, bu ikisi Havuz'da bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar."8
Sekaleyn hadisi, çeşitli tabir ve senetlerle büyük sahabilerden bazıları vasıtasıyla rivayet edilmiştir. Bu sahabilerden birkaçı şunlardır: Zeyd b. Erkam, Ebuzer Gıfari, Ebu Said Hudri, Ali b. Ebi Talib (a.s), Zeyd b. Said, Huzeyfe b. Yeman, Ibni Abbas, Selmani Farisi, Ebu Hüreyre, Cabir b. Abdullah, Huzeyfe b. Useyd Gıfari, Cübeyr b. Mut'im, Hasan b. Ali (a.s), Fatımatuz Zehra (s.a), Ümmü Hani binti Ebi Talib ve Ümmü Seleme.
Ali (a.s) kendi hilafeti döneminde, bir gün bir topluluğun arasında ayağa kalkarak, orada bulunanlardan; Gadiri Hum vakıasına şahid olanların ve Sekaleyn Hadisi'ni Allah Resulü'nden duyanların şahitlik etmelerini istediğinde, aralarında; Huzeyfe b.Sabit, Sehl b. Sa'd, Adiy b. Hatem, Ukbe b. Amr, Ebu Eyyub Ensari, Ebu Said Hudri, Ebu Şureyh Huzai, Ebu Kudame, Ebu Ya'la Ensari ve Ebu Haysem etTihan gibi şahsiyetlerin bulunduğu on yedi kişi ayağa kalkıp, bu vakıaya şahid olduklarını söylediler."9
Ahmed b. Hacer Heysemi şöyle yazıyor: "Sahabeden yirmiyi aşkın bir grup, Sekaleyn Hadisi'ni rivayet etmiştir."10
Seyyid Haşim Behrani, "Gayetul Meram" adlı kitabında; "Sekaleyn Hadisi hakkında, Ehli Sünnet kitaplarından otuz dokuz, Şia kitaplarından da seksen iki hadis nakletmiştir."11
Sekaleyn hadisinin geçtiği bazı Ehli Sünnet kaynakları:
Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.3, s.1759 ve c.4, s.366371 ve c.5, s.181189.
Ebul Feda Ismail b. Kesir, Siretun Nebeviye'de; c.4, s.416.
Fahri Razi, etTefsirül Kebir, c.8, s.163.
Ibni Sabbağ, elFusulül Muhimme; s.22.
Muvaffak b. Ahmed Hanefi Harezmi, Menakıb, s.93.
Süleyman b. Ibrahim Kunduzi, Yenabiul Mevedde, s.3145.
Muhammed b. Ali esSabban, Nurul Ebsar'ın hamişinde basılan Is'afur Rağibin, s.110.
Ibnül Cevzi, Tezkiretül Havas, s.332.
Muhibbuddin Taberi, Zehairul Ukba, s.16.
Muhammed b. Yusuf Zerendi Hanefi, Nezmü Düreris Simtayn, s.231233.
Ali b. Hüsamüddin Muttaki, Müsnedi Ahmed'in hamişinde basılan Müntehabu Kenzil Ummal, c.1, s.69101; c.2, s.39; c.5, s.95.
Ahmed Şehabüddin Haffaci, Nesimur Riyaz, c.3, s.410. Ve diğerleri.
Bu hadisten şu önemli üç sonuca varabiliriz:
1 Ehli Beyt, Kur'an gibi mu'teber bir ilmi merci ve uyulması gereken şer'i hüccettir; sözlerinin tamamı sahihtir. Kim onlara uyarsa, doğru yoldan sapmaz.
2 Nasıl ki, Kur'an kıyamete kadar baki kalacaksa, Ehli Beyt de Kur'an'la birlikte kıyamete kadar baki kalacaktır.
3 Kur'an ve Ehli Beyt, hiçbir zaman birbirinden ayrılmayacaktır. Bir müslüman, "Kur'an bize yeter" veya "Ehli Beyt bize yeter" diyemez. Çünkü bunların ikisi de birbirinden ayrılmaz.
Ahmed b. Hacer Heysemi yazıyor:
"Resulullah (s.a.a), Kur'an ve Ehli Beyt'ini "Sekaleyn" diye adlandırmıştır. Çünkü Arabçada "sekal" dikkatle korunması gereken değerli ve güzel şeylere denir. Kur'an ve Ehli Beyt de böyledir. Zira her ikisi de ilmi ledünni (Allah vergisi ilim), yüce hikmet ve sırların ve de şer'i hükümlerin kaynağıdır. Bu nedenle Resulullah (s.a.a) halkı, Kur'an ve Ehli Beyti'ne sarılmaya ve onları takib etmeye teşvik ve davet ediyordu."12
Ehli Beyt Kimlerdir?
Ehli Beyt, kelime manası olarak bir evde aile büyüğünün sorumluluğu altında yaşayan kimselere denir. Öyleyse Resulullah'ın (s.a.a) evinde ve sorumluluğunda yaşayan herkese onun ehli beyti diyebilir miyiz?
Hüküm ile mevzu (yargı ile konu) arasında tenasüb (uyum) olması gerekir ilkesi gereğince, böyle bir ihtimal çok uzaktır. Çünkü hadislerde Ehli Beyt, takip edildiğinde dalalet ve hataya düşürmeyen, güvenilir bir ilmi merci olarak tanıtılmıştır. Öyleyse onlar dinin hükümlerini tam anlamıyla bilen, her türlü hata ve günahtan korunmuş olan kimseler olmalı. Halbuki bu özellikler, Peygamber'in (s.a.a) aile fertlerinin tümünde mevcut değildir. Sonuç olarak; Resulullah'ın Ehli Beyt'inin belirli ve özel kişiler olduğunu söylüyoruz.
Sekaleyn Hadisi'yle ilgili olarak Zeyd b. Erkam'dan; "Ehli Beyt kimlerdir? Acaba Peygaber'in hanımları mı?" diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Allah'a andolsun, hayır. Boşanıp babasının veya yakınlarının evine gitme ihtimali bulunan kadın, nasıl Ehli Beyt olabilir. Ehli Beyt; kendilerine sadaka verilmesi haram kılınan Resulullah'ın evlatlarıdır." 13
Yine Ahmed b. Hacer şöyle yazıyor:
"Takip edilmesi vurgulanmış kimselerin, Allah'ın Kitabı'nı ve Resullullah'ın Sünneti'ni eksiksiz olarak bilmeleri gerekir. Çünkü ancak böyle kimseler Allah'ın Kitabı'ndan hiçbir zaman ayrılmazlar. Bu nedenle de diğer alimlerden üstün sayılırlar. Zira, Allah, onları her türlü pislik ve günahtan arındırmıştır."14
Bunun için bazı kaynaklarda, Sekaleyn hadisinin devamında şu cümle yer almıştır: "Onlardan, ne öne geçin ve ne de arkada kalın, sonra helak olursunuz. Onlara birşey öğretmeye kalkışmayın, Onlar daha iyi bilirler." 15
Allah'ın Resulü (s.a.a) de Ehli Beytini tanıtmıştır. Bir rivayette, Ümmü Seleme şöyle diyor: "Tathir Ayeti (Ancak Allah, siz Ehli Beyt'ten günah ve pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. (Ahzab/33) benim evimde nazil oldu ve Resulullah; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn'i çağırması için birini gönderdi. Onlar geldiği zaman da, "Işte bunlar benim Ehli Beytimdir" dedi."16
Resulullah'ın (s.a.a) Üveyoğlu Ömer b. Ebi Seleme şöyle diyor:
"Tathir Ayeti, Resulullah Ümmü Seleme'nin evindeyken nazil oldu. Allah'ın Resulü; Fatıma, Hasan ve Hüseyn'i yanına çağırdı. Hz. Ali de arkasında olduğu halde üzerlerine bir aba örttü ve şöyle dedi: "Allah'ım, bunlar benim Ehli Beytimdir; her türlü pisliği onlardan gider ve onları tertemiz kıl." O sırada Ümmü Seleme; "Ya Resulullah, ben de onlarla birlikte miyim?" diye sorduğunda; "Sen yerinde kal, sen de iyilerdensin" dedi."17
Amr b. Sa'd, babasından rivayet ediyor: "Ali Imran Suresi'nin 61. ayeti (Sana bilgi geldikten sonra, Isa hakkında kim seninle münakaşaya kalkışırsa de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi (bizden olanları) ve kendinizi (sizden olanları) çağıralım. Sonra hepimiz dua edip yalvaralım da, Allah'ın lanetini yalancıların üzerine isteyelim.) nazil olduğu zaman, Resulullah (s.a.a); Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn'i çağırıp; "Allah'ım bunlar benim Ehli Beytimdir." dedi."18
Resulullah'ın hanımı Aişe'den rivayet edilmiştir:
"Resulullah (s.a.a) bir sabah, sırtında siyah kıldan dokunmuş işlemeli bir abayla dışarı çıktı. O anda Hasan geldi ve Resulullah onu abanın içine aldı. Daha sonra sırasıyla; Hüseyin, Fatıma, ve Ali geldi. Onları da abanın içine alıp Tathir Ayeti'ni (Ahzab/33) okudu." 19
Şimdiye kadarki hadislerden, Ehli Beyt'in belirli şahıslar olduğu ve Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olduğunu açıkça belirtmiş olduğu anlaşıldı. Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra, müslümanlara Ehli Beyt'ten olan imamlarını ve ilmi mercilerini tanıtmışlardır. Ayrıca, Peygamber (s.a.a) bu kimselerin özelliklerini, sayılarını ve hatta isimlerini dahi açıklamıştır.
Mesela, bir rivayette Ali (a.s) halka: "Allah aşkına söyleyin! Resulullah'ın (s.a.a) son hutbesini eda etmek için ayağa kalkarak; "Ey halk, ben, Allah'ın Kitabı ve Ehli Beytimi aranızda bırakıyorum. Bu ikisine sımsıkı sarılın ki, sapmayasınız. Çünkü her şeyden haberdar olan alemlerin Rabbi, bu ikisinin Havuz'da bana kavuşuncaya kadar birbirinden ayrılmayacağını bana haber vermiştir" diye buyurduğunu ve o esnada Ömer b. Hattab'ın yerinden kalkıp: "Ya Resulullah, acaba Ehli Beytinizin hepsi de mi aynı özelliğe sahiptir?" dediğinde, Resulullah da: "Hayır. Ama, ilki kardeşim, vezirim, varisim ve mü'minlerin velisi olan Ali, sonra Hasan ve Hüseyin, daha sonra Hüseyin'in soyundan kıyamete kadar birbiri ardınca gelecek olan dokuz vasim dediğim gibidir (Yani, Ehli Beytimdir). Onlar; yeryüzünde Allah'ın şahidleri, kullarına hücceti, ilahi ilmin hazinesi ve hikmetin madenleridirler. Kim onlara itaat ederse, Allah'a itaat etmiş ve kim onlara baş kaldırırsa Allah'a başkaldırmış sayılır." buyurduğunu bilmiyor musunuz?" dediğin de, orada bulunanların hepsi, bu sözleri Resulullah'ın (s.a.a) söylediğine şahitlik ediyoruz, dediler.20
Ibrahim b. Muhammed Cüveyni, Abdullah b. Abbas'tan rivayet ediyor: "Resulullah'ın (s.a.a); "Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyn'in soyundan dokuz kişi temiz ve masumuz." dediğini duydum."21
Sefine Hadisi:
Ibni Abbas, Resulullah'tan şöyle rivayet ediyor:
"Ehli Beyt'imin misali, Nuh'un gemisine benzer. Kim ona bindiyse kurtuldu, kim ondan yüz çevirdiyse boğuldu ve helak oldu."22
Islam Peygamberi, bu hadiste de Ehli Beyt'i, müslümanlara ilmi merci olarak tanıtmış, söz ve amellerini muteber ve sahih bilmiştir. Hadisten anlaşıldılğı üzere, müslümanlar, dalalet ve sapıklıktan kurtulmak için, Ehli Beyt'i takip etmekle yükümlüdürler.
Peygamber (s.a.a) Nübüvvet Ilmini Ali Ibni Ebi Talib'e (a.s) Öğretmiştir
Resulullah (s.a.a): Ehli Beyt'imin misali, Nuh'un gemisine benzer. Kim o gemiye bindiyse kurtuldu, kim ondan yüz çevirdiyse boğuldu ve helak oldu.
Müslümanların, Asrı Saadet döneminin zor ve buhranlı şartlarında, dinin tüm öğretilerini, hükümlerini ve kanunlarını kavrayıp koruyabilecek kapasitede olmadıkları ve buna hazırlıklı bulunmadıkları aşikar olarak belliydi. Ayrıca, Resulullah (s.a.a) biliyordu ki; Islam'ın yayılması ve bekasında, müslümanların ihtiyaç zamanında başvurabilecekleri, dini tümüyle eksiksiz olarak bilen ve her türlü hatadan masum olan bir ilmi merciin olması ve en önemlisi de nübüvvet ilminin, yukarıda sayılan özelliklere sahip ve Resulullah'a (s.a.a) vasi olabilecek birisine öğretilmesi gerekmektedir. Bu nedenlerle Resulullah, Ali ibni Ebi Talib'i (a.s) kendisine vasi seçerek ilahî ilimleri ve dinin hükümlerini yavaş yavaş ona öğretti. Rivayetlere göre, Hz. Resulullah (s.a.a) bu iş için Allah tarafından görevlendirilmişti.
Bir rivayette Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Resulullah (s.a.a) beni kendisine yaklaştırdı ve şöyle buyurdu: "Allah bana, seni kendime yaklaştırmamı ve sana söylediklerimi duyup ezberlemeni emretmiştir." Ve daha sonra şu ayet nazil oldu: "Gerçeği belleyipkavrayabilen kulaklar da, onu belleyipkavrasın."23
Ibni Abbas rivayet etmiştir: Hakka Suresi'nin 12. ayeti nazil olduğunda Resulullah şöyle buyurdu:
"Allah'tan, Ali'nin kulağını, ayette geçen kulaklardan kılmasını istedim."
Ali (a.s) şöyle diyordu: "Allah Resulü'nden duyduğum her şeyi iyice ezberledim ve onları hayatım boyunca unutmadım."24
Ibni Abbas Resulullah'tan rivayet ediyor: "Mi'rac'a gittiğim zaman, Allah benimle konuştu. Öğrendiğim her şeyi Ali'ye öğrettim. O, benim ilmimin kapısıdır."25
Hz. Ali (a.s) bir hutbesinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın salatı ona ve soyuna olsun, Resulullah'a ne kadar yakın olduğumu, onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Henüz çocuktum; o, beni himayesine aldı... Ne bir yalan söylediğimi duymuştur, ne de bir kötülük ettiğimi görmüştür. O, sütten kesildiğinden itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti; o melek gecegündüz, ona yücelikler yolunu gösterdi; ona, en güzel huyları öğretti. Ben de her an, anasının ardından giden deve yavrusu gibi, onun ardından giderdim. O, bana her gün, huylarından birini belleterek ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira dağına çekilerek kulluğa koyulurdu. (O zaman) onu ben görürdüm, başkası göremezdi. O gün Islam, Resulullah'la (Allah'ın salatı ona ve soyuna olsun) Hatice'den başkasının evinde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve peygamberlik nurunu görürdüm, peygamberlik kokusunu duyardım. ona vahiy gelirken şeytanın feryadını duydum ve "Ya Resulullah bu feryat nedir?" dedim. Buyurdu ki: "Bu feryat eden şeytandır; halkın kendisine kulluk etmesinden ümidini kesti artık. Sen, benim duyduğumu duymaktasın, gördüğümü görmektesin; ancak sen peygamber değilsin; fakat vezirsin ve hayır üzerindesin, ona ulaşmışsın."26
Hz. Ali'den, "Sizin niçin diğer sahabilerden daha fazla hadis rivayetiniz var?" diye sorulduğunda şöyle dedi: "Ben, Resulullah'tan bir şey sorduğumda cevap verir, sustuğum zaman da kendisi konuşmaya başlardı."27
Ali (a.s) bir hadiste şöyle buyuruyor: "Ben, her gün, her gece Resulullah'ın huzuruna varır, onunla her konuda konuşurdum. Sırrının mahremiydim. Benden saklı bir şeyi yoktu. Ashab, Resulullah'ın benden başka kimseye böyle davranmadığını bilirdi. Sık sık evime gelirdi. Beraberliğimiz onun evinden çok benim evimde olurdu. Bazen evine gittiğimde, hanımlarını ayrı bir yere gönderir ve ikimiz kalırdık. Ama o, benim eve geldiğinde, benimle yalnız kalmak için, Fatıma ve çocuklarımdan hiç birine, bizi yalnız bırakın, demezdi. O'na soru sorduğum zaman cevap verir, sorum tamamlanıp sustuğum zaman da kendisi anlatmaya başlardı. Kendisine inen tüm ayetleri, bana okuyup öğretti ve ben kendi elimle onları yazdım. Ayetlerin tefsirini, nasih ve mensuhunu, muhkem ve mütaşabihini, hass ve ammını bana öğretti; bana onları kavrayıp hıfzetme gücü bağışlaması için de, Allah'a dua etti. Benim için, bu duayı ettikten sonra hiçbir Kur'an ayetini ve yazdığım hiçbir ilmi unutmadım. Allah'ın, kendisine öğrettiği helal ve haramları, emir ve nehiyleri, geçmişte vuku bulmuş şeyleri, gelecekte meydana gelecek olayları, kendinden önceki peygamberlere inen kitapları (bütün bunların hepsini) o da bana öğretti; ben de onları kavrayıpbelledim, bir tek harfini dahi unutmadım. Daha sonra elini göğsüme koyup Allah'tan, kalbimi ilim ve nurla doldurmasını istedi. "Ey Allah'ın Resulü, anambabam sana feda olsun, bana ettiğin o duadan sonra hiçbir şeyi hatta yazmadıklarımı bile unutmadım; acaba bundan sonra da unutacağım diye bir kaygınız var mı?" diye sorduğumda; "Hayır. Senin için böyle bir kaygım yok." buyurdu."28
Yine, Ali (a.s) buyuruyor ki: "Allah'a andolsun, nazil olan her ayetin ne hakkında, nerede ve kimin için indiğini biliyorum. Çünkü, Allah, bana bilen bir kalp ve natık bir dil ihsan etmiştir."29
Bu nedenlerle, Resulullah (s.a.a), Hz. Ali'yle yakından ilgilendi, vahiy yoluyla öğrendiği her şeyi ona öğretti, Allah'tan, Hz. Ali'nin öğrendiklerini unutmamasını istedi ve bu duası kabul oldu. Çünkü, Ali (a.s) öğrendiği hiçbir şeyi unutmadı.
Hz. Ali, Resulullah'ın (s.a.a) Ilminin Hazinesi
Ali (a.s), kendi zati yetenekleri, Resulullah'ın (s.a.a) inayeti ve ilahi yardımlar sayesinde tüm ilimlerin hazinesi olmuştur. Bu gerçeği Resulullah (s.a.a) birçok yerde beyan etmiştir. Mesela:
Resulullah (s.a.a), Ali'ye şöyle buyrdu: "Ilim sana afiyet olsun ey Ebul Hasan, sen ilmi su gibi içtin, susuzluğunu giderdin."30
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısıdır. Ilim isteyen kapıdan girmelidir."31
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ey Ali, Ben ilim şehriyim, sen kapısısın. Şehre kapısından başka bir yerden girilebileceğini söyleyen, yalancıdır."32
Peygamber (s.a.a) buyurdu: "Ben hikmet eviyim, Ali onun kapısıdır." 33
Selmani Farisi, Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet ediyor: "Benden sonra halkın en bilgilisi Ali ibni Ebi Talib'dir."34
Abdullah şöyle rivayet ediyor: "Resululah'ın huzurundaydım. Ali'yi, kendisine sorduğumda şöyle buyurdu: "Hikmet on kısma ayrılmıştır. Dokuz kısmı Ali'ye, bir kısmı da diğerlerine verilmiştir.35
Enes b. Malik rivayet etmiştir: Resulullah, Ali'ye şöyle buyurdu: "Benden sonra ümmetimin ihtilafa düştüğü şeyleri sen açıklayacaksın."36
Ebu Said Hudri'den rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Hüküm vermede ümmetimin en üstünü ve en bilgilisi Ali ibni Ebi Talib'dir."37
Selmani Farisi, Resulullah'tan rivayet etmiştir: "Benden sonra Ali ibni Ebi Talib, ümmetimin en bilgilisidir."38
Ali (a.s) Bildiklerini, Diğer Imamlara Ulaşması Için Yazıyordu
Ali ibni Ebi Talib (a.s), hata ve unutkanlıktan masumdu ve hadisleri yazmaya ihtiyacı yoktu ama, başkalarına ulaşması için, duyduklarını bir kitaba yazması konusunda Resulullah (s.a.a) tarafından görevlendirilmişti.
Emirül Mü'minin Ali ibni Ebi Talib (a.s) rivayet ediyor: "Allah'ın Resulü şöyle buyurdu: "Ey Ali, Sana öğrettiğim şeyleri yaz." "Ya Resulullah, unutmamdan mı korkuyorsun?" dedim. Buyurdu: "Hayır. Çünkü Allah'tan, seni hafız karar kılmasını istemişim; ama, kendinden sonraki imamlara ulaşması için yaz."39
Ali (a.s) da, Resulullah'ın (s.a.a) emrine uyarak bildiklerini yazıyordu. Bu kitaplar diğer imamlara ulaştı ve onlar da bu kitaplardan rivayet etmeye başladılar. Buna birkaç örnek verelim:
Muhammed b. Hakim, Imam Musa b. Cafer'den rivayet ediyor: "Sizden önceki milletler, kıyasla amel ederek helak oldular. Halbuki sizin peygamberiniz, helalinden haramına kadar dinini tamamlayıp aranızdan ayrıldı. Ihtiyacınız olan her şeyi hayattayken getirdi. Getirdikleri, bir kitap halinde Ehli Beyt'in yanında mevcuttur. O kitapta, el ayasının çizilmesinin diyeti dahi açıklanmıştır.40
Azafir Seyrefi şöyle rivayet ediyor: Hakem b. Uteybe ile birlikte Hz. Bâkır'ın huzurundaydık. Hakem devamlı soru soruyor, Imam Bâkır da ihtiramla cevap veriyordu. Bir konuda ihtilafa düştüler. Imam oğluna şöyle dedi: "Oğlum, kalk o eski büyük kitabı bana getir." Kitabı açıp ihtilaf ettikleri konuyu bulduktan sonra, şöyle buyurdu: "Bu yazı Ali'nin (a.s) yazısı ve Resulullah'ın (s.a.a) öğrettikleridir. Ey Ebu Muhammed, Allah'a andolsun, sen, Seleme ve Ebul Mikdam nereye giderseniz gidin, kendilerine Cebrail'in nazil olduğu kimselerin ilminden daha doğru bir ilim bulamazsın."41
Zurare, imam Sadık'tan (a.s); tilki ve sincab gibi hayvanların kürkü üzerinde kılınan namazın sahih olup olmadığını sorduğunda, Imam Sadık, Resulullah'ın imlasıyla yazılmış bir kitap çıkardı. O kitabta şöyle yazılıydı: "Eti haram olan her hayvanın kürkü, kılı, derisi ve gübresi üzerinde namaz kılınmaz."42
Bekr b. Kerb Seyrefi şöyle rivayet eder: Hz. Sadık'tan (s.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Bizde öyle bir şey var ki, yanımızda olduğu sürece, biz halka değil, halk bize muhtaçtır. O şey, içinde bütün helal ve haramların bulunduğu, Resulullah'ın imlası ve Ali ibni Ebi Talib'in hattıyla yazılan bir kitaptır."43
Görüldüğü gibi, hadislerden de anlaşıldığı üzere, Ehli Beyt'in elinde, Resulullah'ın imlası ve Hz. Ali'nin hattıyla yazılı, halkın her türlü dini, ilmi ihtiyaçlarını kapsayan ve Ehli Beyt'in, gerektiği yerlerde faydalandığı bir kitap veya kitaplar vardı.
Resulullah (s.a.a) ve Hz. Ali bu kitapların hazırlanması için, Allah'ın emri ve önceden hazırlanan programa uygun olarak, büyük emek harcıyorlardı. Bu işte iki büyük amaçları, hedefleri vardı:
1 Dini ilimler zaman aşımına uğramasın ve Resulullah'ın imlası ve Hz. Ali'nin yazısıyla hazırlanmış kitaplar halinde, müslümanların başvurabileceği mu'teber bir kaynak olarak Ehli Beyt'in elinde bulunsun.
2 Müslümanlar, dinin en iyi rehberleri ve nübüvvet ilminin koruyucuları olan Ehli Beyt'e yönelsinler. Çünkü onlarda başkalarında bulunmayan kaynak kitaplar vardır ve müslümanlar, dini ilimler ve şeriat hükümleri konusunda onlara başvurduklarında kesinlikle güvenilir olan bir ilmi mercie başvurmuş olacaklardır. Böylelikle de Resulullah, Ehli Beyt'in ilmi merciliğini pekiştirmiş oluyordu.
Babaları Yoluyla Hadis Nakletmek
Ali (a.s) ve onun neslinden olan on bir masum imam, hadislerini doğrudan veya dolaylı olarak Resulullah'tan (s.a.a) naklederler. Yani, Resulullah'ın Hz. Ali'ye öğrettiği hadisleri; Ali (a.s) de Imam Hasan'a, o da Imam Hüseyn'e aktarıyordu ve böylece hadisler birer birer imamların hepsine ulaşmış oluyordu. Ayrıca, hadislerin birçoğu sözlü olarak da imamlara ulaşmıştır. Bu şekilde her imam hadislerini, babaları yoluyla Resulullah'tan (s.a.a) rivayet ediyorlardı. Bu konuda imamlardan gelen rivayetler vardır. Mesela:
Cabir, Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Ey Cabir, eğer biz, kendimizden hadis söylemiş olsaydık, helak olanlardan olurduk. Halk altın ve gümüşü nasıl biriktiriyorsa, biz de (öylece) Resulullah'tan (s.a.a) elde ettiğimiz hadisleri, sizlere naklediyoruz."44
Davud b. Ebi Ahval şöyle der: Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Eğer biz, kendimizden halka fetva verseydik, helak olanlardan olurduk. Verdiğimiz fetvalar, babalarımız yoluyla Resulullah'tan (s.a.a) bize ulaşan hadislerdir. Halkın altın ve gümüş biriktirdiği gibi, biz de Resulullah'ın hadislerini topladık."45
Hişam b. Salim, Himad b. Osman ve diğerleri şöle der: Imam Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Benim hadisim babamın, babamın hadisi ceddimin, ceddimin hadisi Hüseyn'in, Hüseyn'in hadisi Hasan'ın, Hasan'ın hadisi Emirül Mü'minin Ali'nin, onun hadisi Resulullah'ın ve Resulullah'ın hadisi de, Allah'ın sözüdür."46
Cabir der ki: Hz. Bâkır'a (a.s); "Bana hadis söylediğin zaman senedini zikret." dediğimde şöyle buyurdu: "Babam, ceddim Resulullah'tan, Resulullah Cebrail'den, o da Allahu Teala'dan rivayet eder. Sana söylediğim her hadis bu yolladır. Ey Cabir, doğru bir kimseden öğreneceğin bir hadis, sana dünya ve dünyadaki her şeyden daha iyidir."47
Netice Bütün anlatılanlardan şu sonuçlara varıyoruz:
1 Resulullah (s.a.a), risaleti müddetince, öngörülmüş dakik ve özverili bir programla, dinin bütün kanunlarını, hükümlerini ve öğretilerini yavaş yavaş Ali'ye (a.s) öğretip, bu konuda büyük çaba harcayarak müslümanların bütün ihtiyaçlarını gidermiş ve güvenilir ellere teslim etmiş oldu.
2 Ali (a.s), kendi zati istidat ve liyakati, Resulullah'ın duası, kendi çaba ve ciddiyetiyle tüm dini ilim ve öğretileri, Resulullah'tan öğrenip ezberledi ve asla unutmadı. Böylece nübüvvet ilminin hazinesi oldu.
3 Hz. Ali, nübüvvet ilmini iki yolla koruyordu:
a) Ezberleyerek akılda tutuyordu.
b) Resulullah'ın emriyle, öğrendiklerini, kendinden sonraki imamlara ulaşması için, kitap veya kitaplara yazıyordu.
4 Ali (a.s) de, ilmini aynı iki yolla kendinden sonraki imamlara bıraktı. Yani Peygamber'in hadislerini sözlü olarak Imam Hasan'a öğretti ve kitapları da ona bıraktı. Imam Hasan'a da aynı yolu izlemesini emretti.
5 Allah'ın Resulü (s.a.a) böylelikle Islam'ın gerçek ilim ve öğretilerini zaman aşımına uğramaktan koruyup, onu güvenilir ellere teslim etmiş oldu.
6 Ortam hazırlandıktan sonra, "Sekaleyn", "Sefine" ve "Ali Kur'an'la, Kur'an da Ali'yle birliktedir." hadislerini, meveddet ayet ve hadisini, ayrıca Tathir ayetini iblağ etmekle Ehli Beyt'i muteber bir ilmi merci olarak müslümanlara tanıtmış ve yeri geldiği zaman çeşitli tabirlerle ilmi onlardan almayı tavsiye etmiştir.
Eğer müslümanlar, Resullullah'ın vefatından sonra, Ali'nin ve Ehli Beyt'in ilmi merciliğini kabul etmiş ve en azından ilim elde etmek için bu aileye başvurmuş olsalardı, Islam'ın hayat veren gerçek öğretilerini elde edecek, mezhep farklılığı ve ihtilafına düşmeyeceklerdi. Bütün bunlar gerçekleşseydi, dünya şimdikinden daha farklı olurdu. Ama maalesef öyle olmadı ve müslümanlar, Ehli Beyt'in ilmi merciliğinden de yavaş yavaş kopup, dinin hüküm ve öğrenimlerini öğrenmek için bu zengin ve güvenilir kaynaktan yeterince yararlanmadılar. Ilmi ihtiyaçlarını temin etmek için sağa sola dağılarak, din hainleri ve hadis uyduranların tuzağına düştüler. Bu da Islam'a vurulan en büyük darbe olmuştur. Elbette ki bu komplolar yavaş yavaş gerçekleşti.
Resulullah'ın (s.a.a) ahiret yurduna irtihalinden sonraki o ilk dönemlerde müslümanlar, ihtiyaçlarını gidermede az çok Ali'ye (a.s) başvuruyor, fetva ve hüküm vermede onun ilminden faydalanıyorlardı. Özellikle de Ömer ibni Hattab, zor meseleleri çözmesi için defalarca Hz. Ali'ye başvurmuş ve görüşlerinden yararlanmıştır. Buna birkaç örnek verelim:
Ibni Abbas şöyle diyor: "Doğru sözlü biri, Hz. Ali'den (a.s) fetva olarak bir hadis naklettiğinde ona uyardık."48
Ebu Hüreyre, Ömer ibni Hattab'ın şöyle dediğini naklediyor: "Ali, hüküm vermede hepimizden üstündür." 49
Said b. Müseyyib şöyle diyor: "Ömer devamlı, Ali'nin olmadığı yerde zor bir meseleyle kaşılaşmaktan Allah'a sığınırdı."50
Uzeynetül Abdi şöyle diyor: Ömer'in yanına gidip şöyle sordum: "Umre'ye nereden başlayayım?" Şöyle dedi: "Ali'nin yanına git ve ondan sor."51
Resulullah'ın hanımı Aişe'den, ayakkabıya meshetmenin hükmü sorulduğunda; "Gidip Ali'den sorun." dedi.52
Ebu Said Hudri şöyle naklediyor: Ömer'in, Ali'den bir soru sorup cevabını aldığında şöyle dediğini duydum; "Ey Ebul Hasan, benim sağ kalıp, senin olmayacağın günden Allah'a sığınırım."53
Hulefai Raşidin döneminde Hz. Ali'nin (a.s) ilmi makam ve merciliğine daha fazla önem gösteriliyor ve Ebu Bekr, Ömer, Ibni Abbas, Ebu Said Hudri, Selmani Farisi ve Ebuzer Gıfari gibi sahabenin ileri gelenleri fıkıh ve yargı konularında genellikle Hz. Ali'nin görüşlerinden yararlanırlardı. Onun ilmi makamını tanır ve ona başvurmaktan çekinmezlerdi. Islami hilafetin henüz saltanat ve padişahlığa dönüşmediği o zamanlarda bu kaçınılmaz bir şeydi. Çünkü o dönemde, Ali'de (a.s) bulunan fazilet ve üstünlükleri bilen, onun takip edilmesi ve ilminden yararlanılması için Resulullah'ın tavsiyelerini duyan birçok sahabe bulunuyordu. Yani o dönemde Hz. Ali'nin zatında bulunan fazilet ve kemalleri ve ilmi makamını inkar ederek, Resulullah'ın bütün tavsiyelerini görmezlikten gelip, onu bir anda siyasi, ictimai ve ilmi mercilik sahnesinden uzaklaştırıp münzevi kılabilecek bir ortam hazır değildi. Işte bunun için, siyaset sahnesinden uzaklaştırılmasına rağmen ilmi merciliği henüz söz konusuydu.
Müslümanların, Ehli Beyt'in ilmi merciliğinden uzaklaşması faciası, hilafetin saltanata dönüşüp ve tahtlarını korumaktan başka amaçları olmayan kişilerin iş başına gelmesiyle zirveye ulaştı. Bu kimseler için Islam kanunlarına riayet etmek, Islami ilimler kaynağına başvurmak ve onları tanımak asla söz konusu değildi. Işte bu dönemden itibaren, Ehli Beyt yavaş yavaş münzevi edildi ve onların ilmi merciliği unutuldu. Bu akımın temeli, büyük bir ihtimalle Şam'da atılıp daha sonra diğer bölgelere sıçramıştır.
Şimdi akla şöyle bir soru geliyor: Ehli Beyt'e ilmi merci olarak artık başvurulmayışın sebebi neydi acaba? Imamet ve hilafetlerinin inkar edilmesi ilmi merciliklerinin de mi unutulmasını gerektiriyordu? Resulullah'ın (s.a.a), Ehli Beyt hakkındaki onca tavsiyesine rağmen müslümanlar, neden onların ilmi merciliğinden uzaklaştılar?
Bu sorunun tahlil ve tahkiki ve ona verilecek doğru cevap, geniş bir tarihi araştırmayı gerektirmektedir. Şimdilik şu kadarını söylemekle yetiniyoruz ki, Benî Ümeyye ve Benî Abbas hükumetlerinin siyaseti, Ehli Beyt'i unutturdu ve müslümanların, bu nübüvvet ilminin zengin kaynağından mahrum kalmasına sebep oldu. Bunlar, Ehli Beyt'in bir ilmi merci olarak dahi söz konusu edilmesini hükumetleri için tehlikeli görüyorlardı. Bunun sebebiyse açıktı; Ehli Beyt, Islam'ın gerçek hükümlerinin ve Resulullah'ın siretinin tercümanları ve yayıcısıydılar. Bu gibi ilimlerin halkın arasında yayılmasıysa, hakim güç için büyük sorun olabilirdi. Çünkü onlar, Islam kanunlarına göre değil, kendi istek ve arzularına göre hükmetmek istiyorlardı.
Ayrıca, Ehli Beyt'in ilmi merciliğinin söz konusu olması, halkın onlara olan muhabbetlerinin artmasına sebep olacaktı. Bu da hükümdarların istemediği bir şeydi. Çünkü onları kendilerine rakip olarak kabul ediyor ve onların halk tarafından tanınmasını hükumetleri için tehlikeli görüyorlardı.
Işte bu nedenlerden dolayı, Ehli Beyt'i siyaset sahnesinden uzaklaştırdıkları gibi ilmi mercilikden ve diniiçtimai bir mevkiye sahip olmaktan da uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Yani, Ehli Beyt'in ilmi merciliği, imamet ve rehberliklerinin kurbanı oldu.
Benî Ümeyye ve Benî Abbas halifeleri bu tehlikeli emellerini gerçekleştirmek için, ellerinden geleni yapmaktan geri kalmadılar. Ehli Beyt'i ve taraftarlarını, hapis, işkence, sürgün ve iftiralara tabi tuttular. Hadis uydurarak, onlara gidip gelmeyi ve hadislerini dinleyip nakletmeyi yasakladılar. Bu baskı, Imam Hasan, Imam Hüseyin ve Imam Seccad zamanında şiddetli olarak uygulanıyordu. Işte bu zamanlarda, müslümanlarla Ehli Beyt arasına engeller girdi ve sonraları da böylece devam etti. Bu baskı, Imam Bakır'ın zamanından sonra biraz azalmış ve Ehli Beyt'i sevenler, nübüvvet ilminin varislerinden az çok istifade ediyorlardıysa da bu yeterli olmuyordu. Çünkü düşmanlar yapacaklarını yapmış ve müslümanları bir kere Ehli Beyt'ten koparmışlardı. Bu nedenle Ehli Beyt'in ilmi merciliği söz konusu olmuyor ve onlardan istifade etmenin gerekliliği hissedilmiyordu. Üstelik bu zamana kadar Ehli Beyt'in ilmi merciliğini, zati kemallerini ve faziletlerini bilen ve Resulullah'ın (s.a.a) onlar hakkındaki tavsiyelerini duyupişiten muhlis sahabiler de vefat etmişlerdi. Bu sebeplerden sözkonusu hükümdarlar bütün planlarını kolaylıkla gercekleştirebiliyorlardı.
Elbette, müslümanlar arasında, bütün baskı ve kısıtlamalara rağmen, Ehli Beyt'e uyan ve ilimlerinden isti
dipnotlar
1 Necm/35.
2 Sahihi Müslim, c.4, s.1873.
3 ElMüstedrek Alas Sahiheyn, c.3, s.109.
4 Ensabül Eşraf, c.2, s.110.
5 Üsdül Gabe c.2. s.12.
6 Mecmauz Zevaid, c.9, s.162.
7 Tarihi Bağdadi, c.8, s.442.
8 Müstenedi Imam Ahmed b. Hanbel, c.3, s.59.
9 Yenabiul Mevedde, s.41.
10 EsSevaikül Muhrika, s.150.
11 Gayetul Meram, s.21184.
12 esSavaikul Muhrika, s.151.
13 Sahihi Müslim, c.4, s.1874.
14 EsSavaikul Muhrika, s.151.
15 EsSavaikul Muhrika.
16 ElMüstedrek, c.3, s.146.
17 Üsdül Gabe, c.2, s.12.
18 ElMüstedrek, c.3, s. 150.
19 Sahihi Müslim, c.4, s.1883.
20 Camiu Ehadisiş Şia, c.1, s.49.
21 Feraidüs Simtayn, c.2, s.133.
22 Mecmauz Zevaid, c.9, s.168; Yenabiul Mevedde, s.31; elMüstedrek, c.3, s.151; Feraidus Simtayn, c.2, s.242.
23 Hakka/12.
24 ElMenakıb Lil Harezmi, s.199.
25 Yenabiul Mevedde, s.79.
26 Nehcül Belağa, Kasıa hutbesi.
fade eden kimseler de vardı. Bunlar, Imamiye Şiası'ndan olan kimselerdi ki, baskı ve vahşete rağmen, güçleri yettiğince Ehli Beyt'in ilminden isti fade ediyorlardı. Ehli Sünnet kitaplarında da Ehli Beyt'ten hadisler görülse de çok azdır.
Son söz olarak şunu diyebiliriz ki, eğer Ehli Beyt'in ilmi merciliğine gereken ilgi ve saygı gösterilmiş olsaydı, bugün Islam alemi ve hatta bütün dünya bu halde olmazdı.
27 Tabakatu Ibni Sa'd, c.2, s.338;
Ensabül Eşraf, c.2, s.98.
28 Kafi, c.1, s.338.
29 Tabakat, c.2, s.338.
30 Zehairul Ukba, s.78. ElMenakıb Lil Harezmi, s.41.
31 Yenabiul Mevedde, s.82; elMenakıb Lil Harezmi: s.40; Müstedreki Hakim: c.3, s.127; Usdül Gabe, c.4, s.22.
32 Yenabiul Mevedde: s.82.
33 Yenabiul Mevedde: s.81.)Yenabiul Mevedde: s.81.
34 Feraidüs Simtayn, c.1, s.97.
35 Feraidüs Simtayn, c.2, s.94.
36 Müstedrek, c.3, s.122.
37 ElMenakıb Lil Harezmi, s.39.
38 ElMenakıb Lil Harezmi, s.40.
39 Yenabiul Mevedde, s.22.
40 "Besairüd Deracat, s.147.
41 Camiu Ehadisiş Şia, c.1, s.8.
42 Camiu Ehadisiş Şia, c.1, s.9.
43 Camiu Ehadisiş Şia, c.1, s.9.
44 Camiu Ehadisiş Şia, c.1, s.14.
45 Camiu Ehadisiş Şia; c.1, s.14.
46 Camiu Ehadisiş Şia, c.1, s.12.
47 Camiu Ehadisiş Şia, c.1, s.13.
48 Tabakat, c.2, s.338.
49 Tabakat, c.2, s.339.
50 Tabakat, c.2, s.339.
51 Zehairul Ukba, s.79.
52 Zehairul Ukba, s.79.
53 Zehairul Ukba, s.82.

1
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

MA'SUM İMAMLARIN TEFSİRİNDEN İNCELİKLER
Ayetullah Muhammed Hadi MARİFET
Ehli Beyt imamlarının, Kur'anı Kerim'in tefsiri hususunda üstlendikleri rol, bu yüce kitabı doğru ve sağlam üsullere dayanarak kapsamlı bir şekilde ve derince inceleyip hikmetli manaları çıkarmanın yol ve yöntemini öğretme olmuştur. Zira Kur'an ayetlerinin manalarını kavrayıp hikmetli manaları onlardan çıkarmanın birçok incelikleri vardır ki, onlardan gaflet etmek, Allahu Teala'nın kasdetmiş olduğu üstün ve asıl manalardan uzak kalmaya sebep olur.
Şüphesiz ki Ehli Beyt (a.s), Kur'an'ın manasını anlamada, şeriatın hedefini ortaya koymada diğer insanlardan daha üstün, daha yetenekli idiler. Zira Kitab'ın varisleri, onu halka iletenler ve ayetlerin nüzul sebepleri ve tevillerini hakkıyla bilenler onlardı.
Ehli Beyt'ten rivayet olunan tefsirler, selef ve haleften hiç kimsenin onlar gibi derin bir görüşe sahip olmadığına dair en açık delili oluştur
makta, dinde en büyük mercilik makamının onlara ait olduğunu kanıtlamaktadır. Kur'anı Kerim'in zahiri ve batıni manalarını tefsir etmek ise bunun bir bölümüdür.
Şu bilinmelidir ki, Kur'an'ın manasını açıklamakta Ehli Beyt'ten rivayet edilen hadisler iki kısma ayrılıyor:
1 Zahirî Tefsir.
2 Batınî Tefsir.
Birinciden maksad, manayı anlayabilmek için maksadı kavramakla ilişkin olan nokta ve inceliklere (sarf, nahiv, beyan, bedi' gibi ilimlere) dayanarak kelamın zahirî manasını şerhetmektir. Kur'anı Kerim bu yöne geniş bir çapta önem vermiştir.
Biz buna "zahirî tefsir" ismini veriyoruz. Zira bu yöntemde kelamın zahiri sözkonusudur.
İkinciden maksad ise, birinci mananın ardından gelen ve kelamdan kasdedilen ikinci manadır. Bu, bazen işaret şeklinde olur ve bunu ancak derin bilgiye sahip olanlar anlayabilir.
Bunu anlamanın belirli üslup ve şartları vardır. Ehli Beyt'in (a.s) dışında çok az insanlar bunu bilir.
İlk önce birinci kısımdan bazı örnekler zikredelim ve daha sonra ikinci kısma geçelim.
1 ZAHİRİ TEFSİR
Kur'anı Kerim'in "vemsehu bi ruusikum" (başınızın bir kısmını meshediniz) ayeti ile ilgili olarak Sıkatül İslam Ebu Cafer Kuleyni, Zurare'ye isnaden şu rivayeti nakletmiştir:
Zurare, İmam Bâkır'a (a.s): "Başın bir kısmını meshetmeyi nereden bildiğinizi bana söyler misiniz...?" diye sordu.
İmam Bâkır (a.s) tebessüm ederek şöyle buyurdu: "Ey Zurare, bunu Allah'ın Resulü buyurmuş ve Kur'an'da da bu şekilde inmiştir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "feğsilu vücuhekum" (yüzünüzü yıkayınız). Bundan yüzün her tarafının yıkanması gerektiğini anlıyoruz. Daha sonra şöyle buyurmuştur: "ve eydiyekum ilel merafik" (ve ellerinizi dirseklere kadar). Daha sonra buyurumuştur ki: "vemsehu bi ruusikum..." (başınızın bir kısmını meshediniz.) "Bi ruusikum" dediğinde "ba" edatının taşıdığı anlamdan başın bir kısmının meshedilmesi gerektiğini anlıyoruz.[1]
Yani "elGasl ve elMesh" kökleri mutaaddi olup, "Mesehehu meshen" (onu meshetti) "Gaselehu gaslen" (onu yıkadı) denilmesi sahih olduğu halde, Allah Teala onu değiştirerek rabıt (bağlaç) olan "ba" harfini, yüklem ve nesne arasına getirmiştir. Cümlenin zahirindeki bu fazlalık, manadaki bir fazlalığa işaret etmektedir. Çünkü kelimelerin fazla oluşu mananın fazla oluşuna delalet eder.
İmam Bâkır (a.s) da burada "ba" harfinin meshedilecek yerin bir bölümünü ifade ettiğini istinbat etmekle bu ince noktaya işaret etmiştir. Zira eğer yüzün yıkanmasında olduğu gibi burada da, "vemsehu ruusekum" (başınızı meshedin) denmiş olsaydı, başın her tarafını meshetmek gerektiğini ifade ederdi. Ama "vemsehu bi ruusikum" buyurulunca, bundan sadace ıslak elle başın bir kısmını (ön kısmını) meshetmek gerektiği anlaşılmaktadır.
Demek ki, Allah Resulü'nün (s.a.a) sözünden başka, ayeti kerimedeki "ba" harfi de, bize mesh hükmündeki bu hususu anlatmak için yeterlidir. Ama bu anlam bazılarının zannettiği gibi "ba" harfinin "teb'iz" anlamında (bir bölümü ifade etmek için) kullanılmış olduğundan değildir. Aksine, cümlenin yapısı ve zahirde gerekli olmayan bir şeye cümlede yer verilmesiyle oluşan özel terkib, "teb'iz" manasını, yani başın bir kısmını meshetmenin gerektiğini ifade etmektedir. O halde "teb'iz", cümlenin hepsinden anlaşılmaktadır, "ba" edatından değil.. Çünkü "teb'iz" anlamı "ba" edatının manalarından biri değildir, öyleyse bazılarının "ba" harfinin "teb'iz" manasına gelmesi hususundaki münakaşaları yerinde değildir.
Şeyh Muhammed Abduh bu konuda şöyle diyor: "Bazı alimler "ba" harfinin "teb'iz" manasına gelmesini eleştirmiş, bazıları mutlak olarak "ba" harfinin "teb'iz" anlamını ifade ettiğini ileri sürmüş, bazıları da istiklali olarak "teb'iz" manasına gelmeyip "ilsak" manasının zımnında "teb'iz" manasını da ifade ettiğini söylemişlerdir."
Şeyh Abduh sonra şöyle devam ediyor: "Gerçek şudur ki, "ba" edatı, "teb'iz" ve "alet" anlamına değil "ilsak" anlamına gelmektedir. Ve "mesehe bi keza" ve "mesehe keza" tabirlerinin anlamlarında, aslen Arap olan kimsenin anladığı anlam itibara alınmalıdır. Aslen Arap olan birisi ise, "mesehe bi re'sil yetim" veya "mesehe bi unukil feres" veya "mesehe bi sakihi" veya "mesehe bir rükn" veya "bil hacer" ibarelerinden, yalnızca" "elini onun üzerine çekti" manasını anlıyor. Artık bundan, mesheden kişinin bütün elini çektiği, baş, boyun, ayak, Rükün ve Hacerül Esved'in her tarafının meshedildiği anlaşılmıyor. Bu anlam, Arapça bilen herkesin mezkur ibarelerden anladığı bir anlamdır. "Fe tafika meshen bis suki vel a'nak" (Sonra da onların bacaklarını ve boyunlarını meshetmeye başladı.) ayetinde[2] de seçkin görüş, el ile meshetmesidir, kılıç ile değil. Şairin:
Fe lemma kazeyna min kulli hacetin
Ve mesehe bil erkani men huve masihün
(Mina'da ibadetlerimizi bitirip
Meshedenler de rükünleri meshettikten sonra...
Şeklindeki şiirinde de aynı şey sözkonusudur.
Şeyh Muhammed Abduh sonunda şu sonuca varıyor ki, mükellefiyetin yerine gelmesinde, "başını meshetti" denilebilecek miktarda başın bir kısmını meshetmek yeterlidir. Bu ise ancak mesheden şahsın, uzvunu meshedilen yerin üzerinde hareket ettirmesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla ayetin lafzı mücmel değildir."[3]
Yine İmam Bâkır (a.s) teyemmüm ayetinde de "ba" harfinin gelmesini, teyemmümde yüz ve ellerin hepsini kapsayacak bir şekilde meshetmenin farz olmadığına delil tutmuştur. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Vemsehu bi vücuhikum ve eydiykum minhu." (Ondan yüzünüz ve ellerinizin bir kısmını meshedin.) Yani yüz ve ellerin hepsini meshetmenin gerekliliğini ifade etmesi için, Cenabı Allah "Vemsehu vücuhekum ve eydiyekum" dememiş ve abdest ayetinde olduğu gibi burada da "ba" harfini eklemiştir.[4]
Muhammed b. İdris eşŞafii, abdest ayeti (vemsehu bi ruusikum) hakkında başın bir kısmının meshedilmesi gerektiği dışında başka bir ihtimal vermeyerek şöyle demiştir: "Ayeti kerimeden anlaşılan şudur ki: Kim başının bir kısmını meshederse başını meshetmiş sayılır."
Daha sonra Şafii sözüne şöyle devam ediyor: "Sünnet de kişinin bütün başını meshetmesi gerektiğine delalet etmiyor. Sünnet de nazara alınınca, ayeti kerimenin manasının şu şekilde olduğu anlaşılır: Her kim başının bir kısmını meshederse kifayet eder."[5]
Şafii "elÜmm" kitabında şöyle demiştir: "Abdest alan şahsın, başında saç yoksa başının herhangi bir yerini, saç varsa saçının herhangi bir miktarını bir parmağıyla veya parmaklarının birkaçıyla yahut elinin ucuyla meshetmesi yeterlidir; aciz olana da meshetmesi için başkasının yardım etmesi caizdir. Yine eğer başın ön kısmında genelde diğer kısımlara nazaran saçların daha çabuk döküldüğü alnın iki tarafının her ikisini veya birisini veya her iki taraftan bir miktarını meshederse kifayet eder. Çünkü orası da başın bir kısmı sayılır."[6]
Şafii, mezkur ayeti kerimenin bu manayı ifade etme vechini şu şekilde açıklıyor: "Açıktır ki, bu gibi harfler, mana ifade etmek için üretilmiştir. Gerçi, bazen kelamda bağlantı kurmak için kullanılır ve dolaysıyla bir anlam taşımazlar ama, bir manayı ifade etmek için kullanmamız mümkün olursa onları o manada kullanmak gerekir. Bundan dolayı, ayeti kerimede "ba" harfinin, "teb'iz" anlamını ifade etmek için geldiğini söyledik. Bunun delili şudur ki, "mesehtü yedi bil hait" denildiğinde duvarın bir kısmının meshedildiği anlaşılır, hepsinin değil. Ama eğer "mesehtül hait" denilirse bütün duvarın meshedildiği anlaşılır, bir kısmının değil. Böylece örf ve lügatta "ba" harfinin getirilmesiyle getirilmemesinin arasındaki fark aydınlığa kavuşmuş oldu."
Daha sonra Şafii, bu görüşü teyid etmek için, İbrahim enNehai'nin şöyle dediğini[7] naklediyor:
"Abdest alan kişi, başın bir kısmını meshederse kifayet eder. Ama eğer Kur'ân'ın ayeti "imsehu ruusekum" şeklinde olsaydı, bütün başı meshetmek gerekirdi."
Daha sonra şöyle diyor: "Böylece İbrahim bunu demesiyle "ba" harfinin "teb'iz" için geldiğini belirtmiştir. Lüğat ehli de bu görüşü te'yid etmektedir."[8]
Fahri Razi şöyle demiştir: "Şafii'nin başın bir kısmını meshetmedeki delili şu şekildedir: Eğer "mesehtül mindil" denirse, bu sözün sıhhati için mendilin tümünü meshetmesi gerekir. Ama "mesehtü yedi bil mindil" denirse, bu sözün doğruluğu için mendilin bir kısmını meshetmesi kifayet eder."[9]
Şafii'nin zikretmiş olduğu görüş, her ne kadar zahirde İmam Sadık'ın (a.s) görüşüyle uyum içerisinde ise de, onunla bazı farklılıkları vardır:
a) Şafii, "min" harfinin "teb'iz" manasını ifade ettiği gibi, ayeti kerimedeki "ba" harfınin de "teb'iz" manasına geldiğini zannetmiştir. Halbuki lüğatta "ba" harfi "teb'iz" için gelmemiştir ve buna bir örnek de yoktur. Bu konuda Şafii'nin, İbrahim enNahai'nin sözüne istinad etmesi de doğru değildir. Çünkü o, "ba" harfinin "tebi'z" manasını ifade ettiğini tasrih etmemiştir. Aksine, onun bu sözü, İmam Sadık'ın (a.s) sözü gibi, ayeti kerimedeki "ba" harfinin özel konumundan başın bir kısmını meshetmenin yeterli olduğunun anlaşıldığını ifade etmektedir, bu ise onun "teb'iz" manasında kullanıldığını göstermemektedir.
b) Mendil örneği ise doğru değildir. Çünkü mendil, bir şeye meshedilir (sürülür), bir şey ona meshedilmez (sürülmez). Örf ve lügatta "mesehtül mendil" (mendili meshettim) söylenilmez. Öyleyse "mesehtü yedi bil mendil" denildiğinde bu, mesholunan şeyin mendil değil el olduğunu, ifade eder.
c) Şafii, başın elle mesholunmasını şart koşmayıp, "Eğer başın bir kısmına su dökerse kifayet eder." demiştir.[10] Ama biz su dökmenin nasıl meshetmek olabileceğini anlayamıyoruz?! Şayet ayetin lafzından anlaşılan anlamdan çıkarak kıyas yoluyla, meshetmekle bile olmasa başın bir kısmını herhangi bir yol ile ıslatmanın yeterli olduğunu sanmıştır. Oysa bu, nassa karşı kıyas etmek olup batıl bir yöntemdir.
Ebu Hanife ise, "başın hangi tarafından olursa olsun, dörtte birini meshetmek kifayet eder" fetvasını vermişdir. Fakat meshin parmak ile olmasını şart koşmuştur. Maliki ve Hanbeliler ise "ba" harfinin konumundan çıkan anlamı görmezlikten gelerek başın hepsine meshetmenin farz olduğunu söylemişlerdir.[11]
Nitekim dört mezhep hep birlikte teyemmüm ayetindeki "ba" harfini görmezlikten gelerek teyemmümde yüzün hepsini ve elleri dirseklere kadar meshetmeyi farz kabul etmişlertir.[12]
Ayetteki "ba" harfine gelince, Malik onun müekkid ve fazla olduğunu, kelam içerisinde bir manayı ifade etmediğini belirterek ayetin manasının "başınızı meshedin" olduğunu söylemiştir.[13]
AYAKLARI MESHETMEK
Tefsir ve edebiyat bahislerinde kendine büyük bir pay ayıran çok zor meselelerden biri de Kur'anı Kerim'den abdestte ayağı meshetme hükmünü çıkarmak meselesidir.
Bazıları, "kesre (esre)" ile okunan kıraatın Şia mezhebine göre meshin farz oluşuna ve "Fetha (üstün)" ile okunan kıraatın ise diğer mezheplerin görüşüne muvafık olduğunu sanmışlardır. Her iki grubun da, kendi görüşünü teyid edecek Sünnetten ve Arap edebiyatından birtakım tanık ve delilleri vardır. İsteyenler onları ilgili yerlerde görebilirler.
Fakat Ehli Beyt'ten (a.s) mezkur ayetin tefsirinde gelen rivayetler, açıkça Kur'anı Kerim'in, ayağı meshetmek üzere nazil olduğunu, Resulullah (s.a.a), Emirül Mü'minin Ali (a.s), diğer masum imamlar (a.s), seçkin sahabiler ve onlara iyilik ile uyan tabiilerin bu şekilde amel etmiş olduklarını belirtmektedir.
Şeyh Tusi, sahih senediyle naklettiği bir hadiste Huzeyl'in evlatları Salim ve Galib'den Hz. Ebu Cafer'e (İmam Muhammed Bâkır a.s) ayakları meshetme hakkında sorduklarında İmam Bâkır'ın (a.s); "Cebrail'in getirdiği ayakları meshetmektir"[14] buyurduğunu naklediyor.
Yani ister ayetteki "ercül" kelimesi "kesre" ile okunsun, ister "fetha" ile, Kur'an'ın zahirinden, yani "ercül" kelimesinin "ruus" kelimesine atf edilmesinden her iki ayağı da meshetmenin farz olduğu anlaşılır. Zira "ercül" kelimesinin "vücuh" ve "eydiyekum" kelimelerine atfedilmesi caiz değildir. Çünkü bu bir kelam arasında yabancı bir sözün fasıla olmasını gerektirir, böyle bir atf Kur'anı Kerim'de caiz değildir.
"Kesre" ile okunan kıraata gelince, bu konu pek açıktır. Bu kıraatı Kurraı Seb'a'dan olan İbni Kesir, Ebu Amr, Hamza ve ayrıca Asım'dan rivayet edenlerden biri olan Şu'be kıraat etmişlerdir. Fakat bu kıraata göre başta olduğu gibi ayakların da bir kısmını meshetmek gerekir.
"Nasb (Fetha)" ile okunan kıraata göre de hüküm aynıdır. Zira bu takdirde "ercülekum" kelimesi "ruusekum" kelimesinin mahalline atfedilmektedir, o ise "imsehu" fiilinin mef'ulu olduğundan dolayı mahallen mensuptur. Zira "imsehu" mutaaddi fiil olduğundan dolayı ona "nasb (fetha)" vermeyi gerektirir. Fakat "ba" harfi, "teb'iz"i ifade ettiği için ona dahil olmuştur ve dolaysıyla lafzen "nasb (fetha)" almamıştır, ama mahallen mensuptur.
Kurraı Seb'a'dan olan Nafi', İbni Amr ve Kesai, aynı şekilde Asım'dan rivayet edenlerden olan Hasf, "nasb (fetha)" ile okumuşlardır. Bu kıraat, Emirül Mü'minin Ali'den (a.s) rivayet eden Ebu Abdurrahman esSelemi'ye isnad edilmektedir.
Fakat "nasb" ile okunan kıraat, ayak parmakların ucundan ayak üzerindeki şişkinliğe kadar olan bölümün hepsini meshetmeyi ifade ediyor.[15] Çünkü bu kıraata göre, "imsehu" fiili, meshedilen "ercül"e vasıtasız olarak müteallik olmuştur. Dolaysıyla zahiri anlamı bu iki had arasında kalan yerin tamamını meshetmek oluyor. "Nasb" ile okunan kırarat, zikrettiğimiz deliller gereğince seçtiğimiz görüş olmakla birlikte bu kıraatın müslümanlar tarafından benimsenip yaygınlaşması da onun doğruluğunu göstermektedir.
Kıraat hangi şekilde olursa olsun, ister "kesre" ile okunsun, ister "nasb" ile, her iki takdirde de "ercül" kelimesini "ruus" kelimesine atfetmek gerekir, "eydi" kelimesine atf olunamaz. Sonuç olarak da, ayakları yıkamayı gerektirecek hiçbir delil yoktur.
O halde Ehli Beyt imamlarından rivayet olunduğu gibi Kur'an'ın zahiri, ayakların meshedilmesine delalet etmektedir. Emirül Mü'minin Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur: "Kur'ân, yalnızca meshetmek üzere nazil olmuştur."[16]
İbni Abbas'tan da şöyle rivayet olunmuştur: "Allah'ın kitabında meshetmek belirtilmiştir. Ama halk yıkamayı tercih ettiler."[17]
Şeyh Muhammed Abduh şöyle diyor: "Zahiren ayetteki "ercül" kelimesinin "ruus" kelimesine atfolunması gerekir. Yani "vemsehu bi ercülikum ilel ka'beyn" şeklinde olup ayakları da ayaklar üzerindeki şişkinliğe kadar meshetmek gerekiyor."
Şeyh Muhammed Abduh daha sonra şöyle devam ediyor: "Müslümanlar, ayakların yıkanması mı yoksa meshedilmesi mi gerektiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Cumhuri Ehli Sünnet ayakları yıkamanın farz olduğunu kabul ederken İmamiye Şiası meshetmeyi farz bilmiştir. Razi'nin, Kaffal'dan rivayetine göre meshetmek, İbni Abbas, Enes İbni Malik, İkrime, Şa'bi ve Ebu Cafer Muhammed b. Ali elBâkır'ın (a.s) görüşüdür."
Daha sonra şöyle devam ediyor: "Cumhuri Ehli Sünnet'in bu konudaki en önemli delilleri sadrı evvelde olanların ameli ve bunu teyid eden bir takım kavli hadislerdir."
Şeyh Muhammed Abduh, bu konuda genişçe bahsettikten sonra Taberi'den, mesh ve yıkamayı birlikte yerine getirmeyi uygun gördüğünü nakletmiştir.
Daha sonra Ehli Sünnet kitaplarında pek çok rastlanan Alusi'nin Şia'ya yönelik saldırılarına uzunca yer vermiştir.[18]
EL KESME AYETİ
Ebu Nadr Muhammed b. Mes'ud elAyyaşi, Başkadı İbni Ebi Duad'ın arkadaşı olan Zerkan'a isnaden şu rivayeti naklediyor:
"Hırsızlık yaptığına itiraf edip kendine had uygulanarak tathir edilmesini isteyen bir hırsız Mu'tesim'in huzuruna gelmişti. Mu'tesim bu iş için fakihleri topladı. İmam Muhammed b. Ali elCevad (a.s) onların arasında bulunuyordu. Halife onlara, "Hırsızın elinin nereden kesilmesi gerekir?" diye sordu.
İbni Ebi Duad, bilekten, dedi ve buna delil olarak teyemmüm ayetini okudu. Bir grup fakihler de onun bu sözünü desteklediler.
Diğer fakihler ise, dirsekten kesilmesi gerekir, dediler ve buna delil olarak abdest ayetini öne sürdüler.
Bu arada halife, İmam Cevad'a yönelerek onun da görüşünü sordu. İmam Muhammed Cevad (a.s) halifenin, kendisini mazur görmesini istedi. Fakat halife ısrarla İmam Cevad'dan (a.s), görüşünü belirtmesini istedi.
İmam (a.s) halifenin ısrarı üzerine şöyle buyurdu: "Onlar bu konuda sünneti yanlış yorumladılar. Gerçekte elin ayası hariç parmakların kökünden kesilmesi gerekir."
Bunun üzerine halife, "Buna delilin nedir?" diye sordu.
İmam Muhammed Cevad (a.s) şöyle buyurdu: "Delilim Resulullah'ın (s.a.a) buyurmuş olduğu şu sözdür: "Secde, yedi uzuv üzerine olur: alın, iki el, iki diz ve iki ayak." Eğer el bilekten veya dirseken kesilirse namaz kılan kişinin secde etmesi için eli kalmaz.. Oysa Allahu Teala şöyle buyuruyor: "Secde yerleri Allah'a aittir." Yani secde ettiği yedi uzuv Allah'a aittir. Ve yine buyuruyor ki: "Allah'la birlikte başkasını çağırmayınız." Dolayısıyla Allah'a ait olan bir şey kesilmez.
Mu'tesim, İmam'ın bu sözlerinden hoşlanıp hırsızın parmaklarının el ayasının bittiği yerden, yani parmaklarının kökünden, kesilmesine emir verdi.[19]
İşte diğer fakihlerin farkına varmadıkları ve İmam Muhammed Cevad'ın (a.s) dikkat ettiği bu ince nükteye iyice bak. Zira el kesme ayetinde yer alan "el" kelimesi mücmeldir (mübhemdir.) Allah Teala bu ayette onun nereden kesilmesi gerektiğine dair maksadını açıklamamıştır. Dolayısıyla onun sünnet veya bizzat Kur'an'ın kendisiyle belirlenmesi gerekir. İmam (a.s) mücmel olan bu meseleyi Kur'ân'dan yardım alarak sünnet ile açıklama yoluna başvurmuştur ve Hz. Resulullah'ın hadisine dayanarak el ayasının namaz kılanın secdeyi gerçekleştirdiği yedi uzuvdan biri olduğunu açıklamıştır. Daha sonra ayeti kerimeye isnad ederek ister secde edilen camiler olsun, ister secdeyi gerçekleştiren uzuvlar olsun, bütün secde yerlerinin Allah'a ait olduğunu açıklamıştır. Allah'a ait olan bir şeye ise had uygulanmaz. Gerçekten de bu çok zarif bir istinbattır.!

Burada Ceziri'nin elin bilekten kesilmesinin gerektiğine gerekçe olarak zikretmiş olduğu delil ilginçtir. O şöyle diyor: "Hırsızlık el ile yapılıyor, kol ise sadece eli taşıyor, ceza da ancak suçu işleyen uzva uygulanır. İlk önce sağ elin kesilmesi de bu yüzdendir. Çünkü eşyalar genelde sağ el ile alınır."[20]

Açıktır ki, bu delil doğru olduğu takdirde, parmakların kökten kesilmesini iktiza eder. Zira eşyalar parmaklar ile tutulur. El ayası ise sadece parmakları taşır.
İbni Hazm elEndülüsi de şöyle diyor: "Ali (a.s) elden parmakları ve ayağın yarısını keserdi. Ömer ise el ve ayağı mafsaldan keserdi. Ama hariciler eli dirsekten veya omuzdan kesmeyi kabul ediyorlardı."[21]
İÇKİNİN HARAM OLUŞU
Abbasi halifelerinden elMehdi, İmam Musa Kazım'dan içkinin haram olup olmadığı hakında şöyle soruyor: "Acaba Allah'ın Kitabı'nda içki haram kılınmış mıdır? İnsanlar ondan nehyolunduklarını biliyorlar, ama onu tahrim eden açık bir delilden haberleri yoktur." Buna cevap olarak İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Allah'ın Kitabı'nda içki haram kılınmıştır."

ElMehdi: "Kur'an'ın neresinde içki haram kılınmıştır?" diye sordu.

İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Şu ayeti kerimede "De ki: Rabbim yalnızca çirkin hayasızlıkları, onlardan açık olanları da, gizli olanları da, günahı (ismi), haksız yere olan zulüm ve saldırıyı haram kılmıştır."[22]

İmam Musa Kazım (a.s) daha sonra sözünün devamında şöyle buyurdu: "Bu ayette geçen "Onlardan açıkça olanlar"dan maksad, apaçık yapılan zinadır. Cahiliye döneminde fahişe kadınlar bu hayasızca işleri yaptıklarını bildirmek için bayrak dikiyorlardı. Ama "Onlardan gizli olanlar"dan maksad, babaların nikah ettikleri kadınlarla evlenmektir. Bi'setten önce erkekler, babaları öldükten sonra asıl anaları olmayan üvey anneleriyle evleniyorlardı.

Ama "ism" (günah)den maksad bizzat içkidir. Zira Allah Teala başka bir ayeti kerimede de şöyle buyurmuştur: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah (ism), hem de insanlar için (bazı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür."[23]

ElMehdi, mecliste hazır bulunan veziri Ali b. Yaktin'e hitap ederek şöyle dedi: "Ey Ali, Allah'a yemin ederim ki, bu Haşimiler'in fetvasıdır."

Ali b. Yaktin ise cevabında şöyle dedi: "Yemin ederim ki, doğru söylediniz, ey mü'minlerin emiri. Allah'a Hamd olsun ki, bu ilmi siz Ehli Beyt'ten kaldırmamıştır." Mehdi sabredemeyerek şöyle dedi: "Doğru söyledin, ey rafizi." elMehdi, onun Ehli Beyt'in velayetine inanmış olduğunu anlamıştı.[24]

İşte bu iki Kur'­ân ayetinin arasında yapılan bu ince karşılaştırmayla Allah'ın Kitabı'nda içkinin haram kılınmış olduğu ortaya çıkıyor.

Müfessirlerden olan Hasan'ın da "ism" kelimesini içkiye tefsir ettiği rivayet olunmuştur.[25]

Bu konuda Allame Meclisi şunları yazıyor: "Ayetteki "elism" kelimesinden maksad, günahı gerektirecek her şeydir. Kısaca istidlal şu şekildedir: Allah Teala A'raf suresinin 33. aytinde günaha sebep olacak her şeyin haram olduğunu belirtmiş ve bir başka ayette ise içki ve kumarın günaha sebep olan şeylerden olduğunu beyan etmiştir. Dolaysıyla bu iki ayet gereğince içki ve kumarın haram olduğu isbatlanmış olur."[26]

İçki kelimesi yerine günah anlamına gelen "ism" kelimesinin kullanılmasının nedeni, onun bütün kötülüklere yol açan bir vesile olduğu ve bütün günahların başı olduğu içindir.[27] Bu yüzden de o zamanlarda ve öncesinde "ism" kelimesinin şarap anlamına kullanılması pek yaygındı.

Ahfeş bir şiirinde şöyle diyor:

Aklımı elden verinceye dek "ismi" (içkiyi) içtim.

Böylece "ism" (içki) aklı yok etmektedir.

Başka bir şair de şöyle demiştir:

Allah'ın Resulü (s.a.a), bizim kötü işlere yaklaşmamızı

Ve günaha yol açan "ismi" (içkiyi) içmemizi nehyetmiştir.[28]

Yine Ebul Abbas'ın meclisinde şairin biri şöyle bir şiir okumuştur:

Kadehlerde apaçık "ismi" (içkiyi) içtiğimizde,
Aramızda sanki misk kokusunun yayıldığını görürsün.[29]
Cevheri, kendi lügat kitabında "ismin" bazen içki anlamına geldiğini açıkça belirterek şunları yazıyor: "Bazen içkiye "ism" (günah) denilir." Ardından da birinci beyti şahid olarak kaydediyor. Firuzabadi de "ismin" manalarından birinin de içki olduğunu söylemiştir.
İçkiye "ism" denilmesini kabul etmeyenler de, mecazi olarak "ismin" bu manada kullanıldığını inkâr etmezler. Onlar sadece "ism" kelimesinin hakiki anlamının "içki" olmadığını söylemek isityorlar. Bütün günahlar "ism"dir; içki ise, günahı çok şiddetli olduğu için ona bizzat "ism" denilmiştir. Çünkü açıkladığımız gibi içki bütün günahların başı ve temelidir. İbni Saide şöyle diyor: "Benim görüşüme göre içkiye "ism" denilmesinin sebebi, içilmesinin günah olduğu içindir. Çok istimal (kullanma) sonucu örfde ikinci bir anlam kazanan bu tür kelimeler halkın dilinde pek yaygındır. Ama asıl lügatta "ism" bu manayı taşımamaktadır."
İbni Enbari Ebu Bekr enNahvi'nin, "ism"in içkinin isimlerinden olmasını inkar etmesi de hakiki anlamdaki manaya yöneliktir; yoksa mecazi olarak bu manada kullanıldığını inkar etmemektedir.[30] Zübeydi şöyle diyor: "İbni Enbari, içkiye "ism" denilmesini inkâr etmiş ve bu tür istimallerin mecazi olduğunu belirterek "ism"'in hakiki anlamının içki olmadığını söylemiştir."[31]
Fakat İbni Arabi "ism"in içki manasında kullanılmasını kökten inkâr ederek şöyle demiştir: "Ahfeş'in söylemiş olduğu şiir delil sayılamaz. Çünkü "şeriptuz zenbe" veya "şeriptul vizre" söyleyip içkiyi kasdetseydi yine aynı şey sözkonusu olurdu. Halbuki bu, "zenb" ve "vizr" kelimelerinin içkinin isimlerinden olmasını gerektirmemektedir. Hakeza "ism" de içkinin isimlerinden değildir. "İsm"in içkinin isimlerinden biri olduğu sözü, lügatı ve sözcüklerin anlamlarını tesbit etmek yolunu bilmemezlikten kaynaklanmıştır."
İbni Arabî'nin bu sözleri, ilmi bir temelden yoksundur, çünkü aralarındaki fark şudur ki, Araplar "ism"i içki manasında kullanmış ve bu örflerinde yaygın hale gelmiştir. Ama "zenb" ve "vizr" kelimelerinin Arap dilinde içki manasında kullanılması meşhur olmamıştır. Onların da bu anlamda kullanılması yaygın olsaydı durum aynı olurdu.
Kurtubi onun görüşünü kabul etmeyerek şöyle demiştir: "İsm"in içki manasına geldiği Hasan'dan rivayet olunmuştur. Cevheri de aynı şeyi demiş ve Ahfeş'in söylemiş olduğu şiiri delil olarak zikretmiştir. Yine Herevi de içkinin "ism" manasına geldiğini söylemiştir."
Daha sonra Kurtubi şu neticeye varmıştır ki, "ism"in lügatta hem bütün günahlara ve hem de özel olarak içkiye isim olarak kullanılmasında hiçbir çelişki yoktur.[32]
KASITLI OLARAK MÜ'MİNİ ÖLDÜRMEK
Allah Teala Kur'ânı Kerim'de şöyle buyurmuştur: "Kim bir mü'mini kasıtlı olarak öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazaplanmış, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azap hazırlamıştır."[33]
Bu ayeti kerime, mü'mini öldüren bir kimsenin yerinin ebedi olarak ateş olduğunu bildiriyor. Halbuki ancak küfür üzerine ölen bir kimse ebedi olarak cehennemde kalacaktır. Çünkü, iman mükafatı gerektirir. Dolaysıyla sonunda mü'minin cehennemden çıkması gerekir.[34]
Ayeti kerimede, Allah Teala'nın kasden mü'mini öldüren bir kimseye gazap ve lanet ettiği açıkça beyan edilmiştir. Oysaki İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) rivayet edildiği gibi Allah Teala mutlak olarak mü'mini lanetlemez.[35]
İşte bundan dolayı imamların ashapları bu ayetle ilgili çok sorular sormuşlardır. Kuleyni kendi senediyle naklettiği bir hadiste şunları yazıyor: "Sumaa b. Mehran bu ayeti kerimenin manası hakkında Hz. İmam Sadık'tan (a.s) sorunca İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: "Mü'min bir kimseyi dininden dolayı öldüren kimse kasden onu öldürmüştür. Allah Teala da bir mü'mini kasden öldüren kimse hakkında: "...ve onun için büyük bir azap hazırlanmıştır." buyurmuştur." Sonra Sumaa şöyle bir soru sordu: "İki kişi arasında bir anlaşmazlık olur ve onlardan biri kılıcıyla diğerini öldürürse ne dersiniz?" İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Bu, Allah Teala'nın ayeti kerimede belirttiği kasden öldüren kimse değildir..."
Yine Abdullah b. Bukeyr, Abdullah b. Sina ve diğerleri tarafından bu konu hakkında sorulan sorulara verilen cevaplarda aynı şey belirtilmektedir.[36]
Böylece İmam (a.s) bu konuya şöyle bir açıklık getirmiştir: Her kim bir kimseyi mü'min olduğundan dolayı öldürürse şüphesiz ki, bilerek Allah ve Resulü ile muharebeye kalkışmış ve yeryüzünde bozgunculuğu yaymayı hedef edinmiştir. Onun bu ameli, kendi şahsına ait olan şahsi garez olmayıp yeryüzünden imanı kaldırmaya ve onu yoketmeye yönelik bir kasdı olduğunu gösterir. Şüphesiz ki böyle bir kimse, Allah ve Resulü ile muharebe eden kâfirdir. Eğer bu adam küfür akidesi üzerine ölürse ebedi olarak yeri cehennem olur. Allah ona gazaplanmış, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.
Böylece şii müfessirler, imamların hidayetleri doğrultusunda bu ayeti yukarıda gördüğümüz şekilde tefsir etmişlerdir.[37]
Ama diğer müfessirler, bu ayeti diyeti gerektiren kasden öldürmeye tefsir etmişlerdir.[38] Sonuçta ebedi olarak cehennem ateşinde kalmanın ve Allah'ın gazab ve lanetine uğramanın felsefesini açıklayamamışlardır.
ÜÇ TALAK
Fakihler arasında eski zamanlardan şimdiye kadar süregelen ihtilaflı meselelerden biri de tek bir cümle ile üç talakın olup olmaması meselesidir. İmamiye mezhebine bağlı olan fakihler arada rücu olmadığı için bunun bir talak olduğunu söylemişlerdir. Ama diğer fakihler bunun üç talak olduğunu ve dolaysıyla talakı bâine[39] kısmından olduğunu kabullenmişlerdir.
Oysa Ehli Bety İmamları (a.s) bunun Kitab ve sünnete aykırı olduğunu belirtmişlerdir. Allahu Teala şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman onları iddetleri süresinde (temizlendiklerinde) boşayınız ve iddeti sayın..."[40] Bir başka ayette ise şöyle buyurmuştur: "Boşama iki defadır; ondan sonra ya iylikle tutmak, ya da güzellikle bırakmak gerekir..." Sonraki ayette de şöyle buyuruyor: "Eğer yine onu (kadını, üçüncü defa) boşarsa artık (kadın), onun dışında bir başka kocayla nikahlanmadıkça ona helal olmaz..."[41]
Abdullah b. Cafer, kendi senediyle Safvanül Cemmal'dan şu rivayeti naklediyor: Adamın biri Hz. İmam Sadık'a (a.s) şöyle sordu: "Ben karımı bir mecliste üç telak ile boşadım; bunun hükmü nedir?" İmam buyurdu ki: "Bunun bir zararı yoktur." Daha sonra şöyle buyurdu: "Allah'ın Kitabındaki şu ayeti okumamış mısın: "Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman onları iddetleri süresinde (temizlendiklerinde) boşayın ve iddeti sayın..."? Allah'ın Kitabına ve sünnete muhalif olan her şeyin Kitab ve sünnete sunulması gerekir."[42]
Abdullah b. Cafer, kendi senediyle İsmail b. Abdulhalık'tan şöyle rivayet ediyor: Ben, İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Abdullah b. Ömer üç talak ile karısını boşamıştı. Resulullah (s.a.a) onu bir talak saydı ve onu Allah'ın Kitabına ve sünnete döndürdü.[43]
Şeyh Tusi, "Kadınları boşadığınız zaman, onları iddetleri süresinde (temizlendiklerinde) boşayınız ve iddeti sayın..." ayetinin manası hususunda şöyle demiştir: "Kadını temizlendiği ve kendisiyle cima yapılmadığı bir zamanda, diğer şartlara da riayet ederek boşamak gerekir."[44] Yani iddeti saymak mümkün olacak bir durumda boşamak gerekir." Buna göre "li iddetihinne" (iddetleri süresinde)nin manası "li kıbeli iddetihinne" (iddetleri cihetinde) olur ve hatta bu ayet bu şekilde de kıraat edilmiştir. Şeyh Tusi daha sonra şöyle diyor: "Ayeti bu şekilde kıraat etmek doğru olmasa bile şüphesiz Hak Teala bu manayı kasdetmiştir."[45] Yani ayetin tefsir ve açıklaması böyledir.
Süneni Beyhaki'de, İbni Ömer'den şöyle bir hadis rivayet olunmuştur: "Resulullah (s.a.a) bu ayeti kerimeyi "fi kıbeli iddetihinne" şeklinde kıraat etmiştir." Başka bir rivayette de "li kıbeli iddetihinne" naklolunmuştur.[46]
İbni Haleveyh'in "Şevaz" adlı kitabında da: İbni Abbas ve Mücahid'den "fe tallikuhünne fi kubuli iddetihinne" kıraatı nakledilmiştir.[47]
Bu konuda Tabersi şöyle diyor: "Bunlar meşhur olan kıraatın tefsiridir. O halde "fe tallikuhünne li iddetihinne"nin anlamı, "inde iddetihinne" (iddet vaktinde) olur. Aynı şekilde "La yücelliyha li vaktiha illa hüve."[48] (onu (kıyameti) vakti gelince (vaktinde) ancak O (Allah), ortaya çıkarır.) ayetinde de "li vaktiha" "inde vaktiha" (vaktinde) anlamını taşımaktadır.[49]
Zemahşeri de şöyle diyor: "...Ayetin anlamı, "iddetlerini karşılayarak"tır. Örneğin "eteytuhu li leyletin bakiyyet mineş şehr" sözü "müstakbilen leha" (onu karşılayarak) anlamını ifade etmektedir. Resulullah'tan (s.a.a) nakledilen "fi kıbeli iddetihinne" kıraatı da bunu teyid etmektedir."[50]
Fahri Razi şunları yazıyor: "Bu ayetteki "lam" harfi aynen "Hüvellezi ahrecellezine keferu min ehlil kitabi min diyarihim li evvellil haşr"[51] ayetinde olduğu gibi "fi" harfi yerine kullanılmıştır. Zira "fe tallikuhünne fi iddetihinne" cümlesi "onları öyle bir zamanda boşayınız ki, iddeti için uygun olsun." anlamını ifade etmektedir."[52]
Zemahşeri de şöyle diyor: "li evvelil haşr" ayetinde olan "lam" harfi, "ya leytenî kaddemtu li hayatî"[53] ayetindeki ve "ci'tuhu li vaktin keza" örneğindeki "lam"lar gibi "Fi" harfinin manasını ifade etmektedir. Dolayısıyla ayet, "Kafirleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur." manasını ifade ediyor. Bu sürgüne ilk sürgün isminin verilmesi ise, onların, asla göç etmeyen bir kabileden olup ehli kitap'tan, Ceziretül Arap'tan Şam'a göç etmeye mecbur kılınan ilk grup olduklarından; veya bu, onların ilk göçleri olduğundan dolayıdır."[54]
İbni Münir, Keşşaf tefsirinin hamişinde şöyle diyor: "Zemahşeri, bu "lam"ın "ketebtu li amin keza ve şehrin keza" örneğinde olan "lam" gibi tarihi belirten kelimelere dahil olan "lam"lardan olduğunu kasdetmektedir."
O halde ayeti kerime "fe tallikuhunne li mebdei iddetihinne" (iddetlerinin sayılması başlanabilecek bir zamanda onları boşayınız.) anlamını ifade idiyor.
İslam'da boşama iki kısımdır: Sünnete göre olan boşama ve bid'at olan boşama.
Sünnete göre olan boşama gerekli şartları haiz olan boşamadır. Örneğin medhulun biha olan (kocasının kendisiyle cinsel ilişkide bulunduğu) kadın hayız ve nifastan temizlenip kendisiyle cima edilmediği durumda bir defa boşanır, iddeti bitinceye dek bırakılır, daha sonra akd edilir. Sonra ikinci defa aynı şartlar altında boşanıp iddeti bittikten sonra akd edilir. Üçüncü talakda da aynı şartlar geçerlidir. Bu, sünnete uygun boşamadır.
Hakeza kadının iddeti bitmeden kocası rücu edip onunla cima ettikten sonra veya rücu edip cima etmeden de boşayabilir. Buna talakı iddi denir. Saydığımız bu tür talakların hepsi, cevazında ittifak edilen sünnete uygun boşamalardır.
Bunların karşısında gerekli şartları haiz olmayan bid'at olan boşama yer almaktadır.
Şeyh Tusi şöyle diyor: "Haram ve bid'at olan boşama, adamın medhulun biha olan karısını, yerinde açıklanan özel bir uzaklaşma olmaksızın hayızlı olduğu halde veya kadın temiz olduğu zaman onunla cima etmiş olduğu halde boşamasından ibarettir. Biz İmamiye mezhebine göre bu tür talak sahih değildir ve nikah yerinde bakidir. Ama Ehli Sünnet fakihleri, bu tür talaktan menedildiği halde yine de sahih olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hanife ve ashabı, Malik, Evzai, Sevri, ve Şafii bu görüşü kabul etmişlerdir.
Daha sonra Şeyh Tusi şöyle diyor: "Eğer bir kişi, üç talakı bir lafızla söyleyip karısını boşarsa, bu boşama bid'at olan boşamadır. İmamiye mezhebine bağlı olan fakihlerin birçoğunun görüşüne göre diğer şartları da yerinde olursa bu bir talak sayılır. Bazı fakihlerimiz de bunun talak olamıyacağını söylemişlerdir."
Şafii şöyle der: "Kadını bir talak ile boşamak müstahaptır (sünnete uygundur). Ama kadın temiz olduğu zaman kendisiyle cima edilmemiş ise kocası onu bir defada veya birkaç defada, iki veya üç talak ile boşarsa böyle bir talak menolunmamış olan mübah boşamadır. Ahmed, İshak ve Ebu Sevr de bu görüşü kabul etmişlerdir."
Bazıları da şöyle demişlerdir: "Eğer bir temizlikte kadını bir defada veya birkaç defada iki talak veya üç talak ile boşarsa haram bir iş yapmış ve günah işlemiştir. Fakihlerden bazıları da bunun haram talak olmasına rağmen sahih olduğuna fetva vermişlerdir. Ebu Hanife, ashabı ve Malik bu fetvayı verenler arasında yer almaktadır."[55]
Kısacası, Şafii ve Ahmed böyle bir boşamayı bid'at saymayıp bir lafız ile üç talakı birden vermenin caiz olduğunu kabul ederek ikinci ve üçüncü talak iddetsiz olsa bile bu boşamanın caiz ve geçerli olduğuna fetva vermişlerdir.[56]
Ama Ebu Hanife ve Malik böyle bir talakı bid'at ve günah saymışlar, fakat yine de geçerli olduğunu kabul etmişlerdir.
Velhasıl, her dört mezhep üç talakın bir lafızla verilmesinin doğru olduğunda ittifak etmişlerdir.
Ceziri şöyle der: "Eğer bir erkek bir defada karısını üç talak ile boşarsa, mesela "enti talikun selasen" derse, her dört mezhebe göre karısı söylediği sayı üzerine boşanmış sayılır. Bu, cumhurun görüşüdür."[57]
İşte bu mesele de, Ehli Sünnet fakihlerinin, bu konuda hadis olduğunu zannederek Kur'ânı Kerim'in bu konudaki açık ayetinin neshedildiğini sanarak veya onu te'vil ederek Kur'ânı Kerim'in açık hükmüne muhalefet ettikleri yerlerden ayrı bir örnektir. Ama İmamiye mezhebine bağlı olan fakihler, Ehli Beyt tarafından rivayet olunan sahih hadislere göre amel ettikleri için hiçbir konuda Kur'ân ayetine muhalefet etmemişlerdir.
Ehli Beyt imamları (a.s) defalarca bu tür talakın (bir lafız ile üç talakı birden vermenin), Kur'ânı Kerim'in açık hükmüne muhalif olduğunu belirtmişlerdir. Şurası açıktır ki, Kur'ânı Kerim'e muhalif olan her şey batıl olup kenara atılması gerekir.
"Fe tallikuhunne li iddetihinne" (kadınları iddetleri süresinde (temizlendiklerinde) boşayınız) ayeti ikinci ve üçüncü talakı da içermektedir; oysa ikinci ve üçüncü talak, iddet süresinde (temizlendiklerinde) gerçekleşmemiştir. Zira sayılan iddet ilk talak içindir.
İmam Sadık (a.s) İbni Uşeyme'ye buyurduğu bir hadiste şöyle diyor:
"Eğer bir kimse karısını temiz olmadığı halde veya Allah Teala'nın belirttiği gibi iddetini saymaksızın üç talak veya bir talak ile boşarsa, onun talakı talak değildir. Eğer karısı temiz olduğu durumda onunla cima etmeksizin iki adil şahidin huzurunda üç talak ile boşarsa, bu bir talak sayılır ve diğer iki talakı batıldır. Ama eğer bir kimse, Allah'ın emrettiği gibi karısını iddet süresinde üç defa (ayrı vakitlerde) boşarsa, artık karısı ona haram olur; o kadın başka bir erkekle nikahlanmadıkça ilk kocasına helal olmaz."[58]
O halde ikinci ve üçüncü talak, Allahu Teala'nın Kur'ânı Kerim'de zikrettiği kanuna uygun olarak iddet süresinde vaki olmamıştır. İşte Kur'ânı Kerim'in sarih hükmüne aykırı düşen bir lafızla üç talakı birden vermeğe Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şiddetle karşı çıkması da bu yüzdendir.
Nesai, Mahrama'nın babası Ebu Bükeyr b. Abdullah b. elEşecc'den şöyle tahriç etmiştir: Ben Mahmud b. Lebid'in şöyle dediğini işittim: Hz. Resulullah'a (s.a.a), birisinin bir defada üç talak ile karısını boşadığı haber verildi. Resulullah (s.a.a) gazaplı bir şekilde ayağa kalkarak şöyle buyurdu: "Ben henüz aranızda olduğum halde Allah'ın Kitabı'yla mı oynanılıyor?!"[59]
Süneni Nesai'nin şarihi şöyle diyor: "'Boşama iki defadır' ayetinden 'Allah'ın ayetlerini oyun (konusu) edinmeyin.'[60] ayetine kadar olan ayetlerden kasdedilen şudur ki; uygun olan talak, bir defada toplu halde verilen talak değil, ayrı ayrı olan talaktır. Ayette geçen "iki dafa"dan maksat, hakiki anlamda iki dafa değildir. Örneğin "Sonra gözünü iki kere daha çeviripgezdir."[61] ayetinde geçen iki kere kelimesi de bunun benzeridir ve ondan hakkiki anlamda iki kere kasdedilmemiştir. Aksine ondan birinci defanın arkasından ikinci defa ve hakeza bu şekilde devam etmek kasdedilmiştir. "Ondan (ikinci talaktan) sonra ya onları bilinen güzel bir tarz üzere tutmak veya güzellikle salıvermek gerekir." ayetinde Allahu Teala, insanlara nasıl boşamaları gerektiğini öğrettikten sonra onları bu iki şey arasında muhayyer bırakmıştır. Ya kadını güzel bir tarz üzere tutması, ki bu ona rücu etmek ile olur, veya ondan Allah'ın öğrettiği şekilde güzellikle ayrılması gerekir. Kadını boşarken boşamalar arasına fasıla düşmesinin hikmetine "olabilir ki Allah, bunun arkasından bir iş (durum) oluşturabilir." ayetinde işaret edilmiştir. Yani Allah Teala, talaktan sonra kocanın kalbinde kadına olan buğzu sevgiye dönüştürebilir.[62]
Sünen sahipleri şöyle rivayet etmişlerdir: Rukane, bir mecliste karısını üç talak ile boşadı, daha sonra buna üzüldü ve Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek pişman olduğunu izhar etti. Resulullah (s.a.a) ona nasıl üç talak ile boşadığını sordu. O, bir mecliste boşadığını söyledi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Bu boşama bir talak sayılır; ona tekrar dönmek istersen dönebilirsin." O da bunun üzerine karısına döndü.
İbni Abbas'ın rivayet ettiği bir hadiste şöyle geçer: "Abduyezid karısını boşayıp başka bir kadınla evlenmişti. Boşanmış kadın Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelip şikayet etti. Resulullah (s.a.a) Abduyezid'e tekrar karısına dönmesini emretti. Abduyezid, ya Resulullah, onu üç talak ile boşadım, dedi. Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Biliyorum, ona dön." Daha sonra şu ayeti okudu: "Ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman iddetleri süresinde (temizlendiklerinde) boşayın."[63]
Ebu Davud şöyle diyor: "Şüphesiz Rukane, karısını talakı bâine olan üç talak ile boşamıştı. Ama Resulullah (s.a.a) onu bir talak olarak saydı."
Bunun manası şudur ki: Bir lafız ile olan (aralarında dönme olmayan) üç talakda ki iddet, sadece onların birisi için geçerlidir, her üçü için değil.
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mezkur ayeti tilavet etmesi, her üç talakın iddet için olmadığına, sadece onlardan birisinin iddeti, için olduğuna işarettir.
Garip olan şu ki, cumhuri fakihler, bir lafız ile kadını üç talakla boşamanın Kitap ve sünnete muhalif olduğunu bildikleri halde, yine de bunu kabul etmemişlerdir. Bunun Kur'ânı Kerim'e aykırı olduğunu açıkladık. Sünnete aykırı oluşuna gelince; Müslim, Sahih'inde Muhammed b. Râfi aracılığıyla İbni Abbas'tan şöyle naklediyor:
"Resulullah'ın (s.a.a), Ebu Bekr'in ve iki yıl da Ömer'in hilafeti döneminde, bir lafız ile verilen üç talak, bir talak sayılıyordu. Ömer b. Hattab şöyle dedi: "İnsanlar ağır davranılması gereken bir işte acele ediyorlar. Keşke bunu onların üzerine geçerli kılsaydık." Nihayet, sonunda geçerli kıldı."[64]
Ehli Sünnet fakihleri bunu bildikleri halde Kur'ânı Kerim'in sarih olan ayeti ve Resulullah'ın (s.a.a) ve seçkin sahabilerin sünnetini terkederek Ömer'in sünnetine uydular.
Ceziri şöyle diyor: "Hz. Resulullah'ın (s.a.a) döneminde durumun böyle olduğunda (bir lafızla verilen üç talakın bir talak sayıldığında) bütün fakihler ittifak etmişlerdir ve onlardan hiçbiri, Müslim'in rivayet etmiş olduğu hadise itiraz etmemişlerdir. Onların bu görüşlerine getirmiş oldukları delilleri şundan ibarettir: Ömer'in kendi hilafeti dönemindeki bu ameli ve birçok kişinin onunla muvafakat etmesi, mezkur hükmün (üç talakın bir talak sayılması) geçici bir hüküm olduğunu ve Ömer'in o güne kadar açıklamadığı bir hadis gereğince, bu hükmün nesh edildiğini göstermektedir. Buna delil ise icmadır."
Ceziri sözünün devamında şöyle diyor: "Lakin gerçek şudur ki, icma diye bir şey yoktur. Çünkü müslümanlardan birçoğu onlara muhalefet etmişlerdir. Şüphesiz ki, Ömer'in bu işine muhalefet eden İbni Abbas, din işlerinde itimad edilecek müçtehidlerden biriydi ve onu taklid etmek caizdir. Ömer'in görüşlerine uymak ise vacib değildir."
Daha sonra şöyle diyor: "Ömer'in çıkarmış olduğu bu hüküm, belki de halkı kadınlarını sünnete aykırı olarak boşamaktan sakındırmak içindi. Zira sünnet değişik vakitlerde kadını boşamayı emrediyor. Bu durumda eğer biri karısını bir defada boşamaya cüret ederse, sünnete muhalefet etmiş olur, bunun cezası da kendi sözüne göre onunla muamele etmektir."[65]
İbni Hazmi Endülisi, Nesai'nin Mahreme'den, o da babası Bükeyr b. Abdullah b. elEşecc'den, o da Mahmud b. Lebid'den işiterek rivayet ettiği hadiste münakaşa ederek şöyle demiştir: "Mahmud'un rivayeti mürseldir, dolayısıyla da delil sayılmaz; Mahreme de babasından bir şey işitmemiştir."
Yine İbni Hamz, Müslm'in Muhammed b. Rafi aracılığıyla İbni Abbas'tan rivayet ettiği hadisde münakaşa edip, İbni Rafi'nin meçhul olduğunu söylemiştir.[66]
Mahmud b. Lebid'in ise Hz. Resulullah'ı (s.a.a) görmediğini ve ondan bir şey işitmediğini söylemişlerdir. Çünkü Mahmud, o zamanda erginlik çağına ulaşmamış bir çocuktu.
Fakat Vakidi ve diğerleri, onun H. 96 yılında vefat ettiğinde 99 yaşında olduğunu kaydetmişlerdir.
İbni Hacer de şöyle demiştir: "Buna göre, Resulullah (s.a.a) vefat ettiğinde o 13 yaşındaydı. Bu İse Buhari'nin, onun Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ashabından olduğuna dair sözünü teyid etmektedir. İşte bunun içindir ki, İbni Abdulbir, Buhari'nin onun ashaptan olduğuna dair sözü daha evladır demiştir. "İbni Muaz vafat ettiğinde Hz. Resulullah (s.a.a) öyle acele gidiyordu ki, ayaklarımızdaki ayakkabı yırtıldı." rivayetini nakleden de odur. Tirmizi, "O, erginlik çağına ermemişken Hz. Resulullah'ı (s.a.a) görmüştür." diyor."[67]
Benim görüşüme göre, onun durumu İbni Abbas'ın durumundan daha aşağı olamaz. Çünkü İbni Abbas da 13 yaşında iken Hz. Resulullah (s.a.a) vefat etmiştir.
Mahreme'nin, babasından duyması eleştirisine gelince; hiçbir zararı yoktur; zira o her ne kadar babasından bu hadisleri dinlememişse de, onun kitabından nakletmektedir. Ebu Talib diyor ki: "Onun hakkında Ahmed'e sordum. Onun güvenilir bir kişi olduğunu, babasından işitmediğini, ama babasının yazdıklarından rivayet ettiğini söyledi." Malik de şöyle diyor: "Güvenilir kişi olan Mahreme b. Bükeyr, bana hadis söyledi." Ebu Hatem şöyle diyor: "İsmail b. Ebi Üveys'ten şöyle sordum: "Malik b. Enes, bana güvenilir biri hadis söyledi diyor, o kimdir?" "O Mahreme b. Bükeyr b. elEşecc'dir." dedi. Meymuni, Ahmed'den naklediyor ki, Malik Mahreme'nin yazdıklarını alıp dikkatle okumuştur, dolaysıyla onun kitabında geçen "Süleyman b. Yesar'dan bana ulaştı" şeklindeki bütün hadisler Mahreme'nin yazdıklarındandır. Yani Mahreme babasından, o da Süleyman'dan rivayet etmiştir.[68]
Müslim'in rivayet ettiği hadisin senedinde Rafi'in olduğu ve onun meçhul olduğu, dolaysıyla bu rivayetin hüccet ve delil olamayacağına dair münakaşaya gelince; bu da doğru değildir. Müslim'in İshak b. İbrahim ve Muhammed b. Rafi, aracılığıyla Abdurrazzak'tan rivayet etmesi bu itirazı ortadan kaldırıyor.
Muhammed b. Rafi'e gelince; bütün muhaddisler onun güvenilir bir kişi olduğunu söylemişlerdir. Buhari şöyle diyor: "Allah'ın seçkin kullarından olan Muhammed b. Rafi' b. Sabur bize haber verdi." Nesai şöyle demiştir: "Emin ve güvenilir biri olan Muhammed b. Rafi', bize haber vermiştir." Ebu Zer'a ise: "O, doğru konuşan bir şeyh idi" demiştir. Hakim de şöyle demiştir: "O, Hora
Dipnotlar:
1 ElKâfi, c.3, s.30, hadis:4; Maide/6.
2 Sâd/33.
3Tefsirul Menar, c.6, s.226227.
4 ElKâfi, c.3, s.30; Maide/6.
5 Şafii, Ahkâmul Kur'ân, c.1, s.44.
6 Şafii, elÜmm, c.1, s.41.
7 Maksad, Kufe fakih ve müftisi
san şehrine göç eden ve asrının doğru söyleyen şeyhidir."[69]
Aynı şekilde, İbni Rahveyh elMeruzi diye tanınan İshak b. İbrahim b. Muhil de, Horasan'a göç eden emsaline az rastlanan biriydi. Ebu Zer'a şöyle demiştir: "İshak gibi hadisleri iyi ezberleyip rivayet eden yoktur." Ahmed de şöyle demiştir: "Onun benzeri biri Horasan'a gelmemiştir." Yine Ahmed şöyle demiştir: "Irak'ta ona bir benzer göremiyorum."[70]
Böylece Ceziri'nin: "Müslim'in rivayet etmiş olduğu hadise kimse itiraz etmemiştir." şeklindeki sözünün doğruluğu ortaya çıktı.
Sonuç olarak, Ehli Sünnet ulemasının muhalefet etmelerine rağmen İmamiye mezhebine bağlı olan fakihlerin, Kur'ân'ın sarih ayetine ve Resulullah'ın (s.a.a) sahih hadislerine bağlı olmaları insana neşe kazandırıyor. Bütün bunlar İslam dininin koruyucuları olan Ehli Beyt imamlarının öğretmiş oldukları ilmin bereketindendir.
Bu, Allah Teala'nın bir fazl ve lütfudur; onu istediğine verir. Allah büyük fazl ve ihsan sahibidir.
İbrahim b. Yezid enNehai'dir. İbni Hacer onun hakkında şöyle diyor:
"O, salih, fakih, takvalı ve gösterişsiz biriyidi. Hicri 96 yılında Haccac'dan gizlenmiş olduğu halde öldü." Bkz. Tahzibut Tahzib, c.1, s.177.
8 Ebu Bekr elCessas, Ahkâmul Kur'ân, c.12, s.341.
9 EtTefsirul Kebir, c.11, s.160.
10 Ceziri, elFıkhu Alel Mezahibil Erbaa, c.1, s.6061.
11 ElFıkhu Alel Mezahibil Erbaa, c.1, s.56,58,61
12 ElFıkhu Alel Mezahibil Erbaa, c.1, s.161.
13 Tefsirul Kurtubi, c.1, s.87.
14 Elİstibsar, c.1, s.64, h.189.
15 Kuleyni, kendi senediyle Ahmed b. Muhammed b. Ebi Nesr elBezenti'den şöyle naklediyor: "İmam Ebul Hasan erRıza'ya (a.s), 'Ayaklar nasıl meshedilir?' diye sordum. İmam (a.s), elinin iç kısmını ayak parmakları üzerine bırakıp ayak üzerindeki şişkinliğe kadar meshetti. Sonra ben şöyle sordum: 'Eğer adamın biri, iki parmağıyla öylece meshederse nasıl olur?' İmam: 'Hayır, mesh ancak elin içi ile olur.' diye cevap verdi." (ElKâfi, c.3, s.30, h.6)
Meshin üç parmak ile olabileceğine delalet eden hadisler ise, (bkz. aynı kaynak, h.4) uzunluk yönünden değil, enlem yönünden meshin haddini belirtmektedir.
16 Vesailüş Şiâ, c.15, s.295, h.8.
17 Vesailüş Şiâ, c.15, s.295, h.7.
18 Tefsirul Menar, c.6, s.227235.
19 Tefsirul Ayyaşi, c.1, s.319,320; Vesailüş Şiâ, c.18, s.489491; Maide/38.
20 ElFıkhu Alel Mezahibil Erbaa, c.5, s.159.
21 ElMuhella, c.11, s.357, h.2284.
22 A'raf/33.
23 Bakara/219.
24 ElKafi, c.6, s.406.
25 Tabersi, Mecmaul Beyan, c.4, s.414.
26 Mir'atul Ukul, c.22, s.264.
27 Kuleyni kendi senediyle Hz. İmam Sadık'tan (a.s) naklettiği bir hadiste İmam şöyle buyuruyor: "Allah Resulü şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ki, içki bütün günahların başıdır." (ElKâfi, c.6, s.403.)
28Mecmaul Beyan, c.4, s.414.
29 İbni Seyyide bunu zikretmiştir. Bkz. İbni Menzur, Lisanul Arab.
30 İbni Menzur, Lisanul Arab.
31 Tacul Arus Fi Şerhil Kamus.
32 Tefsirul Kurtubi, c.7, s.201.
33 Nisa/93.
34 EtTemhid, c.3, s.408409 ve C.2, Mensuhat bölümü, s.339.
35 ElKâfi, c.2, s.31 ve Vesailüş Şiâ, c.19, s.10, h.2.
36 ElKafi, c.7, s.275276, Tefsirul Ayyaşi, c.1, s.267, h.236.
37 Şeyh Tusi, etTibyan Tefsiri, c.3, s.295; Tebersi, Mecmaul Beyan, c.5, s.42; Kaşâni, Tefsirus Safi; Tabatabai, elMizan, c.5, s.42; Meşhedi, Kenzüd Dakaik, c.2, s.576; Tefsirul Ayyaşi, c.1, s.267.
38 Tefsirul Kebir, c.10, s.237; Kurtubi, c.5, s.329; İbni Kesir, c.2, s.536, ElMenar, c.5, s.339.
39 Talakı bâin, erkeğin iddet süresü içerisinde karısına rücu etme, dönme hakkı olamayan talaka denir.
40 Talak/1.
41 Bakara/229230.
42 Himyeri, Kurbul İsnad, s.30; Vesailüş Şiâ, c.15, s.317, h.25.
43 Kurbul İsnad, s.30; Vesailüş Şiâ, c.15, s.317, h.26.
44 Tefsirüt Tibyan, c.10, s.2930.
45 ElHilaf, c.2, s.224, Kitabul Talak, m.2.
46 EsSünenül Kubra, c.7, s.327.
47 İbni Haleveyh, EşŞevaz, s.158.
48 A'raf/187.
49 Mecmaul Beyan, c.10, s.302303.
50 ElKeşşaf, c.4, s.552.
51Haşr/2.
52 Tefsirul Kebir, c.30, s.30.
53 Fecr/24.
54 ElKeşşaf, c.4, s.449.
55 ElHillaf, c.2, S.224, m.2 ve s.226, m.2.
56 Sahihi Nesai, c.6, s.116, hamiş.
57 ElFıkhu Alel Mezahibil Erbaa, c.4, s.341. Lakin Ebu Davud esSicistani'nin topladığı "Mesailül İmam Ahmed b. Hanbel" adlı Mesail adlı kitabın 169. sayfasında şöyle geçiyor: "Ebu Davud; ben, diyor, Ahmed'den karısını bir lafız ile üç talakla boşayan bir erkeğin durumunun sorulduğunu işittim. Ahmed bu talakın sahih olduğunu kabul etmedi. Lakin Ahmed mezkur kitabın başka bir yerinde (S.173'de) bir lafız ile üç talakla boşanan henüz kocasının temasta bulunmadığı bakire bir kadın hakkında şunları diyor: "Bu boşama üç talak sayılır ve başka bir erkek onu nikahlamadıkça ilk kocasına helal olmaz."
Resulullah (s.a.a):
Mümin vefat ettiğinde kendisinden sonrası için üzerinde ilim yazılı bir yaprak bırakırsa kıyamet günü onunla ateş arasında bir örtü olur. Allah Teala o yaprağa yazılan her harfe karşı ona dünyadan yedi kat geniş olan bir şehir bağışlar.
Biharül Envar, c.1, s.198
58 Vesailüş Şiâ, c.65, s.319, h.28.
59 Süneni Nesai, c.6, s.116, İbni Hamz, elMuhella, c.10, s.167.
60 Bakara/229231.
61 Mülk/4.
62 Süneni Nesai, c.6, s.116, hamiş.
63 Süneni Beyhaki, c.7, s.339.
64 Sahihi Müslim, c.4, s.183.
65 ElFıkhu Alel Mezahib, c.4, s.341342.
66 ElMuhella, c.10, s.168.
67 Tehzibut Tehzib, c.10, s.6566.
68 Tehzibut Tehzib, c.10, s.70.
69 Tehzibut Tehzib, c.9, s.161.
70 Tehzibut Tehzib, c.1, d:1, s.217.
2
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

EHLİ BEYT İMAMLARININ (A.S) YAŞAMINDA MÜCADELE UNSURU(1)
İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamenei bu konuşmayı 1986 yılında Meşhed'de düzenlenen "Uluslararası Hz. İmam Rıza (a.s) Kongresi"nde yapmıştır.
Veliyyi Emri Müslimin Ayetullah HAMENEİ
Bismillahirrahmanirrahim
Öteden beri var olan arzulardan birinin, bu toplantıda gerçekleşmiş olmasından dolayı, Allah'a şükürler olsun. Ehli Beyt İmamlarının (a.s) gurbeti (yalnızlığı), bu büyük insanların yaşam dönemleriyle son bulmadı. Asırlar boyunca, bu büyüklerin yaşamlarının önemli, belki de asıl boyutlarına ilgi gösterilmemesi, onların tarihi gurbetine süreklilik kazandırmış oldu. Bu asırlar boyunca yazılmış olan kitaplar ve yazılı belgeler yakinen benzersiz bir değer taşımaktalar; çünkü bu büyüklerin yaşamı ile ilgili rivayetlerin bir bölümünü gelecek nesiller için koruyabilmişlerdir. Fakat 250 yıl boyunca hidayet imalarının yaşamının uzanan çizgisini oluşturan "şiddetli mücadele unsuru", onların ilmi ve manevi boyutları ile ilgili rivayetler, hadisler ve şerhi haller (biyografiler) arasında kaybolmuştur. Biz imamların yaşamını bir ders ve bir örnek olarak öğrenmeliyiz, yalnızca görkemli ve değerli bir hatıra olarak değil; bu da bu büyüklerin siyasi metod ve tavrının göz önünde bulundurulmasıyla mümkün olabilir.

Ben şahsen imamların (a.s) yaşamının bu boyutuna ilgi gösterdim. Şunu sizlere arzetsem iyi olur sanırım; ilk olarak 1972 yılında meşakketli bir imtihan ve zor olan bir sınama sırasında bu konuya ilgi göstermeye başladım. Her ne kadar daha önceleri imamlara, tevhid kelimesinin yükselmesi ve ilahi hükümetin kurulması için fedakârlık eden mücadeleciler olarak ilgi duyuyordumsa da, o dönemde ansızın benim için gün ışığına çıkan bir nükte oldu; o nükte şudur: Bu büyüklerin yaşamı bazılarının çelişki hissettiği zahiri farklılıklara rağmen, genel olarak hicretin on birinci yılında başlayan ve 250 yıl süreyle devam edip Hicri 260'ıncı senede Gaybeti Suğra'nın başlamasıyla son bulan uzun ve sürekli bir harekettir. Bu büyükler bir birliktirler ve bir şahsiyettirler. Onların hedef ve yönelişlerinin bir olduğundan şüphe edilemez. Öyleyse biz İmam Hasanı Müçteba'nın (a.s) yaşantısını ayrı, İmam Hüseyn'in (a.s) yaşantısını ayrı ve İmam Seccad'ın (a.s) yaşantısını ayrı olarak tahlil (analiz) edip, Allah etmesin, bu üç imamın siretinin (yaşamının) zahiri farklılıklardan dolayı birbirine muhalif ve birbiriyle çelişmekte olduğuna ilişkin tehlikeli yanılma tuzağına düşmeyelim.
Biz 250 sene yaşayan ve hicretin on birinci senesinde bir yola ayak basıp, Hicri 260'ıncı seneye kadar bu yolda yürüyen tek bir insan farzetmeliyiz. Bu büyük ve masum insanın tüm hareketleri bu bakış açısıyla anlaşılıp yorumlanabilir. Masum olmasa dahi, akıl ve hikmet sahibi olan her insan, uzun süreli bir harekette, yerine göre geçici taktikler ve alternatiflere sahip olacaktır. Bazen sert bir şekilde ve bazen de yumuşak bir şekilde hareket etmeyi gerekli görmesi mümkündür. Hatta bazen hekimane bir şekilde geri adım atması da mümkündür. Fakat o geriye adım atma dahi, onun hikmetini, ilmini ve kolladığı hedefi bilenler açısından ileriye doğru bir hareket sayılır. Bu bakış açısıyla, Emirül Mü'minin Ali'nin (a.s) yaşamı, İmam Müçteba'nın, İmam Hüseyn'in (a.s), ve H. 260 yılına kadar diğer sekiz imamın yaşamıyla birlikte, sürekli bir hareket oluşturmaktadır.
Bu konu o yıl benim dikkatimi çekti ve bu bakış açısıyla bu büyüklerin yaşamına girdim, her ne kadar ilerlediysem bu fikir daha da teyid olundu.
Tabii ki bu konuda konuşmak bir meclisin (oturumun) kapasitesini aşıyor. Fakat Resulullah'ın (s.a.a) Ehli Beyt'inden olan bu aziz büyükler ve masumların yaşamının sürekli bir siyasi yönelişle birlikte olduğuna dikkatle hayatlarının bu yönü ayrı bir konu olarak ele alınabileceğine binaen bugün bu konuya değineceğim. Geçen yılki mesajımda genel olarak imamların, özellikle de sekizinci imamın yaşamında had safhaya varan siyasi mücadeleye değinmiştim; bugün ise bunu biraz açmak ve ayrıntılarıyla arzetmek istiyorum.
ŞİDDETLİ SİYASİ MÜCADELENİN MEFHUMU
İlk olarak şunu sormak gerek, bizim imamlara atfettiğimiz siyasi mücadele veya şiddetli siyasi mücadele ne demektir?
Maksat şudur ki, masum imamların (a.s) mücadelesi, bu süre içerisinde gerçekleşen kelami mücadeleler gibi yalnızca ilmi, itikadi ve kelami bir mücadele değildir. Sizler İslam tarihinde mu'tezile ve eş'ariler hareketi ve diğer mücadelelerin gerçekleştiğini görüyorsunuz. İmamların bu oturumlar, ders halkaları, hadis beyanı, maarif nakli ve ahkâm beyanında bulunmaktan maksatları, yalnızca kendilerine bağlı olan kelamî veya fıkhî bir mektebi ispatlamak değildi. Bundan daha fazlaydı.
İmamların mücadelesi, Hz. Zeyd b. Ali ve geri kalanlarının, keza Benil Hasan (Hz. Hasan'ın oğulları) ile Âli Cafer'den bazılarının yaşamındaki silahlı mücadele türünden de değildi. Böyle bir mücadele metodu imamların tarihinde görülmemektedir. Ancak burada şuna değinmem gerekir ki, (daha sonra eğer yeri gelirse ve vakit olursa daha detaylı anlatacağım) silahlı mücadelede bulunanları mutlak bir şekilde hatalı görmüyorlardı. Bazılarını silahlı mücadeleden dolayı değil de başka nedenlerden dolayı hatalı görüyorlardı. Bazılarını ise tam anlamda teyid ediyorlardı. Bazılarına da cephe gerisi yardım şeklinde katılıyorlardı.
İmam Sadık'tan (a.s) rivayet olunan bu hadise dikkat edin:
"Her zaman Âli Muhammed'den birisinin kıyam etmesini seviyorum ve kıyam edenin ailesinin nafakasını da kabullenirim."
Mali yardım, haysiyet yardımı, yer vermek ve gizletmekte yardımda bulunmak ve benzeri yardımlar. Fakat kendileri, bizim tanıdığımız imamlar (a.s) silsilesi olarak, silahlı mücadeleye katılmıyorlardı. Siyasi mücadele ne o ilkidir ve ne de bu ikincisi. Siyasi mücadele, siyasi hedef taşıyan mücadeleden ibarettir. O siyasi hedef nedir? O hedef, İslami hükumetin ve bizim tabirimizle "Alevi Hükumet"in kurulmasından ibarettir.
İmamlar, Resulullah'ın (s.a.a) vefatından tâ Hicri 260'ıncı seneye kadar İslam toplumunda ilahi hükumet kurma çabasındaydılar. Asıl iddia budur. Tabii kendileri döneminde İslami hükumet kurmak istediklerini, yani her imamın kendi döneminde bir İslami hükumet kurmak istediğini söyleyemeyiz. Orta süreli, uzun süreli ve bazen de yakın süreli gelecekler vardı. Örneğin İmam Hasan Müçteba (a.s) döneminde bizim görüşümüze göre kısa süreli bir gelecek için İslami hükumetin kurulmasına çaba gösteriliyordu. Şu söz İmam Hasan Müçteba'nın sözüdür:
"Kim bilir, belki de sizler için bir fitne veya belli bir zamana kadar yararlanacağınız bir vesiledir bu."[1]
İmam, bu sözü, "Siz niye sessiz kalıyorsunuz?" diyen Müseyyib b. Necbe ve diğerlerine cevap olarak söylüyordu. İşte o geleceğe işarettir.
İmam Seccad (a.s) döneminde ise kendi görüşüme göre orta süreli gelecek için hükumetin kurulmasına çaba gösteriliyordu. Bununla da ilgili arzedeceğim kanıtlar ve belgeler vardır.
İmam Bâkır (a.s) döneminde de büyük bir ihtimalle kısa süreli gelecek için bir hükumetin kurulmasına çaba gösteriliyordu.
Sekizinci İmamın şehadetinden sonra ise büyük bir ihtimalle uzun süreli gelecek için hükumetin kurulmasına çaba gösteriliyordu.
Sözün kısası, ne zaman için hükumet? Farklıydı, ama sürekli vardı. İmamların (a.s), bir insanın nefsinin olgunlaşması, yücelmesi ve Allah'a yaklaşmasıyla ilgili manevi ve ruhi faaliyetlerinin dışında ders, hadis, ilim, kelam, ilmi rakibe karşı istidlalde bulunma, siyasi düşman karşısında kendini savunma, bir grubu destekleyip teyid etme, diğer bir grubu reddetme gibi işlerinin tümü bu doğrultudadır, İslami hükumeti kurmak içindir. İddia olunan budur.
Tabii ki bu konu üzerinde görüş ayrılığı vardır ve olacaktır da. Ben de görüşümün ve anlamış olduğum şeyin kabul edilmesi üzerinde ısrar etmiyorum. Bu ip ucu üzerinde dikkatlice durulması ve imamların (a.s) yaşamının yeniden gözden geçirilmesi üzerinde ısrar ediyorum. Biz birkaç yıldır gerek imamların tümü ve gerekse bu büyüklerin her ferdi için bu konunun kabul edilebilir delillerle belgelendirilmesi için çaba göstermişiz. Tabii ki bazı deliller geneldir. İmametin, nübüvvetin devamı olduğu türünden olan deliller gibi. Biz nebinin ilk imam olduğunu biliyoruz. İmam Sadık'ın (a.s) sözlerinde "Hiç şüphesiz, Resulullah (s.a.a) imam idi" cümlesine rastlıyoruz. Resulullah (s.a.a) ilahi adalet ve hak düzenini kurmak için kıyam etti, sürekli mücadelesiyle de o düzeni oluşturdu ve yaşadığı sürece onu korudu. Nebi'nin devamı (takipçisi) olan imamın böyle bir düzenden gafil kalması mümkün değildi. Bu, genel bir istidlaldir; tabii ki daha fazla bahis ve çeşitli noktalara dikkatle, bu konu takip edilebilir. Bazı deliller de, imamların kendi sözleri veya onların yaşam tarzı ve metodundan çıkan delillerdir. Bu noktaya dikkatle ve bu yönelişin zekice ve tüm incelikleriyle kavranmasıyla, bütün onlar anlam kazanmış olur. Şu da bir gerçektir ki, zamanın şartları ve durumlarının anlaşılması, imamların o günkü durumunun idrakine bir miktar yardım edebilir. O zamandan kalmış böyle şeyler elimizde vardır. Malumunuz, hapishanenin karanlık hücresinin içinde, insan, İmam Musa b. Cafer'in (a.s) ziyaretnamesinde geçen: "Zindanda ve karanlık çukurlarda işkence edilen ve ayakları zincir halkalarıyla ezilene (İmam Musa b. Cafer'e) selam olsun." cümlesinin nedenini, anlamını ve yönünü doğru bir şekilde anlayabilir. Her halukârda bu, hakkında biraz konuşmak istediğimiz rota ve yöneliştir; ben konuyla ilgili kavramış olduklarım hakkında az da olsa bu meclise (oturuma) bir şeyler arzetmek istiyorum.
Eğer siyasi mücadele unsurunu belirlemek istersek, kısacası şunu söylemem gerekir: Siyasi mücadele unsuru ne sözle yapılan mücadelede ve ne de silahlı mücadelede göze çarpan şey değildir. Hicri ikinci asrın tarihini iyi bilenler ve Hicri 100'üncü yılın öncelerinden Benî Abbas hükumetinin başlangıcı olan Hicri 132'inci yıla kadarki süre içerisinde Benî Abbas'ın hareketlerini mütalaa edenler, imamların yaşamındaki şiddetli siyasi mücadeleyi, Benî Abbas'ın (Abbasiler'in) yaşamında görülen şeye benzetebilirler. Tabii ki Benî Abbas'ın yaşamını, onların mücadelesini ve onların çağrısını mütalaa etmeyen kimseler için bu benzetme tam anlamda ikna ve ifade edici olmaz. Buna benzer bir şey imamların yaşamında var, tabii özdeki farklılıklarla. Benî Abbas'ın hedefiyle imamların hedefi ve onların taktikleriyle imamların taktikleri arasında ve onların önde gelenleriyle imamlar arasında büyük fark vardır. Ama işin planı ve şekli takriben birbirine benzemektedir. Bunun içindir ki, bazı yerlerde bu iki akımın birbirine karıştığını görüyoruz. Yani Benî Abbas'ın çalışma şekli veya tebliğ çalışma tarzının Âli Ali'nin çalışmasına yakın olmasından dolayı, Hicaz ve Irak'tan uzak olan yerlerde, Âli Ali'nin hattı (rotası) olduğu zehabını uyandırmaya çaba gösteriyorlardı. Hatta Benî Abbas hareketinin başlangıcında, Müsevvideler,[2] Horasan'da ve Rey'de siyah elbise giyip "Bu siyah elbise, Kerbela şehitleri, Zeyd ve Yahya'nın matem elbisesidir" diyorlardı. Hatta başlarındaki bir grup Âli Ali için çalıştıklarını zannediyorlardı. Böyle bir hareket imamların yaşamında vardı. Tabii ki söylediğim gibi, hedefte, metodlarda ve şahıslardaki üç unsuru farklılıkla. İmamların yaşamındaki siyasi mücadelenin anlamı budur.
İMAMLARIN (A.S) MÜCADELESİNİN GENEL ŞEMASI
Burada ilk olarak imamların mücadelesi hakkında genel bir şemayı sunmayı gerekli görüyorum; daha sonra bu mücadelenin o büyüklerin hayatlarındaki bazı görüntülerine (parametrelerine) değineceğiz.
İlk üç imam, yani Emirel Mü'minin Ali, İmam Hasanı Müçteba ve Seyyidüş Şüheda İmam Hüseyn'in (a.s) dönemleriyle ilgili genel şemaya (tabloya) değinmeyeceğim. Onlar hakkında çokça konuşulmuş ve takriben hiç kimsenin, onların hareketlerinde siyasi bir yönelişin (rotanın) olduğunda kuşkusu yoktur. Bu yüzden İmam Seccad'ın (a.s) döneminden başlıyoruz.
Benim görüşüme göre, İmam Seccad'ın döneminden, yani Hicri 61 yılından 260'ıncı yıla kadar olan 200 senelik dönemde üç aşama vardır:
İlk Aşama: Hicri 61'den Mansuri Abbasi'nin hilafetinin başlangıcı olan 135'inci yıla kadarki dönemdir. Bu aşamada hareket bir noktadan başlayarak tedricen keyfiyet kazanıyor, kökleşiyor, genişliyor ve 135'inci yıla kadar zirveye tırmanıyor. Seffah'ın ölüm yılı ve Mansur'un hilafetinin başlangıcı olan Hicri 135'inci yılda durum değişiyor, yeni sorunlar oluşuyor ve büyük ölçüde ilerlemeyi durduruyor. Siyasi bir mücadelede bu gibi şeylere rastlanır. Kendi mücadele dönemimizde de benzerine rastladık.
İkinci Aşama: Hicri 135'inci yıldan başlayıp İmam Rıza'nın (a.s) şehadet yılı olan Hicri 202 veya 203'e kadar devam eden süredir. Bu aşamada hareket ve mücadele 61'inci yıla göre daha yüksek, daha derin ve daha geniş bir noktadan, ama yeni sorunlarla başlıyor ve İmam Rıza'nın (a.s) şehadet senesine kadar git gide zirveye tırmanıyor, genişliyor ve adım adım zafere yaklaşıyor. İmam Rıza'nın (a.s) şehadetinden sonra hareket yine duruyor.
Üçüncü Aşama: Me'mun'un 204 senesinde Bağdad'a gitmesi ve onun hilafetiyle başlamaktadır. Me'mun'un hilafet dönemi, imamların en zor ve en sıkıntılı dönemlerinden biridir. Halbuki Şia'nın yayılması o dönemde her zamandan daha fazlaydı. Benim görüşüme imamların o gündeki meşakket ve sıkıntısı da her zamandan daha fazlaydı. Kendi kanaatımca uzun süreli hedef için telaş ve mücadelenin yapıldığı dönem bu dönemdir. Yani imamlar Gaybeti Suğra'dan öncesi için artık çaba göstermiyorlar, daha sonraları için ortam oluşturmaya çaba göseriyorlar. Bu dönem Hicri 260'ıncı yıla kadar devam ediyor. Bu dönemlerden her birinin özellikleri vardır. Ben kısaca bu dönemlerin özelliklerini sizlere açıklayacağım.
BİRİNCİ DÖNEMİN BAŞLANGICINDA VAR OLAN SORUNLAR
1:Vahşet Ve Korku Atmosferi:
İmam Seccad (a.s) ile İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'ın (a.s) döneminin bir bölümünde oluşan birinci dönemde birçok zorluklarla iş başlatılıyor.
Kerbela hadisesi, Şia'nın erkânını, hatta tüm İslam dünyasını şiddetli bir şekilde sarstı. Öldürme, takip altına alma, işkence ve zulüm geçmişte var olan şeylerdi. Ama Peygamber evlatlarının öldürülmesi, Peygamber ailesinin esareti, şehirden şehire götürülüp dolaştırılması ve henüz Peygamber'in, ağzını ve dudağını öptüğünü gözleriyle görmüş olanların yaşadığı halde, Peygamber'in torunu, Hz. Zehra'nın (s.a) aziz oğlunun başının mızrağa takılması, İslam dünyasını şaşkına uğratan olaylar zincirinin bir halkasıydı. Hiç kimse, işin bu noktaya varacağına inanmıyordu. Hz. Zeyneb'e atfedilen şu şiir eğer gerçekten ona ait ise, "Ey kalbimin parçası, bunun yazılmış ve takdir edilmiş olduğunu hiç de düşünmedim."[3] hiç kuşkusuz bu inanmamazlık ve kabul edemeyişi göstermektedir ve halkın tümünün düşündüğü de bu idi. Ansızın siyasetin başka bir siyaset ve şartların, sıkı tutma ve baskıların şimdiye kadar tahmin edilenin çok üstünde olduğu hissedildi. Tasavvur bile edilmeyen şeyler gerçekleşti. Bunun için şiddetli bir korku, tüm İslam dünyasını sardı. Yalnızca Kufe'de bu korku yaşanmadı O da sadece Tevvabin (tövbe edenler) ve daha sonra ise Muhtar'ın bereketinden dolayı idi. Halbuki Kerbela vakıası yüzünden o günlerde Medine ve diğer yerlerde, hatta Mekke'de Abdullah b. Zübeyr'in Kerbela vakıasından kısa bir süre sonra kıyam başlatmış olmasına rağmen oluşan korku, İslam dünyasında benzerine rastlanmamış bir korkuydu. Irak ve Kufe'de de her ne kadar Tevvabin[4] hareketi Hicri 64 ve 65 yıllarında, Irak'ın durgun ve mahzun atmosferinde yeni bir hava estirdiyse de fakat onların son nefere kadar hepsinin şehid edilmesiyle yeniden korku ve baskı havası arttı ve Emevi makanizmasının düşmanları olan Muhtar ve Mus'ab b. Zübeyr birbirlerinin canına düşüp Mekke'de bulunan Abdullah b. Zübeyr, Kufe'de bulunan Ehli Beyt taraftarı Muhtar'ı tahammül edemeyince ve Muhtar'ın Mus'ab b. Zübeyr tarafından öldürülmesi ardından bu korku ve vahşet daha da artıp ümitler daha da azaldı.
Bilahere Abdulmelik iş başına geçtikten kısa bir süre sonra tüm İslam dünyası Emeviler'in sultasına geçti. Abdulmelik tam 21 sene güçlü bir şekilde yönetimi elinde tuttu.
Burada özellikle "Harre" macerasına değinmem gerek. Müslim b. Ukbe'nin, Hicri 64 senesinde Medine'ye saldırmasında korku ve paniğin daha da artması ve Ehli Beyt'in tam anlamda gurbetliğe (yalnızlığa) itilmesine neden oldu. Bu hadisenin özeti kısaca şöyledir: Yezid, Hicri 62 senesinde, Şam'ın komutanlarından tecrübesiz bir genci Medine'ye atadı. Bu genç kendi zannıyla Medinelileri Yezid'e ısındırmak (Yezid'i onlara sevdirmek) için Medine halkından bir grubu Şam'a gidip orada Yezid'le görüşmeye davet etti. Onlar da kalkıp Şam'a gittiler ve orada Yezid'le görüştüler. Yezid 50 ilâ 100 bin dirhem mükafatlarla onları mükafatlandırdı. Fakat ya sahabi veya sahabi çocuğu olan bu grubun efradı, Yezid'in teşkilatını (şatafatını) görünce ona karşı daha da öfkelenip değişerek Medine'ye geri döndüler. Ğasilul Melaike (meleklerin yıkadığı) olan Hanzala'nın oğlu Abdullah, emirlik iddiasıyla kıyam edip, Medine'yi merkezi hükumetten ayrı ilan etti. Yezid de Müslim b. Ukbeyi kıyamı sindirmek için Medine'ye gönderdi. Medine'de öyle bir facia oluşturdular ki, tarih kitaplarında ağlatıcı ve bu trajedik dönem, halkın daha fazla korku, vahşet ve paniğe kapılmasına neden oldu.
2 Fikri Çöküş:
Bu korku ve vahşetin yanında bir diğer faktör daha bulunuyordu. O da İslam dünyasının dört bir yanında geçen yirmi yıllık süre içerisinde dini talimata (eğitime) ilgisizlikten kaynaklanan fikri çöküş idi. Hicri 40'ıncı yıldan sonraki yirmi yıllık dönem içerisinde, din ve iman talimi (eğitimi), ayetlerin tefsiri ve Peygamber'in ağzından gerçeklerin beyan edilmesi o kadar azalmıştı ki, halk inanç ve iman prensipleri açısından oldukça boşalmış ve içten çürümüştü. İnsan o dönem halkının yaşantısını mikroskobik bir şekilde inceleyip, tarih ve çeşitli rivayetleri mülahaza edip değerlendirdiğinde bu konu daha bir açıklık kazanmış olur. Tabii ki toplumda alimler, kariler, muhaddisler ve mukeddesatçılar vardı. Onlar hakkında da bir şeyler söyleyeceğim. Fakat halkın geneli imansızlık ve şiddetli bir inanç zaafı ve sarsıntısına düçar olmuşlardı. İş öyle bir aşamaya varmıştı ki, hilafet makanizmasının bazı uşakları, nübüvvet üzerinde soru işareti bırakıyorlardı. Kitaplarda şöyle geçmekte: Emevilerin çok alçak ve adi satılmışlarından biri olan Abdullah Kasrî, hilafetin nübüvvetten üstün olduğunu söylüyor ve buna şu şekilde istidlalde bulunuyordu: Siz bir kimseyi ailenizde yerinize tayin ediyorsunuz; bu mu size daha yakın, yoksa kendisi aracılığıyla birine mesaj gönderdiğiniz kimse mi? Açıktır ki, ailenizde yerinize tayin ettiğiniz kimse size daha yakındır. Öyleyse Allah'ın halifesi (Resulullah'ın halifesi de demiyorlardı) Allah'ın Resulü'nden daha yücedir!
Bu sözleri Halid b. Abdullah Kasrî diyordu, muhakkak diğerleri de diyorlardı. Ben, Emeviler ve Abbasiler dönemi şairlerinin şiirlerini tetkik ettiğimde, Abdulmelik döneminden itibaren "halifetullah" tabirinin şiirlerde tekrarlandığını gördüm. Öyle ki insan bu halifenin, Peygamber halifesi olduğunu da unuttuğunu gözlemiyor. Abbasiler dönemine kadar bu durum devam etmiştir. Beşşar b. Burd'un, Yakub b. Davud ve Mansur'un hicvinde söylemiş olduğu şiirde de bu tabir geçmiştir. Yani halifeyi yerip taşlamak istedikleri zaman dahi, "halifetullah" tabirini kullanıyorlardı.
O zamanın, Cerir, Ferazdak, Nesib ve diğerleri gibi yüzlerce büyük ve meşhur şairi, halifeyi övücü şiirlerinde "halifetullah" tabirini kullanıyorlardı. Bu, halkın inançlarından bir nümuneydi. Dinin temel prensiplerine olan iman, bu derece gevşemişti.
3 Ahlakî Bozukluk:
Halkın ahlakı da şiddetli bir şekilde harap olmuştu. Ebul Ferec'in "elEğani" kitabını mütalaa ettiğimde önemli bir nokta gözüme çarptı. O nokta şudur: Hicri 80 ve 90 yıllarıyla elli ve altmış sene sonrasına kadar, en büyük şarkıcılar, çalgıcılar, ayyaşlar ve dünya zevki peşinde olanlar ya Medine'den veyahut da Mekke'den idiler. Şam'da halifenin canı sıkılıp, müzik arzulayıp seçkin bir şarkıcı ve çalgıcı istediğinde, meşhur şarkıcı ve çalgıcılar ile seçkin müzisyenler ve ses sanatkârlarının merkezine dönüşen Mekke ve Medine'den birisini Şam'a getiriyorlardı. En kötü, en saçma ve boş şiir söyleyen şairler, Mekke ve Medine'de idiler. İlahi vahyin nazil olduğu yer, fuhuş ve ahlaksızlık yuvasına dönüşmüştü. Bizim Mekke ve Medine ile ilgili bu acı gerçekleri bilmemiz iyidir. Maalesef İmamlar ile ilgili yaygın eserlerimizde böyle şeylerden bir haber yok. Mekke'de Ömer b. Ebi Rabia isimli bir şair vardı. Perdesizce ve çekinmeden her türlü saçmalığı ve boş lafı, şiir sanatı ve gücünün doruk noktasında söyleyebilen şairlerden biriydi. Onun maceraları ve bu tip şairlerin ne yaptıkları, o günlerin gamlı tarihinin bir faslını oluşturmaktadır. Tavaf, şeytan taşlanması ve diğer mukaddes sahneler, onların saçmalıkları ve ahlaksızlıklarına şahid oluyordu.
Bu Ömer b. Ebi Rabia öldüğünde ravi, Medine'de genel yasın yaşandığını ve Medine caddelerinde halkın ağladığını ve gittiğin her yerde gençlerden bir topluluğun oturmuş Ömer b. Ebi Rabia'nın ölümüne üzüldüklerini söylemekte. Ravi daha sonra şöyle diyor: Gözyaşı döküp ağlar sızlar halde, iş için evinden çıkan bir cariye gördüm. Cariye, gençlerden bir gruba rastlayınca ondan niye bu kadar ağlıyorsun, diye sordular. Cariye, bu adam (Ömer) elden gitti, bunun için ağlıyorum, dedi. Gençlerden birisi, fazla üzülme, Haris b. Halid Mahzumi adında bir şair Mekke'de var. O da Ömer b. Ebi Rabia gibi şiir söylüyor, deyip onun şiirlerinden birini okudu. Cariye bu şiiri işittiğinde gözyaşlarını silip şöyle dedi: "Haremini boş bırakmayan Allah'a şükürler olsun!!" İşte Medine halkının ahlaki durumu bu idi. Mekke ve Medine halkının gece partileri hakkında kitaplarda anlatılmış olan birçok şey görüyorsunuz. Sadece toplumun alt ve adi sınıflarının fertleri arasında değil, her türlü halk kitlesinin bireyleri arasında durum bundan ibaretti. Eş'ab b. Tamma gibi şair ve palyaço olmakla meşhur olan aç, dilenci ve bedbaht birisi ile çarşı pazar halkından tut, Kureyş'in ve hatta Haşimoğulları'nın önde gelenlerinin çocukları arasında da aynı durum yaşanıyor ve partiler düzenleniyordu. Gerek kadın ve gerekse erkek olsun, Kureyş'in önde gelenlerinin çoğusu bu fuhuş bataklığında boğulmuş kimselerdendiler. Bu şahsın (Haris b. Halid'in) emirliği döneminde, bir gün Talha'nın kızı Aişe tavafla meşgul idi ve bu emir ona gönül vermişti. Ezan vakti oldu, o hanım; söyle tavafım bitmeden ezan okumasınlar, dedi. Haris ikindi ezanı okumamaları emrini verdi. "Sen tavaf etmekte olan bir kimsenin hatırı için halkın namazının ertelenmesi emrini mi veriyorsun?" diye ona itiraz edildi. Haris, Allah'a yemin ederim ki, eğer yarın sabaha kadar tavafı sürmüş olsaydı ezan okumamalarını söyleyecektim, diye cevap verdi!!
4 Siyasi Bozukluk:
İşte o zamanın durumu bundan ibaret. Fikri durum öyle; ahlaki bozukluk o derecede. Bu ikisinden ayrı olarak, siyasi bozukluk da bir diğer faktör idi. Büyük şahsiyetlerin geneli, hükumet adamları tarafından sağlanan maddi istekler ahırında otlanıyorlardı. Daha önceleri İmam Seccad'ın (a.s) talebesi olan Muhammed b. Şehabı Zühri, öyle bir duruma düşüyor ki, İmam Seccad'ın (a.s) o meşhur mektubu kendisine gönderiliyor. Aslında bu mektup tarih içindir ve onun ne gibi bağlılıklara kapıldığını ve Muhammed b. Şehab gibilerinin çok olduğunu göstermektedir. Merhum Meclisi, İbni Ebil Hadid'den naklen ürpertici bir konuyu nakletmektedir.[5] Merhum Meclisi, "Biharül Envar" adlı kitabında Cabir'den naklen İmam Seccad'ın (a.s) şöyle buyurduğunu yazmıştır:
"Halkla ne yapacağımızı bilmiyoruz; Allah Resulü'nden (s.a.a) işittiğimizi söylediğimizde gülüyorlardı; mevcut durumu görünce de sessiz kalamıyoruz."
Kabul etmedikleri gibi, bir de alay ederek gülüyorlardı. Daha sonra bir macerayı nakletmektedir. Şöyle ki: İmam Seccad (a.s) bir topluluğa bir hadis nakletti, o topluluk arasında bulunan birisi alay edip, kabul etmedi. Daha sonra Said b. Müseyyeb ve Zühri hakkında onların sapıklardan olduğunu söylüyor. (Elbette ben Said b. Müseyyeb konusunda bunu kabul etmiyorum; çünkü onun İmam'ın yaranlarından olduğuna dair birçok delil vardır. Ama Zühri ve diğer birçokları konusunda durum böyle idi.) Daha sonra İbni Ebil Hadid'in o zamanın büyükleri ve önde gelen şahsiyetlerinden birçoklarının ismini getirdiğini ve bunların hepsinin Ehli Beyt'ten sapık (kopuk) olduğunu kaydederek İmam Seccad'ın (a.s) şöyle buyurduğunu yazmakta:
"Mekke ve Medine'de bizi sevecek yirmi kişi yoktur."
İşte İmam Seccad'ın (a.s) o büyük işi başlatmak istediği dönemin durumu buydu. Daha sonraları İmam Sadık (a.s) bu dönem hakkında şöyle buyuruyor:
"Aşura hadisesinden sonra üç kişi İslam üzere kaldı ve bu üç kişinin dışında halkın hepsi mürted oldu." Daha sonra bu üç kişinin isimlerini veriyor: Ebu Halid elKabuli, Yahya b. Ümmi Tavil ve Cübeyr b. Mut'im.[6]
Allame Şuşteri, Cübeyr b. Mut'im'in doğru olmadığı ve bu adamın Hakim b. Cübeyr b. Mut'im olduğu kanısındadır. Bazı rivayetlerde ise Muhammed b. Cübeyr b. Mut'im olduğu belirtilmiştir. Biharül Envar'da geçen bir rivayette ise dört kişinin adı verilmiştir, bazı rivayetlerde ise beş kişinin ismi verilmiştir. Bunlar birbirleriyle toplanabilir. İşte İmam Seccad'ın durumu bundan ibaret idi; böyle çorak bir alanda o, işiyle meşgul oluyor. Durum böyle iken İmam Seccad'ın ne yapması gerek?
İMAM SECCAD'IN (A.S) SORUMLULUĞU
İmam eğer o hedefi yürütmek (takip etmek) isterse, üç sorumluluk altında olduğunu hisseder:
Birincisi: Zamanın insanlarına dini bilgileri vermesi gerek. Biz eğer İslami bir hükumet kurmak istersek, halkı dini bilgiye aşina etmeden böyle bir hükumetin oluşumuna ümit besleyemeyiz. Buna binaen ilk iş, halka dini bilgilerin öğretilmesidir.
İkincisi: Terkedilmiş ve tamamen zihinlerden uzaklaştırılmış veya kötü bir şekilde mana edilmiş olan imamet meselesinin halka açıklanıp halkın zihinlerinde yeniden onarılması gerek. İmamet ne demektir? Kimin imam olması gerek? İmamın ne gibi şartları haiz olması gerek? Çünkü her ne olursa olsun, toplumun bir imamı vardı; o da Abdulmelik idi. Halk onu imam biliyordu, toplumun önderi idi. Daha sonraki bahiste (imam mevzusunda) arzedeceğim gibi bizim son birkaç asır boyunca imam mefhumundan anlamış olduğumuz, İslam'ın ilk yıllarındaki imam mefhumundan tamamen farklıdır. O zaman Ehli Beyt imamlarının (a.s) hem muhalifleri ve hem de taraftarlarının, imam mefhumundan anladıkları bizim bu gün İslam Cumhuriyeti'nde bildiğimiz mefhumun aynısıydı. Biz imamı ümmet (ümmetin imamı), milletin rehberi, yani din ve dünyanın hakimi diyoruz.
Oysa bizim son iki üç asır içerisinde, imam mefhumundan anladığımız başka bir şey idi. Hakim (yönetici) isminde toplumda birisi var, o halktan vergi alıyor, halkı savaşa götürüyor, halkı barışa çağırıyor, halkın işlerine bakıyor, devlet dairelerine çeki düzen veriyor, devlet kuruyor ve kanunları açıp daraltıyor (kabz u bast ediyor). Öte yandan alim denilen bir kimse vardır. O da halkın namazını düzeltiyor ve gücü yettiği kadar buna benzer işler yapıyor. İmam Seccad (a.s) da kendi döneminde daha sonraki dönemlerin alimi pozisyonundaydı. Halife kendi işini yapıyordu; o da ya halkın dinini veya da ahlakını düzeltiyordu. Son asırlar boyunca bizim imam mefhumundan anladığımız bu olmuştur.
Halbuki İslam'ın ilk yıllarında herkesin imam mefhumundan anladığı bundan farklıydı. İmam, yani toplumun önderi, din ve dünya önderi. Emeviler böyle bir makam iddiasındaydılar. Dünyanın keyif ve lezzetinde gark olmuş o mahmurların (ayyaşların) hepsi bu iddiada bulunuyorlardı. Onlar da kendilerini imam diye niteliyorlardı. Vaktimiz olursa, inşaallah bu alanda da konuşacağım. Diyeceğim o ki, toplumun imamı vardı, o da Abdülmelik idi. İmam Seccad'ın halka imametin anlamı, imametin yönü, imametin şartları, imamda olması lazım ve zorunlu olan şeyler ve olmadığı takdirde kimsenin imam olamıyacağı şeyleri anlatması gerekiyordu. Kısacası imamet meselesini açıklaması lazımdı. Bu da ikincisi.
Üçüncüsü: Ben imamım, yani orada (hilafet makamında) oturması gereken benim, demesi gerek.
İmam Seccad'ın (a.s) yapması gereken bu üç iş idi. İmam, en fazla birinci iş için çaba göstermiştir. Söylediğim gibi durum öyle bir durum idi ki, ben imamım, demesine sıra gelmiyordu. Halkın dininin ve ahlakının düzelmesi ve bu fesat bataklığından çıkması gerekiyordu. Dinin özünün özü ve asıl ruhu olan manevi yönelişin yeniden toplumda ihya edilmesi gerekiyordu. Bunun içindir ki, İmam Seccad'ın (a.s) yaşantısı ve sözlerinin zühd (dünyadan yüz çevirmek) etrafında olduğunu görüyorsunuz; hepsi zühd. Hatta siyasi hedeflerle ilgili bir konuşmanın başlangıcında dahi şöyle buyurmaktadır:
"Dünya konusunda zâhid olan ondan yüz çevirip ahirete yönelenlerin alameti..."[7]
Veya kısa sözlerinden birinde herkes için cazip olan dünyanın maddi rengi ve helmesini şöyle tavsif etmektedir:
"Bu leşi kendi ehline bırakacak bir hür (insan) yok mu? Nefislerinizin karşılığı cennettir, sakın onu başka şeye satmayın."
İmam Seccad'ın (a.s) sözlerinin çoğu zühd ve marifet ile ilgilidir. Fakat marifeti (Allah'ı ve dini tanımayı) dua kalıbında beyan ediyor. Çünkü söylediğimiz gibi o zamanın boğucu ve musait olmayan durumu, İmam Seccad'ın (a.s) o halk ile açıkça konuşmasına izin vermiyordu. Hükumet erkânları ( makanizmaları) bırakmadığı gibi halk da istemiyordu. Zaten toplum liyakatı olmayan, yok olmuş ve zayi edilmiş bir toplum idi; onarılması gerekiyordu. İmam Seccad'ın (a.s) Hicri 61 yılından 95 yılına kadarki 3435 senelik yaşantısı bu şekilde geçti. Tabii ki zamanın geçmesiyle durum da düzeliyordu. Bunun içindir ki, İmam Sadık (a.s) "Hz. Hüseyn'in (a.s) şehadetinden sonra üç kişi dışında halkın hepsi mürted oldu." hadisinin devamında şöyle buyurmaktadır:
"Daha sonra halk katılıp çoğaldılar."[8]
Durumun böyle olduğunu görüyoruz. İmam Bâkır'ın (a.s) dönemine gelince (daha sonra arzedeceğim) durum değişiyor. Tabii ki bu değişiklik, İmam Seccad'ın 35 senelik çabalarının bir sonucuydu.
İmam Seccad'ın (a.s) sözlerinde kadro oluşturmaya da ilgi gösterilmiştir. Değerli "Tuhaful Ukul" kitabında İmam Seccad'dan (a.s) birkaç uzun söz nakledilmiştir. Ben, eğer var ise, İmam Seccad'dan (a.s) bu gibi sözlerin başka nümunelerini bulmak için diğer kitaplara bakmadım ve olacağını veya pek fazla olacağını da tahmin etmiyorum. Kısa sözlerini demiyorum. Tuhaful Ukul'da İmam hazretlerinden nakledilen iki üç ayrıntılı hadisin dışında, uzun sözlerinin olacağını zannetmiyorum. Bu hadislerin dili ve hitap şekli, İmam Seccad'ın (a.s) yaptığı işi göstermektedir. O üç hadisten birisinin halkın geneline hitap edildiği bellidir. Çünkü "Ey insanlar" hitabıyla başlıyor.[9] Bu hitapta İslami maarif (öğretiler) hatırlatılıyor. İmam hazretleri bu ayrıntılı hadiste şöyle buyurmaktadır:
"İnsanı mezara koyduklarında rabbinin kim olduğunu, peygamberinin kim olduğunu, dinin ne olduğunu ve imamının kim olduğunu ondan sorarlar."
Bu dil, imamın tebliğat şemsiyesi altında bulunan avam halkın derdine değen, yumuşak ve hafif bir dil idi. Ama bir diğer hadis ise başka bir şekilde başlamakta ve içeriği de hadisin havasa ait olduğunu göstermektedir. Hadis şu şekilde başlıyor:
"Zalimlerin hileleri, kıskançların haddini aşmaları ve zalimlerin zulmüne karşı bizler ve sizler için Allah yeterlidir, tağutlar sizi fitneye düşürmesinler."
Bu dil halkın geneli ile ilgili değildir, özel bir gruba ait olduğu bellidir. Üçüncü bir dil kullanımı daha vardır ve bazı konularından bunun daha sınırlı bir topluluk ve daha seçkin ve yakın kimselerle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Şayet bu dilin (ahengin) muhatapları imametin sırlarını ve imamın hedefli çabalarını bilen gruptur ve bunlar imamın mahremleri zümresinden idiler. Bu grup için kullanılan dilde, dostlara yönelik hitap şöyle başlıyor:
"Dünya konusunda zahid olan, ondan yüz çevirip ahirete yönelenlerin alameti şudur: Kendilerinin istediğini (ahireti) istemiyen dost ve arkadaşlarını terkederler."
İmamın bu süre içerisinde veya muhtelif dönemlerde veya muhtelif topluluklara hitaben iki üç çeşit beyan tarzı ve talimatının olduğunu tahmin etmek mümkündür. Bazı beyanları o şekilde; bazı beyanları da bu şekilde. Bazılarında hakim makanizma ve zamanın tağutuna işaret edilmekte; diğer bazılarında ise genel konular ve İslami meselelerin açıklanmasıyla yetinilmiş ve başka bir şey gündeme getirilmemiştir. İşte İmam Seccad'ın 35 yıllık yaşantısı. Bu süre içerisinde İmam yavaş yavaş o karanlık ve zulmet çevreyi, o gafil ve habersiz insanları bir taraftan şehvetin pençesinden ve öte yandan zalim makanizmaların sultasıyla bu makanizmalara bağlı alimlerin kemendinden kurtarıp kurtuluşa erdiriyordu. Genel olarak İmam, geleceğin işlerine temel olabilecek mü'min, ilgi duyan salih bir topluluk oluşturmaya çalışıyordu. Tabii ki İmam hazretlerinin yaşamının ayrıntılarıyla ilgili bahis ve konuşma saatlerce zaman gerektirmektedir. Zamanın kısıtlılığından dolayı şimdilik bu kadarıyla yetiniyorum.
İMAM BÂKIR'IN (A.S) DÖNEMİ
Daha sonra sıra İmam Bâkır'a (a.s) geliyor. İmam Bâkır'ın (a.s) yaşamında aynı rotanın uzantısını müşahede ediyoruz. Şu farkla ki, İmam Bâkır (a.s) döneminde durum daha iyi olmuştu ve bu dönemde dini eğitim ve İslami öğretilere daha fazla ağırlık veriliyordu.
İlk olarak, halk artık Peygamber'in (s.a.a) Ehli Beyt'ine daha önceleri olduğu gibi ilgisiz ve şefkatsiz değildi. İmam Bâkır (a.s) Medine camisine girdiğinde sürekli olarak bir grup onun etrafında halka kurup onun ilminden yararlanıyordu. Ravinin biri şöyle diyor: "İmam Bâkır'ı (a.s) Medine camisinde gördüm. Etrafında Horasan ehli ve diğer yerlerden kimseler vardı. Uzak memleketlerden, Horasan ve başka yerlerden bir grup onun etrafında toplanmışlardı." Bu, tebliğatın dalgalar gibi İslam dünyasının dört bir yanına yayılmakta olduğunu ve uzak bölgelerde yaşayan insanların gönlünün Ehli Beyt'e yaklaşmakta olduğunu göstermektedir. Bir başka rivayette şöyle denilmiştir: "Horasan ehli onun etrafında oturup kendisini aralarına almışlardı ve İmam helal ve haram meseleler konusunda onlara konuşuyordu." Zamanın büyük alimleri İmam Bâkır'dan (a.s) ders alıyorlar, ondan yararlanıyorlardı. İbni Abbas'ın talabesi olan İkrime gibi meşhur bir şahsiyet, İmam Bâkır'ın (a.s) yanına hadis öğrenmeye geldiğinde (belki de İmam'ı imtihan için geliyordu) elleri ayakları titriyor ve İmam'ın kucağına düşüyor. Daha sonra kendisi de buna taaccüp ederek şöyle diyor: "Ben İbni Abbas gibi büyükleri gördüm ve onlardan hadis işittim, ama ey Resulullah'ın (s.a.a) oğlu, senin karşında bana hasıl olan halet (durum) asla baş göstermemişti."
Bakın İmam Bâkır (a.s) ona neyi buyuruyor:
"Yazıklar olsun sana ey Şamlıların kölesi! Sen Allah'ın isminin zikredilmesi ve yüceltilmesine izin verdiği evleri karşısında bulunuyorsun."[10]
Senin karşında maneviyatın azameti vardır, bunun içindir ki böyle titriyorsun ey Şamlıların küçük kölesi.
Zamanın fakihlerinin, büyüklerinden olan Ebu Hanife gibi birisi, İmam Bâkır'ın (a.s) yanına gelip ondan dini ahkâm ve bilgileri öğreniyordu. Diğer birçok alim İmam Bâkır'ın (a.s) talebesiydi. İmam Bâkır'ın (a.s) ilmi ünü dünyanın her tarafına ve dünyanın her bucağına yayılıyor ve İmam, "Bâkırul Ulum" (ilimlerin yarıcısı) sıfatıyla şöhret kazanıyor.
İmam Bâkır (a.s) döneminde sosyal durumun, halkın duygusal durumunun ve imamlara (a.s) olan saygılarının ne kadar değiştiğini görüyorsunuz. Bu arada İmam Bâkır'ın (a.s) siyasi haraketinin de daha şiddetli olduğunu görüyoruz. Yani İmam Seccad'ın (a.s) Abdulmelik karşısında muhalefete karine olabilecek bir sözü, kaba bir lafı veya herhangi bir sertliği yoktur. Abdulmelik herhangi bir konu hakkında İmam Seccad'a (a.s) mektup yazar ve İmam da onun cevabını verirdi. Tabii ki Peygamber oğlunun cevabı sürekli olarak muhkem, metin ve kırıcı bir nitelik taşıyordu. Fakat bu cevaplarda düşmanca açık bir saldırı yoktur. Fakat İmam Bâkır (a.s) hakkında bu durum başkadır. İmam Bâkır'ın (a.s) hareketi, Hişam b. Abdulmelik'i vahşete sokacak nitelikteydi. İmam'ın gözaltında olması gerektiğini anlayıp onu Şam'a götürmek istiyor. Elbette İmam Seccad'ı (a.s) da imameti döneminde (Kerbela'dan başlayan birinci defadan sonra) zincire vurarak Şam'a götürdüler. Ama oranın durumu başka idi ve İmam Seccad (a.s) daha temkinli bir tavır sergiliyordu. Fakat İmam Bâkır döneminde dil tonunun daha da sertleştiğini görüyoruz
Ben, İmam Bâkır'ın (a.s) ashabıyla yaptığı müzakerelerde, hükumet, hilafet ve imamete çağrı belirtilerinin, hatta gelecek ile ilgili müjdenin bulunduğu birkaç rivayet gördüm.
Rivayetlerden biri Biharül Envar'da şu muhteva ile nakledilen rivayettir:
"Ebu Cafer'in (İmam Bâkır) (a.s) evi bir toplulukla dolu idi. Bastonuna dayanmış yaşlı bir adam geldi, selam verip muhabbetini dile getirdikten sonra İmam Bâkır'ın (a.s) yanında oturup şöyle dedi: "Acaba benim sizin zafer döneminizi göreceğime ümit var mı? Çünkü ben sizin emrinizin, yani hükumet döneminizin gelmesini bekliyorum? ("Emr, bu emir, emriniz" gibi bu dönemin tabirleri gerek imamlarla ashabı arasında olsun ve gerekse muhaliflerin arasında olsun, hükumet anlamına gelmektedir. Örneğin Harun'un Me'mun'a olan şu sözünde de "Allah'a yemin ederim ki eğer bu emir (hükumet) konusunda benimle çekişirse..." "bu emir" tabiri hilafet ve imamet için kullanılmıştır. Öyleyse "emrinizi bekliyorum" yani "hilafetinizi bekliyorum".) Yaşlı adamın "Benim o güne kavuşup o günü görmemi ümit ediyor musun?" şeklindeki sorusuna İmam şöyle cevap veriyor: "Aynı bu soru Ali b. Hüseyin'den (Zeynül Abidin'den) de sorulmuştu. (Tabii ki biz bunu İmam Seccad'ın rivayetlerinde göremiyoruz. Anlaşılan şu ki eğer İmam Seccad (a.s) kalabalık bir topluluk içerisinde bu konuyu dile getirmiş olsaydı başkaları işitir ve bize de ulaşırdı. Büyük bir ihtimalle İmam Seccad'ın (a.s) gizli bir şekilde söylemiş olduğunu, İmam Bâkır (a.s) burada açıkça dile getirmektedir.) İmam Zeynül Abidin (a.s) ona şu cevabı vermişti:
"Eğer ölürsen Peygamber ve evliya ile birlikte olacaksın, eğer yaşasan da bizimle olacaksın."
Gelecek konusunda şiileri ümitlendirecek bu tür tabirler İmam Bâkır'ın (a.s) sözlerinde vardır. Bir başka rivayette kıyam için zaman belirlenmiştir; bu, ilginç bir şeydir. İyi bir senetle (rivayet zinciriyle), Kâfi kitabında Ebu Hamzai Sumali'den naklen şöyle denilmiştir:
"Allah Teala Hicri 70. seneyi Alevi (Hz. Ali'nin (a.s) izinde olan) hükumetinin teşkili için mukadder kılmıştır. Ama Hüseyin (a.s) öldürüldüğünden dolayı, Allah Teala halka gazaplandı ve hükumetin teşkilini 140. seneye erteledi. Biz bu zamanı size söyledik; sizler ise ifşa ettiniz ve üzerinizdeki gizlilik perdesini kaldırdınız. Bunun için artık Allah Teala bize herhangi bir zaman belirlemedi. Allah istediği her şeyi mahv veya ispat eder ve yazılı kader onun elindedir."[11]
Ebu Hamza diyor ki: "Ebu Abdillah (İmam Sadık) da bunun hakkında konuştu ve aynen böyledir dedi."
Sene 140 İmam Sadık'ın (a.s) hayatının sonlarına rastlamakta. Benim bu hadisi görmeden önce imamların yaşantısının seyrinden algıladığım şeyin kendisiydi ve bana İmam Seccad'ın (a.s) ve İmam Bâkır'ın (a.s) bu şekilde kurulması için çaba gösterdikleri hükumetin esasen (kural itibarıyla) İmam Sadık'ın (a.s) dönemine rastlayacağı görünüyordu. İmam Sadık (a.s) 148 senesinde vefat etti. Bu vaad ise 140. sene içindir. 140 senesi daha önce önemini ve ne ölçüde etkili olduğunu beyan ettiğim 135 senesinden sonra, yani Mansur'un iş başına geçtiği yıla tekabül etmektedir. Eğer Mansur iş başına geçmeseydi veya Benî Abbas olayı baş göstermemiş olsaydı, güya normal ilahi takdir bu idi ki, 140 senesinde ilahi ve İslami hükumet iş başına geçmiş olsun. Tabii ki bu ayrı bir konudur, acaba imamlar böyle bir geleceği bekliyorlar mıydı, yoksa ilahi kazanın başka olduğunu biliyorlar mıydı? Şimdi bu konuyu açmayacağım, bu konu kendi başına bahsimizin ayrı bir bölümünü oluşturabilir. Şimdiki sohbetimin konusu İmam Bâkır'ın (a.s) durumu hakkındadır. İmam 140. senede ilahi düzenin kurulmasının mukadder kılındığını söylüyor ve şu açıklamada bulunuyor: "Biz onu size söyledik, siz ifşa ettiniz ve yüce Allah da onu erteledi." Bu tür ümitlerin verilmesi ve vaadlerin dile getirilmesi, İmam Bâkır'ın (a.s) döneminin başlıca özelliklerinden biridir.
Tabii ki İmam Bâkır'ın (a.s) yaşamından derli toplu bir tablo (görüntü) elde etmek için, saatlerce onun yaşamı hakkında konuşmak gerek. Ben bu konuda da uzun konuşmalar ve bahisler yapmışım. Özetle söylersek İmam Bâkır'ın (a.s) yaşantısında siyasi mücadele unsuru daha açık ve nettir. Ancak silahlı mücadele şeklinde değil. İmam'ın kardeşi Zeyd b. Ali kendisine kıyam konusunda başvuruyor, İmam, kıyam etme diyor ve o da itaat ediyor. Bazılarının kendi tasavvurlarınca İmam'ın, kıyam etme demesine rağmen kıyam ettiğinden dolayı Zeyd hazretlerine hakaret ettiği görülmektedir, bu yanlış bir tasavvurdur. İmam Bâkır (a.s), kıyam etme dediğinde o da itaat edip kıyam etmedi. Daha sonraları İmam Sadık (a.s) ile meşverette bulundu. İmam, kıyam etme demedi, aksine onu kıyama teşvik etti. Şehadetinden sonra da İmam Sadık (a.s), keşke ben de Zeyd ile olanlarla birlikte olsaydım, temennisinde bulundu. Bunun için Hz. Zeyd'in merhametsiz bir şekilde eleştirilmesinin gereksiz olduğunu düşünüyorum. Evet, İmam Bâkır (a.s) hazretleri silahlı kıyamı kabul etmediler, fakat siyasi mücadele hayatında apaçıktı ve yaşamından bunu anlamak mümkündür. Halbuki İmam Secad'ın (a.s) döneminde gözle görülebilir siyasi bir mücadele hissedilmiyor.
Bu büyük zatın yaşam dönemi sona erdikten sonra, İmam hazretlerinin mücadele hareketini Mina'daki[12] matem merasimiyle sürdürdüğünü görüyoruz. Mina'da kendisi için on yıl ağlamalarını vasiyet ediyor.
Bu, aynı mücadelenin devamıdır. İmam Bâkır'a ağlamak, o da Mina'da, ne anlam taşımaktadır? İmamların (a.s) yaşamında ağlamaya tahrik edilen macera, İmam Hüseyn'in (a.s) macerasıdır. Bu konuda kesin, ikna edici, müşahhas rivayetler vardır. Benim İmam Rıza'nın (a.s) hareketi anından başka ağlandığı yeri hatırladığım yoktur. İmam Rıza (a.s) (Medine'den Merv'e) hareket ettiğinde kendisine ağlamaları için ailesini etrafına topladı. Tabii ki bu, tamamen siyasi ve rotası belli olan manalı bir hareket idi, ve İmamın vefatından öncesiyle ilgilidir. Ama İmam Bâkır (a.s) hakkında ağlamaya emredilmesi şehadetinden sonrasıyla ilgilidir. İmam bu konuda vasiyette bulunuyor ve malından 800 dirhemi bu işi Mina'da[13] yapmalarına ayırıyor. Mina Arafat'tan farklıdır, Meş'arül Haram ve Mekke'nin kendisinden de farklıdır. Mekke'de halk dağınık halde ve herkes kendi işiyle meşguldür. Arafat ise bir sabahtan ikindiye kadardır, bundan fazla değil. Sabah geliyorlar, yorgundurlar, ikindiye doğru da kendi işlerine yetişmek için aceleyle gidiyorlar. Meş'ar ise gecenin birkaç saatidir, Mina yolunda bir geçittir; ama Mina ard arda üç gecedir. Bu üç gece ve gündüzde gündüzleri kendilerini Mekke'ye yetiştirip tekrar geceleyin geri dönenlerin sayısı azdır. Genellikle orda kalınır. Bilhassa o zamanlarda ve o günün şartlarında İslam dünyasının dört bir yanından gelen binlerce kişi aslında üç gece ve gündüz orada toplu haldeydiler.
Herkes kolayca buranın tebliğat için münasip bir yer olduğunu anlayabilir. İslam dünyasının baştan başına ulaşması gereken her mesajın burada gündeme gelmesi yerindedir. Bilhassa, radyo, televizyon, gazete ve diğer iletişim araçlarının bulunmadığı o günün şartlarında bu oldukça yerinde bir iş idi. Bir grup, Peygamber evlatlarından birisi için ağladığında ister istemez orada bulunanların hepsi soracaklar ki, niçin ağlıyorsunuz? Birkaç yılın geçmesinden sonra her ölen için bu kadar ağlamazlar, ona zulüm mü olmuş? Kim ona zulmetmiştir? Niçin ona zulüm olmuştur? Bu tür sorular söz konusu olur. İşte bu oldukça dakik (ince düşünen) ve hesaplı bir mücadelecinin siyasi hareketidir.
İmam Bâkır'ın (a.s) siyasi yaşamında dikkatimi çeken bir husus oldu; şöyle ki: Hicri birinci asrın ilk yarısında, hilafet konusunda Ehli Beyt'in dilinde dolaşan istidlallerin aynısını İmam Bâkır (a.s) tekrarlıyor. O istidlallerin özeti şudur ki: Araplar, Peygamber yüzünden acemlere[14] karşı onur ve iftihar kazanmışlardır, Kureyş ise Peygamber yüzünden Kureyş'in dışındaki Araplara karşı iftihar kazanmıştır. Eğer bu doğru ise biz Peygamber'in Ehli Beyt'i ve
yakınları böylece diğerlerine göre Peygamber'e daha yakın ve evlayız; bununla birlikte bizleri kenara itiyorlar. Eğer Peygamber, Kureyş'in diğerlerine karşı iftihar vesilesi ve Arapların da acemlere karşı iftihar vesilesi ise, demek bizim de başkalarına karşı daha üstün ve evla olmamıza sebep olmaktadır. Bu istidlal ilk asırda defalarca Ehli Beyt'in (a.s) sözlerinde tekrarlanmış olan bir istidlaldir. İmam Bâkır'ın (a.s) da, imamet dönemi olan Hicri 95 ila 114 yılları arasında bu sözleri tekrarladığını görüyoruz. Hilafet için kanıt getirmek oldukça anlamlı bir şeydir.
Dipnotlar:
1 elFüsulül Mühimme, s.164.
2 Müsevvide, Benî Abbas'ın teraftarlığını yapmak amacıyla siyah elbise giyenlere verilen addır.
3 Biharül Envar, c.45, s. 115.
4 Tevvabin'in şehadet yılı, büyük ihtimalle Hicri 65. yıldır.
5 Biharül Envar, c.46, s. 142143.
6 Biharül Envar, c.46, s.142143.
7 Nasihut Tevarih, c.2, İmam Seccad'ın (a.s) hayatı, s.15.
8 Biharül Envar, c.47, s.144.
9 Tuhaful Ukul, s. 249.
10 Biharül Envar, c.46, s.258.
11 Usulü Kâfi, c.2, s.190.
12 Biharül Envar, c.46, s.220.
13 Biharül Envar, c.46, s.220.
14 Arap olmayan herkese acem denir.
Sayfa: 48
3
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

İBRAHİM SURESİNİN TEFSİRİ
Ayetullah Cevadi Amuli
Şeytanın İnsan Üzerindeki Nüfuzu Ve İnsanın Sapıklağa Düşmesi
Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musun? Dilerse sizi giderir, yok eder ve yeni bir halk getirir.
Bu Allah'a göre güç değildir.
Onların tümü toplanıp Allah'ın huzuruna çıktılar da zayıflar, büyüklük taslayanlara dedi ki: "Şüphesiz, biz size tabi idik, şimdi siz bizden Allah'ın azabından herhangi bir şeyi önleyebilir misiniz?" Dediler ki: "Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi biz de sizlere doğru yolu gösterirdik. Şimdi yakınsak da, sabretsek de farketmez. Bizim için kaçacak hiçbir yer yoktur."
İş hükme bağlanıp bitince şeytan der ki: "Doğrusu Allah size gerçek olan vaadi vaadetti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acıklı bir azab vardır."
İman edip salih amellerde bulunanlar Rablerinin izniyle altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere konulmuşlardır. Orda birbirlerine olan dirlik temennileri "selam"dır.[1]
Peygamberlerin risalet hedefinin açıklandığı bu surede sapkınlık ve şeytanın saptırma meselesi de ortaya çıkmaktadır.
Acaba sapıtanların Allah katında belli bir özürleri var mıdır?
İnsanlığı saptırmada şeytanın hilelerinin etkisi ne ölçüdedir; şeytan insana ne ölçüde musallat olmakta ve onu saptırmaktadır?
Allahu Teala Peygamber'e (s.a.a) kâmil ve örnek insan ünvanıyla hitap etmiştir. Bu sadece peygamberlere ait bir hitap değildir. Zira bu hitaba herkes ortaktır, şöyle buyuruluyor: "Acaba görmüyor musun?" Yani insanlar görmelidirler ve bu sadece Resulullah'a (s.a.a) ait değildir. "Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musun?" Varlıklar başıboş değildir. Bütün varlıklar kemale doğru ilerlemektedirler. Hiçbir varlık yönsüz değildir. Varlıklardan biri olan insan da, hedefsiz ve yönsüz değildir. İnsanın hedefi "ahiret"tir ve ona doğru ilerlemektedir. Bu yaratılış hak üzeredir ve asla haktan ayrı değildir. Hak batılın karşısındadır. Hedefsiz ve boş işler batıldır ancak hedef için yapılan doğru işler haktır.
Sâd Suresinde "Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu küfredenlerin zannıdır. Ateşten (görecekleri azaptan) dolayı vay o küfretmekte olanlara"[2]
Kafirler nedensellik kanununu inkar etmiyorlar, madde alemindeki nedensonuç ilişkisini kabul ediyorlar, ama ilk neden olan illeti fâili (etken neden) ve son hedef olan illeti gai'yi (ereksel neden) kabul etmiyorlar. Bunlar maddeler arasında var olan özel ilişki gereği, maddenin değişmesi sonucunda alemin oluştuğuna inanmaktadırlar. Mekke müşrik ve kafirleri Allah'ın "yaratıcı" olduğunu kabul ediyorlardı, "rab" olduğunu kabul etmiyorlardı. Çünkü Allah'ı nihai merci, varılacak son makam olarak kabul etmiyorlardı. Burada önemli olan, insanların dönüşünün Allah'a olmasıdır.
Kıyamete imanın yapıcı ve temel etkileri vardır. İnsan eğer amelin kalıcı olduğunu, asla yok olmadığını ve bir gün Allah'ın adil mahkemesi karşısında hazır bulacağını bilirse böyle bir mahkemeye inanmanın ruh terbiyesinde büyük etkisi olur. Bütün günahlar kıyameti inkar ve unutmanın sonucudur. Halbuki insan ahirete inansa ve Allah'ın adil mahkemesinin var olduğunu idrak etse günah işlemez. Aynı surede şöyle buyuruluyor: "Ey Davut, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık.
Öylesye insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar için hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır.
"3 Hesap gününü unutmayan kimse doğru yoldan ayrılmaz ve sonuçta azaba uğramaz. Kıyamete inanan ve ona teveccüh eden kimse inandığı ve yöneldiği anda Allah'a isyan etmez. Bütün günahlar kıyameti inkarın veya kıyametten gaflet etmenin sonucudur. Buna göre batıl, boş ve hedefsizdir, hakkın ise gerçek bir gaye ve belli bir hedefi vardır. Böyle bir hak nizam batıl olamaz. Kafirler bu nizama batıl düzen demektedirler. Yani insan düyaya gelir, yaşar ve ölür; bundan öte ise bir şey yoktur. Gökyüzünün ve yeryüzünün fenomenleri de böyledir. Yani oluşur, yaşar ve daha sonra ortadan kaybolur, başka bir hedefi yoktur. Muvahhid insan ise bütün varlık alemindeki varlıkların, hedeflerine ve amaçlarına ulaşmak için doğru bir yolda olduklarına inanır. Bu çeşit dünya görüşü, alemdeki tüm varlıkların hak olduğu ilkesine dayalıdır. Diğer dünya görüşü ise alemin batıl olduğu ilkesine dayanır. Kafirler, alemi başıboş, muvahhid ise alemi anlamlı görür. Bu konuda dikkatlice düşünülecek olursa maksad açıkça belli olur. Hakkın âlemde gözüken pek çok nişaneleri vardır. Önüne engel çıksa da engelleri aşan her varlık, sıratı müstakim (doğru yol) üzerinde olup kemale ulaşır.
İnsan da bu temel kanundan ayrı düşünülemez. O da yolunda herhangi bir engel olmadığı takdirde gerçek yolda kemale doğru yol alır. İnsanın yolunda engel oluşturan şeytandır. Şeytanın insanın üzerinde ne ölçüde etki yaptığı konusunda şu sorular ortaya çıkar:
Acaba şeytan, insanı saptırabilir mi?
Şeytanın nüfuzu, insanı saptırabilir mi?
Şeytanın nüfuzu, insana hakim olmasından mı, yoksa bir davetten mi ibarettir?
Muvahhid, bu nizamın hak ol duğuna inanır. Âli İmran suresinin son ayetlerinde şöyle buyurur: "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru."4
Bu ayetin ilk bölümünde "ulül elbab"ı, akıl sahiplerini överek şöyle buyuruluyor: "Onlar ayakta iken, otururken ve yatarken Allah'ı zikrederler."
Bu ayetin somut örneklerinden biri namaz kılanların durumunu teşri etmesidir. Şöyle ki, sağlıklı olanlar ayakta, hastalar oturarak, buna gücü yetmeyenler ise yatarak namaz kılarlar.
Sonra şöyle buyuruluyor: "Ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler (Ve derler ki:) Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." Yani, seni hâlık (yaratıcı) ve ilk neden olarak kabul ediyorum, seni merci ünvanıyla tanıyorum, hesap gününün sahibi ve mercii olarak kabul ediyorum. İnsan belli bir amaçla yaratılmıştır, bir maksadı vardır ve insanı yaratan ona kılavuzluk da etmiştir.
Bu inanç, kıyamete inananın inancıdır.O halde iki çeşit dünya görüşü vardır. Muvahhid, dünyayı hak; kafir ise boş, anlamsız görmektedir.
"Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musunuz? Dilerse sizi giderir, yok eder ve yeni bir halk getirir."5
Allah için bu zor bir şey değildir. "Allah dilerse sizi giderir, yok eder ve yeni bir halk getirir" meselesi Kur'an'ın birkaç yerinde yer almıştır. Örneğin Muhammed Suresinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer sizden onları (n tümü nü) isteyip sizi çıplak bırakacak olursa cimrilik edersiniz ve sizin kinlerinizi de ortaya çıkarmış olur. İşte sizler böylesiniz. Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz, Fakat sizden kimi cimrilik etmektedir. Kim cimrilik ederse artık o, ancak kendi nefsine cimrilik etmişdir. Allah ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dir. Fakir olanlar ise sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız sizden başka bir kavmi getirirdeğiştirir. Sonra onlar sizin benzerleriniz de olmazlar."6
Bu surede nebilerin risaletinin beşeri karanlıklardan nura çıkarmak olduğu belirtilmiştir. Nur da Allah'ın doğru yoludur. Dolayısıyla Allah yolundan sapmak, zulmet (karanlık)tir. İlahi yolu katetmek ise nur...
Peygamberler bu hedefini açıklayınca insanlar iki gruba ayrıldılar. Bazıları kendi iradeleriyle onların davetini kabul ettiler. Bazıları da, kendi iradeleriyle inkar ettiler.
Yaratılış aleminde var olan her şey hayır ve rahmettir, Allah'ın yaratığıdır. Çirkinlik gibi noksan olan şeyler ise, yokluktan kaynaklanmaktadır, bir eksikliği olduğu için ilahi feyzden mahrum kalmıştır. Bu noksanlıklar, Allah'a isnad edilemez, çünkü yokluktan kaynaklanmaktadır. Şeytan da yaratılış aleminde bir varlıktır ve varlığı âlem için hayır ve rahmettir. Bunun gibi, varlık aleminde meleklerin varlığı da hayır ve rahmettir. Şeytanın işi vesvese ve kötülüğe davettir. Cihadı Ekber de, galib gelmek isteyen insan için vesvese ve kötülüğe karşı davet, hayır ve rahmettir. Eğer âlemde günah olmasaydı, günaha davet olmasaydı ve sadece doğru yol olsaydı, bunun hiçbir değeri olmazdı. Dolayısıyla itaat da olmazdı. Zira itaat insanın iyilik ve kötülük karşısında iyiliği seçmesidir. Eğer yol tek taraflı olsaydı artık vazife ve din için bir ortam kalmazdı. Bu yüzden günah işleme kaygısı olmayanlar için Din, Risalet, Şeriat vb. vazifeler de söz konusu değildir. Mesela meleklerin hiçbir şeri vazifesi yoktur. Şer'i kanunlar ve şer'i itibar ile tanzim edilen hiçbir görevleri yoktur. İnsanın kemali, iradesiyle yaptığı işlerdedir. İradeyle yapılan işlerde iki boyut vardır. Yani hem kötü, hem de iyi yönü vardır. Başka bir tabirle doğru ve yanlış yönü vardır. İnsanda yanlışlığa düşme vesvesesinin varlığı hayır ve berekettir. Şeytanın davet dışında bir nüfuzu yoktur. Şeytanın karşısında fıtrat ve akıl ise, insanı fazilete, erdeme davet etmektedir. Bu daveti tamamlamak için peygamber gönderildi ki, fıtrat ve aklı kemale erdirsin, insana yarar ve zararını açıklasın. İnsan iki yolun kavşağında yer almıştır. Biri yanlış, diğeri doğru olan bu iki yol, onu, katetmeye davet etmektedir. İnsan bu yol kavşağında sorumludur. Nebiler işte burada insana yol göstermektedirler, akıl da onun kılavuzluğunu üstlenmektedir. İnsan eğer akıl, fıtrat, kalp ve nebilerin sözünü dinler ve geçici lezzetleri terkedip, fazilet yolunda yürürse kıyamette ilahi mükâfatlara nail olacağı gibi dünyada da ilahi lütuflara mazhar olacaktır.

Yani insanın saadeti için gerekli tüm imkanlar sağlanır. Böylece insan takva lezzetlerini tadar, kemale ilgi duyar ve takvaya bağlılığı daha da güçlenir.
İlk hidayetten sonra bu ikinci hidayettir. Yani ilk önce takva ve kötülüğü, güzellik ve çirkinliği gösterdi. Eğer birisi fazilet yolunu katederse Allahu Teala, ona bu yolda yardımcı olur. Ama eğer insan fıtrat ve kalbin sesine kulak vermez, nebilerin sözüne itina göstermez, maslahatın ne olduğunu düşünmez ve gazap ile şehvetinin peşine düşerse, ilahi lütuflardan yararlanmaya kabiliyeti kalmayıncaya kadar kendisine mühlet verilir. Bu takdirde şeytan ona musallat olur ve vesvese icat ederek çirkinleri güzel ve kötüleri iyi olarak gösterir.
Bu sapıtmak onların cezasıdır. Allahu Teala (c.c) kimseyi haksız yere saptırmaz. Aksine hidayet eder. Eğer insan bu ilk hidayete tabi olursa, mükâfat olarak onu ikinci hidayete erdirir. Ama insan bilerek sapıklığa düşer, ilahi lütuflardan kendini mahrum kılarsa, Allahu Teala onu saptırır.
O halde Allahu Teâla kimseyi kendiğilinden saptırmaz. "O bununla ancak fasıkları saptırır."7 Allahu Teâla, fasık kulunu saptırır denince, yine de zorla onu sapıklığa düşürmemektedir. İnsanın kendi irade ve ihtiyarı vardır. Fıtrat ve deruni ses de onu fazilete davet etmektedir ve aynı zamanda nebilerin sesini, mesajını duymaktadır. Allah fasık kulların isyan etmesini önlemez. İnsan sağ olduğu müddetçe irade ve ihtiyarı vardır. O halde şeytan bir av köpeği durumundadır. Görevi, sadece kimin doğru yola, kimin sapık yola gittiğinin malum olması için havlamak ve seslenmektir. Eğer birisi bilerek yanlış yolda yürürse, bu av köpeği onu takip etmekte ve hatta bazen de ısırmaktadır. Sağ kaldığı müddetçe de tedavi, dönme, tevbe, inabe ve tekamül imkanı vardır.
Öte yandan fazilet yolunda ilerledikçe melekler ona yardımcı olur. Elbette bu yardım onu itaate zorlayacak şekilde değildir. Sağ kaldığı müddetçe günaha düşme ve değişme imkanı da vardır. O halde insan hayatta olduğu müddetçe özgürdür. Eğer fazilet yolunda yürürse ilahi hidayet ve nimetlerden fazlasıyla istifade eder. Ama bilerek yanlış yolu katederse o zaman da ilahi lütuflardan mahrum kalır. Böylece şeytan ona musallat olur. Ama yine de dönüş kapısı açıktır, nebilerin kılavuzluğu devamlıdır. Bu yüzden şeytanın yaratılış düzenindeki varlığı hayır ve rahmettir. Şeytan, ettiği isyan sebebiyle günahkâr olmuştur. Ama insana da sadece vesvese vermektedir. Onun vesvesesi icbar (zorlama) ile değildir, tekamülüne de engel teşkil etmez. Ama bu görevi yapmasının ayrı bir hikmeti vardır.
"Memur mazurdur", yani "görevli, emrolunan şeyi yerine getirmede suçsuzdur" sözü doğru değildir. Eğer insan kötü bir işe memur olur ve kötü işler yaparsa mazur değildir. Günah işlediği için şeytan vesvese etmekle görevlendirildi. Şeytanın durumu, kendini yüksek bir yerden atan ve zarar gören kimseye benzer. Bu zarar bu atlayışın sonucudur. Dolayısıyla mazur da değildir. Zira bu memuriyet, onun isyan ve günahından sonra gerçekleşmiştir. Eğer şeytan Allah'ın izniyle bir şey yapıyorsa onun günah işlemediğini söylemek mümkün müdür? Halbuki Allah tarafından olan her şey hayırdır.
Şeytan Allah'ın izniyle iş yapıyor ve günah da işliyorsa, bu onun Allah karşısındaki tekebbüründen dolayı, vesvese etmekle görevlendirilmesine sebep olmuştur. Bu vesvese kötüdür, ama şeytanın kendi kötü davranışları sebebiyledir. Ama şeytanın bu vesvese görevi, insan için genelde hayır ve rahmettir. Zira vesvese, kötülüğe davetten başka bir şey değildir, eğer kötülüğe davet olmasaydı, insan ya hayvan, ya da melek mertebesinde olurdu. Din, şeriat ve kitaplar, bu bağlamda geçerlidir. Bu mertebede günah söz konusudur. İnsan hem günah işleyen ve hem de itaat edebilen tek varlıktır, hem fazilet ve hem de rezalet yolunu katedebilir.
"Biz ona iki göz vermedik mi?"8
Hayvanlık mertebesi ve ondan aşağıdaki mertebelerde din, risalet, şariat, nübüvvet vb. şeyler yoktur. Cehennemin varlığı da şeytanın varlığı gibi hayırdır. Cehennemi olmayan alem eksiktir. Cehennem de cennet gibi ilahi bereketlerdendir. Bu yüzden Allahu Teâla şöyle buyuruyor: "Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?"9
Hakeza: "İşte bu, suçlu günahkârların kendisini yalanlamakta oldukları cehennemdir. Onlar kendisiyle alabildiğine kaynar hale getirilmiş su arasında dönüpdolaşırlar."10
Cehennemin varlığı da nimettir. Zira halkın çoğu cehennem korkusundan günah işlememektedir. Ayrıca eğer zalim cehenneme gitmezse Allah'ın adil mahkemesi kurulmamış olur.
Cehennemi, cennet ile karşılaştıracak olursak cehennem kötüdür. Ama cehennemi bütün yaratılış alemi bağlamında değerlendirecek olursak, cehennemin bir hayır ve rahmet olduğunu görürüz. Aynı şekilde şeytanı melekler karşısında değerlendirirsek onun kötü ve şer olduğunu görürüz. Ama bütün bir yaratılış alemi düzeyinde düşünecek olursak şeytanın varlığı hayır ve rahmettir.
Allah'a isnad edilen eşyanın varlıksal boyutu, yani melek ve şeytanın varlığı hayır ve rahmettir. Ama kemale ermiş bir şey ile kemale ermemiş bir şey arasında göreli şer veya hayır vardır.
O halde Allah'ın iki rahmeti vardır. Biri, mutlak rahmettir ki kapsamlıdır. Bu bakış açısından alem baştan başa rahmettir. "Rahmeti her şeyi kapsamıştır." O halde her şey Allah'ın rahmetinin bir zuhurudur. Yaratılış alemi hep rahmettir.
Öte yandan, bir de göreli rahmet ile göreli gazap vardır. Cennet göreli rahmet ve cehennem göreli gazaptır. Af göreli rahmet, kısas ise göreli gazaptır. Rauf ve Müntakim olan Allah birdir. Her ikisi de Allah'ın mutlak rahmeti altında zuhur etmektedir.
Pirimiz dedi: Yaratılışta hata olmadı
Hataları örten pâk nazara aferin olsun.
Yaratılış alemi hep güzeldir. "Allah her şeyi yaratandır."11 Ve "O, yarattığı herşeyi güzel yapandır." 12
Bu ayetler esasınca alemde çirkin olan hiçbir şey yoktur. Her şey Allah'ın yaratığı olup güzeldir. Bir yerde yanlış, diğer yerde doğru varsa, bu hata ve doğru görelidir. Yani bir şey, başka bir şeye oranla hatadır. Af ve gazap da böyledir. Allah'ın mutlak rahmeti, bir yerde affetmeyi, bir yerde intikam almayı gerektiriyor. Ama alemde hem hayır ve hem de şerrin mutlak olduğunu söyleyen dünya görüşü yanlıştır. Dünya görüşü ilkeleri tümeldir. Bir yerde kesip atmayı, bir yerde merhem sürmeyi icab eder. Birçok cerrah hem ameliyat yapar, hem de merhem sürer. Cerrahı keserken görünce, burada dert ve kasavet var, derler. Merhem sürerken görünce, burada merhamet ve duygusallık var, derler. Ama tıp ikisinin de gerekliliğine inanır. Dar bir görüşle bakınca dert ve inlemeyi yersiz, iyileşme ve merhem sürmeyi ise yerinde bir şey görüyoruz. Ama mutlak rahmeti görünce göreli hata ve doğruyu örten mutlak rahmeti görüyoruz. Allah'ın adaleti esasınca aleme baktığımızda hem cehennemi, hem de cenneti gerekli görüyoruz. Zira cehennem olmasaydı zalim ve tağutlar ceza görmemiş olurdu. İsra suresinde de şeytanın insana musallat olmadığı açıkça beyan edilmiştir:
"Benim kullarım üzerinde
senin hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter".13
Ve yine şöyle buyuruyor: "Şüphesiz kışkırtılıp saptırılmışlardan sana uyanlar dışında senin benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün yoktur."14
En'am Suresinde de şeytanın nüfuz sahası belirtilirken şeytana kimlerin uyduğu da açıklanmıştır. Şeytanın sözüne uyan, onun sultası altına girmiş olur.
Yoksa şeytan kendiliğinden hiç kimsenin üzerinde bir sultaya sahip değildir."Böylece her peygambere ins ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık.
"Her peygambere bir düşman kılmak, Allah'ın mutlak rahmetinin bir parçasıdır. İnsan, küçük ve büyük cihadda çalışmadıkça asla kemale eremez.
"Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla başbaşa bırak.15
"Allah dileseydi şeytanlara engel olurdu. Zira hiçbirinin ameli müstakil değildir. Hepsi ilahi memurlardır. Şeytanın sözünü sadece belli bir grup dinlemektedir.
"Bir de ahirete inanmayanların kalpleri ona meyletsin de ondan hoşlansınlar"16 Dinlemek ve kabul etmek, duymaktan başka bir şeydir. "Ahirete inanmayanlar şeytanın sözünü dinlerler ve yüklenmekte olduklarını yüklene dursunlar".17
Şeytanın emirlerine itaat ediyor, aldatmalarına kanıyorlar. O halde şeytanın işi vesvesedir. Bilerek iman etmeyenler, şeytanın vesveselerine uyuyorlar.
"Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar."
O halde daha önce de denildiği gibi şeytan insana musallat değildir, şeytan sadece kendine uyanlara musallattır, şeytan bilerek iman etmeyenlere hakim olur ve onlara gizli çağrılarda bulunur.
Şeytanın velayetini kabul edenler, Allah ve enbiyanın velayetini reddederler, onlar bilerek şeytanın velayetini kabul etmiş ve Allah ile Resulünün velayetini inkar etmişlerdir.
"Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar gerçeği tersyüz eden, günaha düşkün olan her yalancıya inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler."18
O halde şeytanın varlığı, yaratılış alemi için hayırdır. Bu, kendine verilen görev, işlediği günah sebebiyledir. Şeytan ilk etapta sadece davet eder, bu kötülüğe davet de gerçekte hayırdır.
Aksi takdirde iyi olmak zaruri olurdu. İyi olmak zaruri olursa, o zaman da vazifenin manası kalmazdı. İnsana tek taraflı bir yolda "bu yolu katet" diye emredilmiyor. Aksine bu emir birkaç yolun kavşağında veriliyor. Zira yol birden fazladır. İnsan, irade ve ihtiyarıyla itaat veya isyanı tercih edebilme gücüne sahip olduğundan din ve şeriat insana yol göstermek için gelmiştir.
O halde şeytan sadece vesvese eder. Dolayısıyla bütün imkanları olduğu halde bilerek sapıklığa düşen ve ilahi hidayetten mahrum kalan insan, o ölçüde şeytanın av köpeği haline gelir, onun vesveselerini tercih eder. Ama yine de irade sahibidir. Akıl ve ilahi elçilerden ibaret olan ilahi hidayet, o sağ olduğu müddetçe ona doğru yolu gösterir, tevbe kapısını yüzüne açık tutar. Eğer fazilet yönünü katederse meleklerin yardımlarından ve diğer imkanlardan daha fazla istifade eder. Günahkâr kimse ümitsiz, zahid kimse de mağrur olmamalıdır. Zira zahid bir insanın bir gurur ile helak olabileceği gibi günahkâr da bir tek tebve ile kurtulabilir. İnsan sağ oldukça tehlike ile karşı karşıyadır. Fakat şu var ki, tebve etmek zordur. Tevbeden sonra fazilet yolunu katetmek kolaydır. Dolayısıyla zahid daima gurur tehlikesiyle karşı kaşıyadır. Günahkârlar ise tebve ümidiyle yücelebilecek bir konumdadır.
Zümer suresinde tevbe ve inabe meselesi geniş bir şekilde beyan edilmiştir. İnabe hakkında şöyle buyuruyor: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran (aşırı giden) kullarım"19
Zira insan yaptığı her işle kendine ya hizmet, ya da zulüm etmektedir. İnsan kendisi dışındakilere ne hizmet, ne de hiyanet etmektedir. Diğer insanlara erişen hizmetin nesimi, ya da ihanetin kötü kokusudur. Kötülük eden insan, kendi içinde kötü kokan bir kuyu kazmıştır. Bu kuyunun kötü kokusu başkalarına gitmişse ve kendisini de öldürmüştür. Eğer insan başkalarına bir hizmet etmişse içinde fazilet ekmiştir. Dolayısıyla başkalarına bu ekinin güzel kokusu gitmektedir. O amelin kökü ise insanın ruhunda olup ebedidir. İnsan dünyadan bu amellerle gitmektedir. Hiç kimse, ben falan şahsa veya işe yardım ettim, diyemez.
"Eğer iyilik ederseniz kendi nefsinize iyilik etmiş olursunuz."20
Bunun gibi kötülük de böyledir. Günah da, iyilik de insanın kendisi içindir. Amelin, amel edenle ilgisi vardır. İnsanın iyilik veya kötülüğü başkasına erişmez. İnsan hizmetçileriyle birlikte hareket eden bir kafileye benzer.
Eğer yük diken ise kendini öldürmüş.
Eğer ipek kumaş ise kendine örmüşsün.
İnsan ömrü boyunca ya ipek örmek veya dikenli ağaçları sulamakla meşguldür. Ama her ikisini de kendisi için yapmaktadır.
Firdevsi'nin beyitlerinden biri de bu beyittir. Firdevsi bu vb. beyitleri sebebiyle ebedileşmiştir, efsanevi kıssaları sebebiyle değil. Gazali şöyle diyor: "Kırk yıllık nasihatlerinin usaresi, özü bu beyitte toplanmıştır."
Bir insan başkasından bir diken veya bir ipek kumaş alabilir. İnsan, birinin kalbini kırarsa adeta ruhunun derinliklerindeki dikenli ağacı sulamış gibi olur. Ama eğer birinin yükünü hafifletirse adeta cennet elbisesi olan ipek kumaşlar örmektedir. Orada ipek kumaşları, ipek böcekleri örmez.
Nakledildiği üzere Ammar b. Yasir bir gün Hz. Ali'nin (a.s) yanına gelince derin bir nefes çekti. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: "Bu derin nefesin sebebi nedir? Eğer ahiret içinse ne mutlu sana, eğer dünya içinse ben sana dünyayı açıklayayım da seni Allah'tan alıkoyan şeylerin ne olduğunu bilesin. Dünyanın bir yiyeceği, bir giyeceği, bir de içgüdülerin tatmini vardır. Giyecekler arasında en iyisi ipekböceğinin ördüğü ipektir, yiyecekler arasında en iyi olanı da arının ürünü olan baldır. Bu iki böceğin işinden lezzet aldığı için övünen ve didinen insana yazıklar olsun."
İç güdülerin tatmini hususunda ise birtakım sözler söylemiştir ki, burada uygun görmediğim için nakletmiyorum. Velhasıl, seni doyuracak kadarı yeterlidir. İnsanlık mertebesini, iki böceğin ürünü ile övünecek kadar alçaltma. İnsanı yolundan alıkoyan dünyadır. Ama cennetteki ipek kumaşlar ve ballar iki böceğin ürünü değildir. O ipek ve bal, salih amellerin neticesidir. İnsan kendi evi avlusunda bir ağaç dikerse nesim ve gölgesi yolculara erişir. İyilik yapan kimse, "ben iyilik yaptım" dememelidir. İnsanın amelleri diridir, can ve
Dipnotlar:
1 İbrahim, 1923.
2 Sâd, 27.
3 Sâd,26.
4 Âli İmran, 191.
5 İbrahim, 19.
6 Muhammed, 3738.
7 Bakara, 26.
8 Beled , 10.
9 Rahman, 13.
10 Rahman, 43 44.
11 En'am, 102.
ruhda saklı durmaktadır. Bu amelin (ister fazilet, ister rezalet) kokusu yoldan geçenlere ulaşır.
"De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz, Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O bağışlayandır, esirgeyendir."21
Yine şöyle buyuruyor: "Azap
size gelip çatmadan evvel Rabbinize yönelipdönün ve ona tes
lim olun. Sonra size yardım da edilmez"22
Zahid bir insan, son nefesine kadar gurura kapılıp sapıklığa düşebilir. Günahkâr bir kulun da tevbe edip, asıl yoluna dönmesi mümkündür.
Hamd alemlerin Rabbine mahsusutur.
12 Secde, 7.
13 İsra, 65.
14 Hicr, 42.
15 En'am, 112.
16 En'am, 113.
17 En'am, 113.
18 Şuara, 221223.
19 Zümer, 53.
20 İsra, 7.
21 Zümer, 5354.
22 Zümer, 5354.
4
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

İMAM ZEYNÜL ABİDİN'İN (A.S) DİLİNDEN
ÜMİT EDENLERİN MÜNACATI
Ayetullah Muhammed Hadi MARİFET
Bismillahirrahmanirrahim
Ey istekte bulunduğu zaman kuluna bağışta bulunan ve kendisinden bir şey umanı ümidine kavuşturan, kendisine yöneleni kendine yakınlaştıran, açıkça günah işleyenin günahını örtüp gizleyen, kendisine tevekkül edene yeten ve kâfi gelen (Allah).
Ey Rabbim, sana gelerek ağırlamanı istediği halde ağırlamadığın kimse kimdir? Senin bağışını ümit ederek kapına geldiği halde kendisine bağışta bulunmadığın kimse kimdir? Senin, kapından mahrum bir şekilde geri dönmem yakışır mı? Oysaki ben, senden başka lütuf ve bağışıyla tanınan bir mevla tanımıyorum.
Bütün hayırlar senin elinde olduğu halde, senden başkasına nasıl ümit bağlayayım?! Yaratmak ve hüküm sana mahsus olduğu halde, senden başkasını nasıl arzu edeyim?!
İstemediğim şeyi, fazl ve kereminden bana ihsan ettiğin halde senden umudumu mu keseyim?! Yoksa ipine sarıldığım halde beni, kendim gibi birisine mi muhtaç edeceksin?!
Ey kendisine yönenenlerin, rahmeti sayesinde saadete kavuştuğu ve mağfiret dileyenlerin, intikam ve cezasına maruz kalmayıp bedbaht olmadığı zat! Her an beni andığın halde nasıl seni unutabilirim?! Sürekli beni gözetlediğin halde nasıl senden gafil olabilirim?!
Allah'ım, ben kerem ve lütfuna elimi açtım ve bağışlarına kavuşmak ümidini kalbime yerleştirdim. O halde halis tevhidinle beni (zâhirî ve bâtınî şirkten) temizle ve seçilmiş kullarından kıl beni.
Ey her kaçanın, kendisine sığındığı ve her arayanın kendisine ümit bağladığı (Allah).
Ey en iyi ümit edilen, ey kendisine el açılanların en kerim ve cömerdi, ey kendisinden (bir şey) isteyeni reddetmeyen ve ümid edenin ümidini boşa çıkarmayan; ey kapısı kendisini çağıran için açık olan ve kendisine ümit edenlerden hicabını kaldırmış olan (yüce Allah), keremin hürmetine senden istiyorum ki, gözümü aydınlatacak bağışınla, gönlüme huzur verecek ümidinle, dünya musibetlerini (tahammül etmeyi) kolaylaştıracak yakinle bana minnet et (lütufta bulun) ve basiretimden körlük perdesini al. Kendi rahmetin hürmetine, ey merhametlilerin en merhametlisi.
5
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

AHLAK DERSLERİ
Şeyh Hüseyin BEHRANİ
Allah'a Giden Bazı Yolların Açıklanması Üzerine
Allah'a giden yollar mahlukların nefesleri sayısıncadır. Her bir şahıs için bütün mahlukların nefesleri sayısı kadar Allah'a giden yol vardır. Günah bataklığına saplanmış insana ise kudretiyle her şeyi kaplayan Allah'ın rahmeti sıkıcı gelir ve bu durum rahmet kapılarının üzerine kapanmasına sebep olur. Allah'ın rahmetine karşı daima ümitli ve iyi niyetli olunması insanı tekamül merhalesine en kısa yoldan ulaştırır. Allah Teala mü'min kulunun niyetine göre takdir eder. Niyet hayır olursa ilahi irade ve takdir hayra vardırır, aksi durumda insanın şerre varması önlenemez.
İnsan, nefsin ve şeytanın ortaklaşa aldatması sonucu alemlerin Rabb'ine karşı kendisini kötü zanlı olmaya alıştırır. Yaratılış hikmet ve felsefesi doğrultusunda imtihan gereği küçük bir olay karşısında sıkıntıya düşme korkusuyla yeise kapılır, şeytana ve nefsine yenik düşerek sui zanna, umutsuzluğa düçar olur. Bu sui zan ve kötümserlik kaçmak istedikleri belaya tutulmalarına sebep olur. Allah'a karşı kötü zanlı olmaktan yine O'nun rahmetine sığınırız.
Allah Tebarek ve Teala affetmediği takdirde insanın bu sui zannı ve kötümserliği Rabb'inin karşısında gereği muamele görmesine sebep olur.
Resuli Ekrem (s.a.a) olayları hayra yorar, kötü yorumlardan hoşlanmazdı.
Resuli Ekrem (s.a.a) Ravzatül Kafi'de yer alan bir hadiste şöyle buyurur:
"Kötü yorum (tiyare), sahibinin nazarına, görüşüne bağlıdır. Eğer hafif görürse hafif olur, ağır görürse ağır olur. Hiçbir şey görmezse hiçbir şey olmaz."
O halde Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine uymaya çalışan bir mü'min, nefsini Rabb'ine karşı hüsnü zanlı olmaya alıştırmalı ve Allahu Teala'dan az bir amel karşılığı fazla bir karşılık beklemelidir. Zira Hak Teala hakkında her ne kadar hayır çeşitlerinden zan edip beklese de Allah'ın lütf u keremi onun üstündedir; insanın zannının sonu vardır. Ama O'nun kereminin sonu yoktur. Hak Teala ihsanının hüsnü zannın karşılığı olduğunu haber vermiştir. Hz. Ali (a.s), "Sana hüsnü zanlı olanın zannını doğrula" diye buyurmuştur.
O halde, evliyanın diliyle açıklamak gerekirse Hak Teala'nın kullarına karşı hüküm ve takdiri, hüsnü zan besleyenlerin zanlarını doğrulayıp gerçekleştirmek olarak tarif edilebilir. Hal bu olunca Hak Teala'nın kendisi buna daha evladır. Hatta insan hadisleri incelediğinde Hak Teala bir şahsın herhangi bir şeye hüsnü zannı olduğunda onu doğrulayıp, işi onun güzel zannı doğrultusunda takdir buyurur, bu da Allah'a olan hüsnü zannının gayrisinden başka bir şey değildir. Bütün hayırların Allah'tan olduğunu bilip, hüsnü niyetle hareket edersek, bu güzel zanlarımızın, Allah Teala'dan doğrulanmış olarak bizlere iade edildiğini görürüz.
Sahih olan hadislerde buyurulduğuna göre eğer birisinin bir taşa bile hayır zannı olursa Allahu Teala o taşta hayır yaratır. Ravi, İmam'dan, "Taştan da mı?" diye sorunca İmam, "Hacerül Esved'i görmüyor musunuz?" diye cevap verdi. Bu hadisten de Hak Teala'nın, mü'minlerin birbirleri hakkında olan iyi niyetlerini doğrulayıp gerçekleştirdiğini anlıyoruz.
Allah Teala'nın mü'minlerin, ölen birisi hakkında ondan hayırdan başka bir şey bilmediklerine dair verdikleri şehadetlerini doğrulaması, hüsnü zannın ehemmiyetini ortaya koyar. Hüsnü zannın gereğinden başka bir şey söylememenin insan için ne denli etkili olduğuna güzel bir örnektir bu. Hak Teala bu şehadeti geçerli kılar. Hadise göre hakkında hüsnü zan olan ölü konusunda önemli bir engel olmadığı takdirde Allah Teala, hüsnü zannın gereğini, hem hüsnü zan sahibi ve hem de hakkında hüsnü zan bulunan şahıs hakkında gerçekleştirir. Ama hakkında hüsnü zan olan şahısta bir engel söz konusu olursa onu yalnızca hüsnü zan sahibi hakkında gerçekleştirir. Aynı şekilde eğer birisi diğer birisine, onu hayır ehlinden zannettiği için saygı gösterirse, Allah Teala'nın gerçekte ikram edilen şahsın cehennem ehli olduğunu bilmesine rağmen, hüsnü zanda bulunan şahsı cennete götüreceği hadislerde geçmektedir.
Kısacası, mü'min kardeşi hakkında ona emredilen hüsnü zan vazifesini yerine getirirse bunun sevabı hem mü'min kardeşine, hem de hüsnü zanda bulunana yetişir. Allah Teala'nın rahmetiyle onun zannı doğrulanır, zannı gereğince iş yürür, ya da zannı yalnızca kendisi hakkında gerçekleşir. Zannedilen hakkında gerçekleşmemesi ise, zannedene bir zarar getirmez.
Mü'minlere karşı hüsnü zan taşımak büyük bir rahmet kapısıdır. Belki de cemaat namazının büyük sevabı olduğuna dair hadisler bu yüzdendir. Zira mü'minler cemaat imamına olan hüsnü zanları gereğince onun namazının kabul olduğunu zanneder ve onu kendileriyle Allah Teala arasında vasıta kabul ederler. Allah Teala da bu hüsnü zan sebebiyle hepsinin namazını kabul eder. Bu gibi örnekler çoktur. Teberrük niyetiyle mü'minin artığından içmek de bu kabildendir. Zemzem suyundan alınan fayda da ondan umulana göredir. Büyüklerden birçoğu dünyevi veya uhrevi maksatlar için Zemzem suyundan içerek muratlarına erişmişlerdir.
Bazı dualarda istenmesi gereken en iyi rızık, kesin iman ve Allah'a hüsnü zan olarak belirlenmiştir. Hatta bazı hadisler konunun ehemmiyetini vurgulamak için, Allah Teala'nın yersiz hüsnü zan iddiasını bile doğruladığını haber veriyor. İmam Sadık'tan (a.s) ulaşan bir hadiste şöyle buyuruluyor:
"Kıyamet günü bir kulun cehenneme götürülmesi emredildiğinde o dönüp geri bakar. Allah Teala, "Kulumu geri çevirin" der. Geri getirilince Allah Teala ona, "Neden dönüp geri baktın" diye buyurur. O şöyle der: "Rabb'im, sana olan zannım bu değildi." O zaman Allah Teala, "Zannın ne idi?" diye sorar. O ise, "Rabb'im, sana olan zannım beni affedip kendi rahmetinle bana cennette yer vermendi." der. O zaman Allah Teala şöyle buyurur: "Ey meleklerim, kendi izzetime, büyüklüğüme ve yüceliğime andolsun ki, bu kulum bir saat bile bana hüsnü zanda bulunmamıştır. Eğer bir saat bile bana hüsnü zanda bulunsaydı, onu ateşle korkutmazdım. Fakat yine onun bu yalanını doğrulayıp onu cennete götürün."
İşte bu ve benzeri ilahi bahşiş ve rahmetleri açıklayan diğer hadislere dikkat ettiğimizde kalbimizdeki ilahi bahşişlere olan arzuların da Allah'a olan hüsnü zandan sayılması yönü güçleniyor. Çünkü bu arzular eğer gerçek hüsnü zan olmasa da en azından buna namzet niyetlerdir. Allah Teala'nın kendi keremiyle bunları da gerçek hüsnü zanlar gibi doğrulayıp gerçekleştirir. Allah Teala'nın her iki dünyada da hükmü birdir. "Rahman (Allah)'ın yaratışında bir farklılık göremezsin."
Fakat hüsnü zan taşımak hüsnü zannı bahane ederek işi bırakıp rahata dalmak anlamında değildir. Aksine, bu şeytanın hilelerinden birisidir. Allah Teala Muhammed (s.a.a) ve pâk Ehli Beyt'i hürmetine bizi ve bütün mü'minleri şeytanın şerrinden korusun. Tam aksine hüsnü zan Allah katında olana bütün bir vücutla yönelip O'nun bahşişlerine daha bir rağbetle bağlanmayı gerektirir. Zira ilahi bahşişlerle tanışıp ondan yararlananlar, buna daha istekli olur, buna ulaşma yönünde zorlukların kolaylaştığını görürler. Ne istediğini ve istediğinin değerini bilen birisi için karşılığında verdiği şey az gelir.
Hz. İmam Rıza'dan (a.s) gelen bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah Teala Hz. Davud'a (a.s) şöyle vahyetti: "Kulum bir hayır iş yaparsa onu cennete götürürüm." Hz. Davud (a.s): "O hayır nedir ya Rabbi?" diye sordu. Allah Teala şöyle buyurdu: "Bir mü'min kulumun üzüntüsünü, bir hurmanın yarısıyla bile olsa gidermektir." O zaman Hz. Davud (a.s): "Allahım, seni tanıyan kimse asla senden ümidini kesmez." dedi."
Öyleyse yer ile gök arası büyüklüğünde, hiçbir aklın tasavvur edemediği, hiçbir gözün görmediği gerçek saadet yurdu olan cenneti yarım hurma karşılığında lütfeden Allah'a cahillerden başka kim sırt çevirir?!
Böyle kerem sahibi birisiyle muamele yapmayı kim terkeder?! Terkederse ne elde eder, yerini neyle doldurabilir?! O halde bir an için olsun Allah'a yönelmekten gaflet eden kimse, yerini hiçbir şeyin dolduramayacağı büyük bir şey kaybetmiş ve büyük bir zarara uğramıştır!
Heyhat heyhat! bununla karışığı olmayan bir fırsatı eldenvermiş ve hiç bir şeyin telafi edemeyeceği bir zarara düşmüştür. İşte bunun için ve Allah Teala'nın kullarına olan büyük re'fetinden dolayıdır ki, mukaddes İslam şeriatında müminlerin bütün hareket ve duruşlarına büyük sevaplar vaadi verilmiştir. Hatta Hz. İmam Zeynül Abidin (a.s) şialarına şu duayı okumalarını öğretmiştir: "Ey Allah'ım, kalplerimizin bütün fısıltılarını, organlarımızın bütün hareketlerini ve dillerimizin bütün konuşuklarını senin mükafatını kazanan şeylerden kıl." Diğer bir duada da şu tabirin yer aldığını görüyoruz: "Ey Allah'ım, senin zikrinden gayrı bir lezzetten sana istiğfar ederim." Allah Teala'nın mümin kullarından isteği ondan muamele etmekten gaflet ederek telafisi olmayan bir zarara düşmemeleridir. Bunun için ona giden yolları mahlukatın nefesleri sayısınca karar kılmıştır. öyle ki, "Her kim su içtiğinde Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) susuz şehid edildiğini anıp o hazreti şehid edenlere lanet ederse Allah Teala ona yüz bin hayır yazıp yüz bin seyyieyi ondan giderir; onu yüz bin derece yüceltir. Yüz bin köleyi azad etmiş gibi sevap kazanır ve kıyamet günü onu korkusuz olarak meb'us kılır.
Böyle kerem ve bahşiş sahibi ganiyyi mutlak bir mevlanın kendisine muhtaç olan kulunun bir nefesini bile zayi etmeye razı olacağını mı sanıyorsun? Asla! O, bu zavallı kulunun tam manasıyla ona yönelmesini istiyor. Zira O'na yönelmekten başka bir şeref olmadığı gibi ondan gayri bir hayır kaynağı da yoktur. Kulu O'na yönelince O da kuluna yönelir. O kuluna yönelince de fazl ve keremince davranıp onu bütün düşünceleriyle, haraketleriyle, duruşlarıyla, uykusu ve ayıklığıyla Rabb'inin rızasını kazanmağı amaçlamaya hidayet eder.
Hz. İmam Muhammed Bâkır'dan (Allah'ın selamı ona olsun) gelen bir hadis de şöyle buyruluyor: "Allah Teala Hz. Davud'a vahy ederek: Kavmine bildir onlardan herhangi birisi ben emrettiğim takdirde bana itaat ederse benim de ona itaat ederek bana itaat etmesinde ona yardımcı olmam bana hak olur. Eğer benden birşey isterse ona ata ederim, eğer beni çağırırsa ona icabet ederim. Eğer bana sığınırsa ona sığınak olurum. Eğer benden yardım dilerse ona yardımcı olurum. Ve eğer bana tevekkül ederse ona açık noktalarında ben koruyucu olurum, eğer bütün halk ona bir hile yapmağa koyulsalar bile ben hepsinin uhdesinden gelirim." buyurmuştur.
Yine geniş rahmetinden dolayıdır ki, zavallı kulunu zararlı olanı bırakın, hatta yararsız olan şeylerle meşgul olmaktan şiddetle tahzir etmiştir. ElCevahirüs Seniyye kitabında şunlar yer almaktadır: "Ey Adem oğlu, eğer kalbinin kasavetli, cisminin hasta, malının noksan, rızkının yoksun olduğunu görsen bilmelisin ki, bunlar konuştuğun faydasız sözlerin yüzündendir."
Nerede kalsın ki, haram söz konuşasın o halde boş söz sana zehirden daha zararlıdır. Zira zehir senin ancak cismini tahrip edebilir. Oysa boş sözler kalbi katılaştırır, malı azaltır, rızktan mahrum eder, cismi de hasta eder.
Merhamet sahibi yüce Allah ise kulunun böyle bir büyük bedbahtlığa kendisini marez etmesine elbetteki razı olmaz. Hatta Allah Teala'nın kulunu faydasız sözlereden dolayı hesaba tuttuğu gibi faydasız bakışlardan dolayı da hesaba çekeceği bazı hadislerde yer almıştır.
İşte kulunun, hatta bir bakışının da boşa gitmesini istememesinden dolayıdır ki, alimin yüzüne Kabe'ye, Resulullah'ın (s.a.a) neslinden olan seyyitlere ve ibret almak için mahluklara bakmayı ibadet kılmıştır. Hatta bir saat düşünmeyi atmış sene ibadet etmeye eşit kılmıştır. "Nereye dönseniz orası Allah'ın vechidir." Hz. İmam Sadık (a.s) babaları yoluyla Hz. Resulullah'dan (s.a.a) rivayet ediyor ki: "Allah Teala Davud peygambere (Allah'ın selamı ona olsun) vahyederek buyurdu: Güneşde oturana güneş dar olmadığı gibi rahmetime girene de rahmetim dar gelmez. Kötümser düşüncelere kapılmayana bir zarar gelmediği gibi de kötümser olanlarsa fitneden kurtulamazlar."
Görüldüğü üzere bu kutsi ilahi hitap kurduğumuz bu ilkeye en büyük şahidlerden biridir ki, kötümser olan kimse Allah Teala'ya olan sui zannı yüzünden fitneden kurtulmayıp badbahtlığa düşer. Kötümser olmayan kimseye ise Allah Tela'ya iyi niyet taşıdığından dolayı kötümser olan şeyler bir zarar vermeyip Hak Teala'ya olan hüsnü zannı hürmetine bela ondan def olur.
Kendisini Ehli Beyt'ten gelen hadislere adayarak onlara uyup Allah'ın rahmetine giren bir kimse içinse asla darlık sözkonusu olamaz. Aksine her kapısından bin kapı açılan kapılar onun yüzüne açılır, sonunda ise ilim ve marifet nuruyla onu kalp inşirahı makamına ulaştırır. Bu makam ise Hak Teala'nın peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) hakkında övdüğü en efdal makamdır. Allah Teala Kur'an'da şöyle buyuruyor: "Senin sadrini (göğsünü) açmadık mı?"
Allah Teala bir kuluna minnet koyup bu makama ulaştırırsa o artık dünya ve ahiret belalarının ulaşmadığı kimselerden olur ve eğer herhangi bir bela da ona ulaşırsa bu ancak diğerinin ve halkın nazarında beladır; yoksa onun kendi nazarında Allah Teala'nın ona gösterdiği bu belaya sabretme sonucu ulaşacağı Allah'ın rızası ve yüce makamlara nazaran en büyük lezzetlerden ve en afiyetli bahşişlerdendir.
İşte bu yüzden Aşura günü İmam Hüseyin 'in (a.s) bazı ashaplarına belalar şiddetlendikçe yüzleri daha da açılır ve onları daha çok sevinç alırdı.
Allah Teala size ve bize bu ma
Resuli Ekrem (s.a.a):
Ya Ali, ailene, komşuna ve halktan muaşeret ve arkadaşlık ettiğin kimselere karşı güzel davran ki, Allah katında yüce derecelere ulaşasın.
Tuhaful Ukul, s.14
kamları eta eylesin.
Dünyaya düşkün insanlar nerede böyle lezzetlere ulaşabilirler! Allah Teala bize yardımcı ve vekil olmakta yeterlidir. O ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır.
6
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

İMAM HÜSEYN'İN (A.S) DİLİNDEN
HZ. MEHDİ (A.S)
Ahmed Sabiri Hemedani
İslami hadisleri araştıran her araştırmacının da bildiği gibi peygamberlerin hatemi Hz. Muhammedi Emin (Allah'ın salat ve selamı ona ve onun pak Ehli Beyt'ine olsun) davetinin başlangıcında ümmetini, "müşrikler istemese de Allahu Teala dinini bütün dinlere galip kılacaktır" diye müjdelemiştir. Sonraları bu müjdeyi açıklayarak adı ve künyesi kendi adı ve künyesiyle aynı olan birinin zuhur ederek yeryüzünü zulüm ve tecavüzle dolduğu gibi eşitlik ve adaletle dolduracağını ve onun Mehdi (Allah'ın selamı ona olsun ve Allah onun zuhurunu yakın eylesin) olduğunu bildirmiştir.
Bu konuda birçok kitaplar yazılmıştır. Bu kitapları İslam ümmetinin büyükleri olan Şia ve Ehli Sünnet'in önde gelen alimleri yazmışlardır.
Hz. Resulullah'dan (s.a.a) sonra da ashabının ve zürriyetinden olan Masum İmamların, yaşadıkları dönemlerde halkı bu konu hakkında aydınlatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Masum İmamlar (a.s) ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ashabından, Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) şemaili, ahlakı, azameti, gaybeti, zuhur alametleri ve doğum zamanı hakkında nakledilen rivayetler bunun açık şahitleridir.
Bu arada Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) Şia ve Ehli Sünnet kaynaklarında nakledilen çeşitli konularla ilgili hadisleri bir araya topladığımda Hz. İmam Mehdi (a.s) hakkında, Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) hem dedesi Hz. Resulullah (s.a.a) ve babası Hz. İmam Ali'den (a.s) çok sayıda hadis naklettiğini ve hem de bizzat kendisinin hayli söz buyurmuş olduğunu gördüm. Dolayısıyla aziz okuyucuları ve Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) zuhurunu bekleyenleri sevindirmek ve onlara yararlı olması gayesiyle bu hadisleri bir araya toplayarak bir mecmua halinde sunmayı kararlaştırdım.
Gerçi bu mecmua haddi zatında küçük bir çalışmanın ürünü olup Hz. Mehdi hakkında yazılan diğer kitap ve eserlere nazaran özet bir eser sayılmaktadır. Ama, Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) 8. göbek babası sayılan Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) nakledilen rivayet ve hadislerden oluştuğu dikkate alınırsa, okuyucunun rağbetini kazanacağı muhakkaktır.
Ayrıca maksadım, naçiz bir bende olarak aziz mevlam Hz. Mehdi'nin (a.s) muhabbetini dile getirerek onun yüce makamına kendi sadakatımı sunmaktır.
Kerem sahibi Allahu Teala'dan kendi fazlıyla bu naçiz çabamızı kabul etmesini ve Hatemün Nebiyyin Hz. Muhammed ve pâk Ehli Beyti (Allah'ın salat ve selamı onların hepsine olsun) hürmetine kıyamet günü bunu bizim için bir takarrup vesilesi kılmasını dilerim.
1. Bölüm
Müjdeleyen Hadisler:
1 Abdullah b. Ömer'den Hz. İmam Hüseyn'in (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Eğer dünyanın ömründen sadece bir gün bile kalmış olsa Allahu Teala o günü o kadar uzatır ki, benim neslimden bir kişi kıyam ederek yeryüzünü, zülum ve tecavüzle dolduğu gibi, tekrar adalet ve eşitlikle doldurur. Ben ceddim Resulullah'ın (s.a.a) böyle buyurduğunu bizzat kendim duydum." (1)
2 Şeyh Saduk kendi senediyle Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) o da babası Hz. İmam Ali'den (a.s) Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Benden sonra on iki imam gelecektir. Onların ilki, sensin ya Ali. Sonuncusu ise Allahu Teala'nın onunla yerin doğusuyla batısıyla her tarafını fethedeceği kıyam sahibi olan Mehdi'dir."(2)
3 "İhkakul Hak" kitabının yazarı, kendi senediyle Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) o da babası Hz. Ali'den (a.s) Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Mehdi (a.s) benim evlatlarımdandır. Onun, milletleri hayret ve şaşkınlığa düşürecek bir gaybeti olacaktır. O peygamberlerin miraslarının varisi olarak gelip yeryüzünü zulüm ve tecavüzle dolduğu gibi tekrar eşitlikle dolduracaktır." (3)
4 Abdurrahman b. Salt'tan Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"On iki Mehdi" (Hidayet edilmiş İmam) bizdendir. Onların ilki Hz. Emirul Mü'minin Ali b. Ebu Talib (a.s) dır. Sanuncusu ise benim dokuzuncu çacuğumdur. Hak üzere kıyam edecek İmam odur. Allahu Teala yeryüzünü öldükten sonra tekrar onunla diriltecek, onunla İslam dinini galip kılıp hakkı müşrükler istemeseler bile, bütün dinlere isbatlayacaktır. Onun, bir çoğunun mürted olup diğer bir grubun dinde sabit kalacağı bir gaybeti olacaktır. O zaman onlara hitap edilerek, eğer doğru söylüyorsanızsa bu vad ne zaman gerçekleşecek, şeklinde söylenilecektir. Bilin ki, o hazretin gaybet zamanında eziyyet ve yalanlamalara sabreden bir kimse Hz. Resulullah'ın (s.a.a) huzurunda kılıcıyla Allah yolunda cihad eden bir insan gibidir" (4)
5 Hz. İmam Hüseyin (a.s) kardeşi Hz. İmam Hasan'dan (a.s), o da babası Hz. İmam Ali'den (a.s) Hz. Resulullahın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor.
"Hak üzere kıyam edecek olan Mehdi" kıyam etmedikçe kıyamet olmayacaktır. O Allah'ın izin verdiği bir zamanda kıyam edecektir. Ona uyanlar necat bulacak, ona sırt çevirenler helak olacaktır. Ey Allah'ın kulları, Allah'ı anın ve kar üzerinde emekliyerek bile olsa ona gelin. Zira o Allah'ın ve benim halifemdir." (5)
6 Yine Hz. İmam Hüseyin (a.s) kardeşi Hz. İmam Hasan'dan (a.s) o da babası Hz. İmam Ali'den (a.s) Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Dünya; Hüseyin'in neslinden bir kişinin ümmetimin ıslahı için kıyam ederek onu zülümle dolduğu gibi tekrar adaletle doldurmadıkça "sona erip" gitmiyecektir." (6)
7 Hz. İmam Hüseyin'den Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Sonra bizim kıyam edenimiz kıyam edecek ve yeryüzünü zulüm ve tecavüzle dolduğu gibi adalet ve eşitlikle dolduracaktır. Böylece onun şiası olan mümin grubun kalbi rahatlayacaktır." (7)
8 Şuayb b. Hamza'dan şöyle dediği riavayet olunmuştur: Hz. Hüseyin İbni Ali'nin (a.s) huzuruna giderek ona bu işin (kıyamın) sahibi sen misin? diye sordum İmam, "Hayır" dedi. Bunun üzerine ona öyleyse senin oğlun mudur? diye sordum. İmam "Hayır" dedi. Öyleyse o kimdir? dedim. İmam; "O yeryüzünü zülum aldığı gibi, adaletle dolduran kimsedir. Resulullah'ın (s.a.a) uzun bir fetretten sonra meb'us olduğu gibi o da uzun bir süre (zahir olan bir) İmam boşluğundan sonra gelcektir." dedi. (8)
9 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) "Acaba Mehdi doğmuş mu? diye soruldu. İmam; "Hayır, eğer onun zamanında olsaydım hayatım boyunca ona hizmet ederdim." dedi." (9)
10 Abdullah b. Şerik'ten şöyle rivayet olunmuştur:
Bir gün Hz. İmam Hüseyin (a.s) Hz. Peygamber'in (s.a.a) mescidinde toplanmış olan bir grup Beni Ümeyye'nin yanından geçtiğinde onlara hitap ederek şöyle dedi:
"Allahu Teala benim neslimden olan bir kişiye meb'us kılıp, o sizden binlercenizi öldürmedikçe dünya sona ermiyecektir."
Ravi diyor, Ben o hazrete "Sana feda olayım, bunlar falancaların çocuklarıdır, sayıları o kadar değildir" dedim. Bunun üzerine İmam" yazıklar olsun sana o zaman bir kişinin neslinden falan kadar türeyecektir. Ayrıca bir kavmi seven de onlardandır "dedi."(10)
2. Bölüm
Hz. Mehdi'nin (a.s) Hz. Fatıma'nın (a.s) Neslinden Oluşu:
11 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
Ben, Resulullah'ın (s.a.a): "Mehdi Fatıma'nın neslindendir" söylediğini duydum."(11)
12 İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Fatıma'ya hitap ederek: "Ey Fatıma sana müjde vereyim! Mehdi senin neslindendir" dedi"(12)
13 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle dediği rivayet olunmuştur:
"Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Fatıma'ya hitab ederek şöyle dedi: "Ey kızım! Mehdi senin çocuklarındandır."(13)
3. Bölüm
Hz. İmam Mehdi (a.s)ın Hz. İmam Hüseyin (a.s)ın Neslinden Oluşu:
14 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Bu ümmetin kaimi "hak üzere kıyam edeni" benim dokuzuncu çocuğumdur. Onun bir gaybeti olacak ve onun kendisi hayatta iken mirası bölüşülecektir.""(14)
15 Şeyh Saduk kendi senediyle Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Benim dokuzuncu çocuğumda bir haslet Yusuf Peygamberden ve bir haslet de Musa peygamberden vardır."(15)
16 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Benim dokuzuncu oğlumda bir haslet Yusuf Peygamberden, bir haslet de Musa İbni İmran'dan vardır. O biz Ehli Beyt'in kıyam edecek olanıdır. Allahu Teala onun işini (kıyam etme ortamını) bir gecede doğrultacaktır."(16)
17 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) rivayet olunmuştur ki:
"Ceddim Hz. Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna gitmiştim o beni dizi üzerinde oturtarak şöyle dedi. "Ey Hüseyin Allahu Teala senin neslinden dokuz imam seçmiştir; onların dokuzuncusu onların kıyam edecek olanıdır. Ama Allah katında derece ve fazilet bakımından hepsi eşittir"(17)
18 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: "Hz. Resulullah (s.a.a) bana hitab ederek şöyle dedi: "Ey Hüseyin senin kendin imamsın, imam kardeşi ve imam oğlusun, senin neslinden dokuzu emin ve masumdurlar. Onların dokuzuncusu Mehdidir. Ne mutlu onları sevenlere ve ne yazık onlara buğzedenlere""(18)
19 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Annem Fatıma (a.s) bana dedi ki, seni doğurduğumda babam Hz. Resulullah gelince, ben seni sarı bir bez içerisinde ona verdim. Resulullah o bezi atıp beyaz bir bez alarak seni onunla sardı. Sonra sağ kulağına ezan sol kulağına da kamet okudu ve bana yönelerek "Al bunu ey Fatıma, bu imamlar babasıdır. Bunun neslinden dokuz fazilet sahibi imam gelecektir. Onların dokuzuncusu, onların Mehdi olanıdır." dedi.(19)
20 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Hz. Resulullah (s.a.a) beni müjdelediği bir sözünde şöyle buyurdu: "Ey Hüseyin (a.s) sen efendisin; efendinin oğlusun; efendiler babasısın. Senin neslinden dokuzu, fazilet sahibi emin ve masum olan imamlardır. Onların dokuzuncusu kıyam edecek olan Mehdi'dir. Ve sen imam, imam oğlu ve imamların babasısın. Senin neslinden fazilet sahibi dokuz imam gelecektir. Onların dokuzuncusu Mehdi'dir. O yeryüzünü kıst ve adaletle dolduracaktır. Benim kıyam ettiğim gibi o ahirüzzamanda kıyam edecektir." (20)
21 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Ben ve kardeşim (Hasan) ceddim Resulullah'ın (s.a.a) nezdine gitmiştik. Resulullah (s.a.a) beni bir dizi, kardeşimi de diğer dizi üzerinde oturtarak, bizi öpüp şöyle dedi:
"Size babam feda olsun ey iki imam ey iki salih peygamber torunları. Allahu Teala sizleri ceddiniz, babanız ve anneniz arasından seçmiştir. Ey Hüseyin Allah senin neslinden dokuz imam seçmiştir. Onların dokuzuncusu kıyam edecek olanlarıdır. Ama Allah katında fazilet bakımından hepiniz eşitsiniz"(21)
4. Bölüm
Hz. İmam Mehdi'nin (A.S) Gaybeti:
22 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet edilir:
"Bu işin (kıyamın) sahibinin iki gaybeti olacaktır. Onların biri çok uzun sürecek, hatta bazıları o ölmüştür, bazıları o öldürülmüştür, bazıları da yok olup gitmiştir diyeceklerdir. Onun işinin gerçeğini, emrine muta olan hizmetçisinden gayri hiç bir kimse bilemez"(22)
23 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
Hz. Emirül mü'minin Ali (a.s) bana buyurdu ki: Senin dokuzuncu çocuğun hak üzere kıyam ederek dini galip kılan ve adaleti yayan kimsedir. Bunun üzerine acaba bu gerçekleşecek mi? diye sorunca Hz. İmam Ali şöyle cevap verdi: "Elbette, and olsun Muhammed'i peygamberliğe meb'us kılarak onu bütün yaratıklardan eşref kılan Allah'a ki bu gerçekleşecektir. Ancak hayret verici bir gaybetten sonra o dönemde yakin ruhunu taşıyan muhlis insanlardan gayrisi dininde sabit kalamaz. Onlarla Allahu Teala bizim velayetimize ikrar misakı bağlamıştır. Kalplerinde iman yerleştirmiş, kendi katından olan bir ruhla onları teyid etmiştir"(23)
24 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
Babam Ali (a.s); "Ve onu kendisinden sonrası için baki bir kelime olarak bıraktı belki onlar dönerler diye"(24) ayeti hakkında şunları söyledi:
"Bu ayetin nazil olması, Allahu Teala'nın imameti kıyamete kadar Hüseyin'in(a.s) neslinde karar kıldığını belirtmiştir. Bizden kıyam edecek olan imamın, birisi diğerinden uzun olan iki gaybeti olacaktır. O gaybet döneminde onun imam olduğu inancında yalnızca güçlü imanı ve doğru marifeti olan kimse kalacaktır." "(25)
5. Bölüm
Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) Oniki İmamdan Biri Oluşu:
25 Yahya b. Cude b. Hubeyre'den şöyle dediği rivayet olunmuştur.
"Biri Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) İmamlar hakkında soru sorunca İmam Hüseyin (a.s) şöyle cevap verdi: "İmamlar, Beni İsrail Nükabaları gibi oniki kişidir. Onların dokuzu benim neslimdendir ve sonuncusu kıyam edecektir.
Benim kendim Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Müjde olsun size müjde olsun size, "bunu üç defe tekrarladı" benim Ehli Beytimin misali aynen bir bahçeye benzer ki bir grup insanlar onun ürünlerinden yararlanıp yemekteler. Sonda gelen grup onu, daha geniş, daha derin, çok ürünlü ve daha güzel bir deniz gibi bulacaktır. İlkinde ben, sonunda ise benden sonra gelecek akıl sahibi on iki İmam ve Meryem oğlu Mesih'in (a.s) bulunduğu bir ümmet nasıl helak olabilir. Fakat arada ağırlığa sahip olmayan bir grup insanlar helak olacaklardır ki, onlar benden değil ben de onlardan değilim."(26)
26 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Hz. Emirül Mü'minin Ali b. Ebi Talib'den (a.s), Hz. Resulullah'ın (s.a.a) "Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve benim itretim" şeklindeki hadisinde geçen "itret"inden maksadı kimlerdir? diye sordu. Hz. Ali (a.s) şu cevabı verdi:
"İtret", ben, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin'in neslinden olan dokuz imamdır. Onların dokuzuncusu onların Mehdi'si ve kıyam edenidir. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Havzu üzerinde tekrar o hazret dönünceye kadar, onlar Allah'ın kitabından, Allah'ın kitabı da onlardan ayrılmıyacaktır."(27)
27 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Hz. Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna gitmiştim Resulullah'ın (s.a.a) düşünceli ve üzüntülü bir halde olduğunu gördüm. Resulullah'a; (s.a.a) "Sizi böyle üzen şey nedir?" diye sordum. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Ey oğlum, Ruhul Emin (Cebrail) nazil oldu ve bana dedi ki: "Ey Resulullah, yüce Allah sana selam ederek artık senin ömrünün geçip vaktinin sona erdiğini bildiriyor. Bundan sonra İsmülEkberi, ilim mirasını ve nübüvvet ilmi kalıntılarını Hz. Ali İbni Ebi Talib'in nezdinde bırak. Zira ben yeryüzünü benim itaatimin ve velayetimin tanınması vasıtası olan bir alimden boş bırakmam. Ben gaybdan gelen nübüvvet ilmini seninle baban Adem Peygamber arasında bulunan diğer Peygamberlerin zürriyetinden kesmediğim gibi senin de zürriyetinden kesmiyeceğim" dedi. Ben, bu sırada Hz. Resulullah'a (s.a.a) o halde senden sonra bu işin sahibi (bu ilahi ilmin varisi) kimdir? diye sordum Resulullah (s.a.a) şöyle cevap verdi:
"Baban Ali İbni Ebi Talip (a.s), o benim kardeşim ve halifemdir. Ali'den sonra bu işin sahibi Hasan (a.s) dır. Ondan sonra sen ve senin neslinden olan dokuz kişi bu işe sahip olacaktır. Bu şekilde on iki imam hakim olacak ve sonra bizim kıyam edenimiz kıyam edip yeryüzünü zulüm ve tecavüzle dolduğu gibi adalet ve eşitlikle dolduracaktır. Ve şiası olan mümin grubun kalbine rahatlık verecektir."(28)
28 Yahya b. Yamur'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: Ben Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) nezdindeydim. Yüzünü örtmüş esmer bir arap gelip İmama selam verdi ve İmamın cevabından sonra şöyle devam etti" Ey Peygmaberin oğlu bir sorum var sorayım mı? İmam: "sorun neyse sor" dedi.
Bunun üzerine mezkur şahıs şu soruyu sordu: "İmanla yakin arasında ne kadar bir fasıla vardır?
İmam: "Dört parmak kadar"
O Şahıs: "Bu nasıl olur açıklar mısın"?
İmam: "Zira iman duyduğumuz bir şeydir "duyulana inanmaktır" yakin ise gördüğumüz bir şeydir. Kulakla göz arasında fasıl ise dört parmaktır."
O Şahıs: "Doğu ile batı arasında ne kadar fasıla vardır"?
İmam: "Güneşin bir günde katettiği mesafe miktarıca."
O Şahıs: "Gökle yer arasında ne kadar fasıla vardır"?
İmam: "İcabet olan bir duanın bekleme süresice."
O şahıs: "İnsanın izzeti ne ile olur?"
İmam: "Halka ihtiyacını arzetmemekle.
O Şahıs: En kötü şeyin ne olduğunu bana açıkla".
İmam: İhtiyar olan birinin fıska düşmesi, hükümdarın sinirlenmesi, soylu bir insanın yalan konuşması, zenginin cimri olması ve alimin dünyaya hırsı olması kötü olan şeylerdir."
Bunun üzerine o şahıs şöyle devam etti: Ey Resulullah'ın (s.a.a) oğlu, doğru söyledin, bana Hz. Resulullah (s.a.a) dan sonra olan imamların sayısını bildir."
İmam: "Beni İsrail'in nakipleri gibi on iki kişidir." dedi.
O şahıs: "Onların isimlerini bana bildir."
Bunun üzerine İmam bir süre başını aşağı salıp düşündükten sonra şöyle dedi: "Evet ey arap kardeş, onların isimlerini sana bildireyim."
"Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra İmam ve halife Emirül Müminin Ali, Hasan, ben ve benim neslimden olan dokuz şahıstır.
Benden sonra oğlum Ali, ondan sonra onun oğlu Muhammed, Muhammed'den sonra, oğlu Cafer, Cafer'den sonra oğlu Musa, Musa'dan sonra oğlu Ali, Ali'den sonra oğlu Muhammed, Muhammed'den sonra oğlu Ali, Ali'den sonra oğlu Hasan, Hasan'dan sonra Mehdi olan oğlu imam olacaktır. O benim dokuzuncu çocuğumdur. O ahırüzzamanda din uğrunda kıyam edecektir."
Ravi diyor: İmamın bu cevabından sonra o arap kalkıp şu şiiri okuyarak gitti:
"Peygmaber alnına elini çekmiş, onun parlaklığı yüzünde görülür. Babası ve annesi Kureyş'in en yücesi ve soylarının en hayırlısıdır."(29)
29 İsmail b. Abdullah'dan (*) Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Akrabalar birbirine daha evladır"(30)
Hz. Resulullah'dan (s.a.a) bu ayetin te'vilini (batıni anlamı) sordum. Resulullah şöyle buyurdu:
"And olsun Allah'a ki, sizden gayrisi kasdedilmemiştir. "Ulul erham" "akrabalar" sizsiniz. Ben vefat ettikten sonra, baban Ali (a.s) bana daha evladır. Ve benim yerimdedir. Baban vefat ettikten sonra kardeşin Hasan (a.s) ona daha evladır. Hasan da vefat etti mi sen ona daha evlasın:
Bunun üzerine Resulullah'a "Ey Allah'ın Resulü, benden sonra bana kim daha evladır?" dedim.
Resulullah şöyle cevap verdi:
"Oğlun Ali senden sonra sana daha evladır. O vefat etti mi oğlu Muhammed ondan sonra ona daha evladır, o da vefat ettiğinde oğlu Cafer ondan sonra ona daha evladır ve onun yerindedir. O da vefat etti mi oğlu Musa ona daha evladır ve ondan sonra onun yerindedir. Musa da vefat ettiğinde oğlu Ali ona daha evladır ve onun yerindedir.
Ali de vefat ettiğinde ondan sonra oğlu Muhammed ona daha evladır. Muhammed de vefat ettiğinde oğlu Hasan ondan sonra ona daha evladır. Hasan da vefat ettiğinde senin dokuzuncu çocuğunun gaybeti başlıyacaktır. Bu dokuz imam senin neslindendir. Allahu Teala onlara benim ilim ve fehmimi vermiştir. Onların toprağı benim toprağımdan kılınmıştır. Bu kavim bana eziyyet edecektir. Allah onlara benim şefaatımı nasip eylemesin"(31)
30 Hz. İmam Hüseyin ve Hz. İmam Hasan'dan Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Benden sonra gelecek imamların sayısı Beni İsrail'in ve İsa'nın havarilerinin sayısıcadır. Onları seven kimse mümin, onlara buğzeden ise münafıktır. Onlar Allah'ın halka olan hüccet ve önderleridir."(32)
31 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Ben mü'minlere onların kendi nefslerinden daha evlayım. Sonra ey Ali sen müminlere onların kendi nefislerinden daha evlasın. Sonra Hasan müminlere kendi nefislerinden daha evladır. Ondan sonra Hüseyin müminlere kendi nefislerinden daha evladır. Ondan sonra "onun oğlu" Ali müminlere kendi nefislerinden daha evladır. Ondan sonra "onun oğlu" Muhammed müminlere kendi nefislerinden daha evladır, ondan sonra "onun oğlu" Cafer müminlere kendi nefislerinden daha evladır ondan sonra "onun oğlu" Musa müminlere kendi nefislerinden daha evladır, ondan sonra "onun oğlu" Ali müminlere kendi nefislerinden daha evladır, ondan sonra "onun oğlu" Muhammed müminlere kendi nefislerinden daha evladır, ondan sonra "onun oğlu" Ali müminlere kendi nefislerinden daha evladır, ondan sonra "onun oğlu" Hasan müminlere kendi nefislerinden daha evladır, Hasandan sonra da Allah'ın hücceti olan onun oğlu müminlere kendi nefislerinden daha evladır.
Bunlar ihsan ehli olan imamlardır. Hak onlarladır onlar da hakla."(33)
32 Abdurrahman b. Salt'tan Hz. İmam Hüseyin'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Hidayet eden on iki zat bizdendir. Onların ilki Emirülmüminin Ali İbni Ebi Talip'tir, sonuncusu ise benim dokuzuncu çocuğumdur. O hak üzere kıyam edecektir. Allah onunla yer yüzünü öldükten sonra tekrar diriltecek ve müşrikler istemeseler bile onunla dinin hepsini aşikar kılacaktır."(34)
33 Abdullah b. Sa'd Hz. İmam Hüseyin'den Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Cebrail bana haber verdi ki, Allahu Teala Muhammed (s.a.a) ismini Arşın eteğine yazdığında ben dedim: "Ey Rabbim! Arşında yazılan bu ismin sana en aziz olan mahluk'un ismi olduğunu görüyorum. Bu sırada Allahu Teala gökle yer arasında ruhsuz on iki beden misalini bana gösterdi. Bunun üzerine ben "Ey rabbim onların senin katında olan makamı hatırına onların kim olduklarını bana bildir" dedim. Bu sırada Allahu Teala teker teker onları göstererek "Bu Ali İbni Ebî Talib'in nurudur, bu Hasan ve Hüseyin'in, bu Ali b. Hüseyin'in nurudur, ve Muhammed b. Ali'nin nurudur, bu Cafer b. Muhammed'in nurudur, bu Musa b. Cafer'in nurudur, bu Ali b. Musa'nın nurudur, bu Muhammed b. Ali'nin nurudur, bu Hasan b. Ali'nin nurudur bu ise kıyam edecek olan Hüccet'in nurudur. Daha sonra İmam devam ederek şunları ekledi: "Hz. Resulullah buyurdu:" Her kim Allahu Teala'ya bunları vasıta kılarak yaklaşırsa Allahu Teala onu cehennem ateşinden kurtarır."(35)
34 Musa b. Abdi Rabbih'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Henüz Hz. İmam Ali (a.s) hayatta bulunduğu bir dönemde ben duydum ki, Hz. Hüseyin (a.s) diyordu: Ben Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Allahu Teala'nın ilk yarattığı şey kendi hicaplarıdır. O hicapların direklerine "Lailahe illellah Muhammedün Resulullah, Aliyün vassiyyühü" (yani Allah'dan gayri bir mabud yoktur Muhammed Allah'ın resuludur. Ali de onun vasisidir.) yazmıştır. "Allahu Teala" sonra arşı yaratmıştır. Onun da direklerine aynı şeyi yazmıştır. Sonra yerleri yaratmıştır. Onların da "direkleri olan" dağlarına aynı şeyi yazmıştır. Sonra levhi yartmıştır. Onun da sınırlarına aynı şeyi yazmıştır." Buna göre onun vasisini sevmediği halde peygamberi sevdiğini sanan kimse, yalan konuşuyor... Sonra Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Bilin ki, benim Ehli Beytim size bir sığınaktır. Benim sevgim için onları sevin ve dalalete düşmemeniz için onlara sarılın. Bu sırada Hz. Resulullah'dan senin Ehli Beyt'in kimlerdir? diye soruldu. Resulullah şöyle cevap verdi:
"Ali, iki torunum ve Hüseyin'in (a.s) neslinden dokuzu masum, emin ve imam. Bilin ki, onlar benim Ehli Beytim ve itretimdir. Onların eti benim etimden ve kanları benim kanımdandır" "(36)
35 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"On iki hidayet edilen imam bizdendir, onların ilki Ali ibni Ebi Talip sonucusu da kıyam edecek olan Mehdi'dir..."(37)
6. Bölüm
İmam Mehdi'nin (A.S) Alametleri:
36 Haris b. Muğıyre enNazri'den "*" şöyle dediği rivayet olunmuştur: Ben, Hz. İmam Hüseyin'e (a.s) "Hangi alametle İmam Mehdi'yi (a.s) tanımak mümkündür?" diye sordum.

İmam; sükunet ve vakarla şöyle buyurdu.
Sonra tekrar sordum: "Başka ne ile tanınabilir?"
İmam; "Helal ve harama marifeti olması ve halkın ona muhtaç olduğu halde onun kimseye muhtaç olmamasıyla" dedi."(38)
37 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Niçin bu kadar Mehdi'nin kıyam etmesi için acele ediyorlar? And olsun Allah'a ki o kalın kaba elbiseden gayri elbise giymez. Arpa ekmeğinden gayri bir yemek yemez. Ve o kılıçtan ve kılıç altında ölümden başka bir şey değildir." (39)

38 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Mehdi (a.s) kıyam ettiğinde halk onu tanımıyacaktır. Zira o halka güzel simalı bir genç olarak gelecektir. Gerçekten de halkın onu yaşlı bir ihtıyar olduğunu sandıkları halde sahiplerinin bir genç olarak onlara gelmesi en büyük imtihanlardan biridir."(40)
7. Bölüm
Hz. Mehdi'nin (A.S) Zuhur Alametleri:
"Muhammed b. Samit'ten rivayet olunmuştur; diyor ki: İmam Hüseyin b. Ali'ye (a.s) "bu işten "yani Mehdi'nin zuhurundan" önce belirecek bir alamet var mı?" diye sordum.
İmam: "Evet vardır" dedi.
Ravi diyor; "o alametler nedir?" diye sordum.
İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurdu: "Beni Abbasın helak olup gitmeleri, Süfyani'nin huruc etmesi, Beyda çölünde "bir grubun" yere batması".
Ravi diyor; ben İmam Hüseyin'e (a.s) sana feda olayım bunun çok uzun çekmesinden korkuyorum" dedim İmam; "Bunlar aynen bir tesbih taneleri gibi düzenle dizilmiştir biri diğerini takip edecektir." dedi."(41)
39 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Mehdi'nin (a.s) "zuhurunun" beş alameti vardır. Süfyani'nin huruç etmesi, Yemeni'nin huruç etmesi, bir grubun Beyda çölünde yere batması, Nefsi Zekiyyenin katledilmesi"(42)
40 Ikdüd Dürer kitabının yazarı kendi senediyle Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) naklettiği bir hadiste İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyuruyor:
"Bir kaç gece peşpeşe doğu tarafından doğan büyük bir alametini gördüğünüz zaman halkın kurtuluş zamanı yani Mehdi'nin (a.s) zuhur etme zamanıdır."(43)
8. Bölüm
Hz. İmam Mehdi'nin (A.S) Zuhurundan Sonraki Durumu:
41 Hz. İmam Hüsyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Mehdi zuhur ettiğinde onunla Araplar ve Kureyş arasında kılıçtan (harpten) başka bir şey olmayacaktır. Niçin bu kadar Mehdi'nin zuhuru için acele ediyorlar? And olsun Allah'a ki, giyimi kaba elbise, yemeği de arpa ekmeğinden gayri bir şey değildir. Ve o kılıç ve kılıç altında ölümden gayri bir şey değildir"(44)
Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet olunmuştur:
"Birbirinizin halini sorup birbirinize ihsan edin. And olsun taneyi yarıp yeşerten ve canlıları yaratan Allah'a ki öyle bir zaman gelecek ki hiç bir kimse bir dinar ve dirhem harcamağa bir yer bulamıyacaktır." (Yani Mehdi'nin zuhur ettiği zaman Allahu Teala'nın ve velisinin fazla fazlından dolayı hiç kimse parasını harcayacak bir yer bulamıyacaktır).(45)
9. Bölüm
Hz. İmam Mehdi'nin (A.S) Sireti:
42 "Hasan b. Harun'dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Ben Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) nezdinde oturmuştum. Bu sırada Muella b. Hanıs İmama" Acaba Mehdi (a.s)ın Hz. Ali'nin (a.s) siretiyle farklı olan bir hareketi olacak mıdır?" diye sordu. İmam (a.s) "Evet olacaktır. Çünkü Hz. Ali (a.s) kendisinden sonra onların (düşmanların) şiasına galip olacağını bildiğinden onlara yumuşak davranır ve onları öldürmezdi. Ama Mehdi (a.s) kendisinden sonra onların şiasına asla galip olamıyacaklarını bildiğinden onları öldürüp, esir etmekten esirgemiyecektir." dedi."(46)
10. Bölüm
Hz. Mehdi'nin (A.S) Hükümdarlık Süresi:
43 Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Mehdi (a.s) ondokuz sene hükümdarlık yapacaktır."(47)
Burada şunu belirtmeliyiz ki, Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) hükümdarlık süresiyle ilgili muhtelif rivayetler gelmiştir. Hz. İmam Hüseyin (a.s) dan naklettiğimiz bu rivayetin karşısında diğer imamlardan gelen rivayetlerin bazısında hazretin hükümdarlık süresi on sene, bazısında otuz sene bazısında kırk sene, bazısında yedi sene, bazısında yetmiş sene ve... zikredilmiştir. Biz bu tür rivayetlerden bir kaçını örnek olarak zikrettikten sonra bu rivayetlerin yek diğeriyle uyumuyla ilgili ulamanın bazı sözlerine işaret ederek bu veciz risaleyi sona erdireceğiz.
44 Nuaym b. Hammad Hz. İmam EmirülMüminin Ali'nin (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Mehdi (a.s) Kostantaniyeyi, Çini ve Deylem dağlarını fethedecek ve her yılı sizin senenizden on sene miktarında olan yedi sene kalacaktır (hükümdarlık yapacaktır)(48)
Böylece bazı rivayetlerde otuz, bazısında da kırk yıl olarak belirtilirken Ikdüd Dürer kitabı yazarının Hz. İmam Muhammed Bakır'dan (a.s) naklettiği bir hadiste "...üçyüz dokuz sene hükümdarlık yapacaktır" denmiştir.
El Burhan kitabının yazarı, ElKavlül Muhtasar fi AlametilMehdi kitabının yazarı Şeyh Ahmed b. Hacerin mezkur kıtabında bu rivayetlerin uyumu ile ilgili şunları yazdığını kaydediyor:
"Bu rivayetlerin doğru oldukları takdirde onlar arasında şu şekilde uyum sağlamak mümkündür ki, o hazretin hükümdarlığı zuhur ve güç bakımından değişmektedir. Buna göre en çok süreyi belirten hadis o hazretin hükümdarlığının aslına, en az süreyi belirten hadis o hazretin hükümdarlığının en cilalı dönemine, orta süreyi belirten hadisler de o hazretin hükümdarlılığının bu iki hal arasında kalan dönemlerine işaret ettikleri söylenebilir."(49)
Biharül Envar kitabının yazarı da konu hakkında şunları yazıyor:
"Hz. İmam Mehdi'nin (a.s) hükümdarlığıyla ilgili gelen bu muhtelif rivayetlerin bazısı, hazretin hükümdarlık süresinin tümüne, bazısı devletinin istikrar bulduğu süreye, bazısı bizim bildiğimiz seneler ve aylara, bazısı hazretin zuhur zamanında olacak uzun ay ve yıllara yorumlanarak aralarında görülen çelişki giderilmiştir."
Hz. İmam Hüseyin (a.s) dan gelen hadisler içerisinden derlediğimiz Hz. İmam Mehdi (a.s) ile ilgili hadisler dizisi burada sona eriyor. Bu veciz risaleyi 1406 Hicri Kameri yılında İstanbul'da daha önce telif etmiş olduğum diğer bir risale içerisinden seçerek bölüm bölüm halinde düzenledim.
İlkte de sonda da hamd Allah'u Tealaya mahsustur.
Ey Allah'ım biz senden İslam ve İslam ehlinin izzet bulup, nifak ve nifak ehlinin zillete düşeceği yüce bir düzen ve bizleri o düzen içerisinde senin itaatine davet ve hidayet edilenlerden karar vererek, dünya ve ahiret kerametine ulaştırdığın kullarından kılmanı diliyoruz.
Dipnotlar
1 Muhammed b. Ali EsSaduk el Kummi Ikmalüddin c.1, s.318
2 Muhammed b. Ali EsSaduk elKummi Uyunul Abari Rıza s.65.
3 İhkakul Hak c.13 s.177
4 Muhammed. b. Ali Es Saduk İkmalud Din c.1, s.317, Uyunul Ahbar c.1, s.18 BiharülEnvar c.51, s.133.
5 Delailül İmamet s.5.
6 Kifayetül Eser s.5.
7 Ikdüd Dürer kitabının 158. sahifesinde bu hadisi Şuayb'ın Hz. İmam Huseyin (a.s) dan naklettiğine tesrih edilmiştir. Fakat BiharülEnvar kitabının 51. cildinin 39. sahifesinde bu hadisi yalnızca Ebu Abdullah künyesine iktifa ederek nakletmiştir. Ebu Abdullah ise hem Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) ve hem Hz. İmam Sadık'ın (a.s) künyesidir. Ben bu imamların ashabı arasında böyle isimli bir şahsı görmemişimdir.
8 Ikdüd Dürer. s.160.
9 İsabetül Hudut c.6, s.397. BiharülEnvar c.51, s.133. Bu hadisin ravisi olan İsa elHaşşabı ve ondan rivayet eden Saad İbni Muhammedi, rical kitaplarında bulamadım.
Hadiste geçen "mevtur biebihi" kelimesi "Şehid edilmiş olan, babasının intikamını almamış olan kimse" anlamını ifade ediyor. Babasından maksad kendi babası Hz. İmam Hasani Askeri (a.s) olabilecdeği gibi, Hz. İmam Hüseyin (a.s) da olabilir. Veyahut baba kelimesi cins anlamında kullanılıp ondan bütün imamlar kastedilebilir.
Amcasının künyesiyle künye alan tabiri ise belki de o hazretin amcalarından bazısının künyesinin Ebul Kasım olduğuna veya o hazretin kendisinin amcalarının künyesi olan Ebu Cafer, Ebul Hüseyin ya da Ebu Muhammed künyesiyle de künye aldığına işarettir.
B Şeyh Tusi ElGaybet s.228.
Abdullah b. Şerik, ElAmiri olarak tanınan kimsedir. O Hz. İmam Seccad ve Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s) dan rivayet ediyor. Onun Hz. İmam Hüseyn'i (a.s) de görerek vasıta olmaksızın hadis almış olması da uzak bir ihtimal değildir. Bazıları onu Hz. İmam Sadık'ın (a.s) ashabından da Şaymışlardır.
10 Suyuti'nin ElCamiüs Sağir adlı kitbının hamişinde basılan Kenzül Hedaik c.2, s.128 ve ElMehdi'yyülMev'ud c.1, s.116.
11 ElBurhan s.94.
12 Urefül Verd kitabı s.66 ve Mehdi'yyül Mevud c.1 s.116.
13 Şeyh Saduk İkmalüd Din c.1, s.317. İsbatülHudat c.6, s.397, BiharülEnvar c.51, s.134.
14 Şeyh Saduk İkmalüd Din c.1, s.317, Nurüs Sekaleyn (tefsir) c.2, s.213.
15 İsbatül Hüdat c.1, s.397, İkmalüd Din c.1, s.117
16 YenabiülMeveddet s.393. Biharül Envar c.51, s.110
17 Kifayetül Eser s.30.
18 Kifayetül Eser s.197.
19 kifayetül Eser, s.176.
20 İkmalüd Din c.1, s.269.
21 Ikdüd Dürer s.134, İkmalüdDin c.1, s.317, İsbatülHüdat. c.6, s.397 Biharül Evar c.51, s.133.
22 İkmalüd Din c.1, s.304, BiharülEvar c.51. s.110.
23 Zuhruf Suresi Ayet:28.
24 Yenabiül Meveddet s.327.
25 Kifayetül Eser s.230.
26 İkmalüd Din c.1, s.240 Bu hadiste işaret edilen sekaleyn hadisini bir çok Ehli Sünnet hadis yazarları çeşitli tariklerle kendi sahih ve sünenlerinde nakletmişlerdir. Biz önceki sayılarımızda bu hadis ve kaynaklarıyla ilgili geniş bilgi vermişız . Aziz okurlardan bu konuda daha geniş bilgi edinmeleri için dergimizin önceki sayılarına başvurmalarını tavsiye ediyoruz.
27 KifayetülEser s.178.
28 KifayetülEser 323.
* İsmail b. Abdullah. b. Caferi Tayyar Hz. İmam Seccad'ın (a.s) ashabındandır. Ama onun Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) da hadis nakletmesi uzak bir ihtimal değildir. Hadisi babası Abdullah aracılığıyla Hz. İmam Hüeyin (a.s) dan almış olması, fakat hadisi naklederken babasını zikretmemesi de mümkündür.
29 Enfal / 75.
30 Kifayetül Eser s.175.
31 Kifayetül Eser s.166.
32 Kifayetül Eser s.177.
* Âta b. Riyah Hz. Emirül Müminin Ali'nin (a.s) ashabındandır.
33 İkmalüd Din c.1, s.317 UyunülEhbar c.1, s.18.
34 KifayetülEser s.169.
* Zahiren Yezidi El Semman İmam Hüseyin (a.s) ashabından olan İbni Sabit denilen şahıstır. Bu şahsın Hz. Ali'nin (a.s) ashabından Yezid b. Ceble Yezid b. Hatem de olabilir.
35Kifayetül Eser s.117.
36 Bıharül Envar c.51S.133.
* Ikdüd Dürer kitabının sahibi Ebu Abdullah künyesinden sonra Hz. İmam Huseyin'in (a.s) ismini kaydetmiştir. Fakat bunun bir hata olduğunu zannediyorum. Zira Haris b. ElMuğeyre elNazri Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık'ın (a.s) ashaplarındandır.
Onun vasıtasız Hz. İmam Hüseyin'den (a.s) hadis alabilmesi uzak bir ihtimaldir.
37 Ikdüd Dürer s.41.
38 Ikdüd Dürer s.228.
39 Ikdüd Dürer s.41.
40 Ikdüd Dürer s.41. Bu rivayetin ravisi olan Muhammed b. Samit Hz. Ebu Abdullah İmam Sadıkın ashaplarındandır Buna göre Ikdüd Dürer kitabının sahibinin Ebu Abdullah künyesinden sonra hz. İmam Hüseyin'in (a.s) ismini yazması ya onun hatasından kaynaklanmıştır ya da Muhammed b. Samit'ten önce olan ravi atılmıştır."
41 ElBurhan. S.113.
42 Ikdüd Dürer s.106, ElBurhan s.109.
43 Ikdüd Dürer s.208. Bu hadisin bir bölümü altıncı bölümde geçmiştir.
44 Ikdüd Dürer s.171.
* Kırkısya Habur nehriyle Fırat nehri arasında yer alan bir bölgedir. Merasidülİttila kitabının 1. cildinin 444. sahifesinde şöyle yazıyor: "Habur nehri, Cezire bölgesinden Fırata dökülen bir nehirdir. Onun üzerine Urban... ve Kırkısya gibi şehirler ve geniş vilayetler yer almıştır. Kırkısya Hbur nehrinin Fırata döküldüğü yerde vakidir.
* Her ne kadar Ikdüd Dürer kıtabının yazarı bu hadisi Hasan b. Harun'un Hz. İmam Hüseyin'den naklettiğini yazıyorsa da şüphesiz bu bir hatadır. Zira mezkur ravi Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık'ın (a.s) ashaplarındandır. Dolayısıyla vasıtasız olarak Hz. İmam Hüseyin(a.s) dan hadis nakletmesi mümkün değildir. O halde Hz. İmam Hüseyin'ın (a.s) ismini Ebu Abdillah künyesinden sonra kaydetmek mezkur yazarın yanılgısından kaynaklanmıştır. Rivayette soru soran Mualla b. Hanis de bunun ayrı bir delilidir. Zira mezkur şahıs da Hz. İmam Sadık'ın (a.s) ashabındandır.
45 Ikdüd Dürer, s.236.
46 Ikdüd Dürer, s.239.
Hz. Mehdi (a.f):
Bilin ki, gerçekten hak bizimledir; bizden başka hakkın kendisinde olduğunu söyleyen kimse yalancı ve iftiracıdır; bizden başka kim onu iddia ederse sapıktır.
Kemalüd Din, c.2, s.511
7
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

KUR'ANI KERİM'İN RİSALETİ
Ayetullah Cevadi AMULİ
KUR'ANI KERİM'DE SOSYAL İLİŞKİLER
Kur'anı Kerim, tabir ve hitaplarını çoğul kiplerde söyleyerek halkı birliğe çağırmakta ve sosyal meselelere ilişkin hayatın tanzim edilmesinde toplumu sorumlu tutmakta ve insanın fıtratına uygun olan, beşerin en güzel biçimde yaratılış ilkesine uyum sağlayan birtakım kanun ve sünnetleri bizlere bildirmektedir.
Bu sebepledir ki, bölünmeye yol açarak eşrefi mahluku esfeli safilin derecesine iten bütün hal ve davranış biçimlerini şiddetle kınamış, ilahi rızaya uygun olan birlik, sevgi ve muhabbete yol açan hal ve davranışları ise övmüştür. Şeytanın ığva aracı olan ırkçılık, kabilecilik, zaman, mekan, iklim ve benzeri farklılıklardan doğan ayrımlara ise, sadece toplumların birbirleriyle olan tanışma çerçevesi dahilinde izin buyurmaktadır. Hal böyle olunca, İslam insanların birbirlerinin rengi, makamı, maddi durumu, soysop vb. şeytani fısıltılardan dolayı küçümsemelerini veya birbirlerine karşı böbürlenmelerini şiddetle reddetmekte ve bu davranış biçimlerini cahiliye adetleri olarak değerlendirmektedir. Üstünlüğü ise Allah'a olan yakınlıkta, Allah'tan çekinip emirlerine uymakta ve O'nun yasaklarından sakınmakta görmektedir. Fertlerin birbiriyle olan ilişkilerinde güzel kardeşlik ilkelerine riayet etmeyi buyuruyor: "Mü'minler ancak kardeştirler."[1] ayeti kerimesiyle bütün müslümanlara farz kılmakla yetinmeyip evrensel bir inanç olduğu için samimiyet ve adeletin, inananinanmayan ayrımı yapılmaksızın bütün beşer arasında uygulanmasını şart koşarak herhangi bir şahıs veya grup fitne çıkarma hayaline kapılıp zulmetme ve tecavüz hevesini tasarlamadıkça onlarla eşitlik ve adalet esasınca muamele edilmesi, karşılıklı saygının tüm yönüyle korunması gerektiğini vurgulamıştır. Kur'ânı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor: "Allah, sizinle din konusunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletle davranmaktan sakındırmaz. Allah, adaletle muamele edenleri sever." Allah, ancak sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardımcı olanları dost edinmekten sizi sakındırır. Onları dost edinenler zalimlerin ta kendileridir."[2]
Öte yandan insan "en güzel surette"[3] yaratıldığından dolayı o en güzel davranışla karşılaşma liyaketine sahiptir. İşte bunun içindir ki, Kur'anı Kerim şöyle buyuruyor: "Kullarıma de ki: ‘En güzel olanı söylesinler.’ Gerçekten de şeytan onlar arasında pislik çıkarmaya çalışıyor."[4] ve "İnsanlara güzel söz söyleyin"[5]
Bu ayetlerde geçen konuşma ve söylemekten maksat, sadece teorik davranış değildir, hayatın her safhasında pratiği mümkün olan davranış biçimidir.
Her ne kadar İslam sınırlarına saldıran harici güçleri yok edinceye kadar onlarla savaşmak gerekiyorsa da, İslam sınırları içerisinde herhangi bir ihtilaf ve çelişki ortaya çıkarsa zahirde düşman sayılan müslüman kardeşi yok edici fiillerden kaçınmak ve düşmanlığı gidermek gerekir. Düşmanı yok edip ortadan kaldırmak çok zor bir iş değildir. Düşmanlığı giderip insanları dostluk ortamına kavuşturmak çok zor bir iştir ve bunu ancak salih düşünürler başarabilir. "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. İşte o zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluverir."[6]
Binaenaleyh, İslam muhiti, sevgi ve muhabbet ekseni etrafında dönen aile muhitine benzer. Bu muhitte devamlı olarak "Onlarla iyilikle geçinin" nidası duyulmakta ve fertlerin hem birbirleriyle kaynaşıp birleşmeleri ve hem birbirlerinden ayrılmaları, ihsan ve iyiliklere bağlı bulunmaktadır. "Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salıvermek." Büyüklere karşı ise "Onlardan biri ya da ikisi senin yanında ihtiyarlık yaşına varırsa onlara asla sert konuşma, onlara bağırma, onlarla güzel konuş." emri sürekli saygılı olmayı vurgulamaktadır. Buna karşılık büyüklerin akıllarından kaynaklanan sevgileri devamlı olarak küçüklerin yaşantısına kesintisiz olarak muhabbet ürünlerini sunmaktadır. İşte İslam toplumunda geçim ve davranış üsulleri bu ilkeler üzerine kuruludur.
Kur'anı Kerim'e göre; toplumsal hayatın hukuku ilişkileri eşitlik ve karşılıklı adalet temelleri üzerine dayalıdır. Bu yüzden de adaleti emrettiği gibi zulmetmeyi de menediyor. Zulmetmek devamlı zulme boyun eğmekle içiçedir. Bu konunun önemi Kur'anı Kerim'in ayetlerinden istinbat edilmektedir. Zira Kur'anı Kerim'in birçok ayeti bütün peygamberlerin mesajlarının adaletin uygulanması olduğunu açıklamaktadır: "Andolsun, biz, peygamberlerimizi apaçık belgelerle gönderdik, insanlar adalet üzerinde dursunlar diye onlarla birlikte kitap ve mizan (adalet) indirdik."[7]
"Ey iman edenler, Allah için adaleti ayakta tutup ona şahit olanlardan olun."[8]
"Ey iman edenler, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutanlardan olun."[9]
Bu arada Kur'ânı Kerim'in adalete emreden ayetlerinin yanısıra bir kısım ayetleri de zulüm yapmayı nehyederek bu konuda zalimin zorbalığına karşı çıktığı gibi, zulme rıza gösterilerek yaşanacak bir hayat şeklini de reddetmektedir. Ve gerçekte, zalim ile zulme rıza gösteren kişileri aynı kategori de değerlendirip her ikisini de şiddetle kınıyor. "Ne zulmeder, ne de zulme boyun eğersiniz"[10]
Kur'anı Kerim, kabiliyetlerin farklı olmasını bir imtihan ortamı ve toplum fertlerinin kendilerini ortaya koyarak toplumsal işlerin adil bir şekilde bölünmesi ve karşılıklı yararlanma için bir vesile olarak değerlendiriyor. Her türlü horlamayı, şahsiyet kırmayı, tek yönlü ve karşılıksız olarak yararlanmayı kabul etmiyor. "Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz Rabb'in, cezası çabuk olandır ve O bağışlayan, merhamet edendir."[11]
"Onlar mı Rabb'inin rahmetini bölüyorlar. Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki, bazısı bazısına iş gördürebilsin. Rabb'inin rahmeti onların topladıklarından oldukça hayırlıdır."[12]
Allah'ın kullarına verdiği her türlü nimet ve kemal onları denemeye yöneliktir. Bu nimetler verildiği kimselerin üstünlük ve kerametine, verilmeyen kimselerin horluğuna ve düşüklüğüne delalet etmemektedir. Dolayısıyla "Ey iman edenler bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin, belki (alay ettikleri kimseler) onlardan daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesin; belki onlar, kendilerinden daha iyidirler."[13] ayeti kerimesi her türlü horlama ve böbürlenmenin önünü alıp özel, türel ve hatta toplumsal saygıyı korumayı fertten topluma kadar gerekli görüyor ki bu sayede medinei fazılanın (ideal toplumun) kurulma ortamı sağlanmış olsun. Medinei fazıla veya ideal toplumda her ferdin uygulaması gereken güzel davranış, onun sorumluluğuna göredir. Bu yüzden toplumun önemli makamlarında bulunan kimselerin, bu konudaki sorumlulukları başkalarına oranla daha fazladır. Bunun için Hz. Musa (a.s) ile Hz. Harun'a (a.s) yumuşak konuşmakla din tebliğini başlatmaları gerektiği emrolundu. "Ona yumuşak söz söyleyin, belki hatırlar veya korkar."[14] Ama Firavun, kötü tercihi sonucu, kendi inatçı topluluğu ile birlikte denizde boğulup helak oldu.
"Sulardan onları kaplayıveren kaplayıverdi."[15]
Hz. Resulullah'a (s.a.a) da halka karşı sevgi, tevazu ve yumuşaklıkla davranması emrediliyor: "Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak oldun. Eğer katı kalpli sert birisi olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi."[16]
Başkalarının görüşüne saygı göstererek toplumda birliğin sağlanması, faal güçler cezbedilip fikir sahiplerinin fikirlerinden yararlanılması için çok güzel bir toplayıcı araç olan meşveret de bu doğrultuda olduğundan Hz. Resulullah (s.a.a) da ona emrolunmuştur. Zaten Resulullah'ın (s.a..a) davranış sireti de, Hak Teala'nın tavsiyesi üzerine müminlere karşı alçak gönüllü olup merhametle davranmaktı. "Sana tabi olan mümünlere karşı alçak gönüllü ol."[17]
Tuğyancılara karşı kesin şiddetli ve onurlu bir tavır alıp müfsid insanlara hoşnutsuzluğunu bildirmesi de ilahi önderin sünnetlerindendir. "Eğer sana isyan ederlerse de ki: Gerçekten ben sizin yaptıklarınızdan uzağım."[18]
Kur'anı Kerim'de alçak gönüllü olmak, bazen çocuğun aziz baba ve annesi karşısında yaptığı gibi, küçüklüğünü belirterek itaat etmek şeklindedir. "Onlara (annebabaya) karşı merhametle alçak gönüllü ol."[19]
Bazen de küçüğe karşı ra'fet ve merhamet göstermek şeklindedir. İlahi bir önderin görevli olduğu alçak gönüllülük ve mütevazilik bu kısımdandır.
Kur'anı Kerim'in muaşeret kurallarının iyileştirilmesindeki temel amaçlarından biri bu yolla parlak toplumsal ilişkilere dayalı gerçek huzura sahip uygar bir topluluk oluşturmaktır. İyi niyetli olma em
rini de böyle bir toplum için karar
Dipnotlar
1 Hucurat/10
2 Mumtehine/8.
3 Tin/4.
4 İsra/53.
5 Bakara/83.
6 Fussilet/34.
7 Hadid/25.
8 Maide/8.
9 Nisa/135.
10 Bakara/279.
Resulullah (s.a.a):
Olaylar, karanlık gece parçası gibi sizi sardığında Kur'an'a sarılın. Çünkü Kur'an şefaati kabul olan şefaatçidir, tasdik edilen şikayetçidir. Kim ona uyarsa onu cennete götürür; kim de onu arkasına atarsa onu cehenneme sevkeder. Kur'an en iyi yolun klavuzudur, hakla batılı ayırt edendir. Onun zahir ve batını vardır; zahiri hükümdür, batını derin ilimdir.
Kenzül Ummal, hadis:4027.
kılmıştır. Zira müfsid bir toplumda kandırılmaya vesile olan sadeliğin doğru olmamasına rağmen salih bir toplulukta da başkalarına karşı iyi niyetli olmak temel kurallardandır. "Birçok zanlardan kaçının, zira bazı zanlar gerçekten de günahtır."[20]
11 En'am/165.
12 Zuhruf/32.
13 Hucurat/11.
14 Tâhâ/44.
15 Tâhâ/78.
16 Âli İmran/159.
17 Şuara/215.
18 Şuara/216.
19 İsrâ/25.
20 Hucurat/12.
8
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

ALLAME TABATABAİ
Ayetullah M. Hüseyin Hüseyni
Allame Tabatabai'nin Tefsir Metodu
Allame Tabatabai, Tebriz'deyken Fatiha suresinden A'raf suresine kadar kısa bir tefsir yazdı. Aynı tefsirin üzerinden talebelere ders verirdi. Ama sonraları tarihi,felsefi, ahlaki, sosyal ve rivai yönleri ve zamanın tüm ihtiyaçlarını içine alan geniş bir tefsir yazmaya karar verdi. Allah, bu başarıyı ona verdi ve "ElMizan Fi Tefsiril Kur'an" adında 20 ciltlik bir tefsir yazdı.
Bu tefsiri yazmaya HicriKameri 1374 yılında başladı ve 1392 Ramazanının 23'ü olan Kadir gecesinde tamamladı. Tefsiri yazarken bir yandan da, Kum İlimiye Havzası talebelerine aynı tefsiri tedris ederdi.
Bu tefsirin ilk ve en önemli özelliği, ayetlerin ayetlerle tefsir edilmesidir. Yani, Kur'an'ı Kur'an'la tefsir etmek. Hadislerde de; "Kur'an ayetlerinin bazısı diğer bazısını tefsir eder" denilmektedir. Kur'an ayetlerinin tümü bir kaynaktan inmiştir. Dolayısıyla ayetlerden bazısının diğer bazısından önce veya sonra gelmesi, ayetten çıkarılan genel manayı etkilemez. Öyleyse Kur'an'ın tümü, bir tek mütekellim'in (konuşanın) kelam ve hitabesi hükmündedir ve bir ayet diğer bir ayeti tefsir edebilir. Sonuç olarak, manlarında ibham olan bazı ayetler, aynı veya benzer konudaki diğer ayetlere tatbik edilerek, manasındaki gizlilik giderilebilir.
Bu tefsirin temeli, ayetleri ayetlerle tefsire dayalıdır. Bu esasa göre çıkarılan manayı ölçüp biçerek Kur'an'a mavafık olup olmadığına bakmalı. Ama bunun aksini yapmak, yani, zihindeki manayı esas alıp, Kur'an ayetlerini ona tatbik etmeğe çalışmak, diğer bir deyişle Kur'an'ı kalıplaştırmak doğru bir yöntem değildir.
Zira böyle bir tatbik uygulandığı takdirde ayetlerin, asıl anlam, içerik ve itibarlarını yitirecekleri bellidir. Çünkü edebiyatçısından tutun, filozof, fen bilgini, doktor ve astrologuna kadar tüm ilim sahipleri, kendi ilimlerini Kur'an'a dayandırmak ve Kur'an'dan kendileri için bir senet veya delil çıkarmak istiyorlar. Bunun içindir ki, bu gibi dallarda, tertibî veya konusal tefsir yazanların sayısı çoktur. Bu durum ise gerçekte, Kur'an'ın asıl manasını saptırıyor, değersiz ve itibarsız kılıyor. Dolayısıyla Kur'an'ın manası, kendisinden alınmalı. İşte bu metoda, "ElMizan" tefsirinde mükemmel bir şekilde riayet edilmiştir.
Bu tefsirin özelliklerinden biri de, kelimelerin genel manalarına riayet edilmesi ve sırf, insan zihninin alıştığı somut manalarla yetinilmemesidir. Diğer bir özelliği de, Kur'an'i beyanlarla birlikte, rivai, sosyal, tarihi, felsefi ve ilmi konuların birbirine karışmadan ayrı ayrı işlenmesine riayet edilmesidir. Bu esasa göre, dünyanın günümüzdeki meseleleri ve ideolojilerinden kapsamlı bir şekilde söz edilerek, mukaddes İslam prensipleriyle karşılaştırılmış, kabul ve red yerleri belirlenmiştir.
Bu tefsirde doğu ve batı küfür ideolojilerinden kaynaklanıp, İslam memleketlerine yayılan İslam'a yönelik eleştiri ve tenkitlere tam anlamıyla cevap verilmiş, bu tür ideolojilerde bulunan, zaaf, ibham ve muğalata noktaları belirtilmiştir. Kısacası;
"Hiç şüphesiz o (Kur'ân), (hakkı bâtıldan) ayırt eden bir sözdür. O, bir şaka değildir."[1]
"Oysa o (Kur'an), aziz (şerefi yüksek, üstün) bir kitaptır. Batıl, ona önünden de ardından da gelemez. (Çünkü o) hikmet ve övgü sahibi olan (Allah)'dan indirilmedir."[2]
Bu ve buna benzer ayetlerde belirtildiği gibi, Kur'an, hakk, adalet ve gerçek ölçüsüdür; diğer görüş ve yollar onunla ölçülmeli, hataları, yanlışlıkları ve ideolojik muğalataları onunla belirlenmelidir.
Asrı saadetten şimdiye kadar elMizan tefsiri gibi bir tefsir yazılmamıştır. Ben, 30'dan fazla Şii ve Sünni tefsiri mütalaa etmeme rağmen, "ElMizan" gibi kapsamlı ve kalbe yatkın bir tefsir görmedim. Bu gerçeği söyleyen sadece ben değilim, birçok alim, mütefekkir ve araştırmacı da benimle aynı fikri paylaşmaktadır.
Tefsirin diğer bir özelliği de Şia mektebini savunmasıdır. Bunu da, ince ve derin araştırmalarıyla ve ayetlerin konumlarını göstererek başarmıştır. Beliğ ve anlaşılır bir dille, Kur'an ayetlerine dayandırarak ve "edDürrül Mensur" tefsiri gibi Ehli Sünnet tefsirlerinde nakledilen hadisler vasıtasıyla velayet konusunu aydınlatmış, Hz. Ali (a.s) ve diğer masum imamların genel velayetini açık delillerle beyan etmiştir. Ayrıca, adlarını belirtmeksizin, Ehli Sünnet'e mensup çağdaş Mısırlı müfessirlerin görüşlerini aktarmış, hata, yanlış ve zaaf noktalarını açıklığa kavuşturmuştur. Ahlaki konulara genişçe yer verip, irfani konularda ise özel bir hassasiyet ile kısa olmasına özen göstermiştir. Bu kısa bir cümleyle bir dünya ilmi sergiliyor ve insanı, asıl vatanı olan likaullah'a davet ediyor. Bu tefsir, dünyaya İslam ve Şia'nın akaid (inançlar) senedi olarak tanıtılabilecek ve tüm mezhep ve ideolojilerin mensuplarına sunulabilecek derecede güzel ve çekicidir. Bu yüzdendir ki; "ElMizan" tefsiri tüm dünyaya yayılmış, ünü her yeri almıştır. Bu tefsir gerçekte ilmi alanlarda Şia'nın iftiharı olmuştur. Bu tefsir, hassas ve ince noktalara değinmek, yöneltilen muğalataları önlemek ve teferruata inmek açısından da eşsiz bir eserdir. Gerçekten de şunu diyebiliriz ki, asrı saadetten şimdiye kadar böyle bir tefsir yazılmamıştır. Ben, 30'dan fazla Şii ve Sünni tefsiri mütalaa etmeme rağmen, "ElMizan" gibi kapsamlı ve kalbe yatkın bir tefsir görmedim. Bu gerçeği söyleyen sadece ben değilim, birçok alim, mütefekkir ve araştırmacı da benimle aynı fikri paylaşmaktadır. Talebelik yıllarındaki arkadaşlarımdan Musa Sadr, Lübnan'ın ünlü yazar ve alimi Şeyh Cevad Muğniye'den şöyle naklederdi: "ElMizan tefsiri elime geçtiğinden beri, artık kitaplığım tatil olmuş ve çalışma masamın üzerinde devamlı ElMizan durmakta."
Bir gün üstadım Allame Tabatabai'ye şöyle dedim: "Bu tefsir henüz ilim havzalarında gerçek yerini alamamış ve gerçek değerini kimse daha anlayamamıştır. Eğer bu tefsir, ilim havzalarında tedris edilir ve devamlı olarak içeriği ve konuları tartışılıp tahlil edilirse, ancak 200 yıldan sonra bu tefsirin değeri anlaşılır."
Bir gün de şöyle dedim: "Tefsirinizi okumakla meşgulüm. Ayetler arasında kurduğunuz irtibatı ve birbirleriyle karşılaştır ma yoluyla çıkardığınız manayı gördüğümde, Kur'anı Kerim'in ve ilahi ilhamın sizin elinizden tuttuğunu söylemekten başka bir şey diyemiyorum".
O ise başını sallayarak şöyle dedi: "Bu sadece sizin iyi niyetiniz. Ben bir şey yapmış değilim."
Allame Tabatabai:
Şia, velayette tecelli bulan Sünneti Nebeviye'nin gerçek takipçisidir.
Onun eserlerinden bir diğeri de, üç risaleden oluşan tevhid kitabıdır. Bu kitap, "Vesait (vasıtalar) Risalesi" ve "Dünyadan Önce İnsan", "Dünyada İnsan," "Dünyadan Sonra İnsan" adında üç risaleden oluşan "İnsan" kitabıyla bir arada bir cilt halinde basılmış ve "Yedi risale" adıyla meşhur olmuştur. Başka bir eseri de insanın Allah'a doğru seyrini, fena ve kulluk makamını elde etmesini açıklığa kavuşturan "Velayet Risalesi"dir.
Bir diğer eseri de, "Nübüvvet ve İmamet" risalesidir. Dokuz risaleden oluşan bu mecmuanın tümü Arapça olup, şimdiye kadar basılmamıştır. Defalarca, kendisinden, basılmasını istediysek de, baştan sona bir mütalaa ve gözden geçirmeye ihtiyacı olduğunu söylediler. Ayrıca eserleri arasında, "İslam'da Şia", "İslam'da Kur'an" ve "Vahy" kitapları da yer almaktadır.
Allame Tabatabai, İslam'ın Avrupa ve Amerika'ya ulaşmadığı inancındaydı. Çünkü, İslam'ı araştırmak için İslam ülkelerine gelen tüm oryantalistler Afrika, Mısır, Suriye, Lübnan, Hicaz, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerde araştırmalarını yapmışlar ve oralardaki, muteber kütüphanelerde, Taberi Tarihi, İbni Kesir Tarihi, İbni Hişam Siresi, çeşitli tefsirler, Sahihi Buhari, Sahihi Tirmizi ve Nesai gibi Ehli Sünnet kaynaklarından yararlanmış, İslam'ı tanımada bunları kaynak edinmişlerdir. Ve Dolayısıyla İslam'ı dünyaya Ehli Sünnet'in görüşleriyle tanıtmışlardır. Onun için Şia'yı, İslam'ın bir fırkası olarak görmemiş ve Şia'nın tefsir, tarih, hadis, felsefe ve kelam dallarındaki eserlerine müracaat etmemişlerdir. Sonuçta Şia, dünyaya tanıtılmamıştır. Şia, velayette tecelli bulan Sünneti Nebeviye'nin gerçek takipçisidir. Şia, Resulullah'ı takip eden, söz ve amelde İslam'ı yaşayan bir fırkadır. Ehli Sünnet'in, tarih ve diğer kitaplarında çok sayıda tahrif ve ilave olduğu için bu kitaplar Resulullah'a, peygamberlik makamına yakışmayan birçok nisbetlerle doludur. Onlar, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) her yönde masum oluşunu reddettikleri için, İslam batıda gerçek çehresiyle tecelli etmemiş ve bu kitapların yayılması batılıların İslam dinine yönelmelerine mani olmuştur. Ama bunun aksine, Şia'nın tüm kitapları, Allah Resulü'nü masum kabul edip her türlü hata, günah ve sapmalardan korunmuş bilmekte ve ona peygamberlik makamına aykırı nisbetler vermemektedir. Ayrıca Şia, on iki imamı da masum ve hilafete lâyık görüyor. Ama Ehli Sünnet tefsir, tarih ve hadis kitapları, masum olmayanın velayetini kabul edip, hatta zalim imama bile itaati câiz görüyor. Bunun içindir ki, Resulullah'ın tertemiz hilafeti de İran ve Roma İmparatorluğu gibi bir imparatorluğa dönüştü. Emevi ve Abbasi halifeleri, Resulullah'ın halifesi sıfatıyla işlemedik cinayet ve yapmadık facialar bırakmadılar. Bu nedenle, Avrupalılar hâlâ bile gerektiği kadar İslam'a yönelmiyorlar.

Ama eğer onlar, başka bir yolun da bulunduğunu ve gerçek İslam'ın, böyle hükumetlerintemelini yıkmak için geldiğini anlasalar, kesinlikle İslam'a kucak açarlar.
Allame Tabatabai'nin, Prof. Henri Korben'le görüşmeleri ve bunun için normal otobüslerle sık sık Kum'dan Tahran'a gitmek gibi birçok zahmetlere katlanması, Şia ve velayetin gerçek yüzünü tanıtmak içindi. Prof. Henri Korben, Allame'den dinlediklerini not edip, Avrupa'da yayımlayarak Şiiliğin hakikatini tanıtıyordu. Bunun yanı sıra konuşma ve konferanslarında Şiiliği gerçekten savunuyordu. Korben, dünyada asîl ve diri olan tek bir mezhep varsa, o da Şiilik'tir, diyordu. Çünkü Şia, yaşayan bir imamın var olduğuna ve gerekliliğine inanıyor. Hz. Mehdi (a.f) inancı, Şiiliği sürekli canlı ve diri tutmaktadır. Yahudilik'te gayb alemiyle olan irtibat, Hz. Musa'nın ölümüyle kesildi; Hıristiyanlık'ta Hz. İsa'nın ölümüyle bu bağ koptu, ve müslümanların diğer fırkaları da Hz. Muhammed'in vefatıyla aynı duruma düştüler. Ama Şia, mana alemi ve semavi ilhamlarla irtibatta olan "imam ve velayet sahibi"nin sağ olması gerektiğine inanarak bu irtibatı sürekli korumuştur. Korben, Allame'yle tanışıp, bazı hakikatleri anladıktan sonra, özellikle de Hz. Mehdi (a.f) inancının etkisinde kalarak büyük bir ruhî inakılaba uğramıştı. Allame şöyle derdi: "Korben, genellikle "Sahifei Mehdeviyye" dualarını okur ve ağlardı."
Korben'in Allame Tabatabai'yle tanışıp görüşmeleri HicriKameri 1378 yılında başladı ve iki yılı aşkın devam etti. Ben, 18 Şaban 1392 HicriKameri yılında, Üstad Allame'yle Meşhed şehrinde görüşmem sırasında Korben hakkında da konuştuk. Burada değerli okuyuculara, Allame'nin söylediklerini aktarıyorum: "Sorbon Üniversitesi Şia bilimcisi Prof. Henfri Korben birkaç ay önce vefat etti. Şia mezhebini araştırmak amacıyla, bizimle çok görüştü. Temiz ruhlu ve insaflı biri idi. O, bütün mezhepler arasında sadece Şia'nın canlı ve dinamik bir mezhep olduğu ve diğer mezheplerin kuru ve hareketsiz olduğu inancındaydı. Yahudiler, hıristiyanlar ve zerdüştiler, yaşayan bir imama inanmıyorlar. Tevrat, İncil, Zend ve Avesta (zerdüştilerin kutsal kitabı) ile amel etmekle yetinip, kemale ermeyi bu sınırlarda arıyorlar. Aynı şekilde Ehli Sünnet'in tüm fırkaları da, kemale ermenin, sadece Kur'an ve Sünnet ışığında olduğuna inanıyorlar. Ama Şia, hareket ve canlılık mezhebidir. Çünkü, ümmetin yaşayan bir imam ve rehberi olması gerektiğine ve insanın, ancak yaşayan bir imamın hidayeti ışığında kemale erebileceğine inanıyor."
Alleme diyor ki: Bir gün Korben'e şöyle dedim: "Mukaddes İslam dininde tüm yeryüzü mabed (ibadet yeri)dir. Namaz kılmak, Kur'an okumak, secde etmek veya dua okumak isteyen bir kimse, bu amelleri, dilediği her yerde yerine getirebilir. Bu konuda Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü, benim için mescid ve temiz. kılındı" Ama hıristiyanlık'ta böyle değil. İbadet, kilisede ve belli bir zamanda yapılmalı ve kilise dışında yapılan ibadetler batıldır. Peki eğer bir hıristiyan, aniden kendinde bir manevi kıpırdanma hisseder ve evinde Allah'a yakarmak isterse, ne yapması gerekir? Pazar günü kilisenin açılmasını mı beklemeli? Bunun anlamı, Allah'la kul arasındaki irtibatı kesmektir." Korben, cevabımda şöyle dedi:
"Evet, haklısınız. Çok şükür İslam dini, her zaman, her mekan ve her durumda, Allah'la kul arasındaki irtibatı korumuştur."
Allame: "İslam'da, herhangi bir ihtiyacı olan insan, Allah'ı, ihtiyacına uygun isimleriyle çağırır. Çünkü Allah bağışlayan, rahim, rızık veren gibi birçok isim ve sıfata sahiptir. İnsan da istek ve ihtiyacına uygun olan ismiyle Allah'a yalvarıp yakarır. Mesela, bağışlanmak isteyen insan, O'nu, bağışlayan sıfatıyla anar. Ama Hıristiyanlık'ta Allah için Esmaül Hüsna (güzel isimler) tanınmamakta, sadece rabb, ilah ve baba kelimeleri kullanılmakta."
Biz talebelere karşı çok yumuşak, ve çocuğunun elinden tutarak yürüten bir baba gibiydi. Bizimle birlikte yürür, herkesin huy ve tabiatına göre davranır ve terbiye ederdi. Nurlu kalbinde ilahi sırlar dalgalanmakla birlikte, güler yüzlü, sakin, az konuşan ve devamlı tefekkür halinde olan biri idi. Ara sıra dudağında zarif bir gülümseme belirirdi.
Korben: "Ben dualarımı, Sahifei Mehdeviyye kitabından okurum."
Allame şöyle diyordu: "Korben, Sahifei Seccadiye kitabını defalarca okur ve ağlardı."
Allame Tabatabai'nin Korben'le söyleşileri, Farsça, Arapça, Fransızca ve İngilizce olarak yayınlanmıştır. Şu anda Allame'nin, "Şia", "Günümüz Dünyasında Şiiliğin Mis yonu", "İslami Sorular", "İslam ve Çağdaş İnsan" gibi kitapları yayınlanmış durumda. Eserleri arasında, Farsça olan ve Arapçaya da tercüme edilen "İslam'da Hükumet" kitabı ve alimlerden biri tarafından yayınlanan "Süneni Nebi" kitabı da bulunmaktadır. Ayrıca, itibari kavaramlar, burhan, muğalata ve tahlil konularında birkaç basılmamış risalesi vardır.
AHLAKİ METODU
Biz talebelere karşı çok yumuşak, ve çocuğunun elinden tutarak yürüten bir baba gibiydi. Bizimle birlikte yürür, herkesin huy ve tabiatına göre davranır ve terbiye ederdi. Nurlu kalbinde ilahi sırlar dalgalanmakla birlikte, güler yüzlü, sakin, az konuşan ve devamlı tefekkür halinde olan biri idi. Ara sıra dudağında zarif bir gülümseme belirirdi.
Allame'den sonra, Hz. Seccad'ın (a.s), babasının mezarı başında söylediği sözü demek gerekir:
"Dünya, senden sonra karanlık; ahiret ise yüzünün nuruyla aydınlık."
O, yüceliklerle dolu bir dünya idi. Normal bir talebe gibi medresenin bahçesinde oturur, akşama yakın Feyziye Medresesi'ne gelir ve namaz vakti olunca merhum Ayetullah Seyyid Muhammed Taki Honsari'nin imametinde, namazını cemaatle kılardı. O kadar alçak gönüllü ve o kadar görgü kurallarına riayet ederdi ki, ben defalarca kendisine; "Sizin bu kadar alçak gönüllü olmanız, bizi şımartıyor, ne olur böyle yapmayın" demiştim, ama sözlerimin hiçbir faydası olmamıştı. Kırk yıl boyunca, onun toplantı ve meclislerde sırtını yastığa veya duvara dayayarak oturduğunu kimse görmedi. Devamlı, duvardan biraz aralı ve en dipte otururdu. Talebesi olduğum için, evine sık sık giderdim. Saygıdan dolayı, ondan aşağıda oturmak isterdim ama, mümkün değildi. Birkaç yıl önce Meşhed'de kendilerini ziyaret amacıyla evine gittim. Odada, yatağın üzerinde oturduğunu gördüm. Kalp rahatsızlığından dalayı, doktorlar, sert yerde oturmamasını söylemişlerdi. Ayağa kalkarak, beni kendi yerine oturtmak istedi, ama ben kabul etmedim. İkimiz bir süre öylece ayakta kaldık. Bilahare, oturmamı istedi ve, söyleyecek sözüm var, dedi. Saygısızlık olur diye, daha fazla itiraz etmeyip dediği yerde oturdum. O da yerde oturup şöyle dedi: "Demek istediğim şu ki, orası daha yumuşaktır."
Evine sık sık uğradığım Kum'daki talebelik yıllarımda, hiçbir zaman, onun imametinde cemaat namazı kılmamıza müsaade etmedi. Ve bunun üzüntüsü devamlı kalbimizdeydi. Hicri Kameri 1401 yılının Şaban ayında Meşhed'de bize geldiğinde, kütüphaneyi, ona oda olarak ayırdık. Akşam namazı vakti gelince, onun ve yanındaki bakıcısı için birer seccade açtım. Niyetim, onun imametinde cemaat namazı kılmaktı. Odada kalırsam, onun namaz kıldırmayacağını bildiğim için odadan çıkıp, onlar namaza başlayınca, içeri girip iktida etmeye karar verdim. Aradan 15 dakika geçti Allame'nin yanındaki bakıcısı seslenip şöyle dedi: "Oturmuş, sizin namaz kılmanızı bekliyor." Ben, iktida etmek istediğimi söyleyince, kendilerinin iktida edeceğini söyledi. "Rica ederim kendi namazınızı, kendiniz kılın" dediğimde ise, "Biz sizden aynı ricada bulunuyoruz" dediler. "Kırk yıldır, imametinizde bir cemaat namazı kılmaya muvaffak olamadık, ne olur kabul edin" sözüme karşılık; "Hadi bu kırk yılın üzerine bir yıl daha ekleyelim" dedi. Öne geçip, onun bana iktida ederek namaz kılmasını kendime sığdıramıyordum. Onun için ne yapacağımı şaşırmıştım. O ise kararlı bir şekilde yerinde oturmuştu. Onların çağırmasından sonra, benim, ayrı bir odaya giderek, yalnız başıma namaz kılmam doğru olmazdı. Çaresiz kalınca; "Ben, kulunuz kölenizim, eğer emir buyuruyorsanız, itaat etmek boynumun borcu" dedim. O ise; "Ne diyeyim; sadece rica ediyoruz." dedi. Nihayet, çaresiz kalarak namazı kılmaya başladım ve onlar da bana iktida ettiler. Kırk yıldan sonra ona iktida ederek bir tek namaz kılamamakla birlikte, o gece de böyle bir hale düştük. Yüzündeki istekle karışık hayâ ve utangaçlık çizgileri, meltem rüzgarını bile kıskandırırdı. Vakar ve ağırbaşlılığı, taşı eritecek gibiydi.
Ahlakın var, hafifliğinden meltemi kıskandıracak
Vakarın var, şiddetinden katıyı eritecek
Yüceldi hakikatın o kadar, şiir çevreleyemeyecek
Hesabı aştı özelliklerin, kimse hesaplayamayacak.
İRFANİ METODU
On dört masuma karşı özel bir hayranlık ve sevgisi vardı, onlardan birinin adı anıldığı zaman, yüz ifadesi edep ve tevazu hali alırdı. İmamı Zaman'a karşı özel bir muhabbeti vardı. Onların makamını sanılanın üzerinde, melekuti (ilahi, gayble ilgili) kabul eder, siret ve tarihlerini çok iyi bilirdi.
Allame, irfanı, eşsiz üstadı merhum Ayetül Hakk Seyyidül Arifin Hacı Mirza Ali Kazi'den öğrendi. Onun metodu, ma'rifetullah'ı (Allah'ı tanımayı) gerektiren ma'rifeti nefse (kendini tanımaya) dayalı idi. O diyordu ki insan, ancak misal, şeki ve nefs aleminden geçtikten sonra ma'rifetullah'a erebilir. Ona göre tüm kayıtlardan sıyrıldıktan sonra, ebediyyete kavuşur ve seyr u süluk sonucu hiçbir nefsani eser kalmadığı zaman gerçek ma'rifet tecelli eder. Bu mananın elde edilmesinin en önemli şartlarından biri murakabe (kendini gözetlemek, denetlemek)dir; yoksa murakabesiz (kendini gözetlemeksizin, denetlemeksizin) yerine getirilen ibadet ve ameller, perhize uymayıp zararlı yiyecekler yiyen hastanın ilaç kullanmasına benzer. Çeşitli aşamalarına göre teferruatı değişik olan murakabenin geneli birkaç kısma ayrılır: "Susmak, açlık, gece ibadeti, uzlet ve devamlı zikir."
Allame Tabatabi, İslam alimlerinden ikisine çok değer verir, makamlarını azametle anardı. Biri, "elİkbal" kitabının yazarı ve kendisine, murakabe ehlinin efendisi denilen Seyyid Ali ibni Tavus. diğeri Seyyid Mehdi Bahrul Ulum. Bahrul Ulum'un yaşayış şeklini, ilmini, amelini ve murakabe tarzını çok över, onun ve Seyyid İbni Tavus'un İmamı Zaman'la (a.f) görüştüğünü, tekrar tekrar naklederdi. Seyyid Bahrul Ulum'un "Seyr u Süluk" risalesine önem verir ve okunmasını tavsiye ederdi. Kendileri de bir kısım özel talebeye mezkur kitabın dersini verdi.
Kısa ahlak kitapları arasında en iyisinin, İbni Meskeveyh'in "Taharetul A'rak" kitabı, orta boy kitaplarda, Molla Mehdi Neraki'nin "Camius Saadat" kitabı ve mufassal kitaplar arasında Molla Muhsin Feyz Kaşani'nin "Mehaccetül Beyza" kitabı olduğu görüşündeydi.
Molla Neraki, birinci sınıf filozof, arif ve fakihlerden olup, matematik ve astronomide eşsizdi. Ayrıca, ulvi bir ahlaki makama sahipti. Ama, bunlarla birlikte, henüz gerektiği kadar tanınmamıştır. Son zamanlarda eserlerinden bazısı yayınlanmıştır.
Kur'anı Kerim'e karşı büyük bir huzu ve huşusu vardı. Ayetleri genelde ezbere okur, ayetlerin yer ve numaralarını çeşitli surelerde gösterir ve de birbirine uygun ayetleri çıkarırdı. Merhum'un Kur'an üzerinde bahis ve tartışma toplantıları hayli içerikli ve ilgi çekiciydi.
Geri kalanı da inşaalah yayınlanır. Şöhreti, güneşi gölgeleyen Molla Muhsin Feyz Kaşani'nin, Gazali'nin "İhyaul Ulum" kitabına tehzib (düzeltme, arındırma) olarak yazdığı "Mehaccetül Beyza" kitabı ise Şia'nın en değerli kitaplarındandır.
Allame Tabatabai'nin diğerlerinden apaçık farkı; onun ahlakının, seyr u süluk hakikatinin kalp ve zihnine yerleşmesi ve ilahi alemin gerçeklerine erişmesinden kaynaklanıyor olmasıydı.
Ama başkalarının ahlaki metodu, zahiri (dış görünüm) korumak, şer'i işlere riayet etmek ve bedenin organlarını korumak ve bu vesileyle manevi aleme doğru bir pencere açmak ve Allah'a doğru bir yol bulmaktan ibarettir.
Üstad Allame, ince ve hassas bir ruha, üstün bir yeteneğe sahipti. Arap şiirleri arasında İbni Fariz'in şiirlerine, özellike de "Taiyyei Kubra" diye ünlü "nazmüs süluk"una hayrandı.
Farsça şiirlerde, Hafız Şirazi'nin divanını över, bazen dostlarına, Farsça, Arapça irfani gazeller okurdu. Kendisi de şiir zevkine sahipti, şevk ve aşkla dolu, manalı irfani gazeller söylerdi.
Salikin, tüm benlik ve çabasını Allah yolunda sarfetmesi, üstünlük ve aç gözlülük peşinde olmaması, aksine, hedefinin Allah olması, yol azığının ibadet ve kılavuzunun Allah muhabbeti olması gerektiğine inanıyordu.
On dört masuma karşı, özel bir hayranlık ve muhabbeti vardı, onlardan birinin adı anıldığı zaman, yüz ifadesi, edep ve tevazu hali alırdı. İmamı Zaman'a (a.f) karşı özel bir muhabbeti vardı. Onların makamını, sanılanın üzerinde, melekuti (ilahi, gayble ilgili) kabul eder, sire ve tarihlerini çok iyi bilirdi.
On dört masum hakkında sorulan sorulara karşı, öyle bir beyan ve açıklamada bulunurdu ki, insan zannederdi sirelerini aynı gün okumuş da gelmiş.
Yaz aylarında İmam Rıza'yı (a.s) ziyaret etmeyi görev haline getirmişti. Yaz mevsimini orada geçirir, zorunlu durumlar dışında, mukaddes beldeleri diğer yerlere tercih ederdi.
Meşhed'de bulunduğu zaman her gece İmam Rıza'nın (a.s) türbesini ziyaret eder, münacatta bulunurdu.
Kendisine, Meşhed dışında havası suyu güzel olan Tarkube ve Cağerk gibi yerlerde kalıp, ara sıra ziyaret için Meşhed'e gitmesi önerildiğinde, kabul etmez ve şöyle derdi: "Ben, İmam Rıza'ya (a.s) sığınmışım, başka yere gitmem."
Kur'anı Kerim'e karşı büyük bir huzu ve huşusu vardı. Ayetleri genelde ezberden okur, ayetlerin yer ve numarlarını çeşitli surelerde gösterir ve de birbirine uygun ayetleri çıkarırdı. Merhumun, Kur'an üzerine bahis ve tartışma toplantıları, hayli içerikli ve ilgi çekiciydi.
ÜSTADIN GEÇİM DURUMU
Soy silsilesinden belli olduğu üzere, İran'ın Azerbaycan bölgesinin tanınmış, ünlü ve saygın ailelerindendi. Kendisi ve kardeşinin çocukluktan beri geçim kaynağı, Tebriz'in Şadabad köyünde bulunan, babadan kalma tarlaydı. Yazılarından da anlaşıldığı üzere Tebriz'de iken çiftçilikle uğraşıyormuş. "Tevhid", "İnsan", "Vesait" ve "Velayet" adlı risalelerini de Şadabad köyünde yazmıştır.
Kendisi derdi: "Bu tarla, 270 yıldan beri babadan oğula geçen, çiftçilik yoluyla tek geçim kaynağımızdır."
İmam (a.s) hissesinden[3] faydalanmadığı için çiftçilik gelirinden de yoksun olsaydı, durumu sade bir talebeninkinden de aşağı olurdu. Çünkü diğer talebeler, şehir veya köylerinden bir gelir kaynakları olmasa bile, en azından İmam hissesinden yararlanıyorlar. Çiftçilik geliri ise üstad'ın, ancak asgari düzeydeki gerekli ihtiyaçlarını karşılıyordu.
Evet, ilim ehli, eskiden beri bu zorluklarla karşı karşıya bulunmuş menevi aleme doğru bir pencere açmak ve Allah'a doğru bir yol bulmak istemişlerdir.
Hz. Ali (a.s):"Ey kumeyl, ilim maldan hayırlıdır; ilim seni korur, malı ise sen korursun. Mal vermekle azalır, ilim öğretmekle çoğalır. İlim hakimdir, mal mahkum. (İlimle mal hakkında karar verilir.)"

Nehcül Belağa, kısa hikmetler: 147
1 Tarık/13.
2 Fussilet/41, 42.
3 Şia'da humus ikiye bölünür. Yarısı seyyidlerin, yarısı da İmam'ın (a.s) hissesidir ki, bu zamanda şartları haiz müçtehide verilmelidir. Müçtehidler bunu, genelde dini medreselerdeki alim ve talebelerin geçimini sağlamak için harcarlar.
Sayfa: 102
9
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

BAZI ŞİÂ TEFSİRLERİNİN TANITIMI
"NURÜS SEKALEYN" TEFSİRİ
Değerli ve faydalı eserlerden olan ve hadis nakli şeklinde yazılan tefsirlerden biri de "Tefsiri Nurüs Sekaleyn"dir. Yani yazar, toplayabildiği ilgili hadisleri ayetlerin altına getirerek ayetin tefsiri olarak yazmıştır. Hadisler bazen birbiriyle çelişmektedir. Buna rağmen bu ve başka hususlarda müfessir görüş belirtmemiştir.
Yazdığı küçük bir önsözde, bu tefsiri yazma sebebini şöyle açıklamaktadır:
"Ben, Kur'anı Kerim'in tefsirinde çeşitli yolları seçip vahyin nuruyla nurlanarak bu ilâhi kitaba hizmet edenleri gördüm. Bazıları sadece lügatların manalarını açıklamış, bazıları edebiyatla ilgili konuları tahriç etmiş, bazıları ise sadece akâid konularına yönelmişlerdir. Ama bir grup müfessir, ona çeşitli görüş açılarından bakmışlardır. Ben ise bazı ayetlerin altında "Ehlüz Zikr" (Zikir ehli) ve Allah'ın yeryüzündeki seçkin kulları olan Ehli Beyt İmamlarının (a.s) sözlerini yazmaya karar verdim. Bu sözler tevilin sırlarını keşfeder. Bazen ulemanın icmasına muhalif olan hadisleri de nakletmem, kendi inancımı sunmak için değildir. Çünkü bu gibi hadislere göre amel etmemekteyim. Bu hadisleri, sadece aydın okuyucuların nasıl nakledildiklerini ve kimin tarafından nakledildiğini görüp, bu değerli eserlerin tevilini bulmaları ve diğer hadislerle karşılaştırarak uygun mânâlar çıkarmaları için naklettim. Bu yüzden, zahirde birbirine zıt olan hadisleri dahi naklettim."[1]
Bu tefsirin değerli müellifinin açıklamaları, onun hadisler hakkındaki derin bilgisini göstermektedir. Anlaşıldığı üzere o bu çalışmalarıyla, bu araştırmacılara büyük bir hadis kaynağı sunmak istemiştir. Ve nihayet onun çalışmaları sonuca ulaşmış ve bu küçük önsözünde, okuyucuları hadisleri inceleme, eleştirme ve değerlendirmeğe çağırmıştır.
Merhum Şeyh Hürri Âmili, bu tefsir hakkında şöyle buyurmuşlardır:
"Dört ciltlik Kur'an tefsiri olan Nurüs Sekaleyn, dikkatle düzenlenmiş değerli bir çalışmadır. Çünkü ayetlerin tefsirini Peygamber (s.a.a) ve İmamlardan (a.s) ulaşan hadisleri, birçok hadis kaynağından toplamış ve bunun dışında hiç bir şey nakletmemiştir."[2]
"Ravzât" kitabının yazarı ise şöyle buyurmaktadır:
"Nurüs Sekaleyn tefsiri, zarif, muhkem, güvenilir, ayetlerin te'vil ve tefsirinde İmamiye kanalıyla ulaşan hadislerin birçoğunu kapsayan bir kitaptır. Anlaşıldığı kadarıyle bu kitabın yazarı, hadis külliyatları içinde dağılmış en cüz'i hadisleri dahi toplamaktan kaçınmamıştır."[3]
Allâme Tabâtabâi, bu tefsire yazdığı küçük önsözde şöyle yazmaktadır:
"Değerli bir eser olan bu kitabın müellifi, ayetlerin tefsiri hakkındaki dağınık hadisleri toplamış ve Ehli Beyt'ten (a.s) ulaşan hemen hemen tüm hadisleri getirerek, hadislerin düzenlenmesi, kaydedilmesi ve kaynaklarının belirtilmesi konularında görevini gerektiği şekilde yerine getirmiş, bu sahada büyük çaba harcamıştır. Doğrusu bu eser, zaman süreci içerisindeki araştırmacıların çalışmalarından bu dalda bize kalan en değerli eserlerden biridir."[4]
Kitabın değerli müellifi, kısa bölümünü yukarıda iktibas ettiğimiz önsözünden sonra tefsire başlamıştır. Ayetlerin tefsirindeki hadisleri sunmadaki üslubu şöyledir: Söz konusu sureyi okumanın sevabı ile ilgili hadisleri naklettikten sonra ayetlerin tefsiri ile ilgili hadisleri, ayetlerin kendisini yazmadan zikreder. Merhum Şeyh Ağa Buzurg, bu tefsiri överken şöyle kaydeder: "Ayetlerin metnini yazmaması, onunla ilgili hadisleri bulmayı zorlaştırmaktadır." Ve gerçekten böyledir de. Ama onun baskısı hakkındaki açıklamamızda, bu sorunu çözmek için düzenlenen bir fihristten bahsedeceğiz.
"Nurüs Sekaleyn" tefsiri, Hicri 1383 yılında Haşim Resulîi Mehellati'nin çabalarıyla, üç asıl metnin karşılaştırılıp, müellifin getirdiği hadislerin kaynakları ile tatbik edilmesi esâsı üzerine tashih edildikten sonra beş cilt halinde bastırılmıştır. Bu muhterem araştırmacı, hadislerdeki bazı lügat ve kelimelerin açıklanması için altyazılar hazırlamış, ayrıca her cildin sonunda ayetlerin ve altındaki hadislerin yerini, kaynağını açıklayan bir fihrist sunmuştur. Kitabın metninde ayetler yazılmadığından dolayı, bu fihrist çok önemli ve faydalıdır. Merhum Allâme Tabatabai de bu baskıya kısa bir önsöz yazmıştır.
"NURÜS SEKALEYN"İN YAZARI
O, Hicri 11. yüzyılın büyük âlim, muhaddis, edip ve ilim adamlarından biridir.
Merhum şeyh Hürril Âmili onun hakkında şöyle yazmaktadır: "O, fazıl, fakih, muhaddis, güvenilir, takvâlı, edip, şair, geniş ve kapsamlı ilim sahibi bir âlimdir."[5]
O, "Hüveyz" âlimlerinden olup, "Şirâz" şehrinde yaşamıştır.
O, zamanın İslâmi ilimler havzasının seçkin müderrislerinden olup çok sayıda talebe yetiştirmiştir.
Talebelerinden biri "Merhum Seyyid Nimetullah Cezâyiri"dir. Elimizdeki mevcut kaynaklar onun tahsili, tedris dönemi ve hayatı hakkında daha fazla bilgi vermemektedir. İlk biyografı eserlerinden "Riyâzul Ulemâ" ve diğer birçok kaynakta onun sadece adı getirilerek, yukarıda değindiğimiz vasıflarla övülmüş ve bazı eserlerine değinilmiştir. Elimizdeki kaynaklarda, onun vefat tarihine değinilmemiştir. Sadece Resuli Mehellâti onun vefat tarihini Hicri 1112 olarak belirtmiştir.[6]
"TEFSİRUL KUR'ÂNİL KERİM"
Kur'an'ın bazı ayet ve surelerinin tefsirini kapsayan bu eser derin manaları ihtiva etmektedir. Hicri 11. yüzyılda, Kur'an tefsiri ve Kur'an ilimleriyle ilgili eserlerin tedvini, çeşitli boyutlarda yaygınlaşmıştı. O yüzyılda bu dalda yayımlanan eserler ve Şia tefsirlerinin içerisinde Molla Sadrâ'nın tefsiri, diğer eserlerinde de olduğu gibi seçkin bir mevkiye sahiptir. Molla Sadrâ'nın tefsiri, Kur'ânın tümünün tefsirini kapsamamaktadır. Çünkü o başlangıçta Kur'an'ın tümünü tefsir etmeyi düşünmüyordu. O, önce kendi üslubunca, bazı ayetlerin tefsirine başlamış zamanla Kur'an'ın tümünü tefsir etmeye karar vermiştir. Secde suresi tefsirinin başlangıcında şöyle yazmaktadır:
"Bazı surelerin kapsadığı sırları çözmekle bazı ayetlerin mânalarını açıkladık. Şimdi ise alimlerin eşi benzerini görmediği derin manalar ihtiva eden kapsamlı bir tefsir yazmak istiyorum..."[7]
Merhum Molla Sadrâ, tefsire başlamadan önce tefsir risaleleri yazmıştı. Bu kararıyla birlikte tefsire giriş babından yazmış olduğu önsöz "Mefatihul Gayb" adındaki kitaba dönüşmüştür. O bu kitapta Kur'an tefsirinde önem verdiği genel hatları ve kendisinin bu konudaki düşünce temellerini ortaya koymuştur.
Daha sonra Kur'ân'ın tümünü kapsayan bir tefsire başlamış, Fatihâ Suresinden Bakara Suresinin 65. ayetine kadar devam etmiştir. Ancak tefsirini tamamlamak için ya fırsat bulamamış, ya da yazdıkları bize ulaşmamıştır. Bu tefsir bahislerinin tümü uzun bir sürede ve "Sadrul Müteellihin" diye tanınan Molla Sadra'nın diğer telifleri ve çalışmaları esnasında kaleme alınmış ve yaklaşık 25 yıl sürmüştür. Bunun için çeşitli bölümlerde bazı tekrarlara rastlanmaktadır. Meselâ Cuma Suresinin tefsirinde namaz hakkında birkaç sayfa yazmasına rağmen aynı açıklama Bakara Suresi tefsirinin başlangıcında da tekrarlanmıştır. Bu gibi örneklere sık sık rastlanır. Öte yandan geçen bu uzun sürede Molla Sadra çeşitli fikri ve toplumsal dönemler geçirmiştir. Bu yüzden yazılarında çeşitlilik görülür. Ama araştırma ve fikri çalışmasının temelini oluşturan "ilâhi felsefe" ekolü tüm risâlelerine hakimdir. Hamd ve Bakara Surelerinin tefsirinde irfâni konuları açıklamakta ve tefsir üslubunun temelleri böylece açıklığa kavuşmaktadır. Halbuki bu konulara ilk yazılarında daha az rastlanır.
TE'LİF ÜSLUBU
Merhum Molla Sadrâ'nın tefsir konusunda kendine özgü bir üslubu vardır. Önce diğer tefsirlerde olduğu gibi lügatların anlamı, hareke ve kıraatlerdeki ayrılıklara değindikten sonra, âlimlerin ve müfessirlerin konuyla ilgili görüşlerini kısa ve öz bir şekilde nakletmektedir.[8]
Bazen bu görüşleri inceleyip eleştirir, sonunda kendi görüşünü belirterek delillerini sunmak suretiyle görüşünü vurgular.
Bu değerli tefsirin nurâni sayfalarında, derin akli bakış ve irfâni zerafet çok çekici kelimlerle birleşmiş, ayetlerin içeriği ve hadislerle süslenmesi ile kapsamlı bir tefsir meydana gelmiştir. Müellifin en çok üzerinde durduğu konu "Tevhidi maarif"dir. O, bu sahaya girdiğinde uzun uzadıya bahisler etmekte, çeşitli bölümlerde kalemi engelleyerek sözü fazla uzatmaktan çekindiğini hatırlatmaktadır.
Lügat, kıraat ve edebi noktalarda daha çok "Mecmaul Beyan" ve Fahri Razi'nin "Mefatihul Gayb" tefsirinden istifade etmiş, İslam kültürünün çesitli fikir akımları ve görüşlerinin naklinde Şehristani'nin "elMilelü ven Nihal" kitabına müracaat etmiştir. Hitabî konuları da Gazali'nin "İhyau Ulumid Din" kitabından yararlanarak düzenlemiştir.
Konuların yerleştirilmesinde gerekli tertip ve düzen mevcuttur. Önce lügatların manası ve edebi noktalar ve sonra ayetlerin tefsiri gelmektedir. Tıpkı diğer tefsirlerde olduğu gibi. Daha sonra yavaş yavaş derin felsefi ve irfani konuları; "Hikmeti Arşiyye", "Kâideyi Maşrikıyye", "İşareti İfraniyye" başlıkları altında yazmış ve hatta bazen daha dakik konuları fikri seviyesi düşük olanların fitne ve dalâletine neden olmamak için yazmadığını hatırlatmıştır. Bazen de kelimelerin, o yüce mânâları sunmağa gücü yetmediğinden yakınarak şöyle der:
"Mânâlar asla harfe sığmaz.
Denizler asla kaba sığmaz."
Bu merhalede, âriflerin idrak edip serdettikleri sözlere uygun konulara değinmekte, bazen onların sözlerini aynen nakletmektedir. Ancak o bu konuları taklitle değil, irfâni şühudu ile idrak etmeye muvaffak olmuştur. Bil­âhare onun tefsir çalışmasındaki üslubu "ilâhi felsefe"dir. Yani bazı irfâni konuları ve gerçekleri, delil ve burhan ile ispatlayıp açıklamaktadır. O, bu yöntemden uzaklaşmamak suretiyle irfâni konuları akli delillerle birleştirerek sunmuştur. Bu yüzden onun tefsiri, bu yönüyle de "Tevilâtı Kaşâni" gibi diğer irfani tefsir kitaplarından farklıdır.[9]
Molla Sadrâ'nın görüş, fikir ve felsefesine âşinâ olan değerli üstad Seyyid Celaleddin Âştiyani bu tefsir hakkında şöyle yazmaktadır:
"Bu tefsiri Molla Sadrâ; Fatiha Suresi, Bakara Suresinin büyük bir bölümü, Nur Ayeti ve Yâsin, Vakia, Hadid, Cumâ, Secde, Târık, Â'lâ, Zilzal, Duhâ, Talâk sureleri ile birkaç ayetin tefsiri olarak yazmıştır. Bu tefsirde, müfessirlerin görüşlerine ve Ehli Beyt'ten naklolunan hadislere bazı yönlerden itirazlar vardır. Birtakım araştırmadan sonra, irfan ve felsefenin temellerine ulaşıldığı görülür. Bu kitap, mebde, meâd ve hakiki maarif hakkındaki asıl konuları kapsamaktadır. Molla Sadra'nın irfani fikir ve görüşleri, tefsirinin önsözünde belirtildiği üzere, tefsirle ilgili derin manalarda kendini göstermektedir.
Molla Sadrâ'nın özellikle "Fatiha suresi tefsiri" eşsiz bir eserdir. Bu tefsirin bir bölümünü "Kum" şehrinde yazmıştır. Bakara Suresindeki "Âyetel Kürsi"nin tefsirine başlamadan önce şöyle yazmıştır: "Sadruddin adıyla tanınan bu hakir kul Muhammed der ki: Şiraz'da dünyaya gelip, Kum'da yaşadım."
Ahund Molla Ali Nuri, bu kitabın bazı bölümlerinde dakik ve zarif açıklamalarda bulunmuş ve bu tefsiri Hicri Kameri 1322 yılında Tahran'da bastırtmıştır.
Ayetlerin mânâsını verirken diğer tefsirlerde de gelenek olduğu üzere "Beyzâvi" tefsirine sık sık başvurmuş ve müfessirlerin görüşlerini aktarmak bakımından bu tefsir edebi, irfani, felsefi ve diğer tefsirler arasında kendine has seçkin bir mevkiye sahiptir.
Molla Sadrâ'nın tamamlanmamış ama değerli tefsiri; kapsamlılık, sağlam delil getirmek, derin bakış, beyandaki zarâfet, alim ve araştırmacı gözüyle tahkik gibi yönleriyle, tefsir çalışmaları dalında büyük bir inkılâp sayılır.
BU TEFSİRİN BASKILARI
Molla Sadrâ'nın tefsiri, Hicri 1322 yılında Ahund Molla Ali Nuri'nin açıklamalarıyla birlikte Tahran'da bastırılmıştır. Bu baskı, Hamd Suresi, Bakara Suresinden bir bölüm (Âyetel Kürsi) ve Nur Ayetinin tefsirini içermektedir.
Kitabın bu baskısından sonra, Seyyid Abdullah Fatımi'nin tashihiyle tefsirin yeni dizgisi yapılarak birinci cildi Hamd Suresi ile Bakara Suresinden bir bölümü ihtiva etmekte olup Hicri Kameri 1352 yılında yayımlanmış, öteki kısımlarının yeni baskısı yapılmamıştır. Bunun üzerine değerli araştırmacı Muhsin Bidârfer, bu tefsirin kaynaklarını inceleyip araştırdıktan sonra tefsirin baskısına gereken dikkatle başlamış ve tefsirin tümünü 7 cilt halinde yayımlamıştır. 13. ciltler Fatiha Suresi ile Bakara Suresinin 65. ayetine kadar, 4. cilt Âyetel Kürsi ve Nur Ayeti, 5. cilt Yâsin Suresi, 6. cilt Secde ve Hadid Sureleri, 7. cilt Vakıâ, Cumâ, Târık, Â'lâ ve Zilzal Surelerini kapsamaktadır.
Bu yedi ciltlik ofset baskı, dikkatle ve cazip bir şekilde düzenlenmiştir. Bu muhterem araştırmacı, dipnotlarda çeşitli görüşlerin ve hadislerin kaynaklarını yazmış, bazen metindeki konular ve kavramlar hakkında açıklamalar yapmıştır. Her cildin sonunda verilen ayetler, hadisler, şahıslar, konular ve ayrıca ıstılah ve lügatlar fihristlerinin ne kadar faydalı ve kullanılır olduğu ilim ehline gizli değildir.
Bunun dışında bu araştırmacı, birinci cildin başında Molla Sadrâ'nın hayatı, fikri boyutları, eserlerinin fihristi ve tefsirdeki üslubu ve diğer birçok faydalı konuları kapsayan uzun ve değerli bir önsöz yazmıştır.
Bu baskıda her cildin sonunda Molla Ali Nuri'nin açıklamaları da mevcuttur.
TEFSİRİN YAZARI
Büyük İslam filozofu Molla Sadrâ (Sadrul Müteellihin)'nın hayatı ve ilmi şahsiyetiyle ilgili olarak yukarıda kısaca durmuş ve hayatını yazan kaynaklara değinmiştik. Şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz.
1 Nurüs Sekaleyn, c.1, s.2.
2 Emelül Amil, c.2, s.154.
3 Ravzatül Cennat, c.4, s.213.
4 Nurüs Sekaleyn, c.1, önsöz.
5 Emelül Amil, c.2, s.154.
6 Daha fazla bilgi için bkz. Riyazul Ulema, c.3, s.147; Ravzatul Cennat, c.4, s.213; Emelül Amil, c.2, s.154; EzZeria, c.14, s.43; Reyhanetül Edeb, s.3.
7 Tefsirul Kur'anil Kerim, c.6, s.6.
8 Aynı kaynak, c.6, s.141.
9 Aynı kaynak, c.4, s.161166.
10
EHL-I BEYT MESAJI EHL-I BEYT MESAJI

İSLAM'DA MUT'A
Abbas KAZİMİ
İslam dininin nurlu ve önemli öğretilerinden birisi de neslin türemesi, türün bekası ve toplumun fesat ve bozukluktan korunmasını amaçlayan nikâhtır ve nikah iki kısma ayrılır:
1 Daimi nikâh: Bu, boşanma veya iki çiften birinin ölmesi ile sona eren süresiz evlenmedir.
2 Geçici nikâh: (Mut'a nikâhı): Bu, şartlı ve belli bir süre için evlenmedir. Buna "muvakkat nikâh" da denir.
Mut'a nikâhı; erkekle kadının nikâhta belirlenen ücret karşılığında muayyen bir süre için evlenmeleridir. Belirli sürenin bitmesi yahut kocanın kalan süreyi bağışlamasıyla nikâh kendiliğinden ve talak verilmesine ihtiyaç kalmadan iptal olunmuş olur.
Bu iki çeşit nikâhın ortak ve farklı yönleri vardır.
Ortak Yönler
1 Ücret: Her iki nikâhta da bir miktar mehir şarttır. Ancak mehrin mut'a nikâhında akıd içerisinde zikredilmesi şarttır; aksi takdirde nikâh bâtıl olur. Dâimi nikâhta ise bâtıl olmaz ama onun yerine kadının emsali olan diğer kadınların mihir miktarı tayin edilir.
Ayetullah Şehid Mutahhari ve Allame Cafer Murtaza Amili'nin eserlerinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
2 Her iki nikâhla mahremlik vücuda gelir ve dolayısıyla her iki nikâhta da kadının annesi ve kızı kocasına ve kocanın babası ve oğlu kadına mahrem olur.
3 Başkalarının, dâimi nikâhla evlenen kadını istemeleri haram olduğu gibi mut'a nikâhıyla nikâhlanan kadını da istemeleri haramdır.
4 Daimi nikâhla evlenen kadınla zina yapılması ebedi haramlığa yol açtığı gibi mut'a edilen kadınla da zina yapılması ebedi haramlığa neden olur.
5 Her iki nikâhta da kadının ikinci bir evlilik için iddetinin bitmesini beklemesi lâzımdır. Dâimi nikâhta bekleme süresi, üç defa âdet görmesi, mut'a nikâhında ise iki defa âdetten temiz olması veyahut en azından 45 gün beklemesidir.
6 Daimi nikâh ile alınan kadında olduğu gibi mut'a edilen kadının da kız kardeşi evli olduğu süre içerisinde onunla evlenen erkeğe haramdır.
7 Her iki nikahta da evlat babasına mülhaktır. Dolayısıyla da babasından miras alabilir.
8 Her ikisinde de akıd okunurken eşlik anlamını sarih bir şekilde ifade eden lafızların kullanılması şarttır. Örneğin kiralama veya satmayı ifade eden lafızlarla akıd okunursa batıl olur.
Kısacası daimi nikâhtaki delille istisna edilen bazı hükümler dışında bütün hükümler muvakkat nikâhta da sözkonusudur.
Daimi Nikâhla Mut'a Nikâhının Farkları
1 Süre: Daimi nikahta boşama sözkonusu olmadığı takdirde nikâh ebedidir. Mut'a nikâhında ise nikâh süresi eşlerin her ikisinin anlaşmasına bağlıdır.
2 Daimi nikâhta eşler birbirinden miras alırlar. Mut'ada ise hiçbirisi diğerinden miras alamaz.
3 Mut'a nikâhında eşler bazı konularda özgürdürler. Yani o meselelerde bir taraf diğerini mecbur etme hakkına sahip değildir:
a) Daimi nikâhta nafaka, yani kadının elbisesi, evi, sağlık hizmetleri ve günlük zaruri masrafları erkeğin üzerinedir. Ama mut'a nikahında eşlerin anlaşma şekline bağlıdır. Kadın, masrafları erkeğin üstlenmesini kabul etmeyebilir ve erkek de masrafları üstlenmeyebilir.
b) Daimi nikâhta, erkek ailenin büyüğü ve sözü geçerli olanıdır, ama mut'ada iki tarafın anlaşmasına bağlıdır.
c) Daimi nikâh ile alınan bir kadın kocasının rızası olmadan hamilelikten kaçınamaz; mut'a nikâhındaysa kadının da razı olması şarttır. Yani her iki tarafın rızası lazımdır.
Mut'anın İçtimai Yönden Tahlili
Bu tür nikâhın gerekliği ve geçmiş zamanla şimdiki zamanın arasında bulunan fark nedir?
İnsan, var oluşuyla birlikte cinsel ve şehvet sorunuyla karşı karşıyadır. Şehvet duygusundan kaynaklanan sorunlar, insanın buluğ çağına ermesi ile daha da büyür. Özellikle de şimdiki zamanda büyük bir sorun oluşturmaktadır. Zira şimdiki zamanda, aile teşkil etme gücüne sahip olma ve diğer bir tâbirle toplumsal olgunluk ile doğal olgunluk arasında uzun bir zaman zarfı vardır. Bu gün tahsil eden genç bir erkek ve kız ancak 30 yaşlarına yakın bir zamanda toplumsal olgunluğa erişirler. 25 yaşlarında tahsilini bitirenler, 45 yıl sabit gelir kaynağı bulma ve evliliğe hazırlık peşinde koştururlar. Daimi nikâh her iki tarafa, ağır ve büyük mes'uliyetler getirdiğinden, bu tür nikâha hazır olan kız ve erkek pek nadir bulunur. Böylece doğal büluğ (erginlik) ve olgunluk çağında evlenmeye hazır olan erkek ve kız pek bulunmaz. O halde Allah'ın, neslin türemesi ve neslin bekâsı için vermiş olduğu bu duygu ve içgüdünün nasıl tatmin edilmesi gerektiği sorunu ortaya çıkıyor. Burada bu büyük sorunun çözümü için dört çözüm ve kurtuluş yolu önerilebilir. Seçimi sizlere bırakıyoruz.
Çözüm Yolları
1 Geçici ruhbanlık:
Acaba bu çözüm yoluna güvenilebilir mi? Gençlerden bunu yapmalarını isteyebilir miyiz? İstesekte kabul ederler mi? Faraza kabul etseler de ruhbanlıktan doğacak ruhi ve cismi etkiler ve hastalıklara ne yapmalıyız? Bu günkü psikoloji ilminde cinsel içgüdü tatmin edilmediği takdirde birçok tehlikeli ve ağır etkilerin meydana geleceği açıklanmıştır.
2 Cinsel ortaklık ve mutlak serbestlik:
Yani hiçbir kadının herhangi bir erkeğe sınırlı kalmaması. Bildiğimiz gibi bütün milletler, cinsel ortaklıktan kaçınmışlardır. Cinsel ortaklık kadın ve erkeğin tekelci ruhuna ters düşen bir şeydir. Bu çözüm yolu, birçok ruhsal ve cismi hastalıklara ve yine insanların soysuzlaşmasına ve soyların karışmasına neden olur.
3 Batının önerdiği çözüm yolu:
Yani belirli fertler için devletin yönetimi altında belirli merkezlerin oluşturulması, yani fuhuş evlerinin açılması. Bu çözüm yolu, evvela toplumu ahlaki yönden çökertecektir; ikinci olarak bu çözüm yolu, sadece erkeklerin sorununu halledebilir, ama kadınların sorununu çözemez.
4 İslam dininin önerdiği, belli bir süre için mut'a nikâhı.
Batının önerdiği yol doğru olmadığı için Batı bilginlerinden Russel, kendi kitabında "tecrübe için evlilik" ünvanı altında bir fasıl açıyor ve mut'a nikâhına benzer bir evliliği öneriyor. Muvakkat evlilik birinci derecede kadını tek bir erkekle ilişki kurmaya zorlar. Bu nikâh yalnız tahsil edenler için olmayıp diğer birtakım durumlarda da ondan yararlanılabilir. Mesela birbirleriyle daimi nikâh yaptırmak isteyen erkek ve kadın, ilk önce deneme için muvakkat nikâh yapabilirler. Muayyen vakit zarfında birbirleriyle uyum sağlar ve birbirlerine güvenirlerse ilişkilerini sürdürürler. Aksi takdirde hiçbir sorun çıkmadan ayrılırlar.
Mut'a Nikâhına Yöneltilen Eleştiriler Ve Cevapları
1 Mısırlı Ahmed Emin (Duhal İslam, c.3, s.259) diyor ki: "Evliliğin daimi olması gereklidir. Evliliğin en üstün örneği, bir erkek ve kadının her zaman için kendilerini birbirlerine bağlı bilmeleridir. Ayrılmak zihinlerinden bile geçmemelidir. Mut'a nikâhı ise iki zevcin arasında sabit bir bağ oluşturamaz."
Cevap: Evliliğin devamlılık üzerine kurulması herkes tarafından beğenilmiş ve doğru bir şey olduğu da açıktır. Bu eleştiri mut'a nikâhının, daimi nikâhın yerini alması istenildiği zaman geçerlidir. Halbuki mut'a nikâhı, insanın daimi nikâha imkânı olmadığı zaman, ruhbanlığa ve cinsel ortaklık kuyusuna düşmesin diye teşri olunmuştur.
2 İnsan, bu tür nikâhtan (hatta bunu helal bilen şiiler bile) nefret eder.
Cevap: Bu nefret etmenin nedeni mut'a nikâhından hevesine tabi olan insanlar tarafından yapılan sui istifadelerdir. Kaldı ki, bu tür evliliğin de daimi nikâh gibi kabul görmesini beklemek yersiz bir beklentidir.
3 Mut'a nikahı, kadının haysiyetiyle oynamaktır. Çünkü bir nevi kadının kiralanmasına ve satılmasına cevaz vermektir. Kadının erkekten aldığı ücret karşılığında bütün vücudunu ona teslim kılması kadının haysiyetine aykırıdır. Bu gibi nikâh birçok kadının fasit erkeklerin heveslerine kurban olmasına neden olur.
Cevap: Bu soru bütün sorulardan daha ilginçtir. Evvela: Muvakkat evliliğin kiralık ve satlık olmakla hiçbir ilgisi yoktur. Müddetin muayyen oluşu, bu tür nikâhın evlilik şeklinden çıkıp satlık ve kiralık olma şekline girmesine sebep olmaz. Fakihler, mut'a nikâhının da evliliği ifade eden özel kelimelerle yapılmasının gerekli olduğunu, satış ve kiraya ait lafızlarla okunursa batıl olacağını söylemişlerdir.
Saniyen: nikahın ücret karşılığında olması, kadının kiralık insan olmasına neden oluyorsa, öyleyse bütün işçiler, terziler, doktorlar teknisyenler, hatta bir ülkenin cumhurbaşkanı bile kiralık insanlardır. Çünkü hepsinin çalışmaları ücret karşılığındadır.
Üçüncü olarak: Bu tür nikâhtan yararlanmak sadece erkeğe mahsus değildir. Gerçekte bu istifadede kadın ve erkek eşittirler.
Dördüncü olarak: Neden bu itiraz, daimi nikâta da edilmiyor? Daimi nikâh daha kolay sorgulanabilir. Çünkü daimi nikâhta kadın, erkeğin sözünden çıkamaz. Ama mut'ada kadın serbestdir. Bu iki tür nikâhın hiçbirisinde kadın satlık değildir. Kiralık kadınları Avrupada, gazinolarda, hotellerde ve film kampanyalarında aramak gerekir.
Beşinci olarak: Bir kanundan sui istifade edilmesi, o kanunun gerçersiz kılınmasına sebep olmaz. Zira dünyada kötüye kullanılmayan hiçbir kanun yoktur.
Altıncı olarak: Sui istifade edilmek bir kanunun doğru veya yanlış olmasına delil gösterilmez.
Yedinci olarak: Bu kanunun kaldırılmasıyla sui istifadelerin önü alınamaz.
4 Mut'a nikahı, bir nevi eş sayısının çoğalmasına cevaz vermektir. Çok sayılı evlilik kınandığına göre muvakkat nikâh kınanmış olmaz mı?
Cevap: Evvala, çok sayılı evlilik kınanmaya layık bir evlilik türü değildir. Bilakis, kadının haklarından birisidir. Bu konuda Şehid Murtaza Mutahhari'nin "Kadın Hakları" adlı kitabına müracaat ediniz.
Saniyen, öyleyse daimi nikâhta da birden fazla evliliğin haram olması gerekir. Halbuki dört kadınla evlenmek Kur'an'ın nassına göre helaldır. Bundan başka talak verip yeniden evlenmenin de haram olması gerekir.
5 Mut'a nikâhının zinayla hiçbir farkı yoktur. Bu da zaruret halinde helal kılınan bir nevi zinadır.
Cevap: Zinada nikah okunması ve kadının iddetini beklemesi yoktur. Ama mut'a nikahında, nikah okunması ve iddetin beklenilmesi lazımdır. Zinadan olan çocuk, babasına ait değildir ve miras hakkı yoktur. Ama mut'a nikahında çocuk babasına aittir ve miras hakkı vardır. Bunların yanısıra eğer mut'a nikahı zina olsaydı Sadrı İslam'da teşri olunmazdı.
6 Zinadan amaç şehvet duygusunu gidermektir. Ama nikahtan amaç, neslin çoğalması ve türün bekâsıdır. Hal böyleyken mut'a nikahından amaç da şehvetin tatmini olduğu için zina sayılmaz mı?
Cevap: Eğer mut'a zina kategorisine giriyorsa neden Sadrı İslam'da mübah edildi? İkinci olarak, mut'ayla nesil türemesi arasında herhangi bir zıtlık yoktur. Üçüncü olarak, daimi nikahta zikredilen neslin türemesi ve neslin bekâsı konusu, nikahın hikmetidir, onun asıl nedeni değildir. Eğer hikmet değil de neden sayacak olursak, "akıra" yani doğum yapmayan kadınla evlenmenin haram olması gerekir ve yine doğum kontrolü de haram olmalıydı.
7 Kadın, mut'a nikahında bir yerden bir yere intikal eden metaya benzer. Çünkü devamlı bir erkekten diğer bir erkeğe intikal ediyor.
Cevap: Öyleyse daimi nikahta da talak haram olmalıdır, özellikle de eğer talak tekrarlanırsa, bilhusus Ehli Sünnet kardeşlerimiz gibi boşanmayı kolay bir şey sayıp bir defa "Enti tâlikun selasen" demeyi üç kez boşanma olarak kabul edersek.
8 Mut'a nikahı sürekli olmaması nedeniyle ileride dünyaya gelecek çocuklar için uygun olmaycak bir aile yuvasına yol açar. Doğacak çocuklar kendilerini seven bir baba ve yuvasına bağlı bir anneden mahrum kalırlar. Bu da mut'anın doğuracağı kötü ve vahim sonuçlardan birisidir.
Cevap: Eşler, mut'a nikahında çocuğun olmasından sakınabilirler. Özellikle günümüzde doğum kontrolüyle bu mesele tamamen halledilmişdir. Eşler çocuk yapmak isterlerse, çocukların terbiye ve bakımını üstlenmelidirler. Bu çocuklarla daimi zevceden dünyaya gelen çocuklar arasında hiçbir fark yoktur. Anne ve babanın bu vazifeden kaçınması halinde kanun müdahale eder ve talak durumunda olduğu gibi, ebeveyni kanuni mes'uliyyetini üstlenmeye zorlar.
9 Geçici nikahı caiz bilmek, zımnen haremliğin kurulmasına da müsaade etmek manasına gelir ki, bu da batı karşısında doğulu için utanç verici bir olay ve önemli bir zaaf noktasıdır. Bunun da ötesinde, şekli ne olursa olsun muvakkat evlilik ahlak ve medeniyete aykırı ve toplumsal çöküşe sebep olan şehvetperestlik ve nefse kulluk etmeyi caiz görmektir. Aynı ifadeler birden fazla kadınla evlenme konusunda da söylenilmiştir.
Cevap: Bu meseleye iki açıdan yaklaşmak gerekir:
1 Haremliğin ortaya çıkmasına sebep olan içtimai unsurlar nelerdir ve mut'a nikahının bu konuda bir etkisi olmuş mudur?
2 Mut'a nikahının teşriinden maksat, bazılarının şehvetini tatmin ve nefsani arzularını gidermek midir? Haremliğin İçtimai Nedenleri
Sözkonusu olay, iki temel faktörün el ele vermesiyle ortaya çıkmıştır.
1 Kadının iffet, takva ve namusunu koruması. Belli bir erkeğe ait bir kadın başka bir erkekle gayri meşru ilişkiye girmeye hakkı yoktur. Böylece eğlence düşkünü şehvetperest ve zengin bir erkek, nefsani arzularını gerçekleştirebilmek için bazı kadınları etrafına toplayıp haremlik kurmaktan başka yolu olmadığını görmüştür. Kadının iffet, takva ve namusunu koruması olmasaydı ve erkekler istedikleri zaman istedikleri kadınla ilişki kurabilselerdi, bu tür erkekler uçsuz bucaksız haremlik kurma zahmetine katlanmazlardı.
2 Sosyal adaletin olmayışı. Pek çok erkek evlenme imkanından mahrum kalınca, sonuç olarak bekar kadınların sayısında artış olacak ve haremliklerin ortaya çıkmasına elverişli bir ortam doğmuş olacaktır. Sosyal adalet sağlanırsa, eş seçimi için gerekli imkanlar herkese tanınırsa muhakkak her kadın muayyen bir erkeğe ait olacak ve haremlilikler de ortadan kalkacaktır.
Tarihe kısaca bir göz atılırsa haremlik tesisinde geçici nikahın zerre kadar rolü olmadığı anlaşılır. Bu sahada şöhret kazanan Abbasi halifeleri ve Osmanlı sultanlarının hiçbirisi şii değillerdi ki, geçici nikaha başvurdukları söylenebilsin.
Geçici Nikah Zevk Tatmini İçin midir?
Semavi dinlerin genelde şehvetperestlik ve beyhude heveslerin tatminine karşı koyduğundan şüphe edilemez. İslamın en aşikâr usullerinden birisi şehvetperestliğe karşı mücadele etmektir. Çeşitli kadınlarla ilişkide bulunma ve onları tatma gayesinde olan zevkperest kimseler, İslam nazarında mel'un ve Allah'ın düşmanı sayılmışlardır.
Mut'a Nikahının Şer'i Delilleri
Mut'a nikahının İslam dininde teşri edildiğine dair, İslami mezhepler arasında herhangi bir ihtilaf sözkonusu değildir. Mut'anın Peygamberi Ekrem (s.a.a) zamanında teşri edildiği kesin bir şeydir. Bu konuda mütevatir rivayetler vardır. Hatta nâsih olduğu iddia edilen rivayetler de başlı başına mut'anın teşri edilişine delildir.
1: Kur'anî Delil:
"(Kendileriyle evlenmeniz helal olan) Kadınlardan bir lezzet aldığınızda, ücret(mehir)lerini kararlaştırdığınız veçhile verin" (Nisa: 24)
Ayette geçen "İstemta'tum" kelimesinin aslı olan "mut'a" sözcüğü şer'i örfe göre müddete bağlı evlenmek manasına gelir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Kadınlardan biriyle anılan bir müddet zarfında evlenerek faydalandığınız takdirde, ücretlerini kararlaştırdığınız şekilde verin.
Te'yidler
a) Geçici evlilik manasına gelen "mut'a" kelimesi Peygamberi Ekrem'den (s.a.a) naklolunan birçok rivayetlerde ve defalarca sahebenin sözlerinde kullanılmıştır.[1]
b) Eğer "istemta'tum" kelimesi, lügattaki manaya yani lezzet bakımından faydalanmak diye tefsir edilirse ayetin manası şöyle olur: "Daimi hanımlarınızdan faydalandığınız takdirde ücretlerini kararlaştırdığınız şekilde verin." Halbuki vermek meşhur kavle göre mehrin tamamı veya en azından yarısı daimi nikah akdi okunur okunmaz vacip olur. Daimi nikahta mehrin vacip olmasında, kadınlardan lezzet bakımından faydalanmak şart değildir.
c) İbni Abbas, Übeyy b. Kâb, Cabir b. Abdullâhı Ensâri, İmran b. Husayn, Said b. Cübeyr, Ebu Saidi Hudri, Katade, İbni Mes'ud, Mücahid gibi sahabenin büyükleri, tabiin, Ehli Sünnet müfessirlerinin birçoğu ve Ehli Beyt müfessirlerinin tümü yukarıdaki ayetten mut'a nikahının cevazını anlamışlardır. Hatta Şia'yla ilgli konularda çok hassas olmakla muşhur olan Fahri Razi, tefsirinde bu ayet hakkında uzun bir açıklamadan sonra şöyle yazıyor: "Yukarıdaki ayetten mut'anın cevazının anlaşıldığında hiçbir söz ve şüphe yoktur. Ne var ki, bizler bu hüküm bir müddet sonra nesh olunmuştur, diyoruz."
d) Ehli Beyt'ten bu ayetin mut'a nikahı hakkında nazil olduğuna dair birçok rivayetler nakledilmiştir.
İmam Sâdık (a.s) buyuruyor:
"Mut'a Kur'anı Kerim'de nazil olmuş ve Nebevi sünnet olarak da uygulanmıştır."
(elBurhan Tefsiri. c.1, s.360)
İmam Bâkır (a.s) Ebu Basir'in mut'ayla ilgili sorusunun cevabında şöyle buyurdu:
"Kur'an'da mut'ayla ilgili şu ayet nazil olmuştur: "(kendileriyle evlenmeniz helal olan) kadınlardan bile lezzet aldığınızda ücret (mehir)lerini kararlaştırdığınız vechile verin"
(Nurus Sekaleyn, c.1, s.467)
Velhasıl, söylediklerimizden ayeti kerime'nin muvakkat evliliğe ait olduğu anlaşıldı. Ayetin bu konuda nazil olduğu hususunda hemen hemen icmâ vardır. Fakat Ehli Sünnet'ten Cessas gibi (Ahkamul Kur'an, c,2, s.179180) birkaç kişi bu ayeti kerimenin daimi nikaha âit olduğunu sanmışlardır. Fakat Fahri Razi tefsirinde bunların delillerini getirmiş ve hepsini birer birer reddetmiştir.

2 Peygamberimizin sünneti:
Müslümanlar, Peygamberimizin hayatı döneminde bunu uygulamışlardır. Hatta Ömer'den nakledilen:
"Resulullah'ın zamanında iki mut'a vardı; ben bunları haram ettim. İşleyene ceza verceğim. Biri mut'ai nisa, diğeriyse mut'ai hacdır." şeklindeki söz de bunun açık delilidir. Eğer ayetin mut'aya delaletinde şüphe etsek bile Ehli Sünnet'in kabullendiği bu sünnet yeterlidir.
3 Sünnilerin nasih olduğunu iddia ettikleri rivayetler bu hükmün Peygamberi Ekrem zamanında var olduğunun diğer net bir delilidir.
Buraya kadar ispat ettik ki, mut'a nikahı Asrı Saadette teşri edilmiştir ve bu konuda İslam mezhepleri arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ne var ki, İmamiye bu nikahın kıyamete dek meşru oluşuna ve bekâsına inanır; diğerleri ise bu hükmün mensuh olduğunu iddia ederler. Ümmet arasında bu husustaki ayrılık, sahâbe devrinden başlar.
Mut'a Hükmü Neshedilmiş midir?
Ehli Sünnetten çoğu mut'a nikahının neshedildiğini söylemişlerdir. Ama nasih hakkında çeşitli görüşler belirtilmiştir.
1 Bazıları bu hükmün Kur'anla neshedildiğini iddia etmişler. Fakat bu hususta da ihtlaf vardır:
a) Bazıları helal olduğu bildirilen "Ancak eşleri veya malik oldukları cariyeler müstensa" ayetiyle mensuhtur demişler. (Yani hifzul Ferc ayetiyle mensuhtur) Ayet şudur: "Onlar ırzlarını koruyanlardır; ancak eşleri ve sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda onlar kınanmış değillerdir."
(Mü'minun/56, Mearic/30)
Bunu söyleyen grup çoğunluktadır. Bu Kasım b.Mumammed b. Ebi Bekir ve Aişe'den nakledilmiş ve müteahhirlerden bir grup da buna kaildirler. [2]
Açıklama: Mut'a olunan bir kadına cariyei mütemettea denilmez. Nikahi daimi ile alınan kadın hakkında da durum aynıdır; yani ona mütemettea denilemez. Çünkü mut'ada miras, iddet, talak ve nafaka gibi eşlik hakları yoktur. Eşlik hakları olmadığına göre eş olmanın aslı da yoktur. Böylece mut'a edilen kadın, müstesna olur ve "Temellük" edilen ve zevceleri (eşleri) grubunun hiç birine dahil değildir. Neticede bu ayet, mut'a ayetini neshediyor.
B:Bazıları talak ayeti bunu neshetmiştir diyorlar.
"Ey Peygamber kadınları boşayacağınız zaman temiz oldukları vakit boşayın." (Talak/1) Bu ayette talakın zevciyyet levazımından olduğunu isbat ediyor. Talak olmayan bir yerde eşlik de yoktur.
c) Bazıları da nasihin, miras ayeti olduğunu; "Çocukları yoksa zevcelerinizin kalan mallarının yarısı sizindir." der. (Nisâ: 12)
Eşlik haklarından birisi de bu ayete göre miras hakkıdır. Öyleyse mut'a nikahı neshedilmiştir.
1 Bazılarına göre iddeti bildiren ayet bunu neshetmiştir.
2 Bazıları mut'a nikahının icmâ ile neshedildiğini derler.[3]
3 Bazılarıysa bu nikahın sünnetle neshedildiğini söylerler [4]
Kur'an'da Mut'a hükmünü Nesheden Ayet Yoktur
Sözkonusu ayetlerde mut'a hükmünü nesheden bir açıklama yoktur. Mut'ayı haram bilenleri çoğusunun delili hifzul ferc ayetidir. Biz bu ayet hakkında genişçe açıklamada bulunacağız.
Cevap 1: Mut'anın bu ayetlerde haram edilmesine imkan yoktur. Çünkü mut'a Nisa süresindedir ve bu süre medenidir. Öbür ayetlerde (Müminun ve Mearic) mekkidir.
Binaenaleyh nasihin, mensuha önceliğini gerektirir ki, bu mümkün değildir. Bu itiraz nasih olduğu iddia edilen bütün ayetler için geçerlidir. Çünkü o ayetlerin tümü Mekkidir.
Cevap 2: Peygamberi Ekremin, (s.a.a) Sahabenin ve tabiinin dilinde mut'a hakkında "Nikah, Zevac ve Zevce" tabirleri kullanılmıştır. Böylece mut'a edilen kadına, zevce denilebilir.
Cevap 3: Mut'a ayeti hastır. Ve nesheden ayetlerin hepsi umum ve genel manayı ifade eder. Fıkıh ilmindeki kaidelere göre has, umumi manayı ifade eden cümleyi tahsis eder (sınırlandırır) yani ondan müstesna olur.
Nitekim Hifzul Ferc ayetinden diğer bir takım istisnalar olunmuştur. Örneğin: Mevlasının izniyle diğerinin cariyesi insana helal olur. Ayette zikredilen müstesna iki grubun hiçbirisi için doğru olmamasıyla birlikte böyle izin vermenin cevazına ve cariyenin mübah olduğuna, İbni Abbas ve Tavus fetva vermişlerdir. Ömer demiştir ki: Bu yemekten daha helal bir şeydir." Hatta bazı rivayetlerden bunun tabiin döneminde yaygın olduğu anlaşılıyor. Bu konuda Ata'nın (Müsannef, c.7, s.216) dediklerine bakınız.
Cevap 4: Nitekim talak, nafaka ve farzen iddet vb. eşlik haklarının mut'a nikahında olmayışı bu nikahın Peygamberi Ekrem (s.a.a) zamanında teşri olunmasını önlememiştir. Halbuki mut'anın teşri edilmesi iddet ve talak gibi hükümleri bildiren ayetlerin nuzulundan sonradır.
Cevap 5: Eşlik haklarına gelince; Talak, Mut'ada muayyen müddetin kadına bağışlanmasıdır. İddet ise İmamiyyenin icmaiyle en az 45 gün şarttır. Birisiyle mut'a yapıp bu müddeti, mut'a müddetinden sonra beklemeyen kadınla mut'a zinadan ibarettir. Nafaka ve miras mutlak olarak eşlik haklarından değildirler. Örneğin, naşizeye (kocasına itaaat etmeyene) zevce denilmesiyle birlikte nafakası vacip değildir. Nasıl ki şeriatta kâfir kadın (Ehli sünnete göre müslüman, kâfir kadınla daimi olarak evlenebilir) kocasını öldüren kadın, efendisinin izniyle nikah edilen cariye mirasdan mahrumdurlar. Özetle, eşliğin mutlak olarak mirasa sebep olduğuna dair delil olmadığını belirtmek gerekir. Ayrıca mut'a ayeti mirası bildiren ayetten sonra nazil olmuştur ki kaideye göre miras ayetinden müstesna olması gerekir.
Talak Ayeti
Mut'a ayeti talak ayetinden sonra inmiştir. Talak ayeti daimi nikaha aittir. Mutlak eşlikle ilgisi yoktur. Aksi takdirde talak ayeti, temellükle helal olan grubu neshetmesi ve onunla zina sayılması gerekir.
İddet İle İlgili Ayet
Mut'a ayetinin iddeti bildiren ayetle mensuh olduğu sözü çok ilginçtir. Çünkü Şia'da hiç bir kimse mut'a edilen kadını iddetinin olmadığını iddia etmemiştir. Mut'a yapılan kadının iddetiyle ilgili sorular sahabe devrinde çok fazlaydı. Acaba Peygamber zamanındaki sahabe, iddeti beklemeyen kadınlarla mı mut'a ediyorlardı?
2 İcma ile Nesh
Şaşılacak konulardan birisi de, bazılarının mut'a teşriinin icma ile neshedildiğini iddia etmeleridir.
Cevap 1: Mut'anın Ömer'in hilafetinin son dönemlerinde haram edilişini ifade eden bir çok rivayetler nakl olunmuştur.
Cevap 2: Sahabeden bir kısmının, tabiin ve Ehli Beyt'in hatta dört mezhep fakihlerinin bazısının muhalif olmasıyla icma nasıl gerçekleşebilir?
Cevap 3: Çoğunluk şöyle diyor: Diğer bir şeyin icmaya nasih olması icmanın da herhangi bir şeye nasih olması mümkün değildir. Böylece icmayla mut'a nikahı neshedilemez.
Cevap 4: İcmanın delili malumdur. Delili malum olan icma hüccet olamaz. Bilakis delilin kendisi araştırılmalıdır.
3 Mut'anın Sünnet İle Neshedilmesi
Allame Emini El Gadir kitabında Ehli Sünnet'ten bu hususta 22 farklı görüş naklediyor. Ancak biz onların on ikisine işaret etmekle yetiniyoruz:
1 Sadrı İslam'da helal idi; ancak Hayber fethinde yasaklandı.
2 Önceleri mübah idi. Mekke fethedildiği gün yasaklandı.
3 Önceleri mübah idi. Sonra hicretin onuncu yılı vedâ haccında neshedildi.
4 Hicretin dokuzuncu yılında Tebuk gazvesinde neshedildi.
5 Fakat Umratul Kazada mübah edilmiştir.
6 Zaruret için mübah edildi. Daha sonra vedâ haccı yılının sonlarında yasaklandı.
7 Mubah kılındı. Sonra Hayber fethinde kaldırıldı. Daha sonra Mekke fethinde izin verildi sonra yine haram kılındı.
8 Evtas gazvesinde haram kılındı.
9 Mubah kılındı sonra üç kere neshedildi.
10 Mubah kılındı sonra dört kere neshedildi.
11 Sadrı İslam'da Evtas gazvesi, Mekke fethi ve Umratü Kaza'da mübah edildi. Hayber ve Tebuk gazvesi ve Hiccetül İslam'da neshedildi.
12 Yedi kere mübah kılındı. Sonra yedi defa yani Hayber, Hüneyn, Ümretül Kaza, Mekke fethi, Evtas gazvesi Tebuk gazvesi Veda Haccında neshedildi.
Eleştiri
1 Ashabın ve Tabiin'in çoğu, Ehli beyt imamları ve Şiiler onun neshedilmediğini söylüyorlar.
2 Şafii, bu mezhebe mensub olanların çoğu ve bir nakle göre Ahmet b. Hanbel Sünnetin, Kur'ân'ı neshedemiyeceğine inanıyorlar:[5]
3 Zadul Mead (c.2, s.138) kitabında şöyle diyor: İki üç kere neshedilme şeriatta görülmemiş bir şeydir. Böyle bir şey olmamıştır. Nerde kaldıki beş altı hatta yedi kere neshedilsin.
4 Nesh rivayetleri haberi vahittir. Peygamberi Ekremden Selmet İbni Akvâ, Ebu Hüreyre vb. altı kişi nesh rivayetlerini nakletmişlerdir. Bu sahabeden nakleden ravilerin rivayeti de vahittir.[6] Kur'ân, haberi vahid ile neshedilmez. Rivayetlerin farklı oluşu ve birbirine uymayışı da onun neshedilmediğini gösterir.
5 Bu vahid rivayetler zaman ve mekan açısından birbirine uymuyorlar. Bazen bir raviden iki yerde neshedildiğini söylediği nakledilmektedir.
6 Bu rivayetler mut'anın helâl olduğnu bildiren rivayetlerle çelişiyorlar. İki grup rivayet çeliştiği ve biri tercih edilemediği takdirde her ikisi de bir köşeye bırakılıp o konudaki genel beyanata bakılır.
Mut'a Ne Zaman Yasaklandı?
Mut'a Peygmaberi Ekrem (s.a.a) ve Ebu Bekir'in hilafeti döneminde yasaklanmadı. Ömer'in hilafetinin son zamanlarında yasaklandı. Bu hususta bir çok rivayet vardır ki bunlardan otuza yakını sahih ve muteber senetlerle Ehli Sünnet'in önemli hadis kitaplarında yer almaktadır. Bu husustaki rivayetlerin tümü mütevatırdır. Hatta manevi tevatürlerinden öte bazı özel metinleri bile mütevatirdir. Bu rivayetler arasında her hangi bir çelişki de sözkonusu değildir. Bu rivayetlerden bir kaçına işaret edeceğiz.
1 Ömer şöyle demiştir:
Rasulullahın zamanında iki mut'a vardı, ben bunları yasakladım, işleyene cezâ verceğim. Mut'aı hac ve Mut'aı nisâ.[7]
2 Sahihi Buhari'de Ebu Recâi İmran b. Husayn'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah'ın kitabında mut'a ayeti indi. Rasulullah (s.a.a) bize onu emretti. Rasulullah'la birlikte mut'a ile amel ettik, haram olduğuna dair Kur'an'da herhangi bir ayet inmedi, Rasulullah da vafatına dek bizi ondan nehyetmedi. Bir zat, kendi re'yiyle nehyetti.[8] Bu zatın Ömer olduğu söylenmiştir.
3 Ebu Nezre, Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet etmiştir. Rasulullah zamanında mut'ai nisâ ve mut'ai hacc ile amel ederdik. Sonra Ömer ikisini de nehyetti, biz de bir daha yapmadık. (Müsnedi Ahmed c.4, s.325)
4 Ebu Zübeyr, Cabir'den Şöyle rivayet ediyor: Rasulullah'ın ve Ebu Bekr'in zamanında bir avuç hurma ve unla mut'a yapardık, Ömer bunu Amr b. Hurays hakkında nehyedinceye dek böyleydi. [9]
5 Atâ şöyle rivayet ediyor: Cabir b. Abdullahi Ensari, Umre için gelmişti, evine gittik. Bir topluluk ondan bazı şeyler sordu. Sonra mut'adan söz edildi. Evet dedi, Rasulullah'ın zamanında mut'ayla amel ederdik. Ebu Bekr ve Ömer'in zamanında da öyle.[AY1] [10]
6 Ebu Nazra diyor ki: Cabir'in yanındaydık, birisi geldi ve İbni Abbas'la İbni Zübeyr'in Mut'a hususundaki ihtilaflarını söyledi. Cabir: Rasulullah'ın zamanında mut'ai nisâ ve mut'ai hacla amel ederdik, sonra Ömer ikisini de yasakladı, biz de bir daha yapmadık.[11]
7 Yahya b. Eksem, Basralı bir ihtiyara mut'anın cevazı hakkında kime iktida ettin? diye sordu. O da Ömer'e dedi. Yahya, nasıl Ömer'e iktida ettin? Halbuki o bu hususta halkın en sert olanıydı dedi. İhtiyar şöyle dedi: Bizlere ulaşan doğru habere göre, Ömer minbere çıkmış ve şöyle demiş: Ey insanlar, iki mut'a vardı. Allah ve Rasülü helal etmişti, ben onları size haram ettim, yapanı cezalandıracağım. Biz de iki helal mut'a olduğuna dair onun şahitliğini kabul edip haram edişini reddettik.[12]
8 Hakem, b. Cürayh, ve diğerleri Hazreti Ali'den (a.s) şöyle rivayet ederler: Ömer mut'ayı nehyetmeseydi sadece şakıy (çok kötü) insanlar dışında kimse zina etmezdi.[13]
9 Kays, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet eder. Peygmaber'le (s.a.a) birlikte savaşıyorduk. Eşlerimiz de yanımızda yoktu. Peygamber'e kendimizi iğdiş mi edelim? diye soruldu.
Peygamber bizi ondan nehyetti. Ama bir süre için elbise karşılığında kadınlarla nikah etmemize izin verdi. Abdullah b. Mes'ud sonra şu ayeti okudu: Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.[14]
Eleştiri
Mütevatir olarak nakledilen Ömer'in aşağıdaki şu sözüyle ilgili bir eleştiri
Rasulullah'ın zamanında iki mut'a vardı, ben bunlardan nehyettim, işleyene ceza vereceğim. Mut'ai hac ve mut'ai nisâ.
Bu hadiste iki şeye ceza vadesi verilmiştir. (Yani mut'ai haccı ve mut'ai nisayı yapana)
Neden Ömer'in mut'ai hac'dan nehyetmesinden bunun neshedildiği düşünülmedi de sadece müt'ai nisa nehyinden neshedildiği düşünüldü?... Neden mut'ai hac nehyinden kerahet (mekruh olması) anlaşılıyor ama mut'ai nisa nehyinden hürmet (haram olması) anlaşılmıştır?... Neden mut'ai hac konusunda Ömer'in kendi içtihadıdır deniliyor da mut'ai nisa hakkında denilmiyor?... Neden Ömer'in sözleri hüccet oluyor da İbni Mes'ud, Cabir, Ubeyy b. Kâ'b, Ali (a.s) ve İbni Abbas'ın sözleri hüccet olmuyor. Halbuki bunlar da sahabidirler. Faraza, Ömer'in sözü Peygamber'in (s.a.a) hadisi olsa bile, evvela kendi hilafetinin son dönemlerine kadar niçin nakletmedi? Ve (saniyen) haberi vahiddir ve haberi vahid ile nesh ispat edilemez.
Böylece mut'anın Ömer'in hilafeti döneminde yasaklandığını bildiren haberler, mut'anın Peygamber'in (s.a.a) zamanında neshedildiğini ifade eden rivayetleri iptal eder. Neticede, o husustaki rivayetler hüccet olmaktan çıkar, onlara güvenilemez. Velhasıl mut'anın bütün müslümanlarca meşru ve mübah olduğu sabit olduktan sonra neshedilip edilmediği hakkında haberlerde ihtilaf olduğuna göre, şüpheye uyamayıp neshedilmediğini kabul etmek gerekir.
Mut'anın Yasaklanış Nedenleri
Ömer, kendi zamanında mut'anın bazı karışıklıklara sebep olduğunu görmüş, örneğin evlilerin bu nikahdan daha fazla yararlandığını [15] ve bazılarının bu nikahı şahitsiz yaptıklarını[16] görmüş ve zamanın maslahatına uygun olarak onu kendi re'y ve ictihadıyla menetmiştir. Bunun için rivayetlerde çeşitli nedenler zikredilmiştir. Bu yüzdendir ki, Resulullah'ın (s.a.a) zamanında iki mut'a vardı;ben bunları haram ettim. İşleyene ceza verceğim dediğide tevatürle rivayet edilmiştir. Görülüyor ki Resulullah onları haram etti yahut neshetti demiyor, haram edişini kendisine isnad ediyor, yapanları Allah cezalandırır demiyor, cezalandırırım diyor. Anlaşılıyor ki Ömer'in maksadı o zamana ait bir şeydi. Haram sayması ortam ve zamana göreydi, dine göre değildi. Fakat sonra gelenler bu noktayı anlamadılar ve böyle bir kimsenin Allah'ın helal ettiğini haram etme makamına sahip olmadığını idrak edemediler.
Fazl, İmam'ı Sadık (a.s) dan şöyle rivayet etmektedir: İmamı Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: Ömer, Irak ehlinin, onun mut'ayı haram ettiğini sandıkları haberini duyunca, birisini gönderip onlara, "Onun mut'ayı haram etmediğini ve Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram etme hakkına sahip olmadığını sadece onun, mut'adan nehyettiğini haber vermesini söyledi.[17]
Mut'ayla İlgili Görüşler
Bazıları İbni Abbas harcinde bütün sahabenin mut'anın haram olduğuna dair ittifakları olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Hatta İbni Abbas'ın da ilk önce zaruret gereği mübah olduğunu söylediğini göstermeye çalışıyorlar. Bu yüzden sahabenin büyüklerinin daha sonra da Ömer'in mut'ayı tahrim etmesine rağmen mut'ayı helal bilen tabiin ve diğerlerinin hatta dört mezhep imamlarının görüşlerini yazmada fayda görüyoruz.
Sahabeden Mut'ayı Helal Bilenler
1 İmran b. Husayn[18]
2 Cabir b. Abdullah Ensari[19]
3 Abdullah b. Mes'ud[20]
6 Abdullah b. Ömer[21]
7 Muâviye b. Ebi Süfyan[22]
8 Ebu Saidil Hudri[23]
9 Enes b. Malik[24]
10 Burra b. Azib[25]
11 Sahl b. Sâdis Sâidi[AY2] [26]
12 Muğiret b. Şu'be[27]
13 Selme b. Ekva[28]
14 Zeyd b. Sabit[29]
15 Halid b. Abdullah Ensari[30]
16 Esmâ binti Ebi Bekr[31]
17 Ubeyy b. Kâ'b[32]
18 Zübeyr b. Avam
19 Mabed b. Ümeyye[33] 20 Selme b. Ümeyye[34] 21 Rabiâ b. Ümeyye 22 Amr b. Hurays[35] 23 Ya'la b. Ümeyye[36] 24 Safvan b. Ümeyye[37] 25 Amr b. Huşenb Tabiin ve Diğerlerinden Mut'ayı Helal Bilen Kimseler
1 Said b. Cübeyr[38] 2 Mücahid[39] 3 Atâ[40] 4 Tavus[41] 5 İbni Curayh[42] 6 Zefer b. Avsi Medeni[43] 7 Sudeyy[44] 8 Nafi[45] 9 Habib b. Ebi Sabit[46] 10 Hakem b. Uteybe 11 Cabir b. Yezid[47] 12 Amr b. Dinar[48] 13 İmam Muhammed Bâkır (a.s)[49]
14 İmam Cafer Sadık (a.s) [50]
15 İbni Ziyad[51]
16 İbni Ziyad [52]
17 Said b. Habib[53]
18 İbrahim Nahai[54]
19 Hasan Basri[55]
20 İbni Şubreme[56]
21 Ömer b. Cuveyde[57]
22 Rabi b. Meysara[58]
23 Ebu Zuheri[59]
24 Malik b. Enes
25 Ahmed b.Hanbel
26 Ebu Hanife
Dört Mezhep İmamlarının Görüşleri
Malik mutlaka mut'a nikahının cevazına inanmıştır.[60]
Ahmed b. Hanbel de zaruret durumunda caiz bilmektedir.[61]
Ebu Hanife'den şöyle nakledilmiştir:
Nikahta belirlenen süre eşlerin genelde yaşayamayacağı bir zaman süreci olursa (örneğin yüz yıl veya yüzden fazla yıl denilirse) nikah sahihtir. Çünkü bu daimi nikah hükmündedir.[62]

Şafii ise mutlaka haram bilir.[63]
1 Süneni İbni Mace, 1962. hadis, Müsannafi Abdurrazzak, c.7, s.504, Keşşaf, c.3, s.177, Beyrut baskısı.
2 Müsannafi Abdurrazzak, c.7, EsSünenül Kubra: Beyhaki, c.7 s.206, Dürrül Mensur, c.5. s.5, Müstedrekül Hakim, c.2. s.393, EtTeshil. c.1, s.137.
3 Evail: Ebu Hilalil Askeri, c.1, s. 293.
4 Tefsiri Beyzavi, c.I, s.259, Teshil, c.1, s.137, Tefsiri Hazin. c.1, s.357 ve Tefsiri Şevkâni, c.1, s.414den naklen
5 Mustafa: Gazali C.1, S.124, Elİhkam: Amidi, Fevatihur Rahamut Fi Şerhi Müsellemis Subut Mustasfa Haşiyesi c:2 s:78.
6 Süneni Beyhakî c:7 s:201207.
7 Sünen'i Beyhaki c:7 s:206, Müsned'i Ahmed b. Hanbel c:1 s:52, Şerhun Nehc lil Mutezili c:1 s:182 ve c:12 c:251, Evâil: Ebu Hilal'il Askeri c:1 s:238, Taberi Haşiyesine yazılı Nişaburi Tefsiri c:5 s:17, El'Beyanu Vettebyin c:4 s:278 1380 H. B. Zad'ül Mead c:2 s:184, Tefsir'i Râzi c:10 s:50 B. 1357 H. Saihi'i Müslim, Telhis'üş Şâfi c:3 s:153 ve c:4 s:29, Kenz'ul İrfan c:2 s:158, El'İzah s:443, El'Ğadir c:6 s:211 nakline göre El'Beyan'u vet Tebyin c:2 s:223, Ahkam'ül Kur'an: Cessas c:1 s:342 ve"345 ve c:2 s:152, Tefsir'i Kurtubi c:2 s:370 El'Mebsut Lis Serağsi c:5 s:152, Kenz'ül Ummal c:8 s:293 de. Ebu Salih ve Tahavi'den s:294 de Taberi' (Tehzib'ul Asâr) ve İbni Asakir'den naklen, Zav'üş Şems c:2 s:94.
8 Sahih'i Buhari c:2 s:168 ve c:6 s:33, Sahih'i Müslim c:4 s:168, Sünen'i Nesâi c:5 s:155, Müsned'i Ahmed c:4 s:236, Feth'ul Bâri c:3 s:338, İrşad'us Sari c:4 s:169, Sünen'i Beyhaki c:5 s:20, Tefsir'i Nişaburi Taberi Haşiyesi c:5 s:17, Bihar'ül Envar c:8 s:286 eski b., Tefsir'i Râzi c:10 s:4950 1357 b. , Taraif: İbni Tavus s:141 Hilyet'ül Evliyâ'dan naklen, Delail'us Sıdk c:3 s:101 Ahmed b. Hanbel'den naklen, Cevahir c:30 s:144, El'Ğadir c:6 s:208 çeşitli tefsir kitaplarından naklen örneğin: Tefsir'i Kurtubi c:2 s:365, Tefsiri İbni Kesir c:1 s:233, Tefsir'i Ebi Hayyan c:3 s:218.
9 Müsannaf: Hafız Abdurrezzak: c:7 s:499, el İzah. İbni Şazan s:441, Fethul Bâri, c:9, s:49.
10 Sahih'i Müslim, c.4, s:131, Müsned'i Ahmed b.Hanbel c:3, s:380, Feth'ul Bâri c:9 s:149, Nasb'ur Raye, c:3, s:181, esSiret'ul Halebiyye c:3 s:103 Müslim'den naklen.
11 Sahah'i Müslim c:4 s:131, Sünen'i Beyhaki c:7 s:206.
12 Muhazırat'ı Râgıb, c:2, s:94, Müt'a Fekiki, s:72, Mir'at'ul Ukul, c:3, s:481.
13 Tefsir'i Taberi c:5 s:9, Müsannaf: Abdurrezzak c:7 s:500, Muntahab'u Kenz'il Ummal, Müsned'in Haşiyesi c:6 s:405, Tefsir'i Razi c:10 s:50, 1357. H.b., Ed Dürr'ül Mensur c:2 s:140, Şerh'un Nehc Lil Mütezili c:2 s:253, Kenz'ul Ummal c:8 s:294, Tefsir'i Ebi'l Hayyan c:3 s:218, Telhis'uş Şafi c:4 s:32, El'İzah s:443.
14 Sahih'i Müslim'de c:4 s:130. çeşitli senetlerle ve Sahih'i Buhari'de c:6 s:66 ve c:7 s:5. nakledilmiştir. Ancak Buhari de hadisin senedinde İbni Mes'ud, metninde ise "bir süre için" kelimeleri yoktur. Ama bu iki sahih kitaptan mezkur hadisi nakleden kimselerin, hadisi aynen yazdığımız gibi nakletmişlerdir. Nitekim Ayetullah Hoi'nin de söylediği gibi (elBeyan, s:546547) Buhari'deki bu hadisin tahrif edildiği anlaşılıyor. Mezkur hadisi Sahih'i Müslim ve Sahih'i Buhari'den olduğu gibi nakledenler şunlardır:
Süneni Beyhaki, c:7, s:200, Nasbur Raye, c:3, s:180, Zadul Mead, c:2, s:184 ve c:4, s:6, EdDürrül Mensur: Suyuti, c:2, s:140, ErRavzetun Nediyye: Kuşcu, c:2, s:16, Cemul Ferâid: Muhammed b. Süleyman, c:1, s:589.
Diğer kaynaklar: Teysirul Vusül, c:2, s:329, Hindustan b. Cevahir, c:30, s:144, Tefsiri Kurtubi, c:5, s:130, Dürrül Mensur, c:2, s:307, Buhari, Müslim, İbni Ebi Şeybe, Nesai, İbni Ebi Hatem, Beyhaki, Ebi Şeyh ve İbni Merduye'den naklen, Tefsiri İbni Kesir, c:2, s:87, Ahkamul Kur'an, c:2, s:151 ve 154, Neyl'ul Evtar, c:6, s:268, Müsned'i Ahmed, c:1, s:420 ve 432, İtibar: Hazimi, s:176, Delail'us Sıdk, c:3, s:98, El'İzah, s:437. Bu hadis Mişkât kitabında, üzerinde ittifak edilen hadislerden sayılmıştır. Bihar'ul Envar, c:8 s:286 eski b. Müslim ve İbni Esir'in Cami'ul Usul kitabından naklen, Taraif: İbni Tâvus, s:141.
15 El Muhalla: İbni Hazım, c:9, s:519, 520, Meal Kur'an, s:174.
16 El Muhalla: İbni Hazım c:9, s:519, 520, Meal Kur'an, s:174.
17 Biharul Envar, c:103, s:319, Müstedrek'ul Vesail, c:2, s:587.
18 Tefsiri Nişaburi Taberi Haşiyesi, c:5, s:17, Müt'a Fekiki, s:64.
19 El Mühalla, c:9, s:519, Neyl'ul Evtâr, c:6, s:270, Muhalla'dan naklen, Feth'ul Bâri, c:9, s:150, Serâir, s:311, Cevahir, c:30, s:150, Müstedrek'ul Vesail, c:2, s:595, Mut'a: Fekiki s:44.
20 Zad'ul Maad, c:4, s:6 ve c:2, s:184, Şerhül Lüma, c:5, s:282, Elgadir, c:6, s:220, Mühalla, Neylul Evtâr, Fethul Bâri, c:9, s:102 ve 150, Müt'a: Fekiki, Serâir, Şerhun Nehclil Mutezili, Cevahir, Müstedrekul Vesail, Şerhul Muvatta liz Zürkâni.
21 El'Gadir, c:6, s:22, Cevahir, c:30, s:150 Ülfet kitabından (Ebul Hasan b. Ali Zeyd) ve Müslimden naklen.
22 Mühalle, Neylul Evtâr, Fethul Bâri, Fekiki, Zürkâni, Müstedrakul Vesail, Mesaili Sâğaniyyeden naklen, Cevahir Ülfet kitabından naklen.,
23 Şerhun Nehc lil Mutezili c:2 s:254, Ümdet'ul Kâri c:8 s:310, Serair s:311, Cevahir c:30 s:150, Fekiki, Muhalla, Feth,ul Bâri, Zeylai, Neylul Evtâr.
24 Şerhul Lum'a, c:5, s:282.
25 Cevahir, c:30, s:150 Ülfet ve Sahihii müslim den naklen.
26 Cevahir, c:30, s:150 Ülfet ve Sahihii müslim den naklen.
27 Serair s:311, Cevahir, c:30, s:150, Asluş Şia ve Usüluha s:181, Keşful Hak.
28 Fekiki, s:64, Şerhul Lum'a, c:5, s:282, Cevahir, c:30, s:150, Şerh'un Nehc: Mutezili, c:2, s:254, Telhis'uş Şafi, c: s:32, Serair, s:311.
29 Mut'a: Fakiki, s:64.
30 Mut'a: Fakiki s:64.
31 Mühalla, Neyl'ul Evtâr.
32 Cevahir, c:30, s:150, ElGadir, c:6, s:221.
33 Muhalla, Neyl'ul Evtar, Evtar, Feth'ul Bari Zürkani, Cevahir, Fekiki.
34 Muhalla, Neyl'ul Evtar, Evtar, Feth'ul Bari Zürkani, Cevahir, Fekiki.
35 Muhalla, Neyl'ul Evtar, Evtar, Feth'ul Bari Zürkani, Cevahir, Fekiki.
36 Müstedrek'ül Vesail, c:2, s:595, Cevahir, c:30, s:150, Ülfet Kitabından naklen.
37 Müstedrek'ül Vesail, c:2, s:595, Cevahir, c:30, s:150, Ülfet Kitabından naklen.
38 Şerh'un Nehc, c:2, s:254, Mühalla, Feth'ul Bari, Zürkani Muvatta'nın şerhinde, Cevahir, Fekiki.
39 Şerh'un Nehc, c:2, s:254, Serair, s:311, Tehlis'uş Şafi, c:4, s:32, Tefsir'i İbni Kesir, c:1, s:474, Asl'uş Şia ve Usuluha s:181, Cevahir, c:30, s:150, Fekiki.
40 Mühalla, Feth'ul Bari, Neyl'ul Evtar, c:6, s:271, Cevahir, Seriar, El'Gadir, Fekiki, Asl'uş Şia.
41 Mühalla, Feth'ul Bari, Neyl'ul Evtar, c:6, s:271, Cevahir, Sarair, ElGadir, Fekiki, Asl'uş Şia.
42 Tehzib'ut Tehzib, c:6, s:406, El'Gadir, c:6, s:222, Tezkiret'ul Huffaz o da Şafiiden nklen, Feth'ul Bâri, c:9, s:150, Cevahir, c:30, s:150.
43 El' Bahr'ur Râik, c:3, s:115, El'Gadir, c:6, s:222.
44 Cevahir, c:3, s:150.
45 Seyyid Hasan Bahr'ul Ulumun Ulumun Telhisuş Şafiye yazdığı talika, c:4, s:32.
46 El'Gadir, c:6, s:230, Ahkâm'ul Kur'an, c:1, s:162den naklen.
47 Müstedrek'ul Vesail, c:2, s:595.
48 Müstedrek'ul Vesail, c:2, s:595, Cevahir, c:30, s:150.
49 Neyl'ul Evtâr, c:6, s:271, El' Bahr'uz 'Zahhar lil Mehdi, c:3, s:22.
50 Neyl'ul Evtâr c:6, s:271, El' Bahr'uz 'Zahhar lil Mehdi, c:3, s:22.
51 Neyl'ul Evtar, c:6, s:272. 52 Cevahir, c:30, s:150.
53 Cevahir, c:30, s:150.
54 Cevahir, c:30, s:150.
55 Cevahir, c:30, s:150.
56 Cevahir, c:30, s:150.
57 Cevahir, c:30, s:150.
58 Cevahir, c:30, s:150.
59 Cevahir, c:30, s:150.
60 El'Gadir, c:6, s:222, Serahsi'nin Mebsut kitabından naklen, El'Hidaye Fi Şerh'il Bidaye, c:1, s:141, Mecmaül Enhur Fi Şerhi Mültakal Ebhur, c:1, s:270, El'Beyan: Hoi, s:333, Tıbyan'ul Hâkâik Fi Şerhi Kenzid Dakaik Zeylei Şerhul Mekasid lit Taftazani, Feth'ul Bari, Şerh'u Muhtasarı Ebi'z Ziya lizZurkani, Şerhi Muvatta.
61 Tefsiri İbni Kesir, c:1, s:474, EbBidaye Vennihaye, c:4, s:194.
62 El Bahruz, Zahhar, c:3, s:22, Hüdel İslam Dergisi, c:19, Sayı:2, Say:79, ElAhkamuş Şeriyye Fil Ahvaliş Şahsiyye, c:1, s:28, Mut'a: Fekiki.
11