Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-10%

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Yazar:
Grup: İLMİ FIKH
Sayfalar: 0

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1

Yazar: Mehmet KESKİN - Sadettin ERGÜN
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 1682
İndir: 290

Açıklamalar:

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1
  • MARKSЭZMLE BЭRLЭKTE TARЭHЭ MADDECЭLЭK TEORЭSЭ

  • TEK ETKEN TEORЭLERЭ

  • EKONOMЭK ETKEN veya TARЭHО MADDECЭLЭK

  • FELSEFЭ ESASLARIN IЮIРINDA TARЭHЭ MADDECЭLЭK TEORЭSЭ

  • DЭYALEKTЭK KANUNLARIN IЮIРINDA TARЭHО MADDECЭLЭK:

  • A—DЭYALEKTЭK METOD

  • B—TARЭHЭ DЭYALEKTЭРЭN ЗЬRЬTЬLMESЭ:

  • C— SONUЗ,METODA TERS DЬЮЬYOR

  • GENEL ЗЭZGЭLERЭYLE TARЭHЭ MADDECЭLЭK KURAMI:

  • BЭRЭNCЭ YOL:

  • B—PSЭKOLOJЭK DELЭL:

  • C—ЭLMЭ ЭSTЭDLAL:

  • 2—ЬSTЬN BЭR KRЭTERYUM BULUNABЭLЭR MЭ?

  • 3 — MARKSЭZM, TARЭHЭ KAPSAYABЭLMЭЮ MЭDЭR?

  • l — MARAЭZM VE ЬRETЭCЭ GЬЗLERЭN GELЭЮЭMЭ:

  • MARKSЭZM VE DЬЮЬNCE:

  • C—Эlim:

  • 3—MARKSЭST SINIFЗILIK:

  • 4—FAKTЦRLER VE MARKSlZM

  • 5— ESTETЭK ZEVK VE MARKSЭZM

  • DETAYLARIYLA BЭRLЭKTE TARЭHО MADDECЭLЭK NAZARЭYESЭ

  • ЭLKEL KOMЬNЭZMЭ NASIL AЗIKLAYABЭLЭRЭZ?

  • KOMЬNЭST TOPLUMUN ЗELЭЮKЭSЭ

  • FEODAL TOPLUM

  • l— BU DЦNЬЮЬM DEVRЭMSEL DEРЭLDЭR:

  • C—EKONOMЭK KONDЭSYON TEKВMЬL ETMEMЭЮTЭR.

  • SONUNDA KAPЭTALЭST BОR TOPLUM DOРUYOR

  • MARX'IN ЭTЭRAFI

  • KAPЭTALЭST TOPLUMUN KANUNLARI

  • MARX, KENDЭ EKONOMЭK DOKTRЭNЭNЭNЭ HANGЭ ESAS ЬZERЭNE KURMUЮTUR?

  • MARRKSЭST EKONOMЭNЭN DAYANDIРI TEMELЭN ELEЮTЭRЭSЭ

  • MARKSЭZMЭN KAPЭTALЭST TOPLUMU ELEЮTЭRЭSЭ

  • KAPЭTALЭZMЭN ЗELЭЮKЭLERЭ

  • MARKSЭZM DOKTRЭNЭ

  • SOSYALЭZM VE KOMЬNЭZM NEDЭR?

  • DOKTRЭNЭN GENEL OLARAK ELEЮTЭRЭSЭ

  • SOSYALЭZM

  • KOMЬNЭZM

  • KAPЭTALЭZMLE BЭRLЭKTE

  • DOKTRЭNER KAPЭTALЭZM ЭLMЭ KANUNLARIN ЬRЬNЬ DEРЭLDЭR.

  • KAPЭTALЭST EKONOMЭDEKЭ ЭLMО KANUNLAR DOKTRNER BЭR ЗERЗEVEYE SAHЭPTЭR.

  • DOKTRЭNER KAPЭTALЭZMЭN DЬЮЬNCELERЭNЭN VE TEMEL DEРERLERЭNЭN ЭNCELENMESЭ

  • B—KAPЭTALЭZM SERBETЭSЭ ЬRETЭMЭNЭN BOLLAЮTIRILMASININ TEMEL SEBEBЭDЭR:

  • TEMEL ЗЭZGЭLERЭYLE EKONOMЭMЭZ

  • l—KARMA MЬLKЭYET ЭLKESЭ

  • 2—BELLЭ SINIRLAR ЗERЗEVESЭNDE EKONOMЭK ЦZGЬRLЬK ЭLKESЭ.

  • 3-SOSYAL ADALET ЭLKESЭ

  • ЭSLAM EKONOMЭSЭ BЬTЬNDEN BЭR PARЗADIR.

  • ЭSLВM EKONOMЭSЭNЭN GENEL ЗERЗEVESЭ

  • PROBLEM VE TARЭHЭ MADDECЭLЭK

  • ЭSLAM EKONOMЭSЭ ЭLЭM DEРЭLDЭR

  • ЭSLВMЭYET VE KAPЭTALЭZM AЗISINDAN ЭHTЭYAЗ

  • ЦZEL MЬLKЭYET

  • GENEL SERVETLER:

  • TEDAVЬL

  • MARKSЭZMLE BЭRLЭKTE TARЭHЭ MADDECЭLЭK TEORЭSЭ

  • TEK ETKEN TEORЭLERЭ

  • EKONOMЭK ETKEN veya TARЭHО MADDECЭLЭK

  • FELSEFЭ ESASLARIN IЮIРINDA TARЭHЭ MADDECЭLЭK TEORЭSЭ

  • DЭYALEKTЭK KANUNLARIN IЮIРINDA TARЭHО MADDECЭLЭK:

  • A—DЭYALEKTЭK METOD

  • B—TARЭHЭ DЭYALEKTЭРЭN ЗЬRЬTЬLMESЭ:

  • C— SONUЗ,METODA TERS DЬЮЬYOR

  • GENEL ЗЭZGЭLERЭYLE TARЭHЭ MADDECЭLЭK KURAMI:

  • BЭRЭNCЭ YOL:

  • B—PSЭKOLOJЭK DELЭL:

  • C—ЭLMЭ ЭSTЭDLAL:

  • 2—ЬSTЬN BЭR KRЭTERYUM BULUNABЭLЭR MЭ?

  • 3 — MARKSЭZM, TARЭHЭ KAPSAYABЭLMЭЮ MЭDЭR?

  • l — MARAЭZM VE ЬRETЭCЭ GЬЗLERЭN GELЭЮЭMЭ:

  • MARKSЭZM VE DЬЮЬNCE:

  • C—Эlim:

  • 3—MARKSЭST SINIFЗILIK:

  • 4—FAKTЦRLER VE MARKSlZM

  • 5— ESTETЭK ZEVK VE MARKSЭZM

  • DETAYLARIYLA BЭRLЭKTE TARЭHО MADDECЭLЭK NAZARЭYESЭ

  • ЭLKEL KOMЬNЭZMЭ NASIL AЗIKLAYABЭLЭRЭZ?

  • KOMЬNЭST TOPLUMUN ЗELЭЮKЭSЭ

  • FEODAL TOPLUM

  • l— BU DЦNЬЮЬM DEVRЭMSEL DEРЭLDЭR:

  • C—EKONOMЭK KONDЭSYON TEKВMЬL ETMEMЭЮTЭR.

  • SONUNDA KAPЭTALЭST BОR TOPLUM DOРUYOR

  • MARX'IN ЭTЭRAFI

  • KAPЭTALЭST TOPLUMUN KANUNLARI

  • MARX, KENDЭ EKONOMЭK DOKTRЭNЭNЭNЭ HANGЭ ESAS ЬZERЭNE KURMUЮTUR?

  • MARRKSЭST EKONOMЭNЭN DAYANDIРI TEMELЭN ELEЮTЭRЭSЭ

  • MARKSЭZMЭN KAPЭTALЭST TOPLUMU ELEЮTЭRЭSЭ

  • KAPЭTALЭZMЭN ЗELЭЮKЭLERЭ

  • MARKSЭZM DOKTRЭNЭ

  • SOSYALЭZM VE KOMЬNЭZM NEDЭR?

  • DOKTRЭNЭN GENEL OLARAK ELEЮTЭRЭSЭ

  • SOSYALЭZM

  • KOMЬNЭZM

  • KAPЭTALЭZMLE BЭRLЭKTE

  • DOKTRЭNER KAPЭTALЭZM ЭLMЭ KANUNLARIN ЬRЬNЬ DEРЭLDЭR.

  • KAPЭTALЭST EKONOMЭDEKЭ ЭLMО KANUNLAR DOKTRNER BЭR ЗERЗEVEYE SAHЭPTЭR.

  • DOKTRЭNER KAPЭTALЭZMЭN DЬЮЬNCELERЭNЭN VE TEMEL DEРERLERЭNЭN ЭNCELENMESЭ

  • B—KAPЭTALЭZM SERBETЭSЭ ЬRETЭMЭNЭN BOLLAЮTIRILMASININ TEMEL SEBEBЭDЭR:

  • TEMEL ЗЭZGЭLERЭYLE EKONOMЭMЭZ

  • l—KARMA MЬLKЭYET ЭLKESЭ

  • 2—BELLЭ SINIRLAR ЗERЗEVESЭNDE EKONOMЭK ЦZGЬRLЬK ЭLKESЭ.

  • 3-SOSYAL ADALET ЭLKESЭ

  • ЭSLAM EKONOMЭSЭ BЬTЬNDEN BЭR PARЗADIR.

  • ЭSLВM EKONOMЭSЭNЭN GENEL ЗERЗEVESЭ

  • PROBLEM VE TARЭHЭ MADDECЭLЭK

  • ЭSLAM EKONOMЭSЭ ЭLЭM DEРЭLDЭR

  • ЭSLВMЭYET VE KAPЭTALЭZM AЗISINDAN ЭHTЭYAЗ

  • ЦZEL MЬLKЭYET

  • GENEL SERVETLER:

  • TEDAVЬL

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 1682 / İndir: 290
Boyut Boyut Boyut
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1

Yazar:
Türkçe
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


TERCÜME: Mehmet KESKİN - Sadettin ERGÜN

İLAVELİ İKİNCİ BASKI

Kontrol:İktisatçı: İbrahim YETİŞ

eKitap: www.IslamKutuphanesi.com

ÖNSÖZ

Aziz okuyucular, «Felsefemiz» adlı kitabımda demiştim ki söz konusu eserimiz İslâmi araştırmalarımızın ilk halka­sını teşkil etmektedir. Çünkü adı geçen eserimiz muhteşem İslâm sarayının Tevhit ve akait binasını teşkil eden bir eser­di.

O zamanlar sizlere; bu araştırmanın peşi sıra, İslâm sara­yının yüce binalarını oluşturacak olan araştırmalarımın da geleceğini va'detmiştim. Böylece de kalplerin derinliklerin­de bulunan canlı bir inanç sistemi, mükemmel bir hayat dü­zeni ve terbiye ile düşünceye dair orijinal bir metot olan Islama ilişkin mükemmel bir zihni şekil teşekkül etmiş olacaktı.

Söz konusu kitabımızın önsözünde, demiştik ki; araştır­malarımın ikincisini; «Toplumumuz» adlı kitap teşkil ede­cektir. Tasarımıza göre «Toplumumuz» adlı kitabımızda islâmın insana, sosyal hayatına, İnsanın sosyal problemleri'ni çözümleyip yorumlama metoduna ilişkin teklifleri ele alacaktık.

Sonuç olarak da İslâmın sosyal hayata bitişen ve sağ­lam dayanaklara bağlı akait binası üzerinde temerküz eden düşüncelerini inceleyecektik. Ne ki okuyucularımızın ısrar­lı istekleri «Toplumumuz» adlı kitabı ertelememizi felsefesi esasları, temel çizgileri ve doktriniyle birlikte İslâm ekono­misine ilişkin detaylı bir araştırmaya kavuşmaları için «İs­lâm ekonomisi» adlı kitabı öne almamızı gerektirdi.

Bu sebeple «İslâm ekonomisi» kitabının yayımını gerçekleştirmeye çalıştık. Bu kitapta İslâm ekonomisinin bu gün kaynaklardan anladığımız kadarıyla nisbî de olsa mükemmel bir şeklini sunmaya çalıştık.

Bu kitabı daha önce yayınlayarak okuyucuyla biraz daha çabuk karşılaşmayı ümide diyordum. Ne var ki ezici ortamlar, yardımcım Seyyie Muhammed Bakır el Hakim ile birlikte bu araştırmayı tamamlayıp mümkün olan en kısa zamanda okuyucuya sunmak için harcadığımız emeklere rağ­men kitabın çıkmasını geciktirdiler.

Bu önsözde, hakkında birçok araştırmalar yapılmış olan İslâm ekonomisine ilişkin birkaç gözetmek istiyorum. Ekono­mi derken biz neyi kastediyoruz? Bunu da açıklamak istiyo­rum.

'Ekonomi' kelimesi, insanlık düşüncesi tarihinde uzun bir geçmişe sahiptir. 'Ekonomi' kelimesinin sırtını geçmişe dayamış olması, kendisine verilen muhtevalar sonunda ma­nanın da biraz daha derinleşmesine sebep olmuştur. Bu keli­menin uzun bir tarihe sahip oluşu, bu kelimenin ifade etmek­te olduğu manada ekonominin ilmi yanı ile doktoriner yanı arasında bir birleşimi meydana getirmesine yol açmıştır.

İs­lâm ekonomisinin ne manaya geldiğini tam olarak öğrenmek istersek, ekonomi ilmiyle ekonomik doktrinleri birbirlerin­den ayırmamız gerekecektir ki ancak bu sayede ilmi düşünce ile doktrinler düşünce arasındaki etkileşim oranını kavraya­biliriz.

Böylece de bu eserde incelemeye çalıştığımız İslâm eko­nomisinden ne kastedildiğini kesin olarak öğrenmiş olaca­ğa.

Şu halde Ekonomi ilmi, ekonomik hayatı, bu hayatta meydana gelen olay ve tezahürleri yorumlamanın bu olay ve tezahürleri kendilerine egemen genel sebep ve faktörlerle irtibatlandırmanın ilmidir.

Bu ilmin doğuşu henüz yenidir. Kesinlikle söyleyecek olursak ekonomi ilmi, her ne kadar ilk temelleri tarihin derin­liklerine uzanıyorsa da ancak kapitalist çağın başlangıcında yani yaklaşık olarak bundan dört yüzyıl önce doğmuştur.

Kendi imkânları kadarıyla her medeniyet, ekonomik düşün­cenin gelişmesi! hususunda pay sahibi olmuştur.

Şunu da söylemek gerekir ki ilk olarak siyasal ekonomi bilimindeki inceden inceye yapılan ilmi araştırmalar son yüz­yıllarda görülmüştür.

Toplumun ekonomik doktrinine gelince bu da; Toplumun ekonomik hayatında ve pratikteki problemlerini çözümlemede izlemiş olduğu bir metoddan ibarettir.

Bu noktadan hareketle, ekonomik doktrini olmayan bir toplumu düşünmemiz imkânsızdır. Çünkü her toplum servet biriktirmeye biriktirdiği bu serveti de dağıtmaya teşeb­büs eder.

Bu ekonomik işlemleri düzenlemek İçinde kendi yapısına uygun gelen bir tarza muhtaçtır. İşte bu tarz, toplu­mun ekonomik hayatı bakımından doktrindeki yerini belirler.

Ekonomik hayatın düzenlenmesi için belirli bir tarzı be­nimsemek gelişigüzel bir iş değildir. Bu tür işlemler her za­man ahlakî veya ilmî karakter taşıyan düşünce ve kavramla­ra dayanılarak yürütülür, işte bu düşünce ve kavramlar, ken­dileri üzerine dayandırılacak olan bir ekonomik doktrin için bir birikim oluştururlar.

Her hangi bir ekonomik doktrin üzerinde inceleme yapılırken her şeyden önce bu doktri­nin, ekonomik hayatı düzenleme tarzı ve doktrin için temel teşkil eden düşünce ve kavramları ele alınmalıdır.

Sözgeli­mi, ekonomik serbestiyi savunan kapitalist (Re'smaliye) doktrini inceleyecek olursak önce, bu doktirinin temel dü­şünce ve kavramlarını ele almamız gerekecektir.

Bu temel düşünce ve kavramların başında Kapitalizmin (Re'smaliyenin), ekonomik serbestiyi kutsallaştırması ve bu serbesti­nin gerekliliğine inanması gelmektedir.

Kapitalizmden başka her hangi bir doktrini inceleyecek olursak yine aynı yolu izlememiz gerekecektir.

Siyasal ekonomi ilmi, ekonomik düşünce alanında yo­lunu yara yara ilerlemeye başladığı günden itibaren ekono­mideki bazı teoriler, doktrin için yedek stok niteliğindeki fikirlerden birazcığını oluşturmaya başlamışlardır.

Sözgelimi Merkantilistler (Ticariyyûn) - ki bunlar çağ­daş ekonomik düşüncenin öncüleridirler.- her milletin servet kantitesini o milletlerin elinde bulunan para miktarıyla izah ettiklerinde kendi doktrinlerini ortaya koyma husu­sunda bu düşünceyi kullandılar.

Dıştan döviz getirmek için yegane araç olması bakımın­dan dış ticaretin gerekliliğini ileri sürdüler.

Ekonomik siya­set alanında bazı ilkeler ortaya koydular. Bu ilkeler, ihraç edilen malların değerinin ithal edilenlerinkinden fazla olma­sını gerektiriyordu. Ki bu değer fazlalığı oranında yabancı dövizler sağlansın.

Fizyokratlar ise servet konusunda yepyeni bir açıkla­ma tara getirdiler. Buna göre; servetin artması, yeni değer­lerin meydana gelmesi ancak tarımsal üretim sayesinde mümkün olur. Ticaret ve sanayi sayesinde değil...

Bunlar da kendi açılarından ilmi olan açıklamalarının ışığında yep­yeni bir doktrinler siyaset ortaya koydular. Bu siyasetin ama­cı; tüm ekonomik yaşantının kıvamı olması bakımından ta­rımın gelişmesi idi.

ilmî istatistiklerin ışığındaki bu istatis­tikler de insan sayısındaki artışın ziraî üretimdeki artıştan daha hızlı olduğunu, bunun da gelecekte korkunç kıtlıklara yol açacağını gösteriyordu.

Malthus, ünlü teorisini ortaya atarken nüfus planlamasının zorunlu olduğunu ileri sürü* yordu. Hatta bunun için propagandaya bile başlamıştı. Bu propagandası için de bazı siyasal, ekonomik ve ahlâki yön­temler tespit etmişti.

Sosyalistler (İştir'âkiyun), eşyanın değerini o eşya için harcanan emek miktarıyla açıklarken kapitalist kân askıya aldılar ve Sosyalizmi kurdular. Bu doktrine göre üreticiye sadece işçinin hakkı ücret olarak verilir. Çünkü üreticinin kazanç elde etmesini sağlayan değeri üreten işçinin kendi­sidir.

İşte böylece bütün ilmî teoriler doktrinler teorilere etki­de bulunmaya ve doktrinler araştırma yapanlara ışık tutma­ya başlamışlardır.

Bütün bunlardan sonra Marx'ın devri geliyor. Marx ekonomik doktrin için yedek stok niteliğindeki fikirlerden başka tarih ilmini veya tarihî maddecilik adım verdiği bu­seyi ilave olarak getiriyor.

Marx, bir ek olarak getirmiş ol­duğu tarihi maddecilikte, tarihe hükmeden tabiat kanunla­rını keşfettiğini zannediyordu. Ekonomik doktrinin de bu ka­nunların zorunlu bir sonucu olduğunu kabul ediyordu.

Belirli bir tarihi merhalede egemen olması gereken eko­nomik bir doktrini tanıyabilmek için önce tarihin tabiatı olan zorunlu kanunlara müracaat etmemiz ve aynı merha­ledeki târihin gereklerini keşfetmemiz gerekir.

İşte bunun içindir ki, Marx bulunduğu tarihî merhalede insan hayatından mayalanan tarihi kanunların kaçınılmaz bir sonucu ol­maları niteliğiyle Sosyalist ve Komünist doktrinlere inanmış­tır.

Böylece de ekonomik doktrin, önceleri ekonomik siyaset il­miyle ilgilenmekte olduğu gibi bundan sonra da tarihî in­celemelerle de ilgilenir olmuştur.

Bu noktadan hareketle biz; İslâm ekonomisi kelimesini kullanırken direkt olarak ekonomi ilmini; kastetmiyoruz. Çünkü bu ilmin doğuşu henüz yenidir. Çünkü İslâm dini, bir davet dinidir... Bir hayat programıdır...

Dolayısıyla da ilmî araştırmalara girişmek bu dinin aslî görevlerinden de­ğildir. Biz İslâm ekonomisi derken islâmın ekonomik doktri­nini kastediyoruz. Bu doktrinde islâmın ekonomik hayatı dü­zenleme metodu billurlaşmaktadır.

Ekonomik hayatı dü­zenlerken bu doktrinin sahip olduğu birikimden ve diğer özel­liklerden yararlanılır. Sözgelimi bu fikirler; islâmın ahlâk ekonomi, tarihi ilimlerinden oluşmaktadır.

Bu fikirler; eko­nomik siyaset meseleleri ve insan topluluklarının tarihleri­nin analiziyle adeta bileşke meydana getirirler.

İşte bu suretle biz İslâm ekonomisi derken; tüm detay­larıyla birlikte ve dayanmakta olduğu birikim niteliğinde­ki fikirlerle olan bağlantısıyla birlikte islâmın ekonomik doktrinini kastediyoruz. Bu da doktrinin ele aldığı problem­lere ilişkin görüşlerini açıklar.

Bu yedek stok niteliğindeki fikirler bizzat Islama ilişkin yapılan açıklamalara uygun olarak veya doktrinin ekono­mik ve tarihî meselelere ilişkin tuttuğu ışıkların doğrultu­sunda belirginlik kazanmaktadır, kendi yanımızda ekono­mik siyaset ilimi ve tarihi maddecilik üzerinde yapılan araş­tırmalara ilişkin islâmın ilmî karakteri, tarih felsefesi doğ­rultusundadır...

Bu da islâmın açıkladığı ve davetini yaptı­ğı genel doktrininin incelenmesi ve tahliliyle mümkündür.

Sözgelimi eşyanın değerinin açıklanması, eşyanın kay­naklarının sınırlandırılması, eşyanın değerinin nasıl meyda­na geldiği ve eşyanın sahip olduğu değeri sadece emekten mi yoksa bir başka şeyden mi kazandığı hususunda ilmî yön­den islâmın görüşlerini öğrenmek istediğimizde şöyle bir yo­lu izlememiz gerekir:

Bütün bu saydıklarımızı öğrenmek istediğimizde islâmın, sermayenin sağladığı kazanç hakkın­daki düşüncesini, bu kazancın adaletli bir kazanç olup ol­madığı hususundaki görüşlerini öğrenmek zorunluluğunda­yız.

Kapital, üretim araçları ve üretim için harcanan eme­ğin oynadıkları rol hakkında islâmın görüşlerini öğrenmek istersek ilk etapta, islâmın dağıtım alanında bu üç unsura tanımış olduğu haklar üzerinde bir inceleme yapmamız ge­rekecektir.

Bu hüküm; kira işleri, ortaklık, sulama, ekinci­lik, alış veriş ve borçlar alanında da geçerlidir.

Geçen sayfalarda temas etmiş olduğumuz Malthus'un nüfus planlamasıyla ilgili teorisi hakkında islâmın görüşle­rini Öğrenmek isteyecek olursak, islâmın bu konudaki gö­rüşlerini Malthus'un genel politika olarak doğum kontrolü­nü savunmasından anlayabiliriz.

Tarihî maddecilik ve tarihî maddeciliğe göre tarihin aşamaları hakkında islâmın düşüncesini öğrenmek istiyor­sak, islâmın ekonomik doktrininin sabit karakterini incele­meliyiz. Bu ekonomik doktrinin, islâmın doğuşundan itiba­ren insanoğlunun yaşadığı bütün tarihî merhalelerde uygu­lanabilirliğine olan inancı ele almalıyız...

***

İlerideki konuların anlaşılmasını kolaylaştıracak şekil­de «İslâm ekonomisi» nin ne anlama geldiği ve ne gibi şeyle­re delâlet ettiğini belirledikten sonra, kitabın içerdiği bölüm­ler üzerinde kısaca bazı açıklamalarda bulunacağım:

Birin­ci bölümde marksizm ele alınmaktadır. Markizmin tarihî maddecilikte temsil olunan yedek stok niteliğindeki bazı fi­kirlere sahip olduğu ele alınmakta sonra da bu fikirler üze­rinde inceleme yapılmakta, nihayet direkt olarak marksizm doktrininin eleştirisi yapılmaktadır. Bu bölümü, Markizmin dayanmakta olduğu güya ilmî esasları elemeye tabi tutarak kapadık.

İkinci bölümde ise temel ilkeleri ve ekonomi siyasetiyle olan ilişkisi nazarı itibara alınarak kapitalizm doktrini in­celenmekte ve eleştiriye tabi tutulmaktadır.

Üçüncü bölümde ise direkt olarak İslâm ekonomisi incelenmektedir. İslâmın üretim ve dağıtım sisteminin anato­misini yapabilmek için bu bölümde İslâm ekonomisinin te­mel fikirlerini ele alacak, sonra da konunun diğer kısımla­rına geçeceğiz.

Tabii ki islâmın üretim ve dağıtım sistemini ele alırken bu sistemin; tabii servetlerin paylaştırılması, özel mülkiyetin sınırlandırılması, denge, dayanışma, toplum ga­rantisi, malî politika gibi ilkeler, ekonomik hayatta hükü­metin yetkileri, emek, sermaye ve üretim araçlarının üretim­deki rolleri, bu unsurlardan her birinin üründeki hakkı ve bunlardan başka kapsamına aldığı konulan da inceleyeceğiz.

İslâm ekonomisinin, okuyucuya tam ve belirgin bir şeklini sunabilmemiz için bu saymış olduğumuz konuların dışında muhakkak ki başka konulara da ihtiyaç vardır...

***

Son olarak geriye, kitabın konularıyla özellikle İslâm eko­nomisinin okuyucuya sunulduğu son kısımlardaki konula­rıyla ilgili olarak bir kaç husus kalıyor ki bunları da başlan­gıçta kaydetmemiz gerekir:

l — İslâm ekonomisinin fıkhı yanıyla ilgili islâmın görüşleri kitapta, istidlalden ve geniş fıkhı incelemelerdeki ilmî araştırma metotlarından mücerred olarak ortaya konul­maktadır. Ortaya konulan bu görüşler, ayet ve hadis gibi İslâmî kaynaklara dayandırılacak olsa bile bundan ilmi bir şe­kilde serî hüküm üzerine istidlal kastedilmez.

Çünkü bir ayet veya habisin bir hüküm için delil olarak ileri sürülmesinden o ayet veya hadisin sadece delil olarak ileri sürülmesi kastedilmez.

Bu ayet veya hadisin ileri sürülmesinden kastedilen şey, incelik derinlik ve kapsamlılıktır. Bu incelik, derinlik ve o kadar çok istenmektedir ki bunu izah etmek, kitabımızın yazılış; amacıyla uyuşmamaktadır. Bu ayet veya ba­dem olarak ileri sürerken, okuyucunun İslâmi kaynak­lar bilgiye sahip olmasını amaçlıyoruz, o kadar…

2 — Kitapta sunulan fıkhı görüşlerin bizzat yazarın mamulü olması gerekmez.

Hatta kitapta sunulan görüşler fıkhı yönden yazarın aynı meseledeki içtihadına ters düşebilir. Sadece bu görüşleri kuşatması gereken genel nitelik bu görüşlerin müctehidlerin içtihadı olmasıdır

3 —Kitapta bazen detaylarına inmeksizin serî hüküm­ler ve bu hükümler çemberlerinin dışında bazı varsayımlar or­taya konulmaktadır. Çünkü kitabın bütün detayları içermesi­nin imkânsız olduğunu düşünmemiz gerekir.

4 — Kitap her zaman İslâmî hükümlerle bir bağlantıyı öngörmekte ve bunu desteklemektedir. Bu da söz konusu hü­kümlerin metodolojik manada zımnî ve bağlantı hükümleri olduğu, öyle ki bu hükümlerden bazısının dumura uğraması
halinde diğerlerinin de geçerliliklerini yitirecekleri anlamım ifade etmez.

Bundan kastedilen mana şudur ki; hükümlerin dayanmakta olduğu hikmet, bölünmez bir bütün olması sebe­biyle İslâmiyet tümüyle uygulanmadığı takdirde tam olarak,
gerçekleşmez.

5 — Kitapta İslâm ekonomisinin bazı yanlarına ilişkin taksimatlar bulunmaktadır. Gerçi bu taksimatlar şer'î nasslarda açık olarak belirtilmiştir. Ama konuyla ilgili ola­rak vaz'edilen serî hükümlerin yekûnundan elde edilmiştir, bu taksimatlar.

Bu nedenle de söz konusu taksimatların şerî hükümlerle ne miktarda bir uyum sağladığını incelememizi gerektirmektedir.

6 — Kitapta anlaşılması güç bazı terimler kullandık. Bu nedenle söz konusu terimlerden hangi manayı kastettiğimizi ayrıca izah ettik. Sözgelimi «Devlet mülkiyeti» : Bu terimden; devlet bünyesinde Allaha mahsus olan malları kastettik.

Bunlar vekâleten veya asaleten devlet başında olanların, İslâmın kararlaştırdığı şekilde olarak, tasarrufun­dadır.

***

Özet olarak kitap, İslâm ekonomisinin sadece dış görün­tüsünü ele almamaktadır' Konular boş ve tantanalı kelimeler­le kabartılmamış, edebiyatçılık oyunu oynanmamıştır. Her ne kadar ilk bir çalışma ise de -Başarı oranı her ne miktarda olursa olsun- bu çalışma, islâmın ekonomik düşüncesinin derinliklerine dalmayı gaye edinmiştir.

Konular anlatılırken kelimeler fikrî kalıplara dökül­müştür ki bu temele dayalı olarak İslâm ekonomisinin aza­metli sarayı kurulabilsin. İslâm ki; felsefesi ve temel fikirleri bakımından zengindir…

İşaretleri, alametleri ve genel direk­tifleri açık seçiktir… Diğer büyük ekonomik sistemlerle olan ilişkisi, onlara karşı olan tutumu kendi organik sisteminin olgunluğu ve mehabetiyle orantılı olarak bellidir.

Şu halde bu kitap, İslâm ekonomisinin kurulacak olan sarayı için bir tohum olarak ele alınmalıdır. Bu kitaptan beklenen şey; insanlık tarihini ve ekonomik hayatı göz önünde bulundurarak islâmın ekonomik felsefesini yapması ve bu ekonominin fikrî muhtevasını izaha kavuşturmalıdır.

«Başarım, ancak Allah (in yardımı) iledir. O'na tevek­kül ediyor, O'na yöneliyorum.


Muhammed B.es-Sadr


MARKSİZMLE BİRLİKTE TARİHİ MADDECİLİK TEORİSİ


1-Giriş

2-Felsefi esasların ışığında maddecilik teorisi

3-Genel çizgileriyle maddecilik teorisi

4-Detaylarıyla birlikte maddecilik teorisi


MARKSİZM

1-Sosyalizm (iştirakiyye)

2-Kominizm (şeyuiyye)

TARİHÎ MADDECİLİK TEORİSİ —

GİRİŞ:

Ekonomik platformda markizmi ele aldığımızda onu, sosyalizm ve komünizmde beliren doktrinler yönü ile, tarihi maddecilikte beliren ilmî yönünden ayırma imkânını bula­mayız. Marksizme göre tarihi maddecilik, insan tarihine hük­meden ilmî kanunları belirlemiş ve kanunlar içerisinde de in­san hayatının bütün tarihî aşamalarında hâkim olan nizam keşfetmiştir.

Yine marksizme göre bu nizam, zamana göre ge­lişen insan hayatının ekonomik gerçeğine de hükmetmekte­dir.

Markize ile tarihî maddecilik arasındaki bu kopmaz bağ ilerideki bölümlerde tamamen kopacaktır. Çünkü açık­ça görülecektir ki doktrinler mandam; belirti bir tarihî aşa­madan ve tarih için mutlak, maddi manadaki nisbî, belirli bir ifadeden başka bir şey değildir.

Şu hâlde kendine özgü çizgileri, yönelimleri mevcut olan bir doktrin olması, niteli­ğiyle marksizm hakkında bir hüküm çıkarma imkânına sa­hip değiliz. Ancak bu doktrinin dayanmakta olduğu fikrî te­melleri tam olarak kavradıktan, aynı doktrin için belkemi­ği ve ayrıca tarih ile ekonomi kanunları için temel taşı nite­liğinde olan tarihi maddecilik karşısındaki tutumumuzu belirledikten sonra bir hüküm verebiliriz.

Çünkü tarihi mad­decilik Marksizme göre toplumun ekonomik doktrinini ortaya koyar, toplumun hayat düzeyini imal eder. Bütün bunları yaparken de toplumun yaşamakta olduğu tarihi aşama­yı ve toplumun kendine özgü maddi şartlarını göz önünde bulundurur.

Eğer tarihi maddecilik ilmi sınavım başarıyla verecek olursa ekonomik doktrini ve sosyal düzeni belirleme konusunda insan hayatının bütün tarihi devrelerinde başvurulacak olan en üstün bir müracaat kaynağı haline gelecektir.

Dolayısıyla da bütün ekonomik doktrin ve sosyal düzenle­rin bu teorinin kanunları ışığında ele alınması zorunluluk haline gelecektir.

Ayrıca buna göre, tarihin birçok devirlerini kapsama gücüne sahip olduğunu savunan ekonomik ve sosyal bir dü­zeni de bu düzenin topluma getirmiş olduğu medenî ve mad­dî şartlar hususundaki değişiklikleri görmeden olumlu ola­rak kabullenmek de doğru değildir. Sözgelimi İslâm düzeni­ni ele alalım:

bu düzenin XIV asırlık süre içinde insanlığa getirmiş olduğu maddi ve medeni şartlar hususundaki deği­şiklikleri görmeden bu düzenin olumluluğuna karar vermek, tarihi maddecilik teorisine göre doğru değildir. Bu yüzden F. Engles, tarihî maddeciliğin esasları üzerinde şöyle bir açıkla­mada bulunmuştur:

«İnsanların, gölgesine sığınarak üretim yapmakta olduk­ları ortamlar, ülkeden ülkeye değişir... Aynı ülkede de nesil­den nesle değişir. Bundan ötürüdür ki bütün ülkeler ve bü­tün tarihî devreler için tek bir ekonomi siyasetinin güdülmesi adeta olanaksız hale gelmiştir.» [1]

Yok eğer tarihî maddecilik, beklenen bilimsel sınavını başarıyla atlatamayacak olur, tahlili esnasında bu teorinin insan toplumları için ebedî ve kesin kanunlar ifade etmediği tespit edilecek olursa o zaman tabii olarak, bu teori üzerine kurulmuş olan Marksizm de yıkılıp gidecektir.

O zaman ilmî olarak bir kişi, tarihî maddecilik kanunlarına uymayan bir doktrin meselâ İslâm doktrini gibi- ortaya koyup bu doktrinin propagandacılığını yapabilir. Marksizm mantığına uy­mayacak şekilde bu doktrinin tarihî bütün devreleri kapsaya­bilecek güçte olduğunu ve genel Durallara sahip olduğunu iddia edebilir.

İşte bundan ötürü bir, ekonomi alanında doktrinler yön­temle araştırma yapan herkesin tarihî maddeciliğe kapsamlı bir şekilde göz atmasını zorunlu telakki etmekteyiz, ki bu araştırıcılar; kendi doktrinler görüşlerinin olumluluğunu kabul ettirebilsinler ve de Marksizm hakkında esaslı, kapsamlı bir yargıya varabilsinler...

Bu noktadan -hareketle «Marksizmle birlikte» adlı araştır­mamıza tarihi maddecilik ile başlayacağız. Sonra da, tarihî maddecilik teorisi üzerine kurulmuş olan Marksizmi ele alaca­ğız. Diğer bir deyişle; ilk olarak ekonomi ilmini ve marksizm doktrinini inceleyeceğiz.



TEK ETKEN TEORİLERİ

Tarihin yorumlanması hususunda tarihî maddecilik özel bir metottur. Bu metot, tarihî tek etkenle yorumlamaya yö­neliktir. Şunu da söylemek gerekir ki tarihî maddecilikte bu eğilim, kendi türünden bir tek eğilim değildir.

Yazar ve düşü­nürlerin çoğunluğu toplumu ve tarihi, insanı evrende et­kisi bulunan etkenlerden bir tek etkenle yorumlamaya meyillenmişlerdir. Çünkü yazarlarla düşünürler bu tek etkeni, tari­hî ameliyelerde başköşeyi tutan ve bütün sır kilitlerini açan büyülü bir anahtar olarak görmektedirler. Bu tek etkenin karşındaki diğer etkenleri ise; varlığı, evrimi, şekil değiştirmesi ve sürekliliği hususunda başroldeki etkenin peşi sıra gelen ikincil etkenler olarak görmektedirler.

***

Tarihi hareket ettiren güçleri tek etken içerisinde birleş­tirme eğilimlerinden biri, şöyle bir tez ileri sürmektedir: Bu tezin taraftarları ırkı, sosyal vicdanın baş nedeni olarak ka­bul etmektedirler. Bunlara göre sosyal vicdan, beşeri ve sos­yal uygarlıkların; ırkın yaratılışında birikmiş bulunan (Psiko-sosyal) servetlerin, ırkın sahip olduğu itici; hareket ettirici, bulucu ve kurucu güçleri oranında düşük veya üstün olabile­ceğini ispatlamaktadır.

Saf, temiz ve güçlü ırk, taa ezelden çağımıza kadar insan topluklarındaki hayatın görünümle­ri için kaynak teşkil etmiştir. Böylesi bir ırk insanın bedenini ve ruhî bileşimini ayakta tutan aslî bir unsurdur.

Zaten ta­rih dediğimiz şey de; varlıklarını sürdürebilmek için hayat kavgasına girişen ırklar arasındaki mücadelenin birbirini iz­leyen ve birbirine bağlı görüntülerden ibarettir. Bu kavgada saf ve güçlü olan ırk zafere ulaşır. Bu ırkın hışmına uğrayan küçük küçük ırklar da yıkılır, erir, ölür"…

Çünkü bu ırklar, saf kan gibi direnme yeteneğinden ve buna benzer diğer güçlerden yoksundur...

Tarihi tek etkenle yorumlamanın bir başka şekli de tarih­le ilgili coğrafya anlayışıdır. Buna göre tabii ve coğrafî etken­ler, milletlerin tarihi için esas olarak kabul edilirler.

İnsanla­rın tarihi, etraflarını kuşatan tabii ve coğrafî etkenlere göre* değişir. Çünkü yüksek medeniyetlere ulaşmaları için insanla­ra yol açan, uygarlığın yollarını gösteren, bazen akıllan ya­pıcı fikirlerle aydınlatan, bazen da insanların yüzüne kapıla­rı kapatan ve onları insanlık kervanının en son kısmında yü­rümeye zorlayan tek etken tabii ve coğrafî etkendir. Şu halde toplumlara şekil veren tek etken, coğrafi etkendir.

Tek etken teorilerinin üçüncüsünü ise bazı psikologlar ortaya atmışlardır. Bu teoriye göre toplum ve tarihi oluşturan çeşitli insan faaliyetlerinin arkasında gizlenen yegane gerçek sır; Cinsel güdüdür. Buna göre insan hayatı; bu güdüden fış­kıran bilinçaltı veya bilinç üstü patlamalar zincirinden baş­ka bir şey değildir.

***

Bu tek etken teorilerinin sonuncusu ise K. Marx tarafın­dan müjdelenen (!) tarihi maddecilik teorisidir. Ki bu teori, tarih ve insanı bir tek etkenle yorumlamaya yöneliktir. Marx bu teorisinde kesin olarak demektedir ki; toplumun doğuşu ve gelişmesi hususunda baş etken ve ilk rehber ekonomi et­kendir. Toplumun maddi ve fikri muhtevasını kuran güç, başka değil sadece ekonomidir.

Ekonominin dışındaki diğer etkenler, tarih için sosyal yapının üzerindeki küçücük yapılar­dır. Ki bu yapılar baş etken olan ekonomiye göre şekil alır. Ekonominin itici gücü gereğince şekil değiştirir. Çünkü top­lum ve tarih ekonominin omuzlan üzerinde yol almaktadır­lar.

***

Bütün bu boş çabaların realite İle ilgisi yoktur. Ve ayrıca İslamiyet de bunları kabul etmez. Çünkü bu saydığımız çabalamaların her biri, insan hayatının tümünü bir tek etkenle kuşatmağa çalışmakta ve bu etkeni, tarihin devirleri ve top­lumun artıkları üzerinden estirmeye yeltenmektedirler. Oysa­ki i§in inceden inceye bir muhasebesini yapacak olursak bu tutumun hiç de doğru olmadığı açığa çıkacaktır.

Bu araştırmamızın temel hedefi; bu çarelerle birlikte ta­rihî maddeciliği ele almaktadır. Biz bu çabaları sizlere toplu bir şekilde sunduk. Çünkü içtimaî (medenî) bir tek etkenle yorumlarken fikrî genel bir yönelimi ifadede bu çabalar müş­terektirler.



EKONOMİK ETKEN veya TARİHÎ MADDECİLİK

Şimdi de Marksizmin tarih anlayışı hakkında genel bir bilgi oluşturmaya çalışalım. Ki ekonomik etken de bu anlayış üzerine kurulmaktadır. Bu anlayış gerçek sıfatıyla, insanlığı tüm alanlarda hareket ettiren bir muharrik unsurdur.

Marksizm bir toplumun ekonomik kondisyonunun, o toplumun sosyal, siyasal, dinî fikrî ve bunlar gibi toplumun sosyal var­lığının görüntüleriyle ilgili durumlarını belirlediği inancına sahiptir. Dünyada mevcut diğer şeyler gibi ekonomik kondis­yon da kendi rolünü oynarken kendine özgü bir sebebe da­yanmaktadır.

Bu sebep - Ki bu da sosyal gelişimler mecmua­sı için başta gelen bir sebeptir. Ayrıca insan hayatındaki tüm tarihi hareketler için bir sebep niteliğindedir.

- Üretim gücü ve üretim araçlarıdır, insanların tarihini, gelişmelerini ve bir sisteme tabi olmalarını oluşturan bu büyük küvettir. İşte böylece Marksizm elini ipin başına götürmekte, bu nokta­dan hareket ederek ipin izini takip ediyor. Bütünüyle tarihî hareketlerdeki ilk sebebe varıyor.

Burada karşımıza iki soru çıkıyor:

a)Üretim araçları ?


b)Bu araçlardan tarihi hareketler ve bütünüyle sosyal hayat nasıl olmuş da meydana gelmiştir?

Birinci soruyu marksizm, şu şekilde cevaplar: Üretim araçları, insanların kendi maddi ihtiyaçlarını karşılayacak olan ürünleri elde etmek için kullanmakta oldukları aletler­dir.

Şu sebepten ki; insanoğlu, varlığını sürdürmek uğruna tabiat ile mücadele etmek zorunluluğundadır. Bu mücadele ise güçlü bir bedene ve belirli aletlere ihtiyaç duyar, insanoğ­lu tabiatı yola getirmek ve kendi çıkarına uygun biçimce iş­letmek için bu aletleri kullanır. Bu alanda insanın kullan­mış olduğu ilk alet; kendi eli ve pazusu olmuştur. Sonraları insanın hayatı süresince bu aletler yavaş yavaş gelişmiş, ço­ğalmıştır.

Zamanla insan, kesmek, öğütmek, doğramak gibi iş­lerde özel bir ağırlığa sahip bir kütle olması nedeniyle taştan yararlanmıştır. Uygun bir tarihî aşamadan sonra insan, bu taş kütlesini bir kabzaya yerleştirebilmiş ve böylece de çe­kici icat etmiştir. Bu suretle el, üretim işlerini düzenlemek için değil de üretim aletlerini yapmak için kullanılır olmuş­tur.

Üretim de insan bedeninden ayrı aletlere dayanır ol­muştur. İnsanın tabiat üzerindeki hegemonyası arttıkça bu aletler de gelişmiş, tekâmül etmiştir. İnsan, taştan balta, kargı ve bıçaklar imal etmeye başlamış, sonra da avcılıkta kullandığı ok ve yayı icat etmiştir. İşte bu şekilde üretici güç, tekâmül yolunda ağır ağır ilerlemiş, binlerce senelik za­man boyunca...

Ve günümüzdeki son tarihi aşamasına gelip dayanmış. Bu aşamada buhar, elektrik, atom gibi güçler, modern üretimin dayanmakta olduğu güçler haline gelmiş­tir. İşte bu üretici güçler, insanın maddi ihtiyaçlarını kar­şılayacak olan ürünleri imal etmektedirler.

Marksizm, ikinci soruyu ise şöylece cevaplar: Gelişim ve çelişkilerine uygun bir şekilde tarihî hareketleri, üretim araçları doğurur. Bu cümlenin marksizme göre açıklaması şöyle: olur: Gördüğümüz gibi üretici güçler sürekli bir gelişme ve tekâmül içerisindedirler. Bu güç kuvvetlerin gelişimleri­nin her belirli derecesinin kendine özgü bir üretim şekli var­dır.

Sözgelimi taştan aletlere dayalı üretim, avlanma işlerin­de kullanılan ok-yay ve benzeri aletlerle yapılan üretimden farklıdır. Avcının elde ettiği ürünler, çoban veya çiftçinin ürünü birbirinden ayrı olur. İşte böylece insanlık tarihinin her aşamasının, üretim hususunda kendine özgü bir meto­du vardır. Çünkü tarihî bir devrin üretim gücünün çeşidi,

Üretim aletlerinin gelişmişlik derecesi ile diğer bir tarihi devrin üretim gücünün çeşidi ve üretim aletlerinin gelişmiş­lik derecesi arasında fark vardır.

İnsanlar maddi ihtiyaçlarını karşılayacak ürünleri elde etmek amacıyla tabiatın kaynaklarını işletebilmek için ta­biata karşı verdikleri, mücadelede birbirlerinden kopmuş de­ğildirler. Tersine bu işi toplu olarak yapmaktadırlar. Çünkü insanlar, birbirine bağlı bir cemiyetin parçaları durumun­dadırlar. Hangi ortamda olursa olsun üretim her zaman sos­yaldir.

Şu halde tabiî olarak insanlar birbirine bağlı bir top­lumun parçalan olmaları sebebiyle aralarındaki belirli iliş­kileri, üretim işlemleri esnasında düzenlemelidirler.

İnsanların kendi aralarında düzenledikleri bu üretim ilişkileri, tabiata karşı birleşik cephe halinde savaşa girdik­leri için aslında mülkiyet ilişkileridir. Ki bu ilişkiler ekono­mik kondisyonu ve toplumun üretim servetinin dağıtımım ayarlar. Diğer bir anlatımla: toplum, feodalist, kapitalist veya sosyalist mülkiyet şekillerini, mal sahipliğinin çeşidi­ni ve her ferdin sosyal üretici, karşısındaki takınacağı tavrı ayarlar.

Marksizm nokta-i nazarından bu -üretim veya mülkiyet ilişkileri üzerinde toplumun yüce yapıcının kurulacağı ger­çek temeller niteliğindedir. Tüm siyasî, hukuki, fikrî ve di­nî ilişkiler üretim ilişkileri esasına dayanmaktadır.

Çünkü toplumda revaçta bulunan mülkiyet biçimini belirleyen tek unsur üretim ilişkileridir. Bu ilişkiler aynı zamanda, toplu­mun fertlerine dağıtılacak olan servet dağılım tarzını da tespit eder.

Üretim ilişkileri; ayrıca; genel olarak toplumun siyasî, hukukî, fikrî ve dinî durumunu da belirler.

Bütün sosyal durumlar, ekonomik durumlara uygun olarak doğup geliştiklerine göre, diğer bir deyişle üretim (ve­ya mülkiyet) ilişkilerine uygun olarak doğup geliştiklerine göre zorunlu olarak bu üretim ilişkilerinin nasıl doğup geliştiklerini sormamız gerekmektedir.

Ayrıca toplumun ekono­mik kondisyonunun oluşum keyfiyetinde sebebin ne oldu­ğunu da öğrenmek zorunluluğundayız. Tarihi maddecilik bu soruyu şu şekilde cevaplar: Üretim (veya mülkiyet) ilişkileri, üretim şekline ve üretim güçlerinin yaşamakta oldukları be­lirli derecelere uygun bir biçimde toplumda zaruri olarak do­ğup gelişirler.

Bu güçlerin gelişen derecelerinden her biri için, bir ekonomik kondisyon ve üretim ilişkisi vardır ki bu ilişki ve kondisyon, gücünün derecesiyle doğru orantılıdır. Şu halde toplumdan istenen ekonomik kondisyonu doğuran yegane unsur; üretim gücüdür.

Ki bu güçte aynı zamanda toplumun ekonomik kondisyonundan doğmaktadır. Demek ki mülki­yet ilişkileri; tüm sosyal durumlardan başka bir şey değildir. Ki bu ilişkiler de toplumun ekonomik kondisyonu ile bir uyuşum ve uzlaşım içindedirler.

Sosyal varlık bu hal üzere devam eder. Tâ ki toplumun üretici güçleri gelişim ve tekâmülün yeni bir merhalesine ulaşır. Bu merhalede, toplumun o anda mevcut ekonomik kondisyonu ile bir çelişkiye düşer. Çünkü bu ekonomik kondisyon, üretim güçlerinin bulunmakta oldukları aşama (ve­ya derecesi)nin bir sonucudur.

Üretim güçleri bu kondisyonu daha ileri, daha yeni aşamalara ulaştırmayı planlamakta, yepyeni ekonomik kondisyonlara varılmasını gerektirmek­te ve başka türden üretim (veya mülkiyet) ilişkilerinin ku­rulmasını öngörmektedirler. Çünkü daha gerideki ekonomik kondisyonlar, üretim güçlerinin gelişmelerini kösteklemek­tedir.

İşte böylece daha yeni aşamasındayken üretim araç­larının üretici güçleriyle mülkiyet ilişkileri ve geçmişteki aşamaların kalıntısı olan ekonomik kondisyonlar arasında bir çatışma başlamış olmaktadır.

Nihayet, tarihi maddecilikteki sınıf devrine gelmiş ol­duk. 'Gelişken üretici güçlerle, yürürlükteki mülkiyet ilişki­leri arasındaki çatışma, her zaman sosyal alana intikal eder. Böylece de iki sınıf arasında bir çatışma, görülür.

Bu sınıflar­dan birincisi; menfaatleri, üretim güçlerinin gelişmesi ve bu güçlerin sosyal gerekleriyle uyuşmakta olan bir sosyal sı­nıftır. Sınıflardan ikincisi ise; menfaatleri yürürlükteki mülkiyet ilişkileriyle uyuşan ve üretim güçlerinin gelişme surecinin gerekleriyle çelişen sosyal bir sınıflar.

Sözgelimi şu anda içinde bulunduğumuz tarihi aşamada üretim güçlerinin gelişmesi ve toplumdaki sermaye ilişkile­ri arasında bir gelişme görülmektedir.

Buna bağlı olarak da, gelişme yolundaki üretim güçlerinin safında yer alan, sermayevî mülkiyet ilişkilerini ise sınıfın şuuru ile ve ısrarla inkâr, eden işçi sınıfı ile -sermayevî mülkiyet ilişkilerinin ya­nında yer alan, mülkiyeti savunma uğruna ölümü dahi gö­ze alan- burjuva sınıfı arasında ateşli bir çatışma başlamak­tadır.

İşte bu suretle çelişki kelimesi, her zaman üretim güç­leriyle mülkiyet ilişkileri arasında, sınıf çelişmesi biçiminde sosyal anlamını bulmaktadır.

Şu halde toplumun bünyesinde iki tane çelişki vardır:

a- Üretici güçlerin tekâmülünü engellediği zaman üretim güçlerinin gelişmesiyle yürürlükteki mülkiyet ilişkileri ara­sındaki çelişki.

b- Toplumun üretici güçleri hesabına mücadeleye giren bir sınıfıyla; yürürlükteki mülkiyet ilişkilerinin hesabına mü­cadeleye giren bir diğer sınıfı arasındaki çelişki. Evet bu son çelişki birinci çelişkinin sosyal yönden ifadesi ve bizzat yan­sımasından ibarettir.

Üretici güçler tarih dünyasında baş köşeyi işgal eden güçler oluğuna göre tabiî olarak bu güçler; gerek mülkiyet ilişkileri, gerekse eski tarihî devirlerin kalıntılarıyla vermek­te oldukları mücadelede zafere kavuşacaklardır.

Ayrıca ken­dileriyle çelişkide bulunan ekonomik kondisyonların üste­sinden gelecekler, bundan başka, kendi gelişmeleriyle para­lel olan ve içinde bulundukları tarihî aşamayla aynı doğrul­tuda bulunan ekonomik kondisyonlar ve ekonomik ilişkileri de düzenleyecektirler.

Sosyal manada bu şu demektir: Sınıflar arası çatışma­da üretim güçlerinin safında yer alan sınıf; kendisiyle çeli­şen ve mülkiyet ilişkilerini olduğu gibi eski halinde bırak­maya çalışan sınıfa karşı galibiyet elde edecektir. .

Üretim güçleri, mülkiyet ilişkilerine karşı galibiyet el­de edince, diğer bir anlatımla; üretim gücünden yana olan sınıf, karşı olan sınıfı alt edince eski mülkiyet ilişkileri par­çalanacak ve toplumun ekonomik veçhesi tamamen değişe­cektir.

Ayrıca toplumun ekonomik kondisyonu da kendili­ğinden değinecek toplumun siyaset, düşünce, din ve ahlâk gibi muazzam üst yapılan da sarsıntı geçirecektir. Çünkü bu yapıların hepsi de ekonomik kondisyona dayanmakta­dır. Ekonomik temeller değişince toplumun bütün veçhesi değişecektir.

Aslında mesele burada sona ermiyor. Çünkü üretim güçleriyle mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkinizi veyahut ta üretim güçleriyle mülkiyet ilişkilerinde müşahhaslaşan iki sınıf arasındaki çelişkinin çözüm yolu her ne kadar bu­lunmuşsa da bu çözüm yolu geçicidir. Zira sözünü ettiğimiz çelişki.

Sosyal yönden "kapsamlı bir değişim geçirmektedir. Şundan M; üretim güçleri gelişim süreci içinde bazen mülkiyet ilişkileri ve yeni ekonomik kondisyonlarla çelişkiye düşmektedir. Bu çelişki, yeni bir sosyal tabakanın doğuşun­dan mayalanmaktadır. Bu sosyal sınıfın menfaatleri, üre­tim güçlerindeki yeni gelişmeler ve bu gelişmelerin sosyal gerekleriyle uzlaşmaktadır.

Buna karşı üretim güçlerinden yana olan sınıf daha ilk etapta, üretim güçlerinin kendi menfaatleriyle çelişkiye düşüp mülkiyet ilişkilerine karşı titiz bir tavır takındığı andan itibaren yukarıda sözünü ettiği­miz sınıfa basım kesilmekte böylece de iki sınıf birbirleriyle yeniden boğuşma başlamaktadır. Bu boğuşma; üretim güçleriyle mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkinin sosyal bir metodudur. Bu boğuşma önceki boğuşmanın vardığı aynı sonuca varmaktadır.

Böylece, buna bağlı olarak da üretim güçlerinden yana olan sınıf zafere kavuşmaktadır. Bu nedenle de ekonomik kondisyon değişmekte hatta tüm sosyal vazi­yetler altüst olmaktadır.

İşte bu suretle mülkiyet ilişkileri ve ekonomik kondisyon, bünyelerinde üretim güçleri gelişmelerine devam ettik­leri sürece varlıklarını sürdürebileceklerdir. Eğer bu yolda herhangi bir engel ortaya çıkacak olursa çelişkiler üst üste yığılır. Bu çıkmazdan kurtuluş ise, ancak bir ihtilalin patlak vermesiyle mümkün olabilir.

Ki bu ihtilalden yine üretici güçler başarıyla çıkıp kurtulabilirler. ve engeller de böylece parçalanmış, yepyeni ekonomik kondisyonlar ortaya çıkmış olur. Bu ekonomik kondisyonlar da ileri de diyalektik ka­nunlarına Duyarak yeni mücadelelere girişecektir. Tâ ki ta­rih, yepyeni bir aşamaya itilsin.


TARİHİ MADDECİLİK VE ONUN GERÇEK YÜZÜ

Marxistler tarihî maddeciliğin müspet bilimleri idrâk edebilmenin yegane bir ilmi metodu olduğunu söylemeyi adet haline getirmişlerdir. Bu müspet bilimler ki: Tarihî madde­ciliği diğer beşerî ilimlerin sınıfına itmiştir.

Bazı Marxist yazarlar, içtimaî insanı yorumlama hususunda tarihi mad­deciliğin yoluna taş koyanları, tarih ilminin ve tarihî mad­deciliğin inceleyip araştırmakta olduğu pozitif gerçeklerin düşmanı olmakla itham etmekte ısrarlıdırlar. Bu gibi kim­seleri itham edişlerini şu gerekçelere bağlamaktadırlar. Tari­hi maddecilik iki esasa dayanır:


a— Pozitif gerçeklerin varlığına inanmak.

Tarihî olayların rastlantı eseri olarak değil de, umumi kanunlara' uygun olarak meydana geldiklerine inanmak. Tarihi maddeciliğe yöneltilen her türlü eleştirinin son dura­ğı bu iki konudaki münakaşaya varmaktadır. Bu noktadan hareketle bazı marxsist yazarlar şöyle derler :

«Tarihi maddeciliğin ve tarihin düşmanları, tarihî olay­ları idrâk etme hususundaki anlaşmazlıkları şöyle yorum­lamayı adeta gelenek haline getirmişlerdir.

Bu düşmanlar, söz konusu anlaşmazlıkların; sabit bir gerçeğin yokluğunu kanıtladığını ileri sürmektedirler. Bu iddialarını sağlamlaş­tırma sadedinde de, bizlerin bir gün önce cereyan eden bir olayın niteliği hususunda anlaşmazlığa düştüğümüzü, yüz yıllar önce cereyan eden bir olayın niteliği hususunda ise hayda hay anlaşmazlığa düşeceğimizi söylemektedirler.» [2]

Bu sözleriyle yazar; tarihî madenciliğe yönetilin eleşti­rileri, tarihin müspet yanını ve tarihî olayların pozitif gerçeklerini bulanık hale getirme çabası olarak nitelemektedir. Bu tutumu ile yazar, pozitif gerçeklere oları inancı, kendi özel tarih anlayışı için speküle etmektedir.

Fakat biz, tarihî maddecilik düşmanlarının gerçekten araştırıcının şuuru idrâki, veya inkârı dışındaki bir gerçeğin varlığını bulanık hale getirmeyi amaçlayıp amaçlamadığını sorma hakkına sahip olduğumuzu sanıyorum, her halde...

Gerçek şu ki bizler, ileri sürülen bu iddialarda tarihî yönden orijinal hiçbir şeye rastlamadık. «Felsefetûna» adlı kitabımızda dünyanın, felsefe anlayışı konusunu işlerken felsefi alanda da bu tür iddialara şahit olduk. Marxistler maddeciliğin veya maddi anlayışın, felsefî araştırmalar ko­nusunda yegane gerçekçi bir yönelim olduğu hususunda ıs­rar etmektedirler. Onlara göre bu yönelim; maddenin po­zitif gerçeğine inanma esasına dayanan bir yönelimdir.

Bu yönelim, konu maddi yönelimden saptığı anda felsefî mese­lelere cevap olmaz. Ancak idealizmi bundan ayırmak gerek. Çünkü idealizm (Misâliye) pozitif gerçeği ve maddenin var­lığını inkâr eden bir sistemdir. Şu halde madde ya idealizm felsefesine göre yorumlanacaktır ki bu felsefede şuurdan kop­muş bağımsız pozitif gerçeklere yer yoktur.

Ya da madde ilmî bir metotla yani, diyalektik meteryalizm esasına göre yorumlanacaktır. «Felsefetûna» adlı kitabımızda bu düalitenin felsefî araştırmaları amacından saptırdığını, bunun gerisinde diyalektik meteryalizm düşmanlarının itham edil­mesi amacının güdüldüğünü söylemiştik.

Bunlar, idealizmce tasarılar kurmak, maddenin pozitif gerçeklerine inanmamak­la suçlanmaktadırlar. Bütün bunlar bir tarafa pozitif gerçe­ğe inanmak, sadece diyalektik meteryalizmin bir gereği de­ğildir. Bunu bilmekte fayda vardır. Bu gerçeğin ortadan kal­dırılması veya- bu gerçek hakkında şüpheye düşmek veyahut-ta bu gerçeğin inkârı hiçbir zaman düşünülemez.

Yeni konumuz üzerinde de aynı sözü söyleyebiliriz. Top­lumun ve tarihin gerçeklerine inanmak, maddi anlayışa sa­rılma sonucunu doğurmaz. Tarihi olayların veya gerek geç­mişte, gerek şimdiki zamanda belirli bir şekilde bilincimiz dışında cereyan eden olayların sabit birer gerçekleri vardır. Bu hususu hepimiz kabulleniyoruz.

Fakat bu sadece tarihi maddeciliğin bir meziyeti değildir. Tarihi olayları veya ta­rihî gelişmeleri fikirle veya doğal bir etkenle veya cinsel bir etkenle veyahut ta bunlarda başka bir etkenle yorumlayan herkes, bu gerçeğe inanır. Nitekim tarihi, üretim güçlerinin evrimi ile yorumlayan marksizm de bu gerçeğe inanmakta­dır. Pozitif gerçeğe inanmak; tarihle ilgili bütün kavramlar için hareket noktası ve çeşitli yorumların dayanacakları esas niteliğindeki ilk bedihî noktadır.

***

Şu da varki tarihi olaylar, maddede cereyan eden olay­lar bütününün birer parçası olmaları nedeniyle, maddeye hükmeden umumi kanunlara boyun eğmektedirler.

Bu ka­nunlarından birisi de illiyet kanunudur ki bu kanunu şu «cümlelerle dile getirebiliriz. İster tarihî ister ilmî bütün olay­lar muhakkak ki, bir sebebe dayalı olarak cereyan ederler. Bu olayların rastlantı sonucu meydana gelmelerine imkân yok­tur. Her sonuç kendi sebebiyle bağlıdır.

Her hadis (Sonradan meydana gelen şey) bir mukaddimeye (Kendinden önce var olan bir şey) bağlı olarak meydana gelir. İlliyet kanununun tarih alanın da uygulanmaması halinde yapılan tarihî araş­tırmalar bir değer ifade etmez.

Tarihi olayların pozitif gerçeğine inanmak, bu olayla­rın iliyet kanununa uygun bir şekilde cereyan ettiğine inan­mak, belli başlı iki esas olup bu esaslar, tarih yorumuyla il­gili bütün ilmi araştırmalar için temel niteliğini taşımakta­dırlar. Ancak şunu da söylemek gerekir ki tarih incelemele­rinde tarihi yorumlarla çeşitli yönelimler arasındaki çekiş­me, esas niteliğindeki illetlerle toplumdaki başta gelen güç­ler etrafında dönmektedir.

Çekişme konusu edilen toplumun başta gelen güçleri üretici güçler midir, yoksa fikirler midir, yoksa soy mudur, yoksa tabii vaziyet midir, yoksa bütün bu göçlerin toplamı mıdır?-Hangi yönelimde bulunulursa 'bulunsun- bu sorunun cevabı; Tarihin yorumu olmanın dı­şına çıkmaz: Ve ayrıca bu cevap, tarihî olayların gerçeğine, bu olayların illiyet kanununa uygun bir şekilde cereyan et­tiğine inanma esasına dayalı olarak verilecektir.

Bundan sonraki başlıkta; tarihi anlamak ve tarihi yo­rumlamak için genel bir metot niteliğine sahip olması iti­bariyle ilk olarak tarihî maddeciliği, felsefi ve mantıkî esas­ların ışığında inceleyeceğiz. Çünkü Marksizmin varlık anla­yışı felsefe ve mantıktan doğup gelişmiştir.

Sonra da tarihî maddeciliği; insanlık tarihini kapsama­ya çalışan bir teori olarak inceleyeceğiz. Üçüncü aşamada ise; insanlık tarihini belirli aşamalara ayıran ve her aşama­nın başına da sosyal bir sıçramayı yerleştiren tarihî madde­ciliği detaylarıyla birlikte inceleyeceğiz.



FELSEFİ ESASLARIN IŞIĞINDA TARİHİ MADDECİLİK TEORİSİ


Felsefi maddecilik ışığında:

Marksizm, tarihin maddi yönden yorumunun çağdaş maddeciliğin en önemli meziyetlerinden biri olduğuna inan­maktadır. Çünkü onsuz tarihe sağlıklı bir yorum getirmenin imkânı yoktur. Tarih yorumunun felsefi maddecilikle uyuş­ması ve hayat ile kâinat hakkındaki maddi anlayışıyla aynı doğrultuda olması gerekmektedir.

Marksizm nazarında maddi yorum, genel olarak varlıkla uyuştuğuna göre bu yorumun aynı atamanda tarihe de uygun gelmesi gerekmektedir. Çün­kü tarih, varlığın bir yaranı teşkil etmektedir.

Bu noktadan hareketle marksizm XVIII. yüzyıl madde­ciliğinin, tarih yorumu karşısındaki tutumunu hoş görmemektedir. Çünkü XVIII. yüzyılın mekanik! maddeciliği, tarih alanında yer tutmuş olan bu maddi keşfe ulaşamamıştır. Tersine bu mekanik! maddecilik, genel varlık alanında mad­deciliğe sarılmasına rağmen tarih anlayışı konusunda idea­lizme kaymıştır.

Bu mekanik! maddeciliğin idealizme kayış sebebi nedir ? Mandzme göre bu mekanik! maddecilik insan­lık için ruhi muhtevaların ve fikirlerin varlığına inanmıştır. Üstelik bu fikir ve ruhî muhtevalara tarihte baş köşeyi ver­miştir. Yaşamakta olduğu sosyal ilişkiler arasında bu idealizm etkenlerini en son sebebe yani, üretim araçlarında gizil bu­lunan maddi güçlere dayandırmayı becerememiştir.

Bu yüz­den tarihin maddi sebebine ulaşmamış, tarihi maddecilik için kâinat maddeciliğiyle uyuşan ilmî bir kural koyma hususun-da başarılı olamamıştır. Sadece tarihi, sathi olarak ele alan, derinliklere inmeyen sathi idealist tarih yorumlarına takılıp kalmıştır. Bu konuda Engels şöyle der: «Tarih alanında görüyoruz ki eski devir maddeciliği bizzat kendi kendisiyle uyuşmamaktadır. Çünkü bu maddecilik; idealizmin tarihte­ki muharrik güçlerini nihai sebepler olarak kabul etmekte­dir.

Bu da muharrik güçlerin arkasında gizli bulunan bilfiil muharrik güçlerin araştırılmasından ileri gelmektedir. Çe­lişki; sadece bu idealist güçlerin kabullenilmesinden ileri gelmiyor. Aynı zamanda bu güçlerin Ötesine varamamaktan da ileri geliyor. Şayet bu güçlerin gerisine varılabilse, mu­harrik sebepler üzerindeki sis perdesi de kalkmış olur.» [3]

Bu araştırmamda ben felsefî maddeciliği ele almak iste­miyorum. Çünkü bu konulan «Felsefetûna» adlı kitabımda inceledim, yalnız marksistlerin veya bazı marksist yazarların felsefî maddecilikle tarihî maddecilik arasında var olduğu­nu iddia ettikleri bağlantıyı, şu soruyu ortaya atarak ince­lemek istiyorum…

Marxistlerin yaptığı gibi felsefî esaslara dayalı olarak tarihi yorumlamak ve hayatın başlangıcından tâ ebede kadar marksizm tekerleğini üretim araçlarıyla yürütmek zo­runluluğunda mıyız?

Bu soruyu cevaplarken her şeyden önce maddeciliğin felsefî kavramıyla maddeciliğin marksizm nazarındaki tarih kavramını gayet açık olarak birbirinden ayırmamız gerekmektedir.

İki kavram arasındaki bir benzerliğe meydan verecek olursak, söz konusu ettiğimiz «iki kavram arasında bir bağlantı vardır.» Şeklindeki marksist iddiaları teyid etmiş ve kabullenmiş oluruz. Ayrıca Manan tarih hakkındaki düşün­celerine dayanmayan maddeci felsefelerin tarih araştırmala­rı sahasında ayakta duramayacaklarını, idealizmin tarih anlayışından nihai olarak özgür olamayacağını da kabullen­miş oluruz.

Gerçek şu ki, felsefî terminolojide maddecilik; çeşitli dış görüntüleriyle madde, evrenin bütün görünen varlıkları­nı ve varlığın her çeşidini kapsamına alan yegane gerçektir.

Ruhsal olaylar ve bu olayların kapsamına giren tüm fikir­ler, şuurlar ve tecritler sadece birer maddi sonuçturlar. Gelişim ve tekâmül sürecindeki maddenin içinde bulunduğu özel mevkiin bir ürünüdürler.

Düşünce her ne kadar- mad­denin seviyesinden yüksekte görülüyorsa da aslında felsefî maddecilikte fikir, beyinin tavzifi gelişmelerinin bir ürü­nünden başka bir şey değildir. Maddenin sınırlan ve çeşitli yönlerinin dışında bir gerçeğin bulunması imkânsızdır. Fi­kir maddi olmayan manalara değil de, maddi olan manala­ra muhtaçtır.

İnsanın düşünceleri, ruhsal içerikleri ve bu felsefî anla­yış esasına dayalı olarak incelenmesine giriştiği tabiat; mad­denin çeşitli yönlerinden, gelişmelerinden, tekâmül etmesin­den başka bir şey değildir.

İşte felsefî maddecilik dediğimiz şey ve bu maddeciliğin insan ve kâinat hakkındaki genel görüşleri bundan ibarettir. Bu felsefi kurama göre insanın maddi şartlar ve üretici güç­lerin ürünü olmasıyla, üretim şartları ve güçlerinin insanın ürünü olması arasında bir fark yoktur. İnsan, insanın dü­şüncesi, tabiatı ve üretici güçleri maddi sınırlar içerisinde olduğu sürece, tarih hangi halkadan yorumlanmaya başlanılırsa başlanılsın pek değişen bir şey olmaz, felsefi madde­ciliğe göre...

Tarihin yorumlanmaya başlandığı bu halka, sosyal sürecin ilk halkası olarak kabul edilir. Nitekim bunun yanında tarihi, üretim araçlarıyla yorumlayıp bu yoruma tarihin ilahlık sıfatını ekler ve bunu da tüm tarihî hareket­ler için en büyük sebep olarak kabul edecek olursak yine de bir sonuca varırız.

Ayrıca, tarih yorumunda başlangıç noktası olması itibariyle tarihi yorumlamaya insanlıkla başlayacak olursak felsefî maddecilik nazarında aynı değişmez sonuca ulaşmış oluruz.

Böylece anlaşılmış oluyor ki felsefede maddeci yönelim;' insan ve doğayı maddi açıdan yorumlamaktadır. Ki bu yorum, tarih için marksist anlayışı zorunlu kılmamakta ve insanı üretim araçlarının şekillendireceği yumuşak bir hamur olarak tarih merdiveninin ikinci basamağına indirmeyi gerekli kılmamaktadır.

Şu halde tarih meselesinin evren hakkındaki felsefî me­seleden bağımsız olarak ele alınması zorunlu olmaktadır.


DİYALEKTİK KANUNLARIN IŞIĞINDA TARİHÎ MADDECİLİK:

Diyalektik kanunları; tüm gelişim ve evrimleri, eşyanın özünde bulunan zıtlar arasındaki çatışma ile yorumlamak­tadırlar. Eşyanın bünyesinde bulunan her şey zıt bir mües­sir taşımakta bu müessirler de kendi zıtlarıyla bir çatışma­ya girerek çatışma ortamlarına uygun bir şekilde tekâmül etmektedirler. (Bkz. Felsefetûna S. 174 - 242)

Marksizm; kendi özel kanunlarıyla, diyalektik kanunlarını sosyal alana uygulamaya ve tarihî olaylarda diyalektik me­todunu uygulamaya yönelmektedir. Marksizme göre toplum­daki sınıf çelişkisi, «Her şey kendi yapısında birtakım zıt ve çelişik şeyleri içerir.» diyen diyalektik kanununun bir ifade­sidir.

Yine marksizme göre sosyal değişme, dahilindeki çeliş­kilerden fışkıran dinamik bir hareket olması sıfatıyla, «Bü­tün varlıklar mekanik bir hareketle ve dışta bulunup da kendisini geriden iten güçlerin etkisi ile değil de kendi bün­yesinde gelişip patlama noktasına gelen zıtlıklar dolayısıyla gelişip tekâmül eder.» diyen diyalektik kanununa uygun ola­rak meydana gelen bir olgudur.

Toplum yapısı ve düzenin­de kapsamlı bir değişiklikten ötürü patlama anım gözetleyen ve azar azar yığılan sınıflar arası çelişkilere de inanan marksizm, bu çelişkilerin yapılışının; «Tedrici suretteki kemiyet değişiklikleri, anî ve keyfi bir değişikliğe dönüşür.» diyen diyalektik kanununa uygun olarak meydana gelen bir olay olduğunu ileri sürmektedir.

İşte böylece marksizm -kendi tarihî maddecilik metodu­na uygun olarak- tarihî alanda genel diyalektik kanunları için geniş bir zemin hazırlamaya çalışmaktadır.

Marksizmin tarihî diyalektik alanında elde ettiği başarının ne miktarda olduğunu açıklamaya çalışalım. Kuşkusuz marksizm, tarih analizi hususunda diyalektik bir yöntem bulmayı bir dereceye kadar becermiştir. Ama ulaşmış oldu­ğu sonuçlarda, diyalektiğin karakteriyle çelişkiye düşmüştür.

Bu nedenle de ancak diyalektiğin yoluna girebilmiş fakat diyalektiğin son aşamasına, kesin sonucuna asla ula­şamamıştır. Nitekim ileri de de bunu göreceğiz.



A—DİYALEKTİK METOD

Marksizm, diyalektik yöntemini sadece tarih araştırma­larında ele almakla yetinmemiş, aynı zamanda hayat ve kâi­natla ilgili tüm konularda yaptığı analizlerde de diyalektik metodunu kullanmayı prensip haline getirmiştir.

Felsefetûna adlı kitabımızda da bunu etraf Uca izah etmiştik Ayrıca marksizm, diyalektik çelişkilerle illiyet kanunu arasındaki sallantıyı da tam bir sonuca vardırmamıştır. Marksizm, diyalektizme bağlı olması dolayısıyla, gelişim ve tekâmülün eşyanın bünyesinde bulunan dahili çelişkilerin bir eseri ol­duğunu kesinlikle ortaya koymaktadır.

Dahili çelişkiler, her­hangi bir güce veya dış bir sebebe ihtiyaç duymaksızın mad­denin bütün olgularını yorumlayabilecek yetenektedirler. Marksizm diğer taraftan sebep musebbep ilişkisinin varlığı­nı da kabullenmekte bu olguyu ise eşyanın bünyesinde bulu­nan çelişkilerle değil de dış sebeplerle yorumlamaktadır. Bu sallantı, marksizmin tarihî analizlerinde de kendini göster­mektedir.

Marksizm bir taraftan eşyanın bünyesinde köklü çelişkilerin bulunduğunu ısrarla söylemekte ve bu çelişkile­rin eşyanın gelişim ve hareketlerini sağlayacak nitelikte olduğunu ileri sürmekte diğer taraftan da sosyal yapının ta­mamen bir tek temde, yani üretim güçlerine ve üretim güç­lerinin özel yöntemlerine dayalı olduğunu kabul etmekte­dir.

Siyasal,ekonomik ve fikri kondisyonların ise bu yapı­nın birer üst yapılan niteliğinde olduklarını ve başka bir şe­kilde sosyal yapının dayanmakta olduğu üretim yönteminin yansıması olduğunu ileri sürmektedir. Şu halde sözünü etti­ğimiz bu çeşitli türden yapılarla üretim yöntemi arasındaki ilişki, sebep, müsebbeb arasındaki ilişkinin aynısıdır.

Bu de­mektir ki; toplumun üst yapısında meydana gelen olgular eşyanın bünyesindeki dahilî çelişkilerle uygun bir şekilde di­yalektiğe uyarak meydana gelmemektedirler. Bu olgular, eş­yanın dahili içerikleri ve evrim kuralının etkisiyle meydana gelmektedirler. Daha da ileriye gidelim.

Marksizmin iddiasına göre toplumu evrimleştiren çelişkiler, toplumun dahilî çeliş­kileri olarak kabul edilen sınıflar arası çelişkiler değildirler. Bu çelişkiler, eski mülkiyet ilişkileriyle yeni üretim güçleri arasındaki çelişkilerdirler. Şu halde burada, aralarında çeliş­ki bulunan iki bağımsız şey vardır. Bünyesinde çelişki taşı­yan bir tek şey değil...

Marksizm artık, dahilî çelişkilerle illiyet kanunu arasında hangi yeri yeğlemesi gerektiğini idrâk etmiştir. Ayrıca ikisi arasında uzlaşıra sağlamaya da çabalamıştır. Sebep ile müsebbebe diyalektik bir anlam kazandırmış bu iki terimin mekânikî anlamlarını yok etmiştir. Ayrıca analizlerinde, özel diyalektik sınırlarına bağlı kalarak sebep müesebbep yönte­mini kullanmayı da uygun bulmuştur. Marksizm, doğru bir
çizgi üzerinde gitmekte olan sebebiyet kanununu inkâr et­mektedir. Bu kanuna göre sebep, kendi müsebbebine göre haricî olur.. Müsebbep de sebebe göre olumsuz olur.

Çünkü bu sebebiyet kanunu, diyalektizm ile, tabiattaki oto evrim
ve gelişim işlemiyle çelişmektedir. Çünkü bu kanuna göre müsebbebin, kendi sebebinden daha zengin ve daha gelişmiş olarak gelmesi imkânsızdır. Aksi takdirde müsebbepteki zen­ginlik ve gelişmişliğin fazlalığı sebepsiz kalacaktır. Kendi
çelişiğinden doğan müsebbep, kendisini doğuran çelişiğe dönmek, onunla etkilenmek, onunla birleşme yoluyla, yepye­ni bir bileşik meydana getirmek için, kendi bünyesinde bu­lundurduğu çelişkilere uygun olarak dahilî bir hareketle gelişip tekâmül eder.

Meydana gelecek olan bu yeni bileşik, teker teker sebep ve müsebbebe nikbetle daha zengin ve daha gelişmiş olacaktır. Marksizmin sebep ve müsebbepten kastettiği de budur. Çünkü bu, diyalektizm ile diyalektizmin (Tez, antitez, sentez'den oluşan) üçlüsüne tam tamamına uymak­tadır. (Bkz. Felsefetûna. S. 176-177) .

Sebep, tezdir. Müsebbep, antitezdir, ilkesinden meydana gelen bütün ise sentezdir. Sebeplilik; bir gelişim ve evrim iş­lemidir. Bu işlem, sebebin müsebbepten yani, tezin antitez­den doğması yoluyla tamamlanmaktadır. Bu işlemde müsebbep, olumsuz bir yolla değil de kendi dahilî çelişkilerinin et­kisiyle doğmaktadır. Bu çelişkiler; müsebbebi, kendisi için gerekli olan sebepten daha üstün ve daha mükemmel bir sen­tez içerisinde hazırlayarak geliştirmektedirler.

Marxistler, diyalektik anlamlarıyla birlikte sebep müsebbep ilişkilerini tarih alanında da kullanmışlardır. Genel olarak marksizm dayanmakta olduğu diyalektizmin kuralları dışına çıkmamıştır.

Toplumu yorumlarken toplumun dayan­makta olduğu bir temelin bulunduğunu, üst yapıda mey­dana gelen olayların bu temele dayalı olduklarını ve yine bu temele dayalı olarak söz konusu olayların geliştiklerini, ken­dilerini meydana getiren temelden etkilendiklerini ileri sür­mektedir. Böylece de söz konusu olaylar ile bu olayların da­yanmakta oldukları karşılıklı etkilenmelerden ötürü, tez, antitez ve sentez (ispat, inkâr, inkârın inkârı kaziyesine uy­gun olarak sosyal evrimin aşamaları doğacaktır.

Bazı durumları istisna edecek olursak bu niteliği marksizmde de arayabiliriz. Sözünü ettiğimiz istisnaî durumlarda marksizm, tarihsel olguyu- diyalektik ile yorumlamada hezi­mete uğradığını göstermiştir, dolayısıyla da- bu durumlarda sosyal evrimi ve tarihî olguları mekâniki bir yöntemle yo­rumlamak zorunluluğunda kalmıştır, önceki hezimeti ise as­la kabullenmemiştir. Bu konuda Engels şöyle der:

«ilkel toplumlar binlerce yıl varlıklarım sürdürme olanağına sahiptirler. Nitekim, dış dünya ile ilişkilerini kurmadan önce günümüz hind ve Slav toplumları aynı durumday­dılar. Bu toplumlar dış dünya ile bir alışverişe girince mül­kiyet hususunda aralarına bir eşitsizlik girdi. Bu eşitsizlik dolayısıyla da adı geçen toplumların parçalanmaları- mu­kadder hale gelmiştir» [4]
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


TERCÜME: Mehmet KESKİN - Sadettin ERGÜN

İLAVELİ İKİNCİ BASKI

Kontrol:İktisatçı: İbrahim YETİŞ

eKitap: www.IslamKutuphanesi.com

ÖNSÖZ

Aziz okuyucular, «Felsefemiz» adlı kitabımda demiştim ki söz konusu eserimiz İslâmi araştırmalarımızın ilk halka­sını teşkil etmektedir. Çünkü adı geçen eserimiz muhteşem İslâm sarayının Tevhit ve akait binasını teşkil eden bir eser­di.

O zamanlar sizlere; bu araştırmanın peşi sıra, İslâm sara­yının yüce binalarını oluşturacak olan araştırmalarımın da geleceğini va'detmiştim. Böylece de kalplerin derinliklerin­de bulunan canlı bir inanç sistemi, mükemmel bir hayat dü­zeni ve terbiye ile düşünceye dair orijinal bir metot olan Islama ilişkin mükemmel bir zihni şekil teşekkül etmiş olacaktı.

Söz konusu kitabımızın önsözünde, demiştik ki; araştır­malarımın ikincisini; «Toplumumuz» adlı kitap teşkil ede­cektir. Tasarımıza göre «Toplumumuz» adlı kitabımızda islâmın insana, sosyal hayatına, İnsanın sosyal problemleri'ni çözümleyip yorumlama metoduna ilişkin teklifleri ele alacaktık.

Sonuç olarak da İslâmın sosyal hayata bitişen ve sağ­lam dayanaklara bağlı akait binası üzerinde temerküz eden düşüncelerini inceleyecektik. Ne ki okuyucularımızın ısrar­lı istekleri «Toplumumuz» adlı kitabı ertelememizi felsefesi esasları, temel çizgileri ve doktriniyle birlikte İslâm ekono­misine ilişkin detaylı bir araştırmaya kavuşmaları için «İs­lâm ekonomisi» adlı kitabı öne almamızı gerektirdi.

Bu sebeple «İslâm ekonomisi» kitabının yayımını gerçekleştirmeye çalıştık. Bu kitapta İslâm ekonomisinin bu gün kaynaklardan anladığımız kadarıyla nisbî de olsa mükemmel bir şeklini sunmaya çalıştık.

Bu kitabı daha önce yayınlayarak okuyucuyla biraz daha çabuk karşılaşmayı ümide diyordum. Ne var ki ezici ortamlar, yardımcım Seyyie Muhammed Bakır el Hakim ile birlikte bu araştırmayı tamamlayıp mümkün olan en kısa zamanda okuyucuya sunmak için harcadığımız emeklere rağ­men kitabın çıkmasını geciktirdiler.

Bu önsözde, hakkında birçok araştırmalar yapılmış olan İslâm ekonomisine ilişkin birkaç gözetmek istiyorum. Ekono­mi derken biz neyi kastediyoruz? Bunu da açıklamak istiyo­rum.

'Ekonomi' kelimesi, insanlık düşüncesi tarihinde uzun bir geçmişe sahiptir. 'Ekonomi' kelimesinin sırtını geçmişe dayamış olması, kendisine verilen muhtevalar sonunda ma­nanın da biraz daha derinleşmesine sebep olmuştur. Bu keli­menin uzun bir tarihe sahip oluşu, bu kelimenin ifade etmek­te olduğu manada ekonominin ilmi yanı ile doktoriner yanı arasında bir birleşimi meydana getirmesine yol açmıştır.

İs­lâm ekonomisinin ne manaya geldiğini tam olarak öğrenmek istersek, ekonomi ilmiyle ekonomik doktrinleri birbirlerin­den ayırmamız gerekecektir ki ancak bu sayede ilmi düşünce ile doktrinler düşünce arasındaki etkileşim oranını kavraya­biliriz.

Böylece de bu eserde incelemeye çalıştığımız İslâm eko­nomisinden ne kastedildiğini kesin olarak öğrenmiş olaca­ğa.

Şu halde Ekonomi ilmi, ekonomik hayatı, bu hayatta meydana gelen olay ve tezahürleri yorumlamanın bu olay ve tezahürleri kendilerine egemen genel sebep ve faktörlerle irtibatlandırmanın ilmidir.

Bu ilmin doğuşu henüz yenidir. Kesinlikle söyleyecek olursak ekonomi ilmi, her ne kadar ilk temelleri tarihin derin­liklerine uzanıyorsa da ancak kapitalist çağın başlangıcında yani yaklaşık olarak bundan dört yüzyıl önce doğmuştur.

Kendi imkânları kadarıyla her medeniyet, ekonomik düşün­cenin gelişmesi! hususunda pay sahibi olmuştur.

Şunu da söylemek gerekir ki ilk olarak siyasal ekonomi bilimindeki inceden inceye yapılan ilmi araştırmalar son yüz­yıllarda görülmüştür.

Toplumun ekonomik doktrinine gelince bu da; Toplumun ekonomik hayatında ve pratikteki problemlerini çözümlemede izlemiş olduğu bir metoddan ibarettir.

Bu noktadan hareketle, ekonomik doktrini olmayan bir toplumu düşünmemiz imkânsızdır. Çünkü her toplum servet biriktirmeye biriktirdiği bu serveti de dağıtmaya teşeb­büs eder.

Bu ekonomik işlemleri düzenlemek İçinde kendi yapısına uygun gelen bir tarza muhtaçtır. İşte bu tarz, toplu­mun ekonomik hayatı bakımından doktrindeki yerini belirler.

Ekonomik hayatın düzenlenmesi için belirli bir tarzı be­nimsemek gelişigüzel bir iş değildir. Bu tür işlemler her za­man ahlakî veya ilmî karakter taşıyan düşünce ve kavramla­ra dayanılarak yürütülür, işte bu düşünce ve kavramlar, ken­dileri üzerine dayandırılacak olan bir ekonomik doktrin için bir birikim oluştururlar.

Her hangi bir ekonomik doktrin üzerinde inceleme yapılırken her şeyden önce bu doktri­nin, ekonomik hayatı düzenleme tarzı ve doktrin için temel teşkil eden düşünce ve kavramları ele alınmalıdır.

Sözgeli­mi, ekonomik serbestiyi savunan kapitalist (Re'smaliye) doktrini inceleyecek olursak önce, bu doktirinin temel dü­şünce ve kavramlarını ele almamız gerekecektir.

Bu temel düşünce ve kavramların başında Kapitalizmin (Re'smaliyenin), ekonomik serbestiyi kutsallaştırması ve bu serbesti­nin gerekliliğine inanması gelmektedir.

Kapitalizmden başka her hangi bir doktrini inceleyecek olursak yine aynı yolu izlememiz gerekecektir.

Siyasal ekonomi ilmi, ekonomik düşünce alanında yo­lunu yara yara ilerlemeye başladığı günden itibaren ekono­mideki bazı teoriler, doktrin için yedek stok niteliğindeki fikirlerden birazcığını oluşturmaya başlamışlardır.

Sözgelimi Merkantilistler (Ticariyyûn) - ki bunlar çağ­daş ekonomik düşüncenin öncüleridirler.- her milletin servet kantitesini o milletlerin elinde bulunan para miktarıyla izah ettiklerinde kendi doktrinlerini ortaya koyma husu­sunda bu düşünceyi kullandılar.

Dıştan döviz getirmek için yegane araç olması bakımın­dan dış ticaretin gerekliliğini ileri sürdüler.

Ekonomik siya­set alanında bazı ilkeler ortaya koydular. Bu ilkeler, ihraç edilen malların değerinin ithal edilenlerinkinden fazla olma­sını gerektiriyordu. Ki bu değer fazlalığı oranında yabancı dövizler sağlansın.

Fizyokratlar ise servet konusunda yepyeni bir açıkla­ma tara getirdiler. Buna göre; servetin artması, yeni değer­lerin meydana gelmesi ancak tarımsal üretim sayesinde mümkün olur. Ticaret ve sanayi sayesinde değil...

Bunlar da kendi açılarından ilmi olan açıklamalarının ışığında yep­yeni bir doktrinler siyaset ortaya koydular. Bu siyasetin ama­cı; tüm ekonomik yaşantının kıvamı olması bakımından ta­rımın gelişmesi idi.

ilmî istatistiklerin ışığındaki bu istatis­tikler de insan sayısındaki artışın ziraî üretimdeki artıştan daha hızlı olduğunu, bunun da gelecekte korkunç kıtlıklara yol açacağını gösteriyordu.

Malthus, ünlü teorisini ortaya atarken nüfus planlamasının zorunlu olduğunu ileri sürü* yordu. Hatta bunun için propagandaya bile başlamıştı. Bu propagandası için de bazı siyasal, ekonomik ve ahlâki yön­temler tespit etmişti.

Sosyalistler (İştir'âkiyun), eşyanın değerini o eşya için harcanan emek miktarıyla açıklarken kapitalist kân askıya aldılar ve Sosyalizmi kurdular. Bu doktrine göre üreticiye sadece işçinin hakkı ücret olarak verilir. Çünkü üreticinin kazanç elde etmesini sağlayan değeri üreten işçinin kendi­sidir.

İşte böylece bütün ilmî teoriler doktrinler teorilere etki­de bulunmaya ve doktrinler araştırma yapanlara ışık tutma­ya başlamışlardır.

Bütün bunlardan sonra Marx'ın devri geliyor. Marx ekonomik doktrin için yedek stok niteliğindeki fikirlerden başka tarih ilmini veya tarihî maddecilik adım verdiği bu­seyi ilave olarak getiriyor.

Marx, bir ek olarak getirmiş ol­duğu tarihi maddecilikte, tarihe hükmeden tabiat kanunla­rını keşfettiğini zannediyordu. Ekonomik doktrinin de bu ka­nunların zorunlu bir sonucu olduğunu kabul ediyordu.

Belirli bir tarihi merhalede egemen olması gereken eko­nomik bir doktrini tanıyabilmek için önce tarihin tabiatı olan zorunlu kanunlara müracaat etmemiz ve aynı merha­ledeki târihin gereklerini keşfetmemiz gerekir.

İşte bunun içindir ki, Marx bulunduğu tarihî merhalede insan hayatından mayalanan tarihi kanunların kaçınılmaz bir sonucu ol­maları niteliğiyle Sosyalist ve Komünist doktrinlere inanmış­tır.

Böylece de ekonomik doktrin, önceleri ekonomik siyaset il­miyle ilgilenmekte olduğu gibi bundan sonra da tarihî in­celemelerle de ilgilenir olmuştur.

Bu noktadan hareketle biz; İslâm ekonomisi kelimesini kullanırken direkt olarak ekonomi ilmini; kastetmiyoruz. Çünkü bu ilmin doğuşu henüz yenidir. Çünkü İslâm dini, bir davet dinidir... Bir hayat programıdır...

Dolayısıyla da ilmî araştırmalara girişmek bu dinin aslî görevlerinden de­ğildir. Biz İslâm ekonomisi derken islâmın ekonomik doktri­nini kastediyoruz. Bu doktrinde islâmın ekonomik hayatı dü­zenleme metodu billurlaşmaktadır.

Ekonomik hayatı dü­zenlerken bu doktrinin sahip olduğu birikimden ve diğer özel­liklerden yararlanılır. Sözgelimi bu fikirler; islâmın ahlâk ekonomi, tarihi ilimlerinden oluşmaktadır.

Bu fikirler; eko­nomik siyaset meseleleri ve insan topluluklarının tarihleri­nin analiziyle adeta bileşke meydana getirirler.

İşte bu suretle biz İslâm ekonomisi derken; tüm detay­larıyla birlikte ve dayanmakta olduğu birikim niteliğinde­ki fikirlerle olan bağlantısıyla birlikte islâmın ekonomik doktrinini kastediyoruz. Bu da doktrinin ele aldığı problem­lere ilişkin görüşlerini açıklar.

Bu yedek stok niteliğindeki fikirler bizzat Islama ilişkin yapılan açıklamalara uygun olarak veya doktrinin ekono­mik ve tarihî meselelere ilişkin tuttuğu ışıkların doğrultu­sunda belirginlik kazanmaktadır, kendi yanımızda ekono­mik siyaset ilimi ve tarihi maddecilik üzerinde yapılan araş­tırmalara ilişkin islâmın ilmî karakteri, tarih felsefesi doğ­rultusundadır...

Bu da islâmın açıkladığı ve davetini yaptı­ğı genel doktrininin incelenmesi ve tahliliyle mümkündür.

Sözgelimi eşyanın değerinin açıklanması, eşyanın kay­naklarının sınırlandırılması, eşyanın değerinin nasıl meyda­na geldiği ve eşyanın sahip olduğu değeri sadece emekten mi yoksa bir başka şeyden mi kazandığı hususunda ilmî yön­den islâmın görüşlerini öğrenmek istediğimizde şöyle bir yo­lu izlememiz gerekir:

Bütün bu saydıklarımızı öğrenmek istediğimizde islâmın, sermayenin sağladığı kazanç hakkın­daki düşüncesini, bu kazancın adaletli bir kazanç olup ol­madığı hususundaki görüşlerini öğrenmek zorunluluğunda­yız.

Kapital, üretim araçları ve üretim için harcanan eme­ğin oynadıkları rol hakkında islâmın görüşlerini öğrenmek istersek ilk etapta, islâmın dağıtım alanında bu üç unsura tanımış olduğu haklar üzerinde bir inceleme yapmamız ge­rekecektir.

Bu hüküm; kira işleri, ortaklık, sulama, ekinci­lik, alış veriş ve borçlar alanında da geçerlidir.

Geçen sayfalarda temas etmiş olduğumuz Malthus'un nüfus planlamasıyla ilgili teorisi hakkında islâmın görüşle­rini Öğrenmek isteyecek olursak, islâmın bu konudaki gö­rüşlerini Malthus'un genel politika olarak doğum kontrolü­nü savunmasından anlayabiliriz.

Tarihî maddecilik ve tarihî maddeciliğe göre tarihin aşamaları hakkında islâmın düşüncesini öğrenmek istiyor­sak, islâmın ekonomik doktrininin sabit karakterini incele­meliyiz. Bu ekonomik doktrinin, islâmın doğuşundan itiba­ren insanoğlunun yaşadığı bütün tarihî merhalelerde uygu­lanabilirliğine olan inancı ele almalıyız...

***

İlerideki konuların anlaşılmasını kolaylaştıracak şekil­de «İslâm ekonomisi» nin ne anlama geldiği ve ne gibi şeyle­re delâlet ettiğini belirledikten sonra, kitabın içerdiği bölüm­ler üzerinde kısaca bazı açıklamalarda bulunacağım:

Birin­ci bölümde marksizm ele alınmaktadır. Markizmin tarihî maddecilikte temsil olunan yedek stok niteliğindeki bazı fi­kirlere sahip olduğu ele alınmakta sonra da bu fikirler üze­rinde inceleme yapılmakta, nihayet direkt olarak marksizm doktrininin eleştirisi yapılmaktadır. Bu bölümü, Markizmin dayanmakta olduğu güya ilmî esasları elemeye tabi tutarak kapadık.

İkinci bölümde ise temel ilkeleri ve ekonomi siyasetiyle olan ilişkisi nazarı itibara alınarak kapitalizm doktrini in­celenmekte ve eleştiriye tabi tutulmaktadır.

Üçüncü bölümde ise direkt olarak İslâm ekonomisi incelenmektedir. İslâmın üretim ve dağıtım sisteminin anato­misini yapabilmek için bu bölümde İslâm ekonomisinin te­mel fikirlerini ele alacak, sonra da konunun diğer kısımla­rına geçeceğiz.

Tabii ki islâmın üretim ve dağıtım sistemini ele alırken bu sistemin; tabii servetlerin paylaştırılması, özel mülkiyetin sınırlandırılması, denge, dayanışma, toplum ga­rantisi, malî politika gibi ilkeler, ekonomik hayatta hükü­metin yetkileri, emek, sermaye ve üretim araçlarının üretim­deki rolleri, bu unsurlardan her birinin üründeki hakkı ve bunlardan başka kapsamına aldığı konulan da inceleyeceğiz.

İslâm ekonomisinin, okuyucuya tam ve belirgin bir şeklini sunabilmemiz için bu saymış olduğumuz konuların dışında muhakkak ki başka konulara da ihtiyaç vardır...

***

Son olarak geriye, kitabın konularıyla özellikle İslâm eko­nomisinin okuyucuya sunulduğu son kısımlardaki konula­rıyla ilgili olarak bir kaç husus kalıyor ki bunları da başlan­gıçta kaydetmemiz gerekir:

l — İslâm ekonomisinin fıkhı yanıyla ilgili islâmın görüşleri kitapta, istidlalden ve geniş fıkhı incelemelerdeki ilmî araştırma metotlarından mücerred olarak ortaya konul­maktadır. Ortaya konulan bu görüşler, ayet ve hadis gibi İslâmî kaynaklara dayandırılacak olsa bile bundan ilmi bir şe­kilde serî hüküm üzerine istidlal kastedilmez.

Çünkü bir ayet veya habisin bir hüküm için delil olarak ileri sürülmesinden o ayet veya hadisin sadece delil olarak ileri sürülmesi kastedilmez.

Bu ayet veya hadisin ileri sürülmesinden kastedilen şey, incelik derinlik ve kapsamlılıktır. Bu incelik, derinlik ve o kadar çok istenmektedir ki bunu izah etmek, kitabımızın yazılış; amacıyla uyuşmamaktadır. Bu ayet veya ba­dem olarak ileri sürerken, okuyucunun İslâmi kaynak­lar bilgiye sahip olmasını amaçlıyoruz, o kadar…

2 — Kitapta sunulan fıkhı görüşlerin bizzat yazarın mamulü olması gerekmez.

Hatta kitapta sunulan görüşler fıkhı yönden yazarın aynı meseledeki içtihadına ters düşebilir. Sadece bu görüşleri kuşatması gereken genel nitelik bu görüşlerin müctehidlerin içtihadı olmasıdır

3 —Kitapta bazen detaylarına inmeksizin serî hüküm­ler ve bu hükümler çemberlerinin dışında bazı varsayımlar or­taya konulmaktadır. Çünkü kitabın bütün detayları içermesi­nin imkânsız olduğunu düşünmemiz gerekir.

4 — Kitap her zaman İslâmî hükümlerle bir bağlantıyı öngörmekte ve bunu desteklemektedir. Bu da söz konusu hü­kümlerin metodolojik manada zımnî ve bağlantı hükümleri olduğu, öyle ki bu hükümlerden bazısının dumura uğraması
halinde diğerlerinin de geçerliliklerini yitirecekleri anlamım ifade etmez.

Bundan kastedilen mana şudur ki; hükümlerin dayanmakta olduğu hikmet, bölünmez bir bütün olması sebe­biyle İslâmiyet tümüyle uygulanmadığı takdirde tam olarak,
gerçekleşmez.

5 — Kitapta İslâm ekonomisinin bazı yanlarına ilişkin taksimatlar bulunmaktadır. Gerçi bu taksimatlar şer'î nasslarda açık olarak belirtilmiştir. Ama konuyla ilgili ola­rak vaz'edilen serî hükümlerin yekûnundan elde edilmiştir, bu taksimatlar.

Bu nedenle de söz konusu taksimatların şerî hükümlerle ne miktarda bir uyum sağladığını incelememizi gerektirmektedir.

6 — Kitapta anlaşılması güç bazı terimler kullandık. Bu nedenle söz konusu terimlerden hangi manayı kastettiğimizi ayrıca izah ettik. Sözgelimi «Devlet mülkiyeti» : Bu terimden; devlet bünyesinde Allaha mahsus olan malları kastettik.

Bunlar vekâleten veya asaleten devlet başında olanların, İslâmın kararlaştırdığı şekilde olarak, tasarrufun­dadır.

***

Özet olarak kitap, İslâm ekonomisinin sadece dış görün­tüsünü ele almamaktadır' Konular boş ve tantanalı kelimeler­le kabartılmamış, edebiyatçılık oyunu oynanmamıştır. Her ne kadar ilk bir çalışma ise de -Başarı oranı her ne miktarda olursa olsun- bu çalışma, islâmın ekonomik düşüncesinin derinliklerine dalmayı gaye edinmiştir.

Konular anlatılırken kelimeler fikrî kalıplara dökül­müştür ki bu temele dayalı olarak İslâm ekonomisinin aza­metli sarayı kurulabilsin. İslâm ki; felsefesi ve temel fikirleri bakımından zengindir…

İşaretleri, alametleri ve genel direk­tifleri açık seçiktir… Diğer büyük ekonomik sistemlerle olan ilişkisi, onlara karşı olan tutumu kendi organik sisteminin olgunluğu ve mehabetiyle orantılı olarak bellidir.

Şu halde bu kitap, İslâm ekonomisinin kurulacak olan sarayı için bir tohum olarak ele alınmalıdır. Bu kitaptan beklenen şey; insanlık tarihini ve ekonomik hayatı göz önünde bulundurarak islâmın ekonomik felsefesini yapması ve bu ekonominin fikrî muhtevasını izaha kavuşturmalıdır.

«Başarım, ancak Allah (in yardımı) iledir. O'na tevek­kül ediyor, O'na yöneliyorum.


Muhammed B.es-Sadr


MARKSİZMLE BİRLİKTE TARİHİ MADDECİLİK TEORİSİ


1-Giriş

2-Felsefi esasların ışığında maddecilik teorisi

3-Genel çizgileriyle maddecilik teorisi

4-Detaylarıyla birlikte maddecilik teorisi


MARKSİZM

1-Sosyalizm (iştirakiyye)

2-Kominizm (şeyuiyye)

TARİHÎ MADDECİLİK TEORİSİ —

GİRİŞ:

Ekonomik platformda markizmi ele aldığımızda onu, sosyalizm ve komünizmde beliren doktrinler yönü ile, tarihi maddecilikte beliren ilmî yönünden ayırma imkânını bula­mayız. Marksizme göre tarihi maddecilik, insan tarihine hük­meden ilmî kanunları belirlemiş ve kanunlar içerisinde de in­san hayatının bütün tarihî aşamalarında hâkim olan nizam keşfetmiştir.

Yine marksizme göre bu nizam, zamana göre ge­lişen insan hayatının ekonomik gerçeğine de hükmetmekte­dir.

Markize ile tarihî maddecilik arasındaki bu kopmaz bağ ilerideki bölümlerde tamamen kopacaktır. Çünkü açık­ça görülecektir ki doktrinler mandam; belirti bir tarihî aşa­madan ve tarih için mutlak, maddi manadaki nisbî, belirli bir ifadeden başka bir şey değildir.

Şu hâlde kendine özgü çizgileri, yönelimleri mevcut olan bir doktrin olması, niteli­ğiyle marksizm hakkında bir hüküm çıkarma imkânına sa­hip değiliz. Ancak bu doktrinin dayanmakta olduğu fikrî te­melleri tam olarak kavradıktan, aynı doktrin için belkemi­ği ve ayrıca tarih ile ekonomi kanunları için temel taşı nite­liğinde olan tarihi maddecilik karşısındaki tutumumuzu belirledikten sonra bir hüküm verebiliriz.

Çünkü tarihi mad­decilik Marksizme göre toplumun ekonomik doktrinini ortaya koyar, toplumun hayat düzeyini imal eder. Bütün bunları yaparken de toplumun yaşamakta olduğu tarihi aşama­yı ve toplumun kendine özgü maddi şartlarını göz önünde bulundurur.

Eğer tarihi maddecilik ilmi sınavım başarıyla verecek olursa ekonomik doktrini ve sosyal düzeni belirleme konusunda insan hayatının bütün tarihi devrelerinde başvurulacak olan en üstün bir müracaat kaynağı haline gelecektir.

Dolayısıyla da bütün ekonomik doktrin ve sosyal düzenle­rin bu teorinin kanunları ışığında ele alınması zorunluluk haline gelecektir.

Ayrıca buna göre, tarihin birçok devirlerini kapsama gücüne sahip olduğunu savunan ekonomik ve sosyal bir dü­zeni de bu düzenin topluma getirmiş olduğu medenî ve mad­dî şartlar hususundaki değişiklikleri görmeden olumlu ola­rak kabullenmek de doğru değildir. Sözgelimi İslâm düzeni­ni ele alalım:

bu düzenin XIV asırlık süre içinde insanlığa getirmiş olduğu maddi ve medeni şartlar hususundaki deği­şiklikleri görmeden bu düzenin olumluluğuna karar vermek, tarihi maddecilik teorisine göre doğru değildir. Bu yüzden F. Engles, tarihî maddeciliğin esasları üzerinde şöyle bir açıkla­mada bulunmuştur:

«İnsanların, gölgesine sığınarak üretim yapmakta olduk­ları ortamlar, ülkeden ülkeye değişir... Aynı ülkede de nesil­den nesle değişir. Bundan ötürüdür ki bütün ülkeler ve bü­tün tarihî devreler için tek bir ekonomi siyasetinin güdülmesi adeta olanaksız hale gelmiştir.» [1]

Yok eğer tarihî maddecilik, beklenen bilimsel sınavını başarıyla atlatamayacak olur, tahlili esnasında bu teorinin insan toplumları için ebedî ve kesin kanunlar ifade etmediği tespit edilecek olursa o zaman tabii olarak, bu teori üzerine kurulmuş olan Marksizm de yıkılıp gidecektir.

O zaman ilmî olarak bir kişi, tarihî maddecilik kanunlarına uymayan bir doktrin meselâ İslâm doktrini gibi- ortaya koyup bu doktrinin propagandacılığını yapabilir. Marksizm mantığına uy­mayacak şekilde bu doktrinin tarihî bütün devreleri kapsaya­bilecek güçte olduğunu ve genel Durallara sahip olduğunu iddia edebilir.

İşte bundan ötürü bir, ekonomi alanında doktrinler yön­temle araştırma yapan herkesin tarihî maddeciliğe kapsamlı bir şekilde göz atmasını zorunlu telakki etmekteyiz, ki bu araştırıcılar; kendi doktrinler görüşlerinin olumluluğunu kabul ettirebilsinler ve de Marksizm hakkında esaslı, kapsamlı bir yargıya varabilsinler...

Bu noktadan -hareketle «Marksizmle birlikte» adlı araştır­mamıza tarihi maddecilik ile başlayacağız. Sonra da, tarihî maddecilik teorisi üzerine kurulmuş olan Marksizmi ele alaca­ğız. Diğer bir deyişle; ilk olarak ekonomi ilmini ve marksizm doktrinini inceleyeceğiz.



TEK ETKEN TEORİLERİ

Tarihin yorumlanması hususunda tarihî maddecilik özel bir metottur. Bu metot, tarihî tek etkenle yorumlamaya yö­neliktir. Şunu da söylemek gerekir ki tarihî maddecilikte bu eğilim, kendi türünden bir tek eğilim değildir.

Yazar ve düşü­nürlerin çoğunluğu toplumu ve tarihi, insanı evrende et­kisi bulunan etkenlerden bir tek etkenle yorumlamaya meyillenmişlerdir. Çünkü yazarlarla düşünürler bu tek etkeni, tari­hî ameliyelerde başköşeyi tutan ve bütün sır kilitlerini açan büyülü bir anahtar olarak görmektedirler. Bu tek etkenin karşındaki diğer etkenleri ise; varlığı, evrimi, şekil değiştirmesi ve sürekliliği hususunda başroldeki etkenin peşi sıra gelen ikincil etkenler olarak görmektedirler.

***

Tarihi hareket ettiren güçleri tek etken içerisinde birleş­tirme eğilimlerinden biri, şöyle bir tez ileri sürmektedir: Bu tezin taraftarları ırkı, sosyal vicdanın baş nedeni olarak ka­bul etmektedirler. Bunlara göre sosyal vicdan, beşeri ve sos­yal uygarlıkların; ırkın yaratılışında birikmiş bulunan (Psiko-sosyal) servetlerin, ırkın sahip olduğu itici; hareket ettirici, bulucu ve kurucu güçleri oranında düşük veya üstün olabile­ceğini ispatlamaktadır.

Saf, temiz ve güçlü ırk, taa ezelden çağımıza kadar insan topluklarındaki hayatın görünümle­ri için kaynak teşkil etmiştir. Böylesi bir ırk insanın bedenini ve ruhî bileşimini ayakta tutan aslî bir unsurdur.

Zaten ta­rih dediğimiz şey de; varlıklarını sürdürebilmek için hayat kavgasına girişen ırklar arasındaki mücadelenin birbirini iz­leyen ve birbirine bağlı görüntülerden ibarettir. Bu kavgada saf ve güçlü olan ırk zafere ulaşır. Bu ırkın hışmına uğrayan küçük küçük ırklar da yıkılır, erir, ölür"…

Çünkü bu ırklar, saf kan gibi direnme yeteneğinden ve buna benzer diğer güçlerden yoksundur...

Tarihi tek etkenle yorumlamanın bir başka şekli de tarih­le ilgili coğrafya anlayışıdır. Buna göre tabii ve coğrafî etken­ler, milletlerin tarihi için esas olarak kabul edilirler.

İnsanla­rın tarihi, etraflarını kuşatan tabii ve coğrafî etkenlere göre* değişir. Çünkü yüksek medeniyetlere ulaşmaları için insanla­ra yol açan, uygarlığın yollarını gösteren, bazen akıllan ya­pıcı fikirlerle aydınlatan, bazen da insanların yüzüne kapıla­rı kapatan ve onları insanlık kervanının en son kısmında yü­rümeye zorlayan tek etken tabii ve coğrafî etkendir. Şu halde toplumlara şekil veren tek etken, coğrafi etkendir.

Tek etken teorilerinin üçüncüsünü ise bazı psikologlar ortaya atmışlardır. Bu teoriye göre toplum ve tarihi oluşturan çeşitli insan faaliyetlerinin arkasında gizlenen yegane gerçek sır; Cinsel güdüdür. Buna göre insan hayatı; bu güdüden fış­kıran bilinçaltı veya bilinç üstü patlamalar zincirinden baş­ka bir şey değildir.

***

Bu tek etken teorilerinin sonuncusu ise K. Marx tarafın­dan müjdelenen (!) tarihi maddecilik teorisidir. Ki bu teori, tarih ve insanı bir tek etkenle yorumlamaya yöneliktir. Marx bu teorisinde kesin olarak demektedir ki; toplumun doğuşu ve gelişmesi hususunda baş etken ve ilk rehber ekonomi et­kendir. Toplumun maddi ve fikri muhtevasını kuran güç, başka değil sadece ekonomidir.

Ekonominin dışındaki diğer etkenler, tarih için sosyal yapının üzerindeki küçücük yapılar­dır. Ki bu yapılar baş etken olan ekonomiye göre şekil alır. Ekonominin itici gücü gereğince şekil değiştirir. Çünkü top­lum ve tarih ekonominin omuzlan üzerinde yol almaktadır­lar.

***

Bütün bu boş çabaların realite İle ilgisi yoktur. Ve ayrıca İslamiyet de bunları kabul etmez. Çünkü bu saydığımız çabalamaların her biri, insan hayatının tümünü bir tek etkenle kuşatmağa çalışmakta ve bu etkeni, tarihin devirleri ve top­lumun artıkları üzerinden estirmeye yeltenmektedirler. Oysa­ki i§in inceden inceye bir muhasebesini yapacak olursak bu tutumun hiç de doğru olmadığı açığa çıkacaktır.

Bu araştırmamızın temel hedefi; bu çarelerle birlikte ta­rihî maddeciliği ele almaktadır. Biz bu çabaları sizlere toplu bir şekilde sunduk. Çünkü içtimaî (medenî) bir tek etkenle yorumlarken fikrî genel bir yönelimi ifadede bu çabalar müş­terektirler.



EKONOMİK ETKEN veya TARİHÎ MADDECİLİK

Şimdi de Marksizmin tarih anlayışı hakkında genel bir bilgi oluşturmaya çalışalım. Ki ekonomik etken de bu anlayış üzerine kurulmaktadır. Bu anlayış gerçek sıfatıyla, insanlığı tüm alanlarda hareket ettiren bir muharrik unsurdur.

Marksizm bir toplumun ekonomik kondisyonunun, o toplumun sosyal, siyasal, dinî fikrî ve bunlar gibi toplumun sosyal var­lığının görüntüleriyle ilgili durumlarını belirlediği inancına sahiptir. Dünyada mevcut diğer şeyler gibi ekonomik kondis­yon da kendi rolünü oynarken kendine özgü bir sebebe da­yanmaktadır.

Bu sebep - Ki bu da sosyal gelişimler mecmua­sı için başta gelen bir sebeptir. Ayrıca insan hayatındaki tüm tarihi hareketler için bir sebep niteliğindedir.

- Üretim gücü ve üretim araçlarıdır, insanların tarihini, gelişmelerini ve bir sisteme tabi olmalarını oluşturan bu büyük küvettir. İşte böylece Marksizm elini ipin başına götürmekte, bu nokta­dan hareket ederek ipin izini takip ediyor. Bütünüyle tarihî hareketlerdeki ilk sebebe varıyor.

Burada karşımıza iki soru çıkıyor:

a)Üretim araçları ?


b)Bu araçlardan tarihi hareketler ve bütünüyle sosyal hayat nasıl olmuş da meydana gelmiştir?

Birinci soruyu marksizm, şu şekilde cevaplar: Üretim araçları, insanların kendi maddi ihtiyaçlarını karşılayacak olan ürünleri elde etmek için kullanmakta oldukları aletler­dir.

Şu sebepten ki; insanoğlu, varlığını sürdürmek uğruna tabiat ile mücadele etmek zorunluluğundadır. Bu mücadele ise güçlü bir bedene ve belirli aletlere ihtiyaç duyar, insanoğ­lu tabiatı yola getirmek ve kendi çıkarına uygun biçimce iş­letmek için bu aletleri kullanır. Bu alanda insanın kullan­mış olduğu ilk alet; kendi eli ve pazusu olmuştur. Sonraları insanın hayatı süresince bu aletler yavaş yavaş gelişmiş, ço­ğalmıştır.

Zamanla insan, kesmek, öğütmek, doğramak gibi iş­lerde özel bir ağırlığa sahip bir kütle olması nedeniyle taştan yararlanmıştır. Uygun bir tarihî aşamadan sonra insan, bu taş kütlesini bir kabzaya yerleştirebilmiş ve böylece de çe­kici icat etmiştir. Bu suretle el, üretim işlerini düzenlemek için değil de üretim aletlerini yapmak için kullanılır olmuş­tur.

Üretim de insan bedeninden ayrı aletlere dayanır ol­muştur. İnsanın tabiat üzerindeki hegemonyası arttıkça bu aletler de gelişmiş, tekâmül etmiştir. İnsan, taştan balta, kargı ve bıçaklar imal etmeye başlamış, sonra da avcılıkta kullandığı ok ve yayı icat etmiştir. İşte bu şekilde üretici güç, tekâmül yolunda ağır ağır ilerlemiş, binlerce senelik za­man boyunca...

Ve günümüzdeki son tarihi aşamasına gelip dayanmış. Bu aşamada buhar, elektrik, atom gibi güçler, modern üretimin dayanmakta olduğu güçler haline gelmiş­tir. İşte bu üretici güçler, insanın maddi ihtiyaçlarını kar­şılayacak olan ürünleri imal etmektedirler.

Marksizm, ikinci soruyu ise şöylece cevaplar: Gelişim ve çelişkilerine uygun bir şekilde tarihî hareketleri, üretim araçları doğurur. Bu cümlenin marksizme göre açıklaması şöyle: olur: Gördüğümüz gibi üretici güçler sürekli bir gelişme ve tekâmül içerisindedirler. Bu güç kuvvetlerin gelişimleri­nin her belirli derecesinin kendine özgü bir üretim şekli var­dır.

Sözgelimi taştan aletlere dayalı üretim, avlanma işlerin­de kullanılan ok-yay ve benzeri aletlerle yapılan üretimden farklıdır. Avcının elde ettiği ürünler, çoban veya çiftçinin ürünü birbirinden ayrı olur. İşte böylece insanlık tarihinin her aşamasının, üretim hususunda kendine özgü bir meto­du vardır. Çünkü tarihî bir devrin üretim gücünün çeşidi,

Üretim aletlerinin gelişmişlik derecesi ile diğer bir tarihi devrin üretim gücünün çeşidi ve üretim aletlerinin gelişmiş­lik derecesi arasında fark vardır.

İnsanlar maddi ihtiyaçlarını karşılayacak ürünleri elde etmek amacıyla tabiatın kaynaklarını işletebilmek için ta­biata karşı verdikleri, mücadelede birbirlerinden kopmuş de­ğildirler. Tersine bu işi toplu olarak yapmaktadırlar. Çünkü insanlar, birbirine bağlı bir cemiyetin parçaları durumun­dadırlar. Hangi ortamda olursa olsun üretim her zaman sos­yaldir.

Şu halde tabiî olarak insanlar birbirine bağlı bir top­lumun parçalan olmaları sebebiyle aralarındaki belirli iliş­kileri, üretim işlemleri esnasında düzenlemelidirler.

İnsanların kendi aralarında düzenledikleri bu üretim ilişkileri, tabiata karşı birleşik cephe halinde savaşa girdik­leri için aslında mülkiyet ilişkileridir. Ki bu ilişkiler ekono­mik kondisyonu ve toplumun üretim servetinin dağıtımım ayarlar. Diğer bir anlatımla: toplum, feodalist, kapitalist veya sosyalist mülkiyet şekillerini, mal sahipliğinin çeşidi­ni ve her ferdin sosyal üretici, karşısındaki takınacağı tavrı ayarlar.

Marksizm nokta-i nazarından bu -üretim veya mülkiyet ilişkileri üzerinde toplumun yüce yapıcının kurulacağı ger­çek temeller niteliğindedir. Tüm siyasî, hukuki, fikrî ve di­nî ilişkiler üretim ilişkileri esasına dayanmaktadır.

Çünkü toplumda revaçta bulunan mülkiyet biçimini belirleyen tek unsur üretim ilişkileridir. Bu ilişkiler aynı zamanda, toplu­mun fertlerine dağıtılacak olan servet dağılım tarzını da tespit eder.

Üretim ilişkileri; ayrıca; genel olarak toplumun siyasî, hukukî, fikrî ve dinî durumunu da belirler.

Bütün sosyal durumlar, ekonomik durumlara uygun olarak doğup geliştiklerine göre, diğer bir deyişle üretim (ve­ya mülkiyet) ilişkilerine uygun olarak doğup geliştiklerine göre zorunlu olarak bu üretim ilişkilerinin nasıl doğup geliştiklerini sormamız gerekmektedir.

Ayrıca toplumun ekono­mik kondisyonunun oluşum keyfiyetinde sebebin ne oldu­ğunu da öğrenmek zorunluluğundayız. Tarihi maddecilik bu soruyu şu şekilde cevaplar: Üretim (veya mülkiyet) ilişkileri, üretim şekline ve üretim güçlerinin yaşamakta oldukları be­lirli derecelere uygun bir biçimde toplumda zaruri olarak do­ğup gelişirler.

Bu güçlerin gelişen derecelerinden her biri için, bir ekonomik kondisyon ve üretim ilişkisi vardır ki bu ilişki ve kondisyon, gücünün derecesiyle doğru orantılıdır. Şu halde toplumdan istenen ekonomik kondisyonu doğuran yegane unsur; üretim gücüdür.

Ki bu güçte aynı zamanda toplumun ekonomik kondisyonundan doğmaktadır. Demek ki mülki­yet ilişkileri; tüm sosyal durumlardan başka bir şey değildir. Ki bu ilişkiler de toplumun ekonomik kondisyonu ile bir uyuşum ve uzlaşım içindedirler.

Sosyal varlık bu hal üzere devam eder. Tâ ki toplumun üretici güçleri gelişim ve tekâmülün yeni bir merhalesine ulaşır. Bu merhalede, toplumun o anda mevcut ekonomik kondisyonu ile bir çelişkiye düşer. Çünkü bu ekonomik kondisyon, üretim güçlerinin bulunmakta oldukları aşama (ve­ya derecesi)nin bir sonucudur.

Üretim güçleri bu kondisyonu daha ileri, daha yeni aşamalara ulaştırmayı planlamakta, yepyeni ekonomik kondisyonlara varılmasını gerektirmek­te ve başka türden üretim (veya mülkiyet) ilişkilerinin ku­rulmasını öngörmektedirler. Çünkü daha gerideki ekonomik kondisyonlar, üretim güçlerinin gelişmelerini kösteklemek­tedir.

İşte böylece daha yeni aşamasındayken üretim araç­larının üretici güçleriyle mülkiyet ilişkileri ve geçmişteki aşamaların kalıntısı olan ekonomik kondisyonlar arasında bir çatışma başlamış olmaktadır.

Nihayet, tarihi maddecilikteki sınıf devrine gelmiş ol­duk. 'Gelişken üretici güçlerle, yürürlükteki mülkiyet ilişki­leri arasındaki çatışma, her zaman sosyal alana intikal eder. Böylece de iki sınıf arasında bir çatışma, görülür.

Bu sınıflar­dan birincisi; menfaatleri, üretim güçlerinin gelişmesi ve bu güçlerin sosyal gerekleriyle uyuşmakta olan bir sosyal sı­nıftır. Sınıflardan ikincisi ise; menfaatleri yürürlükteki mülkiyet ilişkileriyle uyuşan ve üretim güçlerinin gelişme surecinin gerekleriyle çelişen sosyal bir sınıflar.

Sözgelimi şu anda içinde bulunduğumuz tarihi aşamada üretim güçlerinin gelişmesi ve toplumdaki sermaye ilişkile­ri arasında bir gelişme görülmektedir.

Buna bağlı olarak da, gelişme yolundaki üretim güçlerinin safında yer alan, sermayevî mülkiyet ilişkilerini ise sınıfın şuuru ile ve ısrarla inkâr, eden işçi sınıfı ile -sermayevî mülkiyet ilişkilerinin ya­nında yer alan, mülkiyeti savunma uğruna ölümü dahi gö­ze alan- burjuva sınıfı arasında ateşli bir çatışma başlamak­tadır.

İşte bu suretle çelişki kelimesi, her zaman üretim güç­leriyle mülkiyet ilişkileri arasında, sınıf çelişmesi biçiminde sosyal anlamını bulmaktadır.

Şu halde toplumun bünyesinde iki tane çelişki vardır:

a- Üretici güçlerin tekâmülünü engellediği zaman üretim güçlerinin gelişmesiyle yürürlükteki mülkiyet ilişkileri ara­sındaki çelişki.

b- Toplumun üretici güçleri hesabına mücadeleye giren bir sınıfıyla; yürürlükteki mülkiyet ilişkilerinin hesabına mü­cadeleye giren bir diğer sınıfı arasındaki çelişki. Evet bu son çelişki birinci çelişkinin sosyal yönden ifadesi ve bizzat yan­sımasından ibarettir.

Üretici güçler tarih dünyasında baş köşeyi işgal eden güçler oluğuna göre tabiî olarak bu güçler; gerek mülkiyet ilişkileri, gerekse eski tarihî devirlerin kalıntılarıyla vermek­te oldukları mücadelede zafere kavuşacaklardır.

Ayrıca ken­dileriyle çelişkide bulunan ekonomik kondisyonların üste­sinden gelecekler, bundan başka, kendi gelişmeleriyle para­lel olan ve içinde bulundukları tarihî aşamayla aynı doğrul­tuda bulunan ekonomik kondisyonlar ve ekonomik ilişkileri de düzenleyecektirler.

Sosyal manada bu şu demektir: Sınıflar arası çatışma­da üretim güçlerinin safında yer alan sınıf; kendisiyle çeli­şen ve mülkiyet ilişkilerini olduğu gibi eski halinde bırak­maya çalışan sınıfa karşı galibiyet elde edecektir. .

Üretim güçleri, mülkiyet ilişkilerine karşı galibiyet el­de edince, diğer bir anlatımla; üretim gücünden yana olan sınıf, karşı olan sınıfı alt edince eski mülkiyet ilişkileri par­çalanacak ve toplumun ekonomik veçhesi tamamen değişe­cektir.

Ayrıca toplumun ekonomik kondisyonu da kendili­ğinden değinecek toplumun siyaset, düşünce, din ve ahlâk gibi muazzam üst yapılan da sarsıntı geçirecektir. Çünkü bu yapıların hepsi de ekonomik kondisyona dayanmakta­dır. Ekonomik temeller değişince toplumun bütün veçhesi değişecektir.

Aslında mesele burada sona ermiyor. Çünkü üretim güçleriyle mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkinizi veyahut ta üretim güçleriyle mülkiyet ilişkilerinde müşahhaslaşan iki sınıf arasındaki çelişkinin çözüm yolu her ne kadar bu­lunmuşsa da bu çözüm yolu geçicidir. Zira sözünü ettiğimiz çelişki.

Sosyal yönden "kapsamlı bir değişim geçirmektedir. Şundan M; üretim güçleri gelişim süreci içinde bazen mülkiyet ilişkileri ve yeni ekonomik kondisyonlarla çelişkiye düşmektedir. Bu çelişki, yeni bir sosyal tabakanın doğuşun­dan mayalanmaktadır. Bu sosyal sınıfın menfaatleri, üre­tim güçlerindeki yeni gelişmeler ve bu gelişmelerin sosyal gerekleriyle uzlaşmaktadır.

Buna karşı üretim güçlerinden yana olan sınıf daha ilk etapta, üretim güçlerinin kendi menfaatleriyle çelişkiye düşüp mülkiyet ilişkilerine karşı titiz bir tavır takındığı andan itibaren yukarıda sözünü ettiği­miz sınıfa basım kesilmekte böylece de iki sınıf birbirleriyle yeniden boğuşma başlamaktadır. Bu boğuşma; üretim güçleriyle mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkinin sosyal bir metodudur. Bu boğuşma önceki boğuşmanın vardığı aynı sonuca varmaktadır.

Böylece, buna bağlı olarak da üretim güçlerinden yana olan sınıf zafere kavuşmaktadır. Bu nedenle de ekonomik kondisyon değişmekte hatta tüm sosyal vazi­yetler altüst olmaktadır.

İşte bu suretle mülkiyet ilişkileri ve ekonomik kondisyon, bünyelerinde üretim güçleri gelişmelerine devam ettik­leri sürece varlıklarını sürdürebileceklerdir. Eğer bu yolda herhangi bir engel ortaya çıkacak olursa çelişkiler üst üste yığılır. Bu çıkmazdan kurtuluş ise, ancak bir ihtilalin patlak vermesiyle mümkün olabilir.

Ki bu ihtilalden yine üretici güçler başarıyla çıkıp kurtulabilirler. ve engeller de böylece parçalanmış, yepyeni ekonomik kondisyonlar ortaya çıkmış olur. Bu ekonomik kondisyonlar da ileri de diyalektik ka­nunlarına Duyarak yeni mücadelelere girişecektir. Tâ ki ta­rih, yepyeni bir aşamaya itilsin.


TARİHİ MADDECİLİK VE ONUN GERÇEK YÜZÜ

Marxistler tarihî maddeciliğin müspet bilimleri idrâk edebilmenin yegane bir ilmi metodu olduğunu söylemeyi adet haline getirmişlerdir. Bu müspet bilimler ki: Tarihî madde­ciliği diğer beşerî ilimlerin sınıfına itmiştir.

Bazı Marxist yazarlar, içtimaî insanı yorumlama hususunda tarihi mad­deciliğin yoluna taş koyanları, tarih ilminin ve tarihî mad­deciliğin inceleyip araştırmakta olduğu pozitif gerçeklerin düşmanı olmakla itham etmekte ısrarlıdırlar. Bu gibi kim­seleri itham edişlerini şu gerekçelere bağlamaktadırlar. Tari­hi maddecilik iki esasa dayanır:


a— Pozitif gerçeklerin varlığına inanmak.

Tarihî olayların rastlantı eseri olarak değil de, umumi kanunlara' uygun olarak meydana geldiklerine inanmak. Tarihi maddeciliğe yöneltilen her türlü eleştirinin son dura­ğı bu iki konudaki münakaşaya varmaktadır. Bu noktadan hareketle bazı marxsist yazarlar şöyle derler :

«Tarihi maddeciliğin ve tarihin düşmanları, tarihî olay­ları idrâk etme hususundaki anlaşmazlıkları şöyle yorum­lamayı adeta gelenek haline getirmişlerdir.

Bu düşmanlar, söz konusu anlaşmazlıkların; sabit bir gerçeğin yokluğunu kanıtladığını ileri sürmektedirler. Bu iddialarını sağlamlaş­tırma sadedinde de, bizlerin bir gün önce cereyan eden bir olayın niteliği hususunda anlaşmazlığa düştüğümüzü, yüz yıllar önce cereyan eden bir olayın niteliği hususunda ise hayda hay anlaşmazlığa düşeceğimizi söylemektedirler.» [2]

Bu sözleriyle yazar; tarihî madenciliğe yönetilin eleşti­rileri, tarihin müspet yanını ve tarihî olayların pozitif gerçeklerini bulanık hale getirme çabası olarak nitelemektedir. Bu tutumu ile yazar, pozitif gerçeklere oları inancı, kendi özel tarih anlayışı için speküle etmektedir.

Fakat biz, tarihî maddecilik düşmanlarının gerçekten araştırıcının şuuru idrâki, veya inkârı dışındaki bir gerçeğin varlığını bulanık hale getirmeyi amaçlayıp amaçlamadığını sorma hakkına sahip olduğumuzu sanıyorum, her halde...

Gerçek şu ki bizler, ileri sürülen bu iddialarda tarihî yönden orijinal hiçbir şeye rastlamadık. «Felsefetûna» adlı kitabımızda dünyanın, felsefe anlayışı konusunu işlerken felsefi alanda da bu tür iddialara şahit olduk. Marxistler maddeciliğin veya maddi anlayışın, felsefî araştırmalar ko­nusunda yegane gerçekçi bir yönelim olduğu hususunda ıs­rar etmektedirler. Onlara göre bu yönelim; maddenin po­zitif gerçeğine inanma esasına dayanan bir yönelimdir.

Bu yönelim, konu maddi yönelimden saptığı anda felsefî mese­lelere cevap olmaz. Ancak idealizmi bundan ayırmak gerek. Çünkü idealizm (Misâliye) pozitif gerçeği ve maddenin var­lığını inkâr eden bir sistemdir. Şu halde madde ya idealizm felsefesine göre yorumlanacaktır ki bu felsefede şuurdan kop­muş bağımsız pozitif gerçeklere yer yoktur.

Ya da madde ilmî bir metotla yani, diyalektik meteryalizm esasına göre yorumlanacaktır. «Felsefetûna» adlı kitabımızda bu düalitenin felsefî araştırmaları amacından saptırdığını, bunun gerisinde diyalektik meteryalizm düşmanlarının itham edil­mesi amacının güdüldüğünü söylemiştik.

Bunlar, idealizmce tasarılar kurmak, maddenin pozitif gerçeklerine inanmamak­la suçlanmaktadırlar. Bütün bunlar bir tarafa pozitif gerçe­ğe inanmak, sadece diyalektik meteryalizmin bir gereği de­ğildir. Bunu bilmekte fayda vardır. Bu gerçeğin ortadan kal­dırılması veya- bu gerçek hakkında şüpheye düşmek veyahut-ta bu gerçeğin inkârı hiçbir zaman düşünülemez.

Yeni konumuz üzerinde de aynı sözü söyleyebiliriz. Top­lumun ve tarihin gerçeklerine inanmak, maddi anlayışa sa­rılma sonucunu doğurmaz. Tarihi olayların veya gerek geç­mişte, gerek şimdiki zamanda belirli bir şekilde bilincimiz dışında cereyan eden olayların sabit birer gerçekleri vardır. Bu hususu hepimiz kabulleniyoruz.

Fakat bu sadece tarihi maddeciliğin bir meziyeti değildir. Tarihi olayları veya ta­rihî gelişmeleri fikirle veya doğal bir etkenle veya cinsel bir etkenle veyahut ta bunlarda başka bir etkenle yorumlayan herkes, bu gerçeğe inanır. Nitekim tarihi, üretim güçlerinin evrimi ile yorumlayan marksizm de bu gerçeğe inanmakta­dır. Pozitif gerçeğe inanmak; tarihle ilgili bütün kavramlar için hareket noktası ve çeşitli yorumların dayanacakları esas niteliğindeki ilk bedihî noktadır.

***

Şu da varki tarihi olaylar, maddede cereyan eden olay­lar bütününün birer parçası olmaları nedeniyle, maddeye hükmeden umumi kanunlara boyun eğmektedirler.

Bu ka­nunlarından birisi de illiyet kanunudur ki bu kanunu şu «cümlelerle dile getirebiliriz. İster tarihî ister ilmî bütün olay­lar muhakkak ki, bir sebebe dayalı olarak cereyan ederler. Bu olayların rastlantı sonucu meydana gelmelerine imkân yok­tur. Her sonuç kendi sebebiyle bağlıdır.

Her hadis (Sonradan meydana gelen şey) bir mukaddimeye (Kendinden önce var olan bir şey) bağlı olarak meydana gelir. İlliyet kanununun tarih alanın da uygulanmaması halinde yapılan tarihî araş­tırmalar bir değer ifade etmez.

Tarihi olayların pozitif gerçeğine inanmak, bu olayla­rın iliyet kanununa uygun bir şekilde cereyan ettiğine inan­mak, belli başlı iki esas olup bu esaslar, tarih yorumuyla il­gili bütün ilmi araştırmalar için temel niteliğini taşımakta­dırlar. Ancak şunu da söylemek gerekir ki tarih incelemele­rinde tarihi yorumlarla çeşitli yönelimler arasındaki çekiş­me, esas niteliğindeki illetlerle toplumdaki başta gelen güç­ler etrafında dönmektedir.

Çekişme konusu edilen toplumun başta gelen güçleri üretici güçler midir, yoksa fikirler midir, yoksa soy mudur, yoksa tabii vaziyet midir, yoksa bütün bu göçlerin toplamı mıdır?-Hangi yönelimde bulunulursa 'bulunsun- bu sorunun cevabı; Tarihin yorumu olmanın dı­şına çıkmaz: Ve ayrıca bu cevap, tarihî olayların gerçeğine, bu olayların illiyet kanununa uygun bir şekilde cereyan et­tiğine inanma esasına dayalı olarak verilecektir.

Bundan sonraki başlıkta; tarihi anlamak ve tarihi yo­rumlamak için genel bir metot niteliğine sahip olması iti­bariyle ilk olarak tarihî maddeciliği, felsefi ve mantıkî esas­ların ışığında inceleyeceğiz. Çünkü Marksizmin varlık anla­yışı felsefe ve mantıktan doğup gelişmiştir.

Sonra da tarihî maddeciliği; insanlık tarihini kapsama­ya çalışan bir teori olarak inceleyeceğiz. Üçüncü aşamada ise; insanlık tarihini belirli aşamalara ayıran ve her aşama­nın başına da sosyal bir sıçramayı yerleştiren tarihî madde­ciliği detaylarıyla birlikte inceleyeceğiz.



FELSEFİ ESASLARIN IŞIĞINDA TARİHİ MADDECİLİK TEORİSİ


Felsefi maddecilik ışığında:

Marksizm, tarihin maddi yönden yorumunun çağdaş maddeciliğin en önemli meziyetlerinden biri olduğuna inan­maktadır. Çünkü onsuz tarihe sağlıklı bir yorum getirmenin imkânı yoktur. Tarih yorumunun felsefi maddecilikle uyuş­ması ve hayat ile kâinat hakkındaki maddi anlayışıyla aynı doğrultuda olması gerekmektedir.

Marksizm nazarında maddi yorum, genel olarak varlıkla uyuştuğuna göre bu yorumun aynı atamanda tarihe de uygun gelmesi gerekmektedir. Çün­kü tarih, varlığın bir yaranı teşkil etmektedir.

Bu noktadan hareketle marksizm XVIII. yüzyıl madde­ciliğinin, tarih yorumu karşısındaki tutumunu hoş görmemektedir. Çünkü XVIII. yüzyılın mekanik! maddeciliği, tarih alanında yer tutmuş olan bu maddi keşfe ulaşamamıştır. Tersine bu mekanik! maddecilik, genel varlık alanında mad­deciliğe sarılmasına rağmen tarih anlayışı konusunda idea­lizme kaymıştır.

Bu mekanik! maddeciliğin idealizme kayış sebebi nedir ? Mandzme göre bu mekanik! maddecilik insan­lık için ruhi muhtevaların ve fikirlerin varlığına inanmıştır. Üstelik bu fikir ve ruhî muhtevalara tarihte baş köşeyi ver­miştir. Yaşamakta olduğu sosyal ilişkiler arasında bu idealizm etkenlerini en son sebebe yani, üretim araçlarında gizil bu­lunan maddi güçlere dayandırmayı becerememiştir.

Bu yüz­den tarihin maddi sebebine ulaşmamış, tarihi maddecilik için kâinat maddeciliğiyle uyuşan ilmî bir kural koyma hususun-da başarılı olamamıştır. Sadece tarihi, sathi olarak ele alan, derinliklere inmeyen sathi idealist tarih yorumlarına takılıp kalmıştır. Bu konuda Engels şöyle der: «Tarih alanında görüyoruz ki eski devir maddeciliği bizzat kendi kendisiyle uyuşmamaktadır. Çünkü bu maddecilik; idealizmin tarihte­ki muharrik güçlerini nihai sebepler olarak kabul etmekte­dir.

Bu da muharrik güçlerin arkasında gizli bulunan bilfiil muharrik güçlerin araştırılmasından ileri gelmektedir. Çe­lişki; sadece bu idealist güçlerin kabullenilmesinden ileri gelmiyor. Aynı zamanda bu güçlerin Ötesine varamamaktan da ileri geliyor. Şayet bu güçlerin gerisine varılabilse, mu­harrik sebepler üzerindeki sis perdesi de kalkmış olur.» [3]

Bu araştırmamda ben felsefî maddeciliği ele almak iste­miyorum. Çünkü bu konulan «Felsefetûna» adlı kitabımda inceledim, yalnız marksistlerin veya bazı marksist yazarların felsefî maddecilikle tarihî maddecilik arasında var olduğu­nu iddia ettikleri bağlantıyı, şu soruyu ortaya atarak ince­lemek istiyorum…

Marxistlerin yaptığı gibi felsefî esaslara dayalı olarak tarihi yorumlamak ve hayatın başlangıcından tâ ebede kadar marksizm tekerleğini üretim araçlarıyla yürütmek zo­runluluğunda mıyız?

Bu soruyu cevaplarken her şeyden önce maddeciliğin felsefî kavramıyla maddeciliğin marksizm nazarındaki tarih kavramını gayet açık olarak birbirinden ayırmamız gerekmektedir.

İki kavram arasındaki bir benzerliğe meydan verecek olursak, söz konusu ettiğimiz «iki kavram arasında bir bağlantı vardır.» Şeklindeki marksist iddiaları teyid etmiş ve kabullenmiş oluruz. Ayrıca Manan tarih hakkındaki düşün­celerine dayanmayan maddeci felsefelerin tarih araştırmala­rı sahasında ayakta duramayacaklarını, idealizmin tarih anlayışından nihai olarak özgür olamayacağını da kabullen­miş oluruz.

Gerçek şu ki, felsefî terminolojide maddecilik; çeşitli dış görüntüleriyle madde, evrenin bütün görünen varlıkları­nı ve varlığın her çeşidini kapsamına alan yegane gerçektir.

Ruhsal olaylar ve bu olayların kapsamına giren tüm fikir­ler, şuurlar ve tecritler sadece birer maddi sonuçturlar. Gelişim ve tekâmül sürecindeki maddenin içinde bulunduğu özel mevkiin bir ürünüdürler.

Düşünce her ne kadar- mad­denin seviyesinden yüksekte görülüyorsa da aslında felsefî maddecilikte fikir, beyinin tavzifi gelişmelerinin bir ürü­nünden başka bir şey değildir. Maddenin sınırlan ve çeşitli yönlerinin dışında bir gerçeğin bulunması imkânsızdır. Fi­kir maddi olmayan manalara değil de, maddi olan manala­ra muhtaçtır.

İnsanın düşünceleri, ruhsal içerikleri ve bu felsefî anla­yış esasına dayalı olarak incelenmesine giriştiği tabiat; mad­denin çeşitli yönlerinden, gelişmelerinden, tekâmül etmesin­den başka bir şey değildir.

İşte felsefî maddecilik dediğimiz şey ve bu maddeciliğin insan ve kâinat hakkındaki genel görüşleri bundan ibarettir. Bu felsefi kurama göre insanın maddi şartlar ve üretici güç­lerin ürünü olmasıyla, üretim şartları ve güçlerinin insanın ürünü olması arasında bir fark yoktur. İnsan, insanın dü­şüncesi, tabiatı ve üretici güçleri maddi sınırlar içerisinde olduğu sürece, tarih hangi halkadan yorumlanmaya başlanılırsa başlanılsın pek değişen bir şey olmaz, felsefi madde­ciliğe göre...

Tarihin yorumlanmaya başlandığı bu halka, sosyal sürecin ilk halkası olarak kabul edilir. Nitekim bunun yanında tarihi, üretim araçlarıyla yorumlayıp bu yoruma tarihin ilahlık sıfatını ekler ve bunu da tüm tarihî hareket­ler için en büyük sebep olarak kabul edecek olursak yine de bir sonuca varırız.

Ayrıca, tarih yorumunda başlangıç noktası olması itibariyle tarihi yorumlamaya insanlıkla başlayacak olursak felsefî maddecilik nazarında aynı değişmez sonuca ulaşmış oluruz.

Böylece anlaşılmış oluyor ki felsefede maddeci yönelim;' insan ve doğayı maddi açıdan yorumlamaktadır. Ki bu yorum, tarih için marksist anlayışı zorunlu kılmamakta ve insanı üretim araçlarının şekillendireceği yumuşak bir hamur olarak tarih merdiveninin ikinci basamağına indirmeyi gerekli kılmamaktadır.

Şu halde tarih meselesinin evren hakkındaki felsefî me­seleden bağımsız olarak ele alınması zorunlu olmaktadır.


DİYALEKTİK KANUNLARIN IŞIĞINDA TARİHÎ MADDECİLİK:

Diyalektik kanunları; tüm gelişim ve evrimleri, eşyanın özünde bulunan zıtlar arasındaki çatışma ile yorumlamak­tadırlar. Eşyanın bünyesinde bulunan her şey zıt bir mües­sir taşımakta bu müessirler de kendi zıtlarıyla bir çatışma­ya girerek çatışma ortamlarına uygun bir şekilde tekâmül etmektedirler. (Bkz. Felsefetûna S. 174 - 242)

Marksizm; kendi özel kanunlarıyla, diyalektik kanunlarını sosyal alana uygulamaya ve tarihî olaylarda diyalektik me­todunu uygulamaya yönelmektedir. Marksizme göre toplum­daki sınıf çelişkisi, «Her şey kendi yapısında birtakım zıt ve çelişik şeyleri içerir.» diyen diyalektik kanununun bir ifade­sidir.

Yine marksizme göre sosyal değişme, dahilindeki çeliş­kilerden fışkıran dinamik bir hareket olması sıfatıyla, «Bü­tün varlıklar mekanik bir hareketle ve dışta bulunup da kendisini geriden iten güçlerin etkisi ile değil de kendi bün­yesinde gelişip patlama noktasına gelen zıtlıklar dolayısıyla gelişip tekâmül eder.» diyen diyalektik kanununa uygun ola­rak meydana gelen bir olgudur.

Toplum yapısı ve düzenin­de kapsamlı bir değişiklikten ötürü patlama anım gözetleyen ve azar azar yığılan sınıflar arası çelişkilere de inanan marksizm, bu çelişkilerin yapılışının; «Tedrici suretteki kemiyet değişiklikleri, anî ve keyfi bir değişikliğe dönüşür.» diyen diyalektik kanununa uygun olarak meydana gelen bir olay olduğunu ileri sürmektedir.

İşte böylece marksizm -kendi tarihî maddecilik metodu­na uygun olarak- tarihî alanda genel diyalektik kanunları için geniş bir zemin hazırlamaya çalışmaktadır.

Marksizmin tarihî diyalektik alanında elde ettiği başarının ne miktarda olduğunu açıklamaya çalışalım. Kuşkusuz marksizm, tarih analizi hususunda diyalektik bir yöntem bulmayı bir dereceye kadar becermiştir. Ama ulaşmış oldu­ğu sonuçlarda, diyalektiğin karakteriyle çelişkiye düşmüştür.

Bu nedenle de ancak diyalektiğin yoluna girebilmiş fakat diyalektiğin son aşamasına, kesin sonucuna asla ula­şamamıştır. Nitekim ileri de de bunu göreceğiz.



A—DİYALEKTİK METOD

Marksizm, diyalektik yöntemini sadece tarih araştırma­larında ele almakla yetinmemiş, aynı zamanda hayat ve kâi­natla ilgili tüm konularda yaptığı analizlerde de diyalektik metodunu kullanmayı prensip haline getirmiştir.

Felsefetûna adlı kitabımızda da bunu etraf Uca izah etmiştik Ayrıca marksizm, diyalektik çelişkilerle illiyet kanunu arasındaki sallantıyı da tam bir sonuca vardırmamıştır. Marksizm, diyalektizme bağlı olması dolayısıyla, gelişim ve tekâmülün eşyanın bünyesinde bulunan dahili çelişkilerin bir eseri ol­duğunu kesinlikle ortaya koymaktadır.

Dahili çelişkiler, her­hangi bir güce veya dış bir sebebe ihtiyaç duymaksızın mad­denin bütün olgularını yorumlayabilecek yetenektedirler. Marksizm diğer taraftan sebep musebbep ilişkisinin varlığı­nı da kabullenmekte bu olguyu ise eşyanın bünyesinde bulu­nan çelişkilerle değil de dış sebeplerle yorumlamaktadır. Bu sallantı, marksizmin tarihî analizlerinde de kendini göster­mektedir.

Marksizm bir taraftan eşyanın bünyesinde köklü çelişkilerin bulunduğunu ısrarla söylemekte ve bu çelişkile­rin eşyanın gelişim ve hareketlerini sağlayacak nitelikte olduğunu ileri sürmekte diğer taraftan da sosyal yapının ta­mamen bir tek temde, yani üretim güçlerine ve üretim güç­lerinin özel yöntemlerine dayalı olduğunu kabul etmekte­dir.

Siyasal,ekonomik ve fikri kondisyonların ise bu yapı­nın birer üst yapılan niteliğinde olduklarını ve başka bir şe­kilde sosyal yapının dayanmakta olduğu üretim yönteminin yansıması olduğunu ileri sürmektedir. Şu halde sözünü etti­ğimiz bu çeşitli türden yapılarla üretim yöntemi arasındaki ilişki, sebep, müsebbeb arasındaki ilişkinin aynısıdır.

Bu de­mektir ki; toplumun üst yapısında meydana gelen olgular eşyanın bünyesindeki dahilî çelişkilerle uygun bir şekilde di­yalektiğe uyarak meydana gelmemektedirler. Bu olgular, eş­yanın dahili içerikleri ve evrim kuralının etkisiyle meydana gelmektedirler. Daha da ileriye gidelim.

Marksizmin iddiasına göre toplumu evrimleştiren çelişkiler, toplumun dahilî çeliş­kileri olarak kabul edilen sınıflar arası çelişkiler değildirler. Bu çelişkiler, eski mülkiyet ilişkileriyle yeni üretim güçleri arasındaki çelişkilerdirler. Şu halde burada, aralarında çeliş­ki bulunan iki bağımsız şey vardır. Bünyesinde çelişki taşı­yan bir tek şey değil...

Marksizm artık, dahilî çelişkilerle illiyet kanunu arasında hangi yeri yeğlemesi gerektiğini idrâk etmiştir. Ayrıca ikisi arasında uzlaşıra sağlamaya da çabalamıştır. Sebep ile müsebbebe diyalektik bir anlam kazandırmış bu iki terimin mekânikî anlamlarını yok etmiştir. Ayrıca analizlerinde, özel diyalektik sınırlarına bağlı kalarak sebep müesebbep yönte­mini kullanmayı da uygun bulmuştur. Marksizm, doğru bir
çizgi üzerinde gitmekte olan sebebiyet kanununu inkâr et­mektedir. Bu kanuna göre sebep, kendi müsebbebine göre haricî olur.. Müsebbep de sebebe göre olumsuz olur.

Çünkü bu sebebiyet kanunu, diyalektizm ile, tabiattaki oto evrim
ve gelişim işlemiyle çelişmektedir. Çünkü bu kanuna göre müsebbebin, kendi sebebinden daha zengin ve daha gelişmiş olarak gelmesi imkânsızdır. Aksi takdirde müsebbepteki zen­ginlik ve gelişmişliğin fazlalığı sebepsiz kalacaktır. Kendi
çelişiğinden doğan müsebbep, kendisini doğuran çelişiğe dönmek, onunla etkilenmek, onunla birleşme yoluyla, yepye­ni bir bileşik meydana getirmek için, kendi bünyesinde bu­lundurduğu çelişkilere uygun olarak dahilî bir hareketle gelişip tekâmül eder.

Meydana gelecek olan bu yeni bileşik, teker teker sebep ve müsebbebe nikbetle daha zengin ve daha gelişmiş olacaktır. Marksizmin sebep ve müsebbepten kastettiği de budur. Çünkü bu, diyalektizm ile diyalektizmin (Tez, antitez, sentez'den oluşan) üçlüsüne tam tamamına uymak­tadır. (Bkz. Felsefetûna. S. 176-177) .

Sebep, tezdir. Müsebbep, antitezdir, ilkesinden meydana gelen bütün ise sentezdir. Sebeplilik; bir gelişim ve evrim iş­lemidir. Bu işlem, sebebin müsebbepten yani, tezin antitez­den doğması yoluyla tamamlanmaktadır. Bu işlemde müsebbep, olumsuz bir yolla değil de kendi dahilî çelişkilerinin et­kisiyle doğmaktadır. Bu çelişkiler; müsebbebi, kendisi için gerekli olan sebepten daha üstün ve daha mükemmel bir sen­tez içerisinde hazırlayarak geliştirmektedirler.

Marxistler, diyalektik anlamlarıyla birlikte sebep müsebbep ilişkilerini tarih alanında da kullanmışlardır. Genel olarak marksizm dayanmakta olduğu diyalektizmin kuralları dışına çıkmamıştır.

Toplumu yorumlarken toplumun dayan­makta olduğu bir temelin bulunduğunu, üst yapıda mey­dana gelen olayların bu temele dayalı olduklarını ve yine bu temele dayalı olarak söz konusu olayların geliştiklerini, ken­dilerini meydana getiren temelden etkilendiklerini ileri sür­mektedir. Böylece de söz konusu olaylar ile bu olayların da­yanmakta oldukları karşılıklı etkilenmelerden ötürü, tez, antitez ve sentez (ispat, inkâr, inkârın inkârı kaziyesine uy­gun olarak sosyal evrimin aşamaları doğacaktır.

Bazı durumları istisna edecek olursak bu niteliği marksizmde de arayabiliriz. Sözünü ettiğimiz istisnaî durumlarda marksizm, tarihsel olguyu- diyalektik ile yorumlamada hezi­mete uğradığını göstermiştir, dolayısıyla da- bu durumlarda sosyal evrimi ve tarihî olguları mekâniki bir yöntemle yo­rumlamak zorunluluğunda kalmıştır, önceki hezimeti ise as­la kabullenmemiştir. Bu konuda Engels şöyle der:

«ilkel toplumlar binlerce yıl varlıklarım sürdürme olanağına sahiptirler. Nitekim, dış dünya ile ilişkilerini kurmadan önce günümüz hind ve Slav toplumları aynı durumday­dılar. Bu toplumlar dış dünya ile bir alışverişe girince mül­kiyet hususunda aralarına bir eşitsizlik girdi. Bu eşitsizlik dolayısıyla da adı geçen toplumların parçalanmaları- mu­kadder hale gelmiştir» [4]
1
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


B—TARİHİ DİYALEKTİĞİN ÇÜRÜTÜLMESİ:

Sırası gelmişken diyalektik yöntemi ve diyalektik anlatımıyla sebebiyet kanunu hakkındaki görüşlerimizi belirtme­liyiz. Şöyle ki: Çelişki esasına (Tez, antitez, sentez) dayalı sebebiyet, ne şuur ve ne de felsefî analize asla dayanmamak­tadır.

Bu tür sebebiyeti ilmî alanda ispatlayacak olan hiçbir delil mevcut değildir. Nitekim felsefî araştırmalar bu tür se­bebiyeti tamamen inkârdadırlar. Biz bu hususta detayla­ra inmek istemiyoruz. Çünkü diyalektiği genel bir eleştiriye tabi tuttuğumuzda bu konuyu etraflıca incelemiştik. (Bkz. Felsefetûna)

'Konumuz tarih olduğu için tarihî alandaki aczini açığa çıkarmak amacıyla tarihî diyalektikten örnekler sunmak istedik. Nitekim felsefetûna adlı kitabımızda da tarihî diya­lektiğin, genel varlık alanındaki aczini ortaya çıkarmıştık.

Biz bu örneği, tarihî diyalektiğin önderi olan manan sözlerin­den alacağız. Çünkü o, toplumun önce kapitalizme sonra da sosyalizme doğru olan evrimini yorumlama işinde diyalek­tik metodunu uygulamaya çalışmıştır.

Marx, sanatkârın kendi aletleri üzerindeki özel mülki­yetiyle ilgili olarak şunları söyler :

«Sermayevî üretimin gelişmesine uygun olan sermaye sahipliği, özel mülkiyetin ilk inkârıdır. Çünkü bu mülkiyet, bağımsız ferdî emeğe bağlı olarak elde edilmemiştir. Fakat sermayevî üretim zorunlu olarak bizzat kendini inkâr etmek­tedir. Bu zorunluluğa tüm tabiî evrimler boyun eğerler. Bu, inkârın inkârıdır. Bu da ifade etmektedir ki işçinin özel mül­kiyeti olamaz.

Olsa olsa onun; kapitalist çağın kazançlarına, yardımlaşmaya, araziler de dahil olmak üzere tüm üretim araçları üzerindeki ortak mülkiyete dayalı bir mülkiyeti ola­bilir. [5]

Gördünüz mü? müsebbep nasıl gelişip de sebebiyle bir­likte daha zengin ve daha mükemmel bir sentezde birleşiyor? Sanatkâr veya küçük zanaatçının kendi üretim araçları üze­rindeki mülkiyeti sebep ve tezdir. Buna karşılık sermaye sa­hibinin bu araçlara sahip olması ise müsebbep ve antitezdir.

Böylece müsebbep gelişip tekâmül etmekte, sebeple birleşerek de daha mükemmel bir bileşik (Sentez) meydana getirmek­tedir. Sermayevî (Kapitalist mülkiyet türü, küçük za­naatçının kendi üretim araçlarına daha fazla malik olduğu sosyalist mülkiyet türünden mayalanarak oluşmaktadır.



Güzel bir şans eseridir ki tarih ve kâinatın tam olarak diyalektik olması için her hangi bir insanın tarihî ye kevnî olgularla ilgili olarak tez, antitez ve sentezden oluşan bir di­yalektik üçlüsünü ortaya atması yeterli olmuyor.

Kurgusu marxa ait olan bu diyalektik, zihindeki mücerret bir diya­lektik olmaktan öteye gitmemektedir. Bu diyalektiğin tarihe uygulanması hiç de doğru olmaz yoksa «Bir şey kendi çeli­şiği olan bir şeyden doğar.

Tez, Antitezi doğurur.» denilebilmesi için küçük zanaatçının kendi üretim araçları üzerinde­ki özel mülkiyeti nereden çıkıyor ? Kaldı ki bu da kapitalist mülkiyet için sebep teşkil etmektedir.

Küçük zanaatçıların kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetleri sermayevî üretim için sebep teşkil etme­mektedir. Bu tür üretim; tüccar sınıfın belirli şartlar çerçe­vesinde gelişmesi ve bu sınıfın servetlerinin birikip fazlalaş­masının sonucu olarak doğmuştur.

Küçük zanaatçıların ken­di üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetleri bu merkantilistlerin yoluna koyulan bir köstek olmuştur. Bu sınıf ki; sermayevî üretime girişmekle, üretim araçlarını daha da fazla hegemonyaları altına almayı amaçlamaktadırlar. Ken­di nüfuzlarıyla bu kösteği ortadan kaldırmış, sermayevî üre­timin umdelerinin dikmek için de üretim araçları mülkiyeti­ni küçük zanaatçıların elinden alabilmişlerdir.

Her ne ka­dar ferdi üretimin -ki bu üretim, küçük zanaatçının üretim mülkiyeti esasına dayanmaktadır.- yerini işgal etmişse de sermayevi üretim, antitezin tezden doğuşu gibi zanaatçının üretim araçları üzerindeki mülkiyetinden doğmamıştır. Olsa olsa tüccar sınıfın arasından ve bu sınıfın yanındaki servet birikiminden -ki bu birikimin ser­mayevi üretime girişecek seviyeye gelmiş olup ileride zanaatçıların mülkiyetlerini kendi hegemonyası altına alacaktır doğmuştur.

Tek kelimeyle diyebilire ki ticaret, dominyonların sömürülmesi, pazarların açılması gibi dış şartlar eğer merkantilistlere geniş bir mülkiyet, sermayeyi üretim için yeter derecede güç, zanaatçıların elindeki üretim araçlarını elde etmek için gerekli imkânı sağlamamış olsaydı sermayevî üretim stili ortaya çıkmayacaktı...

zanaatçıların üretim aletleri üzerindeki mülkiyetleri kendi çelişkileri olan sermayevî üretime ortam hazırlamayacak ve en nihayet bu mül­kiyet de sosyalist bir mülkiyet stiline dönüşmeyecekti.

İşte böylece genel kevnî alanda olduğu gibi tarihî alanda da sebebiyetle ilgili tüm diyalektik kanun ve kavramlarının uygun geleceği bir örnek bulamadık. Nitekim ileride detay­larıyla birlikte tarihî maddeciliği incelerken bunu daha be­lirgin bir şekilde göreceğiz.



C— SONUÇ,METODA TERS DÜŞÜYOR

Marksizmin diyalektik yolunda karşılaşmış olduğu en kahredici bir bela da şudur ki marksizm, diyalektik metodu­nu kullanmış fakat bu kullanımdan, diyalektik metoduyla ilgisi olmayan sonuçlara ulaşmıştır. Bu sebepledir ki daha konunun başındayken demiştik ki; Tarih analizinde marksizmin uyguladığı metot diyalektik metodudur.

Fakat bu metodun içeriği, diyalektiğe ters düşmektedir. Çünkü marksizm bir yandan, üretim araçlarına ve mülkiyet ilişkilerine yansıyan sınıfsal çelişkilerin, toplum dahilinde meydana ge­len boğuşmaların başta gelen bir esası olduğunu kabul et­mektedir. Diğer çelişkiler de bundan doğmaktadır. Aynı za­manda marksizm, insanlık kervanının, toplumdaki sınıflı düzeni artık ebediyen yok etme hedefine doğru zorunlu olarak ilerlemekte olduğunu da söylemektedir.

Sınıflı toplum düzenin ortadan kalkması halinde işçi sınıfının zafer can­ları çalacak... Sınıfsız bir toplum doğacak. insanlık sosya­lizm ve komünizm yoluna girecektir. Ama bu durumda sınıf ve sınıfın çelişkileri toplumun içinden çıkıp-gidecek, böylece de toplumun evrim süreci kopacak, sonsuza dek sürecek olan iç hareket meşalesi sönecek.

Diyalektik kanunlarını işler­likten alıkoyacak olan bir engel meydana gelecektir. Marksizm diyalektik değişmenin ancak çelişki esasına dayalı ola­rak meydana geleceğini söylemektedir. Ama sınıfsal toplum düzeni ortadan kalkınca, sınıf çelişkisi gerçeği de ortadan kalkıyor. O zaman çelişkisiz bir toplumun iç değişimini marksizm hangi etkenle yorumlayabilecektir acaba!

Marxın, küçük zanaatçıların kendi üretim araçları üze­rindeki özel mülkiyetlerini tez olarak buna karşılık, sermayevî üretimi antitez (inkâr), sosyalist mülkiyet türünü ise sentez (inkârın inkârı) olarak kabul ettiğini ifade eden söz­lerinden daha biraz evvel bahsettik.

Şu halde marx'a şöy­le bir soru yöneltme imkânı elde etmişizdir, kanısında­yım: Genel diyalektik kanunlara rağmen tez, antitez kaziyesini artık devreden çıkaracak mısınız, yoksa (diyalektik üçlüsü gibi) yeni bir üçlü mü ortaya koyacaksınız? Bu du­rum devam ettiği takdirde sosyalist mülkiyet türü tez hali­ne gelecektir.

O zaman bu tezin çelişiği olan şey nedir? Bu tez, kendisini doğuran çelişiği ile birleşip onunla birlikte ge­lişecektir. Komünist mülkiyet türünü bir çelişik veya sosya­list mülkiyet türü için antitez (inkâr) olarak farz edebiliriz. Ama bu durumda sentez (inkârın inkârı,) hangi şey olacak­tır. ? Marksizmin, komünizmi insanlık evriminin son aşa­ması olarak kabullenmesi karşısında diyalektik şaşıp kal­maktadır.

TARİHÎ MADDECİLİĞİN IŞIĞINDA TARİHÎ MADDECİLİK

Şimdi de tarihî maddeciliği yeni bir kaynağın ışığın­da, evet, bizzat tarihî maddeciliğin ışığında ele alacağız. İlk etapta bu teorinin, bizzat kendisi için bir hüküm olması ya­dırganabilir. Ancak ileride, ilmî araştırmalar alanında tari­hî maddeciliğin bizzat, tez başına kendisi için bir hüküm aracı olmaya yeterli olduğu görülecektir. .

Toplumu birleştirip geliştirmek için genel bir felsefî teo­ri olması- ve toplumun bütününden bir parça olması sıfatıyla tarihî maddecilik; beşeri fikir ve bilgileri oluşturur. Ayrıca insan bilgisinin doğuşu ve evrimi ile diğer dinî ve si­yasî kondisyonların neşet edişinin keyfiyeti hususunda da görüşlerini açıklar...

Tarihî maddecilik nazarında ekonomik kondisyon, bütün yönleriyle toplumun temelini teşkil etmektedir. Şu halde bu teorinin bilgi ve fikirleri bu esasa gö­re yorumlaması tabiî olmaktadır. Bu nedenledir ki tarihî maddeciliğin, insan bilgisinin sadece beyinin tavzifi faali­yetlerinin bir ürünü olarak değil de aslî bir sebep olan eko­nomik kondisyonun bir ürünü olduğunu kabullendiğini gör­mekteyiz.

Tarihî maddecilik kuramına göre, insan düşünce­si, insanın içinde yaşamakta olduğu sosyal ilişkiler ve eko­nomik ilişkiler ve ekonomik kondisyonların aklî bir yansı­masıdır. Bu yansıma, gelişim ve evrim süreci içinde bulunan söz konusu ilişki ve kondisyonların gelişimlerine uygun bir şekilde olmaktadır.

Bu esasa dayanan marksizm bilgi hakkındaki teorisini kuvvetlendirmiş olup tekamüle rölativite hakkında şöyle de­mektedir: Bilgi, mademki içinde bulunduğu sosyal ve eko­nomik çevrenin ürünüdür...

O halde bilgi, bu çevreyle sınır­lı, göreli bir değere sahiptir. Bilgi çevresine bağlı olarak ge­lişir. Bağsız (mutlak) bir gerçeği bulmak imkânsızdır. An­cak, sosyal ilişkilerin "elverdikleri oranda göreli bir şekilde bazı gerçekler, sosyal ilişkilerin içinden meydana gelebilirler.

Toplumların analizinde tarihî maddeciliğin elde ettiği sonuç işte budur. Toplum ve tarih anlayışına göre ulaşması gereken sonucun da bu olması gerekirdi zaten. Sosyal analiz işleminde böyle bir sonuca ulaşmasına rağmen Marksizm bu sonucu, kendi tarihî kuramına uygulamaktan kaçınmıştır.

Mutlak bir gerçekmişçesine tarihî maddeciliğe çağrıda bu­lunmuş, bu kanunların kesin, ebedî, değişiklik kabul etmez olduklarını ve beşeriyetin uzun tarihî mirasında hiçbir dur­durucu ve engelleydi musibete duçar olmadıklarını olmaya­caklarını ilan etmiştir, öyleki marksizmin tarih anlayışı, in­san bilgisinin son noktasıymış gibi gösterilmek istenmiştir.

Ama bunun yanında marksizm, bu marksist tarih anlayışının nereden doğduğu hususunda kendi kendine bir soru sormak veya bu anlayışı, bilgi hakkındaki genel kuramına boyun eğdirmek zahmetine katlanmamıştır.

Şayet marksizm bu hu­susta birazcık zahmete katlanmış olsaydı -Nitekim kendi ilmi hesabı bunu zorunlu kılmaktadır- Muhakkak ki şöyle bir itiraf ta bulunacaktı: Belirli bir kuram olması sıfatıyla tarihî maddecilik, sosyal ve ekonomik ilişkilerden doğmuş­tur. Diğer bütün kuramlar gibi bu kuram da, içinde yaşa­makta olduğu çevreden doğmuştur.

İşte bu suretle tarihî maddeciliğin bizzat kendisi hakkın­da nasıl hüküm verdiğini görmüş olduk. Şu bakımdan ki ta­rih maddecilik; bütün kuramların, içinde yaşamakta oldukları pozitif realitenin sınırlı birer yansımaları olduklarını kabul ediyor. Tarihî maddecilik kuramı kendiliğinden, be­lirli bir sosyal ve ekonomik çevrede yaşamakta olan insanın zihninde tebellür eden bir kuram olamaz. Ancak insanın ya­şamakta olduğu çevrenin- sınırlı bir yansıması olabilir.

Çev­renin gelişmesine ve evrimine bağlı olarak gelişip tekâmül edebilir. Şu halde bu kuram tarih için ölümsüz bir gerçek ol­maktan uzaktır.

Biz her ne kadar sosyal ve ekonomik ilişkilerin, kuram ve fikirlerin doğması için yegane sebep olduklarına inanmı­yorsak da söz konusu ilişkilerin kuram ve fikirlerin oluşu­muna olan etkilerini inkâr etmiyoruz. Bu husus için tarihî maddecilik anlayışına uygun bir örnek verelim:

Bu anlayış manan tarih hakkındaki devrimci anlayışıdır. Evet marx kapitalist veya başka bir toplumun ancak iki esas sınıf olan burjuva sınıfıyla proletarya sınıfı arasındaki devrimci bir mü­cadele ile mümkün olabileceğini zannetmiştir. Bu esasa da­yanarak devrimin, insanlık tarihine hükmeden kanunların en kapsamlısı olduğunu kabul etmiştir. Bundan sonra marksistler, marx'a; devrimin gerekliliğine ve tarihî zorunluluğu­na dair işaret lambasını yakan sosyal çevreleri keşf etmek için çaba harcayacakları yerde, kalkmışlar devrimin, tarih için ebedî kanunlardan biri olduğuna inanmışlardır.

Oysaki devrim marxın kendi içinde yaşamakta olduğu çevreden esinlenerek elde etmiş olduğu bir fikirdir. Ki sonraları marx, devrimi tarihin mutlak kanunları safına itmiştir.

Kari Marx, XIX. yüzyıl kapitalizmiyle çağdaştır. Bu ka­pitalizm; mutlak olup kendine özgü siyasal ve ekonomik ortamıyla temayüz etmiştir. Bu kapitalizme göre Marx, dev­rimci mücadelenin gerçeğe daha lâyık olduğunu ve zorun­luluk olmaktan da öteye gittiğini anlamıştı. Çünkü mutlak bir kapitalizmin gölgesi altındaki sefalet ve konfor, fakirlik ve zenginlik sürekli ve de engelsiz olarak fazlalaşırlar. Siya­sal ortam son derece acımasız olur.

Bu nedenle de Marx'ın zihnî çelişkisi günden gün artan, en sonunda bir yanardağ gi­bi patlayan ve çelişkinin devrimle çözümlendiği sınıf müca­delesi düşüncesine bağlandı ve devrimin, tarih için genel ka­nunlarından bîri olduğuna inandı. Marxın ölümünden son­ra Batı Avrupa’nın sosyal durumu değişti..

Sosyal ve ekono­mik ortam, Marx'ın çizmiş olduğu çizgiye ters bir yolda iler­lemeye başladı. Dolayısıyla da çelişki artmadı. Sefaletin sınırları genişlemedi. Tersine görülür bir şekilde çekilip bü­züşmeye başladı? Siyasal tecrübeler, yoksullar topluluğu­nun yanardağlar gibi patlayıp kan akıtmalarına meydan vermeksizin sadece siyasal mücadelelerle önemli kazançlar sağlayabileceklerini kanıtladı.

Toplumcu Marxçılar iki ters yönelime girdiler :

a — Demokratik ve ıslahatçı yönelim.


b — Devrimci yönelim.

Birinci yönelim Batı Avrupa’nın birçok ülkelerindeki sosyalizmin genel yönelimidir. Bu yönelimin ışığında siya­sal ve ekonomik ilerlemeler kaydedildiğini gören sosyalistler, devrimin zorunlu olmadığı kanısına vardılar.

İkinci yönelime gelince bu yönelim, Doğu Avrupa’daki sosyalizm hareketlerine hükmetmiş olup Bati Avrupa’daki yönelim kadar ekonomik, siyasal ve fikrî ortamlara tanık olmamıştır.

Marksizmin şu veya bu yönelim çıkarına yorum­lanması hususunda adı geçen iki marksist yöntemin arasında zorlu bir boğuşma başlamış ama en sonunda galibiyet, Doğu Avrupa’daki devrimci yönelime kısmet olmuştur. Devrimci sosyalistler bu yönelimin heybetini görmüşler, bu yönelimin, mutlak, ebedî, nihai kurallarıyla birlikte Marksizmi temsil eden kesin bir kanıt olduğunu kabul etmişlerdir.

Sonsuz ve bağsız bir gerçeğin karşısında olmadıkların­dan ötürü önceleri Mars'ın geçip gittiği gibi bu yönelimin sahipleri de geçip gittiler.

Bu yönelim sahipleri, Mars'ın için­de yaşamakta olduğu siyasal ve fikri ortamdan esinlenerek elde ettiği düşüncelerin karşısında bulunmaktaydılar. Mars, elde etmiş olduğu bu düşüncelerini sonraları ilimin Örsünde çekiçlemiş ve bunları özetleme ve ayrıcalık kabul etmez bağ­sız kanunlar olarak ilân etmişti:

Buna en büyük tanık olarak da Marx'tan sonra toplumcu marxzmin doğuda devrimci bir niteliğe, batıda ise ısla­hatçı ve demokratik bir niteliğe bürünmesini gösterebiliriz. Bu çelişki aslında Marksizmin, kendi özel sosyal çevresi hak­kındaki sınırlı anlayışından ileri gelmemektedir.

Eğer böy­le bir hususu kabullenecek olursak o zaman, devrimci marksizmin, tarihin bağsız gerçeklerinden biri olmadığı sonucuna varmış oluruz. Ki bu sonuç bir zamanlar, Mars'a da görün­müştü. Bu sadece Mars'ın, yaşamış olduğu ortamın bir Lâde­si idi.

Zamanla bu ortamlar Batı Avrupa’da gelişip yeni şey­ler keşfedince söz konusu düşünce artık bir anlam ifade et­mez oldu. Fakat yeni bir şeyler keşfedilmemiş olan Doğu Avrupa’da bu düşünce değerini şu ana kadar korumaktadır.

Bununla biz, bütün kuramların sosyal ve siyasal kondisyonlardan doğmasının gerekliliğine inandığımızı söyle­mek istemiyoruz. Aslında demek istediğimiz şu;

a—Bazı fikir ve kavramlar toplumun pozitif ortamından etkilenir. Böylece de söz konusu fikir ve kuramlar, bu özel ortamların şuurunda sadece gerçek ifade eden mutlak ger­çekler güm görünürler.

Sözgelimi Marx'ın tarih ile ilgili bazı
fikir ve kuramları, sözünü ettiğimiz fikir ve kuramlar sınıfındandırlar.

b—Mars'ın tarih hakkındaki düşüncelerinin -Marxist ilim kuramı ve tarihî maddecilik kuramına göre- göreli gerçek­ler olması gerekir. Ayrıca Marx'ın çağındaki sosyal ve ekonomik ilişkilerden türemiş olmaları ve bu ilişkilere bağlı ola­rak gelişmeleri gerekir.

Bizzat marksizmin de kabul ettiği gibi madem ki kurumlar, göreli bir şekilde gelişen ortamların ürünüdürler; şu halde kendi konuş biçimiyle tarihî madde­ciliğin tarih için mutlak bir gerçek olarak kabul edilmesi imkânsızdır.



GENEL ÇİZGİLERİYLE TARİHİ MADDECİLİK KURAMI:

Tarihî maddeciliği marksizmin, felsefi maddecilik, diyalektik ve bizzat tarihî maddecilik hakkındaki temel görüş­lerinin ışığında diğer bir deyişle tarihî maddeciliğin bilgi yorum metodunun ışığında ele alıp incelendikten sonra ar­tık sıra^ tarihi maddeciliğin ikinci aşamadaki incelemesine gelmektedir.

Bu aşamada tarihî maddeciliği, in,-an yaşamı­nın yorumunu ve insanın sosyal tarihini kapsayan genel bir kuram olarak da ele alacağız. Detaylarına inmeksizin ge­çirmiş olduğu aşamaların özelliklerini ayrı ayrı ele almaksı­zın genel olarak tarihî maddeciliği inceleyeceğiz.

Tarihî maddeciliği bu niteliğiyle ele aldığımızda konu arasında, cevap beklemekte olan bazı sorularla karşılaşacağız. Bu soruları şöylece sıralayabiliriz:

1 — Tarihî maddeciliğin, «üretim güçlerinin pozitif gerçeği tarihin temel gücü. ve insan hayatının en başta gelen faktö­rüdür.» Şeklindeki ifade edilebilecek olan temel düşüncesi­nin doğruluğunu ispatlamak için ileri sürülecek olan delil
hangi türden olacaktır?

2 —İlmi kuramların ölçülmesi için üstün bir ölçü aleti var mıdır? Varsa eğer, bu ölçü aletinin marksist tarih karşısında­ ki tutumu ne olacaktır?

3 —Tarihî maddecilik kuramı, varsayımlara dayanan yo­rumlarıyla, insanlık tarihindeki boşlukları hakkıyla doldurabilmiş midir? Veyahut ta tarihî maddecilik yorumlarının dışında insanlık hayatının bazı genel yönleri kalabil­miş midir?

Artık bundan sonra konuyu, yukarıda sıralamış olduğu­muz şu üç sorunun cevaplanması etrafında döndüreceğiz. Bu işi 'bitirdikten sonra da, tarihi maddeciliği incelemenin üçüncü aşamasına geçeceğiz. Bu aşamada ise tarihî madde­ciliğin detaylarını ve bu kuramın bundan sonra kaydedeceği aşamaları inceleyeceğiz.


1-TARİHİ MADDECİLİĞİN DAYANMAKTA OLDUĞU DELİLİN TÜRÜ:

Marksizmin, tarihî maddecilik kuramını ispatlamak maçıyla kullanmış olduğu yöntemleri öğrenebilmek için, tarihî maddecilikle ilgili fikir ve kitapların birçoğundan ha­berdar olmamız gerekmektedir. Çünkü bu yöntemler, bölük pörçük, dağınık bir şekilde marksizmle ilgili eserlerde ele alınmıştır.

Tarihî maddeciliğin dayanmakta olduğu delillerin tü­rünü üç maddede özetleyebiliriz:

a — Felsefî delil,

b — Psikolojik delil,

c — İlmi delil.



a— Felsefî delil: Tarihî maddeciliğin probleme eğilir­ken dayandığı felsefî analiz delili - Tarihi maddecilik çeşitli yüzyıllardan elde edilen deney ve düşünceler deliline dayan­maz.- şöylece ifade edebilir: Genel bir biçimde maddeye hükmeden illiyet kanununa tarihî olayların boyun eğmesi, bizi tarihî tekâmüle ilişkin bir soruşturmaya itmektedir.

Bu tarihî tekâmül ki; ileriki zamanlarda meydana gelecek olan tarihî olgular, sosyal, siyasal ve fikrî hareketlerin bir ifadesidir. Kolayca aklımıza gelen bir husus da şudur ki; Sözgeli­mi çağımız Avrupa toplumu, sosyal muhteva ve çeşitli dış görüntüleri bakımından bundan bin yıl önceki Avrupa toplumuna, ters düşmektedir.

Şu halde bu kapsamlı sosyal ters düşmenin bir sebebi olsa gerek. Ayrıca sosyal yapıda meyda­na gelen değişiklikleri de bir yoruma tabi tutmamız gerek. Ama bu yorumu, değişikliğe sebep olan asit sebeplerin ışı­ğında yapmamız zorunludur.

Tıpkı fizik bilgininin fizikî alandaki tabiî olguları kendi asıl sebeplerinin ışığında yorumladığı gibi... Çünkü kâi­nattaki tüm olgular -tabiî olsun beşerî olsun- hepsi sebeplilik ilkesine boyun eğmektedirler. Şu halde tarih sahnesinde görülen sosyal değişikliklerin sebebi nedir?

Bu soru şöyle cevaplanabilir: Bu değişikliklerin sebebi; fikîr veya toplumda revaçta bulunan hâkim görüşlerdir. Sözgelimi çağdaş Avrupa toplumu, yüzyıllar önceki Avrupa toplumundan, aradaki düşünce ve görüşlerin çeşitliliğine bağlı olarak tamamen ayrılmaktadır.

Fakat toplum ve tarih hakkındaki bu yorumlama nok­tasında durma imkânsız mıdır?

Tarih analizimiz de ileriye doğru bir adım daha atarak öne geçtiğimizde kendimizi şöyle bir soruşturma yapmak zorunluluğuyla karşı karşıya bulacağız: İnsanların düşünce­leri sırf bir rastlantıya neden boyun eğiyorlar? Sebeplilik prensibinin ışığında bu soruya verilecek olan cevabın olum­suz olması doğaldır, insanların düşünce ve görüşleri, insan­larla beraber doğup ölen fıtrî düşünce ve görüşler olmadık­ları gibi sırf bir rastlantıya boyun eğen düşünce ve görüşler de değildirler.


Bu düşünce ve görüşler müktesep olup, doğuş ve gelişmelerinde bazı özel sebeplere boyun eğerler. Şu halde söz konusu düşünce ve görüşler bizzat kendileri sonradan meydana gelme olup belirli kanun ve sebeplere boyun eğdik­lerine göre sosyal ve tarihî olgular için nihaî sebepler olarak kabul edilemezler.

Tersine, düşünce ve görüşlerin doğup ge­lişmelerinde etkin olan faktörleri araştırmamız gerekmektedir. Sözgelimi siyasal özgürlüğe ilişkin sözler neden mo­dern çağda söyleniyor da Orta çağ Avrupa’sında söylenmiyor­du? özel mülkiyete çatan düşünceler neden geçmiş tarihî dönemlerde değil de şu anda içinde bulunduğumuz tarih dö­neminde yaygın hale geldi?

Şimdi de genel olarak sosyal kondisyonlardan veya özel olarak ekonomik kondisyonlardan doğup gelişen düşüncele­rin ne şekilde meydana geldiklerini açıklayacağız. Hatta açıklamamız da zorunludur.

Fakat bu, bizim felsefî sorunu çözümleme yolunda az da olsa ileriye doğru mesafe kat et­tiğimizi ifade etmez. Çünkü biz, sosyal kondisyonların oluşum ve gelişimlerine bağlı olarak, düşüncelerin oluşum ve gelişmelerini açıklığa kavuşturmaktan başka bir şey yapma­dık.

Bu suretle de başlangıç noktasında son bulmuş olduk. Sosyal kondisyonlarda son bulmuş olduk. Ki daha bunları başlangıçta açıklığa kavuşturmak ve bunların meydana ge­liş sebeplerini keşfetmek istemiştik. Düşünce ve görüşler, sosyal kondisyonların ürünü olduklarına göre, sosyal kondisyonların doğup, asıllarına bağlı olarak gelişmelerini sağ­layan sebepler nelerdir? Diğer bir deyişle, toplum ve tarihin aslî sebebi nedir ?

Sosyal kondisyonların doğuş sebepleri ve bu sebeple­rin açıklığa kavuşturulması için önümüzde sadece iki yol vardır :



BİRİNCİ YOL:

Geriye doğru bir adım atıp, siyasal, ekonomik ve diğer çeşitli türleriyle sosyal kondisyonu düşünce ve gö­rüşlerle yorumlayan görüşü tekrarlamalıyız. Böylece de boş bir çember içinde dönüp dolaşmış oluruz.

Çünkü daha önce biz düşünce ve görüşlerin, sosyal kondisyonların ürünü ol­duklarını söylemiştik. Şayet tekrar; sosyal kondisyonlar, düşünce ve görüşlerin ,bir ürür »i, bir sonucudur diyecek olur­sak o zaman, daire gibi bir çizgi çizmiş olur ve ilerlemek is­tediğimiz yerde gerilemiş oluruz.

Tüm idealist tarih yorumcuları hep bu yoldan git­mişlerdir. Bu konuda Plekhanof şöyle der:

«Hegel bizzat kendini boş bir halka içinde bulmuştur. Ki birçok Fransız sosyolog ve tarihçileri de aynı halkaya düş­müşlerdir. Bu bilginler, sosyal kondisyonları düşüncelerin durumuyla, düşüncelerin durumunu da sosyal kondisyonlarla yorumlamışlardır Bu mesele çözüm bulmadığı sürece 'bilim; (B) yi (A) nın sebebi, (A) yi da (B) nin sebebi olarak ilân etmekle boş bir halka içinde dönmeye devam edecektir.» [6]


İKİNCİ YOL:

Ki bu yol marksizmin yoludur. Sebeplilik pren­sibine uygun bir şekilde yorumlama ve sebeplendirme yolundaki ilerlememize devam edelim, insanın düşünceleri, gö­rüşleri ve çeşitli şekilleriyle sosyal ilişkileri üzerine eğilerek-bütün bunların doğup gelişen sosyal olguları olup yorumlan­dırılıp sebeplendirilmeleri gerektiğini ortaya koyalım.

Bu durumda konuyu ancak, tarihin sözünü ettiğimiz olgular çemberinin dışındaki sırrını araştırarak devam ettirebiliriz Bu olgular çemberinin dışında da sadece üretim araçlar, vardır. Diğer bir deyişle en eski çağlardan beri insanın tabi­atı şu yönde gelişmiştir. Ele aldığımız soruyu cevaplayacak olan yegane faktör, üretim güçleridir.

Sorumuz da şuydu: Tarihî olgular neden ötürü meydana gelmişlerdir.. Ve bu olgular; «olaylar rastlantı eseri olamazlar. Her olayın ken­dine özgü bir sebebi vardır.» diyen felsefî zorunluluğa uygun bir şekilde niçin gelişip tekâmül etmektedirler?

İşte böylece tarihi yorumun, araştırma alanında kısır kalan daire içindeki hareketten kurtulması imkânsız hale gelmiştir. Ancak tarihî yorum, üretim araçlarını, toplum ve tarih için en büyük sebep olarak kabul ederse daire içindeki hareketten kurtulma ihtimali söz konusu edilebilir.

İşte felsefî delil budur. Bu delili mümkün olan en güzel sekliyle sunmaya çalıştık; Bu konuda birçok incelemeleri içe­ren ve bu tür istidlal esasına dayalı olan en Önemli kitap «Ta­rih Felsefesi.)dir. Bu eseri büyük Rus yazarı Plekhanof ha­zırlamıştır. Bu konuda yukarıda sunmuş olduğumuz bilgileri, onun adı geçen eserinden özetledik.

Tarihî maddecilik kuramının dayanmakta olduğu felse­fi delili yeni bir şekilde anladıktan sonra şimdi de sıra bu istidalin; «olaylar rastlantı eseri meydâna gelmezler» diyen felsefi-zorunluluğun (sebeplilik ilkesinin) sınırlan içinde analize edilip incelenmesine geldi.

Bu felsefi istidlal doğru mudur? Tarihin felsefi sorununun çözümlenmesi için bu istidlalin dayanmakta olduğu, üretim araçları vasıtasıyla yapılan yorumun yegane geçer­li bir yorum olduğu doğru mudur?

Bu soruyu cevaplayabilmek için önce üretim araçlarıy­la ilgili olarak analiz yoluyla bir tek noktaya değineceğiz. i marksizm bu noktayı, tarih için asli bir sebep olarak ka­bul etmektedir. Şöyle ki: Üretim araçları donuk ve statik değildirler.

Tersine bu. araçlar, insan düşüncesi ve insanın sosyal kondisyonunun değiştiği gibi zaman boyunca değişip tekâmül ederler. Üretim aracı ölür. Bir diğer araç doğar. Şu halde üretici güçleri geliştiren, bu güçlerin uzun tarihlerinin gerisinde saklanan engin sebeplerin neler olduklarını sorma yetkisine sahip olduğumuz gibi, düşünceleri ve sosyal kondisyonları oluşturan sebeplerin de neler olduğunu sora­biliriz.

Felsefi kanıt sahibi Plekhanof ve benzeri büyük Marxsist yazarlara bu soruyla yaklaştığımızda onların, tarih için üre­tici güçlerin arkasında daha engin sebeplerin varlığını itiraf etmelerini beklemiyoruz.

Çünkü böyle bir tutum; «Tarih dünyasında en üstün merci, üretim araçlarıdır.» diyen ta­rihi maddeciliğin temel düşüncesiyle- çelişmektedir. Bu se­beple de marxsist yazarları bizim bu sorumuzu cevaplarken üretici gücün tarih ve tekâmülünü yine bizzat üretici güç­lerle açıklamakta ve şöyle demektedirler:

Üretici güçler, biz­zat kendi kendilerini geliştirmektedirler. Onların gelişmele­rine bağlı olarak da tüm toplum gelişmektedir. Ama bu ge­lişim nasıl tamamlanmaktadır? Kendi kendilerini geliştirir­lerken üretici güçlerin uyguladıkları metot nasıl bir metoddur?

Marksizmin bu soruyu cevaplayışı da son derece açık­tır. Marksizm, bu konuda şöyle bir yorum yapar: İnsanlar üretim işine girişirken üretici güçler insanın zihninde de­vamlı olarak teemmül![7] düşünce ve bilgileri oluşturup geliştirirler.

Sosyalist toplumun düşünceleri... Bu topluma göre ise 'işçi ve işveren arasında zaten bir ilişki söz konusu değildir. Her neyse şu veya bu toplumun düşünceleri... Her iki taraf da bu düşüncelere uymaya mecbûrdur. Toplumun düşünce­lerine hükümetler de uymak zorunluluğundadırlar.

Teemmüle düşünceler, var olan, gerçekleşen olguların idrâki demektir, timi düşünceler ise, olması ve olmaması gereken şeylerin idrâkidir.

Gerek teemmüle gerekse ilmî düşünceler, hepsi insanla­rın tabiî üretici güçlerle hemhal oldukları esasında tecrübe­lerinin ürünüdürler.

İnsanın tabiî üretici güçlerle haşir ne­şir olarak elde ettiği bu düşünce ve bilgiler ona, üretim araç­larını icat etmek, üretici güçleri yenileyip devamlı surette geliştirmek hususunda yardımcı güçler olacaklardır.

Bu şu demektir: Üretici güçlerin gelişim tarihi, ilmî ve teemmüle alandaki gelişmelere uygun bir şekilde tamamlan­mış ve ondan doğmuştur. İlmî' gelişme de kendiliğinden, in­sanın üretici güçlerle haşir naşir olup da tecrübeler elde et­tiği zamanda bu güçlerden doğmuştur.

Böylece de marksizm, .üretici güçler için tarihin baş köşesinde yer vermeyi, bu güç­lerin gelişmelerini de üstün bir sebep olarak hiçbir üretim aracına ihtiyaç duymaksızın kendiliğinden üretim gücünden doğan ve durmadan gelişmekte olan teemmüle ve ilmî düşün­celer metoduyla yorumlayacağını garanti etmiştir.

Engels, bu tür yorumun yani üretici güçler ile teemmüle düşüncelerden her birinin gelişmesini diğerinin gelişmesiyle yorumlamanın mümkün olduğunu söylemiş ve ilân edi­ci mahiyette demiştir ki; Diyalektik, hiçbir zaman sebep müsebbebin iki zıt kutup olup bu kutuplardan her birinin diğeriyle sert biçimde çeliştiklerini kabul etmez.

Diyalektiğe uyanların dışındakiler böyle bir hükme sahiptirler. Onlar her zaman sebebin bir yerde, müsebbebin de bir başka yerde oldukları kanısındadırlar. Şu var ki diyalektik, sebebi işin güçlere doğru itilmesi, müsebbebi de bir iş şeklinde te­lakki eder.

Felsefî istidlalin analizi ve eleştirisi için şimdiye kadar söylediklerimiz aslında şu sözü söyleyebilmemiz için bir gi­riş niteliğindeydi.

Şöyle ki: Bütün bu söylediklerimiz felsefî yönden mümkün olduğuna ve marksizmin de üretici güçler
ve bu güçlerin gelişimine ilişkin yaptığı yorumda olduğu gi­bi, tarihî yorumun boş bir çember içinde hareket etmesi normal olduğuna göre, sosyal kondisyonu yorumlama ko­nusunda aynı yöntemi uygulamamız felsefî yönden neden mümkün olmasın?

Aslında bizim demek istediğimiz şudur ki; sosyal kondusyonlar aslında insanın diğer insanlarla bazı ilişkiler kurmaya giriştiği zamanda elde etmiş olduğu
sosyal tecrübelerden ibarettir. Tıpkı üretim işlemleri esna­sında insanın üretici-güçlerle birlikte giriştiği tabii tecrübe de olduğu gibi.... Nitekim insanın teemmüle düşünceleri de tabii tecrübenin gölgesi altında, gelişip tekâmül eder.

Sonrada bu düşünceler, tabiî tecrübelerin gelişimine ve bu tecrü­belerin elde edilişinde katkısı olan araçların yenilenmesine etkide bulunur. Aynen bunun gibi toplumun ilmî düşünceleri de sosyal tecrübenin gölgesinde gelişip tekâmül eder.
Sonra da sosyal tecrübenin gelişim ve yenilenişine etkide bulunur.

İnsanın kevn hakkındaki ilmi anlayışı, tabiî tecrübele­rin elde edilişi esnasında sürekli olarak gelişir.. Bu anlayı­şın gelişmesi sebebiyle tabiî tecrübeler ve tabiatın üretici güçleri de gelişirler. Aynen bunun gibi insanın sosyal ilişki­ler hakkındaki pratik anlayışı, sosyal tecrübelerin elde edi­lişi esnasında sürekli biçimde gelişir. Bu sebeple bizzat sos­yal tecrübeler ve yürürlükteki sosyal ilişkiler de gelişirler.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki; sosyal kondisyonun pratik düşünceler yoluyla yorumlanması konusunda marksizmi, felsefî yönden engelleyecek hiçbir engel yoktur. Ayrıca bu düşüncelerin değişim ve evrimlerinin, siyasal, ekonomik ve diğer kondisyonlarda temessül eden sosyal tecrü­beler yoluyla yorumlamasında da herhangi bir sakınca söz konusu değildir, olamaz da..

Çünkü bu pratik anlayışla sos­yal kondisyonun birinin diğerininkinin yerine geçebilecek olan yorumu, marksizmdeki ilmi anlayış ile üretici güçlerin tarihinden her birinin diğeriyle yorumlanması stiline tama­men benzemektedir.

Bütün bunlardan sonra geriye kalan bir soru da şu: Üretim araçlarım sosyal ve tarihî yorumun çıkarına dev­reye sokmamız neden gerekmektedir? Pratik düşünceler ile sosyal kondisyonun birinin diğeriyle yorumlanışı stiliyle yetinmemiz nede imkânsızlaşmaktadır?

Felsefî zorunluluk ve Engels'in kesinleştirdiği sebep müsebbep anlayışı, böyle bir yorum şeklini benimsememize müsaade etmektedir. Eğer böyle bir yorum şeklini benimse­diklerini engelleyecek bazı sebepler ortaya çıkarsa da kuşkusuz ki bunlar, bazı tarihî tecrübe ve düşünceler olacaktır.



B—PSİKOLOJİK DELİL:

Bu delille ilgili açıklamaya su noktadan başlayabiliriz: Bu delilin ileri sürülmesi, insan yaşamındaki düşünce­lerin doğuşunun belirli bir sosyal kondisyonların ve olgu­ların ürünü olduklarını ispatlama çabasından ileri gelmek­tedir. Bundan su sonucu elde edebiliriz : Sosyal yapı, tarih itibariyle fikri yapıdan öncedir.

Şu halde ilk oluşum ve geli­şimi yönünden sosyal olguları idealizmin -insan düşüncesi gibi- bir faktörüyle yorumlamamız imkânsız hale gelmekte­dir. Çünkü düzünce, inşan hayatındaki belirli sosyal olgula­rın doğuşundan sonra tarih sahnesinde görülebilmiştir.

Bu durumda toplumu yorumlamak, toplumun doğuşunu sebep­lendirmek için maddeci yönelimden başka ilmî bir yönelim ortada mevcut değildir. Maddeci yönelim, fikrî etkenleri bir tarafa itmekte ve toplumu maddi etkenlerle, üretim araçla­rıyla yorumlamaktadır.

İnsanlık dünyasındaki düşüncelerin sadece geçmişteki sosyal olguların birer ürünü olduklarını ispatlamak, söz konusu psikolojik istidlalin temel unsuru olacaktır. Ki bundan da toplumun, tarih itibariyle düşünceden önce geldiği, gö­rüş ve düşüncelerden değil de maddi etkenlerden doğmuş olduğu sonucuna varalım.

Fakat marksizm bu temel unsuru nasıl oluşturmuş ve bu unsur için nasıl bir delil ileri sürmüştür? Bu hususta marksizmin, «düşünceler dilin ürünüdürler. Dil de sosyal id­rakten başka bir şey değildir, «şeklindeki kesin kararında açıklığa kavuşmaktadır. Bu hususta Stalin şöyle der:

«Deniliyor ki düşünceler insan diliyle ifade edilmeden ön­ce insanın ruhunda doğar, meydana gelirler. Bu düşünceler dil aracına ihtiyaç duymaksızın yani, dilin çerçevesine gir­meksizin çıplak ve bağımsız olarak doğarlar.

Fakat bu kadar da ileri gitmek de doğrusu tamamıyla hatadır. Evet her ne ka­dar düşünceler, insanın ruhunda doğuyorlarsa da bu düşünce­lerin ancak dil araçları esasına yani kelime ve cümleler esasına dayalı olarak ortaya çıkmaları mümkün olabilmektedir. Şu halde dil araçlarına yahutta tabiî bir madde olan dile karşı bağımsız-, çıplak düşüncelerin vârlığına imkân yoktur.

Dil dediğimiz şey de bizzat direkt olarak düşünceye bağlı bir gerçektir. Dil olmaksızın bir düşünceyi ifade etmek imkân­sızdır. Ancak idealistleri bunun dışında tutmak gerek. (I) [8]

İşte bu suretle Stalin, dil ile düşünce arasında bir bağ­lantı kurmuş oldu. Dili düşüncenin yar olması için bir temel olarak kabul etti. Dil aracı olmaksızın çıplak düşüncelerden söz etmek hiç de doğru değildir, dedi.

Stalin'den sonra ünlü Marxist yazar George Politzer ge­liyor. Gerçek olduğu savunulan bu iddiayı, bazı psikolojik buluşların veya diğer bir anlatımla psikoloji biliminin fizyo­lojik esaslarının ışığında ispatlamaya çalışıyor. Psikoloji bi­liminin fizyolojik, esaslarını ünlü bilgin Pavlof, kendi edin­diği birçok tecrübelerden özetleyerek ortaya koymuştur.

Biraz önce anmış olduğumuz Stalin'in sözleriyle ilgili olarak G. Politzer şöyle bir yorumda bulunmaktadır.

«Diyalektik meteryalizmin bu prensipleri, büyük bilgin Pavlof'un yapmış olduğu fizyolojik alandaki araştırmalar sayesinde tabiî ilimlerden büyük destek görmüştür. Pavlofun buluşlarından biri de şu: Zihnî gelişmelerin esas işi şart­lı, münakis fiillerdir, ki bu fiiller sınırlı ortamlar içinde olu­şurlar..

Bu fiilleri iç ve dış duygular ortaya koyarlar. Ayrıca Pavlof bu duyguların her canlı varlığa yöneltilen işaretlerin görevlerini de yerine getirmekte olduklarını ispatlamıştır.

Diğer taraftan Pavlof, anlam ve muhtevalarıyla birlikte ke­limelerin, eşya tarafından ortaya koyulan duyguların -ki ke­limeler bu duygulan ifade eden araçlardırlar- yerine geçebi­leceklerini de keşfetmiştir. Böylece de kelimeler, işaretlerin işaretleri olmakta yani, işârî işlemlerde ikinci bir sistem ye­rine geçmektedirler.

Bu sistem, insana özgü bir sistem olup, ikinci sistem esasına dayalı olarak meydana gelmektedir. Böylece de dil, insandaki üstün gelişmelerin, sosyal gelişme­lerin, ilk şartı ve mücerret düşüncelerin temeli durumuna gelmektedir. Mücerret düşünceler, zamanla ilgili duygulan­dırmaları harekete geçirirler. Ayrıca dil, aklî düşüncelerin de temel dayanağıdır.

Aklî düşünceler insana, son derece ince bir şekilde realiteye ters düşebilme fırsatını da tanımak­tadırlar. Bu yoldan giderek Pavlof; insanın şuurunu -esas bakımdan- sınırlandıran unsurun,' insanın bedenî organla­rı ve biyolojik-çevresinin olmadığını tersine, insanın içinde yaşamakta olduğu toplum olduğunu ortaya çıkarmıştır.» [9]

Politzer'in, Pavlof'un incelemeleri ışığında Marksizmin görüşüne dayanarak ortaya attığı bu önerilerini biraz açıklamaya çalışalım;

Folitzer, Pavlof’un; zihnî gelişmeler işlemi, belirli işaret uyaranlara verilen bir cevaplamadır. Şeklindeki görüşüne katılıyor. Bu işaret ve uyarıcılar, ilk planda duygulardır. Açıkça bilinen bir husustur ki, uyarıcılara karşı ce­vaplama biçiminde meydana gelen düşünceler. Eşyadan mücerret olan bağımsız aklî düşünceler olamazlar.

Çünkü sö­zünü ettiğimiz cevaplama da ancak belirli bir şeyden duy­gulanma ve etkilenme halinde meydana gelebilir.. Şu halde insanın, kendisine görünmemiş olan bir şey hakkında dü­şünce sahibi olması imkânsızdır.


İkinci planda dil ve lafız araçlarının görevleri söz konu­su olmaktadır. Bu araçlar sayesinde ikinci işaret ve uyarı­cılar görevlerini yerine getirebilmektedirler. Buna göre her kelime, sözünü ettiğimiz uyarıcılardan gelen belirli bir uyar­ma ile meydana gelebilmekte ve böylece de kelime uyarıcı­ya oranla ikinci bir şart durumuna düşmektedir.

Dile ait uyarıcılar tarafından insanın zihnine gönderilen uyarmala­ra insanın cevap vermesi yoluyla bir düşünce sahi­bi olmak mümkündür. Şu halde dil, düşüncenin temeli haline gelmektedir. Çünkü dil sosyal bir olgudur.

Bu sebeple de düşünce sosyal hayatın ikinci plândaki bir olgusu haline gelmektedir. Politzer'in ortaya attığı dü­şünceler, işte bunlar...

Şimdi de kendi kendimize soralım: Stalin'in ifadesi sı­nırlan içinde dil gerçekten düşüncenin temeli midir, değil midir? (Burada sözünü ettiğimiz düşünceler tabii ki dil araç­larından bağımsız, çıplak düşünceler değildirler.) Bu soruyu biraz daha açıklığa kavuşturalım:

Poitzer'a ifade ettiği gi­bi belirli bir sosyal olgu olması sıfatıyla dil, insanın düşünücü bir organı olarak yaratılmış mıdır? Ve yahutta düşünen insanın hayatında, insanın ifade etmek ve başkalarına ak­tarmak için vasıta aradığı düşüncelerin bir sonucu olarak nü meydana gelmiştir?

Politzer'in üzerinde durduğu birinci şıkkı, Pavlof'un deneylerinin tabiî ve şartlı uyarıcılara ilişkin ortaya koymuş olduğu kuralını incelediğimiz zaman bile kabullenemeyiz.

***

Konuyu daha da fazla açıklığa kavuşturabilmek için Pavlof'un görüşleri ve onun düşünceyi fizyolojik prestpektiften yorumlayış metodu hakkında kısa bir bilgi vermek gerekmektedir. Bu ünlü bilgin deneyler yaparak, bir canlının tabiî bir uyarıcı ile bağlantı kurması halinde o canlının faaliyete geçeceğini.

Dolayısıyla da tabir uyarıcı tarafından kendisine yöneltilen uyarıya karşılık vereceğini ispatlamış­tır. Meselâ, köpeğin önüne yiyecek sürülmesi, tabiî bir uyarmadır. Bu uyarmaya cevap olarak köpek tarafından be­lirli bir karşılık verilir, yemek kabını görür görmez köpeğin salyası akar.

Bunun üzerinde düşünen Pavlof, yemeği köpeğin önü­ne her sürdüğünde bir zil çalmış. Bu zil çalma işini birkaç kere tekrarlamış, sonra da öne yemek sürmeksizin zil çal­mış ve köpeğin yine salya akıttığını görmüş... Bu deneyden şu sonucu çıkarmış: Zilin çalınması yiyeceğin öne sürülmesiyle meydana gelen refleksin aynısını vermektedir.

Zilin defalarca yiyeceğin öne sürülmesiyle birlikte çalınması dolayısıyla zil, bizzat yiyeceğin görevini yerine getirmiş bulunuyor. Bu nedenle de Pavlof, zilin çalınması işlemine şartlı uyarıcı adını vermiş. Zilin çalınması dolayısıyla da salya­nın akışına şartlı refleks adım vermiştir.

Bu noktadan hareketle birçok kimseler insanın bütün düşüncelerini tamamen köpeğin salyasının akışı şeklinde yorumlamaya çalışmışlardır. Bunlara göre insanın düşünce­leri çeşitli uyarıcılara verilen karşılıklardan ibarettir.

Nasıl ki yiyeceğin köpeğin önüne sürülmesi tabiî bir uyarıcı ise ve bu uyarıcı da, köpeğin salya akıtması gibi tabiî bir cevap­lamayı sonuç olarak veriyorsa, aynen öyle de insan için bazı tabiî uyarıcılar vardır ki bu uyarıcılar dolayısıyla bazı tabiî cevaplamalar meydana gelmektedir.

Bu cevaplamayı da idrâkin türleri olarak kabul ediyoruz. Cevaplamayı mey­dana getiren uyarmalar ise, iç ve dış duygulardır. Yine bu­nun gibi zilin çalınması, yiyeceğin öne sürülmesiyle elde edi­len cevaplamanın tıpkısını meydana getirmektedir. Bu da zilin çalınması yiyeceğin öne sürülmesiyle birlikte ve şart­lı olması ile mümkün olmaktadır, îşte bunun gibi insan için tabiî uyarıcılarla birleşik hale gelmiş olan birçok şeyler var­dır ki bunlara şartlı uyarıcılar adını vermekteyiz.

Örneğin tüm dil ararları bu şartlı uyarıcılardan sayılmaktadır. Söz­gelimi su Kaimesi su ile meydana gelen duygulanmanın aynısını meydana getirmektedir. Çünkü bu kelime, şartlı olup, su ile bitişiktir. Su ile duygulandırma tabiî bîr uyarı­cıdır. Bu her İM uyarıcı da insan zihninde özel bir cevapla­ma meydana getirirler.

Bu nedenle Pavlof iki işârî sistem ortaya koymuştur:

a — Kelime ve kalıplarının müdahalesi olmayan tabiî ve şartlı uyarıcılardan oluşan işârî sistem,

b — İkinci derecede uyarıcılar olmaları niteliğiyle kelime kalıpları ve dil araçlarını kapsayan işârî sistem: ikin­ci derecedeki bu uyarıcılar, birinci- sistemin işârî uyancılarıyla şartlanmış bu sebeple de, belirli şartlı refleksleri hare­kete geçirme gücünü elde etmişlerdir.

Pavlof un görüşlerinden elde edilen sonuç şudur: Uya­rıcı olmaksızın insanın düşünme mekanizmasının hareketi­ne imkân yoktur. Çünkü düşünce insanın uyarıcıya karşı göstermiş olduğu özel türden bir tepkidir.

Nitekim aklî mü­cerret düşünceler de şartlı uyarıcılar olmaksızın meydana gelmezler. Bu uyarıcılar duygularla birleşmiş olup, uyarılan tarafından verilen cevapların tıpkısını vermektedirler. Ama insan, kendi duygularına bağlı olarak kaldığında mücerret bir imkânı elde edemez, insanın düşünen bir varlık olabil­mesi için, duyguların gerisinde ve tabiî uyarıcılar çerçeve­sinde bazı uyarıcılarla bağlantı kurması gerekmektedir.

***

Bütün bu anlatılanların doğru olduklarını sayalım. Bu; demek midir ki dil insanın hayatındaki düşüncelerin varlı­ğının temelidir? Asla... Çünkü belirli bir şeyin tabiî bir uya­rıcıyla şartlandırılarak şartlı bir uyancı haline gelmesi tabiî el arak bazen mümkün olmaktadır. Çoğu zaman rastlanmış­tır ki; suyun görüntüsü belirli bir ses veya belirli bir ruhî durumla -defalarca tekrar yoluyla- birleştirilmiş, bir şart­landırma meydana getirmiş, bunun sonucunda da şartlı bir uyarıcı elde etmiştir. Bu uyarıcıya verilen cevap, su ile elde edilen cevabın tıpkısı olmuştur.

Bu tip bir şartlandırma, ta­biî şartlandırmadır. Böyle bir şartlandırma bazen belirli bir amacın sonucunda da elde edilebilir. Sözgelimi bir çocukla ilişki kuralım. Bu çocuğa süt verelim. Bu süt kelimesini, kendisine sütü verdiğimizde defalarca tekrarlayalım. Böy­lece süt kelimesiyle süt arasında bir bağlantı kurmuş olur, çocuk. Bu süt kelimesi çocuk için uyguladığımız metodun sonucunda şartlı bir uyarıcı haline gelecektir.

İnsan hayatı boyunca çeşitli ses ve olayların bazı tabiî uyarıcılarla birleşerek tabiî bir şartlanma meydana getir­dikleri kuşkusuz bir gerçektir. Böylece de insan zihninde bazı belirli refleksler meydana gelmektedir.

Genel olarak dil araçları ve kelime kalıpları -ki bunların şartlanmaları da sosyal işlemlerle tamamlanmaktadır.-, İnsanın kendi düşün­celerini dile getirip başkalarına aktarması için duymuş ol­duğu ihtiyaç sonucunda şartlanmışlardır. Yani bu 'şartlanış, insan hayatında meydana gelmiştir. Çünkü insan, düşünen bir varlık olup kendi düşüncelerini dile getirmek-ister.

Şu da var k. insan, kendi hayatı içinde dilin bulunması sebebiy­le düşünen bir varlık haline gelmemiştir. Fakat neden ötürü dil, sadece insanda var oluyor da diğer canlılarda yok...

Şu halde diyebiliriz ki dil, düşüncenin esası değildir. Sadece, insanın kendi düşüncesini ifade etmesi için özel bir tarzdır. Ki insan, kendisi gibi diğer insanlarla birlikte hayat kavga­sına giriştiğinde yani bundan yüzyıllar öncesi kendisinin, düşüncelerini ifade etmek ihtiyacında olduğunu hissetmiş­tir.

Bu ihtiyacı hissedişinin bir başka sebebi kendi girişmiş oldukları işleri kolaylaştırmak, tabiat ve saldırıcı düşman güçler karşısındaki ortak tutumlarını belirtmek amacıyla sa­hip olduğu düşünceleri başkalarına aktarmak ve onlara an­latabilmektir.

İnsan tabiat ve rastlantının ışığında düşüncelerini ifa­de etmek için dil usulünü kullanmasını bilmektedir. Tabiat ve rastlantı işlemi de, bazı seslerin tabiî bazı uyarıcılarla, defalarca şartlandırılması yoluyla tamamlanmaktadır. İh­san, bu usulden fazlasıyla yararlanabilmiş ve kendi hayatı içinde dili bulmuştur.

Böylece de öğrenmiş oluyoruz ki; sosyal bir olgu olması niteliğiyle dil, insanın ortak sosyal işlemleri esnasında duy­muş olduğu duygulardan doğmuştur. Çünkü insan, kendi düşüncelerini başkalarına anlatma ve ilân etme ihtiyacını her zaman duymaktadır. Yoksa dil, sadece insanın düşünen bir varlık olmasından ötürü meydana gelmemiştir.

Bu noktadan hareketle, dilin niçin sadece insan haya­tında ortaya çıktığını öğrenebiliriz: Nitekim daha önce de buna işarette bulunmuştuk. Ve düşünceyi sağlayacak şekilde Niçin sadece insan cemiyetleri vardır. Diğer canlıların bu cemiyetlere benzer cemiyetleri niçin yok?

Düşünme gücüne sahip olarak sadece insana; duyduğu realiteyi değiştirme, duyulan gerçeğin değişimine bağlı ola­rak da bizzat kendi duygularını değiştirme yeteneği veril­miştir. Bu yetenek düşünme gücünden yoksun olan başka canlılara verilmemiştir. Çünkü insandan başka canlılar, duydukları realitenin dışında başka hiçbir şeyi algılayamaz o şey hakkında düşünce yürütmezler. Böylece de realiteyi, başka bir şekle dönüştüremezler.

İşte böylece düşünce, duyulan realiteyi kesin bir şekil­de değiştirebilme hususundaki yeteneklilik bakımından insa­nı özelleştiren bir etken haline gelmektedir. Realitenin de­ğiştirilmesi işlemi çoğu zaman çeşitli birçok çabaların harcanmasını gerektirmektedir.

Bu sebeple de sosyal bir karak­ter gerekmektedir. Bu işlemin çeşitliliğine bağlı olarak, ay­rıca harcanması gereken çabanın orantısına uygun bir şe­kilde birçok insanlar bu sosyal karakteri taşımaktadırlar.

Böylece de bu insanlar arasında bir takım sosyal ilişkiler ku­rulmaktadır. Ki bu türden bir sosyal, ilişkinin hayvanlar arasında kurulmasına imkân yoktur. Çünkü insan dışında­ki canlılar, düşünen varlıklar olmadıklarına göre, duyulan realiteyi değiştirme işlemine girişmekten de acizdirler. Dola­yısıyla insanlar arasındakine benzer sosyal ilişkilerin, hay­vanlar arasında kurulabilmesi de söv konusu edilemez.

İnsanlar ortaklaşa biçimde, duyulan realiteyi değiştirme çabasına giriştiklerinden itibaren dile karşı bir ihtiyaç duymuşlardır. Çünkü hissî işaretler sadece duyulan realiteyi dile getirebilirler. Yoksa bu realitenin değiştirilmesi düşün­cesini, duyulan şeyler arasındaki değiştirilmesi istenen özel bağlar hakkındaki düşünceleri dile getirmezler Dil insan ha­yatında bu ihtiyacı gidermek için bulunmuştur.

Ama sadece insan hayatında: Çünkü hayvanlar, duyulan realitenin de­ğiştirilmesi ve bu realite üzerinde bazı kesin tadilatlar ya­pılması düşüncesine dayalı sosyal ilişkilerin ürünü olan, in­sana özgü bu tür bir ihtiyacı asla duymazlar.



C—İLMİ İSTİDLAL:

Kâinatın çeşitli olgularına ilişkin ilmî yorum, basamak­lı bir çizgi üzerinde ilerlemektedir. Bu yorum, işe önce var­sayımla başlamaktadır. Yani kâinat realitesini varsayımlar esasına dayalı bir yorum stiliyle yorumlamaktadır.

Böylece de olgular sır ve sebeplerini açığa çıkarmaya çalışmaktadır. Ne varki varsayımlara dayalı olan bu yorum, ilmî dereceye ulaşmamaktadır. Ancak ilmî istidlal, bu tip bir yorumun ge­çerli olacağını ispatlar pozitif yöntemlere dayanarak kevnî olgular için bu tip yorumdan başka her türlü yorumun geçer­sizliğini ortaya koyacak olursa o zaman bir diyeceğimiz yok...

Aksi takdirde bu yorum stili; ilmilik derecesine yükselmez,. Diğer yorum stillerine oranla daha geçerli olduğunu ispat­layacak bir delil de bulunamaz. Meselâ belirli bir adamı ele alalım. Bu adamın, belirli bir saatte belirli bir caddeden geç­meyi alışkanlık haline getirmiş olduğunu farz edelim.

Şimdi bu olgu hakkında varsayımlara dayalı olarak şöy­le bir yorum getirebiliriz: Bu adamın, caddenin sonunda bu­lunan bir fabrikada her gün buradan geçmesini zorunlu kı­lan bir işi var...

Bundan ötürü her gün bu caddeden geçiyor... Söyle bir varsayım her ne kadar realiteye uygun düşmüyor­sa da, bu adamın bu caddeden her gün aynı saatte geçme­sini başka etmenlerle de yorumlayabiliriz.

Bu adara, bu cad­dede oturmakta olan bir dostunu ziyarete geliyor.. Veya bu semtte ikamet etmekte olan bir doktor, var. Bu adam bir hastalık konusunda doktorla görüşmek için bu caddeden geçiyor... Veyahut ta seri halinde konferanslar vermekte ol­duğu bu bölgedeki bir okula gidiyor..:

Marksizmin tarih hakkındaki yorumuna göre durum bundan ibaret. Bu yorumun -tarih realitesini yorumlama konusunda yeterliliğini farz etsek bile varsayımlar çemberinden olmadığı sürece- ilmilîk derecesine yükselmesine ve ilmî güvenirliğe sahip olmasına imkân yoktur. Ancak bu yorum, kendisinden başka tarih yorumuyla ilgili varsayıml­arı ilmî delillerle diskalifiye edecek olursa, o zaman ilmilîk derecesine yükselebilir.

Sözgelimi tarihî maddeciliğin devlete ilişkin yorumunu ele alalım: Tarihî maddecilik, devletin insan hayatında doğu­şunu ekonomik faktörler ve sınıflar arası çelişkiler esasına da­yalı olarak yorumlamaktadır.

Sınıflar arası çelişkinin bulun­duğu bir toplumda, üretim araçlarının sahibi olan güçlü sınıf ile, hiçbir mülkiyeti olmayan zayıf sınıf arasında çatışmalar olur, savaş ateşleri alevlenir. Savası kazanan sınıf; kendi eko­nomik çıkarlarını korumak ve iktidardaki yerini elden çıkarmamak amacıyla politik bir araç bir mekanizma kurmaya yönelir. Kurar. Bu politik araç ise; çeşitli tarih devirlerin-deki şekilleriyle hükümetlerdir.

Marksizmin devlet ve hükümet hakkındaki bu yorumu, hiçbir zaman ilmîlik derecesine yükselemez. Meğerki devlet ve hükümetin sınıflar arası sömürü çıkarına kurulmuş olan sosyal bir araç olmadığına ilişkin diğer yorumlar iflas etsin...

Bu sosyal olguyu bir başka prestpektiften yorumla­dığımızda ve bu yorumumuzu da ilmî bir delil çürütmediğin­de işte o zaman marksizmin yorumu, bu konuda yapılmış olan varsayımlara dayalı yorumlardan biri haline gelecektir.

Devletin doğusunu, sosyal hayatın güçlendirilmesi esa­sına dayalı olarak yorumlayabildiğimiz ve devletin birçok toplumlarda kuruluşunu bu temele dayandırdığımızda marksizmin bu konudaki yorumu ilmilikten daha da uzaklaşacak­tır.

Meselâ Eski Mısırda sosyal hayât büyük nehirlerin akı­sını ve dolayısıyla da sulama islerini düzenlemek için kap­samlı bir çalışma yapılmaksızın, zorlu bir caba harcamaksızın kurulamıyordu. Bu sebeple de sosyal hayatın kuruluşunu kolaylaştırmak, genel yaşayışın teme' dayanağı olan zor­lu çalışmaları kontrole etmek amacıyla devlet kuruldu.

Bu sebepten ötürü Mısırdaki iklirus fırkasının, eski Mı­sırdaki devlet mekanizmasında büyük bir mevki işgal ettiklerini görüyoruz. Bu fırkanın büyük mevkilere gelişlerini, Mısır torun düzenine ilişkin bilgi sahibi olmalarına bağlı­yoruz..

Sınıf esasına değil... Yine bunun gibi Bizans devlet mekanizmasında kilise adamlarının, Germenlerin peş peşe gelen guruplar halinde ve de barbarca yöntemler uygulaya­rak Bizans gelişleri anında büyük bir ehemmiyet arz ettiklerini görmekteyiz. Cermen savaşının izinde Bizans’ta eğitim ve kültür alanında bir çökme baş gösterdi. Bunu önleme ça­basına girişen kilise, Bizans’ta adeta kültür ve eğitim bakan­lığı görevini üzerine almış gibi çalışmalara başladı.

Öyleki kilise adamı, Latince okuyup yazabilen tek kişi haline geldi. Halktan hiç kimse bilmezken sadece kilise ada­mı, ayların hesaplamasını, düzenli işlere girişilmesini, hükü­met ve diğer resmî dairelerin işlemlerini yürütebilecek yegâ­ne bir insan haline geldi.

Buna karşılık Cermen asker ve ko­mutanları; çapulculuk, tahrip saldırılarına girişmekten, do­muz, karaca ve geyik avlamaktan başka bîr iş yapmıyorlar­dı. Bunun tabiî bir sonucu olarak ta kilise adamları memle­ketin birçok yerlerinde kamu kuruluşlarım ele geçirdiler, hükümet mekanizmasına büyük çapta etkide bulundular.

Ganimet ve diğer kazançlardan âyrılan payların kendi­leri için toplanmış olması bu kilise adamlarını Marksizm na­zarında belirli bir ekonomik sınıf haline getirmiştir.

Ekono­mik nüfuz veya ekonomik çıkarlar ancak siyasal varlık ara­cıyla elde edebilir. Kilise adamlarının hükümet mekanizma­sındaki siyasal varlıkları sözünü ettiğimiz ekonomik nüfuz yoluyla elde edilmemiştir. Çünkü bu nüfuzu, hükümet mekanizmasında siyasal varlık kazandıktan sonra elde etmiş­lerdir. Siyasal varlıklarını, fikrî ve idarî yönden sahip oldukları ayrıcalıklar sayesinde elde etmişlerdir.

Şöyle bir varsayım ortaya attığımızda Marksizmin dev­let hakkındaki yorumu, hiç mi hiç ilmilik derecesine yükselemeyecektir. Şöyle ki: Birçok devlet ve siyasal egemenlik­lerin oluşumunda dini inancın etkisi çok olmuştur. Bu dev­let ve siyasal egemenlikler dinî esaslara dayalı olup, sınıflar arası çıkarlar etrafında toplanan toplumlarda değil de dinî bir- karakter etrafında birleşen toplumlarda müşahhaslaşmıştır.

İkinci bir varsayım daha: insan topluluklarında dev­letin meydana gelişi, insanın- gönlünde yatan, başkalarına üstün gelme onlara egemen olma, onlara hükmetme şeklinde ifade edebileceğimiz aslî bir isteğin karşılanmasını temin etme sonucunda olmuştur. Hükümetlerin kurulmaması da bu isteğin, bu eğilimin bir ilhamı ve pratikteki ifadesi ol­muştur.

Devletin yorumlanması konusunda kendilerine dayanı­lan tüm varsayımları ele alma niyetinde değilim. Aslında benim maksadım; bütün bunların gerisinde şunu demektir: Markizmin devlete ilişkin yorumu, sözünü ettiğimiz varsa­yımları çürütmedikçe ve bu varsayımların çürük oldukları­nı kesin delillerle ispatlamadıkça ilmilik derecesine yükselemez.

Marksizmin insan cemiyetlerini yorumlayan tarihî var­sayımları ve diğer konular hakkındaki anlayışlarına örnek olarak önce devlet hakkındaki yorumlarını size aktarmıştık. Kabule şayan ilmî kuramlar olabilmeleri için Marksizmin di­ğer bütün varsayımların -Marxist olmayan varsayımların-asılsız olduklarını ispatlaması istenmektedir. Yoksa bu varsayımların, realiteye uygun gelme ihtimallerine dayana­rak kabul edilmeleri hiç de doğru olmaz.

Şimdi de marksizmin bu varsayımların geçerliliklerini ispatlamak için ileri süreceği delilleri görelim Bu alanda marksizmin yoluna çıkan en büyük engel, tarihî araştırma­ların özelliğidir.

Şundan ki; tarihî alandaki (yani toplumun doğuşu, gelişmesi ve bu doğuşla gelişmeye etkide bulunan temel faktörlere ilişkin) araştırmalar, tabiat ilimleri alanın­da yapılan araştırmalardan tamamıyla ayrıdır. Tabiat ilimle­ri alanındaki araştırmaları fizik bilginleri, kendi pratik deney­lerinden esinlenerek yaparlar.

Tarih alanında araştırma yapan bilginle tabiat ilimleri alanında araştırma yapan bilgin bir tek noktada birleşirler. Şöyle ki: Bu bilginlerden biri; devlet, düşünce, mülkiyet gibi toplumun bünyesinde meydana gelen olguları ele alır. Diğeri ise; ısı, ses, ışık gibi tabiî olguları ele alır.

Bilginlerin her ikisi de bu olguları, araştırmalarının maddesi olması sı­fatıyla düzenlemeye, bu olguların meydana geliş sebeplerini ve meydana gelmelerine sebep olan temel faktörleri ortaya çıkarmaya çalışırlar. Bir noktada birleştiklerini söylediği­miz bu bilginler, söz konusu olgular karşısında ilmî mevkile­ri bakımından birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Evet. Her ikisi de konuyu inceliyor, ve olguların meydana gelişlerini iki sebebe bağlıyorlar:

Toplumu, toplumun doğuşunu, gelişimini, gelişim aşa­malarını sosyal ve tarihî olguların ışığında yorumlamak is­teyen tarih araştırıcısı bilgin, tabiî 'olguların bütün nitelik­lerini kendi özel laboratuarında ortaya çıkarım fizik bilgini gibi söz konusu olguların niteliklerini direkt olarak ortaya çıkarıp açıklayamaz.

Nakil ve rivayetlere kısır bir ispatlama yeteneğine sahip olan bayındır eserler v.s. kalıntılarına daya­narak bu olgular hakkındaki bir fikir oluşturmak zorunlulu­ğundadır. Şu halde tabiat ilimlerinde ilmî araştırmalara daya­nak olan tabiî olgularla, tarihî alandaki araştırmalara ham maddelik görevini yapan sosyal olgular arasındaki ayrılık gerçekten büyüktür, diyebiliriz. Tabiat ilimleri araştırmasındaki; maddeler. Tabiat bilgininin zamanında meydana gelen olgularıdırlar.

Bu olgular, bilgin kişinin laboratuarında mevcut oldukları için bilgin bunları gözlemleyebilir, ilimin ışığın­da ele alabilir, en sonunda da bu konuda tam bir yorum yapa­bilir. Tarih bilgininin, tarihî araştırmalar, için elinde bulu­nan maddelerin durumu ise bunun tam tersinedir;

Bu bilgin, toplumdaki temel faktörleri, toplumun doğuş ve gelişiminin keyfiyetini açıklığa çıkarmaya çalıştığı zaman, araştırmanın maddelerini oluşturmak; araştırmayı sonuçlandırıp gerekli yorumu yapmak için de toplumun tarihî olgularına dayan­mak zorunluluğundadır. Araştırıcı, bu olayları ancak nakil ve rivayetler ve bir de bazı tarihî yapıtlarda gözlemleyebilme olanağını elde edebilir.

Örnek olarak bir tarih araştırıcısı olması sıfatıyla Engels'i ele alalım. Engels, «Ailenin kökeni» adlı eserinde sosyal olguları ilmi yöntemlerle yorumlamaya çalışmış, sonuç­lara giderken de belirli bir tarihçi veya gezgincinin (Morgan gibi) rivayet ve iddialarına dayanmak zorunluluğunda kal­mıştır.

Görüldüğü gibi araştırıcının sonuç elde ederken ve yo­rum yaparken dayandığı araştırma maddeleri (olgular) bakımından, tarihî .araştırmalarla Tabiat alanındaki araştır­malar birbirlerinden ayrılmaktadır. Bu ayrılık, bu nokta­da da kalmıyor. Bu iki araştırma, madde (olgu) bakımından birbirlerinden ayrıldıkları gibi, şu veya bu ilmî yorumu güç­lendirmek iğin araştırıcıların ileri sürdükleri delil bakımın­dan da birbirlerinden ayrılmaktadır.

Tarih araştırıcısı bilgin, araştırma maddesi olarak bir takım tarihî olgular toplar, bir araya getirir. Bir nevi olgular yığını meydana getirir. Fakat buna karşılık fizik bilgini­nin; atomdan, atomun meydana getirdiği olaylardan, ato­mun çekirdeğinden, elektriğinden, ışığından elde ettiği im­kânlar kadar tarihî olgulardan imkân elde edemez.

Çünkü tarih araştırıcısı toplamış olduğu bu tarihi olguları olduğu gibi ele almak zorunluluğundadır. Bu olguları deney yoluyla değiştirmek veya geliştirmek imkânına asla sahip değildir.

Ama fizik bilgini, elinde bulunan maddeler (tabii olgular) üzerinde deney yapabilir, bunlardan istediğini çıkarıp atabi­lir, ayrıca istediği başka maddeleri de bunlara ekleyebilir. Astronomi biliminde, maddenin değiştirilmesine imkân bu­lunmayan alanlarda bile bir astronomi bilgini, teleskop aracı­lığıyla ve ayrıca kendi inisiyatifiyle, madde ile olan ilişkile­rini değiştirebilmektedir.

Ama tarih araştırıcısı, sosyal ve tarihî olgular üzerinde deney yapma imkânı bulamamaktadır. Yani, tarihi yorum­layan ve tarihin sırlarını ortaya çıkaran teorilerini deney yo­luyla güçlendirme olanağını bulamamaktadır.

Tarih araştırıcısı meselâ, belirli bir tarihî olgunun te­mel faktörünü ortaya çıkarmak için deney mantığının orta­ya koyduğu ilmî yöntemleri kullanma imkânını bulama­maktadır. Tabiat bilginleri bu yöntemi, tecrübî istidlal işin­de «ittifak» ve «ihtilaf» yolu olarak iki esas yol seklinde kul­lanmaktadırlar.

Çünkü bu iki yol, bir etkenin kendi köküne eklenmesi veya bu etkenin kendi kökü içinde gizlenmesi hususunda adeta ittifak etmişlerdir. Ki bu etkenlerin, diğer et­kenlerle olan bağlantı oranım öğrenebilirim. (B) nin, (A) nın sebebi olduğunun ilmî yönden ispatlanabilmesi için ayrı ortamlarda yan yana getirilmektedir. (B) ile (A) .

Bu yönte­me ittifak yolu denmektedir. Daha sonra (B) yi ortadan kal­dırıyoruz.. (A) nın da buna bağlı olarak kalkıp kalkmadığını öğrenebilmek için. Bu yönteme de ihtilâf yolu denmektedir. Açıkça bilinen bir husustur ki tarih araştırıcısı olan bilgin, insanlık tarihinin realitesini değiştirme imkânını bulama­makta ve buna hiç mi hiç güç yetirememektedir.

Bu hususta örnek verebilmek için, sosyal bir olgu olması dolayısıyla devleti, tabiî bir olgu olması dolayısıyla, da ısıyı ele alalım. Tabiat bilgini ısıyı ilmî olarak yorumlamaya ve ısının temel sebebini ortaya çıkarmaya çalıştığında şöyle bir varsayım ortaya atabilir: «Hareket, ısının meydana gelişi nedenidir.»

Hareketle ısının birlikte oluşu defalarca yapılan deneyler sonucu öğrenilmiştir. Bilgin, bu varsayımın doğrulu­ğunu kesinleştirmek için ittifak yolunu (yöntemini) uygu­lar. Çeşitli deneyler yapar.. Bu deneylerin her birinde, ısı ve hareketten her biriyle bitişik olan şeylerin bir kısmını dev­reden çıkarır. Ki bu şeylerin, söz konusu ısı ve hareketin mey­dâna geliş sebebi olmadığı bu şeyler olmaksızın da hareket ve ismin var olabileceği hususu kesinleşsin.

Fizik bilgini aynı zamanda ihtilâf yolunu (yöntemini) de uygulayabilir. Bu uygulamada da ısı ile hareketi birbirinden ayırmaya çalışır. Ki ısının, hareket olmaksızın da var olabi­leceği hususu kesinleşsin.

Eğer deney sonucunda hangi ortam­da bulunulursa bulunulsun, diğer olgular da devreye sokulsa bile, hareketin bulunduğu zaman ve yerde ısının da bulu­nacağı, hareketin bulunmadığı zaman ve yerde ise ısının da bulunmayacağı hususu kesinleşirse o zaman hareketin, ısı­nın varlığı için bir sebep olduğu ilmî olarak ispatlanmış, olur.

Fakat tarih araştırmacısı devleti, insan hayatının tari­hindeki sosyal bir olgu olarak ele alındığında devleti, top­lumdaki belirli bir sınıfın çıkarlarının bir sonucu olarak yo­rumlar ve bu yolda ortaya bazı varsayımlar atar. Ama bu konuda ortaya atılmış olan diğer varsayımları çürütme gücünü kendinde bulamaz.

Sözgelimi; devletin, insanın gönlün­de yatan belirli bir siyasal isteğin veya sosyal hayatı, güç­lendirme arzusunun bir sonucu olmadığını ispatlayamaz. Tarih araştırıcısının en fazla yapabileceği şey; devletin be­lirli ekonomik çıkarlara uygun olarak doğusuyla birlesen, bir arada bulunan bir kaç tarihî durumun üzerine ayrı ayrı parmaklarını basacak.. Ekonomik çıkarlarla devletin bir arada bulunduğuna ilişkin bir kaç tane örnek toplayacaktır. (Bu yönteme, tecrübi (veya ilmî) mantıkta basit sayma yöntemi adı verilmektedir.)

Açıkça bilinen bir husustur ki bu basit sayma yöntemi; sınıflar arası ekonomik çıkarların, devletin doğuşu için yegâne sebep olduğunu ilmen ispatlamaz, çünkü devletin oluşumun­da diğer bazı faktörlerin de özel etkileri olabilir.

Bu sebeple de tarih araştırıcısı, -fizik bilgininin kendi deneylerinin yar­dımıyla tabu olguları değiştirebildiği gibi- tarihî gerçeği de­ğiştirme gücünü kendinde bulamaz. Dolayısıyla da toplum realitesindeki diğer bazı olguları, tarihî olgulardan uzaklaş­tıramaz. Ki bu uzaklaştırma sonucunda, toplumdaki diğer olguların tarihî olgulardan kopması sebebiyle -sosyal bir ol­gu olarak- devletin ortadan kalkıp kalkmayacağı hususu ke­sin olarak anlaşılsın.

Özet olarak diyecek olursak tarihî araştırmalar, prensip olarak tabiat ilimleri alanında yapılan araştırmalardan ay­rılmaktadır. Bu araştırmalar, kendilerine dayanılarak sonuca varılan maddeler (olgular) bakımından birbirlerinden ayrıl­maktadırlar, ilk plânda. İkinci plânda ise elde edilen sonucu destekleyen deliller bakımından birbirlerinden ayrılmakta­dırlar.

Tarihî araştırmalar alanında ise, tecrübî delilleri uzak­laştıracak olursak o zaman tarih yorumcularının elinde sa­dece düzenli düşünce yöntemi kalmaktadır. Bu yöntem, mümkün olan en fazla miktarda tarihi olguları kapsamına almaya çalışmaktadır. Tarih araştırıcısı da bu olguları olduk­ları gibi ele alır... Basit sayma yönteminin ışığında bu olgu­ları yorumlamaya ve bu olgular hakkında kendi genel kav­ramlarını ortaya koymaya çalışır.

Bu noktadan hareket ettiğimizde marksizmin, tarih hak­kında kendi özel kavramlarını ortaya koyarken, düzenli dü­şünmeden başka bir ilmî dayanağa sahip olmadığını öğreni­yoruz. Ama gel gör ki marksizm düzenli düşünmeyi, tarihî
yorumu istidlal hususunda kendi görüş açısından yeterli bul­maktadır. Bu da yetmiyormuş gibi tarihin dar çemberi içine kıstırılmış olan düşünme yönteminin, tüm tarihî kanunların keşfedilmesi hususunda yeterli bir araç olduğunu ve bu
yöntemle elde edilen sonucun kesin bilgi ifade ettiğini iddia etmektedir.

Bu konuda Engels şöyle der :

«Tarihin hareket ettirici sebepleri üzerinde araştırma yapmak, tarihin geçmişteki aşamalarını ilgilendiriyorsa he­men hemen imkânsızdır. Çünkü bu aşamaların ilişkileri tökezlemekte, bu aşamaların meydana gelişlerine etkide bulu­nan işin tekrarıyla birlikte bu ilişkiler daha da gizlenmekte­dirler.

Ama çağımız, bilmecenin çözüm olanağım verecek ka­dar bu ilişkileri yaygın hale getirmiştir. Ağır sanayinin güç­lenmesinden bu yana İngiltere’de artık herkes anlamıştır ki; siyasal mücadelelerin tümü, iki sınıf m (arazi aristokratlarıyla burjuvaların) iktidar hırslarından ileri gelmekte ve bu eksenin etrafında dönmektedir.» [10]

— Bu demektir ki Avrupa’nın veya sadece îngilterenin yaşantısından belirli bir dönemdeki sosyal kondisyon üze­rinde düşünmek, ünlü marksist düşünür Engels'e göre, ekono­mik etken ve sınıflar arası çatışmanın insanlık tarihinin te­mel faktörü olduğu hususunda kesin bilgiye ulaşmak için yeterlidir. Oysaki tarihin diğer aşamaları bunu açığa çı­karmazlar.

Bunun üzerine bir nevi sis perdesi çekilmiştir! Nitekim bizzat Engels de bunu kabullenmektedir. XVIII. ve­ya XIX. yüzyıl tarihinden sadece bir tek sahne, binlerce sene­lik süre zarfında tarihi hareket ettiren etkenin ekonomik etken olduğu hususunda bir marksisti ikna edebiliyor.

Mant­istin ikna oluşu, şundan ileri geliyor: Tarih boyunca İngilterenin sadece tarih dönemindeki sahnede marksist (Engels), tarihi hareket ettiren gücün ekonomik etken olduğunu gö­rüyor.

Ve bunu böylece kabul ediyor. Belirli bir etkenin geçi­ci bir süre zarfında belirli bir toplumda hüküm sürmesi, o etkenin tarihin her döneminde o toplumda ve diğer bütün toplumlarda hükmünü sürdüreceği anlamına gelmez.

Çün­kü o etkenin belirli bir zaman için toplumda hüküm sürme­sinin bazı özel sebepleri vardır. Tarih hakkında nihai bir hü­küm verilmeden önce, üzerinde ekonomik etkenin hüküm sürdüğü toplum, diğer toplumlarla bir karşılaştırmaya tabi tutulmalıdır. Ki bu hüküm sürüşün özel ortam ve sebepleri açığa çıksın.

Bu arada Engels'in başka bir münasebetle söylemiş ol­duğunu düşünmemiz gerekmektedir kanısındayım. Bu ko­nuşmasında Engels, diyalektiğin toplumdan başka kevn ve hayatla ilgili alanlarda uyguladığından ötürü düştüğü hata için bir nevi özür dilemektedir. Şöyle ki :

«Bu hususta herhangi bir açıklama gerekli değildir. Çün­kü ben, fen ve Tabiat ilimlerinin konularını acele özet olarak ortaya serdim. Tarihî olgulara sonuç bakımından etkide bu­lunan diyalektizmîn hareket kanunlarının, aynı şekilde ta­biat ilimleri alanında da, yollarına,' devam etmekte oldukları hususunda genel olarak kuşkum kalmasın diye...» [11]

Engels'in bu sözleriyle geçen sayfadaki sözleri arısında bir karşılaştırma yapacak -olursak, Engels gibi marksist bir düşünürün tarih, kâinat, tüm olgularıyla birlikte hayat ve felsefe hakkındaki genel; düşüncesinin, insan cemiyetlerin­den belirli bir cemiyetin belirli bir tarih döneminde kendi­sine tutmuş olduğu ışıktan meydana gelip türediğini kolayca anlayabiliriz. Bu belirli tarih dönemi devam ettiği sürece toplumun iki sınıfı arasındaki çatışmayı açığa çıkaracaktır.

Bu sebeple de tarihin, baştan sona zıtla" arası bir çatışmay­la dolu olması gerekmektedir. Tarihe hükmeden etken, çeliş­ki olduğuna göre o zaman Engelsin; çelişki kanunlarının tabiat yolunda da ayni şekilde seyrine devam ettiğine ve ay­rıca kâinatın serapa derûnî çelişkiler arası çatışma île dop­dolu olduğuna inanması normal karşılanabilir.

----------------

[1] Engels: Anti Dühring. C. II, S. 5

[2] Es-Sekâfetû'l-Cedide 8. 11, Yıl. Y. S. 10

[3] F. Engels, et. Tefsirû'l-istirâki li't-tarih S. 57.



[4] Engels. Anti Dühring. C. II. S. 8.



[5] Marks. Kapital. C. IH/2. 3. 138.


2
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


2—ÜSTÜN BİR KRİTERYUM BULUNABİLİR Mİ?

Marxistlere göre teorilerin sağlıklılığını ölçen en üstün kriter, o kuramın pratikteki uygulamada basarı durumudur. Marxistlerin yanında teorinin pratikten ayrılmasına imkân yoktur. Diyalektikte buna, teori ve pratiğin birliği denmek­tedir. Bu konuda Mao tse Tung şöyle der: Marksizmin bilgi teorisi, pratiği birinci dereceye yükselmektedir.

Bu teori, in­sanların bilgi elde edişlerinin her ne şekilde olursa olsun pra­tikten ayrılamayacaklarını emretmekte. Pratiğin önemini inkâr eden veya bilginin pratikten kopmasına göz yuman diğer teorilere karşı şiddetli bir savaş açmaktadır.[12]

Geogre Politzer’in bu konudaki görüşleri ise şöyle ifade edilebilir. «Önemli hususlardan biri de, teori ve pratik birliğinin ne manaya geldiğini anlamamızda.

Bu da şu de­mektir: Teoriyi bırakan kişi bir nevi girişim felsefesine takı­lır. Kör yürüyüşü gibi bir yürüyüşe koyulur. Karanlıklarda didinir. Pratiği bırakan kişi ise bir nevi doktrinler statikliğe saplanır» [13]

İşte biz bu noktadan hareket ederek tarihî maddeciliği incelemek istiyoruz. Diğer bir deyişle, marksistlerin daldık­ları devrimci uygulama alanında ne miktarda başarıya ulaşabildiğini öğrenebilmek amacıyla marksizmin tarih hak­kındaki genel teorisini inceleyeceğiz.

Açıkça bilinmektedir ki marksistler belirli bir cüzî oran­da teoriyi pratiğe dökme çabasındadırlar. Bu da kapitalist toplumun sosyalist bir topluma dönüştürülmesi alanında kendini göstermektedir.

Fakat insan hayatında meydana gelip kesinleşen, toplumların tarihî kanunlarıyla ilgili teo­rinin diğer yönlerine gelince marksizm, teorinin bu yönleriy­le aynı cağda yaşamamış olduğu gibi, bu yönlerin ortaya çıkışında zerre kadar katkıda bulunmamıştır.

Teorinin (Tarihî maddecilik teorisinin), kapitalist toplumu sosyalist topluma dönüştürmeye ilişkin cuzi yönünü ele alalım. -Marksizm de zaten bu yönü uygulamaya girişmiş­tir.- Ki teori ile pratiğin birliğini, veya çelişkiliğini ortaya koyabilelim.

Ve en nihayet, teorinin, pratikte başarıya ulaştı­ğı veya yenilgiye uğradığı oranda tarihî maddecilik hakkın­da kesin hükmümüzü verebilelim. Çünkü Marksizme göre pratik, teorilerin sağlamlığını ölçen yegâne bir esas ve sağlıklı ilmî teorilerin de- ayrılmaz parçası olduğu herkesçe bili­nen bir gerçektir. .

Bu arada cüz'î veya küllî bir şekilde tarihî maddecilik teorisini pratiğe dökmeye çalışan sosyalist ülkeleri iki kışı­ma ayıralım. Bu ülkelerin hepsinde de yapılan uygulamalar; teorinin orijinalitesinden, bilimsel verilerinden, tarihin akışı ve sosyal hareketlere ilişkin kanunlarının özünden tamamen uzâktır.

a — Birinci kısım sosyalist ülkeler: Bu ülkeler sosyaliz­mi kızıl ordunun baskısıyla kabullenmişlerdir. Polonya, Çe­koslovakya, Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkelerini bu kı­sım için örnek ülkeler olarak gösterebiliriz.

Bunlar ve ben­zerleri olan ülkelerde toplumun kapitalizmden sosyalizme dönüşümü, tarihî maddecilik teorisinin belirlediği zorunlu­luklar ve toplumun dahilî çelişkilerinin etkisiyle olmamıştır. Bu dönüşüm, dıştaki üstün güçlerin, saldırıları ve silahlı mü­dahaleleri ile meydana gelmiştir.

Yoksa tarihin hangi kanu­nu Almanya’yı ikiye ayırıp bir parçasını sosyalist bloke, di­ğerini de kapitalist bloke yerleştirdi? Bu olay; üretici güçle­rin kanunuyla mı yoksa,' eline geçirdiği her yere kendi düze­nini ve ideolojisini benimsemeyi zorunlu kılan emperyalist ordunun baskısıyla mı meydana geldi?!

b— ikinci kısım sosyalist ülkeler: Bu ülkelerdeki sos­yalist rejim, iç devrimlerin etkisiyle kurulmuştur. Neki bu iç devrimlerde marksizmin kanunları mücessem hale gelme­mektedir. Bu devrimler, marksistlerin bütün bilmeceleri çö­zümledikleri teoriye uygun olarak meydana gelmemektedir­ler.

Meselâ Rusya'yı ele alalım. Rusya, sosyalist rejimin kurulup egemen hale geldiği ilk ülke olmasına rağmen sânayi yönünden Avrupa ülkelerinin en gerisindeydi.

Rusya’da üretim güçlerinin gelişimi, tarihî maddeciliğin, toplumun kapitalizmden sosyalizme dönüşümü ve sos­yalist devrimin patlaması imkânı için belirttiği dereceye ulaşmış değildir henüz. Üretici güçlerin fazlalaşması, sosya­list rejimin yerleşmesi için esas görevini yerine getirmemiş, Rus toplumum, tarihî maddeciliğin öngördüğü biçimde oluş­turamamıştır.

Tersine tam zıt bir rol oynamışta1. Çünkü Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde üretici güçler, korkunç bir şekilde gelişme ârz etmiş, bu ülkeler sanayi ala­nında üst sıralara geçmişlerdir. Bu ülkeler bu alanlarda yük­seldikleri oranda devrimden uzaklaşmışlardır. Tarihî madde­cilik anlayışına göre patlak vermesi kaçınılmaz olan komü­nist ihtilâlden de salimen kurtulmuşlardır.

Rusya’ya gelince bu ülkedeki sanayileşme oranı gerçek­ten çok düşüktü. Rusya’nın sosyal ve politik ortamının gölgesinde yerli sermaye, hızlı sanayileşme problemlerini çöz­mekten aciz kalmıştı.

Burada, çeşitli sosyalist ülkelerdeki sanayi sermayesi ile Batı Avrupa’nın sanayi sermayesinin yoğunluğu ve sa­nayi gücünün fazlalığı arasında bir karşılaştırma yapmak niyetinde değilim. Bununla beraber yine de sosyalist ülke­lerde devrim yönelimleri yoğunluk kazanmış ve en nihayet devrim patlak vermiştir.

Siyasal devrimin bir sonucu olarak sanayi devrimi de infilâk etmiştir. Devletteki devrim organı; ülkeyi sanayileş­tirmek ve ülkenin üretici güçlerini geliştirme, devrim orga­nının meydana getirilmesine sebep olamaz.

Bir taraftan sanayileşme ve üretim güçleri, diğer tarh­tan da devrim arasında bir bağlantı kurmak zorunlu hale gelmiş ise o zaman yapacağımız, en makûl iş; Marksizmin dev­rim ve sanayileşme ile olan varsayımlara dayalı ilişkilerini tersleştirmek olacaktır.

Bu durumda sanayi ve liretim sevi­yesinin düşüşünü, Rusya gibi bir ülkede devrim çanlarını çalan faktörlerin en önemlisi olarak kabul etmeliyiz, marksizmin tersine. Çünkü marksizm, sosyalist devrimin tarihî maddeciliğe göre, ancak kapitalist sanayinin gelişip zirveye ulaşmasının bir sonucu olarak patlak verdiği kanısındadır.

Örnek olarak Rusya’yı ele alalım. Rusya’daki devrimin patlak vermesine, üretici güçlerin gerileyip çok aşağılara düşmesi kadar, üretici güçlerin gelişmesi etkili olamamıştı! O zamanlar Rüyada üretici güçler o kadar zayıftı ki, sanayi ve üretim alanında dev adımlarla ilerlemekte olan ülkeler konvoyu ile Rusya arasında korkunç bir mesafe vardı.

Rusya çok gerilerdeydi. Rusya, devletler ailesindeki gerçek varlığı m koruyabilmek için; sanayileşme problemlerini seri bir şekilde çözümleyecek ve kendisini sanayi ve devletler arası yarışta ileriye götürecek olan sosyal ve siyasal bir organ meydana getirmek zorunluluğundaydı.

Kendi problemlerini çö­zümleyecek olan bu organı kurmadığı takdirde Rusya, bir birleriyle yarışmakta olan devletlerin sömürülerine av haline gelecekti, ister istemez. Tarih sahnesinde görülen diğer bağımsız devletler gibi yok olup gidecekti.

İşte böyle Rusya’ya üretici güçler ve sanayi durumu yö­nünden baktığımız zaman görüyoruz ki esas problem; Sana­yileşme problemidir. Sanayinin gelişmesi, toplumun siyasal ve ekonomik kondisyonuyla çelişmez.

Sosyalist rejim iktidara hâkim ulur olmaz, sinişiz, mutlak bir egemenlik esasına dayalı olan siyasal karakteri­nin ve tüm üretim güçlerinin bir tek" merkezden (Devletten) idare edileceği esasına dayalı olan ekonomik karakterinin bir gereği olarak ülkeyi sanayileştirme yolunda sert adım­larla -ilerlemeye başladı.

Böylece sosyalist hükümet, kendi varlığına sebep olan faktörleri,-kendi gelişimini sağlayan marksist dayanakları kurmayı, temsilcisi olduğunu iddia et­tiği/halkı oluşturmayı, üretici güçleri de Marxın kendi ilmî sosyalizmi için hazırlamış olduğu aşamaya getirmeyi bizzat üstlenmiş ve üstlenmiş olduğu bu görevi de yerine getirmiş­tir.

Bütün bunlardan sonra şöyle bir soru sorma hakkına sahip olduğumuzu sanıyorum: Eğer Rusya siyasal, endüstriyel ve fikri yönden diğer büyük sanayi ülkelerinden geride kalmamış olsaydı, ekonomik ve siyasal bir karakter taşıyan
Rus devrim hükümeti, sosyalizm için neler yapabilirdi? Sosyalizme ne gibi bir hizmette bulunabilirdi?!

Rusya gibi, sosyalist rejimin devrim yoluyla hâkim olduğu bir diğer ülkede Çin'dir. Çin'de de teori ile pratik ara­sında bir çelişki olduğunu açıkça görmekteyiz.

Yeni Çini oluşturmakta ve Çinin siyasal rejimini değiştirmekte sana­yi devrimi büyük rol oynamış değildir. Üretim araçları, ar­tık değer, sermaye ilişkileri gibi tarihî maddecilik kanunla­rının ortaya koymuş olduktan etkenlerin bile Çin'in siyasal mücadelesinde başrolü oynadıklarını hiç kimse iddia ede­mez.

Üzerinde düşünmeye değer bir başka husus da şudur: Marxçı sosyalizmi pratiğe aktarma işine girişen iç devrimler başarıya ulaşma yolunda sınıflar arası çatışma ve ezilen sı­nıf karşısında sömürücü sınıfın çökmesi esasına dayanmamışlardır. Sömürücü sınıf, ezilen sınıf karşısında, araların­da şiddetli sınıf çelişkileri bulunduğundan ötürü çökmekte­dir. Bu çöküş, sömürücü sınıfın dayanmakta olduğu iktidar mekanizmasının savaş zamanlarında askeri yönden çöküşü oranında olmaktadır.

Meselâ birinci dünya savaşının ezici ortamında çarlık Rusya’sının iktidar mekanizması dayana­mamış ve çöküp gitmiştir. Başta komünist partisi olmak üze­re çarlığa karşı olan güçlerin devrim ile siyasal yönden gali­biyetlerini temin eden faktör, komünist partisinin iktidara geçmesini de temin etmiştir. Çünkü komünist partisi; dü­zenlilik ve kitleleşme yönünden en parlak bir güç ve kuman­da düşüncesi hususunda en kuvvetli bir birlik olup, çarlığa karşı cephe alanların başında geliyordu.

Çin'deki komünist devrim de tıpkı bu şekilde patlak ver­mişti. Bu devrim ne kadar Japon-saldırısından önce olmuştuysa da, tam bir kompleks döneminde yaygınlaşıp genişle­yerek, savaşın sona ermesiyle de Cinde galibiyete kavuştu. Şimdiye kadar geçen süre zarfında bir tek defa bile pratik, sadece dâhilî çelişkiler yöntemiyle zafer gerçekleştirilmemiş ve yakutta sarsıntı veya çöküntüye yol açan dış savaş ortam­larının mekanizmalarını parçalayamamıştır.

Tarihî maddecilik teorisinin dış görüntüleri ve genel çehresi, hiç bir zaman pratiğe aktarılmamıştır. Pratiğe ak­tarılabilen tek husus, sadece şu olmuştur: îçinde devrimin patlak vermiş olduğu, bu devrim dolayısıyla siyasal rejiminin değişmiş olduğu ve iktidar mekanizmasını alaşağı etmiş olduğu bir toplum, bu iktidar mekanizmasını haricî ve aske­rî ortamlara dayandırmaya hazırlanır. Bu durumdaki in­sanlar yeni bir sosyal ve politik hayata şuurlu bir şekilde ih­tiyaç duyarlar.

Rus devrimini başarıya ulaştıran veya bu devrim için başarı yollarını hazırlayan bu etkenler -tam veya noksan olarak- diğer ülkelerde de mevcutturlar.

Bu ülkeler de Rusya’nın tanık olduğu askerî ortamlara tanık oldular. Birinci dünya savaşından sonra benzeri devrimler yaptılar."Bu dev­rimlerin patlak vermesinde; egemen güçlerin askerî ortam­lara dayanması, bu dayanışın yetersiz olduğu hakkında halk arasında kuvvetli bir şuurun doğması, ilerlemekte olan dün­ya devletlerinin konvoyuna katılmak amacıyla hızlı bir iler­lemeye ilişkin duyulan ihtiyacın fazlalığı büyük rol oyna­mıştır.

Yalnız şunu da söylemek gerekir ki, sosyalist karaktere, sahip tek devrim, Rus devrimidir. Ayrıca sosyalist ül­kelerde bir dereceye kadar, birbirine benzer olan üretim güçleri arasındaki ayrılığın sebebini Bulma imkânına sahip olmadığımızı da söylemek isterim. Bu ayrılığı söz konusu ül­kelerin fikrî ortamlarında, yer yer siyasal ve devrimci alan­larda görülen çelişik cereyanlarında da müşahede etmek mümkündür.

Marksizmin diyalektik mantığının 'iddiasına göre/ teori ve pratiğin birliği düşüncesi ve teorinin geçerliliğini destek­leyen yegane faktör de pratik olduğu düşüncesi eğer doğru ise o zaman ^tarihî maddeciliğin şimdiye dek bu istidlali ara­makta olduğu da doğrudur.

Çünkü marksizmin gerçekleştirmiş olduğu pratik, teori­nin özelliklerini üzerinde taşımamakta olduğu gibi teorinin belirtileri de bu paritiğin üzerine yansımamaktadır. Öyle ki pratik uğruna mücadeleye giren ve bu mücadeleye katılan­lara kumanda eden ilk Rus devrimcisi Lenin bile, ancak dev­rimin patlak vermesi zamanı kaş ile göz arasındaki mesafe­nin yakınlığı kadar yaklaştıktan sonra devrimi haber ver­mişti.

Daha önceleri ne zaman ve ne şekilde patlak verece­ğine ilişkin bir haber vermemiştir. Bunun sebebi şu olsa gerek: Toplumun delil ve olgularıyla teorinin belirlediği delil ve olgular birbirlerinin tıpkısı olamazlar. Teori, toplumun delil ve olgularını esas alarak, sosyalist devrime katılma işi­ni ele alan toplumların özelliklerini belirler.


Lenin şubat dev­riminden bir ay, Ekim devriminden de 10 ay önce İsviçreli komünist gençlerle yaptığı bir toplantıda onlara hitaben şöyle demişti :

«Sizleri büyütmekte olan neslin çocukları olan bizler, patlamaya hazır olan sosyalist devrimler için verilecek olan mücadeleleri görecek kadar yaşamayacağız belki. Ama bana öyle görünüyor ki gerek İsviçre'de ve gerekse dünyanın di­ğer ülkelerinde sosyalizm uğruna yapılan iç açıcı çalışma­larda en büyük pay işçi gençlere verilecektir.

Bu konuda ümitli olduğumu sizlere açıklamak isterim. Bu işçi gençler patlamaya hazır proletarya devrimi için savaşa katılmakta sadece pay sahibi olmayacaklardır. Bu gençler aynı zamanda muzaffer olarak da bu savaştan çıkmakta pay sahibi olacak­lardır.»

Evet; Lenin bu sözleri söyledikten 10 ay sonra bekle­mekte olduğu sosyalist devrim Rusya’da patlak yerdi. Ken­disi de bu sayede iktidara geçti.

Ama İsviçre’de sosyalizm uğ­runa -kendi deyimiyle- parlak hareketlere girişen İsviçreli gençler halâ beklenen en güzel ve en büyük payı alamamış­lardır. Oysaki Lenin bu gençlerin proleter devrim savaşın­da en büyük pay sahibi olacakları gibi savaş sonrası da en büyük ve en güzel paya sahip olacaklarını söylemişti.



3 — MARKSİZM, TARİHİ KAPSAYABİLMİŞ MİDİR?

Önce de söylediğimiz gibi tarihî maddecilik (Marksizm), birçok ilmî varsayımlardan oluşmuştur. Ki bu varsayımla­rın her biri, tarih aşamalarından birine özgüdür. Bu varsa­yımların tümünden, Marksizmin tarih yorumu hakkındaki genel varsayımı oluşur. Bu varsayımı şöylece size aktarabi­liriz: Tarih, üretim güçlerinin belirleyip ortaya koydu­ğu ekonomik kondisyonun ürünüdür.

Gerçek şu ki Marksizmin tarih analiziyle ilgili en parlak gücü, aldatmadır. Bu gücü (!) ile marksizm, tarihi kapsaya­bildiğim iddia etmekte ve bu yolda bir tarih yorumu getir­mektedir. Bu yorum, sosyal ve ekonomik işlemlere ilişkin yapılan diğer yorumlardan ayrılmakta ve temayüz etmekte­dir.

İnsan hayatının tüm alanlarında çeşitli işlemler arasın­da sağlam bir bağlantı bulunduğunu ifade etmektedir, bu yorum stili. Marksizm belirli bir teorik düşünce veya sadece sosyo ekonomik bir analiz yöntemi değildir. Aynı zamanda marksizm; tüm sosyo ekonomik ve siyasal işlemleri kapsayan analitik bir ifadedir.

Nitekim marksizmin bu özelliği, binlerce yıllık uzun bir tarih süreci içerisinde de kendini göstermiş­tir. Böylece de kesin çizgilerle sınırlandırılmış her biri tarih anında belirli bir durum meydana gelmiş olup bu durum, zaman süresi içerisinde kendisinden sonra peş peşe gelecek olan durumları diyalektik bir yöntemle belirlemiştir. Bu hal, birbirinden ayrı tarihî anlarda, araya başka bir şey girmek­sizin devam etmiştir.

Böyle bir teorinin (Tarihî maddeciliğin) insanların tak­dirinden pay alması ve insanları hayrette bırakması tabii ki diğer teorilere oranla daha fazla olacaktır.

Çünkü ileri sü­rülen iddialara göre bu teori, insanlığın tüm sırlarını ve ta­rihin bilmecelerinin cevabını insanlara teslim etmiş, sosyo eko­nomik alanda ortaya atılan tüm ilmî teorilere üstün gelmiştir. Kem de büyük bir sosyal ağırlık noktasında...

Şöyle ki: Ta­rihî maddecilik teorisi; insanların emellerini bir analizle birleştirebilmiş, maddî ve mantıkî esaslara dayalı bir şekilde ilericilik arzusunu -Manan yapabildiği kadarıyla- insanlara aşılamıştır. Buna karşılık sosyo ekonomik alandaki diğer il­mî teoriler, tarihî maddeciliğin topladığı kadar takdir topla­yamamışlardır. Sadece birkaç bilgin ve uzmanın lütuf ve inayetlerine mazhar olabilmişlerdir.

Genel bir teori olması niteliğiyle tarihî maddecilik, -ön­ce de andığımız gibi- şöyle bir hüküm vermiştir: Tüm sos­yal kondisyonlar ve olgular, ekonomik kondisyonlardan doğmaktadırlar. Tabiî olarak ekonomik kondisyonlar da üretim güçlerinin kondisyonundan doğmaktadırlar.

Bu du­rumda ekonomik kondisyonlar; temel üretim güçleriyle tüm sosyal olgu ve kondisyonlar arasında bir nevi bağlantı edatları görevini yapmaktadırlar. Bu konuda Plekhanov şöyle der:

«Bir milletin ekonomik kondisyonu, o milletin sosyal kondisyonunu belirler. Sosyal kondisyonu ise o milletin di­nî ve politik kondisyonunu belirler. Bu böyle devam edip gider...

Ekonomik kondisyonun da bir meydana geliş sebebi­nin bulunup bulunmadığını haklı olarak soracaksınız. Kuşku­suz bu kondisyonun da kendine özgü bir meydana geliş sebe­bi vardır. Dünyadaki tüm diğer şeylerde olduğu gibi Bu se­bep, tabiata karşı vermekte olduğu mücadeleden ibaret­tir.»[14]

«İnsanların sosyal hayatlarında kurulan tüm ilişkileri, üretim ilişkileri düzenlemektedir. Üretim ilişkilerini ise üre­tici güçler kondisyonu belirlemektedir.»[15]

Şu halde diyebiliriz ki ekonomik kondisyonu doğuran ve kondisyonu kendi gelişimine bağlı bir şekilde geliştiren yegâne faktör, üretici güçlerdir. Bünyesinde barındırdığı olgu ve kondisyonlarla birlikte sosyal yapının temeli, eko­nomik kondisyondur.

İşte bu anlattıklarımız, tarihî maddecilik teorisinin ge­nel görüntüsünü yansıtıyordu.

Marksizme karşı yazarlar arasında, tarih hakkında ge­nel bir teori olması niteliğiyle tarihî maddecilik hakkında yapılmakta olan iki münakaşa halâ devam etmektedir. Şöy­le ki:

l — Toplumun önce feodalizmden kapitalizme, sonra da, sosyalizme doğru yol almasına sebep olan tabii kanun­lar uyarınca tarih, ekonomi etkenine; ve üretici güçlere bo­yan eğmektedir(!).

Eğer ileri sürülen bu iddia doğru ise marksistler neden ötürü, anti kapitalist bir devrimi başlat­mak için mümkün olan en yüksek oranda bir halk kitlesini meydana getirebilmek için zorlu çabalar harcıyorlar? Tarih kendi hallerinde çalışmasına ve bu zorlu işleri bitirmelerine niçin müsaade etmiyorlar da kendileri paçala­rını sıvayarak işe girişiyorlar? !

2 — Her insan zorunlu olarak ekonomi etkeninden ayrı bazı güçlerin kendisini etkilediklerini hisseder. Hatta bazı zamanlar bu güçlerin etkisine kapılarak kendi hayatini ve ekonomik çıkarlarını feda etmekten, de çekinmez. Şu halde marksistler nasıl oluyor da ekonomi etkenini, tarih için mu­harrik bir faktör olarak kabul ediyorlar?!

Pozitif ilmî araştırma uyarınca bu iki münakaşaya iliş­kin görüşmemizi açıklamamız gerekmektedir. Bu her iki mü­nakaşa da; marksizmin tarih anlayışının yanlışlığını ifade etmekten çok marksizmin bu anlayışının tarihi kapsayamamış olduğunu ifade etmektedirler.

Birinci münakaşayı ele alalım: Her şeyden önce marksizmin devrim hakkındaki tutumunun ne olduğunu öğrenme­liyiz. Marksizm, devrimi ve devrim uğruna yapılan ön çalış­maları tarihî kanunlardan ayrı olarak değil de tarihî ka­nunların bir parçası olarak kabul etmektedir.

Ki bu kanun­ların varlığı, tarihin bir aşamadan diğer bir aşamaya geç­mesi için ilmî açıdan zorunludur. Devrimciler, devrim yo­lunda bir araya gelip toplandıklarında, bu tarihî zorunlu­luğu ifade etmeden edemezler.

Bizler bu prensibi kabullendiğimizde biliyoruz ki marksizmin kendisi bile bazen kendi ilmî tarih anlayışının gerek­lerinin neler olduğunu açık seçik bir şekilde anlayamamak­tadır. Bu konuda Stalin şöyle der:

«Toplum, kanunlar önünde aciz değildir. Toplum, eko­nomik kanunları ve bu kanunlara dayanmayı öğrenerek bu kanunların işlerlik alanını sınırlandırıp kanunları kendine itaat ettirecek hale getirebilir. Tıpkı tabiat güçleriyle, ka­nunları karşısında olduğu gibi...»[16]

Buna karşılık George Politzer şöyle der:

«Diyalektik meteryalizm, sosyal kanunların pozitif özel­liklerini teyid ederken aynı zamanda düşüncelerin de oy­namakta oldukları pozitif rolü teyid eder. Yani şuurlu ilmî gelişmeleri teyid eder, destekler. Bu gelişmeler insanlara; sosyal kanunların etkilerini ilerletme veya geriletme, fazlalaştırma veya engelleme imkânını verirler.» [17]

Açıkça bilinmektedir ki marksizm, insanın düşünce ve şuur yönünden gelişerek sosyal kanunlara egemen olabilece­ğini kabullenmektedir, insanın bu kanunların etkisini artı­rıp eksiltebileceğim de kabullenmektedir, marksizm. Ne ki bu marksizmin tarih hakkındaki ilmî düşüncesiyle uyuşmamak­tadır. Çünkü (Marksizme göre) tarih, tabiatın genel kanun­larına uygun bir şekilde yoluna devam etmektedir. İhsanın tarihî kanunlar hakkındaki bilgi ve düşüncesi, söz konusu kanunların hükmetmekte oldukları alanların bir kısmını an­cak ifade edebilmektedir.

İnsanın tüm şuur ve faaliyet­lerinin oynamakta olduğu roller, bu kanunların ve bu ka­nunların etkisinin kaçınılmaz bir ifadesidir. Yoksa bu ka­nunların etkilerinin ileri veya geri itilmesi demek değil­dir, örneğin marksistler çelişkileri derinleştirmek amacıyla huzursuzluk ve bozgunculuk doğurmak istediklerinde bu ka­nunları yürürlüğe koyarlar.

Çünkü onlardaki şuur gelişme­si tarihî bütünün bir parçasıdır. Yoksa marksistlerin, bu ka­nunları acil bir şekilde yürürlüğe soktukları gibi bir mana anlaşılmasın. Siyasal şuurlaşma işleriyle uğraşan birçok kimselerin tarihî kanunlar karşındaki yerleri, bir tabiat bil­gininin tabiat kanunları karşısındaki yeriyle aynı değildir ve olamaz da...

Çünkü tabiat bilgini bu kanunları kendi labo­ratuarında incelemekte olduğu doğanın şeklinde bir değişik­lik yaparak da bu kanunların etkilerini daha çabuk icra edebilir. Çünkü incelemesinin konusu olan tabiat kanunla­rı, kendisinin işlemine etkide bulunamaz.

Tam tersine, bu kanunların etkilerine karşı -deney için hazırlamış olduğu şartlar sayesinde- egemen olabilir. Buna karşın siyasal alan­da iş yapanlar tarihî kanunlara karşı bağımsız olamamak­ta ve bu kanunlara egemen olamamaktadırlar. Çünkü her zaman bunlar, söz konusu kanunların egemen olduğu tarihî işlemlerin sadece bir kısmını ifade etmektedirler.

Şu halde marksizmin, sosyal kanunlara egemen olmaktan söz etmesi hiç de doğru değildir. Ayrıca geçen sayfada­ki, pratik alanda görülen gelişmelerin hiçbir desteğe dayalı olmayan anlamsız şeylerden olduğuna ilişkin münakaşala­rın marksizme yöneltilmesi de doğru değildir, Çünkü bizler, devrim de dahil olmak üzere pratik alandaki gelişmelerin, tarihî kanunların bir parçası olduğunu biliyoruz.

Şimdi de ikinci münakaşayı ele alalım. Bu münakaşa adet olarak, ekonomi ile ilişkisi olmayan bir kısım etkenle­rin listesini ortaya sürmektedir. Ki; «Ekonomi etkeni en başta gelen bir etkendir.» Şeklindeki sözün geçerliliğini is­patlasın. Bu münakaşa, birinci münakaşaya oranla başarı­ya daha yakın değildir. Çünkü marksizm; ekonomik etkenin tarih boyunca insanın tüm faaliyetleri için şuura ait bir iti­ci etken olduğunu iddia etmemektedir.

Aslında marksizmin bütün demek istediği şu : Ekonomi; insan şuuru içerisinde bizzat kendi kendini çeşitli ifadeler­le ifadelendiren bir güçtür, insanın şuurlu bir gidiş tarzı, çeşitli ideolojik amaç ve güdülerden meydana gelir. Ki bu amaç ve güdülerin ekonomiyle hiç bir ilişkisi yoktur.

An­cak bunlar, aşkın bir gücün sathî ifadeleridirler, aslında.. Bunlar sadece araçtırlar. Ki ekonomi etkeni bu araçları kul­lanmakta ve zorunlu tarih yönelimi içinde insanları bu araç­ların yardımıyla hareket ettirmektedir.

Bu arada marksizmin bazı metinlerine göz yummamız gerekmektedir. Bu metinler, sadece yukarıda geçen sözler­le yetinmemişler, aynı zamanda ekonominin, arkadan iten muharrik bir güç olarak değil de genel bir sosyal gelişmeyi amaç edinen bir faktör olduğunu kabul eden görüşü des­teklemeye yönelmişlerdir. Bu meyanda Engels de şöyle der:

«Güç, araçtan başka bir şey değildir. Amaç ise ekono­mik çıkardır, özlük bakımından amaç, -kendisinin garan­tisi için kullanılan- araçtan daha fazla değere sahip ise o uman egemenlik ve itaate ilişkin sorunların ekonomik ya­nı özlük bakımından siyasal yanından daha fazla değere sahip atar.

Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Günümüzde de daram aynıdır. İtaat etmesi istenen kimsenin önce karnı doyurulur. Karnı doyan insan, kendisini doyurana boyun eğer, minnettar olur.» [18]

Kuşkusuz ki Engels, bu sözleri acele olarak ve üzerinde çok az düşünerek yazmıştır, öyle ki ekonomik etkenine olan bağlılığının aşırılığı yönünden Marksizmle yansır hale gel­miş ve her zaman dokunup el değdirebileceğimiz realite ile çelişir olmuştur.

Çoğu zaman mideler kelimenin tam anla­mıyla dolduğu halde bu tokluk; insanı, bir örnek meydana getirecek ve gönlündeki arzularla istekleri doyuracak şekil­de sosyal alanda önemli faaliyetler yapmaktan alıkoyamamaktadır.

Bütün bu anlatılanlardan sonra, tarihî maddeciliğin or­taya atıp yolunu gösterdiği gerçek problemlerin araştırma­sına geçelim. Marksizmin bu problemleri çözümleme işinde başarıya ulaşmasına imkân yoktur. Yine Marksizmin tarihi maddecilik kuramının ışığında tarihteki bazı temel noktala­rı açığa çıkarmasına da imkân yoktur. Bu noktaların detay­larıyla birlikte ele alınmaları gerekmektedir:



l — MARAİZM VE ÜRETİCİ GÜÇLERİN GELİŞİMİ:

Bu başlık altında ilk olarak üretici güçleri -ki tarih de bu güçlerin gelişimine bağlı olarak gelişmektedir ele ala­lım:

Bu güçler nasıl gelişirler? Bu güçlerin gelişimlerine et­kide bulunan faktörler nelerdirler? Bu gelişime etkide bulu­nan faktörler neden tarihe hükmeden üstün kuvvetler de­ğildirler de, bu üstün kuvvete boyun eğmekte olan üretici güçlerdirler?..

Marxistler bu soruyu şöyle cevaplamayı gelenek haline getirmişlerdir: insanın tabiat güçleriyle ilişki kurması anın­da ekle edip yararlandığı düşünceler Üretim güçlerini geliş­tirmektedirler.

Üretim güçlerini geliştiren sebepler de bu düşünceden doğmaktadırlar, Yoksa üretim güçleri bu düşüncelerden, bağımsız bir şekilde daha üstün olarak iş gör­memektedirler, göremezler de... Marxistler; üretim güçle­riyle bu düşüncelerin birbirleriyle olan bu karşılıklı ilişkile­rinden, üretim güçlerinin gelişimi için diyalektik bir şeklin doğduğu inancındadırlar.

Yine marksistlere göre bu diyalek­tik şekli; devamlı surette yeni düşünceler doğuran bir üret­ken olması niteliğiyle diyalektik, bir gelişme hareketini ifade etmektedir. Bu diyalektik aynı zamanda kendi kendini de geliştirmektedir.

Üretim güçlerinin gelişiminin bu diyalektik şekli, özel deney anlayışı esasına dayanma' tadır. Böylece de düşünce aracılığıyla insan için yegâne bir temel geçindirici etkeni bulunmuş olmaktadır. İnsanın denemekte olduğu üretici güç­ler, insanın kâinat ve kevnî realiteler hakkındaki düşünceleri arasındaki ilişkiler bir nevi sebep müsebbep ilişkisidir.

Müsebbep, sebepten doğmakta, sonra da sebeple birleşmekte zenginlik (fazlalık) bakımından ondan daha da ilerilere git­mektedir. Ama bu arada (Felsefemiz) adlı kitabımızda bilgi kuramı üzerinde yaptığımız incelemelerden elde ettiğimiz sonuçları da unutmamamız gerekmektedir. Bu sonuçlar, ta­biata ilişkin deneylerin insana sadece ham maddeler verdi­ğini, deney hakkında da hissi bazı düşünceler verdiğini is­patlamıştı. Bu ham madde ve hissi düşünceler, insan zih­ninde tabiî ve psikolojik özel şartlarla karşılaşmadıkça hiç­bir mana ifade etmezler.

İnsan zihni, -duygu ve düşünceler hususunda insanla ortak yanı bulunan hayvanların zihnin­den ayrı olarak- analiz ve sonuca varma konusunda aklî bir güce sahiptir. Ayrıca insan zihni, deneye gelmeyen bazı za­rurî bilgilere de sahiptir. Bu bilgileri insan, deney yoluyla elde ettiği ham maddelere uygular, böylece de yeni sonuç­lara ulaşır. Sonuç elde etme işlemleri tekrarlandıkça ve bu sonuçlar için gerekli ön bilgiler olgunlaştırıldıkça, elde edi­len sonuçlar daha kaliteli ve daha doyurucu olur. Üretici ta­biî güçler, tek başlarına gelişim ve tekâmül yolunda ilerle­yemezler.

Veya kendilerini geliştirecek olan etkenleri de do­ğurmazlar. Sadece duygu ve düşünceler üretilebilirler. Şu halde b^ güçlerin gelişimi bir oto diyalektik değildir. Bu güçleri geliştirecek olan olumlu güç de bizzat bu güçlerden üremiş değildir. Görüldüğü gibi tarih zinciri içinde üretici güçler, kendilerinden daha üstün olan bir faktörün esiridir­ler.

Şimdiye kadar, zaman süreci içinde üretimi ve üretim güçlerini geliştiren faktörün ne olduğunu soruşturuyorduk. Sonuç olarak elde ettiğimiz şey, marksizmi memnun etme­mektedir. Ayrıca bu soruyu daha fazla derinleştirmemiz ve tarihî maddeciliği daha da sıkıştıracak kadar ileriye götür­memiz de mümkün hatta zorunludur bile. Bu sebeple de so­ruyu şöyle bir kalıba sokmaya çalıştık: insanoğlu, üretime nasıl başladı? İnsan hayatında üretimin doğuşu nasıl oldu? Neden başka canlıların hayatında doğmadı?

Marksizmin doktrininden öğreniyoruz ki marksizm; üre­timin, toplumun dayanmakta olduğu en başta gelen bir da­yanağı olduğuna inanmaktadır. Bu dayanağın üzerinde ekonomik yapının kurulduğuna, ekonomik yapının üzerine ise tüm diğer toplum yapılarının kurulduğuna da inanmak­tadır.

Fakat marksizm; bizzat üretimin üzerinde durarak, üretimin toplum hayatında nasıl meydana geldiğini açıkla­mak için kendini zahmete katlandırmamıştır. Toplumun doğuşunu, sosyal ilişkiler ve sosyal olguları yorumlayan şey üretim olduğuna göre; üretimin de varlığını ve doğuşunu yorumlayacak olan bir şeyin var olması gerekmez mi ?

Üretimin ne olduğunu öğrendikten sonra bu soruyu ce­vaplama imkânını bulacağız: Üretim; -marksizmin bize öğ­rettiği- tabiata karşı verilen bir mücadeledir. Bu mücadele için birçok insan bir araya gelerek, maddî ihtiyaçlarını gi­derecek olan ürünleri-üretirler. Tüm sosyal ilişkiler, üretim esasına dayandırılır.

Şu halde üretim; bir kısım insanın, ta­biatı değiştirecek kendi ihtiyaçlarını gidermeye ve istekle­rini doyurmaya uygun bir şekle sokabilmek için yapmakta oldukları bir faaliyettir. Bir kısım insanın girişmekte oldu­ğu böyle bir değiştirme faaliyetinin tarih açısından varlığı imkânsızdır. Meğer ki bu faaliyetten önce belirli bâzı şartlara uyulmuş olsun. Ki bu şartları da iki maddede özetlemek mümkündür:

a — Düşünce: Canlı bir yaratık, kendi ihtiyaçlarını giderecek şekilde tabiatı değiştiremez. Buğdayı un, unu da ekmek haline getiremez... Meğerki tabiata vereceği yeni şe­kil hakkında bir düşünceye sahip olsun. Değiştirme isinden sonra meydana gelecek olan şekil, ise başlamazdan önce görünürde yoktur. Şu halde değiştirme işinin düşünceden ayrılmasına imkân yoktur. Bu sebeple de hayvanların, tabi­atı üretim işlemiyle değiştirmesi imkânsızdır.

b—Dil: Düşünceyi dışa aktaran maddi bir araç ol­ması niteliğiyle, üreticilerin tabiatı değiştirme işlemi esna­sında birbirleriyle anlaşmalarını sağlamaktadır. Üreticiler, kendi düşüncelerini dışa aktarma aracına sahip olmadıkça ve tabiatı değiştirme işinde kendi arkadaşlarının düşüncele­rini anlamadıkça üretim yapamazlar.

Böylece görmüş oluyoruz ki hangi derecede olursa olsun düşüncenin, üretim işleminden önce var olması gerekmekte­dir.

Marksizmin iddiasına göre tüm sosyal olgu ve ilişkiler, üretim işleminden doğmaktadır. Fakat bizim kanımıza gö­re dil, üretim işleminden doğmamaktadır! Dil düşünceyi dışa aktaran maddi bir araç olması niteliğiyle düşüncelerin kar­şılıklı olarak alınıp verilmesi ihtiyacından doğmaktadır. Önemli bir sosyal olgu olmasına rağmen dil, en başta geldi­ği sanılan temel bir unsur olan üretim işleminden doğmak­tadır. Tam tersine dil, en başta geldiği sanılan bu temel un­surun (üretim işleminin) doğuşu için zorunlu bir tarihî şarttır.

Bu hususta ileri süreceğimiz en büyük delil; gelişim sü­reci içerisindeki dilin üretimden ve üretim gücünden bağım­sız oluşudur. Eğer dil en başta geldiği sanılan temel bir un­sur niteliğindeki üretim güçlerine bağlı olsaydı, o zaman tüm diğer sosyal olgu ve ilişkilerin bu unsura bağlı olarak geliştikleri gibi dil de üretim ilişkilerine bağlı olarak bir gelişim arz edecekti.

Stalin de dahil olmak üzere hiçbir marksist, sosyalist devriminden sonra Rus dilinin değişip yepyeni bir dil haline geldiğini veya toplumun temelini değiştiren üretim yöntemlerinde büyük bir devrim yapan buhar aletlerinin bulunuşundan sonra, İngilizlerin eskiden konuş­makta oldukları dili bir tarafa atıp yepyeni bir dille konuş­tuklarını iddia edemez. Böyle bir sözü söylemeye cesaret ede­mez.

Böylece Tarih, sürekliliği ve evrimliliği hususunda di­lin üretimden bağımsız olduğunu kanıtlamaktadır. Dilin bağımsızlığı da; üretim biçimlerinden şu veya bu biçimde bağlı olmaması ve sadece düşünce ile düşüncenin dışa aktarıl­ması gereksinimden doğmasından ileri gelmektedir. Ki bu düşünce ve düşüncenin dışa aktarılması gereksinimi, her ne şekilde olursa olsun her türlü sosyal üretim girişimlerinden daha engin ve daha etkin iki sebeptirler.



MARKSİZM VE DÜŞÜNCE:

Marksizmin tarihî maddecilik anlayışının-en önemli ve sübjektif noktalarından bir olarak da; insanın çeşitli tür ve yönleriyle fikrî hayatıyla ekonomik kondisyon ve üretici güçler kondisyonu arasındaki ilişkiyi kabul etmeliyiz. Üre­tici güçler kondisyonu, insan kimliğinin tarihî ifadesini be­lirlemektedir.

Düşünce her ne kadar üstün şekillerden alın­mış olursa olsun, sosyal alandaki temel güçten her ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, her ne kadar tarihî kompleks döne­meçler içinde yoluna devam ederse etsin yine de bir ana­lize tabi tutulduğu zaman -ne şekilde olursa olsun- ekono­mik faktörden doğmuş olduğu açığa çıkacaktır. Marksizm de düşünce tarihim, düşünce tarihinin maddî ortamlar yoluy­la kendi bünyesinde saklamış olduğu devrim ve evrimleri, toplumu ve üretici güçlerin oluşumunu yorumlarken bu esa­sa dayanmaktadır.

Marksizmin, tüm insan düşüncesini kapsamına soktu­ğu bu ekonomik çerçeve, marksizmin tarihî yapısının diğer taraflarından ziyad; ilmî ve felsefî açıdan araştırılıp incele­meye değer bir konudur. Çünkü bu çerçeve marxiznin bilgi kuramına ilişkin önemli sonuçlara varmayı, bu kuramın de­ğer ve mantıkî ölçülerini belirleyebilmeyi garantilemekte­dir.

Bu sebeple de, bilgi kuramı üzerinde yapacağımız felse­fî incelemelerin ışığında ekonomik çerçeveyi ele alıp incele­memiz adeta zorunlu hale gelmektedir.

Felsefetûna adlı kitabımızda da bu hususta ilginç görüşler sunmuştuk. Adı ge­çen kitabımızın ikinci baskısında bu konu üzerindeki çalış­malarımızı detaylara indirerek görüşlerimizi tekâmül ettire­ceğiz. Bundan dolayı konunun marksizmin bilgi kuramına ilişkin görüşlerini kapsayan önemli kısmını burada ele alma­yacağız. Fakat bu kitabın sınırlarının elverdiği kadarıyla bu konuyu inceleyip eleştirmemizi engelleyen bir husus da yok­tur, kanaatimce.

Marksizmin bu konudaki görüşlerini açık bir şekilde ge­nişletebilmek amacıyla sözü, aklî hayatın temel olguları olan dinî, felsefî, ilmî ve sosyal düşüncelere ayıracağız sa­dece.

Detaylara inmeden önce Engels'in, marksizmin görüşle­rini sunuş meydanında Franz Mahring'e yazmış olduğu mek­tubun bir pasajını ele alalım:

İdeolocya dediğimiz şey, düşünürün kendi şuuru doğ­rultusunda yapmış olduğu bir işlemden ibarettir. Fakat as­lına bakarsan şuuru yanlışlıklarla doludur. Düşünürü bu iş­lemi yapmaya iten etkenler düşünürün kendisi tarafından da bilinmemektedir. Aksi takdirde ideolocyayı meydana getirme işlemi bağsız olmayacaktı. Sorunu bu noktadan ele alınca sen de göreceksin ki düşünür, tarihî veya asılsız et­kenler üzerinde düşler kurmaktadır. Düş kurarken de dü­şünceden bağımsız olan diğer işlemleri araştırıp incelememektedir.» [19]

Bu sözleriyle Engels, tüm düşüncelerini meydana geti­ren gerçek sebeplerden habersiz olduklarını ispatlamaya ça­lışmaktadır. Ayrıca Engels'in iddiasına göre bu gerçek se­bepler ancak tarihî maddeciliğin sayesinde ışığa çıkabilecek­lerdir.

Ama aslına bakarsanız insan düşüncelerinin akışı için tarihî maddeciliğin belirlemiş olduğu sebeplerden düşünür­lerin habersiz oluşları onların cahillikleri anlamına gelme­mektedir.

Çünkü Engels'in sözünü ettiği sebepler gerçek sebepler değildirler. Tarihi maddecilik de bu konuda yanılgı­ya düşmüştür. Aslında zorunlu olan; bu sebeplerin orijinalitelerinin açığa çıkmamasıdır. Gözler önüne serilmemesidir. Aksi takdirde yapılan işlem, ideoloji işlemi olmaktan çıkar.

Haklı olarak Engels'e şöyle bir soru yöneltebiliriz: Dü­şünceleri meydana getiren itici etkenlerin düşünce sahiple­rince bilinmez oluşları zorunlu olduğuna göre -aksi takdirde bu işlem, ideolojik işlem olma niteliğini yitirecektir.- nasıl oluyor da Engels bu zorunluluğu ortadan kaldırıp harika bir iş yapabiliyor?

Ve insanlığa bir ideoloji (!) sunabiliyor? Oysaki kendisinin ideolojiyi diye nitelendirmiş olduğu bu dü­şüncelerin meydana gelişlerine etkide bulunan sebepleri gö­rebilmekte, bu sebeplerden haberdar olmakta ve bu sebeple­rin iç yüzlerine vakıf olmaktadır. Ve yine de yaptığı bu işle­me ideoloji adını vermektedir! Şimdi de detaylara geçelim!


A — DİN:

Din, düşünce alanında herkesçe fark edilebilecek kadar büyük bir yer işgal etmektedir. Bu sebeple de insanın aklî oluşumunda etkin roller oynamıştır. Zaman süreci içerisinde din çeşitli şekillere bürünmüştür. Vahiy, nübüvvet ve Allah dinî pozitif gerçekleri kendi doktrinler ya­pısından uzaklaştıran marksizmin, din ve dini gelişimlere ilişkin maddeci bir yorum stili getirmesi zorunludur.

Mad­deciliğe uymayan görüşe göre din; ilkel insanın tabiat ve tabiatın korkunç güçleri karşısında acze kapılıp zaaf duygusunun tutsağı haline gelmesi ve tabiatın kanunlarıyla sırlarından habersiz oluşundan ötürü doğmuştur. Ama marksizm bu tip bir yorumu benimsememektedir. Yorum, marksizmin temel yapısıyla uyuşmamaktadır.

Çünkü bu doktrin; yorum ve izaha muhtaç olan tüm hususların yo­rumlayıcısı ve yegâne doğuş sebebi olması gereken üretim esasına dayalı olan ekonomik kondisyonla dini birbirine bağlamamak ve ekonomik kondisyonun, dini doğurduğunu kabul etmemeği hatalı saymaktadır. Bu meyanda Konstantinov şöyle der:

«Ne ki Leninci marksizm, tarihî maddeciliğin bu tür şe­kil değiştirmelerine her zaman karşı çıkmıştır. Sosyal, hukukî, siyasî ve dinî düşüncelerin kaynağının her şeyden ön­ce ekonomide aranması gerektiğini ispatlamıştır.» [20]

İşte bunun içindir ki marksizm, dinin doğuş sebebini top­lumun ekonomik kondisyonunda aramış, en sonunda sınıf­lı toplum bileşiğinde bulmuştur, güya. Sınıflı toplumda ezi­len sınıf perişan ve acınacak bir realiteyi yaşamaktadır. Te­selliye kavuşup avunabilmek için, ezilen sınıfın zihninde di­nî düşünceler -tabir caizse- adeta yanardağ gibi patlamak­tadır.

Bu konuda Marx söyle der:

«Dinî ihtiyaç, hayat realitesindeki ihtiyaçlılık ve düş­künlüğün ifadesidir. Dine sarılma ihtiyacı, aynı zamanda hayat realitesindeki sefaleti yenmek isteğinden ileri gel­mektedir.

Din, omuzu elem yüküyle ağırlaşan kimselerin dostudur. Din, içinde ruh kalmamış olan bir dünyanın ru­hudur. Dîn, düşünce yönünden iflas etmiş bir dünyanın dü­şüncesidir. Din, milletleri uyutan bir afyondur! Şu. halde, göz yaşlarıyla dolup taşan bu (yoksullar) vadisini eleştire­bilmek için ilk etapta dini bir eleştiriye tabi tutmalıyız.» [21]

Marksizmin bu alandaki çabaları bir tek noktada toplan­maktadır. Şöyle ki: Din, toplumdaki sınıflar arası çelişkinin bir ürünüdür. Ne var ki marksizmin, dinin çelişkiden doğu­şunun ne şekilde olduğu hususundaki düşünceleri birbirini tutmamaktadır. Marksizm bazen şöyle bir düşünce beyanında bulunur:

Din; ezilmekte olan sınıfın, kendi istek ve arzula­rını, siyasal fonksiyonlarını unutup sefil, perişan realiteleri­ne teslim olup boyun eğmeleri için, ezici sömürgen sınıf tara­fından ezilen mahkûm sınıfa içirilen bir afyondur. Bu şekliy­le de din; emekçilerle yoksulları aldatıp avlamak için örmüş olduğu bir tuzaktan başka bir şev değildir!

Marksizm bu sözleri söylerken tarihî bir realiteye karşı ga­fil davranmaktadır. Bu tarihî realite açıkça ispatlanmak­tadır ki; din, her zaman yoksullarla düşkünlerin, kucağında doğmuş, tüm toplumu nuruyla aydınlatmadan önce yok­sullarla düşkünlerin gönlünü nurlandırmıştır.

İşte size İsevîlik : Bu dinin bayrağını, ruhî bir aşk ate­şinden başka -ki bu aşk ateşi onların gönüllerini yakmak­taydı- hiç bir şeye sahip olmayan yoksul davetçiler, dünya­nın dört bir yanında özellikle Roma İmparatorluğunda dalgalandırmışlardı.

Yine bunun gibi İslâm davetine ilk kucak açan grup da -ki bu grup İslâm Ümmetinin çekirdeği idi- çoğunlukla Mek­ke toplumunun yoksul ve yoksulluk derecesine yakın insan­larından oluşmuştu. Şu halde dini; ezilenlerin sırtına bin­mek ve kendi çıkarlarım korumak amacıyla ezici sömürgen sınıfın bir esiri olarak yorumlamak nasıl mümkün oluyor!

Marksizm mülk sahibi ezici sınıfın kendi çıkarlarını koru­ması için dini meydana getirdiğine inanıyorsa biz de marksizme şöyle bir soru yöneltebiliriz: İslâmlığın kesin olarak yasaklanmasından önce Mekke’de yüksek oranda faiz alınıp veriliyordu.

Faize dayalı bir sermayeyi ortadan kaldırmak için İslâm dininin faal, etkin bir araç (Haramlık) ortaya koymuş olması, ezici sınıfın çıkarlarına maddi yönden ters düşmüyor muydu?

Ezici sınıfın kendi aristokratik zihni­yetlerinden vazgeçmeleri, çıkarlarına ters düşmüyor muy­du? İslâm dini; insanlar arasında eşitliğin hâkim kılınma­sına, insana değer verilmesine, zenginlerin, hoş karşılanma­masına, zenginlerin haksız yere gururlanmalarına karşılık yerilmesine çağrıda bulunuyordu.

Bu meyanda Hz. İsa'nın bir sözünü de nakletmekte fayda mülahaza ediyorum: İçi­nizde ulu olmak, yücelmek isteyen bir kimse varsa size hiz­metçilik yapsın. Bir devenin iğne deliğinden geçmesi, kibirli zenginin ilâhî, melekût (manâ) alemine yükselmesinden çok daha kolaydır.

Bazen marksizmin, dînin sınıfsal yorumunu başka bir yoldan yaptığını da görüyoruz. Marksizm, dinin, ezilen ve sö­mürülen sınıfın gönlünü dolduran ümitsizlik ve sefaletten kaynaklandığını iddia etmektedir. Buna göre ezilenler, dini bizzat kendileri için icat etmektedirler. Dinde teselli bul­makta, dinin gölgesinde emel ve ümit beslemektedirler. Din: yoksulların, ezilenlerin ideolojisidir.. Ezici sınıfların eseri de­ğildir...

Şanslılık eseri olarak ilkel toplumların tarihlerinden öğreniyoruz ki din; sadece sınıflı toplumların fikri olgula­rından biri değildir. Tersine marksizmin, sınıfsız bir komünist rejiminde yaşadıklarını sanmış olduğu ilkel toplumlar bile bu tür düşüncelere girişmişler ve dinî inanç bu toplumlar­da çeşitli şekillerde dışa yansımıştır.

Dünyanın ezilen ve sö­mürülen insanların gözyaşlarıyla dolup taşmasından, sınıfsal bileşimin meydana gelişinden önce din, insanın, ha­yatında var olduğuna göre o zaman dini sınıfsal bir yorum stiliyle yorumlamak veya dini, ezilen sınıfı kuşatan sömürü ortamlarının aklî bir yansıması olarak kabul etmek imkân­sız olur. Bütün bunlardan sonra marksizm, ekonomik kondisyonu, dinin yorumlanmasında esas olarak kabul ediyor!

Burada ele alınması gereken bir başka şey daha var: Marksizmin ikinci yorum şeklinde iddia ettiğine göre din, ezilenlerin ideolojisidir. Bu ideoloji ezilenlerin sefalet realitesi ve ekonomik çevresinden doğmaktadır. Buna göre dinî inancın varlığını, ezilenlerin sefalet realitesi ve ekonomik çevresinden ayrı olarak nasıl açıklayabiliriz?

Ezilenlerin dı­şındaki kimselerin, ezilenlerin ekonomik realitesinden do­ğan ve ezilenlerce müjdelenen bu yoksullar ideolojisini ka­bullenmeleri nasıl mümkün olmaktadır?

Ezilenlerle kendi arasında hiçbir ilişki bulunmayan ba­zı kimselerin dinî inanca sahip olduklarını, bu kirdelerden bazısının gönlündeki inanç katiliğinin kendilerini inançları uğrunda fedaya sürükleyecek kadar ileri derecelerde oldu­ğunu marksizm hiç bir zaman inkâr edemez. Bu da açıkça ispatlamakta ki düşünür olan bir kimse, kendi ideolojisinin düşüncelerini her zaman kendi ekonomik realitesinden esin­lenerek elde etmez.

Çünkü ezilmekte olan bu insanların dinî düşünceleri, bunların sefalet içerisinde oluşlarının -ki böyle bir şey de zaten yoktur.- Bir ifadesi ve çekmekte oldukları zorluklara karşı bir soluklanma ve en nihayet bunların eko­nomik ortamlarının bir yansıması değildir. Bu kişilerin ru­hî ve aklî şartlarıyla uyuşan bir inançtan başka bir şey değildir. Bu kişiler, fikrî temellere dayanarak bu inanca bağ­lanmış, iman etmişlerdir.

Marksizm, dini sınıfsal ekonomik bir yorum stiliyle yo­rumlamakla yetinmemektedir. Daha da ilerilere giderek, dinin gelişimini de ekonomik temellere dayalı olarak yorumlama­ya çalışmaktadır. Bütün milletler, ekonomik ortamları ge­lişip de bağımsız bir millî toplum kurma olanağım elde edin­ce, kulluk etmekte oldukları tanrılar da millileşirler.

Tan­rıların egemenlikleri de milli sınırları aşamazlar. Bu millet­ler, bir dünya imparatorluğu olan Roma imparatorluğuna katılırca milliyetleri birbirine karıştı. Bir dünya imparator­luğu kurulunca, tüm dünyaya egemen olacak olan bir dine de ihtiyaç duyuldu. Bu din, 250. kuruluş yılında Roma dev­letinin resmi dini haline gelen Hıristiyanlık dini idi.

-Bun­dan sonra Hıristiyanlık, feodal ortamlara göre şekil aldı. Katoliklik şekliyle Hıristiyanlık, gelişme süreci içinde bulunan burjuvazi güçlerle çatışmaya başlayınca, dinî bir reform ve­ya Protestanlık doğmuş oldu. [22]

Bu konuda şöyle bir düşünceye sahibim: Eğer Hıristiyanlık veya Protestanlık, marksizmin ima etmiş olduğu ob­jektif maddî ihtiyaçların bir ifadesi olmuş olsaydı tabii ola­rak Hıristiyanların dünyanın kumanda zincirini elinde bu­lunduran Roma imparatorluğunun kalbinde doğup gelişme­si gerekirdi.

Ayrıca dini alandaki, reform hareketlerinin bir­çok Avrupa toplumlarında başlaması ve burjuvazi alanın­da daha da gelişip tekâmül etmesi gerekirdi. Oysaki tarihî gerçek, bunun tam tersi bir istikamettedir.

Hıristiyanlık, siyasal yığılım noktalarında meydana gel­memiştir. Dünya devletini kuran Romalıların arasında da doğmuş değildir. Romalılar Hıristiyanlığı geliştirmişlerdir. Hıristiyanlık bütün bunlardan uzakta Romanın doğudaki sömürgelerinden birinde doğmuştur. Ezilen bir Yahudi halkı arasında gelişmiştir.

İmparatorluğun M.Ö. 6. yüzyıldan be­ri sömürmekte olduğu bu ezilen Yahudi halkı milli bir ba­ğımsızlık kurmaktan başka bir şeyi hayal etmiyordu.

Üzerinde hayal kurduğu tek şey; kendisini bu emperyalistlere bağlayan bağlan koparıp parçalamaktı. Bu halk altı asırlık süre zarfında birçok kereler baş kaldırmış, yüz binlerce kurban vermişti.

Bu halkın maddî, ekonomik ve siyasal ortamı, sadece Roma imparatorluğunun ihtiyaçlarını kar­şılayan, o zamanın dünya çapındaki tek dini olan Hıristiyanlıktan doğmuş olabilir mîydi?

Avrupa’da fikrî bağımsızlığın önderliğini yapanlar tara­fından başlatılan dinî reform hareketini de burjuvalar baş­latmış değildirler. Burjuvaların reformculuktan bazı ka­zançlar sağladıklarını kabul ediyoruz.

Fakat bu ayrı bir hu­sustur. Şu da bir gerçek ki; belirli bir ideoloji niteliğine sahip olması bakımından reform hareketi, sırf burjuva ekono­misinin gelişmesinden doğmuştur. Aksi takdirde reform ha­reketinin diğer Avrupa ülkelerine nispetle öncelikle İngiltere’de doğması gerekirdi. İngiliz burjuvazisi, diğer Avrupa ülkelerindeki burjuvaziden çok daha güçlüydü, o zamanlar.

1215 yılından itibaren İngiltere’de patlak veren devrimler, sıçramalar sayesinde İngilterenin sosyal ve ekonomik yön­den gelişmiş olması onu, diğer Avrupa ülkelerinin ulaşamayacağı bir düzeye yükseltmişti.

Bütün bunlara rağmen Luther İngiltere’de ortaya çıkıp da burjuvazinin muhafazakâr­lığından yana olmamıştır. Tersine, İngiltere’den uzakta ortaya çıkmış, propaganda ve faaliyetlerini Almanya’da başlat­mıştır. Fransa da bu hareket, inatçı bir Protestan olan bu reformculuğun ikinci adamı olan Kalven tarafından başla­tılmıştır. Kalven zamanında Fransa’da Katoliklerle Protes­tanlar arasında kanlı boğuşmalar ve çatışmalar olmuştur. Alman Komutanı William Urang da güçlü ordusu ile bu ye­ni hareketi destekliyor ve savunuyordu.

Evet bütün bunlardan sonra Protestanlık, İngiltere’de resmi bir mezhep haline geldi. Fakat sunuda söylemek ge­rekir ki reformculuk, burjuva simimin muhafazakâr tutu­munun bir ürünü değildir. Tersine, feodalizmle yönetilen yerlerde yaşamakta olan halkın şuurlanışının bir ürünüdür.

Marksizmin dinlerin tarihî gelişimine ilişkin düşüncesi­ni alıp da bir diğer cihanşümul din olan Islama uygulamaya çalıştığımızda, marksist düşünce ile realite arasındaki çeliş­kiyi muhakkak ki göreceğiz. Avrupa bir dünya devleti olduğuna göre bütün dünyayı kapsayacak olan bir dine muh­taçtır. Arap yarımadasında ise tüm dünyaya hükmedecek olan bir din değil, sadece Arapları kapsamına alacak milli bir din de yoktu.

Araplar sadece çeşitli yörelere dağılan birbirinden kopuk topluluklardan ibarettirler. Her kabilenin tapmakta olduğu bir ilah vardı.

Bu kabileler, taştan yapmış oldukları bu tanrı­lar karşısında boyun eğer, kulluk eder, itaat ederlerdi. Bir­birinden kopuk topluluklardan oluşan bu yarımadanın kal­binden cihanşümul bir dinin doğması için maddi ve siyasi ortam elverişli miydi? Bu yarımadanın birbirinden kopuk kabilelerinin bir araya gelip nasıl tek bir soy tek bir ırk ve -tek bir millet meydana getirdikleri hala anlaşılmış değildir.

Üstelik bu kabilelerin; cihanşümul bir din olan islâmda so­mutlaşan en yüksek kaliteden bir birliği nasıl meydana ge­tirdiklerini anlayabilecek ve bu bilmecenin sırrım çözebi­lecek tek bir kişi yoktur. Maddi ihtiyaçlar ve siyasal kondisyonlarla bağlı olarak dinî tanrıların, milli tanrılıktan ci­hanşümul tanrılığa doğru yücelerek evrimleştikleri iddia edilmektedir.

Peki buna göre Araplar, nasıl olmuş da kendi elleriyle yapmış oldukları kabile tanrılarına tapmaktan vaz geçip, kendisine mücerredin en yüksek derecesiyle yaklaş­mış oldukları cihanşümul bir mabud olan Allaha tapmaya başlamışlardır?

B — FELSEFE:

Marksizme göre felsefe de; toplumun için­de yaşamakta olduğu maddi hayatın ve ekonomik şartların bir diğer olgusu ve zorunlu bir sonucudur. Bu konuda Konstantinov şöyle der:

«Tüm sosyal topluluklarda özellikle sosyalist toplumlarda­ki ortak kanunlardan biri de şudur: Sosyal varlık, sosyal id­râki belirler. Sosyal, siyasal, hukukî teknik ve felsefî tüm düşünceler, sosyal hayatın maddi şartlarının bir yansımasından ibarettir.» [23]

Bu durum karşısındaki tutumumuzu birkaç kelimeyle ifade edebiliriz: Bir defa biz düşünce ile, düşünürün içinde yaşamakta olduğu maddi ve ekonomik şartlar arasındaki bağlantının varlığını inkâr etmiyoruz.

Yine bunun gibi biz, düşüncenin bağlı olduğu kanun ve nizamların varlığını da inkâr etmiyoruz. Çünkü düşünce kâinatta meydana gelen olgulardan biri olma niteliğine sahiptir. Diğer olguların ba­zı kanunlara uydukları gibi düşünce de bazı kanunlara ria­yet eder. Sebeplilik ilkesine bağlı olarak seyrine devam eder. Her Metodolojik işlemin bağlı olduğu bir takım sebep ve şartlar vardır. Tüm diğer olguların bazı sebep ve şartlara bağlı oluş­ları gibi...

Marksizmle anlaşamadığımız husus; bu sebep ve şartların belirlenmesi hususudur. Marksizm bütün ideolojik işlemlerin gerçek sebeplerinin maddi ve ekonomik şartlarda gizlendiği görüşündedir. Düşünceyi, diğer düşüncelerle olan ilişkilerinin ışığında aklî ve psikolojik esaslara dayalı ola­rak yorumlamamız, marksizme göre imkânsızdır.

Marxist açıdan düşünceyi ancak ekonomik faktörlerle yorumlayabi­liriz. Marksizme göre düşüncenin bağımsız bir tarihi veya kendine özgü bir evrimi yoktur. Düşünce; toplumun ekono­mik ve maddi ortamın insan aklında harekete geçirdiği zo­runlu yansımaların bir tarihidir.

Yansımadaki bu zorunlu­luğu denemek için şöyle bir ilmî yöntem uygulamamız gerek­mektedir: Bu zorunluluğun deneyini yapabilmek için in­sanın sosyal ve aklî yaşantısındaki olayların akışı ile tarihî maddecilik teorisi arasında bir, karşılaştırma yapmalıyız.

Bu teoriyi açıklamak için marksizmin felsefi alanda bir­çok metinleri mevcuttur. Marksizm felsefeyi bazen üretim güçlerinin kondisyonuyla yorumlar. Bazen tabiat ilimleri dü­zeyinde bir bilimmiş gibi yorumlar. Nitekim ileride de göre­ceğimiz gibi felsefeyi; toplumun sınıfsal bileşim ortamları­nın belirlediği sınıfsal bir olgu olarak da kabul eder.

İngiliz asıllı komünist Filozof Morris Konfors bu konu­da şöyle der:

«Üzerinde düşünmeye değer bir başka şey de; ilmî ke­şiflerin ve teknik bulguların, felsefî düşüncelerin doğuşuna sebep olmalarıdır.»[24] Bu sözüyle Morris, felsefi düşünce ile üretim araçlarının evrimi arasında bir bağlantı kurmak istiyor.

Ayrıca başka bir alanda da, üretim güçlerindeki ev­rimin patlama derecesinde hızlanması sebebiyle felsefî akliliğe hâkim olan evrim anlayışına ilişkin örnekler sunarak bu bağlantıya açıklık kazandırmaya çalışmakta ve şöyle de­mektedir:

«İlimde evrimleşme anlayışına yönelik ilerleme -ki bu ilerleme aynı zaman da toplumda ve tabiattaki evrimi de or­taya koymaktadır. XVIII. yüzyıl sonlarında meydana gelen sanayi kapitalizminin evrimine de uygun gelmektedir.

Ayrıca bu uygunluk, salt bir uygunluktan ibaret olmayıp ayraca bir takım illî ilişkilerin varlığını da ifade et­mektedir. Üretim araçlarında patlama derecesinde hızlı bir sürekli değişiklikler olmayınca burjuvazi yaşayamaz.

Tabi­at ve toplumda genel bir evrim anlayışının doğuşuna yol açan şartlar işte bunlardır. Bu sebeple de felsefenin, deği­şim ve evrim alanındaki görevi, sadece ilmî gelişmelerde değil aynı zamanda çağdaş toplumun hareketlerinin tümün­de doğmaktadır.» [25]

İşte bu yolla üretim araçları gelişip yenilenmekte ve felsefecilerin aklında gelişim ve evrim anlayışını oluşturmak­tadır. Bu anlayış; felsefenin kâinat hakkındaki statik teo­risine üstün gelmekte ve bu teoriyi üretim araçlarının sürekli evrimine uygun gelecek bir devrim teorisi şekline çevirmektedir.

Burada şu sözü söylemekle yetineceğim: Üretim araç­larının hızlı gelişimi Konfors'un da dediği gibi XVIII. yüz­yılın sonlarında yani, buharlı aletlerin icat edildiği 1764 yı­lından sonra başlamıştır.

Buharlı aletlerin icadı, üretim araçlarının gelişiminde ilk gerçek bir devrimsel gelişme ol­muştur. Maddi temellere dayalı evrim anlayışı bu tarihten önce materyalist felsefenin öncülerinden Didero tarafından başlatılmıştır.[26] Marksizm, materyalist felsefenin öncülerini takdirle anmakta, onların görüşlerini benimsemekte­dir.

Didero, XVIII. yüzyılın ilk yarısında felsefe dünyasına girmiştir. Maddenin kendi kendine gelişip evrimleşmekte olduğunu ileri süren Didero, şöyle demiştir: Madde, bizzat kendi kendini geliştirip tekâmül ettirir. Didero, hayatı da evrim esasına bağlı kalarak yorumlamıştır. Dideroya göre canlılar, canlı bir madde tarafından ortaya konduktan sonra bir hücreden başlayarak gelişip olgunlaşırlar organlar, ihti­yaçları; ihtiyaçlar da organları yaratırlar.

Acaba Didero, bu felsefî evrim anlayışını üretim araç­larında görülen patlama derecesindeki hızlı gelişmelerden mi -ki bu hızda bir gelişme daha sonraları üretim alanında görülmemiştir.- esinlenerek ortaya koyup kuramlaştırmıştır?

Doğrusu şu ki üretim alanında meydana gelen köklü değişiklikler, bir dereceye kadar zihinleri; felsefi evrim dü­şüncesini kabullenmeye hazırlamakta ve bu düşünceyi kâ­inatın çeşitli alanlarında uygulamaya yöneltmektedir.

Ama bu, zorunlu bir illîlik anlamına gelmediği gibi; felsefi alan­daki evrimle üretim alanındaki evrim arasında ne ileri ne de geri gitmesine imkân bulunmayan zorunlu bir bağ kur­ma anlamına da gelmez. Aksi takdirde Didero'nun ortaya koyduğu iddia edilen bu zorunluluğun üretim alanındaki evrimi aşıp gerilerde bırakması nasıl mümkün olabilir?

Didero'dan 2000 yıl önce yaşamış olan filozofların, üretim alanındaki evrimden yararlanarak felsefi kuramlar ortaya koy­maları mümkün olabilir miydi?...

İşte size Yunan filozofu Anaximendros.[27] Milattan önce VI. yüzyılda yaşamış olan bu filozof, temelde kapita­list üretim çağındaki evrim anlayışına ters düşmeyen felse­fi bir evrim anlayışı getirmiş olup şöyle bir görüş beyanında bulunmuştur, ilk doğuşları anında canlılar, çok düşük bir seviyedeydiler.

Sonraları derece derece gelişim merdivenin de yükselirler. Çünkü canlıların yaratılışlarında bulunan bir güdü, onları kendileri ile çevreleri arasında bir uyum sağla­maya iter. Örneğin insan suda yaşamakta olan bir hayvan­dı.(!) Zamanla yeryüzünden sular çekilince sert kara par­çası üzerinde hareket etmesini sağlayacak olan organlar ka­zandı ve böylece de gördüğümüz şekliyle bir insan haline geldi.

Bir diğer filozof daha... Bu filozofun felsefi evrim anla­yışına büyük katkısı olmuştur. Öyle ki Marksizm onun; di­yalektiğin mükemmel bir şerhçisi olduğunu ve onun evrime dair görüşlerinin ise diyalektiği tam olarak açıkladığını id­dia etmektedir. Bu filozof; milattan önce V. yüzyılda yaşa­mış olan Heraklites'tir.

[28] Heraklites, felsefe dünyasına çelişki ve diyalektik esasına dayalı ,bir evrim anlayışı getir­miştir. Kâinatın her zaman aynı şekilde kalmadığı, tersine devamlı bir surette şekil değiştirmekte olduğunu ve bu şekil değiştirişin, halden hale geçişin ise kâinatın orijinalitesi ol­duğunu, bu sebeple de bütün varlıkların sonsuz dek bir de­ğişim süreci içinde şekil değiştirmekte olduklarının kendi asıl görüşü olduğunu ileri sürüyordu, Heraklites.

Heraklites, kâinattaki bu hareketi çelişkiyle yorumla­maktadır. Çünkü hareket den bir varlık, aynı zaman içinde var olup değişir. Yani bir an içinde hem var hem de yok olur. İşte bu bir an içinde varlıkla yokluğun birleşmesi, hareketi ifade eder. Ki hareket kâinatın özü ve gereceğidir.

Herakiltes'in bu felsefesi bir şey üzerine delil getirdiğin­de o şeyin tarihî varlığına dayanarak delil getirmektedir. Marksizmin, felsefeye ilişkin yorumunda ve felsefi evrimin, üretim araçları ve teknik alandaki gelişmeler paralelinde zo­runlu. Olarak meydana geldiğine ilişkin iddiasında hataya düştüğü gibi, Heraklites'de bu felsefesinde hataya düşmüş­tür, özellikle Heraklites'in ilimden son derece uzak, astrono­mi ve tabiat ilimleri alanında kendi çağında kaydedilen ge­lişmelerden habersiz olduğunu öğrendikten sonra onun bu felsefi alandaki hatasını daha açık bir şekilde müşahede edebiliriz.

Onun bu habersizliği o kadar aşırı idi ki, güneşin çapının bir ayak olduğunu (yani gözümüzle görebildiğimiz ölçüde olduğunu,) bile söyleyebiliyor ve güneşin batışını ise; güneşin suya batarak sönmesi şeklinde yorumlayabiliyordu. Fazla uzaklara gitmeye gerek yok. İşte, karşımızda bü­yük islâm mütefekkiri Sadruddin Şirazi..

. XVII. yüzyılın başlarında islâm felsefesinde zorlu adımlar atmış, büyük aşamalar kaydetmiştir, diyebiliriz. İslâm felsefesi; düşünce tarihinin tanık olduğu en derin bir sistemdir.

Sadruddin Şi­razi felsefesinde, mücerret temellere dayanarak tabiatta bir hareket cevherinin ve kâinatın özünde ise sürekli bir gelişi­min varlığını ispatlamıştır. Oysa ki onun zamanında üre­tim araçları, gelenekleşmiş sabit şeklini korumakta ve ha­yattaki tüm sosyal şeyler durgun bir halde idi. Bütün bun­lara rağmen felsefi delil; onu tabiatta bir evrim kanununun egemen olduğunu söylemeye zorlamaktaydı.

Şu halde üretici güçlerin ekonomik kondisyonuyla felsefî anlayışlar arasında zorunlu ilişkiler yoktur, diyebiliriz.

Bu arada kendine özgü orijinal bir anlam taşıyan başka bir husus daha var. Eğer üretim güçleri ve ilişkilerinin eko­nomik kondisyonu, bünyesindeki felsefi fikirlerle birlikte toplumdaki akli hayatın yorumlanmasına yegâne bir daya­nak noktası olmuş olsaydı. O zaman bunun tabii bir sonucu olarak felsefi gelişmeler, ileriye doğru mesafe kat etme hu­susunda ekonomik kondisyonların gelişmelerine paralel ola­caklardı.

Bundan başka üretim ilişkileri ve üretim güçlerindeki tekamüle hareketlere uygun bir gelişim arz edeceklerdir. Bu­nun kaçınılmaz bir gereği olarak da ekonomik alanda zirve­ye ulaşmış toplumlarda; felsefede ilericilik yönelimleri baş gösterecek ve felsefi alanda büyük devrimler patlak verecek­ti.

Buna göre ilericilik düşünceleriyle devrimci felsefeden her toplum, ancak kendi ekonomik alandaki üstünlüğü ve üre­tim ortamlarıyla üretim ilişkileri alanındaki ileriliği oranın­da pay sahibi olabilecektir.. Bu sonuç, felsefenin tarihî realitesiyle uyuşmakta mıdır, değil midir? İşte burada ası! öğ­renmek istediğimiz budur.

Düşünce alanındaki yeni devrimci müjdelerin Avrupa ufkunda parlamaya başladığı zamandaki Avrupa’nın duru­munu ele alalım. O zamanlar İngiltere, ekonomik alandaki nisbî gelişmelerden en yüksek oranda yararlanıyordu. Ne Fransa ve ne de Almanya, İngiltere'nin elde ettiği kazanca ulaşamıyordu.

İngilizler, ne Fransız ve ne de Almanların el­de edemedikleri Önemli siyasal kazançlar sağladılar. İngilte­renin teknik alandaki ekonomik gücü (burjuvazi güçler), başka ülkelerde görülmeyecek kadar gelişip tekâmül etmiş­ti. Kısacası İngilterenin, siyasal ve ekonomik şartlarıyla bir­likte ekonomik kondisyonu, -Marksizmin inanmakta olduğu tarihî evrim' merdiveninin en üst basamağındaydı. Fransa ve Almanya’dan çok daha ilerideydi. Bunu şu şekilde ispatla­yabiliriz:-İngiltere’deki özgürlük devrimi 1215 yılında başla­mıştır.

İngilizler, Kromvel'in komutasında XVII. yüzyılın ortalarında (1648) büyük devrim harekâtına girişmişlerdi. Buna karşılık Fransa’da kesin şekilde devrim ortamı ancak 1789 yılında, Almanya’da ise 1848 yılında hazır hale getiri­lebilmiştir.

Bu devrimler, burjuva devrimi olma niteliğine sahibe olduklarına göre Marksizm nazarında ekonomik geliş­melerin ileri aşamalarında oluşundan ötürü doğmuşlardır. Devrim hareketlerinin zaman bakımından önce İngiltere’de başlamış olması, İngilterenin ekonomik alanda ileri olusu­nu ispatlamaktadır.

İngiltere ekonomik gelişmeler bakımından diğer devlet­lere nispetle çok daha ilerilerde olduğuna göre tabiî olarak-Marksizme göre- felsefi alanda da diğer ülkeleri gerilerde bı­rakacak ve felsefi yöneliminde de o ülkelere göre çok daha ilerilerde olacaktır.

Marksizme göre felsefedeki ilericilik yönelimi, maddeci yönelimin bizzat kendisidir. Maddeci ilericilik yönelimi, ev­rim ve hareket esaslarına bağlı kaldıkça daha etkin olur. Bu arada şöyle bir soru sormamız gerekir: Maddecilik nere­de doğup gelişti.. Belirtileri ilk olarak hangi toplumda göze çarptı ve sonrada bir kasırga gibi etrafa' yayıldı?

Bu soruyu cevaplayabilmek için Marksizm epeyce zorluk çekmektedir. Çünkü Marksizmin ekonomik faktöre dayalı felsefi yorum teorisi, bizzat kendisini şu sözü söylemeye zorlamaktadır:

İngilterenin ekonomi alanında gelişmiş olması onu, felsefi alanda ilericilik yönelimini veya diğer bir deyişle maddecilik yönelimini başlatmaya mecbur kılıyordu. Bundan dolayı Marx, İngiltere’de Pransis Bacon ve Nominalistler[29] (ismiyyûn) tarafından başlatılmış olduğunu söylemeye çaba­lamaktadır. (Bkz. F. Engels. Tarihin sosyalist açıdan yoru­mu S. 76)

Hepimiz biliyoruz ki Bacon, maddeci bir filozof değildir. Tersine o, idealizmin derinliklerine dalmış biriydi. Yaptığı tek şey; insanları deneye çağırmak olmuştur. Araştırma­larda deneyci metodun gerekliliğini savunmuştur. Gelelim İngiliz Nominalistlerine. Eğer Nominalizm maddeciliğin or­taya çıkışı için hazırlık niteliğindeki bir çeşit düşünceler ise o zaman bu kuramdan önce gelip geçmiş iki Fransız filozo­funu da anmamız gerekecektir.

Bu iki filozof, XIV: yüzyı­lın başlarında yaşamış olan Doran de San Borsan ile Piyer Oryol'dur. Nominalizmin (ismiyyenin) maddeci yönelime ortam hazırlamak, amacıyla ileri sürmüş olduğu fikirleri de­rinlemesine incelemek istediğimizde, felsefi alanda Nominalizmden önce Latinci Rüşdçülük akımının başlatılmış ol­duğunu göreceğiz. XIII. yüzyılda Fransa’da doğmuş olan bu akım, Paris ilimler akademisi öğretim üyelerinin çoğunluğu tarafından desteklenmiş, itibar görmüştür.

Bunlar aracılı­ğıyla, felsefe dinden koparılıp bağımsız hale getirilmiş, böy­lece de felsefe herkes tarafından kabul edilen dinî delilleri inkâra başlamıştır.

Açıkça bilinen şekliyle maddeci yönelime gelince bu yö­nelim, her ne kadar İngiltere’de Hobbes gibi birkaç sayılı adamın şahsında kendini gösterebilmişse yine de İngiltere’de felsefenin mevkiini elinden alamamış ve direksiyonu idealist felsefenin elinden alıp kendisi kullanamamıştır.

Buna kar­şılık Fransa’da felsefe alanında büyük fırtınalar koparmış, Fransa’yı adeta maddeci yönelim deryasına boğmuştur.
3
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


Buna karşılık XVIII. yüzyılda Fransız düşüncesi Voltaire, Didero ve benzeri maddecilik öncüsü filozoflara sahipti. Ayrıca İngilterenin de çağdaş felsefe tarihinde idealizmin iki ünlü müjdecisi George Berkeley ve David Home sayesin­de idealizm alanında epey mesafeler kat etmiş olduğunu gör­mekteyiz.

İşte böylece hepimizin gördüğü gibi tarih alanındaki sonuçlar Marxistlerin beklemekte olduklarının tam tersi bir şekilde ortaya çıkmaktadırlar.


Çünkü idealizm felsefesi diğer bir deyişle, Marxistler yanında en katı ve en gerici bir felse­fe olan idealizm; ekonomik ve teknik yönden zirveye ulaşmış olana en yüksek bir yapıya sahip olan toplumlarda filizlen­mektedir.

Buna karşılık maddeci felsefe, Fransa gibi ekono­mik ve sosyal alanda geri kalmış olan toplumlarda barına­cak ve yerleşecek yer aramaktadır. Maddi şartlar yönünden İngiltere’den kat kat gerilerde olduğu bir dönemde maddeci gelişim ve diyalektik, Almanya’da doğmuştur.

Bütün bunlara rağmen marksizm, felsefi düşünce ve fel­sefi evrime ilişkin ekonomik kondisyon ve ekonomik geliş­melere dayalı yorum stilini onaylamamızı istemektedir.

Marksizm, bu konudaki görüşlerini haklı gerekçelere da­yandırmak için tarih kanunlarının bazı istisnai yönlerini bul­maya çalışmaktadır.

Bu kanunların istisnai yönlerini bulmak öte tarafta, kalsın; bu kanunların doğru olduklarına dair bir delil bile yoktur, Marxistlerin yanında. Şuradan buradan mazeretleri arayacağımız yerde, bu kanunların yanlışlıkla­rını ortaya koymak için bazı deliller ararsak daha iyi olur, her halde.

Gördüğümüz gibi sonuç olarak diyebiliriz ki; toplumun felsefi anlayışıyla üretim güçlerinin ekonomik kondisyonları arasında zorunlu bir bağlantı mevcut değildir.

Felsefe ile tabiat ilimleri arasındaki ilişkiye gelirice bu konuyu; felsefi anlayışla ilmî anlayışın çerçevesinde, felsefî düşünce ile ilmî düşüncenin odak noktası niteliğindeki esaslar dahilinde detaylara inmek suretiyle inceleyeceğiz.

Ki felse­fe ile doğa bilimleri arasında bulunması mümkün olan bağ­lantının ve karşılıklı etki tepkinin niteliklerini öğrenme im­kânım elde edelim.

Bu konuyu «felsefetûna» adlı kitabımızda ele aldık. Ama yine de felsefenin doğa bilimlerine bağlı olduklarına ilişkin ortaya atılan varsayımlar üzerindeki kuşkumuza kı­saca işaret etmeden geçemeyeceğiz. Çünkü bazen felsefe, kâi­natın yorumlanmasına dair bazı yönelimlere ulaşma işinde ilimi (tabiat ilimlerini gerilerde bırakmaktadır.

Felsefeden geri kalan ilim, bu yönelimlere varmak için kendine özgü yön­temleriyle yoluna devam etmektedir. Kâinatın atomlarla yo­rumlanmasına ilişkin en açık örnek, yunanlı filozof Demok­rit'in vermiş olduğu örnektir. Demokrit'in kâinatı atomlarla açıklamasına dayalı olarak tarih boyunca birçok felsefi ekoller kurulmuştur.

Hem de ilimin, kâinatı bu şekilde yo­rumlama seviyesine ulaşmasından önce... Kâinatın yorum­lanması, felsefi karakteri üzerinde taşımaya devam etmiş, en sonunda bu yorum stili ilk olarak 1805 yılında Dalton tarafından ilmîlik kılığına büründürülmüştür. Çünkü Dalton, kâinatın atomlarla yorumlanması varsayımını, kimya­daki sabit oranlan yorumlama işinde uygulanmıştır.

***

Bütün bunlardan sonra yapacağımız tek iş, felsefenin sınıfsal karakteri üzerinde bir inceleme yapmak olacaktır. Marksizm, felsefenin kendi sınıfsal çerçevesinden uzaklaştı­rılmasının imkânsız olduğunu kesinlikle söylemektedir.

Marksizme göre felsefe; belirli bir sınıfın çıkarlarının en üst aklî seviyedeki sürekli bir ifadesidir. Bu konuda M. Konfors şöyle demektedir.

«Felsefe; sınıfsal bir görüşün geçici değil, sürekli bir ifa­desidir. Her bir felsefe kâinatta yaşamakta olan her hangi bir sınıfın görüşlerinden ibarettir.

Felsefe, bir sınıfı, sınıfın mer­kezini, sınıfın tarihî amaçlarını anlama metodudur. Felsefi ekoller; enbiyadaki imtiyazlı sınıfların veya imtiyaz sahibi olmak uğruna çaba harcayan sınıfların görüşlerini ifade ederler.» [30]

Marksizm sadece bu kısa tariflerle yetinmiyor. Daha da ileri giderek idealist felsefenin (idealist felsefeden; kâinat sırf maddeci açıdan yorumlamayı kabul etmeyen bütün felsefeleri kastetmektedir.

Marksizm), ezici egemen sınıfın fel­sefesi olduğunu söylemekte ve bunu ispat için bütün ağırlı­ğını ortaya koymaktadır. Marksizmin iddiasına göre sömür­mekte olan azınlıklar, tutucu bir felsefe olduğu için hep idea­list felsefeye sarılmışlardır; tarih boyunca. İdealist felsefe­nin desteğiyle de eski olan her şeyi kendi halinde bırakmaya çalışmaktadırlar.

Maddeciliğe gelince bu felsefi sistem, idealizmin tam tersidir. Çünkü maddecilik her zaman, ezilen sınıfların fel­sefi anlayışını dile getirmekte ve haklı mücadelelerinde de olanlardan yana bir tavır almakta, demokratik yönetime ve halkçı değerlere istinad etmektedir.[31]

İdealizmle maddecilik arasındaki bu iki zıt tutumun, her iki felsefenin bilgi kuramına ilişkin görüşlerinin ayrılı­ğından ileri gelmekte olduğunu Marksizm iddia etmektedir.

İşte bu noktada Marksizm, bilgi kuramının kevni alana iliş­kin yanıyla ahlakî alana ilişkin yanını birbirine karıştırmak­ta ve idealistlerin, varlığı mutlak olan gerçekleri kesin ola­rak kabul ettikleri gibi aynı zamanda sosyal kondisyonun da mutlak değerlerine inanmakta olduklarını zannetmekte­dir.

İdealizm veya metafizik, sabit ve mutlak bir yüce ger­çeğin (Allah'ın) varlığına inandığı gibi toplumun yüksek ekonomik ve siyasal olgularına ve idare mekanizması olan hükümetin de sabit ve mutlak birer gerçek olduklarına inan­maktadır. Bu olguların değişmesine de imkân yoktur.

Gerçek şu ki, metafiziğin felsefi bilgi kuramına ve varlık anlayışına uygun mutlak gerçeklerin var oluşu; sosyal ve siyasal alanda da bu tür bir kapsamlılık ve mutlaklığın bulunmasını gerektirmez.

Metafizik felsefenin öncüsü olan Aristo'nun, siyasal alanda bir çeşit nisbiliğe inanmakta ve bu nedenle de en elverişli hükümet biçiminin, durum ve or­tama uyan bir hükümet biçimi olduğunu iddia etmekte ol­duğunu görüyoruz. Aristo'nun metafiziksel alanda mutlak gerçeklerin varlığına inanmış olması onu, sosyal alanda nisbî elverişliliğe ilişkin sözler söylemekten alıkoymamıştır.

Bu hususu derinlemesine bir şekilde «felsefetûna» adlı kitabımızda inceledik. Yalnız üzerinde durmamız gereken husus şudur: Marksizmin, maddecilik ve idealizmin tarihî sınıfsal yönelimlerine ilişkin ortaya atmış olduğu önerileri tarih doğrulamış mıdır?

Bu hususta tarihten, özellikle maddeciliğin tarihinden iki örnek verebiliriz:

1 — Eski dünyanın en büyük filozofu Heraklites.

2 — Çağdaş felsefede maddeciliğin önde gelenlerinden
biri olarak kabul edilen Hobbes...

Gelelim Heraklites'e: Bu filozof, insanlar arasında-hal­kın ruhundan en fazla uzak olan biridir. Marksizm, maddeci felsefenin özüne bu filozofun kalıbını basmıştır

Heraklites, soylu bir aristokrat ailenin çocuğuydu. Şeh­rin en önde gelen eşrafındandı. Büyük makamlara yükselme yolunda şansı kendisine yaver gitmiş, en sonunda şehrin oto­riter bir başkanı oldu.

Her zaman ve her işinde kendi aristok­rat eğilimlerini ortaya koyar, halktan üstün olduğunu söy­ler, halkı küçük düşürürdü. Hattâ bazı zamanlar halkı şu cümlelerle niteleyecek kadar ileri gittiği de olurdu: «Davarlar, otu altına tercih ederler.» «Köpekler, tanıyıp tanıma­dıkları herkese havlarlar!»

Gördüğümüz gibi eski dünyada diyalektik materyalizm sadece bir tek şahısta cisimlendirilmekteydi. Bu şahıs; de­mokrasi ruhu ve halkçı iktidara dayanma eğiliminden baş­ka her şeyle nitelendirebiliyordu.

Buna karşılık Grek dün­yasında idealizmin önderi Eflâtun; halkı devrimci düşün­celer etrafında toplanmaya çağırıyordu. Onun görüşleri, mutlak bir komünizm düzeninde ancak somuti aşabilir. Eflâtun, her türüyle özel mülkiyete karşıydı. Marksizme göre bu iki filozoftan hangisi, devrimciliğe ve bağımsızlık de­ğerlerine daha fazla yakındır?

Gelişme döneminde aşın maddeci felsefenin bayrak­tarlığını yapan Hobbes ise bu tutumuyla Dekart'ın metafizikçiliğine karşı cephe almış oluyordu. Bu filozofun malî durumu, Heraklites'inki kadar iyi değildi.

İngiltere’de kra­liyet ailesinden bir prensin öğretmeni idi. Bu prens, daha sonra 1660 yılında II. Sari adıyla krallık tahtına oturacaktı.

II. Sari ile olan bu ilişkisi sebebiyle Hobbes, İngiliz halkının Kromvel komutasında başlatmış olduğu büyük devrim ha­reketine karşı çıkmıştı. Devrim hareketinin büyüyerek kra­liyet tahtını yerinden oynatması ve bu tahtın yerine Krom­vel başkanlığında bir cumhuriyet rejimini kurması dolayı­sıyla, kraliyet ailesinin güçlü akıl hocası maddeci filozofu­muz, kaçıp Fransa’ya sığınmak zorunda kaldı.

Fransa’da kaldığı sürece, mutlak bir kraliyeti fikren desteklemeye devam etti. Burada kendi siyasal felsefesini içeren Levianthe (Ejderha) ... adlı kitabını yazdı. Bu kitabında Hobbes, halk bireylerinin özgürlüklerinin teker teker, ellerinden alınarak, mutlak dikta esasına dayalı bir kraliyetin kurulması gerektiğini ısrarla savunuyordu.

Maddeci felsefenin Hobbes ara­cılığıyla böyle bir siyasal yönelimi desteklediği zamanda metafizikçi felsefe, bu yönelimin tam tersi bir tavır takını­yordu. Hobbes'e çağdaş olan bazı kahraman düşünürlerin şahsında temsil edilmekteydi, metafizikçi felsefe. Metafizikçiliğin öncülerinden olarak filozof Spinoza'yı anabiliriz. Spînoza; halkın, iktidarı eleştirme hattâ gerekirse yönetime kar­şı, ayaklanma yetkisine sahip olduğuna inanmış bir filozof­tu.

«Halkın iktidara olan ortaklık oram fazlalaştıkça bir­lik ve beraberlik güçlenir» diyerek de demokrasi düze­ninin savunuculuğunu yapmışta, Spinoza.

Bu iki felsefeden hangisi aristokrasi ve diktadan yana­dır? Aristokrat bir aileden gelme Heraklites felsefesi mi, yok­sa «Devlet» adlı eserin yazarı Eflâtun felsefesi mi? Dikta rejiminden yana olan Hobbes felsefesi mi, yoksa halkın ik­tidardaki hakkını savunan Spinoza felsefesi mi?

Bu arada üzerinde düşünmemiz gereken bir diğer hu­sus da şudur: Marksizme göre felsefî düşünce sınıfsal esas­lara dayalı olduğuna göre bu tür bir düşünce hiçbir zaman particilik zihniyetinden arındırılamaz.

Buna göre hiçbir fel­sefe araştırıcısı, insan düşüncesi meselelerini taraf tutmak­tan uzak objektif bir hava içinde ele alma imkânını bula­mayacaktır. Tüm fikri araştırma ve incelemeler katı bir particilik ve taraf tutuculuk rengine boyanmışlardır.

Bu sebeple de marksizm kendi felsefesi ve orijinal düşünceleri­nin partizan karakterini açıklamaktan kendisi- ve düşünür­lere göre, araştırmalarda objektif bir havanın hâkim olma­sının imkansızlığını kabullenmekten ve bunu açıkça itiraf etmekten hiç de çekinmemektedir.

Ayrıca her zaman, araş­tırmalarda tam bir tarafsızlığın ve objektif bir havanın hâ­kim kılınmasına ilişkin eğilimlerin, burjuvazinin bir efsa­nesinden başka bir şey olmadığını ve dolayısıyla da bu efsa­nenin ortadan silinmesi gerektiğini söylemekte ve bunu de­falarca tekrarlamaktadır. Bu konuda ünlü marksist yazar Tsagin şöyle demektedir:

Burjuvazinin partisizlik, bloksuzluk ve teoride objektif­lik eğilimlerine karşı Lenin, sebat ve ısrarla savaşmıştır. 1890 yılından bu yana Lenin, burjuvazinin objektiflik eğilimine ağır darbeler vurmuştur. Legal Marxçılar bu eğilimi des­teklemişlerdir. Bu Legal Marxçılar ki, teorideki particilik fikrini eleştirmiş ve teorik alanda özgürlük istemişlerdi.

Le­nin, revizyonistlere ve legal marxsçılara karşı olduğunu şu cümleleriyle açıklamıştır: Marksizm kuramı, proletaryanın particilik ruhu ilkesini açıkça ve hem de sonuna kadar ilân etmek zorunluluğundadır... Sosyal alandaki şu veya bu ol­guyu tam lâyıkıyla değerlendirebilmek için, söz konusu olan olguya işçi sınıfının çıkarları ve bu sınıfın tarihî evrimi açı­sından bakmalıyız.

Bir proletarya diktatörlüğünün kurulmasının tarihsel zorunluluğunu bilimsel açıdan kanıtlama olanağını işçi sınıfına veren tek etken, particilik ve taraf tutuculuk ruhu­dur.» [32]

Bu meyanda Lenin de şöyle der:

«Maddecilik, particilik ve taraf tutuculuğu zorunlu kıl­maktadır. Çünkü maddecilik, olay lan değerlendirirken biz­leri, belirli bir sosyal sınıfın görüşlerine gereksinmeksizin bir bloke yönelmeye zorlamaktadır...» [33]

Bu noktadan hareket eden Gdanov, batı felsefesi tarihi hakkında Alexandrov'un yazmış olduğu kitaba sert eleştiri­ler yöneltmiştir. Çünkü Alexandrov; kitabında, araştırma yapan herkesi objektif olmaya çağırmıştı. Bu sebeple de Gdanov, yapmış olduğu hararetli eleştirisinde şunları söy­lemişti:

«Bana göre önemli olan şudur ki Alexandrov, çeşitli hat­tâ birbirine çelişik felsefî kuramların kurucularının birbir­lerine karşı tarafsızlık ruhu ve objektiflik havası içinde dav­ranmaları gerektiğini açıklayabilmek için Tsarinovski'nin yazısını delil olarak göstermektedir.

Alexandrov; yazısında Tsarinovski'nin, objektiflik ve hoşgörürlüğü öven makale­sinden bir pasajı olduğu gibi yorumlamaksızın aktarmıştır. Bu da açıkça kanıtlıyor ki yazarımız, Tsarinovski'nin özel görüşlerini temsil etmektedir.

Durum böyle olunca açıkça görülüyor ki Alexsandrov; leninizmde temel bir ilke olan felsefedeki particilik ye taraf tutuculuk ilkesinin önemini inkâr yoluna girmiştir.» [34]

Sizlere sunmuş olduğumuz bu metinlerin ışığında kendi kendimize soralım.- Marksizm, felsefedeki particilik ve taraf tutuculuk düşüncesine neden bu kadar önem vermektedir? Fikri alanda kişinin, kendi çıkarlarını savunmakta olan sı­nıfın bloğuna geçmesini neden zorunlu kılmaktadır, marksizm?...

Eğer bununla marksist felsefecilerin; işçi sınıf mm çı­karlarını, kabul veya reddettikleri düşünceler için bir ölçü aleti olarak kabul etmelerini —her ne kadar kesin delillere dayalı olsa da işçi sınıfının çıkarlarıyla çelişen hiçbir düşün­ceyi kabul etmemelerini— amaçlıyorsa bu şu mânaya gelir:

Marksizm, bizzat kendi sözlerine olan güvenimizi sarsmakta Ve onun ortaya atıp savunduğu görüş ve düşüncelere olan inancımız üzerinde bizi kuşkulandırmaktadır.

Böylece de marx'ın uğruna mücadele verdiği ve çağdaş düşünüşün mucizeleri niteliğinde bazı şeyleri ileri sürerken yanılgıya düşmüş olduğunu bilmesi lâzımdır.

Eğer marksizm particilik ruhundan; her ferdin bir sını­fa bağlı .olup bu sınıfın çıkarlarım savunuşunu, farkında olmaksızın dahi bu sınıfın görüş ve kavram gibi çıkarları doğrultusunda bir gidiş tarzına koyulusunu, araştırma ve incelemeleri esnasında objektif olmaya çalışsa bile yine de sınıfsallıktan arınmasının imkânsız oluşunu kastediyorsa bu tutumu, marksizmi; her zaman şiddetle karşı çıkmış olduğu «Zatî nisbet» anlayışına doğru sürükleyecektir.

Umarım ki okuyucu, «Felsefetûna» adlı kitabımızın bil­gi kuramı bölümünde ortaya atmış olduğumuz görüşlerden biri olan «zatî nisbet»i hatırlayabilecektir. Bu görüşe göre gerçek, pozitif realiteye ve objektiflik düşüncesine hiçbir za­man uymamaktadır. Gerçek, kişinin ruhî ve organik bileşi­minde mevcut olan özel şartlar düşüncesine uymaktadır.

Şu halde diyebiliriz ki her kişiye göre gerçek; o kişinin özel bile­şimiyle uyuşan şeydir. Gerçek, dış realiteyle uyuşmaz. Bun­dan ötürü gerçek, zatî görelik niteliğini taşımaktadır. Ya­ni gerçek her şahsa göre değişir. Bir kişiye göre gerçek olan şey, bir başka kişiye göre gerçek olmayabilir.

Bu sübjektif nisbîlik görüşüne marksizm, şiddetle sal­dırmakta ve gerçeğin objektif realite, düşüncesine uygun ol­duğunu ifade etmektedir. Şunu da söylemek gerekir ki ob­jektif realite sürekli bir evrimleşme içindedir.

Bu realiteyi yansıtan gerçek de evrimleşme süreci içinde olduğuna göre bu gerçek de nisbî (göreli) dir. Ne ki burada görülen nisbî­lik, objektif olup objektif değişim realitesine tâbidir. Bu ger­çek, sübjektif olmadığı gibi düşünen insanın ruhi ve orga­nik bileşimine de bağlanmamaktadır.

Marksizmin bilgi kuramı hakkında söyledikleri işte hep bunlardan ibaret.

Ama marksizm, düşünce alanında sınıfçılık ve parti­cilik ruhunu desteklemesi, araştırma ve incelemelerde araş­tırıcının kendi sınıfının çıkarlarından uzaklaşmasının im­kânsız olduğunu iddia etmesi dolayısıyla yemden sübjektif nisbîlik eğilimine kaymaktadır. Çünkü böyle bir yol izlene­cek olursa, gerçek; düşünürün ve araştırmacının kendi sını­fının çıkarlarıyla uzlaşmış olacaktır. Zira her düşünür, an­cak kendi sınıfsal çıkarları çerçevesinde realiteyi kavrayabilir.

Bundan ötesine de gücü yetmez zaten. Oluşum ve toplum anlayışını bize açıklarken marksizmin; düşünürün gü­cünün, realiteyi tahayyül yeteneğinde olduğunu ispatlama­sı imkânsızdır. Ancak yapacağı tek şey, şunu söylemek ola­caktır: işçi sınıfının çıkarlarıyla uyuşan şey; realiteye ters düşer. Tüm düşünce ekollerinin yanında gerçeklik ölçüsü şudur: Sınıfın koruyup savunmakta olduğu çıkarlarla uyu­şan her şey gerçektir.

Böylece de gerçek, göreli olmakta ve düşünürden düşünüre göre değişmektedir. Ama bireylerin ruhî ve organik bileşimlerine göre değil... Tersine, bireyle­rin bağlı bulundukları sınıfsal bileşime ve sınıfsal çıkarlara göre... Şu halde gerçek, sınıfsal ve görelidir. Sınıflara ve sı­nıfların çıkarlarına göre değişir!

Gerçek, objektif görelilik niteliğine sahip değildir. Şu halde gerçeğin, objektif bir rea­liteyi içerdiğim söylemek veya bir realiteyi gerçeğin bünye­sinde belirlemek mümkün değildir. Çünkü marksizm devamlı surette, —Türü ne olursa olsun— düşüncenin sınıfsal çı­karlar sınırını aşmasına izin vermemektedir.

Ayrıca sınıf­sal çıkarlar da sürekli olarak bazı, düşünceleri —bu düşün­celerin doğruluk ve yanlışlıklarını hesaba katmıyoruz— et­rafa yaymaktadır. Bunun sonucu olarak da felsefî gerçek­lere ilişkin sürekli ve mutlak bir şüphe ortaya çıkmaktadır.



C—İlim:

Bazı sebeplerden ötürü ilmî düşünceler üzerinde fazla durmak istemiyorum. Dursak da şayet, marksizmin gerek felsefe gerekse insan varlığını ilgilendiren tüm alanlarda tekrarlanmakta olduğu teraneleri duymuş olacağız.

Marxa göre tabiat ilimleri, maddi ihtiyaçlara uygun olarak gelişip ilerlemektedirler, Maddî ihtiyaçlardan da ekonomik kondisyon doğmakta ve ekonomik ortamların gelişip tekâmül etmelerine bağlı bir şekilde peyder pey gelişmektedir.

Eko­nomik ortamlar, üretim güçleri ve üretim yöntemlerinin ta­rihî bir ürünü olduğuna göre marksizmin, ilmî hayatı üre­time dayalı bir şekilde yorumlaması acayip karşılanmamalı-dır. Nitekim marksizm, tarihî hareketin ve tarihin çok yanlı işlemlerinin analizini yaparken de üretimi esas almaktadır.

Tarihin her aşaması, kendi bünyesinde bulunan üre­tim yöntemlerine uygun bir ekonomik karaktere sahip olur. Kendi ekonomik realitesinin ve bu realiteden doğan maddî ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı oranda ilmî gelişmelere kat­kıda bulunur. Sözgelimi XVII.

yüzyılın sonlarında ilimin, buharın muharrik gücünü keşfetmesi, ekonomik ortamların ve sermayeyi üretimin, bizzat dayalı bulunduğu aletleri, makineleri hareket ettirebilmek için büyük bir güce ihtiyaç duyuşunun bir eseri olmuştu. İlim tarihinin dolu olduğu di­ğer gelişim, keşif ve bulgular da hep bu şekilde meydana gelmiştir.

İlimlerin üretim güçlerinin teknik ve ekonomik kondisyonlarına bağlı oluşlarını açıklama sadedinde Roger Garaudy şöyle der: Üretici güçlerin ulaşmış oldukları teknik seviye, ilmi çeşitli meselelerle karşılaştırmakta ve bilimin bu meseleleri ele alıp gerekli çözümü getirmesini zorunlu kılmaktadır.

Bu seviye, üretim güçlerinin evriminden ve teknik kondisyonundan doğmuş olan meselelere bağlı bir şekilde daha da yükselmektedir. Garaudy, bu esasa dayana­rak; bir tek bulgunun aynı zamanda birkaç bilgin tarafın­dan ortaya konuluşunun nasıl mümkün olduğunu açıkla­maktadır, örneğin; ısı ile iş arasında bir dengenin bulun­duğunu üç bilgin aynı zamanda ortaya (koymuştur.

Bu bil­ginler; Fransalı Karino, İngiltereli Gol ve Almanyalı Mayer idi. Nasıl ki üretim güçleri evrimleşerek ilmi, çözümlenme­si zorunlu olan meselelerle karşı karşıya bırakıyorsa aynen öyle de Garaudy, bir başka yönden ilimlerin üretim güçle­rinin kondisyonuna bağlı olduklarını dile getirmekte ve bu bağlılığı şöylece açıklamaktadır.

Üretim güçlerinin ev­rimleşmesinin bilime, araştırmalarda kullanılacak olan bazı malzemeler hazırlamakta ve ayrıca deney ile kontrol için bu­lunması zorunlu olan malzemelerin tümünü ilime emanet olarak vermektedir.[35] Bundan sonra da marksizmin ilimi yorumlaması karşısındaki düşüncelerimizi özetleyeceğiz:

A — Modern çağı bir tarafta tutacak olursak görece­ğiz ki daha önceki çağlarda yaşamış olan toplumlar, üretim araçları ve üretim yöntemleri açısından birbirlerine çok ya­kındırlar. Eski toplumlar arasında bu hususta esaslı bir ayrılık yoktu. Eski toplumların birçoğunda üretimin başta gelen iki önemli türü, basit tarım ve el sanatlarından ibaretti.

Marksizm geleneğinde bu; eski toplumların hepsinin ay­nı temellere dayalı oldukları anlamına gelmektedir. Buna karşılık eski toplumların ilmi seviyeleri birbirlerinden çok ayrı derecelerde idi.

Eğer üretim araç ve yöntemleri her top­lumun ilmî içerliğini belirleyen, kendi tarihî-derecesine gö­re ilmî hareketi hızlandıran temel etkenler olarak kabul ediliyorlarsa o zaman eski toplumlar arasındaki bu ilmî seviye ayrıklığını yorumlamak imkânsız hale gelecektir.

Tarihi oluşturan temel güçler bütün eski toplumlarda hep aynı ise o zaman ilmin bir toplumda gelişip diğer toplumda gerileyişini hangi aklî nedenlere bağlayabiliriz?

Dayanmakta oldukları esasın aynı olmasına rağmen Or­taçağ Avrupa toplumuyla; Endülüs, Irak ve Mısırdaki is­lâm toplumu arasında hangi sebepten ötürü bir ayrılık mey­dana gelmişti?

Neden Batı Avrupa’da ilmî bir gelişme müj­desi parlamamıştı da sadece islâm toplumunda, hem de çe­şitli alanlarda ve de en yüksek seviyede ilmî gelişme hareket­leri başlamıştı? Bu gelişme o kadar ileriydi ki, haçlı savaş­ları sırasında Avrupalılar, Müslümanların ilim ve medeni­yetteki üstünlüklerini gördüklerinde hayretten dona kalmışlardı...

Niçin sadece Çin tek başına matbaayı icat etti de, diğer toplumlar ancak Çin'in aracılığıyla matbaayı elde edebildiler? Müslümanlar matbaayı milâdın VIII. yüzyılında Çinli­lerden almışlar, Avrupalılar da XIII.

yüzyılda Müslümanlardan almışlardı. Eski Çin'in dayanmakta olduğu ekono­mik temel, öz bakımdan diğer toplumların dayanmakta ol­dukları temelden ayrı mıydı?

B — Her ne kadar çoğu zaman ilmî çalışmalar, ibdaı (icat) gerektiren sosyal maddi ihtiyaçları dile getiriyorlarsa da bu ihtiyacın; tarih ilmi ve bu ilmin gelişimini yorum­layacak olan biricik esas olarak kabul edilmesi imkânsızdır. Bir çok ihtiyaçlar vardır ki; binlerce yıllık süre içinde soyut olarak tek başına insanın maddi hayatında ilimden pay ko­parmayı becerememişlerdir. Ancak zamanı gelince ilim, ken­diliğinden bu ihtiyacı giderecek seviyeye ulaşmıştır.

Bu hu­susta ilmî bir icat örnek olarak göstereceğiz. Bu örnek siz­lere belki önemsiz gibi görünecektir. Fakat aslında bu bu­luş zamanında yepyeni bir ilmî gelişmeyi ifade etmişti: Dür­bünün icat edilişini size •örnek olarak vereceğiz.

İnsanın dürbüne olan ihtiyacı çok eskilere, ta'a insanın doğuş zamanına kadar dayanmaktadır. Fakat bu maddi ih­tiyaç, zamanını dolduruyordu. XIII. yüzyılın başlangıcına kadar XIII. yüzyılda Avrupalılar Müslümanlardan, ışığın yansıması ve kırılmasına ilişkin bilgileri aldılar.

Ve sonunda Avrupalı bilginler, Müslümanlardan almış oldukları bu bil­gilerin ışığında dürbün yapmayı başardılar. Şimdi diyebilir-miyiz ki bu ilmî icat, toplumun maddi ve ekonomik realite­sinden doğan ihtiyaçların bir sonucu olarak doğmuştur? Yi­ne diyebilir miyiz ki bu icat, gelişim ve evrimleşme sürecinde belirli bir aşamaya gelmiş olan fikri faktörlerin bir sonu­cu olarak doğmuştur?

Ekonomik ortamlardan doğan ihtiyaçların, ilmi ve il­mî icatları keşfetmesi mümkün olsa şayet; XIII. yüzyılda Avrupalıların yön saptamak için mıknatıs gücünü keşfetme­lerini anlama olanağını nasıl elde edebiliriz. XIII. yüzyılda mıknatıs gücünün bulunması, denizlerde gemilere yol göster­mek amacıyla mıknatıslı iğnelerin kullanıldığı bir döneme rastlar. Daha önceki zamanlarda deniz yollan, ticaret için en başta gelen yollar olmaları nedeniyle büyük önem taşımaktaydılar.

Bütün bunlara rağmen eski dönemlerde gemi­lerin yönünü belirlemek amacıyla mıknatıs gücünü bulma imkânı elde edilmemişti. O zamanın insanlarının ekonomik realitelerinden doğan ihtiyaçları da bu gücün bulunması hususunda kendilerine yardımcı olmamıştı. Buna rağmen bazı tarihî rivayetler, Çin'in, mıknatıs gücünü yaklaşık ola­rak M.Ö. VII. yüzyılda keşfettiğini ortaya koymaktadırlar.

Yeni atılımlar için gerekli fikri şartların tamamlanması halinde ilmin, bir takım sosyal ihtiyaçlar ortaya koyarak ileri aşamalara geçme imkânı vardır.

Marksizme göre buha­rın muharrik gücü; Kapitalist toplumun ihtiyaçlarından bi­ridir. Fakat buna rağmen ilim, bu gücü miladın III. yüzyılın­da yani, sanayi kapitalizminin belirtilerinin tarih sahnesin­de görünüşünden 10 asır önce bulup ortaya koymuştur. Eski toplumların bu buhar gücünden yararlanmamış oldukları bir gerçektir.

Fakat biz, toplumun ilimlerden yararlanıp yarar­lanmamasından söz etmiyoruz. Konumuz; ilmî hareketlerin bizzat kendisidir. Burada biz; kendiliğinden yenilenen sosyal ihtiyaçlarından ve kendine özgü bir tarihi ile, psikolojik şartlan bulunan orijinal hareketlerden söz ediyoruz. Ve bu konular üzerinde bir inceleme yapıyoruz.

C — Marksizm, üretim araçları ve bu araçların teknik kondisyonlarının öne sürmüş olduğu problemler karşısında ilimin çemberini daraltmaya çabaladığında teorik olan ta­biat ilimleriyle, pratik olan diğer sanatları birbirine karış­tırmaktadır. Pratik sanatlar; deney ve alışkanlık mahsûlü olup bu mahsulü babadan oğul’a kalıtım yoluyla işçiler elde etmişlerdir.

Pratik sanatlar her zaman üretim güçleri­nin çıkarına uygun bir şekil alır.. Bu güçlerin ortaya koyup da cevap beklediği veya üstesinden gelmek istediği mesele­lere bağlı olarak gelişip evrimleşirler.

Tecrübî -teorik ilimlere, gelince bu ilimler, söz konusu meselelere uymamaktadırlar. Tersine teorik ilmî gelişme­lerle pratik sanat alanındaki gelişmeler, büyük bir zaman süresi içinde yani XVI. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar ge­çen süre içinde birbirinden ayrı iki çizgi üzerinde ilerlemiş­lerdir.

XVI. yüzyılda ilmin doğuşundan sonra pratik sanatların üzerinden iki asır geçiyor. Bu süre zarfında pratik sa­natlar, ilimden yararlanma imkânını bulamamışlardır. Bu durum 1870 yılında elektrik sanayinin başlamasına kadar devam etmiştir.

Bu arada XVIII. yüzyılın sonlarına kadar insanların, kimya alanında ilmî devrimlere rağbet göstermediklerini ve bu devrimleri kabullenmediklerini öğrenmemizde yarar var­dır, kanısındayım, Bu süre zarfında pratik sanatlar, demir ve çelik sanayi alanında güzel icraatlar yapmışlardır.

Bu işleri yapan sanatçılar dadana önceleri, sert ve yumuşak cinsleriyle birlikte demir ve çelik arasında kimyevî ayrılıkların bulunduğunu bilmiyorlardı. Bu ayrılık, demir ile çelikteki karbon oranının değişikliğinden ileri gelmektedir.

İlmî düşünce çizgisiyle pratik sanatlardaki sırf deneyler çizgisi arasında uzun bir zaman boyunca süren bu ayrı­lık; ilmin fikrî bir tarihinin varlığını ortaya koymakta ve bu tarihin, yenilenen üretimin ihtiyaçlarının bir sonucu ol­madığı gibi üretimin teknik isteklerine verilen bir cevap da olmadığını ispatlamaktadır.

Roger Garaudy geçen sayfalarda şöyle bir düşünce be­yanında bulunmuştu: Bir tek ilmî icat, aynı anda birkaç bilgin tarafından ortaya konulabilirmiş... Bu, ilmî icatların her zaman üretim araçlarının teknik ortamlarının birer ürü­nü olduklarını ispatlamaz.

Tıpkı marksizmin, bu olgudan şöyle bir sonuca varmayı dilediği gibi. Marksizme göre maddi ve ekonomik ortamlar, üretim güçlerinin bilginlere yeni meseleler çıkarmalarına ve bilginleri bu sorunları çözümlemek için düşünmeye yö­neltmesine müsaade ettikleri zaman bilginler.

Kısa bir süre içinde, kendilerinden istenen keşifleri (veya çözüm yolları­nı) ortaya koyabilirler Çünkü kendilerini düşünmeye iten güç, üretimin evrimi esnasında meselelerin kendilerine yönel­tildiği zamanda ortaya çıkmıştır.

Fakat bu olgu için mümkün olan yegâne yorum stili bu değildir. Tersine söz konusu olgunun, bu bilginlerin genel bi­lim seviyeleri, psikolojik ve fikrî şartlarla tecrübeleri bakımından birbirlerine olan benzerlikleri yoluyla da yorumlan­ması mümkündür.

İncelemekte olduğumuz bu olgunun üretim ve üretim evrimlerinin sorunlarından uzak, teorik ve ilmî bir alanda var olması, bu tür bir yorumun imkânını ispat etmektedir. Meselâ üç ekonomi bilgini aynı zamanda, değer yorumlamasındaki sınırlılık kuramını ortaya koymuşlardır. Bu bilgin­ler sınırlılık kuramım şu tarihlerde ortaya koymuştular: İngi­liz Gifon (1871).

İsviçreli Wallrass (1874). Almanyalı Kari Mancher (1871). Açıkça görülüyor ki sınırlılık kuramı; in­san topluluğunun yaşamında, eskilere dayalı olan ekonomik bir olgunun (Bu olgu, değişiklilik değeridir.) Belirli bir teo­rik yorumundan başka bir şey değildir. Şu halde diyebiliriz ki; sınırlılık kuramının ilmî içeriğiyle üretim biçimleri veya tabiî üretici güçlerin evrimi arasında hiçbir ilişki yoktur. Ayrıca sözünü ettiğimiz bu yorum stili, sağlıklı oluşunun kanıtını bu üretici güçlerin evriminden de almamıştır.

Üç ekonomi bilgininin yaklaşık olarak aynı anda, değe­rin açıklanmasına ilişkin belirli bir görüşü ortaya atmaları­na dayalı bu yorum stili; adlan geçen bilginlerin, analitik güçleri ve fikrî şartları bakımından birbirlerine yakın olma­larından başka bir şey ifade etmez.

D — Tabiat ilimlerinin üretici güçlerin evrimine olan bağlılıklarını ele alalım: Bu güçler, bir kaynak niteliğinde olup araştırmalar için zorunlu olarak gerekli olan malzeme­leri ilme sunmakla da ilmin koruyuculuğunu yapmakta­dırlar. Tabiat ilimleriyle üretici güçler arasındaki ilişki, ters çevrilmiş bir ilişkidir.

Şu sebeple ki; tabiat ilimleri her ne kadar deney, gözetleme, yayın ve kayıt için elde etmiş olduğu araçlara bağlı ve uygun bir şekilde gelişip tekâmül etmekte ise de bu araçlar bizzat, ilmin ürünleridirler.

Bu malzemeleri bilginlere bizzat ilimin kendisi vermiş­tir ki, bu sayede bilginler daha fazla teoriler ortaya atma, bilinmeyen sırları açığa çıkarma imkânını. bulmuş olsun­lar.

(XVIII.) yüzyılda mikroskobun bulunması üretim araç­larında bir devrim sayılır. Mikroskop insanın asla haberdar olmadığı bilinmez bir dünyanın üzerindeki perdeleri kaldır­mış ve her şeyi açığa çıkarmıştır. Peki mikroskop nedir ? Mikroskop; ilimin yani ışık kanunlarının ve ışığın mercekle­re yansıması keyfiyetinin keşfedilişinin bir ürünüdür, bir sonucudur.

Bu arada ilimin sadece söz konusu aletlerde ve malzeme­lerde temsil edilmediğini de öğrenmek zorunluluğundayız. Birçok gerçek vardır ki bu gerçekleri ortaya çıkaran keşif aletleri açıkta görülmemiştir.

Bu aletlerin örtülü, oluşları, gerçeğin ortaya çıkarılıp ilmî kalıplara dökülmesine elvere­cek kadar ilmî düşünce alanında bir gelişme ve olgunlaşma­nın başlamasına kadar devam etmiştir. Buna bir örnek ola­rak hava basıncı olayını anlatalım: Hava basıncı düşün­cesi XVII. yüzyılda ilim alanında büyük bir aşama olmuş­tur. İlimin bu büyük aşamayı nasıl kaydettiğini biliyor mu­sunuz? İlim bu aşamayı, önce Toriçelli'nirt zihnine hava ba­sıncı düşüncesini sokmakla kaydetmiştir.

Su püskürtme ale­tinin suyu ancak 34 ayak kadar yükseltebildiğim gören Toricelli bu konu üzerinde düşünmüştü epeyce zaman. Toriçelli'den önce binlerce kişi bu konu üzerinde düşünmüşlerdi.

Özel­likle Toriçelli'den önce yaşamış olan Galile de bu konu üze­rinde düşünmüştü. Fakat Toriçelli'nin büyüklüğü onun ha­va basıncını açıklayarak ilim dünyasında büyük bir deney kazandırmış olmasıdır.

Ki bunu asırlardan beri hepimiz bil­mekteyiz. Toriçelli bu deneyinin sonucu olarak şunları söy­lemişti: Püskürtme aletinin suyu yükseltebileceği yüksek­lik, 34 ayağı geçemez. Bu da hava basıncının ölçüsünü gös­terir. Hava basıncı 34 ayak uzunluğundaki bir su direğini ayakta tutabildiğine göre bu su direğini ayakta tutmakta olan 34 ayaktan kısa bir cıva direğinin bulunması gerekli­dir.

Çünkü cıva, sudan daha ağırdır. Toriçelli bu sonucun doğruluğun ispatlamak için, hava basıncının varlığım il­men ispatlamıştır. Bu ispat esasına dayalı olarak da ilmî birçok keşif ve icatlar ortaya konmuştur.

Tarihî bir olgu olması niteliğiyle bu ilmî icat üzerinde durarak şöyle bir soru sorma hakkına sahip olduğumuzu sanırım: Bu ilmî buluş, niçin XVII. yüzyılın belirli bir döneminde ortaya çıktı da daha önceki zamanlarda gerçekleş­tirilemedi?

Çeşitli ihtiyaçlarını gidermek amacıyla, daha önceki de­virlerde basınç gücünden yararlanmaya ihtiyacı yok muy­du? Toriçelli'nin kendisinden esinlenerek basınç teorisini ortaya koymuş olduğu, su fıskiyelerinin kullanışlarının baş­langıcından itibaren yüzyıllar boyu süren zaman zarfında bu olgunun varlığı insanlar tarafından biliniyordu. Kendi teo­risinin doğruluğunu ilmi yönden ispatlamak için Toriçelli’nin yapmış olduğu deney bu olguyu görüp de bir yorum getirmeye çaba sarf etmeyenler için de yapılması gayet kolay bir deneydi. Öyle değil mi?

Düşüncelerin bir araya gelip birbirlerini etkilemelerine ve kendi özel fikri -psikolojik şartlarca uygun bir şekilde ilmi hareketlerin orijinalitesine ve evrimleşmesine inanma­dığımızı kabul edelim. Bu durumda Toriçelli'nin ilmi bulu­şu hatta genel olarak tüm ilimler, tam yorumlarını ne üre­tici güçlerde ve ne de ekonomik kondisyonlarda bulamayacaklardır.

Burada biz sosyal düşüncelerden ve bu düşüncelerin eko­nomi etkeni ile olan ilişkilerinden söz etmeyeceğiz. Çünkü bu konu, kitabımızın ileriki -bölümlerinde etraflıca ele alı­nacaktır.



3—MARKSİST SINIFÇILIK:

Marksizmin temel noktalarından biri de marksizmin; sosyo-ekonomik incelemelere ilişkin genel yöntemine ve sos­yal kavramlara ekonomik açıdan bakmasına bağlı olarak sınıfçılık hakkında oluşturmuş olduğu özel anlayışıdır. Mara­lım birer sosyal olgu olmaları niteliğiyle sınıfların; toplum­da revaçta bulunan kazanç, kâr, ücret ve gelir sağlama yol­ları gibi ekonomik değerlerin sosyal karakterdeki bir ifade­sinden başka bir şey olmadıklarını söylemektedir.

Bu tezini kesinleştirmek için de, toplumda bir sınıfın doğuşu veya sı­nıfsal bileşimin meydana gelişi için Real esasın ekonomik et­ken olduğunu söylemektedir.

Çünkü insanların, üretim araçlarına sahip olanlarla üretim araçlarına sahip olmayanlar şeklinde kısımlara ayrılmış olmaları; toplumda çeşitli şekil­leriyle sınıfların varlığı için yegâne tarihî bir sebeptir. Top­lumdaki sınıfların çeşitli oluşu, ezici sınıfın ezilen sınıfa uy­gulamış olduğu (Kölelik, ücretle çalıştırma gibi) çeşitli sö­mürü yöntemlerinde ileri gelmektedir…

Gerçek şu ki marksizm, sınıfa; üretim araçlarına sahip olmak veya olmamakta somutlaşan bir ekonomik kavram verdiğine göre o zaman tabiî olarak marksizm'in toplumda, ekonomik temellere dayalı sınıfsal bir sentezin var olduğu­na da inanması gerekir. Kaldı kî marksizmin kendisi de sınıfsal bileşimi, kendi sınıf anlayışının içinde telakki etmektedir.

Umarım ki bu nokta, marksizmin analitik noktalan ara­sında en açık bir örnek yerine geçebilecektir. Çünkü marksizm, bu nokta üzerinde titizlikle durmuş ve sosyal kavram­ları ekonomik açıdan yorumlayıp özel ekonomik değerlerle doyurma işinde bu noktadan hareket etmiştir.

Kaldı ki teorik yönden analizdeki bu açıklık ve seçiklilik, marksizmi tarihin Real mantığından uzaklaştırmıştır. Bu da yetmiyormuş gibi, marksist bilginlerin zihinlerinde görülen şekliyle değil de realite de görülen şekliyle eşyanın tabia­tından da uzaklaştırmıştır.

Çünkü marksist analiz; ekonomik kondisyonun (yani üretim araçlarına sahip olmakla olma­manın), sınıfsal bileşim için reel bir tarihî esas olmasını zo­runlu kılmaktadır.

Bu zorunluluk; toplumun ezici sınıf -çünkü bu sınıf üretim araçlarına sahiptir.- ve ezilen sınıf -çünkü bu sınıf üretim araçlarına sahip değildir.- Şeklinde İki kısma ayrılmasına yol açmaktadır. Oysaki tarihî realite ve olaylar mantığı bunun tersini ispatlamaktadır, çoğu za­man.

Tarihî realite ile olaylar mantığı, sınıfların kondisyonlarının, bu sınıfları birbirlerinden ayıran ekonomik kondisyonların doğuşuna sebep olduklarını açıkça ispatlamakta­dırlar. Bir sınıfın ekonomik kondisyonu, o sınıfın sınıfsal yapısına uygun bir şekilde belirlenir. Sınıfsal yapı, ekonomik kondisyonun bir sonucu ve ürünü değildir.

Marksizm, sınıfsal bileşimin ekonomik temele dayalı ol­duğunu söylerken mantıkî olarak bunun sonunun neye varacağını idrâk edememiştir. İş alanındaki gelişmelerin, sos­yal bir makam kazanmak ve toplumda yüksek düzeyde bir sınıfı oluşturmak -için esas faktör olduğu zannına kapılmış­tır.

Yüksek düzeyde ezici bir sınıfın toplum içerisinde sınıf­sal yapısının oluşturulması -mülkiyetin (ekonomik kondisyonun) ürünü ise yüksek düzeyde ezici bir sınıfın meydana getirebilmesi için mülkiyetin icat edilmesi gerekmektedir. Mülkiyetin elde edilişi ise, ancak iş alanındaki gelişmeler yoluyla mümkün olmaktadır. Realiteden uzak oluşu sebebiy­le marksist analizi mayalandıran bu sonuç anormal karşıla­nabilir. .

Aksi takdirde iş alanındaki gelişmeler, toplumda ezici bir sınıfın oluşturulması için yegâne ulaşım yolu olamaz ve olmayacaktır, da. Mantık açısından marksizmin analizine da­yalı olan bu sonuç eğer tarihî ortama uygulanabiliyorsa şunu diyeyim ki, bu sonuç sadece kendisini oluşturup evrimleştiren kapitalist toplum ortamına uygulanabilir.

Bu du­rumda her hangi bir kimse diyebilir ki, kapitalist sınıf ken­di sınıfsal yapısını mülkiyete dayalı olarak kurmuştur. Ka­pitalistler bu mülkiyeti, iş alanında görülen sürekli ve dü­zenli gelişmeler sayesinde elde etmişlerdir. Diğer tarihî or­tamlara gelince bu ortamlar da sınıfların oluşturulması işin­de, iş alanındaki gelişmeler esas olacak kadar rol oynama­mışlardır.

Her çağda ezici ve egemen sınıfların kuruluşu içinde başta gelen önemli desteklerden biri olmamıştır. Ter­sine mülkiyet durumu çoğu kez; sınıfsal kondisyonun esası olarak değil de sadece bir sıfatı olarak görünmüştür.

Aksi takdirde Roma toplumunda soylular sınıfıyla, iş adamlarının da dahil olduğu diğer tüm sınıfların arasına konulmuş olan ayırıcı sınırlan nasıl yorumlayabiliriz? iş adamları servet bakımından soylulara yakındılar. Ellerinde bulundurdukları mülkler, soylularınkinden az değildi. Bu­na rağmen sosyal mevki siyasal otorite bakımından iki sınıf arasında büyük fark vardı. Bu imtiyazlarıyla soylular, diğer sınıflardan ve iş adamlarından ayrılıyorlardı.

İş alanındaki gelişmeleri, ezici sınıfların oluşumunun esası olarak kabul edecek olursak o zaman eski Japon toplumunda büyük etkinliğe sahip olan Samurayi sınıfının var­lığını nasıl ve ne şekilde yorumlayabiliriz? Sosyal mevki ba­kımından feodal beylerden sonra gelen bu sınıf, kılıç kullan­mak ve süvarilik yöntemlerine vakıf olmak gibi tecrübeleri­ne dayanarak kendi sınıfsal yapılarım oluşturmuşlardır. Samurayilerin sınıfsal yapıları, mülkiyet ve ekonomi değer­lerine dayalı değildir.

İş alanındaki gelişmeleri ezici ve egemen sınıfların olu­şumunun esası olarak kabul ettiğimiz takdirde bundan iki bin yıl önce hindlilerle savaşıp onları yenilgiye uğratan Ariler tarafından, hind toplumunda kurulan sınıf sistemini na­sıl yorumlayabiliriz? Ariler, önceleri "bu sınıflamayı renk ve kan faktörlerini göz önünde bulundurarak yapmışlardı, za­manla hindistanda sınıfsal yapı gelişti. Böylece de filozof ve savaşçı sınıf ikiye ayrıldı:

1— Ksatriyalar: Bunlar askerlik alanında mahir olup
iyi savaşan kimselerdi.

2— Brahmanlar: Bunlar da din adamlarıydılar.

Bunların dışındaki diğer sınıflar da; üretim araçlarına sahip olan tüccar ve sanatkârlar dahil olmak üzere hepsi Ksatriya ve Brahmanların emri altındaydılar.

Dinine bağlı milli kabileler, sosyal mevki bakımından sn aşağı derecede idiler. Bu kabileler, bir, kenara itilmiş an­lamına gelen Çudarlar sınıfını teşkil ediyorlardı.

Yüzyıllar boyu hindistanda sosyal görevini yapmakta olan; askerî, di­nî ve ırkî esaslara dayalı bu kast sistemine mülkiyetin etkisi olmamıştır. Tüccar ve sanatkârların üretim araçlarına ma­lik oluşları, üst sınıflara geçebilmelerine, siyasal ve dinî oto­rite bakımından bu sınıflara rakip olabilmelerine hiç de yar­dımcı olmamıştır.

Eğer iş alanlıdaki gelişmelerin ezici sınıfların oluşumu­na etkide bulunduğunu kabul edecek olursak o zaman, Cer­men istilasının bir sonucu olarak Avrupa’da görülen feodalist sınıf sisteminin kuruluşunu nasıl yorumlayabiliriz?

Bu sınıf-sisteminin kuruluşunu ancak siyasi ve askeri açıdan yorumlayabiliriz. Hepimiz biliyoruz ki -Bizzat Engels de bu­nu kabulleniyor- feodal sınıfı oluşturan bu istilacı Cermen kumandanlarının sosyal mevkileri, derebeylikten elde etmiş oldukları mülklerinin bir ürünü değildir.

Tersine bu kuman­danların derebeylikten elde etmiş oldukları mülkiyet; kendi sosyal mevkilerinin, askeri ve siyasal alandaki özel imtiyaz­larının sayesinde meydana gelmiştir. Çünkü bunlar; ülkeler fetheden gaziler (!) idiler. Geniş arazileri istila ettiler. Ken­di aralarında paylaştılar. Böylece mülkiyet; müessir bir fak­tör olarak değil de sadece bir eser olarak ortaya çıkmış oldu.

Gördüğümüz gibi marksizmin dışındaki diğer doktrinle­rin; eski toplumlardaki sınıfsal bileşimler üzerinde yapmış oldukları birçok analizlerde, marksizmin varmış olduğu so­nuçlardan apayrı sonuçlara varmaktadırlar.

Bu arada marksizm, ekonomi faktörüyle diğer çeşitli sos­yal faktörler arasındaki karşılıklı ilişkilerin varlığını söyle­miş olmakla kendi sınıf anlayışını savunmaya çalışmakta­dır.

Ekonomi faktörünün etkilenip kendisine bağlı olarak şekil almış olduğu sosyal olguya aynı zamanda ekonomi faktörü de etkide bulunmakta ve bu sosyal olgunun oluşumu­na katkıda bulunmaktadır.

Şunu da söylemek gerekir ki marksizmin bu çabası tek ba­şına tarihî maddeciliğin kökünü kazımaya ve marksizm dün­yasındaki ilmî onurunu yok etmeye yetecektir.

Çünkü bu du­rumda tarihî maddecilik, tarihi yorumlarken tarihe ilişkin diğer yorum stillerinden ayrılmamakta sadece ekonomi fak­törünün önemini ifade etmekte bunun yanında, tarihi oluş­turan diğer temel faktörlerin varlığını da kabullenmektedir.

Marksizm, sınıf analizini yaparken sadece sınıfın dayan­makla olduğu ekonomik kondisyonu esas olarak kabul etti­ğine göre, tam bir hataya düşmektedir.

Ayrıca sınıfa, sırf bir ekonomik kavram kazandırdığı için de ikinci bir hataya düşmektedir. Sınıf, sosyal bileşimin­de sürekli olarak ekonomik temellere dayalı olmadıkça sınıflılığı; marksizmin de iddia ettiği gibi belirli bir ekonomik de­ğerin sırf bir ifadesi olarak kabul etmemiz doğru olmayacak­tı.

Marksizmi bu hususta şaşırtıcı sonuçlara ulaştıran etken, marksizmin; sınıflılığın sebeplerini araştırmasına ve bunu sonuçlandırmasına sebep olan etkene benzemektedir. Sınıfların ekonomik şartlara ve mülkiyet durumuna bağlı bir şe­kilde oluştuklarına marksizmin tam olarak inanmış olduğu­nu gördük. Bu inanışı da marksizmi; iş alanındaki gelişmele­rin, sosyal alanda yükselebilmek için yegâne vasıta olduğu­nu söylemeye zorlamıştı.

Eğer marksizme göre sınıfı kavramlaştıracak olursak, başka bir deyişle; sınıfı, kendi işine, çalışmasına dayalı olarak yaşayan toplumlar bir sınıftan ibarettirler.» şeklinde ifade edilebilecek olan sırf ekonomik bir kavramla kavramlaştıracak olursak ve marksizmin de ısrar ettiği gibi bu ekonomik değerler dışında başka bir ih­timali sınıf kavramına sokmayacak olursak o zaman bu, şu anlama gelir: Bu tutumumuzla biz; büyük doktorları, mü­hendisleri ticarî kuruluşların ve büyük şirketlerin müdür­lerini, maden işçileri, tarım işçileri ve zanaatçılarla aynı sınıf­ta değerlendirmiş oluruz.

Çünkü her iki taraftan da bu say­mış olduğumuz kimselerin hepsi ücret karşılığında çalış­maktadırlar. Bu arada, üretim araçlarına- sahip olanlarla -bunların araçlarının türü ne olursa olsun- ücretliler -bun­ların ücretleri de ne oranda olursa olsun- arasında ayırıcı bir sınıf çizgisi, bir sınır koymamız gerekmektedir. Sınıflar arasındaki çatışma marksizmin karakterini yansıtmaktadır. Bu çatışmaya karşı sınıfların tarafsız davranmaları mümkün değildir.

Bundan da şöyle bir sonuca varıyoruz: Küçük çapta üretim araçlarına sahip olanlar, sınıfsal kavgalarında büyük çapta üretim araçlarına sahip olan sömürücülerin safında yer alacaklardır. Buna karşılık mühendis, mütehassıs dok­tor gibi ücretliler, sömürülmekte olan emekçilerin yanında yer alacaklardır.

Böylece de büyük bir ticarî kurulusun mü­dürü, emekçi bir işçiye dönüşmekte ve üretim araçlarına sa­hip olan sömürücülere karşı mücadeleye girişmektedir. Bu da, sosyal gerçekliklerin ekonomik değerler bünyesine gir­melerinden ve gelir dağılımı işinide ekonomik cihazın, sosyal sınıflar için bir esas olarak kabul edilmesinden ileri gelmek­tedir. Marksizmin sınıflılığa ilişkin bu analizi üzerinde yap­mış olduğumuz inceleme sonunda iki önemli sonuca varmış bulunuyoruz.

Birinci sonuç: Kanun yoluyla özel mülkiyetin or­tadan kaldırılmış olduğu bir toplumda bile sınıfların var olması mümkündür. Çünkü bildiğimiz mülkiyet duru­mu, sınıfsal oluşum için esas faktör değildir. Mülkiyet duru­munun sınıfların varlığı için yegâne sebep olduğunu iddia ederken marksizm, bu sonuçtan fazlasıyla korkmaktadır.

Bu iddiasıyla da; özel mülkiyetin ortadan kaldırılmış olduğu sosyalist bir toplumda sınıfların ortadan kaldırılmasının zo­runlu olduğunu ve böyle bir toplumda sınıfların varlığının imkânsız olduğunu ispata çalışmaktadır. Biz her zaman di­yoruz ki kanuni sığasıyla özel mülkiyet; sınıflı bir toplumun meydana gelmesi için yegâne bir faktör değildir.

Tabiî ola­rak marksizmin bu konuda ileri sürmüş olduğu delil, geçer­siz olmakta ve sınıflı bir toplumun meydana gelişi ise müm­kün olmaktadır. Sınıflılık, diğer toplumlarda olduğu gibi bizzat sosyalist toplumda da teşekkül edecektir. Allah diler­se bu konuyu, tarihî maddeciliğin aşamalarından biri olan sosyalizmi ele alırken kapsamlı bir şekilde incelemeye çalı­şacağız.

İkinci Sonuç: Toplumdaki çatışmanın -Tabiî bu çatış­manın olduğu yerlerde- toplumun gelir dağıtım sisteminin benimsemiş olduğu ekonomik değerlere ters düşmesi gerek­mez. Ekonomik yönden gelirin muhafaza edilmesi sınıflar arası çatışmayı zorunlu kılmaz. Sınıflar arası çatışma cephe­leri de bu gelirlerle ekonomik değerler esasına göre taksan edilmiş değildirler.



4—FAKTÖRLER VE MARKSlZM

Marxist doktrinde açıkça görülen eksikliklerden biri de; fizyolojik, psikolojik ve fiziki faktörlerin unutulmuş olması ve bunların tarihteki rollerinin önemsenmemesidir. Oysaki bazı zamanlar bu faktörlerin toplum hayatına ve toplumun genel yapısına büyük etkileri olmaktadır.

Bu faktörler; kendi özel organik bileşimine bağlı bir şekilde ferdin pratikteki yöne­limlerini, duygularını ve özel yeteneklerini de belirlemekte­dirler. Bu yönelimler, duygular ve yetenekler, söz konusu fak­törlere uygun olarak bir yerden bir yere değişirler. Tarihin oluşturulmasına katkıda bulunurlar. Toplum hayatında bir­birinden farklı olumlu roller oynarlar.

Hepimiz Napolyon’un kendi essiz cesareti, yürekliliği ve askeri alandaki yetenekleri sayesinde Avrupa hayatında önemli bir tarihî rol oynamış olduğunu biliyoruz.

Hepimiz XV. Lui'nin gevşekliğinin Fransa’yla Nemçe’nin bir arada girişmiş olduğu yedi yıl savaşlarında tarihî etkisi olduğunu biliyoruz.

Madam Pompadar gibi bir kadı­nın, kralın iradesini elinden almış olduğunu ve sonunda Fransa’nın yedi yıl savaşlarında Nemçelilerin yanında yer almasına sebep olduğunu ve vahim sonuçlara yol açtığını bilmeyen yok gibidir.

İngiltere kralı Henri'nin hayatındaki özel bir aşk ola­yından ve bu olayın tarihî öneminden haberdar olmayan bir kimse yok gibidir, hemen hemen. Çünkü bu aşk olayı ön­ce kral hanedanının sonra da tüm İngilterenin Katolik mez­hebinden ayrılmasına yol açmıştı.

Eğer Napolyon demir gibi güçlü bir asker olma­saydı, XV. Lui de kendi şansına teslim olup erimekte olan bir insan olmasaydı, kral Henri, Anna Polin'e aşık olmasaydı o zaman tarih, bilfiil bulunduğu şekil ve yöntemle tamamla­nabilecek miydi?

Eğer tabiî şartlar, veba salgınının tüm Roma İmpara­torluğunun etrafına yayılmasına, binlerce insanın bedenini bir lokma gibi yutmasına müsaade etmemiş olsalardı o za­man nasıl bir olay meydana gelebileceğini nasıl bir durum­la karşılaşabileceğini kestiren var mıdır? Veba salgını; Ro­manın çökmesine ve tarihin genel görüntüsünün değişmesine sebep olmuştu.

Büyük İskender in eserleri asırlar ve nesiller boyu varlığı­nı sürdürebilmişlerdir. Bu ünlü kumandan bir savaş için yo­la çıkmıştı. Yolda giderken arkadan biri kılıcını çekiyor.

Tam boynuna indireceği sırada arkadan Makedonyalı bir asker yetişiyordu. Suikastçının eline bir kılıç vurarak kesiyor ve Büyük İskender’in hayatı kurtuluyordu. Eğer bu Makedonyalı asker tam zamanında yetişmemiş olsaydı, eski tarihin nasıl bir mecraya gireceğini hiç kimse tahmin edemezdi.

Sertlik, yüreklilik, gevşeklik, aşk ve şefkat gibi unsurların tarihe ve sosyal olgulara etkileri olduğunu kabul edi­yoruz. Peki öyleyse bu durumda söz konusu unsurları, üre­tim güçleri ve ekonomik kondisyon esasına göre yorumla­yabilir miyiz? Ki marksizmin inanmakta olduğu ekonomi faktörüne bir defa daha dönmüş olalım.

Gerçek şu ki, kimse bu! unsurların ekonomi faktörüne ve üretim güçleri esasına dayalı olarak yorumlanmayacağından kuşkulanmamaktadır. Meselâ XV. Lui'nin karakte­rini ekonomik ortamlar ve üretim araçları oluşturmuş değildir. Tam tersine- eğer tabiî ve psikolojik şartlar elvermiş olsaydı-, XIV. Lui veya Napolyon gibi XV. Lui'de sert karak­terli bir kimse olabilirdi. Şunu unutmamak gerekir ki XV.
Lui'nin karakteri: fizyolojik, ruhî ve fizikî özelliklerinden doğmuştur. Ayrıca onun belirgin kişiliği ve özel Varlığı da bu özelliklerinden oluşmuştu.

Marksizm bu arada hemen şunu söylemektedir: XV. Lui'nin tarihi etkilemesine, kendi gevşekliğini siyasi ve as­keri olaylarda yansıtmasına yol açan etken; »Fransa toplu­munun ekonomik kondisyonunun doğurmuş olduğu sosyal ilişkiler değil midir? Bu sosyal ilişkiler de, Fransa’da baba­dan oğul’a geçen krallık rejimini ortaya koymuştu. XV;

Lui'nin oynamış olduğu tarihi rol, aslında üretim güçlerinden ve ekonomik kondisyondan, doğmuş olan krallık rejiminin bir ürünüdür. Bunun tersini düşündüğümüz takdirde XV. Lui'nin kral olmaması halinde tarihi etkileyemeyeceğini ve Fransa’nın da krallık rejimiyle idare edilemeyeceğini söyleye­biliriz. [36]

Bu söyledikleri gerçekten doğrudur. Çünkü XV. Lui eğer kral olmamış olsaydı, tarih açısından başıboş, önemsiz bir varlıktan başka bir şey olmayacaktı.

Fakat diğer taraftan şöyle de diyebiliriz : Eğer XV. Lui; sert bir kişiliğe ve azim gücüne sahip bir kral olmuş olsaydı onun tarihteki rolü gerçekten daha değişik bir rol olacaktı.

Dolayısıyla da Fransa’daki siyasi ve askeri olayların görünümü de başka bir şekil olacaktı. Şu halde onun kişiliğindeki sertliği yok eden ve onu azim gücünden yoksun eden faktör nedir? Bu faktör; Fransa’daki krallık rejimi midir? Yoksa onun organik bileşiminin ve özel varlığının oluşumuna kat­kıda bulunan tabiî faktörler midir ?

Başka bir deyişle söyleyelim: Şu üç ihtimalden birinin Fransa için geçerli olmasına imkân vardır:

a — Cumhuriyet rejimine dayalı siyasal bir egemenlik.

b — Gevşek bir kişinin şahsında temsil edilen kraliyet egemenliği.

c — Demir gibi güçlü bir kralın şahsında temsil edilen kraliyet egemenliği.

Bu üç ihtimalin de siyasi ve askeri olayların akışına ve belirli bir dönemde Fransa’nın yapısına özel biçimde etkileri muhakkak ki olmuştur. Bu münasebetle de Marksizmin keş­fetmiş olduğu kanunların özünü açıklamaya çalışacağız. Marksizm bu-kanunlara dayanarak tarihi, ekonomi faktörüyle yorumlamıştır.

Bu kanunlar; bir ülkede Cumhuriyet rejiminin kurul­masına ekonomik kondisyonun müsaade etmeyeceğine, Cum­huriyet rejiminin yerine krallık rejiminin kurulmasını zo­runlu kıldığına işaret etmektedir.

Bunun doğru olduğunu farz edelim. Böyle olsa bile yine de bu varsayım, sorunun sa­dece bir tarafını teşkil etmektedir. Çünkü bu durumda biz (a) sıkkındaki ihtimali uzaklaştırmış oluyoruz.

Geriye sade­ce (b) ve (c) şıkları kalıyor. Bu durumda Fransa tarihinin bu döneminde gevşek veya güçlü bir kralın varlığını zorunlu kılan ilmî kanunlar mevcut mudur? Sadece fizikî, psikolojik ve fizyolojik alanda bazı ilmî kanun­lar vardır. Ki bu kanunlar, XV. Lui'nin kişilik ve karakteri­ni açıklığa kavuşturmaktadırlar.

İşte böylece bireylerin tarihte rol oynamakta oldukla­rını öğrenmiş oluyoruz. Bireylerin bu rollerini ise; toplumda revaçta bulunan üretici güçler değil de ruhi ve tabiî etken­ler sınırlandırmaktadırlar.

Ünlü Rus yazar Plekhanov'un sandığı gibi bireylerin oynamakta oldukları bu tarihî roller; bireylerin özel yapılarına bağlı, sürekli tarih işleminde ikinci planda gelen roller de­ğildirler. Plekhanov şöyle der:

«Büyük şahsiyetlerin nitelenmiş oldukları ferdî özellik­ler; tarihî olayların özel belirtilerini, rastlantı faktörünü sınırlandırmakta ve bu olayların akışında cüzi bir rol oyna­maktadırlar. Bu olayların akış yönünü sonunda, genellikle nitelenen bazı sebepler belirleyeceklerdir. Bu nedenler; Üre­tim güçlerinin evrimiyle ve bu güçlerin insanlar arasında düzenledikleri ilişkilerle nitelenmektedirler.» [37]

Plekhanov'un bu sözlerini sadece bir tek örnekle yorum­lamak istiyorum: Vereceğimiz bu örneğin ışığında bireyin rolünün, tarihin yönünün kesin olarak değişmesine sebep olduğunu anlama • imkânını bulacağız.

Nazi Almanya’sında ki bir atom bilgini, atomun sırrını sadece bir kaç ay önceden keşfetmiş olsaydı o zaman dünya tarihi nasıl bir yönelim alacaktı? Bitlerin bu sırra sahip oluşu, tarihin yönünü de­ğiştirmeye, kapitalist demokrasi ile marxçı sosyalizmi Avrupa’dan tard etmeye yeterli değil miydi ? Şu halde Hitler, bu sırra neden sahip olamamıştı ?

Tabiî olarak onun bu sır­ra sahip olmayı Almanya’nın ekonomik kondisyonundan ve üretici güçlerin çeşitliliğinden ileri gelmiyordu. Hitlerin bu sırra sahip olamayışının esas sebebi; ilmî düşüncenin o anda atom sırrını keşfedememiş olmasıydı. O tarihten sade­ce bir kaç ay sonra, fizyolojik ve psikolojik ortamların kat­kısıyla bu sır, keşfedildi.

Eğer Sovyet ilim adamları atomun sırrını keşfedeme­miş olsalardı o zaman neler olurdu? Düşünebiliyor musu­nuz? O zaman kapitalizm, sosyalist hükümetleri yıkmak için atom gücünden yararlanmayacak mıydı? Şu halde sovyet ilim adamlarının bu sini keşfedişlerini -ki bu sayede sosyalizm dünyası yıkılmaktan kurtulmuştur.- Ne ile yorumlayabili­riz?

Tabiî olarak, üretim güçlerinin bu sırrı keşfettiklerini söyleyemeyiz. Peki, atom üzerinde denemeler yapan çok sa­yıda atom bilginleri bu sırrı niçin keşfedememişlerdi? Bu demektir ki atom sırrının keşfedilişi, özel olarak organik birleşime ve bu bileşimin zihnî şartlarına bağlıdır.

Eğer bu şart­lar bir kaç sovyet bilgininin şahsında hazırlanmamış olsaydı ve bunlar da ilim alanında uzmanlaşmamış olsaydı -ki organik bileşim ve bu bileşimin zihnî şartları da ilim alanın­da uzmanlaşmaya bağlıdır.- O zaman tarihî maddeciliğin tüm kanunlarına rağmen sosyalizm, yerle bir olacak ve bü­yük bir yenilgiye uğrayacaktı.

İnsan hayatının bazı anları; sosyal olguların türünü veya tarihin yönünü saptadığına göre, üretim araçları kanu­numun, tarih için zorunlu bir kanun olduğunu kabul etmek mümkün müdür?



5— ESTETİK ZEVK VE MARKSİZM

İnsanın estetik zevki, sosyal bir olgu olması niteliğiyle tüm toplumlarda vardır; toplumların üretim tarz, ilişki ve araçları yönünden farklılıklarına rağmen. Ki bu da sosyal gerçeklerin bir başka türü olup ileride de göreceğimiz gibi ta­rihî maddeciliği zorlu durumlarla karşı karşıya bırakmak­tadır.

Estetik zevk üzerinde birkaç yönden söz açacağız. Bir ressam, siyasî bir liderin veya bir savaş alanının çok güzel, parlak, gönül alıcı bir resmini yaptığı zaman ilk olarak res­samdan, bu resmi yaparken izlediği yol ve kullandığı araç­lar hakkında bir soru sorarız. İkinci soru olarak bu yapmış olduğu resmin gerisinde nasıl bir amacı gözlediğini sorarız. Üçüncü soruyu da kendimize yöneltiriz: Bu resmin güzelliği karşısında içimiz duyguyla neden dolup taşmakta ve resmin bu gönül alıcı manzarası karşısında neden zevkleniyoruz?

Marksizm, birinci soruyu şu sözlerle cevaplayabilir: Re­sim yapma işlemi esnasında ressamın izlediği yol; araçların evrim derecesinin ve üretim güçlerinin zorunlu kılmış olduğu yoldur. Resim yapma yolunup belirleyen faktör, tabiî vasıtalardır.

Marksizm, ikinci soruyu ise şu iddiasıyla ancak cevap­landırabilir: Sanat, her zaman egemen sınıfa hizmet için kullanılmıştır. Sanatçıları sanat yapmaya çağıran amaç; egemen sınıfı ve egemen sınıfın çıkarlarını ululamak ve kutsamaktır. Bu sınıf, üretim güçlerinden doğmuş olduklarına göre bu meselenin bir diğer cevabı da üretim araçlarıdır.

Bütün bu soruları cevaplayan marksizm üçüncü soruyu cevaplarken nasıl bir çareye baş vuracaktır? Resmi seyre­derken niçin beğeniyor ve neden ötürü estetik bir zevk duyu­yoruz? İçimizdeki bu zevki meydana getiren faktör, üretim güçleri midir, yoksa sınıfsal çıkarlar mıdır? Bu faktör, vic­danî bir şuur, mudur, yoksa insanın ruhundan fışkıran bir zevk midir? Bu faktör, üretim güçlerinden ve bu güçlerin -sınıfsal ortamından doğmuş değildir.

Tarihi maddecilik kuramı, marksizmi, bu estetik zevki üretim güçleriyle ve sınıfsal çıkarlarla yorumlamaya zorla­maktadır. Çünkü tarihî maddeciliğe göre ekonomi faktörü, tüm sosyal olguları yorumlayan bir faktördür.

Ama yine de tüm çabalarına rağmen bunu becerememektedir. Çünkü ona göre üretici güçler veya sınıfsal çıkarlar estetik zevki yaratmaktadırlar. Bu yaratıcı etkenin ortadan kalkması halinde estetik zevk de yok olup gider. Tüm diğer sosyal olgu ve ilişkilerin gelişip evrimleştikleri gibi üretim araçları da gelişip evrimleşirler.

Bu araçların gelişip evrimleşmelerine bağlı olarak estetik zevk de gelişip evrimleşir. Oy­saki parlak eserleriyle birlikte klâsik sanatlar, insan naza­rında bugüne dek zevk ve güzelliğin kaynağı olmakta de­vam etmektedirler. Atom çağında yaşamakta olan insan, bundan binlerce yıl önce yapılmış olan bir sanat eserini sey­rederken gönlü ferahlamakta ve duyduğu lezzetle de âdeta büyülenmektedir.

Öyleki sosyalist veya kapitalist insan bi­le, köle toplumun sanatını görüp beğenmektedir. Nitekim eskiden efendiler ve köleler de bu sanatları görüp beğeniyor­lardı. Estetik zevk hangi güçlünün gücü sayesinde tarihî maddeciliğin bağlarından kurtulup özgür olmuş ve insan şuurundaki ebedî yerini almıştır. Bu sorulan cevaplayan asil insan unsuru, bu konuda yegâne yorum stili değil mi­dir?

Burada Marx, insanın klâsik sanatlara karşı olan zevkiyle tarihî maddeciliğin kanunları arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışmakta ve şöyle bir zanna kapılmaktadır: Beşer nev'inin çocukluğunu temsil etmesi sıfatıyla çağdaş in­san, klâsik- sanatın parlaklığı ve güzelliği karşısında lezzet duymaktadır. Her insan, komplekslerden uzak çocukluk hal­lerini başkalarına sunmaktan zevk duyar.[38]

Ne var ki Marx, insanın «çocukluk hallerinden hoşlan­ması konusunda bir izah getirmemektedir. Bu hoşlanma, insanın aslî bir meyli midir? Yoksa ekonomi faktörüne bo­yun eğen ve bu faktöre göre değişen bir olgu mudur?

Sonra çağdaş insan niçin eski Yunan sanatlarının gü­zelliği karşısında büyülenmekte ve muazzam bir zevk duy­maktadır. Bu insan hangi sebepten ötürü; düşünce, gele­nek, ilkel kavramlar gibi eski yunanlıların hayatlarının di­ğer yanlarını aktaran unsurlar karşısında fazla bir zevk duymamaktadır? Oysa ki bu saymış olduğumuz unsurlar da insan nevi'nin çocukluğunu (yâni ilk devrelerini) yansıt­maktadırlar.

K. Marx; Tarihin başlangıcından daha eskilere kadar uzanan ve hâlâ da insana güzellik ve estetik duygusunu aşı­layan katıksız tabiat manzaraları hakkında bize neler söy­leyecektir, acaba? Köle, efendi ve derebeylerinin bu manza­raları seyrederken tatmış oldukları lezzetleri bizler nasıl ta­dabileceğiz, acaba?

Oysaki bu tabiat manzaraları, Marx'ın destek olarak alıp estetik zevki yorumlamış olduğu insan nev'inin ço­cukluğunu (yani eski dönemlerini) hiç de temsil etmemektedirler.

Biz meselenin, insanın, çocukluk devri resim ve eserleri­ni seyrederken zevk alıp lezzet duyma meselesi olmadığını bilmiyor muyuz? Aslında mesele; kölelik devri insanıyla öz­gürlük devri insanını aynı şuurla şuurlandıran genel nite­likteki asil bir estetik zevk meselesidir.

***

Tarihî maddecilik kavramını genel olarak ele almış ol­duğumuz bu incelememizin bitiminde, tarihî maddeciliğin ikinci sırada gelen kurucusu. Engelsin, ekonomi faktörünün tarihe olan etkisi hususunda aşırı bir mübalağaya giriştiğin­den ötürü pişmanlık duyduğuna ve arkadaşı.

K. Marx'la bir­likte kene tarihî maddecilik anlayışlarında doktrinler bu ruhun dürtüsüyle yanlış bir yola koyulduklarını itiraf ettiklerine ilişkin bir belgeyi zikretmemizin uygun olacağı ka­nısındayım? Bu konuda Engels, 1890 yılında Yusuf Bilov'a yazmış olduğu mektubun bir bölümünde şöyle demektedir:

«Yeni yazarların bütün gayretlerini, hak ettiğinden fazla bir şekilde ekonomiye yöneltmeleri, ben ve Marx'ın kı­nanmasına yol açmaktadır. Biz bu temel ilkeyi herkese ke­sin olarak kabul ettirmek zorunluluğundayız. Ki bu sayede, ekonomi faktörünün önemini inkâr eden düşmanlarımıza karşılık verebileceğiz.

Bu sebeple son derece girift ilişkilerin ihtiva ettiği diğer unsurları yerli yerine oturtabilmek için gerekli zaman, me­kân ve fırsata sahip değiliz.» [39]



[6] Pelekhanov. Tarih Felsefesi. S. 44



[7] İnsanın düşünceleri iki kısımdır:

a) teemmüle düşünceler: Bu düşüncelerden biz; insanın içinde yasamakta olduğu kainat, bu kainatın endi yapısında taşıdığı çeşitli varlıklar, kainatın, yeryüzünün kürevi biçimde oluşu, yabani hayvanların evcilleştirilmesi, ısının harekete ve maddenin enerjiye dönüştürülmesi, her yaratığın bir sebebe bağlı olarak yaratılışı ve buna benzer tabiatın belirti sınırları içine yerleştirilmesine ilişkin düşün­celer, tabiata hükmeden kanunların çeşitliliği gibi tabii kanunlar hakkında sahip olduğu düşünceleri kastediyoruz.

b) Pratik düşünceler: Bu tür düşünceler insanların hayat düzeniyle ilgili düşünceleri olup, gerek toplum gerekse fert; siyasal, ekonomik ve şahsi konularda bu düşüncelere uymak zorunluluğundadırlar. Sözgelimi kapitalist toplumun düşünceleri... Kapitalist top­lumda işçiyle işveren arasındaki ilişkilerde herkes bu düşüncelere uymayla yükümlüdür.

c)

[8] George Potttzer, Felsefede idealizm ve Materyalizm. 8. 77



[9] Politzer. Af.e. S. 78.

[10] F. Engels, Ludrtg Feverbach. S. 96



[11] F. Engels. Anti Dühring. C. II. S. 183



[12] Mao Tse Tung. Pratiğe. Dair. S. 4.



[13] Politzer. Felsefede idealizm.ve Materyalizm. S1114

[14] Plekhonov. Maddeci Tarih Anlayışı S. 46



[15] Plekhonov. A. g. e. S. 48



[16] Stalin. Toplumun Gelişmesinde ilerici Fikirlerin Rolü. S. 22



[17] G. Politzer. Felsefede îdealizm ve Materyalizm. S. 152

[18] F. Engels: Anti Dühring



[19] F. Engels: Tarihin Sosyalist Açıdan Yorumu S. 122.



[20] Konstantinov : T. G. İ. F. R S. 4



[21] K.Marx: S. 16-17



[22] Ludwing Feuerbach. S. 103 - 105



[23] Konstantinov: Toplumun Gelişmesinde ilerici Fikirlerin rolü s 8

[24]M. Konfors: Diyalektik Materyalizm: S. 40



[25] Konstantinov'un adı geçen eserinden özet: S.8-9



[26] Didero (1713 – 1784) Felsefi anıları 1745 yılında yayınlamıştır. Ömrünü telif ve yayınla geçirmiştir.

[27] Anaximendros (m.ö 611- 547)

[28] Heraklites : (M.Ö. 535 - 475)



[29] Nominalizm (Ismiyye) : Su teori genel kavramların ger­çeklik ifade etmediklerini, tersine bu kavramların sadece birer isimden ibaret olduklarım savunur.

Bu teorinin ku­rucusu Papaz Rocollel'nin iddiasına göre genel kavramlar (külliyat), insanların kendi fikri yapılarına uydurmuş ve yakıştırmış oldukları bir takım ses ve isimlerden başka bir-şey olmayıp hiçbir gerçekliği taşımazlar. (Çeviren)



[30] M. Konfors : Diyalektik Materyalizm. S. 32



[31] Dirasetün Fi'l - içtima . S. 81.



[32] Tsagin : Bilim ve Felsefede Particilik Ruhu S. 72 - 78



[33] Gdanov : Felsefenin Evrim Tarihine Dair : S. 21



[34] Gdanov : A.g.e. 3.18.



[35] Tsagin : Bilim ve Felsefede Particilik Ruhu : S. 11 - 13



[36] Plehanov : Bireyin Tarihteki Rolü S. 68

[37] Plekhanov : A. g. e : S. 93



[38]K. Marx: S. 243



[39] Englls. Tarihin Sosyaist Açıdan Yorumu: S. 116

4
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


DETAYLARIYLA BİRLİKTE TARİHÎ MADDECİLİK NAZARİYESİ

Bir araştırma ve inceleme yoluyla tarihî maddeciliğin detaylarını ele alacak olursak, marksizme göre tarihin ilk aşamasından işe başlamamız gerekecektir. Ki bu aşamada da, ilkel şekliyle komünizm hâkimdir. Marksizm inancına gö­re insanlık, sosyal hayatın başlangıcında ilkel bir komünizm dönemi geçirmiştir.

Diyalektik kanunlarına göre bu dönem, kendi bünyesinde kendi çelişiği olan şeyleri barındırıyor­du. Uzun süren çatışmalardan sonra bu çelişki daha da ge­lişip şiddetlendi. Toplumun komünist düzenini yıktı.

Ça­tışmadan galip çıkan çelişki yeni bir kılığa büründü. Komü­nist rejimin eşitlik toplumu yerine bir feodal rejim ve kölelik toplumu oluştu.

KOMÜNİST BİR TOPLUM MEYDANA GELMİŞ MİDİR?

Bu aşamanın tüm detaylarını kapsamadan önce kar­şımıza bir soru çıkıyor: İnsanlığın gerçekten ilkel bir komünizm dönemi geçirdiği ilmen sabit midir? Tarih öncesi in­sanlıktan söz ettiğimize göre bu delili elde etmemiz nasıl mümkün olacaktır? Marksizm, bu güçlüğü kolaylaştırmaya, insanlık hayatının bir örtülü dönemi hakkındaki anlayışını ilmî delillerle ispatlamaya çabalamaktadır.

Bunu ispatlar­ken de (!), bazı çağdaş toplumların ilkel olduklarına hük­metmiş ve bu güya ilkel toplumları da söz konusu araştırma için ilmî bir malzeme olarak saymıştır.

Tarih öncesi çağlar, insanlık nev'inin çocukluk dönemi­ni temsil etmiş olmaları niteliğiyle aynı damanda tüm insan toplumlarının genel olarak geçirmiş oldukları ilkellik dö­nemini de ifade etmektedirler.

Marksizmin, ilkellik hayatını sürdüren bu çağdaş top­lumlar hakkındaki bilgisi, ilkel şekliyle komünizmin hâlâ bu toplumlarda geçerli bir rejim olduğunu ortaya koymakta­dır.

Buna göre ilkel komünizm, tarihin karanlıklarında bu­lunan ilkel toplumların geçirmiş oldukları ilk aşama olmak­tadır. Böylece de marksizm, elini duyulur bir maddî delil üze­rine koyduğu vehmine kapılmıştır.

Her şeyden önce şunu bilmemiz gerekir ki marksizm, bu konudaki bilgisini söz konusu çağdaş toplumlardan direkt olarak almamıştır. Bu bilgilerini, söz konusu toplumlara git­me fırsatını bulan ve bu toplumların özelliklerini tanıyan kimselerden toplamıştır. İş bu kadarla da bitmiyor.

Marksizm, bu toplumlar hakkında kendisine verilen bilgilerden, sadece tarihî maddecilik, kuramına uygun olanları almış, geri kalanları ise yalanlamış, asıllarını değiştirmiş ve yan­lışlıkla itham etmiştir. Bu sebeple de Marksist araştırmalar, tarihî maddeciliğe yarayışlı olan bilgileri seçmeye yönelir ol­muş ve bu ilkel toplumlardan gelen haberlerle bilgilerin değerlerini takdir ederken de tarihî maddecilik kuramı hâkem tâyin edilmiştir.

Oysaki tarihî maddecilik kuramının değe­ri takdir edilirken bu haberlerle bilgiler hâkem olarak tâyin edilmeli ve bunların ışığında söz konusu kuram, bir imtihan­dan geçirilmelidir. Burada ünlü bir Sovyet yayarının konuy­la ilgili sözlerine kulak verelim:

Elimizden geldiği kadarıyla, var gücümüzü harcayarak geçmişin derinliklerine dalalım. Göreceğiz ki insanlar, top­lum hayatını yaşamaktadırlar. Eski ilkel toplumlar üzerin­de inceleme yapmayı kolaylaştıran etkenlerden biri de; ilkel şekliyle sosyal ortamların, günümüzde birçok halklar ara­sında geçerli ve hâkim oluşudur.

Bu ilkel şekliyle sosyal or­tamlar; Afrika'nın bazı renkli sakinleri, Polenazya, Malezyalılar ve Avusturalya'lılar, keşfedilmeden önce Kızılderililer, Eskimolar ve zenciler arasında hâlâ yürürlüktedir. Bu ilkel toplumlar hakkında elde ektiğimiz bilgiler, Misyonerler tarafından bizlere ulaştırılmıştır. Misyonerler de bilerek ve­ya bilmeyerek, gerçekleri olduğu gibi; yansıtmamış ve tahrif etmişlerdir.»[1]

Marksizmin dayanak noktası olarak kabul ettiği bu çağ­daş toplumlar hakkında verilen bilgilerin yegâne gerçek, bil­giler olduklarını bir an için kabul edelim. Durum böyle olun­ca da şöyle bir soru sorma hakkımız doğmuş oluyor: Bu top­lumlar, gerçekten ilkel toplumlar mıdırlar?

Bunların hayat­larını esas alarak sosyal alandaki bir ilkelliği tanımlayabilir miyiz! Bu yeni soru karşısında marksizm, bu çağdaş top­lumların ilkelliğini ispat için ilmî anlamda bir tek delil bile bulamamaktadır.

Daha da derinlere inecek olursak görece­ğiz ki marksizmin inanmış olduğu tarihin zorunlu evrim ka­nunu, bu toplumların zorunlu bir evrimleşme hareketi içe­risine girmelerini zorlamaktadır. Bu toplumların bugünkü halleriyle ilkel bir hayat içinde olduklarını iddia ederken marksizm, evrim kanunlarını geçersiz saymakta, binlerce yıllık bir zaman şeridi boyunca bu toplumların donmuş ol­duklarını ve statik bir görünüme büründüklerini iddia et­mektedir.



İLKEL KOMÜNİZMİ NASIL AÇIKLAYABİLİRİZ?

Tarihî maddecilik kanunlarına göre ilkel komünizm döneminin nasıl açıklandığını görebilmek için bu açıklamayı marksizme bırakıyoruz: İnsanlık toplumunun ilkellik döne­mindeki komünist mülkiyet ilişkilerini marksizm, o zamanki üretim güçleri ve revaçta bulunan üretim ortamlarının ilkellik derecesine göre açıklamaktadır.

İnsan; az güce sahip, zayıf yaratılışta bir canlı olduğu için tüm insanlar tabiata karşı birleşmek ve sosyal yöntemlerle üretim yapmak ihtiyacındadırlar. Üretimde iştirak, sosyalist mülkiyet ilişkileri­ni doğurur. Bu ilişkiler, özel mülkiyet düşüncesine asla mü­samaha göstermez. Üretim müşterek olunca, mülkiyet de müşterek olur.

Toplumun bireyleri arasındaki gelir dağıtı­mı, eşitlik ilkelerine uygun olur. Çünkü üretim ortamları bunu gerektirmektedir. Çünkü üretim güçlerinin en alt se­viyede olanı bile; az miktardaki gıda maddelerini ve üretilen basit eşyaları dahi birbirine eşit parçacıklara bölmeyi zo­runlu kılmaktadır. Bundan başka bir gelir dağıtma yönte­minin kurulması imkânsızdır.

Çünkü bireylerden birinin diğerinkinden fazla pay alması halinde az pay alan kimse acından ölecektir.[2]

Marksizm, ilkel toplulukların komünistliğini bu şekilde açıklamakta ve Morgan'ın sözünü ettiği bu toplumlardaki eşitliğin sebeplerini ortaya koymaktadır.

Morgan, kuzey Amerika ovalarında yaşamakta olduklarına tanık olduğu ilkel kabileleri tanıtma sadedinde, bu kabilelerde eşitliğin hüküm sürdüğünü ve bir örnek olarak da bu kabilelerde ke­silen hayvanların etlerinin, tüm kabile bireylerine pay düşe­cek şekilde birbirine eşit, küçük parçacıklara bölündüğünü söylemektedir.

Marksizm bu sözleri söylerken aynı zamanda, komünist toplumun ahlâkından söz ederken ve bu toplumun üstünlü­ğünü överken bu sözlerin tam tersi sözleri de söylemektedir.

Marksizm, geçen yüzyılda Amerika'daki yerliler üzerinde bir inceleme yapmış olan James Aidres'ten şöyle bir nakilde bu­lunmaktadır: «Bu yerliler topluluğu, muhtaçlara yardım et­memeyi büyük bir suç saymakta ve bu gibi suçları işleyenle­ri ise cezalandırmaktadırlar.

Marksizm ayrıca, araştırmacı Katelin'den de şöyle bir na­kilde bulunmaktadır.: Kadın, erkek veya çocuk her kim olur­sa olsun yerliler köyünde, dilediği konuta girme hakkına sahiptir.

Konuta girdikten sonra, eğer açsa yemek yer. Çalı­şamayacak kadar güçsüz olanlar veya sırf tembellikten ötü­rü ava çıkmayanlar bile tembelliklerine rağmen istedikleri eve girebilir ve o evde oturanlarla birlikte yemeklerini pay­laşabilirler.

Böylece de bu toplumda bulunan bir birey, yiye­cek üretmek için gerekli çalışmaları yapmaktan kaçınsa bile yine de yiyecek bir şeyler elde edebiliyor. Çalışmaktan kaçın­ması halinde hiç bir sorumlulukla karşılaşmıyor. Sadece kendi şahsî onurunu yitirdiğim hissediyor o kadar...[3]

İlkel komünist toplumlarının ahlâkı ve uyula gelen sos­yal alandaki geleneklerine ilişkin marksizmin bize vermiş ol­duğu bu bilgiler; söz konusu toplumlarda üretim güçleri dü­zeyinin; bir bireyin fazla pay alması halinde diğer bireyin açlıktan ölmesine sebep olacak kadar düşük olmadığını açık­lamaktadırlar.

Mârxizmin bize vermiş olduğu bu bilgiler aynı zamanda bu toplumlarda bir bolluğun görüldüğünü, za­yıf, âciz ve diğer bütün şahısların bu bolluktan yararlana-bildiklerini de ispat etmektedir.

Şu halde dağıtımda eşitlik sistemi, niçin mümkün olan tek sistem olarak kabul edilmi­yor? Bu toplumlarda sömürmeye elverişli bir bolluk olduğu halde, dağıtım sisteminde sömürme düşüncesi hiç kimsenin aklına gelmiyor Bu neden?

Eğer üretim güçleri bu toplumlarda sömürü sisteminin kurulmasına elverişli olsaydı, böyle bir sistemin kurulmuş olması gerekirdi. Bu sistem şimdiye dek bu toplumlarda ku­rulmamış olduğuna göre bu kurulmayısın sebeplerini bul­mamız gerekmektedir.

Bu sebepleri araştırırken de ilkel in­sanın şuurunun ve pratik düşüncesinin derecesini göz önün­de bulundurmalıyız. İlkel insanın sömürü düşüncesi; bu şu­ur ile pratik düşüncenin gelişmesinin ve insanın hayat hak­kındaki tecrübelerinin fazlalaşmasının bir sonucu olarak doğmuştur.

Eğer marksizm —veya kendi görüş açımızdan biz—, da­ğıtımdaki eşitlik yönteminin ilk önceleri üretim azlığı sebe­biyle' doğmuş olduğunu, sonraları ise bunun sistemleşerek gelenek halini aldığını/söyleyecek olursa— veya olursak— bu sözde, tembel bireyler karşısında ilkel toplumların ta­kınmakta oldukları tavra ilişkin aklî bir yoruma rastlaya­bilir miyiz?

Bu tembel bireyler ki bile bile, kasıtlı olarak ça­lışmamakta, başkalarının elde etmiş oldukları ürünlerle ih­tiyaçlarını gidermekte, açlık ve yoksulluk tehlikesiyle hiççi hiç karşılaşmamaktadırlar. Sosyalist üretim tarzı, elde edilen ürünlerin üretime katılmayanlara da dağıtılmasını zorunlu kılıyor mu?

İlkel toplumların insanları, kendi toplumlarında yaşa­yan bir kimsenin açlıktan ölmemesi için, ilk etapta eşitliği gerçekleştirmeye çalışmışlar, tembellere yapmış oldukları yardımla da, müşterek üretim işlemine zarar dokundurmuşlardır.

Kasıtlı olarak çalışmayan tembellerin geçimini sağ­lamaya acaba neden bu kadar önem vermişlerdir? Oysaki bu tembellerin ölümü, toplum için hiç de zarar sayılmazdı.


KOMÜNİST TOPLUMUN ÇELİŞKİSİ

Marksizmin görüşüne göre ilkel komünist toplumu, do­ğuşundan itibaren kendi yapısı içinde bazı çelişkiler barın­dırmıştır. Bu çelişkiler, zamanla gelişip şiddetlenmiş ve ko­münist toplumu yıkmıştır.

Bu çelişki, sınıfsal bir çelişki de­ğildir. Çünkü komünist toplum, bir tek sınıftan ibarettir. Bu toplumda birbirine zıt iki sınıf yoktur. Bu çelişki, mülkiyet­teki komünizm ilişkileriyle üretim güçleri arasındadır.

Üre­tim güçleri gelişmeye başlayınca komünizm ilişkileri bu ge­lişmeyi engeller. Bu durumda üretim, gelişimini sürdürebil­mek için yeni ilişkilere ihtiyaç duyar.

Ama nasıl? Komünizm ilişkileri, bu güçlerin gelişimini neden engellemektedir? Marksizm, bunu şu sözlerle açıklar: Üretim güçlerinin yükselişi; tarım ve hayvancılıkla uğraşan bireyin, kendi hayatını sürdürebilmesi için gereğinden faz­la geçim imkânlarına kavuşmasını sağlamaktadır.

Böylece de birey, bütün enerjisini harcamaksızın geçi­mini sağlama amacıyla az bir süre çalışmakla yetinme im­kânını elde etmiş oluyor. Gelişme süreci içinde bulunan üre­tim güçlerinin de istediği gibi tüm enerjinin üretim yararı­na harcanması yani bir sosyal gücün meydana getirilmesi gerekmektedir.

Ki bu güç, üreticileri tüm enerjilerini har­camaya zorlasın. Oysaki komünist toplumcu düzende böyle bir güç yoktur. Şu halde bu düzenin kölelik düzeniyle değiş­tirilmesi gerekmektedir. Kölelik düzeni, efendilere büyük haklar tanımakta ve onlara, köleleri sürekli olarak çalışma­ya zorlama yetkisini vermektedir. İşte, kölelik düzeni bu şe­kilde doğmuştur.

Kölelik düzeninin doğduğu zamanlarda bir kabile baş­ka bir kabileye baskın ve saldırı düzenleyip o kabileden tutsaklar alınca hu tutsakları köleleştirirdi.

Önceleri bu tutsak­ları öldürmek, gelenek haline gelmişti. Çünkü kabile, bu tut­sakları sağ bırakmakta bir çıkar gözetmiyordu. Üretimin ge­lişmesinden sonra bu esirleri sağ bırakmak, kabilenin ekono­mik çıkarına uygun geldi. Çünkü bu tutsaklar, yediklerinden fazla üretim yapıyorlardı.

Böylece de savaşlarda elde edilen tutsaklar, köleleştirilmiş oldular. Köleleri çalıştıran efendi­lerin servetlerinin artması sonucu bu efendiler, kendi kabi­lelerinin adamlarını da köleleştirmeye başladılar.

Böylece de toplum, efendi ve köleler olmak üzere iki sınıfa ayrıldı. Do­layısıyla da üretim, bu sınıflaşma esnasında ve yeni kölelik düzeninin de desteğiyle gelişim ve yükselişine devam etti.

Bu konu üzerinde inceden inceye düşündüğümüzde, marksizmin de bu husustaki yorumundan yararlanarak, me­selenin üretim araçları meselesi olmaktan ziyade insan me­selesi olduğunu gayet kolay bir şekilde anlarız. Çünkü üretim güçlerinin gelişimi, fazla miktarda insan emeğini gerektir­mektedir.

Emeğin sosyal karakterinin üretim güçlerinin ge­lişimiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Köle insanın fazla emeği, üre­timi geliştirdiği gibi, özgür insanın da fazla emeği üretimi geliştirir. Toplumun bireyleri, üretim için fazla emek harcamak ve elde edilen ürünü kendi aralarında eşit olarak paylaştır­maya ilişkin bir karar almış olsalar; kölelik toplumundaki insanların gerçekleştirmiş olduğu üretim miktarının aym­anı gerçekleştirebilirler.

Hattâ daha fazlası, kalite ve çeşit bakımından, kölelerin emeğiyle gerçekleştirilen üretim ge­lişmesine oranla çok daha yüksek seviyede bir üretim geliş­mesi görülür. Çünkü köle, zorla çalıştırılır. Üretimi güzelleş­tirmek ve üretim konusunda uzmanlaşmak için düşünmek "aile istemez. Oysaki özgür insanlar bunun tam tersine, üre­timi güzelleştirmeye ve üretim çalışmalarında birbirlerine de ek olmaya çalışırlar.

Üretim güçlerinin gelişimi, çalışma hususunda köle­lik esasına dayalı değildir. Bu gelişim sadece fazla emek harcamaya dayalıdır. Şu halde hangi sebepten ötürü uygar insan, emeği fazlalaştırmak için toplumun hemen hemen yansını köleleştirme yoluna başvuruyor da; çoğu kimselerce normal bir yol olarak kabul edilen, özgür insanları öz­gür olarak çalıştırma yoluna baş vurmuyor? Bu meselenin cevabını yine bizzat insanda ve insanın tabiî eğilimlerinde bulmaktayız.

'Yaratılışı gereği insan, çalışmasında ekonomik olmaya ve amaca ulaşmak için de en kolay yola başvurma­ya yöneliktir. Kendisini amacına ulaştıracak olan iki yolla karşılaşan bir insan, kuşkusuz ki bu iki yoldan en az zah­metsiz olanı yeğleyecektir. Bu karakteristik eğilim, üretim araçlarının ürünü değildir.

Bu sadece ve sadece insanın özel organik yapısının bir ürünüdür. Bu sebepledir ki sözkonusu eğilim, binlerce yıllık bir süre boyunca üretim araçlarında­ki evrimleşmeye rağmen yerinden oynamamış, sabit kal­mıştır. Bu eğilim, toplumunda bir ürünü değildir. Toplu­mun doğuşu bile insandaki bu eğilimin varlığının sonucu olmuştur. Çünkü insanoğlu, tabiata karşı direnip onu kendi isteğine uygun bir şekilde işleyebilmek için kitleleşmenin, en kolay bir yöntem olduğunu görüp kabullenmiştir.

İşte bu tabiî eğilim insana, başkalarını köleleştirme dü­şüncesini aşılamıştır. Çünkü insan, zahmetten kurtulmanın en garantili yolu olarak; başkalarını kendine köle edinmek olduğunu görmüştür.

Uygar insanın kölelik rejimini kurmasına yol açan veya onu bu yola iten etken, üretim güçleri değildir. Onu bu yola iten etken; insanın içinde bulunduğu elverişli ortamlar ol­muştur. Amaç; insanın kendi tabiî eğilimine uygun olarak gününü gün etmesi... Bunu bir örnekle açıklayalım: Adamın biri bir diğerine bir kılıç veriyor.

Kılıcı alan adamın gönlünde kin ateşi alevleniyor ve düşmanını bu kılıçla öldü­rüyor. Bu öldürme olayını sadece kılıç esasına dayalı ola­rak yorumlamamız doğru olmaz... Bu mümkün değildir. Bu olayı, daha önce katilin gönlünde harekete geçen özel duygu­ların ışığında ancak yorumlayabiliriz. Eğer katilin gönlün­deki bu duygular harekete gelmemiş olsaydı, karşı tarafın sadece kendisine kılıç vermiş olması onu, bu suçu işlemeye yeltendirmezdi.

Burada bizi düşünmeye iten bir başka sebep var. Marksizm, bu sebep karşısında susmayı yeğlemektedir. Tabiî olarak bu sebebin; komünizmi yıkmakta ve toplumu, efendiler­le kölelere ayırmakta büyük etkisi olmuştur. Komünizmin ortaya koymuş olduğu bu sebep şudur: Toplum bireylerinin ezici çoğunluğu rahata ve tembelliğe yönelmekte, üretimi ge­liştirme çalışmalarından el çekmektedir.

Bu arada zorunlu olarak, insanları köle ve efendi olmak üzere iki kısma ayıran sınıflanma hakkında marksizme bir soru yöneltmemiz gerekiyor. Efendi sınıfında bulunanlar nasıl efendi olmuşlar?

Köle sınıfında bulunanlar nasıl köle olmuşlardır? Efendiler niçin kölelerin yerine; köleler de ni­çin efendilerin yerlerine geçmemişlerdir?

Marksizm bu soruyu şu biçimde cevaplar: Efendi olsun köle olsun herkes, üretim mantığıyla ekonomi faktörünün kendisine yüklemiş olduğu görevi yapmak zorundadır.

Çün­kü toplumda efendilik görevini yapmakta olan sınıf, karşı sı­nıfa (Kölelere) oranla çok daha yüksek düzeyde bir servete sahiptir. Bu servetleri sayesinde efendiler, başkalarını ken­dilerine kölelik bağıyla bağlama gücünü elde etmektedirler. Bu cevaplamaya rağmen bilmecemiz, hâlâ olduğu gibi kalı­yor.

Çözüm belirtileri görülmüyor. Çünkü bizler biliyoruz ki efendilerin bu yüksek düzeydeki servetleri, kendilerine gök­ten zembille inmiş değildir! Şu halde nasıl oluyor bu serve­te köleler değil de sadece efendiler sahip oluyorlar! Servete kavuşunca da başkalarını kendilerine köle ediyorlar. Oysaki her iki sınıf da aynı komünist toplumda yaşıyorlardı!

Marksizm bu soruyu yeniden iki şekilde cevaplıyor:

a — ilkel komünist toplumlarda başkanlık, komutanlık-ve din adamlığı gibi görevleri deruhte eden kimseler; servet sahibi olabilmek için kendi makamlarının desteğiyle halkı sömürmeye başladılar.

Toplumun ortak mülkiyetinin bir kısmını kendi özel mülkiyetlerine geçirdiler. Aristokrasi sı­nıfına geçebilmek için derece derece, basamak basamak halk­tan kopmaya başladılar. Bunun yanı sıra toplum bireyleri de gün be gün bu aristokratların ekonomik boyundurukları altına geçmeye başladılar.[4]

b — Toplum bireyleri arasında servet ve üretim düzeyi ba­kımından bir çelişki ve ayrıklığın doğmasına yol açan hu­sus şudur: Toplumlar, yaptıkları savaşlarda elde ettikleri tutsakları köleleştirmişler. Bu sebeple de kendi zorunlu ih­tiyaçlarından fazla oranda bir üretime sahip olmuşlardır.

Bu sayede zenginlerin serveti daha da artmış. Serveti artan zenginler, şehirlileşen ve mallarından uzaklaşan, kendi ka­bilesinden diğer özgür kimseleri de köleleştirmişlerdir.[5]

Bu cevapların her iki şekli de tarihî maddecilik kura­mıyla uyuşmamaktadır. Birinci cevapta, siyaset faktörü esas faktör olarak kabul edilmekte, ekonomi faktörü ise si­yaset faktöründen doğmuş olan ikincil bir faktör olarak ka­bul edilmektedir. Çünkü bu birinci cevapta ortaya atan var­ sayıma göre, başkanlar, komutanlar ve din adamları, sınıf­sız bir ilkel komünizm toplumunda sahibi bulundukları si­yasal mevkilerden yararlanarak servet sahibi olmuşlar ve el­lerine büyük miktarda özel mülkiyetler geçirmişlerdi. Şu hal­de sınıf realitesi, siyasal yapının bir ürünüdür. Tarihî mad­deciliğin görüşü olan bunun tersi düşünülemez.

Marksizmin, servet farklılıklarını açıklamakta olduğu ikinci cevapta ise; meselenin çözümlenmesi yolunda ileriye doğru sadece bir tek adım atılmaktadır. Bu cevapta efendi­lerin, kendi kabilelerine mensup kimseleri köleleştirmeleri­nin daha önceki tarihlerde, savaşlarda tutsak edilen yaban­cıların köleleştirilmesine benzer bir olay olduğu söylenmek­tedir.

Savaşlarda elde edilen tutsaklar, kendi' çıkarlarına ters düştüğü halde fazla çalışarak efendileri için. servet sağlıyorlardı. Başkalarına verilmediği halde sadece efendile­re, başkalarını köleleştirme fırsatı ve savaş tutsaklarını kö­leleştirme imkânı niçin ve neden veriliyor? İşte marksizm, bu soruyu açıklayamıyor.

Marksizm için bu meselenin cevabını üretim güçlerinde bulmak mümkün değildir. Bu soruyu ancak özellikler, bir­birinden farklı olan organik, fikrî ve askerî yetenekler esa­sına dayalı olarak, insanî bir izah tarzıyla açıklayabiliriz.

Sözünü ettiğimiz yetenekleri bizzat insanın kendisi üretmekte ve herkesin bu yeteneklerden almış oldukları pay, ayrı miktarlardadır. Bu payların ayrı miktarlarda oluşu da, in­sanın içinde yaşamakta olduğu ortamın ve insanların ruhî fizyolojik ve tabiî özelliklerinin ayrı oluşlarından ileri gel­mektedir.



FEODAL TOPLUM

Köle toplumunda üreyen çelişkilerin sonucu olarak feo­dal toplum doğdu. Bu çelişkilerin temelini; kölelik düzeninin ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki rekabet teşkil ediyor­du. Kölelik toplumunun uzun bir süre yaşamasından sonra bu ilişkiler, üretim güçlerinin gelişimini engellemeye başla­mış ve bu güçlerin karşısına iki yönden çıkan bir engel ol­muştu:

a — Bu ilişkiler; — bizzat üretici güçler olmaları niteliğiy­le — köleleri vahşi bir şekilde sömürmeleri için efendilere yol açıyor ve onlara sömürü imkânlarını sağlıyordu.

Bu sebeple de binlerce köle iş alanında çürüyüp mah­volmuş, dolayısıyla da bizzat kölelerin şahsında temsil edi­len üretim gücünde büyük bir düşme olmuştur.

b — Bu ilişkiler birçok özgür tarım işçisi ve sanatkârı ya­vaş yavaş köleleştirmiş bu sebeple de toplum, kendi özgür ve savaşçı bireylerini kaybetmiştir.

Ki bu savaşçı bireyle­rin peş peşe saldırıları sayesinde toplum, sürekli olarak üre­tici tutsaklar ve köleler elde ediyordu. Böylece kölelik düze­ni dahili üretici güçlerin boşa harcanmasına sebep olmuş; dolayısıyla da saldırı düzenleme ve tutsak elde etme yönte­miyle yeni üretici güçler elde etmekten âciz kalınmıştır.

Kö­lelik düzeni ile üretim güçleri arasındaki bu şiddetli çelişki­den ötürü kölelik toplumu yıkılmış, yerine feodalite rejimi kurulmuştur.

Marksizm, bu açıklamaları yaparken konunun bazı te­mel noktalardan habersiz kalıyor. Ki bu noktaları şöylece sıralayabiliriz:

l— Örneğin Roma toplumunun kölelik düzeninden feoda­lite düzenine geçmesi, devrimsel bir geçiş değildir. Bu geçiş, tarihi maddeciliğin diyalektik mantığının önerdiği gibi; ezi­len sınıfın baş kaldırması sonucu olmamıştır.

2 — Roma toplumunda görülen bu sosyo ekonomik alan­daki değişim ve dönüşümden önce, üretim güçleri arasında her hangi bir evrimleşme göze çarpmamıştı.

Oysaki, «Tarihî hareket ettiren en üstün güç, üretim gücüdür.» esasına da­yanmakta olan marksizm; bu sosyo ekonomik alandaki dö­nüşümün, üretim güçlerinde meydana gelen bir evrimleşme sonucunda olduğunu ileri sürmektedir.

3 —Marksizme göre sosyal kondisyonların temelini teşkil eden ekonomik kondisyon, kendi tarihî değişiminde, kendi tarihinin bir asama noktasında olduğunu ifade etmez.


Bu kondisyon, tarihî maddecilik anlayışının tam tersine, geri­lemektedir. Oysaki tarihî maddecilik, tarihin her zaman ile­ ileriye doğru hareket etme çırpınışı içinde olduğunu ve ekono­mik kondisyonun ise bu çırpınışın daima öncüsü olduğunu iddia etmektedir.

Bu üç noktayı, detaylarıyla birlikte ele alalım.



l— BU DÖNÜŞÜM DEVRİMSEL DEĞİLDİR:

Meselâ Roma toplumunun kölelikten feodalizme geçişi, tarihin belirli bir anında meydana gelen sınıfsal bir ayak­lanmanın ve devrimin bir sonucu değildir. Oysaki diyalek­tiğin «Evrimde sıçramalar. Kanununa bağlı olarak, tarihî maddecilikteki her türlü sosyal değişim için devrim; uyulma­sı zorunlu olan bir kanundur.

Diyalektiğin «Evrimde sıçrama­lar» kanununa göre; kantitelerin tedrici suretteki değişim­leri, keyfiyetçe değişimlere dönüşürler. Diyalektiğin bu ka­nunu, işte bu şekilde geçerliliğini kaybetmekte; toplumun kölelikten feodaliteye dönüşümüne ise anî ve devrimsel bir biçimde etkili olamamaktadır.

Marksizmin izah tarzına göre toplum, bizzat efendiler tarafından feodal bir toplum şekli­ne dönüştürülmüştür. Şöyle ki; Efendiler, kölelik düzeninin kendi çıkarlarını garanti altına alamayacağını hisseder et­mez kölelerini -azâd etmişler, mülkleri olan geniş arazileri küçücük parçalara ayırıp her köleye bir parça vermişler ve böylece de feodalite rejimini kurmuşlardır.[6]

Şu halde diyebiliriz ki mülk sahiplerinden oluşan sınıf, toplumu yavaş yavaş feodal bir düzene kaydırmışlardır. Dü­zen değişimi için de «evrimde» sıçramalar veya «sınıfsal devrim» kanunlarına hiç de ihtiyaç duyulmamıştır. Marksizmin de itiraf ettiği gibi Germenlerin saldırısı sonucu Roma imparatorluğunda kurulan feodal düzenin bu şekilde kuru­luşu da sözkonusu kanunlara uymamaktadır.

Tarihî maddeciliğe göre patlak vermesi gereken dev­rimlerin; kölelik toplumunun yıkılışından asırlar önce alev­lendiğini görmek bizim ispatımızı destekleme açısından gü­zeldir. Buna örnek olarak milattan önce IV. yüzyılda İşpor­tadaki köleler hareketini anabiliriz. ispartanın yakınında binlerce köle toplanmış,' şehir kapısına gelip dayanmışlardı.

İçeriye girmek için kapılan zorluyorlardı. İsparta Komutan­ları, bu olayı bastırabilmek için komşularından askeri yar­dım istediler. Bu ayaklanan köleleri ancak birkaç yıl sonra durdurup sâkinleştirebildiler. Buna benzer bir köle ayak­lanmasını Roma imparatorluğunda da görüyoruz.

Spartaküs'ûn dediğine göre bu ayaklanma hareketi, tahminen M.Ö. 70 yılında başlamıştı. Onbinlerce köle birleşerek imparatora baş kaldırmış, neredeyse imparatorluğu yerle bir' edecekler­di. Bu ayaklanma hareketi, Roma feodalizminin doğuşun­dan birkaç asır önce olmuştu.

Bu ayaklanma hareketinin başlatılması işin hiç kim­se; kölelik toplumunun ilişkileriyle üretim güçleri arasında bir çelişkinin meydana gelmesini ve bu çelişkinin şiddetlen­mesini beklememişti.

Bu hareket; enerjisini, askeri alanda­ki bir kitleleşmeden ve zulüm, karşısında artan bir şuurlaşmadan almıştı. O amanlar kölelik düzeniyle bir uyuşum içinde bulunan üretim araçlarına karşı ezilenlerin uyanışı artık patlama noktasına gelmiş ve patlamıştı. Şu hâlde her devrimi; üretimdeki belirli bir evrim esasına göre yorumlamamız doğru olmadığı gibi devrimin; üretici güçlerin ihtiyaçlarından birinin sosyal bur ifadesi olduğunu söylememizde doğru olmaz:

Şimdi de; kölelik düzeninin yerini feodalizme bırakma­sından yüzyıllar önce kölelerin, kölelik düzenine karşı başlatmış olduğu korkunç devrim hareketleriyle Engels'in aşa­ğıdaki sözleri arasında bir karşılaştırma yapalım:

«Herhangi bir üretim yöntemi, eğer evrim merdivenin­de sürekli olarak yukarıya doğru bir grafik çiziyorsa böyle bir yöntem; cesaret ve cömertlikle karşılanır. Malî durum­ları gittikçe kötüleşenler bile bu yöntemi seve seve karşılar­lar. Gittikçe geriye doğru mesafe kaydeden dağıtım yön­temine karşı.[7]

1 —Feodalizmin doğuşundan altı yüzyıl önce kölele­rin başlatmış .oldukları devrimleri, devrim hakkındaki bu kısır çerçeveli teoriye göre nasıl yorumlayabiliriz? Üretim araçlarına sahip zengin sınıfın sıkışıp zorlanması; bu sını­fın ruhi ve reel alandaki tökezlemelerinin bir ifadesi olarak
değil de, üretim yöntemindeki tökezlemelerin bir ifa­desi olarak kabul edilmektedir. Bu zengin sınıf köleler kar­şısında şaşıp zorlandığında onların bu zorlamaları devrim­sel bir ifadeyle dile getirilmektedir.

Kölelerin başlatmış ol­dukları bu devrim, neredeyse Roma imparatorluğunu yerle bir edecekti. Kölelerin başlatmış oldukları bu devrim hare­keti; kölelik düzenine dayalı üretim yöntemindeki bir tö­kezlemenin görünüşünden ve bu yöntemin evrimi için ta­rihî zorunluluğun hissedilişinden altı yüzyıl önce vuku bulmuştu.

2 — Bu dönüşümden önce üretim güçlerinde her hangi bir yenilik vaki değildir: Marksizmin açıkça görülen özellik­lerinden biri de şudur: Marksizm; sosyal ilişkilerin şekille­rinin, üretim şekillerine bağlı olduğuna inanmaktadır. Üre­tim şekillerinden her biri, sosyal mülkiyet ilişkilerinden özel bir şekil ister.

Bu şekiller de sadece üretim şeklinin değişimine ve üre­tici güçlerin evrimine bağlı bir şekilde gelişip evrimleşirler.

«Herhangi bir sosyal varlık, kendisine yol açan üretici güçlerin evrimleşmesi vuku bulmadan önce asla yok olup gitmez. (Marx.)»[8]

Marksizm, bu hususu kesin olarak teyit ederken biz, üretim şeklinin hem kölelik düzeninde hem de feodal dü­zende aynı olduğunu görüyoruz. Kölelik düzeninin feodalite düzenine dönüşmesi; o.zamanlar tarım ve el sanatlarından başka bir alan işgal etmeyen yürürlükteki üretim güçlerin­de meydana gelen yenilenme ve evrimleşmenin sonucunda olmamıştır.

Bu demektir ki koltuk düzeninin sosyal varlığı, marx'ın biraz önce geçen teyit edici nitelikteki sözlerinin tam tersine, üretici güçlerin evriminden önce yok olup git­miştir.

Buna karşılık çeşitli derecelerde ve birbirinden ayrı şe­killerde üretimin; marksizmin de bizzat itiraf ettiği gibi sos­yal alandaki her hangi bir dönüşümün meydana gelmesine ihtiyaç duyulmaksızın binlerce yıllık bir süreyle sürekli ola­rak ileriye doğru götürüldüğüne tanık oluyoruz. İlkel insan, üretim işlemlerinde, tabiî şekilleriyle taşlardan yararlandı. Sonraları, taştan yapılan aletlerden yararlanmaya başladı. Daha sonraki dönemlerde ise ateşi buldu. Balta ve kargı yaptı.

Bilahare üretim güçleri evrimleşti. Madenî aletler icat edildi. Ok ve yay yapıldı. İnsan hayatında ziraî üretim, ziraî üretimden sonra ise hayvani üretime başlandı. İlkel toplumlardaki bu üretim şekillerinin değişimi ve peş peşe gelen evrimi, yukarıda anmış olduğumuz sıralamaya göre tamamlanmıştır.

Veyahut ta marksizmin itiraf ettiği gibi, genel ilişkilerdeki evrime ve sosyal alandaki bir değişime pa­ralel olmayan bir başka sıralamaya göre tamamlanmıştır. Çünkü Marksizm, ilkel toplumlarda egemen düzenin ilkel komünizm rejimi olduğuna inanmaktadır. Çünkü bu düze­nin yürürlükte bulunduğu süre zarfında sözünü ettiğimiz tüm evrimler gerçekleşmiştir.

Gerek ilkel toplumda, gerek köle, gerekse feodal top­lumda sosyal şekil ile üretim şekillen sabittir. Statiktir...

Şu halde: her sosyal varlığın belirli bir şekilde ve özel bir derecede üretime bağlı olduğunu kabul etmemizi gerek­tiren zorunlulukta nereden doğuyor? Sosyal düzenin;

insa­nın başkalarıyla olan ilişkilerinden doğan sosyal tecrübe­lerinden elde etmiş olduğu pratik düşüncelerinin bir ürünü olduğunu marksizm, hangi esasa dayanarak iddia etmekte­dir? Tıpkı üretim şekillerinin; insanın üretim güçleri ve diğer tabiat güçleriyle olan ilişkilerinden doğan teorik ve il­mî düşüncelerinin bir ürünü olduğu gibi...

Tabiî tecrübeler kısa sürelidirler. Bu tecrübeler kısa bir zamanda çoğalabilirler. Sosyal tecrübelerin tam tersine, üretim şekilleri seri bir şekilde evrimleşirler.

Bu şekiller, zorlu bir durumdaki toplumun tarihini ifade ederler, Tabiî tecrübeler esnasında ilmî ve teorik düşüncelerin geliştiği hız oranında, bu ağır ağır oluşan tecrübe esnasında pratik dü­şünceler gelişemezler. Bunun tabiî bir sonucu olarak sos­yal düzenin şekilleri, başlangıçta, üretim şekillerinin evrimleşirken kaydettikleri sürat oranında evrimleşemezler.



C—EKONOMİK KONDİSYON TEKÂMÜL ETMEMİŞTİR.

Önceki sayfalarda marksizmin; kölelik düzeninin orta­dan kalkmasını, bu düzenin üretim araçlarının gelişimini engellemesine ve bu araçlarla çelişmesine bağlamakta oldu­ğunu ve bu şekilde yorumladığını gördük.

Gelişmelerini köstekleyen ve kendileriyle çelişen bu düzeni ortadan sil­mek, üretim güçleri için artık bir zorunluluk haline gelmiş­ti. Bu düzenin yerine; kendileri ile çelişmeyen, kendi geli­şimlerine engel olmayan yepyeni bir ekonomik düzeni orta­ya koymak, üretim güçleri için artık bir ihtiyaç haline gel­mişti.

Bu söylediklerimiz gerçekten tarihî realiteye uymakta mıdırlar?

Toplumun çevresi ve feodal şartları üretimin gelişme­si için önceki çevreye ve şartlara nispetle daha da mı elve­rişliydi? Arkasında tüm insanlık kafilesi olduğu halde eko­nomik kondisyon, Marksistlere göre tarihî hareketin karakte­rine uygun bir şekilde elverişli bir yoldan gitmiş midir? Marksistler, tarihî hareketi ekonomik kondisyonun gelişip evrimleşmesine bağlı olarak tüm tarihî muhtevanın sürek­li bir olgunlaşma işlemi olarak kabul ederler.

Bütün bu saydıklarımızdan hiç biri, marksizmin teorik yanında vuku bulmuş değildir.

Bunu öğrenebilmek için, Roma İmparatorluğunun ya­şamış olduğu ekonomik hayata bir göz atmak bizim için ye­terli olacaktır. Roma imparatorluğunda özellikle imparator­luğun belirli yerlerinde yüksek bir ekonomi düzeyine "ulaşıl­mış ve ticari sermaye büyük ölçüde fazlalaşmıştı. Ticarî sermayenin ekonomi şekillerinden biri olduğu herkesçe bi­linen apaçık bir husustur.

Tarihin de kanıtladığı gibi Roma imparatorluğu bu şekli denemiş, nispi de olsa kendi ekono­mik yapısında üstün bir dereceye yükselmiş ve ilkel, kapa­lı bir ekonomi şekli olan «Ev ekonomisi» stilinden fazlasıy­la uzaklaşmıştır. Bunun bir sonucu olarak ticaret, Roma imparatorluğu ve diğer çağdaş ülkelerle gelişti.

Ticaretin bu gelişmesi; imparatorluğun içinde dahili ticaretin filiz­lenmesinden ziyade, yolların işler hale getirilmesi, güvenlik altına alınması ve gemicilik sanatının korunmasına bağlıy­dı. İmparatorluğun dahili ticareti; İtalya'nın bazı eyaletleriyle kurulan köprü üzerinden gidip gelen ticarî kervanla­rın sayesinde gelişmişti.

Öyle ki İtalya'nın seramik kaplan, kuzeyde Britanya’dan tutun da doğuda Karadeniz sahille­rine kadar tüm dünya piyasasını işgal etmişti. İtalya sana­yinin imalâtı olan Lambolar, korkunç miktarda üretiliyor ve Avrupa'nın bir çok yerlerinde görülüyordu.

Bu gerçeklerin ışığında söyle bir soru ile karşılaşıyoruz: Tekamülü hareketler, ekonomik ve istihsali kondisyonlar için zorunlu bir kanun olduğuna göre ticari sermaye ve ekonomik kondisyon, gelişim ve evrim hareketini niçin de­vam ettirememiştir? XVIII. yüzyılda olduğu gibi ticarî ser­maye, hangi sebepten ötürü sanayi sermayesine dönüşme­mişti?

Oysaki sermayenin büyük bir kısmı tüccarların elin­de bulunuyor, mali durumları gittikçe fenalaşan özgürler topluluğu da sanayi sermayesinin gereklerini karşılamaya hazır bir kondisyonda bulunuyorlardı.

Bu demektir ki o zamanlar en yüksek sosyal sekil için maddi şartlar mevcut idi Eğer sosyal realiteyi geliştirmek için sadece mad­di şartlar yeterli olsaydı, —sosyal realitenin gelişimi için üretim göçleri her zaman ekonomik kondisyonları mey­dana getirirler.— O zaman kapitalizmin (sermayeciliğin) eski tarihte gelişmiş olması ve üretimin isteklerini karşıla­ması gerekirdi.

Mantıkî olarak da, feodalite devrinin sonunda sanayi sermayesi ve ondan mayalanan bir takım sonuçların ortaya çıkması gerekirdi. Bu sonuçlara örnek olarak da; endüstri hayatında aletlerin ortaya çıkmasına yol açan iş bölümünü gösterebiliriz.

Tarihî realite, bu aletlerin ortaya çıktıklarını ve çıktık­tan sonra da gelişip evrimleşmelerini sürdürdüklerini is­patlamakla yetinmiyor. Ayrıca feodal düzenin ticarî ser­mayeciliği (kapitalizm) yıktığını ve onu henüz doğuş döne­minde beşikteyken boğduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü her feodal bölgenin etrafını çeviren bazı sınırlar koyulmuş­tu.

Bu bölgeler, kapalı ekonomi ile yönetiliyordu. Kapalı ekonomi, bu bölgelerin ziraî ve diğer basit ürünlerle yetin­me esasına dayanıyordu. Bunun tabiî bir sonucu olarak da ticarî alanda bir durgunluk meydana geldi. Ticarî serma­yecilik yok oldu. Toplumda «Ev ekonomisi.» ne benzer ilkel bir ekonomi şekli yürürlük alanına girdi.

Germenlerin istilâsından sonra Roma toplumunu kat­leden ekonomik kondisyon; tarihî gelişimin bir ifadesi ve­ya üretim gerekleri paralelinde bir ifade midir? Yoksa tari­hî maddecilik kanunlarının dışındaki bir gerilemenin veya maddî gelişme ile ekonomik hayattaki filizlenmelerin yolu­na çıkan bir engelin ifadesi midir?



SONUNDA KAPİTALİST BÎR TOPLUM DOĞUYOR

Bütün bu olup bitenlerden sonra yani feodal düzenin, üretim karşısında duran bir engel ve tarihî bir mesele olup kesin bir çözüm istemesinden sonra, feodalite düzeni bir ha­zırlık içine girdi. Tarihî şartlar, bu çözümü kapitalizme meyilli olarak meydana getirdiler. Kapitalizm, feodalite düze­nine karşı bîr koz olarak ortaya çıkarılmıştı.

Feodalizmin gölgesinde büyüyen kapitalizm, feodalizmin tarihî bir çeli­şiği olma niteliğine sahiptir. Kapitalizm gelişip büyüyünce ilk iş olarak feodalite düzenini kökten yıktı ve savaşı kazandı. Kapitalizmin, kapitalist toplumun doğuşunu, Karl Marx işte şu sözleriyle bize anlatmaktadır:

Kapitalist ekonomi düzeni, feodal ekonomi düzeninin kanatlan allından çıkmıştır. Bu düzenlerden birinin çö­küntüye uğraması, diğer düzeni oluşturan etmenlerin do­ğuşuna sebep olacaktır.»[9]

K. Marx, kapitalizmin tarihî analizini yapmaya başla­dıktan itibaren bu analizin «sermayenin ilk birikimi» adı verilen önemli bir noktasını üstünkörü bir vaziyette geçiştir­mektedir. Oysaki bu nokta, temel niteliğindeki noktaların başında gelmektedir. Ve kapitalizmin tarihî analizi için zo­runlu bir unsur olarak kabul edilmektedir.

Elde sermaye bu­lundurmayı ve bu sermayeyi üretmek için emekçilerin eme­ğini sömürmeyi zorunlu kılan feodalitenin, yıkıntıları üze­rine kurulan yeni bir sınıf, toplumda meydana gelecek olursa bu durumun meydana gelişine yol açan bazı ön etkenlerin ve özel faktörlerin bulunduklarını varsaymamız gerekecek­tir.

Ki bu ön etkenler ve özel faktörler; belirli bir sınıfın elinde nakdî bir birikintinin meydana gelmesine, bu sınıfın ser­vetini paraya dönüştürecek olan aşın derecede enerjiye sahip? bir iş gücünün meydana gelmesine bu iş gücünün emekçi­lere aktarılmasına, bu emekçilerinde ücret karşılığında sermayesel üretim çalışmalarına girişmelerine yol açmıştır. Şu halde bu sınıfın karşısında bulunan kapitalist sınıfın dayanmakta olduğu bu ilk sermaye birikiminin sırrı nedir?

Marx, bu noktayı açıklamaya çalışırken ilk etapta, si­yasal ekonominin şu gelenekleşmiş sözünü ortaya sürmek­tedir: Toplumun sadece belirli bir sınıfının sermayesel üre­tim ve bu üretim için gerekli olan serveti elde edebilmek için
bir takım ekonomik şartlan sağlayıp gerçekleştirmesi, bu toplumun temayüz etmiş olduğu zekâsı, iyi tedbir almaya ye­teneği ve homo ekonomikliği sayesinde olmuştur. Böyle bir sınıf, saymış olduğumuz bu yetenekleri sayesinde gelirlerini
azar azar biriktirmiş ve en sonunda bir sermaye elde edebil­miştir.

Bu klâsik görüşü marx, kendine karşıt olanların görüş­lerini ortaya koyarken kullandığı alaylı üslûbu ve ısırıcı istihzasıyla ileri sürmektedir. Marx bu alayını, sermaye biri­kiminin kapitalist sınıfın varlığı için yegâne yeter sebep ola­mayacağını söyleyecek kadar ilerletiyor. Bu yeni sınıfın da­yanmakta olduğu ilk sermaye birikiminin sırrını öğrenebil­mek için kapitalist düzenin kavramını inceleyip bu karma­şık sırrı, sözkonusu kavramın derinliklerinde araştırmalı­yız?

Kendi görüşünün doğruluğunu ispat için Marx burada üstün ifade yeteneğinden ve kelimeler üzerinde dilediği gibi tasarruf etme gücünden yararlanmakta ve şöyle demekte­dir. Kapitalist düzen, bizlere özel türden bazı ilişkiler sun­maktadır.

Sözünü ettiğimiz bu ilişkiler üretim araçlarına sahibe olan sermaye sahibi ile ürettiği mal üzerinde hiçbir hakka sahip olmayan işçi arasında kurulmaktadır.

İşçi, sadece is gücüne sahip olduğu için bu ürünler üzerinde hak sahibi olamamaktadır. Buna karşılık sermaye sahibi; araç, gereç ve geçim harcamaları gibi iş gücünü mücessem hale getir­mek için gerekli tüm dış şartları gerçekleştirebilmektedir. Kapitalist düzende işçinin bu kadar düşük bir seviyede bu­lunması onun, kapitalistin elinde bulunan üretim araçların­dan yoksun oluşundan ileri gelmektedir. Bu şu anlama gelir: Sermaye ilişkilerinin esası; üretim araçlarını elinde bulun­durarak üretim yapmasına rağmen işçi ile üretim araçları arasındaki temel ayrılığa dayanmaktadır.

Kapitalizmdeki sermaye ilişkilerinin kurulması için zorunlu ve tarihî şart; içte bu ayrılıktır. Kapitalist düzenin doğabilmesi için arada bir alıp geri çevirme işlemi olmaksızın üretim araçlarının işçilerin elinden bilfiil alınmış olması gerekmektedir. Bu işçiler ki, üretim işlemleri esnasında bu araçları bizzat kullan­maktaydılar...

Evet, kapitalizmin doğabilmesi için üretin-; araçlarının sadece tüccar sermayecilerin eline geçmesi gerekmektedir. Şu halde işçiyle üretim araçlarını birbirinden ayıran ve bu araçların sadece tüccar sermayecilerin eline geçmesini sağlayan tarihî hareketi, sermayenin ilk birikiminin sırrının anahtarıdır.

Bu tarihî hareket köleleştirme, si­lâhlı müdahale, soygun ve diğer baskı yöntemlerine başvurularak tamamlanmıştır. Bu hareketin tamamlanışına geleneksel siyasal ekonomi kaynaklarının düşledikleri önem­lilik, ekonomiklik, akıllılık ve zekilik gibi hususların hiçbir katkısı olmamıştır.[10]

Kapitalist düzenin esası olan sermayenin bu ilk birikir mini yorumlama işini tam hakkıyla becerebilmiş midir K Marx? Bu soruyu cevaplamadan önce şunu bilmeliyiz ki K. Marx, bu tür bir yorumu yaptığında bu yorumun gerisinde, soygunculuk ve yağmacılık esasına dayalı olması niteliğine sahip olan kapitalizmi, ahlâk bakımından küçük düşürme­yi amaçlamamıştır. Her ne kadar bazı zamanlar böyle bir ça­balama içinde olduğu görülüyorsa da...

Çünkü K. Marx, Ka­pitalizmi, —kendi oluşum ortamı içinde— ileriye doğru bir atılım hareketi olarak kabul etmektedir. Bu hareket tarihî burgaç içindeki insanın, beşerî evrimleşme hareketinin yük­sek bir aşamasına doğru ilerlemesine yardımcı olmaktadır.

Marx'ın görüş açısından kapitalizm, kendi oluşum or­tamında ahlâki değerlerle uyuşmaktadır. Çünkü Marx'a gö­re ahlâki değerler, üretim araçlarının gerektirdiği ve ekono­mik ortamların doğurduğu bir üründen başka bir şey değil­dir. Eğer üretim güçleri kapitalist bir düzenin kurulmasını gerektirecek olursa o zaman tabiî olarak bu tarihî aşamada ahlâkî değerler, üretim araçlarının gereklerine uygun bir biçimde oluşacaktır.

Kendi özel anlayışına dayanarak ahlâkî açıdan kapita­lizm hakkında hüküm vermek Marx'ın hedefi değildir ve da... Marx, kapitalizmi incelerken sadece tarihî maddeciliği tarihi evrimin mecrasına uygulamayı, olayla­rı bu esasa bağlı kalarak tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Acaba Marx'ın bu husustaki başarı oranı ne kadardır?

Bu arada her şeyden önce Marx'ın elde ettiği basarı oranı ve kelimeleri kullanırken takındığı zekice davranışı üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.

Marx kapitalizm düzeninin analizini yaparken bu düzenin kendi yapısının de­rinliklerinde üretim araçlarına sahip olan sermayesi ile bu araçlardan hiç birine sahip olmayan işçi arasında bazı be­lirli ilişkiler taşıdığını düşünüyordu. Üretim araçları üze­rinde hiç bir hakka sahip, olmayan işçi, üretim çalışmaları sonucunda elde ettiği üründen, sermaye sahibi hesabına fe­ragat etmektedir.

Bu düşünceleri ile Marx, şöyle bir sonu­ca ulaşıyor: Kapitalist düzen; üretim işlerini üzerlerine alan güçlü isçi sınıflarının üretim güçlerine sahip olmayış­ları ve bu araçların sadece tüccarların elinde toplanması, dolayısıyla bu işçilerin ücret karşılığında bu tüccarların ya­nında' çalışmak zorunluluğunda kalması esasına dayan­maktadır. Bu, kuşkusuz apaçık bir gerçek olarak kabul edilmektedir.

Şu var ki Marx bu gerçeğe dayanarak kendi ama­cına ulaşmak için kelime oyunu oynamayı gerekli görmek­te, bu sebeple de ifadesini değiştirmekte, bir an önceki sözü­nü bırakarak şöyle bir teyidde bulunmaktadır: Sermayenin ilk birikiminin sırrı, üretim araçlarının işçilerin elinden alınması, onları bu araçlardan zorla yoksun bırakılması ve bu araçların sadece tüccarların elinde bulunmasında giz­lenmektedir.

İşte bu büyük düşünür (Marx), önce söylemiş olduğu sözlerle sonunda varmış olduğu ve üzerinde durduğu sonuç arasındaki bu mânevi farkı anlamamışçasına kelime oyununa başlamaktadır.

Marx'ın önce söylemiş olduğu sözler şu anlama geli­yordu:

İşgücüne sahip gurupların üretim araçlarından yoksun oluşu ve bu araçların sadece tüccarların elinde bulunması, kapitalizmin meydana gelişinin temel şartıdır. Marx'ın ön­ce söylemiş olduğu bu sözler, sonunda varmış olduğu so­nuca tamamen ters düşmektedir.

Bu sonuca göre Marx, iş­çilerin üretim araçlarından yoksun oluşlarını bu işçilerin, başkalarının zoruyla üretim araçlarından uzaklaştırıldık­larını iddia etmektedir.

Marx'ın sözünü ettiği bu yoksunluk ve uzaklık, yeni bir eklemeden başka bir şey olmayıp ka­pitalizmin analizini yaparken önce söylemiş olduğu söz­lerde, bu gibi sözlerin izine bile rastlanmamaktadır. Ayrıca kapitalist düzenin temelinin analizini yaparken ve sermaye sahibiyle işçi arasındaki ilişkiler ele alınırken de bu gibi hususlara rastlamak mantık açısından imkânsız­dır.

Bizim bu söylediklerimize ek yorum olarak marksizm şöyle demektedir: Gerçekten de kapitalist düzen; üretim araçlarının işçilerin yanında bulunmaması, tersine tüccar­ların elinde bol miktarda bulunması esasına dayanmakta­dır..


Ama bunu nasıl açıklayacağız? Üretim araçları niçin işçilerin yanında bulunmuyor da sadece tüccarların yanın­da bulunuyor? Üretim uruklarının işçilerin elinden alınıp tüccarlara verilmesi hareketine girişilmeseydi ne gibi bir sonuç doğardı?

Bu soruya vereceğimiz karşılık bir kaç maddede özet­lenebilir:

l — Kapitalizmin, feodal sınıfın omuzları üzerinde kurulmuş olduğu toplumlara bu nitelik uygun gelmez. Tıpkı Almanya'da olduğu gibi... Çünkü Almanya'da feo­dallerin büyük bir çoğunluğu atölyeleri güçlendirmiş ve bu atölyelerin yönetimini bizzat ele almışlardı. Arazilerinden elde ettikleri gelirleri çeşitli yatırım alanlarına yatırmış­lardı.

Yeni bir gasp hareketinin peşi sıra, feodalizmden ka­pitalizme, dönüş zorunlu değildir. Çünkü feodalizmin baş­langıcından beri ellerinde bulundurdukları feodal mülkle­re dayanarak feodal beyler, bizzat sermayesel üretim işle­mine girişebilirler.

Marksizmin bu ileri sürmüş olduğu nitelik, feodal sı­nıfın omuzlan üzerinde kurulan sanayi kapitalizmine de uygun gelmez. Ticari kazançlardan oluşan sanayi kapita­lizmine de uygun gelmez. İtalya'nın Bindokya, Cenova ve Floransa gibi eyaletlerinde olduğu gibi: Sanatın icra edi­lişinden önce yani Marx'ın kökenini araştırmakta olduğu sanayi anlamda kapitalist düzenin bulunuşundan önce bu şehirlerde tüccarlar sınıf ı mevcuttur.

Sanatkârlar kendi hesaplarına çalışıyorlardı. Kazanç sağlamak için de tüccarlar, bu sanatkârların ürünlerini alıyorlardı. Haçlı seferlerinin sonunda çiçeklenen doğu ticareti sayesinde büyük kazançlar sağlıyorlardı. Ticarî mer­kezleri o kadar büyüdü ki, Mısır ve Şam'da hüküm süren hükümdar ve sultanlarla anlaşarak doğu ticaretini tekelle­rine geçirdiler.

Kazançları kat kat fazlalaştı. Böylece derebeylerin hegemonyasından kurtulup büyük atölyeleri kur­manın yolunu buldular. Bu atölyeler rekabet yoluyla, küçük el sanatlarını kapsamlarına aldılar. Bu esasa dayalı olarak da sermayesel üretim veya sanayi kapitalizmi doğ­muş oldu.

2 —Marksizmin görüşü bu soruyu çözümlemeye yet­meyecektir. Çünkü bu görüş; «işçileri üretim araçlarından yoksun kılan ve bu araçların sadece tüccarların eline geç­mesini sağlayan hareket: sermayenin ilk birikiminin temel
sebebidir.» şeklindeki kurala başka bir eklemede bulunma­maktadır.

Fakat sadece, belirli bir gurubun güç kazanma­sının ve işçilerin zor kullanılarak üretim araçlarından yok­sun bırakmışlarının nasıl olduğunu bize açıklamaktadır.

3 — Zenginlerin hegemonyası, zor kullanması ve zor­balığının açıklanması gerekmediğini kabul edelim. Fakat yine de bu, sermayenin ilk birikimi için Marksist bir yorum aracı olmaktan uzaktır. Aynı zamanda kapitalizm için de
bir yorum aracı değildir.

Çünkü bu, ekonomik bir yorum değildir. Ayrıca tarihî maddeciliğin özüyle de uyuşmamak­tadır. Şu halde nasıl oluyor da Marx, tarihî olarak kapitalist sınıfın meydana gelişini zor kullanmak ve gasp etmek yo­luyla yorumlayabiliyor? Buna kendisinin genel tarih anla­yışı nasıl müsaade edebiliyor?

Çünkü zor kullanmak ve gasp etmek tabiatıyla ekonomik bir sebep değildir. Gerçek şu ki Marx, bu analizi ile kendi tarihî mantığını bizzat yık­
makta ve bir sınıfın sırf ekonomik olan temellere da­yalı olmayarak kurulabileceğini gizli de olsa itiraf etmektedir. Tarihî maddecilik esaslarına dayanarak Marx, kapi­talist sınıfın ortaya çıkışını gelenekleşmiş klâsik görüşle yorumlamalıydı. Marx'in alayı olmasına rağmen bu görüş,
marksizmin görüşüne nispetle ekonomik karaktere daha yakın bir yorum getirmektedir.

4 — Kitabın bazı bölümlerinde Marx'ın, sermayenin ilk birikimini yorumlamak amacıyla zor kullanma ve gasp hareketlerine ilişkin öne sürmüş olduğu tarihî delilleri sa­dece İngiliz tarihinden bulup çıkarmıştır. Marx, delil ola­rak İngiltere’deki feodallerin giriştikleri soygun ve gasp ha­reketlerini örnek vermektedir.

İngiltere’deki feodaller, çift­çileri arazilerinden kovmuş, bu arazileri koruluk haline ge­tirmişlerdi. Ve ayrıca arazilerinden kovulan bu çiftçileri burjuvaların borsalarına atmışlardı. Bu; tüccarlar çıkarına sanatkârların aletlerden yoksun bırakılması için girişilen bir hareket değil de, feodaller hesabına çiftçilerin tarlala­rından yoksun bırakılması için girişilen bir hareketti.

Bu noktayı geçmeden önce Marx'ın 'Kapitali'nin bir­kaç sayfasına göz atmak istiyorum. Kapitalin bu bölümün­de Marx, kapitalizme ortam hazırlayan, çiftçilerin feodal­ler tarafından tarlalarından yoksun bırakılması için girişi­len zorbalık hareketini etraflıca ele almaktadır.

Bu açıkla­malarında Marx, sadece İngiltere’de meydana gelen olay­lara yaslanmakta, bu olayları anlatırken feodalleri, çift­çileri tarlalarından yoksun bırakmak için zor kullanmaya iten sebebin: feodallerin çiftçilerin tarlalarını koruluğa çe­virmek istemeleri ve onların çiftçilerden oluşan bir orduya sürekli bir ihtiyaç duymaları olduğunu ortaya koymakta­dır.

Fakat bu kadar ani bir şeklide, tabaların koruluklara çevrilmesi yönelimi nasıl oldu da meydana geldi? Marx, :r.ı soruyu şu şekilde cevaplamaktadır:

«İngiltere'de çiftçilerin tarlalarının ellerinden alınma­sı için zor kullanmaya yol açan şey; Flonders de yün sana­yinin gelişmesi ve bu nedenle de yun piyasasının yükselme­si olmuştur.»[11]

Bu cevabın özel bir tarihî anlamı vardır. Her ne kadar Marx, bunu kastetmemişse de...

Çünkü Marx Felemenk illerinde, Belçika’nın güney kısımlarında özellikle Flanders'de sanayi üretiminin ge­lişmenin, yün ve genel olarak diğer ürünlerin ticaretinin revaç bulmasının, bu ticari eşyalar için büyük pazarların ortaya çıkmasının feodallerin, bu fırsattan yararlanmala­rına ve tarlaları koruluklara çevirmelerine başlıca sebep ol­duğunu kesinlikle söylemiştir.

Feodaller bütün bunları, yünü sanayi sitelerine sevk etmek ve yünün ticari pazarlarım elle­rine geçirmek için yapmışlardır. Çünkü İngiliz yünü kaliteli yün kumaşlarının dokunması için bazı temel özelliklere sa­hipti.[12]

Olayların birbirinin peşi sıra sıralanışından da anla­şıldığı gibi Kari Marx'ın, İngiltere’de kapitalist bir toplu­mun oluşmasına destek olan tarihî unsurun çiftçilerin tar­lalarından yoksun bırakılması olduğunu kabul etmekte olduğunu görüyoruz.

Çiftçilerin tarlalarından yoksun bırakılışı, tarihî maddecilik mantığının farz ettiği gibi feodal düzenin bizzat kendisinden kaynaklanmamıştır. Kendisini ortadan kaldırıp yok eden çelişiği doğuran, feodalizmin kendisi değildir. Marx'ın kastettiği bu sebebi ortaya ko­yan etken, feodal ilişkiler de değildir.

Bu sebebi ortaya ko­yan etken: yün sanayi tezgâhlarının gelişmesi ve yün tica­retinin revaç bulması olmuştur. Feodallerin çiftçiler topluluğunu şehir pazarlarına sürüklemeye iten etken, feodal ilişkiler değil de sermayesel ticarettir...

Marx'ın da bizzat bize anlattığı şekilde gördüğünüz gibi sosyal ilişkilerin çelişkilerinin, sebep ve şartlarının bu ilişkiler dışında teşekkül ettiği ve bu ilişkilerden kaynaklan­madıkları anlaşılmış bulunmaktadır.

Eğer dış etkenler ol­mamış olsa bu ilişkiler, bizzat kendi çelişkilerinin sebep ve şartlarını gerçekleştiremezler.



---------------------

[1] Kapitalist Ekonominin Temel Kanunları s. 10



[2] Ferdi Mülkiyetin Tekamülü s14

[3] A.g.e: S. 18



[4] Ferdî Mülkiyetin Tekâmülü 43.32



[5] Aynı Eser. S. 33


[6] Ferdî Mülkiyetin Tekâmülü. S. 53



[7] Plekhanov: Tarih Felsefesi. 5.47.



[8] F. Egnels: Anti Dühring, C. H. S. 9



[9] Marx: Kapital. C. 3. S.1053



[10] Marx Kapital c3. s1050- 1055

[11] Marx : Kapital; C.3.k. 2 : S. 1059



[12] İngiliz Tarihi s56


Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


DETAYLARIYLA BİRLİKTE TARİHÎ MADDECİLİK NAZARİYESİ

Bir araştırma ve inceleme yoluyla tarihî maddeciliğin detaylarını ele alacak olursak, marksizme göre tarihin ilk aşamasından işe başlamamız gerekecektir. Ki bu aşamada da, ilkel şekliyle komünizm hâkimdir. Marksizm inancına gö­re insanlık, sosyal hayatın başlangıcında ilkel bir komünizm dönemi geçirmiştir.

Diyalektik kanunlarına göre bu dönem, kendi bünyesinde kendi çelişiği olan şeyleri barındırıyor­du. Uzun süren çatışmalardan sonra bu çelişki daha da ge­lişip şiddetlendi. Toplumun komünist düzenini yıktı.

Ça­tışmadan galip çıkan çelişki yeni bir kılığa büründü. Komü­nist rejimin eşitlik toplumu yerine bir feodal rejim ve kölelik toplumu oluştu.

KOMÜNİST BİR TOPLUM MEYDANA GELMİŞ MİDİR?

Bu aşamanın tüm detaylarını kapsamadan önce kar­şımıza bir soru çıkıyor: İnsanlığın gerçekten ilkel bir komünizm dönemi geçirdiği ilmen sabit midir? Tarih öncesi in­sanlıktan söz ettiğimize göre bu delili elde etmemiz nasıl mümkün olacaktır? Marksizm, bu güçlüğü kolaylaştırmaya, insanlık hayatının bir örtülü dönemi hakkındaki anlayışını ilmî delillerle ispatlamaya çabalamaktadır.

Bunu ispatlar­ken de (!), bazı çağdaş toplumların ilkel olduklarına hük­metmiş ve bu güya ilkel toplumları da söz konusu araştırma için ilmî bir malzeme olarak saymıştır.

Tarih öncesi çağlar, insanlık nev'inin çocukluk dönemi­ni temsil etmiş olmaları niteliğiyle aynı damanda tüm insan toplumlarının genel olarak geçirmiş oldukları ilkellik dö­nemini de ifade etmektedirler.

Marksizmin, ilkellik hayatını sürdüren bu çağdaş top­lumlar hakkındaki bilgisi, ilkel şekliyle komünizmin hâlâ bu toplumlarda geçerli bir rejim olduğunu ortaya koymakta­dır.

Buna göre ilkel komünizm, tarihin karanlıklarında bu­lunan ilkel toplumların geçirmiş oldukları ilk aşama olmak­tadır. Böylece de marksizm, elini duyulur bir maddî delil üze­rine koyduğu vehmine kapılmıştır.

Her şeyden önce şunu bilmemiz gerekir ki marksizm, bu konudaki bilgisini söz konusu çağdaş toplumlardan direkt olarak almamıştır. Bu bilgilerini, söz konusu toplumlara git­me fırsatını bulan ve bu toplumların özelliklerini tanıyan kimselerden toplamıştır. İş bu kadarla da bitmiyor.

Marksizm, bu toplumlar hakkında kendisine verilen bilgilerden, sadece tarihî maddecilik, kuramına uygun olanları almış, geri kalanları ise yalanlamış, asıllarını değiştirmiş ve yan­lışlıkla itham etmiştir. Bu sebeple de Marksist araştırmalar, tarihî maddeciliğe yarayışlı olan bilgileri seçmeye yönelir ol­muş ve bu ilkel toplumlardan gelen haberlerle bilgilerin değerlerini takdir ederken de tarihî maddecilik kuramı hâkem tâyin edilmiştir.

Oysaki tarihî maddecilik kuramının değe­ri takdir edilirken bu haberlerle bilgiler hâkem olarak tâyin edilmeli ve bunların ışığında söz konusu kuram, bir imtihan­dan geçirilmelidir. Burada ünlü bir Sovyet yayarının konuy­la ilgili sözlerine kulak verelim:

Elimizden geldiği kadarıyla, var gücümüzü harcayarak geçmişin derinliklerine dalalım. Göreceğiz ki insanlar, top­lum hayatını yaşamaktadırlar. Eski ilkel toplumlar üzerin­de inceleme yapmayı kolaylaştıran etkenlerden biri de; ilkel şekliyle sosyal ortamların, günümüzde birçok halklar ara­sında geçerli ve hâkim oluşudur.

Bu ilkel şekliyle sosyal or­tamlar; Afrika'nın bazı renkli sakinleri, Polenazya, Malezyalılar ve Avusturalya'lılar, keşfedilmeden önce Kızılderililer, Eskimolar ve zenciler arasında hâlâ yürürlüktedir. Bu ilkel toplumlar hakkında elde ektiğimiz bilgiler, Misyonerler tarafından bizlere ulaştırılmıştır. Misyonerler de bilerek ve­ya bilmeyerek, gerçekleri olduğu gibi; yansıtmamış ve tahrif etmişlerdir.»[1]

Marksizmin dayanak noktası olarak kabul ettiği bu çağ­daş toplumlar hakkında verilen bilgilerin yegâne gerçek, bil­giler olduklarını bir an için kabul edelim. Durum böyle olun­ca da şöyle bir soru sorma hakkımız doğmuş oluyor: Bu top­lumlar, gerçekten ilkel toplumlar mıdırlar?

Bunların hayat­larını esas alarak sosyal alandaki bir ilkelliği tanımlayabilir miyiz! Bu yeni soru karşısında marksizm, bu çağdaş top­lumların ilkelliğini ispat için ilmî anlamda bir tek delil bile bulamamaktadır.

Daha da derinlere inecek olursak görece­ğiz ki marksizmin inanmış olduğu tarihin zorunlu evrim ka­nunu, bu toplumların zorunlu bir evrimleşme hareketi içe­risine girmelerini zorlamaktadır. Bu toplumların bugünkü halleriyle ilkel bir hayat içinde olduklarını iddia ederken marksizm, evrim kanunlarını geçersiz saymakta, binlerce yıllık bir zaman şeridi boyunca bu toplumların donmuş ol­duklarını ve statik bir görünüme büründüklerini iddia et­mektedir.



İLKEL KOMÜNİZMİ NASIL AÇIKLAYABİLİRİZ?

Tarihî maddecilik kanunlarına göre ilkel komünizm döneminin nasıl açıklandığını görebilmek için bu açıklamayı marksizme bırakıyoruz: İnsanlık toplumunun ilkellik döne­mindeki komünist mülkiyet ilişkilerini marksizm, o zamanki üretim güçleri ve revaçta bulunan üretim ortamlarının ilkellik derecesine göre açıklamaktadır.

İnsan; az güce sahip, zayıf yaratılışta bir canlı olduğu için tüm insanlar tabiata karşı birleşmek ve sosyal yöntemlerle üretim yapmak ihtiyacındadırlar. Üretimde iştirak, sosyalist mülkiyet ilişkileri­ni doğurur. Bu ilişkiler, özel mülkiyet düşüncesine asla mü­samaha göstermez. Üretim müşterek olunca, mülkiyet de müşterek olur.

Toplumun bireyleri arasındaki gelir dağıtı­mı, eşitlik ilkelerine uygun olur. Çünkü üretim ortamları bunu gerektirmektedir. Çünkü üretim güçlerinin en alt se­viyede olanı bile; az miktardaki gıda maddelerini ve üretilen basit eşyaları dahi birbirine eşit parçacıklara bölmeyi zo­runlu kılmaktadır. Bundan başka bir gelir dağıtma yönte­minin kurulması imkânsızdır.

Çünkü bireylerden birinin diğerinkinden fazla pay alması halinde az pay alan kimse acından ölecektir.[2]

Marksizm, ilkel toplulukların komünistliğini bu şekilde açıklamakta ve Morgan'ın sözünü ettiği bu toplumlardaki eşitliğin sebeplerini ortaya koymaktadır.

Morgan, kuzey Amerika ovalarında yaşamakta olduklarına tanık olduğu ilkel kabileleri tanıtma sadedinde, bu kabilelerde eşitliğin hüküm sürdüğünü ve bir örnek olarak da bu kabilelerde ke­silen hayvanların etlerinin, tüm kabile bireylerine pay düşe­cek şekilde birbirine eşit, küçük parçacıklara bölündüğünü söylemektedir.

Marksizm bu sözleri söylerken aynı zamanda, komünist toplumun ahlâkından söz ederken ve bu toplumun üstünlü­ğünü överken bu sözlerin tam tersi sözleri de söylemektedir.

Marksizm, geçen yüzyılda Amerika'daki yerliler üzerinde bir inceleme yapmış olan James Aidres'ten şöyle bir nakilde bu­lunmaktadır: «Bu yerliler topluluğu, muhtaçlara yardım et­memeyi büyük bir suç saymakta ve bu gibi suçları işleyenle­ri ise cezalandırmaktadırlar.

Marksizm ayrıca, araştırmacı Katelin'den de şöyle bir na­kilde bulunmaktadır.: Kadın, erkek veya çocuk her kim olur­sa olsun yerliler köyünde, dilediği konuta girme hakkına sahiptir.

Konuta girdikten sonra, eğer açsa yemek yer. Çalı­şamayacak kadar güçsüz olanlar veya sırf tembellikten ötü­rü ava çıkmayanlar bile tembelliklerine rağmen istedikleri eve girebilir ve o evde oturanlarla birlikte yemeklerini pay­laşabilirler.

Böylece de bu toplumda bulunan bir birey, yiye­cek üretmek için gerekli çalışmaları yapmaktan kaçınsa bile yine de yiyecek bir şeyler elde edebiliyor. Çalışmaktan kaçın­ması halinde hiç bir sorumlulukla karşılaşmıyor. Sadece kendi şahsî onurunu yitirdiğim hissediyor o kadar...[3]

İlkel komünist toplumlarının ahlâkı ve uyula gelen sos­yal alandaki geleneklerine ilişkin marksizmin bize vermiş ol­duğu bu bilgiler; söz konusu toplumlarda üretim güçleri dü­zeyinin; bir bireyin fazla pay alması halinde diğer bireyin açlıktan ölmesine sebep olacak kadar düşük olmadığını açık­lamaktadırlar.

Mârxizmin bize vermiş olduğu bu bilgiler aynı zamanda bu toplumlarda bir bolluğun görüldüğünü, za­yıf, âciz ve diğer bütün şahısların bu bolluktan yararlana-bildiklerini de ispat etmektedir.

Şu halde dağıtımda eşitlik sistemi, niçin mümkün olan tek sistem olarak kabul edilmi­yor? Bu toplumlarda sömürmeye elverişli bir bolluk olduğu halde, dağıtım sisteminde sömürme düşüncesi hiç kimsenin aklına gelmiyor Bu neden?

Eğer üretim güçleri bu toplumlarda sömürü sisteminin kurulmasına elverişli olsaydı, böyle bir sistemin kurulmuş olması gerekirdi. Bu sistem şimdiye dek bu toplumlarda ku­rulmamış olduğuna göre bu kurulmayısın sebeplerini bul­mamız gerekmektedir.

Bu sebepleri araştırırken de ilkel in­sanın şuurunun ve pratik düşüncesinin derecesini göz önün­de bulundurmalıyız. İlkel insanın sömürü düşüncesi; bu şu­ur ile pratik düşüncenin gelişmesinin ve insanın hayat hak­kındaki tecrübelerinin fazlalaşmasının bir sonucu olarak doğmuştur.

Eğer marksizm —veya kendi görüş açımızdan biz—, da­ğıtımdaki eşitlik yönteminin ilk önceleri üretim azlığı sebe­biyle' doğmuş olduğunu, sonraları ise bunun sistemleşerek gelenek halini aldığını/söyleyecek olursa— veya olursak— bu sözde, tembel bireyler karşısında ilkel toplumların ta­kınmakta oldukları tavra ilişkin aklî bir yoruma rastlaya­bilir miyiz?

Bu tembel bireyler ki bile bile, kasıtlı olarak ça­lışmamakta, başkalarının elde etmiş oldukları ürünlerle ih­tiyaçlarını gidermekte, açlık ve yoksulluk tehlikesiyle hiççi hiç karşılaşmamaktadırlar. Sosyalist üretim tarzı, elde edilen ürünlerin üretime katılmayanlara da dağıtılmasını zorunlu kılıyor mu?

İlkel toplumların insanları, kendi toplumlarında yaşa­yan bir kimsenin açlıktan ölmemesi için, ilk etapta eşitliği gerçekleştirmeye çalışmışlar, tembellere yapmış oldukları yardımla da, müşterek üretim işlemine zarar dokundurmuşlardır.

Kasıtlı olarak çalışmayan tembellerin geçimini sağ­lamaya acaba neden bu kadar önem vermişlerdir? Oysaki bu tembellerin ölümü, toplum için hiç de zarar sayılmazdı.


KOMÜNİST TOPLUMUN ÇELİŞKİSİ

Marksizmin görüşüne göre ilkel komünist toplumu, do­ğuşundan itibaren kendi yapısı içinde bazı çelişkiler barın­dırmıştır. Bu çelişkiler, zamanla gelişip şiddetlenmiş ve ko­münist toplumu yıkmıştır.

Bu çelişki, sınıfsal bir çelişki de­ğildir. Çünkü komünist toplum, bir tek sınıftan ibarettir. Bu toplumda birbirine zıt iki sınıf yoktur. Bu çelişki, mülkiyet­teki komünizm ilişkileriyle üretim güçleri arasındadır.

Üre­tim güçleri gelişmeye başlayınca komünizm ilişkileri bu ge­lişmeyi engeller. Bu durumda üretim, gelişimini sürdürebil­mek için yeni ilişkilere ihtiyaç duyar.

Ama nasıl? Komünizm ilişkileri, bu güçlerin gelişimini neden engellemektedir? Marksizm, bunu şu sözlerle açıklar: Üretim güçlerinin yükselişi; tarım ve hayvancılıkla uğraşan bireyin, kendi hayatını sürdürebilmesi için gereğinden faz­la geçim imkânlarına kavuşmasını sağlamaktadır.

Böylece de birey, bütün enerjisini harcamaksızın geçi­mini sağlama amacıyla az bir süre çalışmakla yetinme im­kânını elde etmiş oluyor. Gelişme süreci içinde bulunan üre­tim güçlerinin de istediği gibi tüm enerjinin üretim yararı­na harcanması yani bir sosyal gücün meydana getirilmesi gerekmektedir.

Ki bu güç, üreticileri tüm enerjilerini har­camaya zorlasın. Oysaki komünist toplumcu düzende böyle bir güç yoktur. Şu halde bu düzenin kölelik düzeniyle değiş­tirilmesi gerekmektedir. Kölelik düzeni, efendilere büyük haklar tanımakta ve onlara, köleleri sürekli olarak çalışma­ya zorlama yetkisini vermektedir. İşte, kölelik düzeni bu şe­kilde doğmuştur.

Kölelik düzeninin doğduğu zamanlarda bir kabile baş­ka bir kabileye baskın ve saldırı düzenleyip o kabileden tutsaklar alınca hu tutsakları köleleştirirdi.

Önceleri bu tutsak­ları öldürmek, gelenek haline gelmişti. Çünkü kabile, bu tut­sakları sağ bırakmakta bir çıkar gözetmiyordu. Üretimin ge­lişmesinden sonra bu esirleri sağ bırakmak, kabilenin ekono­mik çıkarına uygun geldi. Çünkü bu tutsaklar, yediklerinden fazla üretim yapıyorlardı.

Böylece de savaşlarda elde edilen tutsaklar, köleleştirilmiş oldular. Köleleri çalıştıran efendi­lerin servetlerinin artması sonucu bu efendiler, kendi kabi­lelerinin adamlarını da köleleştirmeye başladılar.

Böylece de toplum, efendi ve köleler olmak üzere iki sınıfa ayrıldı. Do­layısıyla da üretim, bu sınıflaşma esnasında ve yeni kölelik düzeninin de desteğiyle gelişim ve yükselişine devam etti.

Bu konu üzerinde inceden inceye düşündüğümüzde, marksizmin de bu husustaki yorumundan yararlanarak, me­selenin üretim araçları meselesi olmaktan ziyade insan me­selesi olduğunu gayet kolay bir şekilde anlarız. Çünkü üretim güçlerinin gelişimi, fazla miktarda insan emeğini gerektir­mektedir.

Emeğin sosyal karakterinin üretim güçlerinin ge­lişimiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Köle insanın fazla emeği, üre­timi geliştirdiği gibi, özgür insanın da fazla emeği üretimi geliştirir. Toplumun bireyleri, üretim için fazla emek harcamak ve elde edilen ürünü kendi aralarında eşit olarak paylaştır­maya ilişkin bir karar almış olsalar; kölelik toplumundaki insanların gerçekleştirmiş olduğu üretim miktarının aym­anı gerçekleştirebilirler.

Hattâ daha fazlası, kalite ve çeşit bakımından, kölelerin emeğiyle gerçekleştirilen üretim ge­lişmesine oranla çok daha yüksek seviyede bir üretim geliş­mesi görülür. Çünkü köle, zorla çalıştırılır. Üretimi güzelleş­tirmek ve üretim konusunda uzmanlaşmak için düşünmek "aile istemez. Oysaki özgür insanlar bunun tam tersine, üre­timi güzelleştirmeye ve üretim çalışmalarında birbirlerine de ek olmaya çalışırlar.

Üretim güçlerinin gelişimi, çalışma hususunda köle­lik esasına dayalı değildir. Bu gelişim sadece fazla emek harcamaya dayalıdır. Şu halde hangi sebepten ötürü uygar insan, emeği fazlalaştırmak için toplumun hemen hemen yansını köleleştirme yoluna başvuruyor da; çoğu kimselerce normal bir yol olarak kabul edilen, özgür insanları öz­gür olarak çalıştırma yoluna baş vurmuyor? Bu meselenin cevabını yine bizzat insanda ve insanın tabiî eğilimlerinde bulmaktayız.

'Yaratılışı gereği insan, çalışmasında ekonomik olmaya ve amaca ulaşmak için de en kolay yola başvurma­ya yöneliktir. Kendisini amacına ulaştıracak olan iki yolla karşılaşan bir insan, kuşkusuz ki bu iki yoldan en az zah­metsiz olanı yeğleyecektir. Bu karakteristik eğilim, üretim araçlarının ürünü değildir.

Bu sadece ve sadece insanın özel organik yapısının bir ürünüdür. Bu sebepledir ki sözkonusu eğilim, binlerce yıllık bir süre boyunca üretim araçlarında­ki evrimleşmeye rağmen yerinden oynamamış, sabit kal­mıştır. Bu eğilim, toplumunda bir ürünü değildir. Toplu­mun doğuşu bile insandaki bu eğilimin varlığının sonucu olmuştur. Çünkü insanoğlu, tabiata karşı direnip onu kendi isteğine uygun bir şekilde işleyebilmek için kitleleşmenin, en kolay bir yöntem olduğunu görüp kabullenmiştir.

İşte bu tabiî eğilim insana, başkalarını köleleştirme dü­şüncesini aşılamıştır. Çünkü insan, zahmetten kurtulmanın en garantili yolu olarak; başkalarını kendine köle edinmek olduğunu görmüştür.

Uygar insanın kölelik rejimini kurmasına yol açan veya onu bu yola iten etken, üretim güçleri değildir. Onu bu yola iten etken; insanın içinde bulunduğu elverişli ortamlar ol­muştur. Amaç; insanın kendi tabiî eğilimine uygun olarak gününü gün etmesi... Bunu bir örnekle açıklayalım: Adamın biri bir diğerine bir kılıç veriyor.

Kılıcı alan adamın gönlünde kin ateşi alevleniyor ve düşmanını bu kılıçla öldü­rüyor. Bu öldürme olayını sadece kılıç esasına dayalı ola­rak yorumlamamız doğru olmaz... Bu mümkün değildir. Bu olayı, daha önce katilin gönlünde harekete geçen özel duygu­ların ışığında ancak yorumlayabiliriz. Eğer katilin gönlün­deki bu duygular harekete gelmemiş olsaydı, karşı tarafın sadece kendisine kılıç vermiş olması onu, bu suçu işlemeye yeltendirmezdi.

Burada bizi düşünmeye iten bir başka sebep var. Marksizm, bu sebep karşısında susmayı yeğlemektedir. Tabiî olarak bu sebebin; komünizmi yıkmakta ve toplumu, efendiler­le kölelere ayırmakta büyük etkisi olmuştur. Komünizmin ortaya koymuş olduğu bu sebep şudur: Toplum bireylerinin ezici çoğunluğu rahata ve tembelliğe yönelmekte, üretimi ge­liştirme çalışmalarından el çekmektedir.

Bu arada zorunlu olarak, insanları köle ve efendi olmak üzere iki kısma ayıran sınıflanma hakkında marksizme bir soru yöneltmemiz gerekiyor. Efendi sınıfında bulunanlar nasıl efendi olmuşlar?

Köle sınıfında bulunanlar nasıl köle olmuşlardır? Efendiler niçin kölelerin yerine; köleler de ni­çin efendilerin yerlerine geçmemişlerdir?

Marksizm bu soruyu şu biçimde cevaplar: Efendi olsun köle olsun herkes, üretim mantığıyla ekonomi faktörünün kendisine yüklemiş olduğu görevi yapmak zorundadır.

Çün­kü toplumda efendilik görevini yapmakta olan sınıf, karşı sı­nıfa (Kölelere) oranla çok daha yüksek düzeyde bir servete sahiptir. Bu servetleri sayesinde efendiler, başkalarını ken­dilerine kölelik bağıyla bağlama gücünü elde etmektedirler. Bu cevaplamaya rağmen bilmecemiz, hâlâ olduğu gibi kalı­yor.

Çözüm belirtileri görülmüyor. Çünkü bizler biliyoruz ki efendilerin bu yüksek düzeydeki servetleri, kendilerine gök­ten zembille inmiş değildir! Şu halde nasıl oluyor bu serve­te köleler değil de sadece efendiler sahip oluyorlar! Servete kavuşunca da başkalarını kendilerine köle ediyorlar. Oysaki her iki sınıf da aynı komünist toplumda yaşıyorlardı!

Marksizm bu soruyu yeniden iki şekilde cevaplıyor:

a — ilkel komünist toplumlarda başkanlık, komutanlık-ve din adamlığı gibi görevleri deruhte eden kimseler; servet sahibi olabilmek için kendi makamlarının desteğiyle halkı sömürmeye başladılar.

Toplumun ortak mülkiyetinin bir kısmını kendi özel mülkiyetlerine geçirdiler. Aristokrasi sı­nıfına geçebilmek için derece derece, basamak basamak halk­tan kopmaya başladılar. Bunun yanı sıra toplum bireyleri de gün be gün bu aristokratların ekonomik boyundurukları altına geçmeye başladılar.[4]

b — Toplum bireyleri arasında servet ve üretim düzeyi ba­kımından bir çelişki ve ayrıklığın doğmasına yol açan hu­sus şudur: Toplumlar, yaptıkları savaşlarda elde ettikleri tutsakları köleleştirmişler. Bu sebeple de kendi zorunlu ih­tiyaçlarından fazla oranda bir üretime sahip olmuşlardır.

Bu sayede zenginlerin serveti daha da artmış. Serveti artan zenginler, şehirlileşen ve mallarından uzaklaşan, kendi ka­bilesinden diğer özgür kimseleri de köleleştirmişlerdir.[5]

Bu cevapların her iki şekli de tarihî maddecilik kura­mıyla uyuşmamaktadır. Birinci cevapta, siyaset faktörü esas faktör olarak kabul edilmekte, ekonomi faktörü ise si­yaset faktöründen doğmuş olan ikincil bir faktör olarak ka­bul edilmektedir. Çünkü bu birinci cevapta ortaya atan var­ sayıma göre, başkanlar, komutanlar ve din adamları, sınıf­sız bir ilkel komünizm toplumunda sahibi bulundukları si­yasal mevkilerden yararlanarak servet sahibi olmuşlar ve el­lerine büyük miktarda özel mülkiyetler geçirmişlerdi. Şu hal­de sınıf realitesi, siyasal yapının bir ürünüdür. Tarihî mad­deciliğin görüşü olan bunun tersi düşünülemez.

Marksizmin, servet farklılıklarını açıklamakta olduğu ikinci cevapta ise; meselenin çözümlenmesi yolunda ileriye doğru sadece bir tek adım atılmaktadır. Bu cevapta efendi­lerin, kendi kabilelerine mensup kimseleri köleleştirmeleri­nin daha önceki tarihlerde, savaşlarda tutsak edilen yaban­cıların köleleştirilmesine benzer bir olay olduğu söylenmek­tedir.

Savaşlarda elde edilen tutsaklar, kendi' çıkarlarına ters düştüğü halde fazla çalışarak efendileri için. servet sağlıyorlardı. Başkalarına verilmediği halde sadece efendile­re, başkalarını köleleştirme fırsatı ve savaş tutsaklarını kö­leleştirme imkânı niçin ve neden veriliyor? İşte marksizm, bu soruyu açıklayamıyor.

Marksizm için bu meselenin cevabını üretim güçlerinde bulmak mümkün değildir. Bu soruyu ancak özellikler, bir­birinden farklı olan organik, fikrî ve askerî yetenekler esa­sına dayalı olarak, insanî bir izah tarzıyla açıklayabiliriz.

Sözünü ettiğimiz yetenekleri bizzat insanın kendisi üretmekte ve herkesin bu yeteneklerden almış oldukları pay, ayrı miktarlardadır. Bu payların ayrı miktarlarda oluşu da, in­sanın içinde yaşamakta olduğu ortamın ve insanların ruhî fizyolojik ve tabiî özelliklerinin ayrı oluşlarından ileri gel­mektedir.



FEODAL TOPLUM

Köle toplumunda üreyen çelişkilerin sonucu olarak feo­dal toplum doğdu. Bu çelişkilerin temelini; kölelik düzeninin ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki rekabet teşkil ediyor­du. Kölelik toplumunun uzun bir süre yaşamasından sonra bu ilişkiler, üretim güçlerinin gelişimini engellemeye başla­mış ve bu güçlerin karşısına iki yönden çıkan bir engel ol­muştu:

a — Bu ilişkiler; — bizzat üretici güçler olmaları niteliğiy­le — köleleri vahşi bir şekilde sömürmeleri için efendilere yol açıyor ve onlara sömürü imkânlarını sağlıyordu.

Bu sebeple de binlerce köle iş alanında çürüyüp mah­volmuş, dolayısıyla da bizzat kölelerin şahsında temsil edi­len üretim gücünde büyük bir düşme olmuştur.

b — Bu ilişkiler birçok özgür tarım işçisi ve sanatkârı ya­vaş yavaş köleleştirmiş bu sebeple de toplum, kendi özgür ve savaşçı bireylerini kaybetmiştir.

Ki bu savaşçı bireyle­rin peş peşe saldırıları sayesinde toplum, sürekli olarak üre­tici tutsaklar ve köleler elde ediyordu. Böylece kölelik düze­ni dahili üretici güçlerin boşa harcanmasına sebep olmuş; dolayısıyla da saldırı düzenleme ve tutsak elde etme yönte­miyle yeni üretici güçler elde etmekten âciz kalınmıştır.

Kö­lelik düzeni ile üretim güçleri arasındaki bu şiddetli çelişki­den ötürü kölelik toplumu yıkılmış, yerine feodalite rejimi kurulmuştur.

Marksizm, bu açıklamaları yaparken konunun bazı te­mel noktalardan habersiz kalıyor. Ki bu noktaları şöylece sıralayabiliriz:

l— Örneğin Roma toplumunun kölelik düzeninden feoda­lite düzenine geçmesi, devrimsel bir geçiş değildir. Bu geçiş, tarihi maddeciliğin diyalektik mantığının önerdiği gibi; ezi­len sınıfın baş kaldırması sonucu olmamıştır.

2 — Roma toplumunda görülen bu sosyo ekonomik alan­daki değişim ve dönüşümden önce, üretim güçleri arasında her hangi bir evrimleşme göze çarpmamıştı.

Oysaki, «Tarihî hareket ettiren en üstün güç, üretim gücüdür.» esasına da­yanmakta olan marksizm; bu sosyo ekonomik alandaki dö­nüşümün, üretim güçlerinde meydana gelen bir evrimleşme sonucunda olduğunu ileri sürmektedir.

3 —Marksizme göre sosyal kondisyonların temelini teşkil eden ekonomik kondisyon, kendi tarihî değişiminde, kendi tarihinin bir asama noktasında olduğunu ifade etmez.


Bu kondisyon, tarihî maddecilik anlayışının tam tersine, geri­lemektedir. Oysaki tarihî maddecilik, tarihin her zaman ile­ ileriye doğru hareket etme çırpınışı içinde olduğunu ve ekono­mik kondisyonun ise bu çırpınışın daima öncüsü olduğunu iddia etmektedir.

Bu üç noktayı, detaylarıyla birlikte ele alalım.



l— BU DÖNÜŞÜM DEVRİMSEL DEĞİLDİR:

Meselâ Roma toplumunun kölelikten feodalizme geçişi, tarihin belirli bir anında meydana gelen sınıfsal bir ayak­lanmanın ve devrimin bir sonucu değildir. Oysaki diyalek­tiğin «Evrimde sıçramalar. Kanununa bağlı olarak, tarihî maddecilikteki her türlü sosyal değişim için devrim; uyulma­sı zorunlu olan bir kanundur.

Diyalektiğin «Evrimde sıçrama­lar» kanununa göre; kantitelerin tedrici suretteki değişim­leri, keyfiyetçe değişimlere dönüşürler. Diyalektiğin bu ka­nunu, işte bu şekilde geçerliliğini kaybetmekte; toplumun kölelikten feodaliteye dönüşümüne ise anî ve devrimsel bir biçimde etkili olamamaktadır.

Marksizmin izah tarzına göre toplum, bizzat efendiler tarafından feodal bir toplum şekli­ne dönüştürülmüştür. Şöyle ki; Efendiler, kölelik düzeninin kendi çıkarlarını garanti altına alamayacağını hisseder et­mez kölelerini -azâd etmişler, mülkleri olan geniş arazileri küçücük parçalara ayırıp her köleye bir parça vermişler ve böylece de feodalite rejimini kurmuşlardır.[6]

Şu halde diyebiliriz ki mülk sahiplerinden oluşan sınıf, toplumu yavaş yavaş feodal bir düzene kaydırmışlardır. Dü­zen değişimi için de «evrimde» sıçramalar veya «sınıfsal devrim» kanunlarına hiç de ihtiyaç duyulmamıştır. Marksizmin de itiraf ettiği gibi Germenlerin saldırısı sonucu Roma imparatorluğunda kurulan feodal düzenin bu şekilde kuru­luşu da sözkonusu kanunlara uymamaktadır.

Tarihî maddeciliğe göre patlak vermesi gereken dev­rimlerin; kölelik toplumunun yıkılışından asırlar önce alev­lendiğini görmek bizim ispatımızı destekleme açısından gü­zeldir. Buna örnek olarak milattan önce IV. yüzyılda İşpor­tadaki köleler hareketini anabiliriz. ispartanın yakınında binlerce köle toplanmış,' şehir kapısına gelip dayanmışlardı.

İçeriye girmek için kapılan zorluyorlardı. İsparta Komutan­ları, bu olayı bastırabilmek için komşularından askeri yar­dım istediler. Bu ayaklanan köleleri ancak birkaç yıl sonra durdurup sâkinleştirebildiler. Buna benzer bir köle ayak­lanmasını Roma imparatorluğunda da görüyoruz.

Spartaküs'ûn dediğine göre bu ayaklanma hareketi, tahminen M.Ö. 70 yılında başlamıştı. Onbinlerce köle birleşerek imparatora baş kaldırmış, neredeyse imparatorluğu yerle bir' edecekler­di. Bu ayaklanma hareketi, Roma feodalizminin doğuşun­dan birkaç asır önce olmuştu.

Bu ayaklanma hareketinin başlatılması işin hiç kim­se; kölelik toplumunun ilişkileriyle üretim güçleri arasında bir çelişkinin meydana gelmesini ve bu çelişkinin şiddetlen­mesini beklememişti.

Bu hareket; enerjisini, askeri alanda­ki bir kitleleşmeden ve zulüm, karşısında artan bir şuurlaşmadan almıştı. O amanlar kölelik düzeniyle bir uyuşum içinde bulunan üretim araçlarına karşı ezilenlerin uyanışı artık patlama noktasına gelmiş ve patlamıştı. Şu hâlde her devrimi; üretimdeki belirli bir evrim esasına göre yorumlamamız doğru olmadığı gibi devrimin; üretici güçlerin ihtiyaçlarından birinin sosyal bur ifadesi olduğunu söylememizde doğru olmaz:

Şimdi de; kölelik düzeninin yerini feodalizme bırakma­sından yüzyıllar önce kölelerin, kölelik düzenine karşı başlatmış olduğu korkunç devrim hareketleriyle Engels'in aşa­ğıdaki sözleri arasında bir karşılaştırma yapalım:

«Herhangi bir üretim yöntemi, eğer evrim merdivenin­de sürekli olarak yukarıya doğru bir grafik çiziyorsa böyle bir yöntem; cesaret ve cömertlikle karşılanır. Malî durum­ları gittikçe kötüleşenler bile bu yöntemi seve seve karşılar­lar. Gittikçe geriye doğru mesafe kaydeden dağıtım yön­temine karşı.[7]

1 —Feodalizmin doğuşundan altı yüzyıl önce kölele­rin başlatmış .oldukları devrimleri, devrim hakkındaki bu kısır çerçeveli teoriye göre nasıl yorumlayabiliriz? Üretim araçlarına sahip zengin sınıfın sıkışıp zorlanması; bu sını­fın ruhi ve reel alandaki tökezlemelerinin bir ifadesi olarak
değil de, üretim yöntemindeki tökezlemelerin bir ifa­desi olarak kabul edilmektedir. Bu zengin sınıf köleler kar­şısında şaşıp zorlandığında onların bu zorlamaları devrim­sel bir ifadeyle dile getirilmektedir.

Kölelerin başlatmış ol­dukları bu devrim, neredeyse Roma imparatorluğunu yerle bir edecekti. Kölelerin başlatmış oldukları bu devrim hare­keti; kölelik düzenine dayalı üretim yöntemindeki bir tö­kezlemenin görünüşünden ve bu yöntemin evrimi için ta­rihî zorunluluğun hissedilişinden altı yüzyıl önce vuku bulmuştu.

2 — Bu dönüşümden önce üretim güçlerinde her hangi bir yenilik vaki değildir: Marksizmin açıkça görülen özellik­lerinden biri de şudur: Marksizm; sosyal ilişkilerin şekille­rinin, üretim şekillerine bağlı olduğuna inanmaktadır. Üre­tim şekillerinden her biri, sosyal mülkiyet ilişkilerinden özel bir şekil ister.

Bu şekiller de sadece üretim şeklinin değişimine ve üre­tici güçlerin evrimine bağlı bir şekilde gelişip evrimleşirler.

«Herhangi bir sosyal varlık, kendisine yol açan üretici güçlerin evrimleşmesi vuku bulmadan önce asla yok olup gitmez. (Marx.)»[8]

Marksizm, bu hususu kesin olarak teyit ederken biz, üretim şeklinin hem kölelik düzeninde hem de feodal dü­zende aynı olduğunu görüyoruz. Kölelik düzeninin feodalite düzenine dönüşmesi; o.zamanlar tarım ve el sanatlarından başka bir alan işgal etmeyen yürürlükteki üretim güçlerin­de meydana gelen yenilenme ve evrimleşmenin sonucunda olmamıştır.

Bu demektir ki koltuk düzeninin sosyal varlığı, marx'ın biraz önce geçen teyit edici nitelikteki sözlerinin tam tersine, üretici güçlerin evriminden önce yok olup git­miştir.

Buna karşılık çeşitli derecelerde ve birbirinden ayrı şe­killerde üretimin; marksizmin de bizzat itiraf ettiği gibi sos­yal alandaki her hangi bir dönüşümün meydana gelmesine ihtiyaç duyulmaksızın binlerce yıllık bir süreyle sürekli ola­rak ileriye doğru götürüldüğüne tanık oluyoruz. İlkel insan, üretim işlemlerinde, tabiî şekilleriyle taşlardan yararlandı. Sonraları, taştan yapılan aletlerden yararlanmaya başladı. Daha sonraki dönemlerde ise ateşi buldu. Balta ve kargı yaptı.

Bilahare üretim güçleri evrimleşti. Madenî aletler icat edildi. Ok ve yay yapıldı. İnsan hayatında ziraî üretim, ziraî üretimden sonra ise hayvani üretime başlandı. İlkel toplumlardaki bu üretim şekillerinin değişimi ve peş peşe gelen evrimi, yukarıda anmış olduğumuz sıralamaya göre tamamlanmıştır.

Veyahut ta marksizmin itiraf ettiği gibi, genel ilişkilerdeki evrime ve sosyal alandaki bir değişime pa­ralel olmayan bir başka sıralamaya göre tamamlanmıştır. Çünkü Marksizm, ilkel toplumlarda egemen düzenin ilkel komünizm rejimi olduğuna inanmaktadır. Çünkü bu düze­nin yürürlükte bulunduğu süre zarfında sözünü ettiğimiz tüm evrimler gerçekleşmiştir.

Gerek ilkel toplumda, gerek köle, gerekse feodal top­lumda sosyal şekil ile üretim şekillen sabittir. Statiktir...

Şu halde: her sosyal varlığın belirli bir şekilde ve özel bir derecede üretime bağlı olduğunu kabul etmemizi gerek­tiren zorunlulukta nereden doğuyor? Sosyal düzenin;

insa­nın başkalarıyla olan ilişkilerinden doğan sosyal tecrübe­lerinden elde etmiş olduğu pratik düşüncelerinin bir ürünü olduğunu marksizm, hangi esasa dayanarak iddia etmekte­dir? Tıpkı üretim şekillerinin; insanın üretim güçleri ve diğer tabiat güçleriyle olan ilişkilerinden doğan teorik ve il­mî düşüncelerinin bir ürünü olduğu gibi...

Tabiî tecrübeler kısa sürelidirler. Bu tecrübeler kısa bir zamanda çoğalabilirler. Sosyal tecrübelerin tam tersine, üretim şekilleri seri bir şekilde evrimleşirler.

Bu şekiller, zorlu bir durumdaki toplumun tarihini ifade ederler, Tabiî tecrübeler esnasında ilmî ve teorik düşüncelerin geliştiği hız oranında, bu ağır ağır oluşan tecrübe esnasında pratik dü­şünceler gelişemezler. Bunun tabiî bir sonucu olarak sos­yal düzenin şekilleri, başlangıçta, üretim şekillerinin evrimleşirken kaydettikleri sürat oranında evrimleşemezler.



C—EKONOMİK KONDİSYON TEKÂMÜL ETMEMİŞTİR.

Önceki sayfalarda marksizmin; kölelik düzeninin orta­dan kalkmasını, bu düzenin üretim araçlarının gelişimini engellemesine ve bu araçlarla çelişmesine bağlamakta oldu­ğunu ve bu şekilde yorumladığını gördük.

Gelişmelerini köstekleyen ve kendileriyle çelişen bu düzeni ortadan sil­mek, üretim güçleri için artık bir zorunluluk haline gelmiş­ti. Bu düzenin yerine; kendileri ile çelişmeyen, kendi geli­şimlerine engel olmayan yepyeni bir ekonomik düzeni orta­ya koymak, üretim güçleri için artık bir ihtiyaç haline gel­mişti.

Bu söylediklerimiz gerçekten tarihî realiteye uymakta mıdırlar?

Toplumun çevresi ve feodal şartları üretimin gelişme­si için önceki çevreye ve şartlara nispetle daha da mı elve­rişliydi? Arkasında tüm insanlık kafilesi olduğu halde eko­nomik kondisyon, Marksistlere göre tarihî hareketin karakte­rine uygun bir şekilde elverişli bir yoldan gitmiş midir? Marksistler, tarihî hareketi ekonomik kondisyonun gelişip evrimleşmesine bağlı olarak tüm tarihî muhtevanın sürek­li bir olgunlaşma işlemi olarak kabul ederler.

Bütün bu saydıklarımızdan hiç biri, marksizmin teorik yanında vuku bulmuş değildir.

Bunu öğrenebilmek için, Roma İmparatorluğunun ya­şamış olduğu ekonomik hayata bir göz atmak bizim için ye­terli olacaktır. Roma imparatorluğunda özellikle imparator­luğun belirli yerlerinde yüksek bir ekonomi düzeyine "ulaşıl­mış ve ticari sermaye büyük ölçüde fazlalaşmıştı. Ticarî sermayenin ekonomi şekillerinden biri olduğu herkesçe bi­linen apaçık bir husustur.

Tarihin de kanıtladığı gibi Roma imparatorluğu bu şekli denemiş, nispi de olsa kendi ekono­mik yapısında üstün bir dereceye yükselmiş ve ilkel, kapa­lı bir ekonomi şekli olan «Ev ekonomisi» stilinden fazlasıy­la uzaklaşmıştır. Bunun bir sonucu olarak ticaret, Roma imparatorluğu ve diğer çağdaş ülkelerle gelişti.

Ticaretin bu gelişmesi; imparatorluğun içinde dahili ticaretin filiz­lenmesinden ziyade, yolların işler hale getirilmesi, güvenlik altına alınması ve gemicilik sanatının korunmasına bağlıy­dı. İmparatorluğun dahili ticareti; İtalya'nın bazı eyaletleriyle kurulan köprü üzerinden gidip gelen ticarî kervanla­rın sayesinde gelişmişti.

Öyle ki İtalya'nın seramik kaplan, kuzeyde Britanya’dan tutun da doğuda Karadeniz sahille­rine kadar tüm dünya piyasasını işgal etmişti. İtalya sana­yinin imalâtı olan Lambolar, korkunç miktarda üretiliyor ve Avrupa'nın bir çok yerlerinde görülüyordu.

Bu gerçeklerin ışığında söyle bir soru ile karşılaşıyoruz: Tekamülü hareketler, ekonomik ve istihsali kondisyonlar için zorunlu bir kanun olduğuna göre ticari sermaye ve ekonomik kondisyon, gelişim ve evrim hareketini niçin de­vam ettirememiştir? XVIII. yüzyılda olduğu gibi ticarî ser­maye, hangi sebepten ötürü sanayi sermayesine dönüşme­mişti?

Oysaki sermayenin büyük bir kısmı tüccarların elin­de bulunuyor, mali durumları gittikçe fenalaşan özgürler topluluğu da sanayi sermayesinin gereklerini karşılamaya hazır bir kondisyonda bulunuyorlardı.

Bu demektir ki o zamanlar en yüksek sosyal sekil için maddi şartlar mevcut idi Eğer sosyal realiteyi geliştirmek için sadece mad­di şartlar yeterli olsaydı, —sosyal realitenin gelişimi için üretim göçleri her zaman ekonomik kondisyonları mey­dana getirirler.— O zaman kapitalizmin (sermayeciliğin) eski tarihte gelişmiş olması ve üretimin isteklerini karşıla­ması gerekirdi.

Mantıkî olarak da, feodalite devrinin sonunda sanayi sermayesi ve ondan mayalanan bir takım sonuçların ortaya çıkması gerekirdi. Bu sonuçlara örnek olarak da; endüstri hayatında aletlerin ortaya çıkmasına yol açan iş bölümünü gösterebiliriz.

Tarihî realite, bu aletlerin ortaya çıktıklarını ve çıktık­tan sonra da gelişip evrimleşmelerini sürdürdüklerini is­patlamakla yetinmiyor. Ayrıca feodal düzenin ticarî ser­mayeciliği (kapitalizm) yıktığını ve onu henüz doğuş döne­minde beşikteyken boğduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü her feodal bölgenin etrafını çeviren bazı sınırlar koyulmuş­tu.

Bu bölgeler, kapalı ekonomi ile yönetiliyordu. Kapalı ekonomi, bu bölgelerin ziraî ve diğer basit ürünlerle yetin­me esasına dayanıyordu. Bunun tabiî bir sonucu olarak da ticarî alanda bir durgunluk meydana geldi. Ticarî serma­yecilik yok oldu. Toplumda «Ev ekonomisi.» ne benzer ilkel bir ekonomi şekli yürürlük alanına girdi.

Germenlerin istilâsından sonra Roma toplumunu kat­leden ekonomik kondisyon; tarihî gelişimin bir ifadesi ve­ya üretim gerekleri paralelinde bir ifade midir? Yoksa tari­hî maddecilik kanunlarının dışındaki bir gerilemenin veya maddî gelişme ile ekonomik hayattaki filizlenmelerin yolu­na çıkan bir engelin ifadesi midir?



SONUNDA KAPİTALİST BÎR TOPLUM DOĞUYOR

Bütün bu olup bitenlerden sonra yani feodal düzenin, üretim karşısında duran bir engel ve tarihî bir mesele olup kesin bir çözüm istemesinden sonra, feodalite düzeni bir ha­zırlık içine girdi. Tarihî şartlar, bu çözümü kapitalizme meyilli olarak meydana getirdiler. Kapitalizm, feodalite düze­nine karşı bîr koz olarak ortaya çıkarılmıştı.

Feodalizmin gölgesinde büyüyen kapitalizm, feodalizmin tarihî bir çeli­şiği olma niteliğine sahiptir. Kapitalizm gelişip büyüyünce ilk iş olarak feodalite düzenini kökten yıktı ve savaşı kazandı. Kapitalizmin, kapitalist toplumun doğuşunu, Karl Marx işte şu sözleriyle bize anlatmaktadır:

Kapitalist ekonomi düzeni, feodal ekonomi düzeninin kanatlan allından çıkmıştır. Bu düzenlerden birinin çö­küntüye uğraması, diğer düzeni oluşturan etmenlerin do­ğuşuna sebep olacaktır.»[9]

K. Marx, kapitalizmin tarihî analizini yapmaya başla­dıktan itibaren bu analizin «sermayenin ilk birikimi» adı verilen önemli bir noktasını üstünkörü bir vaziyette geçiştir­mektedir. Oysaki bu nokta, temel niteliğindeki noktaların başında gelmektedir. Ve kapitalizmin tarihî analizi için zo­runlu bir unsur olarak kabul edilmektedir.

Elde sermaye bu­lundurmayı ve bu sermayeyi üretmek için emekçilerin eme­ğini sömürmeyi zorunlu kılan feodalitenin, yıkıntıları üze­rine kurulan yeni bir sınıf, toplumda meydana gelecek olursa bu durumun meydana gelişine yol açan bazı ön etkenlerin ve özel faktörlerin bulunduklarını varsaymamız gerekecek­tir.

Ki bu ön etkenler ve özel faktörler; belirli bir sınıfın elinde nakdî bir birikintinin meydana gelmesine, bu sınıfın ser­vetini paraya dönüştürecek olan aşın derecede enerjiye sahip? bir iş gücünün meydana gelmesine bu iş gücünün emekçi­lere aktarılmasına, bu emekçilerinde ücret karşılığında sermayesel üretim çalışmalarına girişmelerine yol açmıştır. Şu halde bu sınıfın karşısında bulunan kapitalist sınıfın dayanmakta olduğu bu ilk sermaye birikiminin sırrı nedir?

Marx, bu noktayı açıklamaya çalışırken ilk etapta, si­yasal ekonominin şu gelenekleşmiş sözünü ortaya sürmek­tedir: Toplumun sadece belirli bir sınıfının sermayesel üre­tim ve bu üretim için gerekli olan serveti elde edebilmek için
bir takım ekonomik şartlan sağlayıp gerçekleştirmesi, bu toplumun temayüz etmiş olduğu zekâsı, iyi tedbir almaya ye­teneği ve homo ekonomikliği sayesinde olmuştur. Böyle bir sınıf, saymış olduğumuz bu yetenekleri sayesinde gelirlerini
azar azar biriktirmiş ve en sonunda bir sermaye elde edebil­miştir.

Bu klâsik görüşü marx, kendine karşıt olanların görüş­lerini ortaya koyarken kullandığı alaylı üslûbu ve ısırıcı istihzasıyla ileri sürmektedir. Marx bu alayını, sermaye biri­kiminin kapitalist sınıfın varlığı için yegâne yeter sebep ola­mayacağını söyleyecek kadar ilerletiyor. Bu yeni sınıfın da­yanmakta olduğu ilk sermaye birikiminin sırrını öğrenebil­mek için kapitalist düzenin kavramını inceleyip bu karma­şık sırrı, sözkonusu kavramın derinliklerinde araştırmalı­yız?

Kendi görüşünün doğruluğunu ispat için Marx burada üstün ifade yeteneğinden ve kelimeler üzerinde dilediği gibi tasarruf etme gücünden yararlanmakta ve şöyle demekte­dir. Kapitalist düzen, bizlere özel türden bazı ilişkiler sun­maktadır.

Sözünü ettiğimiz bu ilişkiler üretim araçlarına sahibe olan sermaye sahibi ile ürettiği mal üzerinde hiçbir hakka sahip olmayan işçi arasında kurulmaktadır.

İşçi, sadece is gücüne sahip olduğu için bu ürünler üzerinde hak sahibi olamamaktadır. Buna karşılık sermaye sahibi; araç, gereç ve geçim harcamaları gibi iş gücünü mücessem hale getir­mek için gerekli tüm dış şartları gerçekleştirebilmektedir. Kapitalist düzende işçinin bu kadar düşük bir seviyede bu­lunması onun, kapitalistin elinde bulunan üretim araçların­dan yoksun oluşundan ileri gelmektedir. Bu şu anlama gelir: Sermaye ilişkilerinin esası; üretim araçlarını elinde bulun­durarak üretim yapmasına rağmen işçi ile üretim araçları arasındaki temel ayrılığa dayanmaktadır.

Kapitalizmdeki sermaye ilişkilerinin kurulması için zorunlu ve tarihî şart; içte bu ayrılıktır. Kapitalist düzenin doğabilmesi için arada bir alıp geri çevirme işlemi olmaksızın üretim araçlarının işçilerin elinden bilfiil alınmış olması gerekmektedir. Bu işçiler ki, üretim işlemleri esnasında bu araçları bizzat kullan­maktaydılar...

Evet, kapitalizmin doğabilmesi için üretin-; araçlarının sadece tüccar sermayecilerin eline geçmesi gerekmektedir. Şu halde işçiyle üretim araçlarını birbirinden ayıran ve bu araçların sadece tüccar sermayecilerin eline geçmesini sağlayan tarihî hareketi, sermayenin ilk birikiminin sırrının anahtarıdır.

Bu tarihî hareket köleleştirme, si­lâhlı müdahale, soygun ve diğer baskı yöntemlerine başvurularak tamamlanmıştır. Bu hareketin tamamlanışına geleneksel siyasal ekonomi kaynaklarının düşledikleri önem­lilik, ekonomiklik, akıllılık ve zekilik gibi hususların hiçbir katkısı olmamıştır.[10]

Kapitalist düzenin esası olan sermayenin bu ilk birikir mini yorumlama işini tam hakkıyla becerebilmiş midir K Marx? Bu soruyu cevaplamadan önce şunu bilmeliyiz ki K. Marx, bu tür bir yorumu yaptığında bu yorumun gerisinde, soygunculuk ve yağmacılık esasına dayalı olması niteliğine sahip olan kapitalizmi, ahlâk bakımından küçük düşürme­yi amaçlamamıştır. Her ne kadar bazı zamanlar böyle bir ça­balama içinde olduğu görülüyorsa da...

Çünkü K. Marx, Ka­pitalizmi, —kendi oluşum ortamı içinde— ileriye doğru bir atılım hareketi olarak kabul etmektedir. Bu hareket tarihî burgaç içindeki insanın, beşerî evrimleşme hareketinin yük­sek bir aşamasına doğru ilerlemesine yardımcı olmaktadır.

Marx'ın görüş açısından kapitalizm, kendi oluşum or­tamında ahlâki değerlerle uyuşmaktadır. Çünkü Marx'a gö­re ahlâki değerler, üretim araçlarının gerektirdiği ve ekono­mik ortamların doğurduğu bir üründen başka bir şey değil­dir. Eğer üretim güçleri kapitalist bir düzenin kurulmasını gerektirecek olursa o zaman tabiî olarak bu tarihî aşamada ahlâkî değerler, üretim araçlarının gereklerine uygun bir biçimde oluşacaktır.

Kendi özel anlayışına dayanarak ahlâkî açıdan kapita­lizm hakkında hüküm vermek Marx'ın hedefi değildir ve da... Marx, kapitalizmi incelerken sadece tarihî maddeciliği tarihi evrimin mecrasına uygulamayı, olayla­rı bu esasa bağlı kalarak tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Acaba Marx'ın bu husustaki başarı oranı ne kadardır?

Bu arada her şeyden önce Marx'ın elde ettiği basarı oranı ve kelimeleri kullanırken takındığı zekice davranışı üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.

Marx kapitalizm düzeninin analizini yaparken bu düzenin kendi yapısının de­rinliklerinde üretim araçlarına sahip olan sermayesi ile bu araçlardan hiç birine sahip olmayan işçi arasında bazı be­lirli ilişkiler taşıdığını düşünüyordu. Üretim araçları üze­rinde hiç bir hakka sahip, olmayan işçi, üretim çalışmaları sonucunda elde ettiği üründen, sermaye sahibi hesabına fe­ragat etmektedir.

Bu düşünceleri ile Marx, şöyle bir sonu­ca ulaşıyor: Kapitalist düzen; üretim işlerini üzerlerine alan güçlü isçi sınıflarının üretim güçlerine sahip olmayış­ları ve bu araçların sadece tüccarların elinde toplanması, dolayısıyla bu işçilerin ücret karşılığında bu tüccarların ya­nında' çalışmak zorunluluğunda kalması esasına dayan­maktadır. Bu, kuşkusuz apaçık bir gerçek olarak kabul edilmektedir.

Şu var ki Marx bu gerçeğe dayanarak kendi ama­cına ulaşmak için kelime oyunu oynamayı gerekli görmek­te, bu sebeple de ifadesini değiştirmekte, bir an önceki sözü­nü bırakarak şöyle bir teyidde bulunmaktadır: Sermayenin ilk birikiminin sırrı, üretim araçlarının işçilerin elinden alınması, onları bu araçlardan zorla yoksun bırakılması ve bu araçların sadece tüccarların elinde bulunmasında giz­lenmektedir.

İşte bu büyük düşünür (Marx), önce söylemiş olduğu sözlerle sonunda varmış olduğu ve üzerinde durduğu sonuç arasındaki bu mânevi farkı anlamamışçasına kelime oyununa başlamaktadır.

Marx'ın önce söylemiş olduğu sözler şu anlama geli­yordu:

İşgücüne sahip gurupların üretim araçlarından yoksun oluşu ve bu araçların sadece tüccarların elinde bulunması, kapitalizmin meydana gelişinin temel şartıdır. Marx'ın ön­ce söylemiş olduğu bu sözler, sonunda varmış olduğu so­nuca tamamen ters düşmektedir.

Bu sonuca göre Marx, iş­çilerin üretim araçlarından yoksun oluşlarını bu işçilerin, başkalarının zoruyla üretim araçlarından uzaklaştırıldık­larını iddia etmektedir.

Marx'ın sözünü ettiği bu yoksunluk ve uzaklık, yeni bir eklemeden başka bir şey olmayıp ka­pitalizmin analizini yaparken önce söylemiş olduğu söz­lerde, bu gibi sözlerin izine bile rastlanmamaktadır. Ayrıca kapitalist düzenin temelinin analizini yaparken ve sermaye sahibiyle işçi arasındaki ilişkiler ele alınırken de bu gibi hususlara rastlamak mantık açısından imkânsız­dır.

Bizim bu söylediklerimize ek yorum olarak marksizm şöyle demektedir: Gerçekten de kapitalist düzen; üretim araçlarının işçilerin yanında bulunmaması, tersine tüccar­ların elinde bol miktarda bulunması esasına dayanmakta­dır..


Ama bunu nasıl açıklayacağız? Üretim araçları niçin işçilerin yanında bulunmuyor da sadece tüccarların yanın­da bulunuyor? Üretim uruklarının işçilerin elinden alınıp tüccarlara verilmesi hareketine girişilmeseydi ne gibi bir sonuç doğardı?

Bu soruya vereceğimiz karşılık bir kaç maddede özet­lenebilir:

l — Kapitalizmin, feodal sınıfın omuzları üzerinde kurulmuş olduğu toplumlara bu nitelik uygun gelmez. Tıpkı Almanya'da olduğu gibi... Çünkü Almanya'da feo­dallerin büyük bir çoğunluğu atölyeleri güçlendirmiş ve bu atölyelerin yönetimini bizzat ele almışlardı. Arazilerinden elde ettikleri gelirleri çeşitli yatırım alanlarına yatırmış­lardı.

Yeni bir gasp hareketinin peşi sıra, feodalizmden ka­pitalizme, dönüş zorunlu değildir. Çünkü feodalizmin baş­langıcından beri ellerinde bulundurdukları feodal mülkle­re dayanarak feodal beyler, bizzat sermayesel üretim işle­mine girişebilirler.

Marksizmin bu ileri sürmüş olduğu nitelik, feodal sı­nıfın omuzlan üzerinde kurulan sanayi kapitalizmine de uygun gelmez. Ticari kazançlardan oluşan sanayi kapita­lizmine de uygun gelmez. İtalya'nın Bindokya, Cenova ve Floransa gibi eyaletlerinde olduğu gibi: Sanatın icra edi­lişinden önce yani Marx'ın kökenini araştırmakta olduğu sanayi anlamda kapitalist düzenin bulunuşundan önce bu şehirlerde tüccarlar sınıf ı mevcuttur.

Sanatkârlar kendi hesaplarına çalışıyorlardı. Kazanç sağlamak için de tüccarlar, bu sanatkârların ürünlerini alıyorlardı. Haçlı seferlerinin sonunda çiçeklenen doğu ticareti sayesinde büyük kazançlar sağlıyorlardı. Ticarî mer­kezleri o kadar büyüdü ki, Mısır ve Şam'da hüküm süren hükümdar ve sultanlarla anlaşarak doğu ticaretini tekelle­rine geçirdiler.

Kazançları kat kat fazlalaştı. Böylece derebeylerin hegemonyasından kurtulup büyük atölyeleri kur­manın yolunu buldular. Bu atölyeler rekabet yoluyla, küçük el sanatlarını kapsamlarına aldılar. Bu esasa dayalı olarak da sermayesel üretim veya sanayi kapitalizmi doğ­muş oldu.

2 —Marksizmin görüşü bu soruyu çözümlemeye yet­meyecektir. Çünkü bu görüş; «işçileri üretim araçlarından yoksun kılan ve bu araçların sadece tüccarların eline geç­mesini sağlayan hareket: sermayenin ilk birikiminin temel
sebebidir.» şeklindeki kurala başka bir eklemede bulunma­maktadır.

Fakat sadece, belirli bir gurubun güç kazanma­sının ve işçilerin zor kullanılarak üretim araçlarından yok­sun bırakmışlarının nasıl olduğunu bize açıklamaktadır.

3 — Zenginlerin hegemonyası, zor kullanması ve zor­balığının açıklanması gerekmediğini kabul edelim. Fakat yine de bu, sermayenin ilk birikimi için Marksist bir yorum aracı olmaktan uzaktır. Aynı zamanda kapitalizm için de
bir yorum aracı değildir.

Çünkü bu, ekonomik bir yorum değildir. Ayrıca tarihî maddeciliğin özüyle de uyuşmamak­tadır. Şu halde nasıl oluyor da Marx, tarihî olarak kapitalist sınıfın meydana gelişini zor kullanmak ve gasp etmek yo­luyla yorumlayabiliyor? Buna kendisinin genel tarih anla­yışı nasıl müsaade edebiliyor?

Çünkü zor kullanmak ve gasp etmek tabiatıyla ekonomik bir sebep değildir. Gerçek şu ki Marx, bu analizi ile kendi tarihî mantığını bizzat yık­
makta ve bir sınıfın sırf ekonomik olan temellere da­yalı olmayarak kurulabileceğini gizli de olsa itiraf etmektedir. Tarihî maddecilik esaslarına dayanarak Marx, kapi­talist sınıfın ortaya çıkışını gelenekleşmiş klâsik görüşle yorumlamalıydı. Marx'in alayı olmasına rağmen bu görüş,
marksizmin görüşüne nispetle ekonomik karaktere daha yakın bir yorum getirmektedir.

4 — Kitabın bazı bölümlerinde Marx'ın, sermayenin ilk birikimini yorumlamak amacıyla zor kullanma ve gasp hareketlerine ilişkin öne sürmüş olduğu tarihî delilleri sa­dece İngiliz tarihinden bulup çıkarmıştır. Marx, delil ola­rak İngiltere’deki feodallerin giriştikleri soygun ve gasp ha­reketlerini örnek vermektedir.

İngiltere’deki feodaller, çift­çileri arazilerinden kovmuş, bu arazileri koruluk haline ge­tirmişlerdi. Ve ayrıca arazilerinden kovulan bu çiftçileri burjuvaların borsalarına atmışlardı. Bu; tüccarlar çıkarına sanatkârların aletlerden yoksun bırakılması için girişilen bir hareket değil de, feodaller hesabına çiftçilerin tarlala­rından yoksun bırakılması için girişilen bir hareketti.

Bu noktayı geçmeden önce Marx'ın 'Kapitali'nin bir­kaç sayfasına göz atmak istiyorum. Kapitalin bu bölümün­de Marx, kapitalizme ortam hazırlayan, çiftçilerin feodal­ler tarafından tarlalarından yoksun bırakılması için girişi­len zorbalık hareketini etraflıca ele almaktadır.

Bu açıkla­malarında Marx, sadece İngiltere’de meydana gelen olay­lara yaslanmakta, bu olayları anlatırken feodalleri, çift­çileri tarlalarından yoksun bırakmak için zor kullanmaya iten sebebin: feodallerin çiftçilerin tarlalarını koruluğa çe­virmek istemeleri ve onların çiftçilerden oluşan bir orduya sürekli bir ihtiyaç duymaları olduğunu ortaya koymakta­dır.

Fakat bu kadar ani bir şeklide, tabaların koruluklara çevrilmesi yönelimi nasıl oldu da meydana geldi? Marx, :r.ı soruyu şu şekilde cevaplamaktadır:

«İngiltere'de çiftçilerin tarlalarının ellerinden alınma­sı için zor kullanmaya yol açan şey; Flonders de yün sana­yinin gelişmesi ve bu nedenle de yun piyasasının yükselme­si olmuştur.»[11]

Bu cevabın özel bir tarihî anlamı vardır. Her ne kadar Marx, bunu kastetmemişse de...

Çünkü Marx Felemenk illerinde, Belçika’nın güney kısımlarında özellikle Flanders'de sanayi üretiminin ge­lişmenin, yün ve genel olarak diğer ürünlerin ticaretinin revaç bulmasının, bu ticari eşyalar için büyük pazarların ortaya çıkmasının feodallerin, bu fırsattan yararlanmala­rına ve tarlaları koruluklara çevirmelerine başlıca sebep ol­duğunu kesinlikle söylemiştir.

Feodaller bütün bunları, yünü sanayi sitelerine sevk etmek ve yünün ticari pazarlarım elle­rine geçirmek için yapmışlardır. Çünkü İngiliz yünü kaliteli yün kumaşlarının dokunması için bazı temel özelliklere sa­hipti.[12]

Olayların birbirinin peşi sıra sıralanışından da anla­şıldığı gibi Kari Marx'ın, İngiltere’de kapitalist bir toplu­mun oluşmasına destek olan tarihî unsurun çiftçilerin tar­lalarından yoksun bırakılması olduğunu kabul etmekte olduğunu görüyoruz.

Çiftçilerin tarlalarından yoksun bırakılışı, tarihî maddecilik mantığının farz ettiği gibi feodal düzenin bizzat kendisinden kaynaklanmamıştır. Kendisini ortadan kaldırıp yok eden çelişiği doğuran, feodalizmin kendisi değildir. Marx'ın kastettiği bu sebebi ortaya ko­yan etken, feodal ilişkiler de değildir.

Bu sebebi ortaya ko­yan etken: yün sanayi tezgâhlarının gelişmesi ve yün tica­retinin revaç bulması olmuştur. Feodallerin çiftçiler topluluğunu şehir pazarlarına sürüklemeye iten etken, feodal ilişkiler değil de sermayesel ticarettir...

Marx'ın da bizzat bize anlattığı şekilde gördüğünüz gibi sosyal ilişkilerin çelişkilerinin, sebep ve şartlarının bu ilişkiler dışında teşekkül ettiği ve bu ilişkilerden kaynaklan­madıkları anlaşılmış bulunmaktadır.

Eğer dış etkenler ol­mamış olsa bu ilişkiler, bizzat kendi çelişkilerinin sebep ve şartlarını gerçekleştiremezler.



---------------------

[1] Kapitalist Ekonominin Temel Kanunları s. 10



[2] Ferdi Mülkiyetin Tekamülü s14

[3] A.g.e: S. 18



[4] Ferdî Mülkiyetin Tekâmülü 43.32



[5] Aynı Eser. S. 33


[6] Ferdî Mülkiyetin Tekâmülü. S. 53



[7] Plekhanov: Tarih Felsefesi. 5.47.



[8] F. Egnels: Anti Dühring, C. H. S. 9



[9] Marx: Kapital. C. 3. S.1053



[10] Marx Kapital c3. s1050- 1055

[11] Marx : Kapital; C.3.k. 2 : S. 1059



[12] İngiliz Tarihi s56


5
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


MARX'IN İTİRAFI

Bütün bunlardan sonra Marx, feodal sınıfın gasp ve soygun hareketleri esasına dayalı olarak sanayi kapitaliz­minin ilk sermaye birikiminin meydana geliş şeklinin yo­rumlanamayacağını anlamıştır. Bu gasp ve soygun hareke­ti ancak şu şekilde yorumlanabilir: Sermaye pazarları, köy­lerden kovulup şehirlere sığınan ve ücret karşılığında iş ya­pabilen bu çiftçileri nasıl ve ne şekilde elde etmiştir?

İşte bu sebeple Marx. kapitalin 31. bölümünde bu prob­lemi yeniden ele almıştır. Sermayenin ilk birikimini; tüc­carlar ve tefeciler yanında bol miktarda servet yığılmasına yol açan sermayesel, ticarî ve faizci ortamlarla yorumla­makla yetinmemiştir. Çünkü Marx, sermayenin ilk biriki­minin esasının; çiftçilerin elinden üretim araçlarının zorla alınması ve çiftçilerin maddî şartlarından ibaret olduğu hu­susunda ısrar etmekte ve şöyle bîr yorumlamaya gitmek­tedir.

«Amerika'da altın ve gümüş bölgelerinin keşfedilmesi, asıl Amerika yerlilerinin köle hayatına döndürülmesi, bun­ların maden ocaklarında sürekli olarak çalıştırılması. Doğu Hint adalarını istilâ ve yağma için saldırılara girişilmesi, Afrika’nın, zenci avı için bir takım ticarî tuzak bölgeleri ha­line getirilmesi; kapitalizm çağının doğuş haberlerini ha­ber veren sermayenin ilk birikimi için en kuvvetli ve en sağ­lam yöntemlerdir.»[13]

Diğer bir defa da Marx'ın, kapitalist toplumun doğu­şunu kuvvet, saldın soygun ve emperyalizm faktörleriyle yorumlamakta olduğunu görüyoruz. Oysaki bu saydıkları­mız, tabiatları gereği Marksist unsurlar değildirler. Çünkü bu unsurlar, ekonomik değerleri değil de askeri ve siyasal değerleri ifade etmektedirler.

Dar geçitten kurtulmak için uyguladığı yöntem bakı­mından, zihninin takıldığı hususlara bağlı olarak marksizm, bu noktada çelişkiye düşmektedir. Dolayısıyla da marksizmin birinci adamının, toplumdaki kapitalist yapının kuru­luşunu kuvvet faktörü ile yorumlamaya mecbur kaldıktan sonra şöyle dediğini görüyoruz:

«İş başındaki her eski toplumu doğuran faktör; kuv­vettir. Kuvvet, ekonomik, bir faktördür.»[14]

Toplumsal problemler üzerindeki bu uzun konuşmasıy­la Marx, ekonomi faktörüne; sosyal problemlerin analizini yaparken kendilerine baş vurulması zorunlu olan tüm fak­törlerin anlamını kazandırmak ve bu faktörleri ekonomi faktörünün kapsamına almak istemektedir.

Kuvvet faktörüne ilişkin bir başka Marksist yazı oku­yoruz. Marksizmin ikinci düşünce direği olan Engels'in yaz­mış olduğu bu yazı, Marx'ınkiyle çelişmektedir. Kapitalist gelişmeler hakkında düşüncelerini açıklayan Engels şöyle demektedir:

«Bu işlemleri tümüyle salt ekonomik faktörlerle yo­rumlamak mümkündür. Bu yorumlamada her ne şekilde olursa olsun; «kuvvet» «Hükümet müdahalesi» «Siyasî mü­dahale» gibi hırsızlama yorumlamalara kaçmaya da gerek yoktur. «Kuvvete dayalı mülkiyet» ifadesi burada hiçbir de­ğer taşımamaktadır. Ancak mağrur bir kimsenin reel olay­ların akışı hakkındaki anlayış yoksunluğunu örtbas etmek için kullanmış olduğu bir ifadedir.»[15]

İngiliz kapitalizminin ortamı ve İngiliz tarih realitesi Marx'ın tanımlamasından okuduğumuzda Marx'ın bun­lara karşı çıkısını veya bunları inkârını haklı kılan hiçbir gerekçeye rastlanmamaktayız. Çünkü bizler durum gereği, azgın maddeci kalkınma döneminin başlangıcında Avrupa'nın kaydetmiş olduğu kara tarihi savunmayı hiç aklımı­za getirmiyoruz.

Kaldı ki kapitalizm de bu kalkınma döne­minin gölgesinde doğup gelişmişti Ama Marx, sanayi ka­pitalizminin üretim için ilmî olması imkânsız olan tarihi bir zorunluluğu ifade etmesi niteliğiyle kapitalizm ve kapitalizmin doğuşunun analizini yapmaya başlayınca durum değişmektedir.

Bu zorunluluk gözetilmeyince, sanayi kapi­talizmi binasının kurulması da imkânsızdır. Marx, İngiltere’nin yaşamış olduğu kapitalist realiteden hareket ettiği zaman İngiltere’nin, kendi çağdaş tarihinin başlangıcında elinde bulundurmuş olduğu büyük miktardaki serveti, em­peryalizm alanındaki gelişmeleriyle yorumlayabilirdi.

Ken­di emperyalistçe tutumları sebebiyle İngiltere yeryüzünün çeşitli bölgelerinde türlü suçlar işlemiş ve sanatkârları üre­tim araçlarından zorbaca hareketlerle uzaklaştırmıştı. Yal­nız bu: emperyalistçe eylemler olmayınca ve sanatkârlar, üretim araçlarından yoksun bırakılmayınca kapitalizmin meydana gelmeyeceğini ilmî olarak ispatlamaz.

Bu böyle olduğu gibi, kapitalizmin kendi derinliklerinde bu emperyalistçe gelişmeler için tarihî zorunluluğu taşıdığını da ispat­lama.! 'Aslında İngiltere'nin, kapitalizmin doğuş dönemin­de bu tür emperyalistçe gelişmelere ve diğer yoksun bırak­ma işlemlerine tanık olması zorunluydu. Eğer İngiltere baş­ka bir düşünce ortamında yaşamış olsaydı, tarih bu olanların tam tersini söyleyecekti.

Kapitalist üretim XVIII. yüzyılda Flanders ve İtalya'­da doğdu. Beraberinde bir çok kapitalist müesseseler de te­şekkül etti. Bu müesseselerde inlerce işçi kapitalist mal sahibi çıkarına eşyalar imâl ediyor, bu eşyalar dünya piya­salarını işgal ediyorlardı. Marx'ın kapitalizmin analizini ya­parken incelemiş olduğu XV. ve XVI. yüzyılda İngiltere'de meydana gelen arızalar, bu esnada Flanders ve İtalya'da meydana gelmedi.

Bir başka örnek verelim: XIX. yüzyılda Japonya’da meydana gelen kapitalist üretim, feodalist karakterden sa­nayi kapitalizmi karakterine dönüşmüştü. Bizzat Marx bu­na işaret etmiş olduğu için biz de bu örneği seçiyoruz. Marx bu konuda şöyle demişti:

«Arazi mülkiyeti ve bu afazilerde basit zirai çalışmala­rında Japonya'nın feodal düzeni; elimizdeki tarih kitapla­rının bize bildirmiş olduğu, birbiriyle rekabet eden burju­vazi fikirleriyle dolu Ortaçağ Avrupa’sına oranla birçok yön­den daha güvenceli görünmektedir.»[16]

Feodalitenin bu güvenilir şekli üzerinde bir inceleme yapalım:

Feodalizm sanayi kapitalizmine naşı! dönüşmüştür? Bu dönüşüm, tarihî maddecilik anlayışına ve Marx'ın sana­yi kapitalizminin doğuşuna ilişkin yorumuna uymakta mı­dır?

Japonya, feodalite ilişkilerine dalmıştı. Japonya'da feo­dalizm, Japonya yi tehdit eden dış tehlikeler zilinin çalın­masına kadar devam etmişti. Tehlike çanı, 1853 yılında Amerikan filosunun Oraca boğazına girişinde çalmaya baş­lamıştı. İmparator adına askeri hâkim, donanma komuta­nıyla görüşmelere başladı.

Neticede bunun, Japon yanın tahribi ve ekonomik bağımlılığı için bir saldırı olduğu an­laşıldı. Düşünürler, Japonya’nın kurtuluşunun ancak sa­nayileştirme ile mümkün olacağına inandılar. Kendilerin­den önce Avrupa’nın koyulmuş olduğu sermayesel üretim yoluna Japonya'nın da koyulması gerektiği düşüncesini ortaya attılar. Bu düşüncenin gerçekleştirilmesi için dere­beyleri kullandılar. Derebeyleri, askerî hâkimi görevden uzaklaştırmayı ve 1868 yılında imparatora iade etmeyi ba­şardılar.

Japonya'nın büyük kapitalist devletler sınıfına gire­cek kadar sanayileştirilmesi için imparatorluk, bütün im­kânlarını seferber etmişti. Feodal sınıfın ileri gelenleri ken­di rızklarıyla, mevcut düzen için çalıştılar, dolayısıyla da Japonya'yı acilen sanayileştirebildiler.

Bu arada, önceleri sosyal merdivenin en alt basamağında bulunan tüccar ve sanatkârlar sınıfı süratle gelişti. Bunlar ellerinde bulunan güç, nüfuz ve mal imkânlarını sükûnetli bir hava içersinde barışçı bir yolla feodalite düzenini yıkmak için kullandılar. Sonunda 1871 yılında derebeylerin ileri gelenleri, eski im­tiyazlarından feragat ettiler.

Ellerinden çıkarmış oldukları arazilere karşılık olarak da hükümet, bu iş için çıkarmış ol­dukları senetleri derebeylere dağıttı. Böylece her şey barış içinde tamamlanmış oldu... Sanayileşen bir Japonya kurul­du... Ve tarihteki yerini aldı. Bu nitelik, tarihî maddecilik anlayışına ve Marx'ın yorumlarına uymakta mıdır?

Marksizm, tarihin bir aşamasından diğer bir aşamasına geçişin ancak devrimle mümkün olabileceğini söylemekte­dir. Çünkü tedricî suretteki kemiyet değişiklikleri, anî dö­nüşümlere yol açar. Oysaki Japonya'nın feodalizmden ka­pitalizme dönüşü barışçı bir hava içinde gerçekleşmiştir. Derebeylerin ileri gelenleri kendi haklarından feragat et­mişler, —kapitalizm yolunda ilerleyen— Japonya da, 1789 Fransa ihtilâli gibi bir ihtilâle muhtaç olmamıştır.

Marksizm, her türlü evrimin ancak, evrimden yana ve evrime karşı olan sınırlar arasında meydana gelen sınıfsal bir çatışma esnasında meydana gelebileceğini kabul et­mektedir.

Buna karşılık tümüyle Japon toplumu, sınaî ve kapitalist evrimden yana durmuştur. Derebeylerinin ileri gelenlerini bile bundan ayrı tutamayız. Onlar da evrimden yanadırlar. Bütün Japonlar, kendi memleketlerinin ancak bu tür gelişim ve evrimler sayesinde yaşayabileceğine inan­mak ladırlar.

Geçen sayfalarda Kapital'in pasajlarından bir kısmın­da da okuduğumuz gibi marksizmin, sanayi kapitalizminin esasını teşkil eden sermayenin ilk birikiminin başka yöntem­lerle değil de zorbalık, gasp, saldın ve yoksun bırakma yön­temleriyle yorumlanabileceği görüşünde olduğunu gördük. Oysaki Japonya'nın tarihî realitesi, bunun tersini ispatla­maktadır.

Japonya’daki sermaye yığılımı ve sânayi kapitalizmi, zorbalık, saldırı sömürü ve üreticileri üretim araçlarından yoksun bırakma gibi eylemler sonucunda meydana gelmiş değildir.

Tam tersine, tüm Japonya'nın katıldığı bir hamlenin sayesinde meydana gelmiştir. Mevcut düzen ve iktidar­daki elemanlar, bu kalkınma hamlesini gerçekleştirmek için tüm siyasal nüfuzlarını kullandılar. Bu siyasal ve fikrî faa­liyetlerin bir sonucu olarak da sosyal alanda bir burjuva sı­nıfı doğmuş oldu. Siyasal ve fikrî atmosferi doğuran bir güç olarak değil...



KAPİTALİST TOPLUMUN KANUNLARI

Kapitalist toplumun kanunlarını tarihî maddecilik açı­sından sunmak istediğimizde marksizmin ekonomik yönünü açığa çıkarmak zorunluluğunda kalacağız. Ki marksizmin bu yanı, marksizmin her hangi bir tarihi aşamayı analize tâ­bi tuttuğu esnada tüm ekonomik belirtileriyle açığa çık­maz.

Oysaki kapitalizm aşamasını incelerken marksizmin bu yanı açığa çıkmaktadır. Marksizm, kapitalist toplumu ve bu toplumun ekonomik şartlarının analizini yapmış, tarihi maddecilik esaslarına bağlı kalarak kapitalizmin genel kanunlarını incelemiş ve şöyle bir sonuca varmıştır: Tari­hi maddecilik kanunlarına bağlı olarak kapitalizmin de­rinliklerinde bazı çelişkiler birikmekte olup en sonunda bu çelişkiler, tarihin bir anında kapitalizmi, kurtuluşu imkân­sız olan mezara sürükleyecektir.

DEĞERİN ESASI EMEKTİR

Kari Marx, kapitalist toplumun özünü ve burjuvazinin siyasal ekonomi kanunlarını, kapitalist toplumun can da­marı olması niteliğiyle değiştirme değerini analiz ile incele­meye başlamıştır. Nitekim Marx'a çağdaş olan ve kendisin­den önce yaşamış olan ekonomiciler de incelemelerine bu noktadan başlamışlardır. Marx, değerin analizini yaparken ortaya attığı teoriyi, kendi genel kuramı için köşe taşı olarak yerleştirmiştir.

Değiştirme değerinin analizi konusunda Marx, pek fazla bir şey yapmamıştır. Sadece kendisinden önce Ricardo nun ortaya atmış olduğu geleneksel teoriye sarılmıştır, o kadar. Bu teoriyi şöyle ifade edebiliriz; İnsan emeği, değiş­tirme değerinin özüdür. İnsanın meydana getirmiş olduğu her ürürün değiştirme değeri, O ürünün meydana gelmesi için harcanan emeğin miktarıyla ölçülür.

Eşyaların değeri, meydana gelişleri için harcanan eme­ğe göre değişirler. Meydana gelmesi için l saatlik emek har­canması gerekken eşyanın değeri, meydana gelmesi için 2 saat­lik emek harcanması gereken eşyanın değerinin yarısına eşittir.

Kapitalizmin ekonomik yapısının analizi için Marx ve Ricardo'ya göre bu teori, bir başlangıç noktasıdır. Mars ve Ricardo'dan her biri, bu teoriden esinlenerek kendi ilmi yapılarının temelini atmışlardır.

Her ne kadar Ricardo'nun Marx'tan daha önce bu teoriyi belirli bir ilmî kalıba döktü­ğünü söylüyorsak da, bu işi bu ikisinden de önce birçok dü­şünür, ekonomici ve filozof ele almıştır.

Meselâ, İngiliz fi­lozofu John Locke, yapmış olduğu araştırmalarda bu teori-ve işaret etmiş, daha sonra klâsik ekonomicilerden ünlü Adam Smith, bu teoriyi dar bir çerçevede ele almış ve eme­ğin ilkel toplumlar arasında, değiştirme değerinin esası ol­duğunu söylemiştir.

Şu da var ki, Ricardo, tam hakkıyla bu teoriye bir .kapsamlılık anlamı kazandırmış ve emeğin, de­ğiştirme değeri için esas ve genel bir kaynak olduğuna inan­mıştır. Ricardo'dan sonra Marx, kendi orijinal üslubuyla ay­nı yolda gitmiştir.

Tabiî olarak bu demek değildir-ki Marx, bu teoriye iliş­kin olarak, Ricardo'nun söylediklerini yinelemekten başka bir iş yapmış değildir, tersine bu teoriyi Ricardo'dan almış, kendi düşünce kalıbına sokmuş, bazı yönlerine yeni açıkla­malar getirmiş, teorice bazı Marksist unsurlar eklemiş, teo­rinin bazı kısımlarını da Ricardo'nun bırakmış olduğu şek­liyle kabullenmiştir.

Ricardo, «Emek değerin esasıdır.» teorisine inandığı zaman emeğin, ihtikâr (karaborsa) durumunda değeri belirleyemeyeceğine inanıyordu. Karaborsa zamanlarında re­kabete yer verilmez.

Bu arz ve talep kanunu gereğince, stok edilen eşyanın değeri kat kat artar. Eşyanın meydana gel­mesi için gerekli emek miktarı artmadığı halde, eşyanın de­ğeri fazlasıyla artmaktadır.

İşte bunun içindir ki tam reka­bet, emek esası üzerinden değiştirme değerinin teşekkül etmesi için esas şart olarak kabul edilmiştir. Nitekim Marx da; «Emek, değerin esasıdır.» teorisi, karaborsa durumların­da uygulanamaz derken bunu kastetmektedir.

Ricardo ayrıca, insan emeğinin yeterlilik bakımından birbirine oranla farkı olduğunu da düşünmüştür. Zeki ve çalışkan bir işçinin bir saatlik çalışmasını, geri zekâlı ve tembel bir işçinin bir saatlik çalışmasına eşit tutmak im­kânsızdır. Ricardo bu problemi, her toplumdaki üretim ye­tersizliğinin genel ölçüsü teorisiyle çözümlemeye çalışmış­tır.

Her bir iş birimi, kendi orantısında bir değer meydan getirir, bu genel ölçüyle uyuştuğu takdirde tabi... Bu ölçüyü Marx, zorunlu sosyal iş birimi ile ifade etmiş ve; her üretim işinin, bilinen sosyal yöntemle uyuşması halinde kendine göre bir değer meydana getireceğini söylemiştir.

Teoriyi ortaya koyduktan sonra Ricardo, kendini arazi ve sermaye gibi emek dışındaki üretim unsurlarını, değeri oluşturma işleminden uzaklaştırma zorunluluğu karşısında buldu. Çünkü değeri oluşturma işleminin temel unsuru emektir. Bütün bunlardan ötürü Ricardo, arazi veriminin yorumlanmasına ilişkin yeni teorisini ortaya koydu. Tam rekabet halinde değiştirme değerinin oluşumunda arazinin katkısı olmadığını ispatlamak için, arazi veriminin ekono­mik anlamını ters çevirmiştir.

Ricardo'dan önceki ekono­miciler, arazi veriminin tabiatın bir bağışı olduğunu söyle­meyi âdet haline getirmişlerdi. Tabiatın bu bağışı, ziraî üre­timde ve ikinci derecede de ürünün değiştirme değerinin oluşumunda toprağın, insan emeğine olan katkısıyla doğ­maktadır.

Bu da işaret yoluyla olsa bile işin değerin biricik esası olmadığım ifade etmektedir. Tabii ki Ricardo'nun topra­ğın verimine ilişkin bu yorumu kendi değer teorisi bakımından inkârı ve teorisine uygun bir yorum stili getirmesi zorunlu idi... Zaten yaptığı da bundan başkası değildi.

Ricardo, ve­rimin; spekülasyonun bir sonucu olduğunu tam bir reka­bet halinde verimin elde edilmesinin imkânsız olduğunu ile­ri sürdü. Bol verimli arazilerin çoğunu ellerinde bulunduran kimseler; başkalarını daha az verimli arazilerde çalışmaya mecbur bıraktıkları ve spekülasyon yapmaları sonucu ve­rim elde ederler.

Sermaye konusuna gelince Ricardo, sermayenin; üre­tim amacıyla yeniden harcanması için bir araçta veya maddede birikmiş kristalize emekten başka bir şey olmadığını söylemiştir. Sermayenin; değiştirme değerinin oluşumunda bağımsız bir faktör olarak kabul edilmesine imkân yoktur.

Bir saatlik emek harcamasıyla üretilen bir madde, ye­ni bir üretim işleminde tüketilecek olursa bu; yeni üreti­min gerektirdiği yeni bir emek birimine bir saatlik emeğin eklenişini ifade eder. Bu yolla Ricardo, emeğin; değer için yegâne esas olduğu sonucuna varmıştır. Sermaye yeni bir değiştirme değeri doğurmadığına ve eşya da kendi değiştir­me değeri için sadece işçinin emeğine muhtaç olduğuna gö­re Ricardo'nun, sermayenin kazancını yermesi beklenen bir şeydir.

Şu da var ki Ricardo bundan başka bir iş yapmamış ve mantıkî olarak da eşyanın, sermaye sahibine safi bir kâr getirecek parayla satılmasını düşünmüştür. Bunu da, işlet­me ve ürünün satışa arz edilişi arasında geçen süre ile yorumlamıştır. Böylece de Ricardo, değiştirme değerinin oluşumunda zamanın da bir başka faktör olduğunu kabul etmiştir

Bu da Ricardo'nun, «Emek, değerin biricik esasi­dir.» şeklindeki teorisinden vazgeçişini ifade eder. Ricardo, bu teorisini sonuna kadar korumaktan âciz kalmıştır.

Marx'a gelince bu düşünür, üretim işleminde emeğe or­tak olan diğer üretim unsurlarını ele aldığında —ki Ricar­do da kendisinden önce bu unsurları ele almıştı— kendi se­lefinin düşüncelerini bazı yönlerden değiştirmiş, diğer yan­dan, da Ricardo'nun sistemi için tehlikeli bir takım esas fi­kirler ortaya koymuştur.

Toprak verimim ele almış, incele­yip araştırmış, Ricardo'nun bu husustaki yorumunu kabul­lenmiştir. Ayrıca Ricardo'nun sözünü etmiş olduğu artık ve­rim ile mutlak verim arasında da bir ayırım yapmayı ba­şarmıştır.

Bu yolla da bir arazinin, kendi alanının sınırlılı­ğına ve tabiî spekülasyon esasına dayalı olarak belirli bir veriminin olduğunu ortaya koymuştur.[17] Diğer taraftan da Ricardo'nun, sermayesel kazancın mantıkî olduğunu kabullenişine karşı çıkmıştır.

Kendisinin kurmuş olduğu Marxismin teorik binasının bir Bolümü olarak kabul edilen artık değer esasına dayanarak Ricardo'nun bu kabullenişine şiddetle saldırıda bulunmuştur.



MARX, KENDİ EKONOMİK DOKTRİNİNİNİ HANGİ ESAS ÜZERİNE KURMUŞTUR?

Marx, değerin özü üzerindeki istidlaline kullanım değe­ri ile değiştirme değeri arasında bir ayırım yapmakla başla­mıştır.

Meselâ kanepe, kaşık ve ekmek parçası gibi eşya yığın­larından her biri insanlara sağladıkları yararlar bakımından belirli bir kullanım değeri taşırlar. Sağladıkları yararların çeşitli oluşu sebebiyle de her birinin kullanım değeri diğerininkinden ayrıdır. Bu saydığımız eşyaların kullanım değer­lerinden ayrı bir değerleri de vardır:

Marangozun yapmış olduğu kanepe üzerinde oturup, uyumak mümkün olduğu gibi —bu özellikleri kanepenin kullanım değerini belirler— kanepeyi bir elbise ile değiştirmek de mümkün olur.

—Bu da kanepenin değiştirme değerini ifade eder.— Kanepe ve elbise insana getirdikleri yarar ve kullanım değerleri bakı­mından birbirlerinden ayrı olmalarına rağmen her ikisinin de bir değiştirme değerinde birleştiklerini görüyoruz. Yani kanepe ile elbisenin, pazarda birbiriyle değiştirilebildiğini görüyoruz. Böylece tahta bir kanepe, belirli cinsten ipek bir elbiseye eşit olmuş oluyor.

Aradaki bu eşitlik; insana, birbirinden ayrı şeyler olan kanepe ile elbise arasında, getirdikleri yararların birbirin­den ayrı olmasına rağmen ortak bir şeyin varlığım sezinle­tiyor. Şu halde birbirinden ayrı olan bu iki şey, bir üçüncü şeyde birleşiyorlar. Bu üçüncü şey, aslında kanepe ve elbi­seden apayrı bir şeydir.

Tabii olarak bunun, iki eşyanın ta­bii ve geometrik bir özelliği olmasına da imkân yoktur. Çün­kü bu eşyaların tabiî özellikleri, ancak verdikleri kullanım yararı olanında hesaba katılırlar. Kanepe ile elbisenin kul­lanım değerleri ve kullanım yararları birbirinden ayrı oldu­ğuna göre, aradaki bu ortak üçüncü şeyin kullanım yararından ve bunun tabiî desteklerinden apayrı bir şey olması gerekir.

Bu değerleri ve kanepe İle elbisenin tüm^ tabii özel­liklerini hesaptan çıkardığımız takdirde elimizde, iki eşya­nın birleştiği bir tek ortak şey kalıyor: İnsan emeği... Çün­kü kanepe ile elbisenin her birinde belirli bir emek miktarı vardır. Bu iki şey için harcanan emek miktarı eşit olmuş ol­sa bundan; her iki şeyin değiştirme değeri hususunda da birbirlerine eşit oldukları sonucuna varılır, îşte bu suretle değiştirme işleminin analizi; «değiştirme değerinin esası, emektir.» kuralıyla sonuçlanmaktadır. [18]

«Pazarda satışa arz edilen bir eşyanın değeri, bu değiş­tirme kanunu gereğince, bu eşya için harcanan emek mikta­rına göre belirlenir.»

Şu da var ki pazar değeri, biraz önce anladığımız kanu­na göre belirlenen değiştirme değerine uymaz. Ancak arz ve talebin dengeli oluşu durumunu bundan ayrı tutmak gerekir. Buna göre eşyanın değerinin, arzın talebe nispetine göre tabii değerinden yüksek olması ihtimali doğmaktadır. Arz ve talep kanunları eşyanın değerini yükseltip alçaltabilir.

Yani eşyanın değerini, kendi tabiî değerine ters bir duruma sokabilir. Ne ki eşyanın tabiî değeri arz ve talep ka­nununun işleyişine göre belirlenirler. Evet her ne kadar arz ve talep kanunları, arzın azlığı ve talebin fazlalığı dolayısıy­la eşyanın değerinin yükselmesine müsamaha gösteriyorlarsa da bu yükselişin sınırsız bir şekilde olmasına asla mü­samaha göstermezler.

Meselâ, bir mendil, her ne kadar arz ve talep dengesizliği-'dolayısıyla pahalılaşacak olsa bile bir otomobilin fiyatına ulaşamaz. Parayı mendile doğru çe­ken ve mendilin fiyatının sınırsız bir şekilde yükselmesine müsaade etmeyen bu gizli kuvvet; mendilin değiştirme de­ğeridir.

Tabiî değer, fiyatın arkasında gizlenen sabit bir gerçek olup eşyanın meydana gelişi için harcanan emek miktarı tarafından doğurulur. «Fiyat» kelimesi pazarda kul imlan bir deyim olup tabiî değer tarafından belirlenir. Arz ve ta­lep kanunları; rekabet durumuna, arzın talebe olan nispetine ve pazarda mevcut spekülasyon miktarına göre, değerin yükseltilip alçaltılmasında ikinci derecede bir rol oynar.

Bu değer kanununun karaborsa durumlarına uygun ge­lemeyeceğini Marx ve Marx'ta önce Ricardo düşünmüştür. Çünkü bu durumlarda değer, arz ve talep kanunlarına gö­re belirlenir. Ki bu kanunlara da karaborsacılar baskıda bu­lunurlar. Değer kanunu, sanat ürünlerine de uygulanamaz.

Meselâ bir sanatkârın fırçasından çıkan bir tablo... veya yüzlerce senelik geçmişi olan el yazısı bir mektup... Tarihi ve estetik kalitelerine göre bu mektubun ve bu tablonun meydana gelmesi için harcanan emek miktarının bilinme­mesine rağmen...

İşte bunun içindir ki Marx, emek esasına dayalı değer kanununun uygulanabilmesi için ilk olarak tam bir reka­betin bulunmasını şart koşmuştur... Çünkü bu kanun, ka­raborsa durumunda uygulanamaz.

İkinci olarak da eşyanın sosyal bir ürün olup sosyal ça­lışma yoluyla meydana getirilmesi her zaman mümkün, olan bir eşya olması gerekir. Çünkü bu kanun,, mektup ve tablo gibi özel ve ferdî eşyalara uygulanamaz.

Bu arada Marksizmin, değerin özü üzerinde analiz ya­pışı esnasında meydana gelen önemli bir olguya işaret et­mek istiyorum: Değer kanununun analizini yaparken K. Marx, kendi ekonomik tecrübelerinden ve dış realiteden uzak sırf bir tecrit yöntemini uygulamıştır. Analiz ve istid­lal işinde Aristo'nun metafizik! kişiliğine bürünmüştür.

Marx'ı bu şeye iten olayın bir sebebi vardır. Çünkü ekono­mik hayatın açık gerçekleri her zaman, Marksist teorinin or­taya koyduğu sonuçların tam tersi olguları ifade ederler. Bu teorinin sonuçlarından birisi de şudur: Üretim esnasında harcanan emeğin çeşitliliğine bağlı olarak elde edilen ka­zançlar, bir plândan diğer plâna göre değişirler.

Bu üretim işine de alet ve edevatın hiçbir etkisi olmadığını kabul edelim. Çünkü bu aletler, kaybolmasına sebep oldukları şeyler bir yana, sonuca hiçbir katkıda bulunamazlar.

Oysaki günümüz ekonomik hayatında elde edilen kazanç, plânın gerektirdiği alet ve edevat ne kadar fazla olur­sa o miktarda artar. Bu sebepledir ki Marx, kendi teorisini ekonomik hayatın gerçekleri ile ispat imkânını bulamamış ve tecrit yöntemiyle ispata çalışmış, görevini böylece ta­mamlamıştır.


Bu defa da ekonomik hayatın realitesindeki ters sonuçlan ele almaya başlamış ve kendi inanmış olduğu teorinin sonucu olarak ters bir sonuçla karşılaşmadığını is­patlamaya çalışmıştır.


MARRKSİST EKONOMİNİN DAYANDIĞI TEMELİN ELEŞTİRİSİ

Bu başlık altında bizzat marksizmin bu konuda ileri sürmüş olduğu delillerin ışığında değer kanununu inceleyeceğiz.

Geçen sayfalarda da gördüğümüz gibi Marx; (Tahta kanepeyle ipek elbisede olduğu gibi) değiştirme işleminin analizinde bu değişimi bir delil olarak ileri sürerken sözkonusu değiştirmenin, kanepenin değiştirme değeri hususun­da elbiseye eşit olduğunu ifade ettiğini söylemekte idi.

Sonra da kanepe ile elbisenin, değiştirme değeri bakı­mından birbirlerine niçin eşit olduklarını sormakta idi. Ve bu sorusunu da bizzat kendisi şu şekilde cevaplamakta idi: Kanepeyle elbisenin değiştirme değeri bakımından birbirle­rine eşit olmaları; her ikisinde de bir dereceye kadar var olan ortak bir hususta birleşmelerinden ileri gelmektedir.

Her ikisi arasındaki bu ortak husus; onların birbirlerinden ayrıldıkları tabiî özellikleri ve dokundurdukları yararlar değil de her ikisinin de meydana gelişleri için harcanmış olan emektir.

Şu halde değerin esası emektir. Fakat yine bu analiz yöntemini sosyal bîr ürünle ferdî özel bir ürünün değiştirilmesi işlemine uygulayacak olursak marksizm ne di­yecektir, acaba?! Marksizmin ferdî ürünler kategorisine sok­muş olduğu el yazısını bir değiştirme değeri yok mudur?!

Bu yazının pazarda banknot, kitap veya başka bir malla değiştirilmesi mümkün değil midir? Sözgelimi bu yazıyı, «et — Tarihû'l — Kâmil» adlı kitabın basılı bir nüshasıyla değiştirecek olursak — ki bu kitap, ferdî bir üründür.— bu demektir ki o el yazısı sayfası, değiştirme değeri bakımından -et — Tarihû'l — Kâmil» adlı kitaba eşittir. Burada bizim de, el yazısı sayfasıyla kitap arasında değer birliğini meydana getiren ortak hususu araştırmamız gerekmektedir.

Marksizmin, kanepe ile elbise arasındaki ortak noktayı araştırması gibi!.. Kanepeyle elbisenin aynı değiştirme değerine sahip oluşları, aralarında ortak bir niteliğin bulunmasından ileri gelmektedir. Ki marksizme göre bu ortak nitelik; kanepeyle elbisenin her ikisi için harcanmış olan emek miktarıdır.

Yi­ne aynı bu şekilde el yazısı sayfasıyla «et—Tarihû'l—Kâ­mil» kitabının bir nüshası arasında bulunan ortak nokta­yı da araştırmamız gerekmektedir. Bu iki şeyin değiştirme değerini aynılaştıran şey; her ikisi için harcanan emek miktarı mıdır? Hayır, asla! Çünkü biz el yazısı sayfası için harcanan emeğin kâğıdı, cildi, mürekkebi ve baskısıyla «et-—Tarihû'l—Kâmil» kitabının bir nüshası için harcanan emekten çok daha az olduğunu biliyoruz.

İşte bu sebepten ötürü sanat eserleri, değer kanununun yürürlük alanı dı­şında bırakılmıştır.

Bu istisnadan ötürü marksizmi yargılamıyoruz. Çünkü tabiatın her kanununun bazı istisnaları ve özel şartları var­dır. Fakat biz bu esasa dayanarak el yazısı ile kitabın birbir­leriyle pazarda değiştirilmesini gerçekleştiren ortak nokta­yı açığa çıkarmak istiyoruz.

Eğer değiştirme işlemindeki değer eşitliğinin gerisinde ortak bir noktayı bulmak zorunlu ise şu halde el yazısı sayfa ile «et—Tarihû'l—Kamu» gibi, meydana gelişleri için harcanan emeğin ve bu eşyaların insana dokundurduğu yararların farklı olmasına rağmen .aradaki bu değer birliğini sağlayan ortak nokta nedir?

Kanepe ile elbise, elyazması sayfa ile «et—Tarihû'l— Kâmil» kitabı arasında bulunan ve bu eşyalardan her bi­rinin değiştirme değerini belirleyen ortak nokta nedir?

Bizim görüşümüze göre burada Mars'ın değer kanununun karşısına çıkan bir problem ortaya çıkıyor. Buna göre kanunun, değere hâkim olması mümkün olmuyor. Çünkü bu kanun, realitenin siyasal ve doktrinler karakteri nasıl olursa olsun tabiat realitesi lee bir çelişki içindedir. Şu halde bu kanunun, çelişkili bulunduğu realite için ilmî bir yo­rum olması, imkânsızdır.

Kanunla realite arasındaki bu çelişkiye bir örnek ve­relim: Kuşkusuz ki toprak, birçok ziraî ürün üretir. Yani birçok zorlu işler için kullanılır. Toprak, buğday ekimi için kullanılabildiği gibi, pamuk ve pirinç üretimi için de kulla­nılabilir.

Toprakların tabiî yeterlilik bakımından birbirlerine eşit olmadıkları herkes tarafından açıkça bilinen bir hu­sustur. Sözgelimi bazı topraklar, belirli bir ziraî üretim için örneğin pirinç üretimi için çok elverişlidir. Bazı topraklar da buğday veya pamuk üretimi için çok elverişlidir.

İşte böy­lece her toprak parçası tabî bir yetenek kazanmış olup bu yeteneğini belirli bir ziraî üretim alanında gösterir. Bu de­mektir ki sağlıklı bir ayırma işlemiyle belirli bir ziraî ürün için ayrılmış olan bir toprak parçasına, belirli bir emek miktarı harcanırsa önemli miktarda (Buğday, pamuk, pi­rinç gibi) ürün elde edilecektir.

Buna karşılık kötü bir ayır­ma işlemiyle ziraî ürün için ayrılmış olan bir toprak parça­sına belirli bir emek miktarı yersiz bir şekilde harcanacak olursa o zaman çok az miktarda ürün elde edilecektir. Bu ikinci durumda elde edilen az miktardaki ürünü, (değiştirme değeri bakımından, birinci durumda sağlıklı bir ayırma iş­lemi sonucu elde edilen yüksek miktardaki ürüne eşit tutabilirmiş. Sözgelimi Marksist temellere dayalı olan Sovyet­ler Birliği; aynı miktarda sosyal emeği bünyesine sindirmiş olan farklı miktarlardaki bu ürünleri birbirine eşit tutabilir mi?

Sovyetler Birliği veya herhangi bir dünya devleti, top­rakların sağlıklı olmayan yöntemlerle ziraî üretim için, tâ­yin edilmeleri sonucu meydana gelecek olan zararın ne ka­dar çok fazla olacağını kuşkusuz ki anlayabilecek durumda­dır.

Böylece de anlıyoruz ki belirli bir emek miktarı, topra­ğın ürüne göre ayarlanması yöntemine bağlı olarak birbi­rinden ayrı iki değer meydana getirir.

Bütün bu anlatılanların ışığında anlıyoruz ki toprağın, kendine uygun gelen ürün için çalışmasına halinde elde edilen ortak değer, üretim için harcanan emeğin bir sonucu değildir.

Çünkü her iki durumda da elde edilen ürün için harcanan emek miktarı aynıdır. Bu emek miktarı, isterse arazinin elverişli olduğu ürün için harcanmış olsun, isterse arazinin elverişli olmadığı ürün için harcanmış olsun yine aynı emektir. Elde edilen fazla miktardaki ürün, üretimin geliştirilip güzelleştirilmesi için arazinin oynamış olduğu müspet role dayanmaktadır.

Böylece de önce sormuş olduğumuzu, bir defa daha tekrarlıyoruz: Oluşumunda istihsali işin büyük rol oy­nadığı gibi tabiatın da rol oynadığı değiştirme değerinin gerçek muhtevası nedir?

***

Bir diğer olgu daha var ki marksizm bunu, değer kanu­nunun ışığında bile yorumlayamamaktadır. Bu olgu her top­lumda meydana gelmektedir. Şu halde bu olgu nedir? Bu­nun için şöyle bir tanımlama yapabiliriz. Toplumun bir eşyaya olan rağbeti azalınca, o eşyanın değiştirme değeri de azalır. Kendisine olan toplumun rağbeti azalan eşya, top­lum kendisinin önemli bir yaran haiz olduğuna inanmakta devam etse bile yine de değiştirme değerinden bir şeyler kaybeder.

Toplumun bu rağbetindeki değişiklik ister siya­sal, ister dinî, ister fikrî, isterse başka bir faktörün sonucu olsun fark eden bir husus olmaz. Kendisi için harcanan ay­nı sosyal emek miktarını korumasına ve üretim ortamı da değişmeksizin varlığını sürdürmesine rağmen eşyanın de­ğiştirme değeri azalmaktadır. Bu da eşyanın, insana sağla­dığı yararın ve giderdiği ihtiyaç oranının, eşyanın değiştir­me değerinin oluşumuna katkıda bulunduğunu açıkça is­patlamaktadır.

Marksizmin yaptığı gibi kullanım değerinin türü ve eşyanın sağladığı yarar derecesini beliniz bir ke­miyet olarak kabul etmek doğru değildir.

Marksizm bu olguyu göz ardı edip arz ve talep kanununun ışığında yorumlamaya çalıştığında değer kanununun reci bir ifadesi olması niteliğiyle bir başka olguyu di­le getirmektedir. Şöyle ki: Değiştirme değeri, normal olarak eşyanın meydana gelmesi için harcanan emek miktarıyla aynı orantıdadır.

Üretim ortamı elverişsiz olur, eşyanın üre­timi için de fazla miktarda emek harcanması gerekirse o zaman bu şartlar altında üretilen eşyanın değiştirme değe­ri de artar. Bunun tersi bir durum meydana gelir, üretim ortamı elverişli olur; eşyanın üretimi için, elverişsiz ortam­da harcanması gereken emek miktarının yarısı harcanacak olursa tabiatıyla bu durumda üretilen eşyanın değeri de düşük olur.


Bu olgu her ne kadar ekonomik hayatın akı­şında açık seçik bir gerçek olarak görülüyorsa da marksizmin bu kanununun sağlıklılığını ispatlamamaktadır: Emek miktarıyla değer arasındaki orantıyı bu şekilde yorumlayabilen bu kanun, sözkonusu orantıyı başka bir şekilde yo­rumlayabilir.

Sözgelimi kâğıt üretim ortamı elverişsiz olur, kâğıdın üretimi için de fazla miktarda emek sarf edilmesi gerekirse o zaman toplu olarak üretilen kâğıt miktarı yarıya düşer. Oysaki bu durumda toplumun kâğıt üretimi için harcamaya ayırmış olduğu emek miktarı hâlâ eskisi kadar durmakta dır. Üretilen kâğıt miktarı yarıya düştüğünde kâğıt, piya­sada az görünür, kâğıda olan rağbet artar ve kâğıdın marjinal yaran artar.

Bunun tersini de düşünelim: Kâğıt üretimi için har­canması gereken emek miktarı yarıya düşer, üretim ortamı elverişli olur ve bu durumda kâğıt üretimi için harcanmaya ayrılan sosyal emek eski miktarını korursa; toplumun üret­miş olduğu kâğıt miktarı artar... Piyasada kâğıt bollaşır.. Kâğıdın marjinal değeri azalır... Kâğıdın değiştirme değeri azalır.

Bu olguyu, azlık faktörü veya marjinal yarar ışığında yorumlamak mümkün olduğu gibi marksizmin değer ka­nununa göre yorumlamak da mümkündür. Şu halde bu ol­gunun, sözünü ettiğimiz kanun için, hayat realitesinden el­de edilmiş; ilmi bir delil olarak kabul edilmesine imkân yok­tur.

***

Bütün bunlardan sonra emek, derecesi, değeri ve önemi bakımından farklı çaba birimlerinin katıldığı müteca­nis olmayan bir unsurdur diyebiliriz. Özel tecrübe ve maharetlere dayalı sanat emeği olduğu gibi ilmî ve teknik tecrübelere ihtiyaç duymayan basit bir emek de vardır. Bir hamalın bir saatlik emeği ile bir mühendisin bir sa­atlik emeği aynı değerde olmadığı gibi; bir elektrik motoru imâl etmek için emek harcayan teknikerin bir günü ile bah­çede küçük kanallar açan amelenin bir günü ebetteki ay­nı değerde olamaz.

Bu arada sözkonusu etmemiz gereken şahsî birçok fak­törler daha vardır ki bu faktörler, insanî bir niteliği dile ge­tirmesi dolayısıyla emeği etkilemektedirler. Bu faktörler; emek için gerekli olan organik ve ruhî çabaların sınırlarını belirledikleri gibi, emeğin önemini ve yeterlilik derecesini de belirler.

İşçinin bedenî ve zihnî tabu yetenekleri, başkalarına üstün gelme ve kalifiye bir işçi olmaya olan arzu miktarı çalışmaya karşı gönlünde hareketlenen duyguların türü, her nekadar zor olsada onu çalışmaya iter veya her ne kadar kolay olsa bile çalışmaktan alı koyar. İşçinin şuuruna varmış olduğu yoksulluk ve mahrumiyet, işçiyi buluşçuluğa iten nimet kabilinden dürtüler, tembellik ve usanca iten çev­re etkeni veya onu emel ve ümit sahibi olmaya iten güçler, onun çalışmasını etkileyen ve çalışmasının değerini belirle­yen faktörlerdir.

Yapılan işin kantite bakımından ölçüye tâbi tutulması hiçte doğru değildir. Yapılan işin tür ve nitelik bakımından ölçülmesi gerekir ki bu ölçü, işin türünü ve sö­zünü ettiğimiz faktörlerden etkilenme oranını belirler, işçi­nin ruhuyla uyuşan normal şartlar altındaki bir saatlik iş, elverişsiz ortamdaki bir saatlik çalışmasına oranla çok da­ha randımanlı olur?

İş ölçümünde pozitif bir unsur olan çalışma miktarını ölçmemiz gerektiği gibi işi; tür ve nite­lik yönünden de ölçmemiz gerekmektedir. Tabu ki bu ölçü işlemi de, işe tesir eden çeşitli ruhî faktörlerin ışığında yapı­lacaktır, işte bu da ölçü işleminin ruhî unsurudur.

İşin objektif unsuru için bir ölçek olması niteliğiyle saatin dakikalarına sahibiz. Dakikalar, işin miktarını üş­mektedirler. Fakat işin sübjektif unsurunu ölçecek olan bir ölçü aletine sahip değiliz. Dolayısıyla da işin bu sübjektif unsura göre belirlenen tür ve niteliğini ölçecek bir ölçü ale­timiz de yoktur.

Teknik ve teknik olmayan işlerin miktarının ölçülme­si; bir faktörden diğer bir faktöre göre değişen zihnî, bedenî ve ruhî etkenlere göre işin yeterlilik derecesinin ölçülmesi problemleri karşısında marksizm ne gibi bir çözüm yolu bul­maktadır?

Birinci probleme gelince marksizm, işi basit ve mürek­kep olmak üzere ikiye ayırmakla bu problemi çözümlemeye çalışmıştır. Basit iş; her normal insanın kendi zihnî ve be­denî organlarını özel bir şekilde geliştirmeksizin kuvvet yoluyla yapmış olduğu bir iştir. Örneğin hamalın çalışma­sı gibi.

Mürekkep işe gelince bu da; önceki işlerden elde edi­len tecrübe maharet ve olanakların kullanılmasıyla yapılan iştir. Örneğin mühendisin ve doktorun çalışması gibi.

Değiştirme değerinin genel ölçüsü basit iştir. Mürek­kep iş de basit İşin bir kaç kat fazlası olduğuna göre basit işin meydana getirmiş olduğu değiştirme değerinden çok daha üstün bir değiştirme değeri meydana getirir. Bir elek­trik cihazı yapmak için bir mühendisin bir haftalık çalış­ması, yük taşımak için bir hamalın bir haftalık çalışma­sına göre elbette ki çok daha kıymetlidir.

Çünkü mühendis, kendi tecrübe; maharet ve bilgisini elde etmek için öndeler! çok çalışmıştı.

Fakat teknik ve teknik olmayan işler arasındaki farkı bu esasa göre yorumlayabilecek miyiz?

Marksizmin, elektrik mühendisiyle hamalın işi arasın­daki bu farkı yorumlayışından şunu anlıyoruz: Bir elektrik mühendisi, elektrik alanında bu* dereceye ulaşmak ve tec­rübe sahibi olmak için 20 yıl süreyle tahsil görüyor...

Bu sürenin bitiminden sonra 20 yıl süreyle de üretim çalışma­sına girişiyor... Böyle bir mühendisin iki günde yapmış ol­duğu iş, hamalın dört günlük yük taşıma işine eşittir. Diğer bir anlatımla, kendi özel yöntemleriyle üretime katkı­da bulunan bir hamalın iki günlük çalışması bir elektrik mühendisinin bir günlük çalışmasına eşittir. Çünkü mü­hendisin bu bir günlük çalışması, daha önceki tahsil dev­resi çalışmalarını da kapsamaktır.

Ekonomik yaşantının akışında müşahede ettiğimiz ger­çek bu mudur? Her hangi bir borsanın veya devletin, basit bir işçinin iki günlük üretimi ile bir elektrik mühendisinin bir günlük üretiminin aynı değiştirme değerine sahip oldu­ğunu kabullenmesine imkân var mıdır?

Sovyetler Birliği, Marksist doktrine sarılırken güzel bir şans eseri olarak basit ve mürekkep iş üzerinde düşünme­mektedir. Aksi takdirde bir mühendise iki basit işçinin aylığı kadar aylık vereceğini ilân etmiş olsa durumu fena olur. Bu sebeple de Rusya'daki kalifiye bir işçi, basit bir işçinin aylığının on katını, hattâ daha da fazlasını almaktadır.

Oysaki teknik bilgiye sahip olan bu kalifiye işçi, tahsil ve incelemeler için basit işçinin ömrünün 9 katı olan bir zamanı harcamış değildir... Ayrıca Rusya'da yeterinden fazla basit iş güçleri bulunduğu gibi, istenen miktardan daha fazla teknik yeterlilikler mevcuttur.

Şu halde aradaki bu farkın esas kaynağı; arz ve ta­lep ortamları değil de değer kanunudur. Sözü yanlıştır Çün­kü Çek büyük miktarda olan bu farkın yorumlanabilmesi için, tahsil devresine rastlayan önceki çalışmalarının değerin olu­şumuna eklenmesi yeterli olmamaktadır.

Gelelim ikinci probleme: İşçiden işçiye değişen ruhî, bedenî ve zihni etkenlere göre iş yeterliliğinin türünü ölç­me probleminden kurtulabilmek için marksizmin, işin sosyal ortalamasını değerin bir ölçüsü olarak kabul etmiştir. Bu konuda K. Marx şöyle der:

«Eşyaların üretimi için zorunlu olan sosyal zaman; be­lirli bir sosyal çevreye nispetle üretim işlemi, normal tabiî şartlar altında orta derecede güç ve maharet gerektiren her işin gerektirmiş olduğu bir zamandır u.

Şu halde belirli bir toplumda her hangi bir eşya sınıfının üretimi için tek başı­na emek miktarı veya üretim işi için zorunlu olan zaman, üretilen eşyanın değerini belirler. Belirli bir eşya, genel ola­rak kendi türünden olan eşyaların orta nitelikte bir parçası olarak kabul edilir.»[19]

Bu esasa dayanarak diyebiliriz ki bir üretim işçisi, sos­yal alanda orta derecenin üstündeki şartlardan yararlanma fırsatını elde edecek olursa bir saatlik bir süre içinde, yine aynı sürede orta derecedeki bir işçinin ürettiği eşyanın çok daha üstündeki değerde eşya üretir.

Çünkü orta derecenin üstündeki işçinin bir saatlik çalışma ortalaması, orta de­recedeki işçinin bir saatlik çalışma ortalamasının çok daha üstündedir. İşin ve işi etkileyen çeşitli faktörlerin sosyal or­talaması, değerin genel ölçüsüdür.

Marksizm bu meseleyi bir kantite meselesi olarak ele al­makla hataya düşmektedir. Marksizme göre işçiye, çok kısa bir zamanda çok fazla üretim yapma imkânını veren faktör­ler, en yüksek düzeydeki şartlardır. Bu durumda işçinin bir saatte üretmiş olduğu ürün, normal şartlar altında üretmiş olduğu ürün miktarından çok daha fazla olur.

Dolayısıyla da bu ürünün değeri, diğerine oranla çok daha yüksek olur. Bu şartlar altında çalışan bir işçi, bir saatte iki metre bez dokuyacak olursa, orta seviyeli bir işçi, bir saatlik sürede sadece bir metre bez dokuyabilir. Birinci işçinin dokumuş olduğu iki metrelik bez; asanda kaliteli çalışma dolayısıy­la bir saatte üretildiği halde iki saatlik sosyal bir çalışmayı ifade etmekte ve dolayısıyla da bir metrelik beze nispetle iki kat değer taşımaktadır.

Üzerinde düşünmeye değer bir başka nokta da şudur: Orta derecedeki bir işçinin yararlanamadığı ruhî, bedenî ve zihnî, şartlar her zaman, böyle bir işçinin üretmiş olduğu üründe miktar bakımından bir fazlalık olduğunu ifade et­mez. Tersine bu şartlara sahip bir işçinin üretmiş olduğu eşyaların bazen kalite bakımından bazı ayrıcalıklara sahip olduklarını ifade eder.

İki ressam düşünelim... Her ikisi de bir resim yapmak için bir saatlik çalışsınlar... Ve sonunda bir resim yapsınlar. Fakat ressamlardan biri, sahip olduğu tabiî yetenek dolayı­sıyla diğerininkine nispetle çok daha göz alıcı, bir resim ya­pıyor. Bu mesele, kısa sürede bol üretim yapma meselesi de­ğildir.

Tabiî yeteneğe sahip olmayan ressam, bir saatten daha fazla çalışsa bile yine de yetenekli ressamın yapmış ol­duğu kadar güzel bir resim yapamaz. Şu halde yetenekli ressamın yapmış olduğu güzel resim, iki saatlik genel, bir sosyal çalışmayı ifade etmektedir, diyemeyiz. iki saatlik ge­nel bir sosyal çalışma ile yine de bu yetenekli ressamın ken­di yeteneği sayesinde yapmış olduğu resim kadar güzel bir resim yapılamaz.

Böylece bu iki resimle ilgili esas noktaya varmış bulu­nuyoruz. Şöyle ki: Bu iki resmin değeri, siyasal karakteri ne olursa olsun arzın talebe olan nispeti ne miktarda olur­sa olsun bütün pazarlarda birbirinden farklıdır. Hiç bir kim­se güzel resmin güzel olmayan resimle değiştirilmesini ka­bul etmez, arz ve talep birbirine eşit dengede olsa bile Bu demektir ki; yetenekli ressamın yapmış olduğu güzel resim, değerini diğer resimde mevcut olmayan bir unsurdan almaktadır.

Bu unsur, emeğin miktarı değildir, kuşkusuz. Bil­diğimiz gibi güzel resmin göz alıcılığı; Fazla emek miktarını değil de üretimi için harcanan emeğin türünü ifade et­mektedir. Şu halde emek miktarının ölçüsü veya başka bir deyişle saatin dakikaları, içinde çeşitli emek miktarlarının kristalize olduğu eşyanın değeri için bir ölçü olmaya yeterli değildir.

Ferdî veya sosyal emek miktarında, değiştirme değerleri bakımından eşyaların farklılıkları için bir yorumlama yolunu bulmamız mümkün değildir. Çünkü bu farklılığın kaynağı kantite değil kalitedir. Emeğin miktarı değil türü ve niteliğidir.

Marx'ın yolunu kesen bu ilmî zorluklar, marksizmin de­ğiştirme değerini yorumlayan kanununun yetersizliğini is­patlamaktadır. Bütün, bu zorluklara rağmen Marx; konu­nun başında sizlere sunmuş olduğumuz değer üzerinde yap­mış olduğu teorik analizinde açıkça görüldüğü gibi kendini, bu kanuna sarılma zorunluluğu karşısında bulmuştur.

Marx, kanepe ve elbise gibi birbirinden ayrı iki eşya arasındaki ortak noktayı açığa çıkarmaya çalışmış, bu eşyaların kulla­nım değerlerini, tabiî ve teknik özelliklerini hesaba katma­mıştır. Kanepe; insana dokundurduğu yarar bakımından, fizikî ve geometrik özellikleri bakımından elbiseden ayrıl­maktadır.

Marx, iki eşya arasındaki ortak noktanın, bu eş­yaların üretimi için harcanan insan emeği olduğunu san­mıştır. İşte Marx'ın analizinin esas hatası burada gizlenmek­tedir. Aynı fiyatla piyasaya sürülen iki eşya insana sağla­dıkları yararlar açısından, fizikî, kimyevî, ve geometrik özellikleri bakımından birbirinden ayrı olsalar bile yine de bir dereceye kadar her ikisinde mevcut olan psikolojik bir nitelik bakımından ortaktırlar.

Bu psikolojik nitelik; insa­nın bu eşyaları elde etmeye arzu duymasıdır. Kanepe ve el­biseye duyulan sosyal, rağbetin kaynağı, bu eşyaların kul­lanım yararlarına dayanmaktadır. Bu iki eşya, sağladıkları yararlar bakımından her ne kadar birbirlerinden ayrı iseler de, insan rağbeti gibi bir tek sonuçta birleşmektedirler.

Bu ortak unsurun ışığında, takas edilen eşyalar arasında ortak bir nokta olması niteliğiyle emeği, -marksizmin iddia ettiği gibi- değerin esası olarak kabul etmek zorunluluğunda deği­liz. Çünkü üretim için harcanan emekten başka, iki eşya arasında ortak bir noktayı bulmuş olduk. (Bilindiği gibi bu ortak nokta, eşyayı elde etmek için insanın arzu duymasıdır.)

Marx'ın kendi kanununun sağlıklılığı için öne sürmüş olduğu istidlaller, böylece geçerliliklerini yitirmiş olmakta dolayısıyla da eşyalar arasında ortak bir nitelik olan psikolojik nitelik (eşyayı elde etmek için insanın arzu duyması) emeğin yerine geçebilmekte. Ve değer için hem bir kaynak hem de ölçü olarak ele alınmaktadır.

Marx'ın yoluna çıkan zorluklan ancak bu durumda aşabilmekte ve marksizmin de­ğer kanununun yorumlamaktan aciz kaldığı olguları bu yep­yeni ortak unsurun ışığında yorumlayabilmekteyiz.

Elyazması bir sayfa ile «et - Tarihû'l - Kâmil» kitabının basılmış bir nüshası arasındaki ortak noktayı araştırdığı­mızda bu noktayı emekte bulamamıştık. Çünkü bu iki şeyin meydana gelmesi için harcanan emek miktarı farklıdır. Bu iki şeyin değiştirme değerlerini açıklayan ortak noktayı bu yeni psikolojik ölçüde ancak bulabiliri?:

Elyazması sayfa ile «et - Tarihû'l - Kâmil» kitabının matbu bir nüshasına eşit miktarda sosyal rağbet gösterildiği için her ikisi de aynı de­ğiştirme değerine sahip olmaktadırlar.

Bu yeni ölçü içerisinde bu problemimiz eridiği gibi di­ğer problemlerimiz de eriyip gidecektir.

Bir eşyaya gösterilen rağbet, o eşyanın kullanım yara­rından kaynaklandığına göre eşyanın kullanım yararını he­sap dışı etmemiz imkânsızlaşmaktadır. Bu sebepledir ki kullanım yararı olmayan bir eşya, her ne kadar meydana ge­lişi için emek harcanmış, olsa bile yine de bir değiştirme de­ğerine sahip olamaz.

Marx'ın kendisi bizzat bu gerçeği ka­bullenmiştir Ne var ki eşyanın değiştirme değeriyle kullanım yararı arasındaki bu bağlantının sırrının ne olduğunu, kullanım yararının değiştirme değerinin oluşumuna nasıl etkide bulunduğunu bize açıklamış değildir. Zaten açıkla­masına da imkân yoktur. Oysa ki Marx, daha başlangıç­tayken kullanım yararını hesap dışı bırakmıştı. Çünkü bu yarar, eşyadan eşyaya değişmektedir.

Fakat psikolojik ölçü­nün ışığında kullanım yararıyla değiştirme değerinin ara­sındaki bağlantının sırrı, tamamen açığa çıkıyor. Çünkü yarar, rağbetin esası, rağbet, değerin ölçüsü ve genel kay­nağıdır.

Eşyanın kullanım yararı her ne kadar eşyaya gösteri­len rağbetin esası ise de tek başına, eşyaya olan rağbetin derecesini belirlemez. Bir eşyaya gösterilen rağbetin derecesi o eşyanın sağladığı yararla doğru orantılıdır. Eşyanın sağladığı yarar fazlalaşınca, o eşyaya gösterilen rağbet de fazlalaşır.

Bir eşyaya gösterilen rağbet derecesi, o eşyanın elde edilmesi imkânının miktarıyla da ters orantılıdır Bir eşyanın elde edilme imkânı fazlalaşınca, o eşyaya gösterilen rağbet derecesi asılır. Sonunda değeri düşer. Açıkça bilinen bir husustur ki bir eşyanın elde edilme imkânı, o eşyanın pi­yasada az veya çok bulunuşuna bağlıdır. Tabiî olarak bir şey, elde edilmesi için hiç emek harcanmayacak kadar, fazlalaşabilir, en nihayet meselâ hava.,

Bu durumda eşyanın (havanın) değiştirme değeri sıfır derecededir. Piyasada az bulunduğu veya üretimi çok zor ol­duğu için bir eşyanın elde edilme imkânı, ne kadar az olur­sa o eşyaya gösterilen rağbet o kadar artar ve değeri de o kadar fazlalaşır.



MARKSİZMİN KAPİTALİST TOPLUMU ELEŞTİRİSİ

Bizim kapitalizm hakkındaki Marksist mülahazaları in­celeme konusu yaptığımıza bakarak bazı kimseler, Sosyalist mülkiyeti «esas» olarak almayan, üretim araçları üzerinde «özel mülkiyet» kabul eden İslâm toplumunda kapitalizmi, itiraf edilmiş bir vakıa sayarak hedefimizin bu mülahazala­rı çürütmek ve kapitalizmi temize çıkarmak olduğunu sa­nabilirler.

Ve derler: Mademki İslâm, kapitalizmi bağrına basmaktadır; o halde İslâm doktrincilerine düşen de Mark­sizm'in Çağdaş kapitalizme yönelttiği eleştirileri çürütmek, onun «Kapitalizm, kendi içerisinde bir takım zaaf ve çeliş­kiler taşımaktadır. Bu çelişkiler şiddetlenip büyüyüp en so­nunda Kapitalizmi yok edecektir» tahlilini hatalı çıkar­mak için deliller getirmek olacaktır.

Evet, bazı kimseler böyle sanabilirler. Oysaki îslâmın bu sistemler karşısındaki tavır ve konumunu araştıran İslam araştırmacısının görevi çağdaş Kapitalizmi ve onun sosyal düzenlemelerini asla değildir. O ancak İslâm toplumu ile kapitalist toplum arasındaki çok küçük bir ta im müşterek noktaları bulup çıkaracak ve bu çok cüzî müştereklerin boyutlarını tespit için de Marksist tahlili in­celeyecektir.

Bazı İslâm araştırmacılarının, Batı Kapitalizmini sa­vunması, onun getirdiği hata ve serleri inkâra giriş­mesi, buna da özel mülkiyeti kabul eden İslâm ikti­sadını yüceltmenin tek yolu sanması sırf hatadır.

Ekonomi faktörünün toplumları biçimleyen tek fak­tör olmadığını öğrendiğimize göre Marx'ın kapitalist top­lumun analizini yaparken, toplumu, yıkan faktörlerin ne ol­duğunu açıklarken tuttuğu yolun yanlış bir yol olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Marx, kapitalist toplu onun tarih sahnesinde ortaya koyduğu sonuçların; toplumun bu esas faktö­rünün birer ürünü olduklarını iddia etmektedir.

Toplumun bu esas faktörü de özel mülkiyet ilkesidir, özel mülkiyeti kabullenen bütün toplumlar sorunlu olarak kapitalist toplumun yönelmiş olduğu tarihi yönde yollarına devam eder, aynı sonuç ve çelişkilerle karşılaşırlar.

Böylece de ben, kapitalist toplumla marksizm arasındaki hesaplaşmaya sona erdirebilmek için şu iki gerçeği kabul et­mek zorunda olduğumuz görüşündeyim:

l — İslâm ekonomicilerinin, İslâm araştırmacılarının amaçlan; kendilerinin, kapitalist toplumun ilkelerini onay­lamalarını ve bu toplumu yıkıma götüren acı gerçekleri in­kârlarını zorunlu kılmamaktadır.

2— Çağdaş kapitalist toplumun tarihî realitesi; üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti benimseyen bütün top­lumların panoramasını tam olarak çizmektedir, diyemeyiz.

Zaten buna imkân da yoktur. Bu tarihî realitenin; çağdaş kapitalist toplumu inceleyenlerin varmış oldukları sonuçla­rın özel mülkiyeti kabullenme hususunda kapitalist toplum­la birleşen, fakat ondan özel mülkiyetin sınır ve çevresi bakı­mından ayrılan bütün toplumlara genellenmesine de imkân yoktur.

Marksizm, kendi tarih yorumu hakkındaki temel düşün­cesine uyarak; kapitalist toplumun mayalandığı bütün so­nuçlarıyla birlikte özel mülkiyet ilkesini kabullenmemiş ve yermiştir.

Marksizmin tarih görüşüne göre toplumda hâkim olan mülkiyet türünün ifade ettiği ekonomi faktörü, toplum yapısının temel taşıdır. Kapitalist toplumda meydana gelen olayların asıl kökeni; üretim araçları üzerindeki özel mül­kiyette yani ekonomi faktöründe gizlidir.

Yoksulluk ve pe­rişanlığın, karaborsa örgütlerinin, sömürü çirkinliklerinin işsizler -sayısının, toplum yapısındaki çelişki miktarının faz­lalaşması gibi bütün bu kaçınılmaz sonuçlar ve tarihî zincir halkaları, özel mülkiyeti kabullenen bütün toplumların kar­şısına çıkmaktadır.

Marksizmin kapitalist topluma ilişkin görüşleri karşı­sında kendi görüşlerimizi iki noktada özetleyebiliriz:

a — Marksizm, üretim araçları üzerindeki özel mülki­yet ile bu mülkiyetin belirli ekonomik, siyasal ve fikrî karakterlerle temayüz eden kapitalist realitesini birbirine ka­rıştırmakta ve bu bozuk realitenin ürünlerini, özel mülkiye­ti benimseyen bütün «toplumların karşılaşacakları kaçınıl­maz sonuçlar olarak kabul etmektedir.

b — Marksizm, kapitalist toplumun tarihî evriminin ve çelişkilerinin analizini yaparken takındığı ilmî karakterini dayandırmakta olduğu ilmî ekonomik temellerde hataya düşmektedir.
6
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


KAPİTALİZMİN ÇELİŞKİLERİ

Şimdi de marksizme göre kapitalist toplumun en önemli çelişkilerini diğer bir deyişle de çelişkinin esas eksenini açık­lamaya çalışacağız. Bu esas eksen; üretimin üretim araçları­na sahip olan kapitalistlere ücretle sağlamış olduğu kazanç­tır. Marx1n artık değerle açıklamaya çalıştığı çelişkinin ve kapitalizm bilmecesinin sırrı, kazançta gizlenmektedir.

Marx, eşyanın değere sahip olma hususunda, kendisinin meydana gelişi için harcanan emeğe bağlı olduğuna inanmaktaydı. Sermaye sahibi bir kimse bir dinarlık kereste alır, sonra da bu keresteden bir kanepe yapması için bir iş­çi kiralar, yapık, n kanepeyi iki dinara satarsa bu durumda keresteye yeni bir değer (ikinci dinar) eklemiş olur.

Bu yeni değerin kaynağı, marksizmin değer kanununa göre emektir. Kereste ve araçların sahibi kazanç sağlamak için, ikinci de­ğeri getiren işçiye ikinci değerin sadece bir kısmını ücret olarak öder. Değerin geri kalan kısmını da kendine kazanç olarak alır.

Bu esastan hareketle işçi, kendi ücretinden ar­tan bir değer (artık değer) üretmek zorunluluğundadır. Bu fazlalığı Marx, «artık değer» diye adlandırmaktadır. Kapita­list sınıfın tüm kazancının genel kaynağı artık değerdir.

Kazancı bu şekilde yorumlayan Marx, bu yorumun; ka­pitalizmin tüm sorunları için yegâne bir yorum olduğunu iddia etmektedir. Sermayesel üretim işleminin analizini yap­tığımızda şöyle bir sonuca varırız: Sermaye sahibi, üretim için gerekli olan araç ve gereçleri tüccardan satın alıyor, üre­tim için gerekli olan insan gücünü de işçiden satın alıyor.

Bu iki takas işlemini incelediğimiz zaman, takas yapan her iki kişinin de yararlanmış olması mümkündür. Çünkü her ikisi de kullanım yararı olan eşyaları birbirleriyle değiştir­mektedir. Fakat bu işlem, değiştirme değeri ile uyuşmamak­ladır. Çünkü tabiî şekilleriyle eşyaların birbirleriyle değiştirilmesi demek, eşit değerdeki eşyaların değiştirilmesi de­mektir.

Eşit değerdeki eşyaların birbirleriyle değiştirilmesi halinde hiçbir kazanç sağlanmaz. Çünkü bu değiştirme işle­minde iki kişiden her biri, karşı tarafa bir eşya veriyor, kar­şılığında da eşit değiştirme değerine sahip bir eşya alıyor. Şu halde bu durumdaki bir şahıs, artık değeri veya kazan­cı nasıl elde edecektir?

K. Mars, analizine şu şekilde devam etmektedir: Satı­cının aldığı eşyayı aldığı fiyatın çok üstünde bir fiyatla sat­ması veya müşterinin, satın aldığı eşyayı mal oluş fiyatın­dan çok daha ucuz bir fiyatla satın alması halinde kazanç sağlaması imkânsızdır.

Çünkü satıcı müşteri, müşteri de satıcı olarak yer değiş­tirdikleri takdirde elde etmiş oldukları kazancı zarara vere­ceklerdir. Şu halde satıcıların, eşyayı asıl değerinin çok da­ha üstünde bir fiyata satması; müşterinin de eşyayı mal oluş fiyatından çok ucuza alması halinde bile bir artık de­ğer elde etmesi imkânsızdır. .

Yine bunun gibi, üreticilerin artık değer elde ettikleri­ni söylemekle mümkün değildir. Çünkü tüketiciler, eşyala­rın parlarını değerlerinden çok daha fazla miktarda ödemek­tedirler.

Böylece de üretici olmaları niteliğiyle eşya sahiple­rinin, eşyalarını yüksek fiyatla satma imtiyazları doğmuş olmaktadır. Bu imtiyaz da bilmeceyi çözümlemez. Çünkü her üretici bir bakıma tüketicidir. Dolaysıyla da üretici olarak elde ettiği kazancı, tüketici olarak elden çıkarmak­tadır.

Böylece Marx, analizini şu noktaya vardırmaktadır: Sermaye sahibinin elde etmiş olduğu artık değer; işçinin kendi emeğiyle malzemeye eklemiş olduğu değerin sadece bir kısmıdır.

Bu değerin geri kalan kısmını da sermaye sa­hibi elde ediyor. Oysaki o, saatlik süreyle çalıştırdığı işçinin bu süre içindeki emeğini satın almış değildir. Dolayısıyla da işçinin bu süre içinde harcamış olduğu emeğe veya diğer bir ifadeyle işçinin meydana getirmiş olduğu değerin tam kar­şılığını (ücreti), işçiye ödemek zorunluluğunda kalmıyor.

Çünkü emeğin, sermaye sahibinin belirli bir değiştirme değeri ile satın alabileceği bir eşya olmasına imkân yoktur. Mars'a göre emek, değerin esasıdır. Her eşya sahip olduğu değeri, meydana gelmesi için harcanmış olan emekten elde etmektedir. Fakat emek ise değerini hiç bir şeyden alma­maktadır. Şu halde emek, bir eşya değildir.

Sermaye sahibi­nin işçiden satın almış olduğu şey; iş gücüdür. İşte bu şey emeğin değerini, bu gücün korunması ve yenilenmesi için gerekli olan iş miktarıyla belirlemektedir. Yani işçinin geçi­mi ve gücünün korunması için zorunlu olarak gerekli olan iş miktarıyla belirlemektedir. Şu halde sermaye sahibi, eme­ği değil de işçinin 10 saatlik iş gücünü satın almış oluyor. Bu gücü işçinin çalışma gücünü yeniden doğurmayı garan­ti eden bir değerle yani ücretle satın almaktadır.

İşçinin 10 saatlik emeği, kendi iş gücünün yenilenmesi ve geçiminin sağlanması için gerekli emekten çok daha fazla olduğuna göre sermaye sahibi, işçiye ödediği iş gücü değeri (ücret) ile işçiden almış olduğu değer arasında ki farkı olduğu gibi bı­rakmakta devam edecektir. Aradaki bu fark; sermaye sahi­binin kazanmış olduğu artık değerdir.

Bu anahtarların ışığında K. Marx, kapitalizmdeki te­mel çelişkiyi ortaya çıkardığına inanmaktadır. Kapitalizm, şöylece açıklanabilir: Sermaye sahibi, işçinin iş gücünü sa­tın alıyor. fakat bizzat emeği teslim alıyor.

Değiştirme değe­rinin tümünü meydana getiren ise işçinin kendisi oluyor. Ne var ki sermaye sahibi onu, meydana getirmiş olduğu değe­rin sadece bir kısmını almaya ve diğerinden vazgeçmeye zor­luyor.

Artık değer olarak da değerin geri kalan kısmını da kendisi çalıyor. Sermaye sahibi sınıfla, işçi sınıfı arasında­ki sınıfsal çatışma işte bu temele dayanmaktadır.

Bu artık değer teorisi her şeyden önce, eşyanın değeri­nin yegâne kaynağının; eşyanın meydana gelişi için harca­nan «EMEK» olduğunu kabul etmektedir.

Eğer işçi, eşya­dan meydana getirmiş olduğu değerin tümünü alacak olur­sa başkaları için kazanç yolu bırakmaz. Sermaye sahibinin kazanç sağlayabilmesi için, kendi ürününde meydana getir­miş olduğu değerin bir kısmından vazgeçmek zorunlulu­ğundadır. Şu halde artık değer teorisi, esaslı bir şekilde marksizmin değer kanununa dayanmaktadır.

Bu teoriyle bu kanun arasındaki bu bağlantı, her ikisinin de karşılaşacak­ları sonucu aynılaştırmaktadır. Ayrıca konunun ilmî yönden çözüntüye uğramasını da, teorinin, teorilikten çıkmasına, dolaysıyla da marksizmin bu kanuna dayanan tüm ekono­mik teorilerinin geçerliliklerini yitirmelerine sebep kılmak­tadır.

***

Karl Marx'a göre Marksist ekonominin bel kemiği olan değer kanununu incelemekle emeğin, değiştirme değeri için temel bir unsur olmadığını öğrenmiş olduk. Aslında değer psikolojik ve sübjektif bir ölçü olan sosyal rağbetle ölçülebilir. Ancak Şu halde değiştirme değerinin temeli ve kaynağı rağbet olduğuna göre kazancı;

Marx'ın yaptığı gibi her za­man, emeğin meydana getirmiş olduğu değerin bir parçası olarak yorumlamak zorunda değiliz. Hatta bu durumda, eş­yanın değerinin oluşumu işleminde hammaddelerin katkısını görmemezlikten gelmemiz de imkânsızdır Çünkü ham­maddelerde göreli de olsa bir azlık (nedret) vardır.

Örneğin hammadde olması niteliğiyle tahta, nispi de olsa piyasada az bulunabilir. Hava gibi değildir. Değiştirme gücüne, değe­rine sahiptir.

Tahta, kanepenin değiştirme değerinin oluşumuna kat­kıda bulunabilir, değerin. psikolojik ölçüsünün ışığında. Hem de kanepenin meydana gelmesi için insan emeğinin harcanmasına rağmen.

Üretilen çeşitli eşyalarda tecessüd eden tüm hammaddeler bu durumdadırlar. Fakat marksizm, hammaddeyi tamamen ihmal etmiş, eşyanın değiştirme de­ğerinin oluşumunda hammaddelerin hiçbir rolünün olmadı­ğına ir inmiştir. Ayrıca, meydana gelişlerinde emek harcan­madığı için hammaddelerin değiştirme değerine sahip ol­madıklarını da iddia etmiştir.

İnsan eli değmemiş ve yer altında bulunan ham madde gerçekten değersiz görünür. Ancak insan emeğiyle birleşince özel bir emeğe sahip olur. Fakat bu, marksizmin iddia ettiği gibi ham maddenin, değiştirme değerine sahip olmadığı ve değerin sadece emekten doğduğu anlamına gelmez. Çünkü bu nitelik yeraltındaki bir madene uygun geldiği gibi, mad­denin yeraltından çıkarılıp düzgün bir şekle kavuşturulma­sı için harcanan emeğe de uygun gelebilir

Çünkü bu emek sözkonusu mâdeni maddeden uzak tutulacak olursa o madde bir değere sahip olamaz. Altın gibi bir madenin yeraltında çıkarılması için harcanan emeğin, başka yararsız bir işe ve­ya hiç fayda dokundurmayacak olan kayaların yeraltından çıkarılmasına harcanmış olduğunu düşünecek olursak ger­çekten de önemsiz olduğuna aklımız yatar.

Şu halde diye­biliriz ki her iki unsur (madde ve emek) da, yerden çıkarı­lan madde (Meselâ altın madeni) miktarının değiştirme de­ğerinin oluşumuna beraberce katkıda bulunmaktadırlar, psi­kolojik ölçüye uygun olarak altının sahip olduğu özel değiş­tirme değerinin oluşumunda her iki unsurun da olumlu kat­kıları olmuştur.

Psikolojik değer ölçüsünün ışığında eşyanın değerinin oluşumunda hammaddenin de katkısı olduğuna göre, diğer bütün üretim unsurlarının da aynı şekilde katkılarının ol­ması gerekir. Meselâ ziraî bir ürün, değiştirme değerini, ken­disinin üretilmesi için harcanmış olan emekten almamakta­dır, Sadece.

Bu değerin oluşumunda ayrıca toprağın da kat­kısı vardır. Şundan ki: Eğer bu ürün için harcanmış olan emeğin tıpkısı, bu ürün için daha az elverişli olan bir topra­ğa sarf edilmiş olsa o zaman, birinci hasattaki ürünün de­ğiştirme değerinden çok daha düşük değerde bir ürün elde edilmiş olur.

Eşyanın değerinin oluşumunda ham maddenin ve çe­şitli üretim unsurlarının katkısı olduğuna göre değerin, sa­dece emekten kaynaklanmadığını; emekçinin, eşyanın değe­rinin biricik kaynağı olmadığını en nihayet artık değerin (Kazancın), işçinin meydana getirdiği değerin bir parçası olması gerekmediğini söyleyebiliriz.

Çünkü üretilen eşyanın değer kazanmasında, tabiî üretim maddelerinin katkısı ol­duğunu söyleyebiliriz. Bunu söylemek her zaman için müm­kündür.

Bütün bunlardan sonra geriye bir tek soru kalıyor. Bu soru da; eşyanın tabiattan almış olduğu değere ilişkindir: Bu değer kim için oluşuyor? Bu değere kim sahip oluyor? Bu değeri bir işçi veya her hangi biri elde edebilirmi? Bu nokta, konunun sınırları dışına çıkıyor biraz. Bizim incele­mekte olduğumuz konu; artık değerin emekle olan ilişkisi­dir.

Artık değerin; emeğin üretmiş olduğu değerin bir par­çası olması gerekir mi? Veya bir kaynaktan doğma imkânı var mıdır? Marx emeği; değerin biricik esası olarak kabul ettiğinde artık değeri (kazanç), işçinin meydana getirmiş olduğu değerin bir parçası olarak yorumlayabilmiştir, ancak.

İşçinin meydana getirmiş olduğu değerin bir parçası olarak kabul etmek mecburiyetinde kalmadan artık değeri, bir baş­ka değer ölüsünün (Meselâ psikolojik ölçünün) ışığında yo­rumlamamız mümkündür. Yani emek miktarlarının ham maddeye eklenmesi, değiştirme değerini ham madde ve emek unsurlarından alan endüstriden geçmiş eşyaların meydana getirilmesi yoluyla toplumun serveti devamlı olarak fazla­laştığı gibi eşyanın sahip olduğu değiştirme değeri de artar.

Ham madde ile emeğin birleşmesi ve iç içe girmesi ile yeni değerler meydana gelir. Oysaki bu iki unsurdan her biri, di­ğerinden ayrı olarak hiçbir değer ifade etmemektedir.

Burada marksizmin, kazancın sırrını açıklamaya çalışır­ken elinde hiç bir gerekçe olmadan hesap dışı etmiş olduğu bir başka husus daha vardır. Marksizmin bu hususu hesap dışı etmesinin, marksizmin değer kanununu ele aldığımız za­man hiçbir haklı gerekçeye dayanmadığını görürüz. Bu hu­sus; sermaye sahibinin, ziraî ve sınaî planlarına uygulan­masında kullanmakta olduğu idarî yetenekleri dolayısıyla meydana getirmiş olduğu değer miktarıdır.

Deneyle açıkça kanıtlanmıştır ki sermaye ve çalışan iş­çiler miktarı bakımından birbirine eşit olan (ziraî sınaî ve­ya başka alanlardaki) planlar, idarî ve sistematik yeterlilik­lere göre birbirinden çok farklı miktarlarda kazançları doğururlar. Sistem ve idare üretim işleminin başarıyla sonuçlanması için zorunlu bir pratik unsurdur.

üretim işleminin başarıyla sonuçlanması için iş gücünün, üretim araçlarının ve gerekli malzemelerin bol miktarda bulunması yeterli olmamaktadır. Üretim arabasını kullanacak olan ehliyetli bir şoföre ihtiyaç vardır. Bu şoför bulunması gereken iş gücü, ham madde ve üretim malzeme miktarlarını belirler.

Çeşitli işçi ve görevlilere iş taksimi yapar. Üretim işlemini tam olarak kontrol altına alır. Sonrada elde edilen ürünlerin dağıtım yerlerini ve tüketiciye ulaştırma yöntemlerini araştırır. Eğer emek değerin esası ise şu halde kontrol altında ve düzenli bir şekilde harcanan emeğin emek tarafından meydana getiren değerde zorunlu olarak bir payının bulunması gerekmektedir. Bu durumda K. Marx kazancı artık değer teorisinin ışığında yorumlaması imkansız hale gelmektedir.

Marx, olsa olsa kazancı; faizci sermaye sahibinin veya üretime idare ve sistemleştirme yoluyla katkıda bulunma yarı sermayesel kuruluşların kazanmış oldukları değere göre yorumlayabilir.

Marksizmin değer kanununda ifadesini bulan ilmî temel­lerinin çökmesine bağlı olarak artık değer teorisi de geçer­liliğini yitirmektedir... Dolayısıyla marksizmin, bu kanunun bir sonucu olarak belirlediği sınıfsal çelişkinin varlığını da normal olarak reddetmek zorunluluğunda kalmaktayız.


Sermaye sahibinin, işçinin meydana getirmiş olduğu değe­rin bir kısmını çalmasıyla meydana gelen çelişkiyi, işçiden satın aldığı şey ile teslim aldığı şey arasındaki çelişkiyi bu sınıfsal çelişkiye örnek olarak gösterebiliriz. Çünkü serma­ye sahibi, işçiden iş gücünü satın alıyor, fakat aslında işçi­nin bizzat emeğini teslim alıyor.

Kazancın yorumuna bağlı olan birinci çelişkiyi, yani -iş­çinin meydana getirdiği emeğin bir kısmının sermaye sahibi tarafından çalınmasıyla meydana gelen çelişkiyi artık de­ğer teorisinin ışığında yorumlayabiliriz.

Çelişkiyi bir başka yönden ele aldığımızda sermaye sahibinin kazancını, işçinin meydana getirmiş olduğu değerin bir kısmı olarak kabul et­mek zorunluluğunda değiliz. Çünkü değerin emekten başka kaynağı da vardır.

Hülâsa ücret karşılığında emek düzenin­de sermaye sahibinin, işçinin meydana getirmiş olduğu der gerin bir kısmını çalması zorunlu değildir, Ki bu -sebeple meydana gelen çelişki yani, sermaye sahibiyle işçi arasında meydana gelen sınıfsal çelişki, bu düzenin yıkımını kaçınıl­maz kesin. Ücretlerin düşürülmesinin işverenler yararına olduğu, ücretlerin yükseltilmesinin de işçiler yararına oldu­ğu doğrudur.

İşverenlerle işçiler şahıs bakımından birbirlerinden ayrı oldukları gibi yarar bakımından da birbirlerinden ayrılmak­tadırlar. Ücretlerde bir düşme veya yükselme, taraflardan birini zarara soktuğu gibi diğerine de kazanç getirir.

Fakat bu, marksizmin, şekli ve türü ne olursa olsun çelişkiyi işçiyle işveren arasındaki ilişkilere dahil eden sınıfsal çelişki anla­yışına ters düşmektedir. Marksist ekonomi temellerine dayalı kesin pozitif ilmî karaktere sahip olan sınıfsal çelişki, sözü­nü ettiğimiz temellerin çökmesiyle birlikte yıkıma gitmek­tedir.


Taraflardan birini ücretlerin yükseltilmesi için müca­deleye iten diğerini de ücret düzeyini eksik şekliyle korumak için mücadeleye sürükleyen çıkarların ayrılığı anlamına ge­len çelişki, sabit bir çelişki olup ilmî olduğu iddia edilen Marksist ekonomi temellerine dayanmamaktadır. Tersine bu' çelişki; satıcıları fiyatlan yükseltme çabasına sokan, müşteri­leri de buna karşı direnmeye sevk eden satıcı ve müşterilerin çıkarlarının ayrılığı anlamına gelmektedir.

Kalifiye isçilerle kalifiye olmayan işçilerin çıkarlarının ayrılığı da buna benzemektedir. Çünkü kalifiye işçilerin çıkarları emekleri­nin yüksek düzeyde bir ücretle karşılanmasını gerektirmek­tedir. Buna karşılık kalifiye olmayan işçilerin çıkarları, bü­tün işçilerin eşit miktarda ücret, almalarını gerektirmekte­dir.

Şimdi de sermaye sahibinin işçiden çatın aldığı (iş gü­cü) ile işçiye ödediği (ücret) arasındaki çelişkiye gelelim: Bu çelişki Marksist görüşe dayanmaktadır.

Marksizmin biraz önce anmış olduğumuz görüşünü şu şekilde dile getirebili­riz: Ücret karşılığı emeği benimseyen bir toplumda sermaye sahibinin işçiden satın almış olduğu tek şey, emek değil iş gü­cüdür. Marksizmin ifadesine göre kapitalist ekonomi de bu­nu kabullenmektedir.

Çünkü Marx'a göre değerin esası ve ölçüsü emektir. Eşyanın değerinin ölçülmesi, ancak eşya­nın satıldığı fiyatın değerinin ölçülmesi ile mümkün olmak­tadır. İşgücünün durumuysa bunun tam tersidir. İşgücü eş­yanın meydana gelmesi için harcanan emeğin ne miktarda olduğunu ifade eder. İşgücünün değeri eşyanın meydana gelmesi için harcanan emek miktarıyla ölçülür.

Böylece de işgücü, değer sahibi bir eşya haline gelir ki sermaye sahibinin, bu değeri ödeyerek işgücünü satın alması imkânı orta­ya çıkmaktadır.

Fakat İslâm ekonomisinin bu meyanda ortaya koymuş olduğu gerçek şudur ki; Marxizinin ifadesine göre- kapita­list ekonominin savunduğu gibi sermaye sahibi, işçinin eme­ğini satın alma hakkına sahip olmadığı gibi marksizmin sa­vunduğu gibi iş gücünü satın alma hakkına da sahip değildir.

İş ve işgücü sermaye sahibinin, ücret karşılığında işçiden satın almış olduğu bir eşya değildir. Sermaye sahibinin işçi­den satın almış olduğu şey; sadece işçinin emeğinin yarar: yani emeğin ham maddede meydana getirmiş olduğu maddi eserdir.

Tahta kereste ve marangoz aletlerine sahip serma­yeci, tahta bir kanepe yapmak için bir işçi kiralayacak olur­sa, işçinin keresteyi kanepe haline getirmek için harcadığı emeğe karşılık olarak işçiye bir ücret öder. İşçinin emek harcayarak tahtayı kanepe haline getirmek için yapmış ol­duğu şekil değiştirme, düzenleme ve onarma; emeğin maddi bir eseridir.

Ve sermaye sahibinin işçiden ücret karşılığın­da satın almış olduğu emeğin yararıdır. Emeğin yararı, emekten ve işgücünden apayrı bir şeydîr. Dolayısıyla da insan ya­pısının bir parçası değildir. Sadece sosyal rağbet ölçüsüne göre taşıdığı önem kadar bir değere sahip olan bir şeydir.

Şu halde sermaye sahibi, işçiden emeğinin yararını satın alıyor. Bu yaran da önceki örneğimizde anlattığımız gibi; şekil değiştirme, düzeltme ve onarma ile kanepe haline ge­len tahtanın içinde almaktadır. Böylece de satın almış olduğu şeyle teslim aldığı şey arasında her hangi bir çelişki mey­dana gelmemektedir.[20]

Emeğin yararıyla tahta ve maden gibi göreli olarak pi­yasada az bulunan ham maddeler arasındaki fark üzerinde düşünme fırsatını henüz kaçırmış değiliz. Ham Caddeler tü­müyle her ne kadar, değerin genel ölçüsüne göre bir değiştirme değerine sahip iseler de emeğin yararı insan emeğinden üreyen bir şey olduğuna göre irade ve maharet unsurundan yararlanmaktadır. İnsan iradesi sözünü ettiğimiz bu şeyi piyasada azaltabilir.

Dolaysıyla da kapitalist ülkelerde işçi sendikalarının yaptığı gibi insan iradesi, bu şeyin fiyatını yükseltebilir. Bu sebeple de hemen ilk etapta bu eş­yanın, kendi değerini zorla ve sözü edilen sendikaların siya­sal güçlerine oranla yükseltmekte olduğu görülebilir.

Fakat gerçek şu ki bu eşya da değerin aynı genel ölçü­süne uymaktadır. Ayrıca insan irâdesi bazı zamanlar devre­ye girmekte ve bu ücretlerle de değerin ölçüsü yükselmek­tedir.

***

Artık değer teorisini inceledikten 'sonra şimdi de marksizmin, kapitalist toplum üzerinde yapmış olduğu analizin di­ğer bölümlerini incelemeye devam edelim. Şimdiye kadar öğrendiklerimize göre Marx'ın artık değer teorisini kendi de­ğer kanununun temelleri üzerine kurduğunu,

sermaye sa­hiplerinin elde ettikleri kazancın özelliğini de bu teorinin ışığında yorumladığını, sonuç olarak da; kapitalizmdeki te­mel çelişkinin sermayenin getirdiği kazançta gizli olduğunu iddia ettiğini görmüştük. Çünkü sermaye ile elde edilen ka­zanç, aslında işçinin ücret karşılığında meydana getirmiş olduğu emekten çalınan bir parçadır.

Kari Mars, birbirine girişmiş durumda bulunan iki te­mel düşüncesini (Değer kanunu ile artık değer teorisi) sona erdirdikten ve bu iki temel" düşüncenin, kapitalizmdeki te­mel çelişkiyi açığa çıkardığına aklı yattıktan sonra bu iki temel düşüncenin ışığında kapitalizmi, kurtuluşu imkan­sız olan uçuruma sürükleyen bu çelişkinin kanunlarını orta­ya koymaya başlamıştır

Bu kanunlardan ilki; emekçilerin sermaye sahiplerine karşı vermekte oldukları sınıfsal çatışma kanunudur. Bu kanunun esas düşüncesi, artık değer teorisinin ortaya koydu­ğu; sermaye sahibinin işçiye ödediği ücretle işçiden teslim aldığı ürün arasındaki temel çelişkiye dayanmaktadır,

çün­kü sermaye sahibi işçinin ürettiği değerin bir kısmını kendi payına ayırmakta, geri kalan kısmını da işçiye ücret olarak ödemektedir. Böylece de işçinin emeğini çalan bir hırsız du­rumuna düşmektedir. Dolayısıyla bu da hırsız sınıfla (Ka­pital sahipleriyle), malı çalınan sınıf (emekçiler) arasında şiddetli bir çatışmanın ateş almasına yol açmaktadır. .

Bundan sonra bir başka kanun, söz konusu çatışmayı daha da alevlendirip şiddetlendirmek için devreye giriyor. Bu kanun; kazancın azalması veya diğer bir deyişle, kazanç ortalamasının her zaman aşağıya doğru inmesi kanunudur.

Bu kanunun esas düşüncesi kapitalizmin ilk aşama­sında hâkim olan üretim plânlan arasındaki rekabetin, biz­zat kapital sahibi üreticiler arasında bir yarışmaya ve itişip kakışmaya yol açacağına inanmaya dayanmaktadır. Tabiî olarak bu yarışma, kapitalist üretimi ilerletecek ve her ser­maye sahibinin fazla kazanç elde etmek amacıyla kendi üretim planlarım geliştirip güzelleştirmek için hırslı davranmasına yol açacaktır.

Bu sebeple de sermaye sahibi sınıftan her bi­rey; kazancının bir kısmım sermayeye dönüştürmek, sürek­li olarak ilmî ve teknik gelişmelerden üretim araçlarını gü­zelleştirmek veya bu araçları daha fazla ürün veren, daha fazla yeterli olan araçlarla değiştirmek için yararlanmaktan başka bir çıkar yol bulamayacaktır.

Bu çareye başvurunca da yol ortasında yıkılıp kalmama ve kendi rakiplerinin sermayesel üretim faaliyetlerine, eşit ve paralel bir faaliyete gir­me gücünü bulabilecektir. Kapitalist toplumun yapısında sermaye sahibini; sermaye yığmaya ve üretim araçlarını güzelleştirmeye zorlayan bir güç vardır: Bizzat sermaye sahipleri arasındaki yarışma ve itişip kakışmanın gücü…

Sermaye yığılmamın bu zorunluluğundan kazanç orta­lamasının her zaman aşağı inmesi kanunu doğmaktadır. Çünkü sermayesel üretim, bu alandaki ilmî gelişmelere bağ­lı olarak gelişiminde alet ve cihazlara fazlasıyla dayanmak­tadır: Sermayesel üretim için gerekli olan emek miktarı, aletlerin gelişim ve evrimleşmeleriyle orantılı olarak azalır. Bu demektir ki bu yolda harcanan emek miktarının azalma­sına bağlı olarak, üretimin meydana getirdiği yeni değerde de bir azalma olunca bu yeni değerin bir parçası olarak ka­bul edilen kazançta da bir azalma olacaktır.

Kazancın düşmesi zorunluluğuna karşı sermaye sahip­leri, çare olarak sadece işçilerden, eski ücret miktarı karşılı­ğından fazla iş yapmalarını isteme yoluna başvurmuşlar ve­yahut da işçilerin ücretlerini azaltarak, meydana getirmiş oldukları değerdeki paylarını azaltmışlardır. Böylece de her iki sınıf arasındaki çatışma şiddetlenmekte ve kapitalist toplumdaki zorunlu bir kanun olarak da işçiler arasında yoksulluk ve perişanlık artmaktadır.

Tabiî olarak da bundan sonra şiddetli buhranlar baş gösterecektir. Çünkü toplumdaki alıcı güç düzeyi alçalmakta ve buna bağlı olarak da sermaye sahipleri, kendi mallarını satamamaktadırlar.

Dolayısıyla da dış pazarlar aramaya başlamaktadırlar. Bu durumda kapitalizm, egemen sınıfın kazancını garanti altına almak uğruna emperyalizm ve spekülasyon dönemine girmektedir. Burjuva sınıfına göre zayıf durumda olanlar,
emperyalizmin boyunduruğu altına girmekte ve burjuvala­rın sınıfsal çemberi küçülmektedir.

Buna karşılık emekçi sı­nıfın sınırlan genişlemektedir. Çünkü emperyalizmin spe­külasyon savaşında yenik düşen zayıf durumdaki burjuva­lar da emekçi sınıfına katılmaktadırlar. Diğer taraftan baş gösteren buhranların büyümesi sebebiyle sömürgelerini kay­betmektedirler. Birbirlerinin peşi sıra gelen buhranların gün be gün büyümesi yüzünden de tarihî seyir, dönüm nok­tasına gelecek ve işçilerle emekçilerin kıvılcımlandırdıkları bir devrim anında kapitalizmin yapısı baştan sona yıkıla­caktır.

***

Bütün bu anlatılanlar marksizmin, kapitalizm üzerinde yapmış olduğu analizinin merhalelerinden özetlenmiş bir pa­noramaydı. Şimdi de kapitalizmi, geçmiş incelemelerimizin ışığında ele alalım.

Açıkça akla gelen hususlardan biri de şudur ki; kazanç­ta gizlenen çelişkinin esasına dayalı olan sınıfsal çatışma ka­nununun akıbetini artık değer teorisi belirlemektedir. Gör­düğümüz gibi bu teorinin çöküntüye uğraması dolayısıyla, ilmî olduğu savunulan çelişki de bertaraf edilmiş bu çelişki­den esinlenerek elde edilen sınıfsal çatışma düşüncesi ge­çerliliğini yitirmiş olmaktadır.

Kazancın düşmesi kanununa gelince bu kanun, Marksist ekonominin merkez üssü olan değer kanununun bir sonucu­dur. Çünkü marx, aletlerin kaliteli ve,çok oluşu dolayısıyla üretim esnasında harcanan emek miktarının düşmesinin; eşyanın değerinin düşmesine ve kazancın bir kısmının el­den gitmesine sebep olacağı görüşündedir.

Zira değer, sa­dece emeğin ürünüdür. Âletlerin fazlalaşması dolayısıyla emek miktarının azalması halinde eşyanın değeri azalır ve üretilen değerin bir parçası olarak ifade edilen kazanç mik­tarında da düşme olur. Kazancın düşmesi kanunu; değerin biricik kaynağı emektir, şeklinde ifade edilen merkez üssü niteliğindeki kurala dayalı olduğuna göre bu kaidenin düş­mesine bağlı olarak (bunu geçen incelememizde açıklamış­tık.) Bu kanun da geçerlikten düşer.

Böylece de aletlerin, ham maddelerin, fazlalaşması, emek miktarının azalması sebebiyle kazanç ortalamasının düşmesi ilmî açıdan imkân çerçevesine girmiş olur. Çünkü emek, değerin temel esası ve yegâne kaynağı değildir.

Bütün bunlardan sonra, «artan yoksulluk kanununu» ele alalım. Bu kanun, üretimde modern araçların, işçilerin yerine geçmesi dolayısıyla meydana gelen işsizlik esasına dayanmaktadır. Aletlerin her yenilenip geliştirilmesinde bir miktar işçi sokağa dökülür. Üretim hareketi sürekli bir gelişim içinde olduğuna göre işsizler ordusu da fazlalaşacaktır.

Ki Marx, bu işsizlere; kapitalistlerin yedek ordusu adını vermektedir, işsiz sayısının artması dolayısıyla yok­sulluk ve perişanlık da artacak, yer yer açlıktan ölen bazı kimselere rastlanacaktır.

Aslında Marx bu kanunu; Ricardo'nun, aletler ve alet­lerin işçilerin yaşamına olan etkisi üzerinde yapmış olduğu analizden esinlenerek ortaya koymuştur. İstenildiğinde faz­la miktarda aletlerin yapımından sonra çalışan ellere du­yulan ihtiyacına azalması dolayısıyla Ricardo, Mars'tan ön­ce işsizlik teorisini ortaya atmıştı.

Fakat Marx da bu teoriye bir başka olguyu eklemişti Aletlerin iş yerine geçmesi ile do­ğan bu olgu; normal bir nisanın hatta kadınlarla çocukla­rın bir yetenek ve maharete ihtiyaç duymaksızın aletlerle yapılan üretim istemine katılma imkanı şeklinde ifade edi­lebilir.

Böylece de kalifiye işçiler düşük ücretlerle kalifiye olmayan işçilerle deriştirilmiş olmakta dolayısıyla da ücret­te pazarlık yapan işçilerin gücü azalmakta ve en nihayet yoksulluk gün be gün büyüyerek korkunç bir şekil almaktadır.

K. Marx'tan sonra marksistler Avrupa ve Amerika ka­pitalist toplumlarındaki yoksulluğun, Marx'ın kanununa, (artan yoksulluk kanununa) göre fazlalaşmadığını görünce bu kanunu tevîl etmek zorunluluğunda kaldılar. Çeşitli se­bep ve faktörlerin etkisiyle işçilerin durumu, sermaye sa­hiplerinin durumundan ayrı olarak zamanla iyileşecek ol­sa bile yoksulluğun artacağını iddia ettiler.

Bu konuda, birçok örnekler verebiliriz. Bu örnekleri, marksizmin, ekonomi kanunlarıyla sosyal gerçekleri birbirine karıştırmasını ve her ikisini hatalı sonuçlan verecek şekilde bir araya getiri­şini incelerken açıklamıştık. Marksizm, bütün toplumu ekonomik olguların ışığında yorumlamakta ısrar ettiği için eko­nomi kanunlarıyla sosyal gerçekleri birbirine karıştırmıştır.

Bu hususta şöyle bir varsayım ortaya atalım: işçilerin: sermaye sahiplerine göre durumları zamanla kötüleşmek­tedir. Fakat diğer taraftan -kendisine müstakil bir nazarla, bakılan bir durum olduğu için- rahatlık, ve refah bakımın­dan gün be gün iyileşmektedir. Eğer bu varsayım doğru ise marksizm, bu olguyu, belirli bir ekonomik ifadeyle açıklayabilir.

Fakat sosyal bir ifadeyle açıklayıp toplumdaki yoksulluk artışının zorunlu olduğunu ilân etme hakkına sahip değil­dir, işçilerin sermaye sahiplerine göre nispi olarak kötüleşen, durumları; müstakil bir nazarla bakıldığında iyileştiğine göre her hangi bir yoksulluk sözkonusu edilemez. Marksizm sözkonusu ifade yoluyla, devrimleri kıvılcımlandıran gücü keşfetmek için zorunlu olarak bu ifadeye baş vurmuştur. Dev­rimleri kıvılcımlandıran güç; sürekli olarak büyüyen ve ar­tan yoksulluktur.

Eğer marksizm, bu ekonomik olguları sosyal adlarla adlandırmamış ve işçilerin sermaye sahiplerine göre nispi olarak kötüleşen durumlarına «yoksulluk» adını ver­memiş olsaydı, devrimleri kıvılcımlandıran gücü keşfedemezdi. Son olarak Marx'ın, kapitalist toplum üzerinde ağ kurmuş olduğunu söylediği yoksulluk ve perişanlığın sebe­binin ne olduğunu açıklayalım: Yoksulluk, perişanlık ve gur­bet; üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete müsamaha göstermekten ileri gelmiyor.

Bütün bunlar; kapitalizmin bu tür mülkiyet üzerindeki çemberinin, tüm üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kapsamına alması, bu mülkiyetin yanında bir de toplum mülkiyeti ilkesini, toplumun sosyal gü­venliği için özel mülklerdeki sabit haklan ve mülk sahiplerinin kendi mülkleri üzerindeki tasarruflarına hiç bir sınırlandırma getirmemesinden ileri gelmektedir.

Yok eğer top­lum; üretim, araçları üzerindeki özel mülkiyete müsamaha gösterir bunun yanında üretim araçlarının büyük bir kısmı için toplum mülkiyeti ilkesini kabul eder toplum yararlarıyla sınırlı ekonomik özgürlük ve sosyal güvenlik kurallarını benimserse malların sadece küçük bir azınlık elinde toplanması önlenmiş olur.

Eğer saydığımız bu şartların tümü gerçekleştirilebilecek olursa toplumda, yoksulluğun barına bileceği bir gölge kalmaz. Avrupa toplumlarındaki kapitalist düzenin karakterinden doğan fakirlik, perişanlık ve mutsuzluk olayları da meydana gelmez.

Şimdi de gelelim emperyalizme. Marksizmin, emperyalizmi; sırf bir ekonomik yorumla yorumladığını daha önce görmüştük. Marksizm, emperyalizmin kapitalizmin en son aşamasının zorunlu bir sonucu olduğunu kabul etmektedir.

Kapitalizmin bu aşamasında yerli pazarlar, kapitalist sınıfın yararlarını sağlamaya yeterli olmamakta dolayısıyla da emperyalizm yoluyla dış pazarlar aranmaktadır.

Gerçek şu ki emperyalizm, kapitalizmin en son aşaması­nın ekonomik bir ifadesi değildir. Emperyalizm; amacı, ha­yat anlayışı ye ahlâk ölçüsüyle maddeci akılcılığın engin şekildeki pratik bir ifadesidir.

Bu akılcılık araçların türü ahlaki karakterleri ve ileride doğuracakları sonucu göz önüne getirmeksizin mümkün olan en fazla miktarda maddi kazanç elde etmeyi en büyük amaç olarak kabul etmektedir.

Buna realiteden bir delil gösterecek, olursak şöyle di­yebiliriz: Akılcılığı ve ölçüleriyle birlikte Avrupa toplumla­rında kapitalizmin tarihî varlığının görülmesiyle birlikte em­peryalizmin varlığı da görülmeye başlanmıştır. Emperyalizm, sırf bir ekonomik zorunluluğun ifadesi olmak için, kapita­lizmin en son aşamaya gelmesini de beklememiştir.

Kapitalizmin doğuş zamanında Avrupa devletleri çirkincesine ve ahlaksızcasına, küçük ülkeleri aralarında paylaşmışlar­dır. Hindistan, Burma, Mısır, Sudan ve Afrika’nın güney kı­sımları Britanya'ya verilmiş. Çin hindi, Cezayir, Merakâş, Tunus ve Madakaskar gibi sömürgeler Fransa'ya verilmiş. Batı Afrika'nın bazı kısımları ve Pasifik adaları Almanya'ya verilmiş..

Trablusgarp ve Somali İtalya'ya verilmiş.. Kongo, Belçika'ya; Asyanın bazı kesimleri Rusya'ya; Hint adaları da Hollanda'ya verilmiştir.

Emperyalizmin asıl ve esas sebebi; üretim araçları üze­rindeki özel mülkiyete müsamaha göstermekte değil de, top­lumun ruhî realitesi ve ahlâki karakterinde gizlidir.

Özel Mülkiyet, ruhî ve siyasal realitesi, kapitalizmin realitesinden ayrı olan bir toplum içerisinde kabul edilecek, olursa, kapitalist anlamda emperyalizm, bu toplumun başı­na gelecek olan mukadder bir akıbet olmaktan çıkar.

Son olarak da spekülasyonu ele alalım: Spekülasyon da, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete gösterilen müsa­mahanın zorunlu bir sonucu değildir. Olsa olsa kapitalizmin insanlara tanımış olduğu mutlak şekildeki özgürlüğün ve in­sanların ekonomik hayatına müdahale edilemeyeceğini sa­vunan ilkenin zorunlu bir sonucu olur.

Eğer özel mülkiyet bir takım şartlar ve kayıtlarla, sınır­landırılacak olur; ekonomik gelişmeler, spekülasyon ve ticarî borsalara belirli bir azınlığın egemen olmasını önlemeyi amaçlayan sıkı bir kontrole tabi tutulacak olursa o zaman spekülasyon toplumun ekonomik dengesini yıkıp harabeye çevirmek için tapındırıcı kapitalizm yolunu bulamaz.


MARKSİZM DOKTRİNİ

GİRİŞ

Bu kitabın baş kısımlarında demiştik ki ekonomik dokt­rin, hayat hususundaki özel bir programdan ibarettir. Değeri ise toplumda uygulanmakla belirir. Ekonomi ilmine gelince bu; toplumun ekonomik hayatında görüldüğü gibi topluma egemen olan pozitif kanunlar üzerinde yapılan düzenli ince­lemelerdir.

Doktrin; iş ve propagandanın sistemleştirilişi de­mektir. İlim; bir gerçeğin, bir kanunun keşfedilmesi için ça­ba harcanması demektir. Bu sebepledir ki doktrin, etkin bir unsur ve bulup yenileme faktörlerinden bir faktör haline gel­miştir, ilime gelince o; ekonomik olaylar alanında meydana gelenleri, üzerlerinde hiç bir tasarruf ve değiştirme işlemi ya­pılmaksızın kaydeder ve yorumlar.

Bu noktadan hareketle, «Marksizmle birlikte» adlı bölüm­de, tarihî maddecilik ile Marksist doktrini birbirlerinden ayır­dık. Bölümün ilk başlarında ele almış olduğumuz tarihî mad­decilik; gelişim ve evrim süreci içerisinde bulunan üretim ka­nunları ve bu kanunların çeşitli ekonomik, siyasal, fikrî alan­lardaki sosyal sonuçlarını inceleyen bir ilimdir.

Diğer bir an­latımla tarihî maddecilik; üretim güçlerinin ışığında tüm ta­rihi, ekonomik bir yorumla yorumlayan Marksist ekonomi il­midir de diyebiliriz. Marksist doktrin ise; Marksistlerin propagandasını yaptıkları ve gerçekleştirmek için de insan­lığa egemen olmaya çalıştıkları bir sosyal düzendir.

Marksizm, tarihi maddecilik karşısında; bir tabiat bilgi­ninin tabiat kanunları karşısında takınmış olduğu tavrın ay­nısını takınmaktadır. Bir doktrin olması niteliğiyle de bir propagandacı ve misyonerin tavrını takınmaktadır.

Doktrinle ilim arasında bu ayrılığın bulunmasına rağ­men yine de Marksist doktrinle tarihi maddecilik arasında gerçekten kopmaz bir bağ vardır.

Çünkü Marksist propagandanın temelini oluşturan marksizm doktrini aslında; tarihî maddeciliğin aşamalarından belirli bir aşamanın, yükselen üretim karakterinin, üretimin çelişki ve evrimi kanunlarının zorunlu kıldığı genel tarihî seyrin sınırlı bir parçasının ka­nuni bir ifadesi ve yasal bir seklinden başka bir şey değildir.

Marksizm, bir doktrin propagandacısının kılığına girdiğinde bu kanunların tarihî gerçeğinden başka bir şeyi ifade etmiş olamaz. Marksizm, propagandayı; tarihin iradesini infaz edici' ve ekonomi faktörünün gereklerini yerine getirici olması ni­teliğiyle değerlendirir.

Marksizme göre bu ekonomi faktörü, günümüzde insanlığı yepyeni bir aşamaya doğru itmektedir. Bu aşama, içerisinde Marksist doktrinin planlarının gerçek­leşmiş olacağı bir aşamadır.

Bu sebepledir M Mars, kendi doktrinini diğer sosyalizm türlerinden ayırmak için «Bilimsel sosyalizm» adıyla adlan­dırmış ve diğer sosyalizm doktrinlerini ortaya koyan kim­seler için «doktrinlerinde tarihî zorunlulukları ve kanunları değil de kendi önerilerini ve ruhî duygularını dile getirmiş­lerdir.

Dolayısıyla da doktrinlerini bilimsel hesaptan uzak olarak, üretim güçlerini ve bu güçlerin evrimini incelemeksizin ortaya koymuşlardır» der.

Marksist doktrinde iki aşama vardır ki marksistler dokt­rin açısından bu iki aşamayı peş peşe gerçekleştirmek isterler. Tarihî maddecilik açısından da bu aşamaların tarih yönün­den zorunlu olduklarını söylerler. Bu iki aşama; sırasıyla sos­yalizm, sonra komünizmdir. Tarihî maddecilik açısından ko­münizm, insanlık evriminin en son aşamasıdır.

Çünkü bu aşamada tarih, en büyük mucizesini gerçekleştirmekte ve üre­tim ilişkileri de kesin hükümlerini vermektedirler. Sosyalizm aşamasında doktrin; yapısını, kapitalist toplumun yığınlar, üzerine kurmakta ve direkt olarak kapitalizmin yerine geç­mektedir.

Kısacası sosyalizm bir taraftan, kapitalizme karşı patlak vermesi zorunlu olan tarihî bir devrimi dile getirmektedir. Diğer taraftan da, komünist bir toplumun meydana gel­mesi ve geminin, bir kurtuluş kıyısı olan tarih kıyısına vara bilmesi için zorunlu bir şart olarak kabul edilmektedir.


SOSYALİZM VE KOMÜNİZM NEDİR?

Sosyalizm ve komünizm aşamalarından her birinin belli başlı özellikleri vardır. Ki sözkonusu aşamalar, bu özellikle­rinin yardımıyla birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Sosyaliz­min belli başlı özelliklerini ve temel unsurlarını şöylece sıra­layabiliriz.

a — Sınıf sistemini yok etmek. Sınıfsız bir toplumu meydana getirmekle de sınıf sisteminin hesabını nihaî olarak kapatmak.

b — Proleterlerin; sosyalist toplumun tarihi fonksiyo­nunu gerçekleştirmeye muktedir bir dikta hükümetini kur­makla siyasal mekanizmayı ellerine geçirmeleri.

c —Kapitalizmin ülkedeki üretim araçlarını -ki kapi­talistler ücret karşılığı emek yöntemini uygulayarak bu araç­larıyla halkı sömürmekte idiler ve servetini kamulaştırıp toplumun malı haline getirmek.

d —Dağıtımı, «Herkesten gücü oranında iş; herkese emeği oranında ücret.» kuralına uygun olarak yapmak.

İnsanlık kafilesi, tarihin en yaşlı devresine veya gerçek komünizme ulaştığı zaman bu saymış olduğumuz özellikle­rin birçoğunda değişiklikler meydana gelecektir. Meselâ ko­münizm, sosyalizmin ilk temel unsuru olan sınıf sistemini yok etmeyi benimseyecek, diğer unsurlarda bazı değişiklik­ler yapacaktır.

Sosyalizmin ikinci temel unsuruna gelince komünizm, tarih sahnesindeki hükümet ve politika olayını nı nihaî bir şekilde sonuçlandıracaktır, öyle ki; Proletarya hükümetini bile yıkacak ve toplumu, hükümetin boyunduru­ğundan ve bağlarından kurtaracaktır. Sosyalizmin (C) sık­kındaki özelliğinin bir gereği olan, kapitalizmin üretim araç­larını kamulaştırmakla da yetinmez. Daha da ileri giderek ferdî üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kökten kaldı­rır.

(Üretim araçlarının sahipleri, işçiler aracılığıyla değil de bizzat kendileri bu mülkiyet sayesinde başkalarını sömürüyorlardı.) Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti yok et­tiği gibi komünizm, tüketim eşyaları ve bu eşyaların karşı­lıkları (Para) üzerindeki özel mülkiyeti de yasaklamaktadır.

Daha kapsamlı bir ifade ile söyleyecek, olursak komünizm, hem üretim hem de tüketim alanındaki özel mülkiyeti kök­ten kaldırmıştır, diyebiliriz. Yine bunun gibi komünizm, sos­yalizmin dağıtımını dayandırmış olduğu kuralda da bir de­ğişiklik yaparak, dağıtım sistemini şu kurala göre düzenlen­miştir : «Herkesten gücü oranında iş. Herkese ihtiyacı ora­nında hak»

***

İşte size, sosyalizm ve komünizmin aşamalarıyla birlikte Marksist doktrin... Herkesçe bilindiği gibi her hangi bir dokt­rinin incelenmesinde üç yöntemin uygulanması gerekmekte­dir:

a — Doktrinin dayanmakta olduğu fikrî temel ve ilke­lerin eleştirilmesi.

b — Bu ilkelerin, doktrine olan intibak derecesinin in­celenmesi.

c — Uygulanması imkânı bakımından doktrinin temel düşüncesinin incelenmesi... 8u düşüncenin sahip olduğu ger­çekliklerin, imkânların imkânsızlıkların ve hayal miktarının ölçülmesi...

Marksist doktrini incelerken bu üç yöntemi bir arada uy­gulayacağız..





DOKTRİNİN GENEL OLARAK ELEŞTİRİSİ

Yukarıda saymış olduğumuz üç yöntemin ışığında Marksist doktrini incelerken, doktriner inceleme atmosferi içeri­sinde çok önemli bir soruyla karşılaşıyoruz. Bu soru, Marksist doktrinin dayanmakta olduğu esas delilin ne olduğu hakkın­dadır.

Bu delile dayanarak Marksist doktrin sistemleştirilmiş ve marksizmin propagandası yapılmıştır. Marksizmin pratiğe aktarılması ve hayatın da onun temelleri üzerine kurulması istenmektedir bu propagandalar gereğince.

Sosyalizm ve komünizmin varlığının zorunlu olduğunu ispata çalışırken K. Marx, diğer sosyalistlerin yaptığı gibi eşitlik konusundaki belirli ahlâkî değerlere dayanmamakta­dır.

Bu tür sosyalistleri Marx, hayalcilikle nitelemektedir. Marksizme göre ahlâkî kavram ve değerler, sadece üretici güç­lerin sosyal kondisyonlarıyla ekonomi faktörünün ürünüdür. Dolayısıyla da sırf ahlâkî temellere dayalı sosyal bir kondisyonun propagandasını yapmanın hiçbir anlamı yoktur.

K. Marx, bu ispatlamayı yaparken; tarihî hareketi çeşit­li, şekilleri ile üretim güçlerinin evriminin ışığında yorumla­yan tarihî maddeciliğin kanunlarına dayanmaktadır.

Bu ka­nunları da tarihin ilmî esası, üretim güçlerinin kondisyonlarına ve toplumda geçerli olan şekillerine uygun olarak da tarih için, belirli zaman noktalan içinde ileriki aşamaları meydana getirecek olan bir güç olarak kabul etmektedir.

Bütün bu anlatılanların ışığında Marx, sosyalizmin; sı­nıfın son aşaması olan kapitalizm aşamasını sınıfsız bir sos­yalist topluma dönüştürmek uğruna kesin tavırlı faaliyetler yapan bu kanunların zorunlu bir sonucu olduğunu iddia etmektedir. Sözünü ettiğimiz bu tarihî maddecilik kanunları nasıl olur da kapitalizmin yıkıntıları üzerinde faaliyetler yapabilirler?

Önce de görmüş olduğumuz gibi Marx, kapitalist ekonominin analizini yaparken bu hususu açıklamıştı. Bu analizinde Marx tarihî maddecilik kanunlarına göre kapi­talizmi ölüm çukuruna sürükleyen ve insanlık kafilesini sos­yalizm aşamasına kavuşturan köklü çelişkileri açıklamaya çalışmıştır.

Bu konuyu özetlersek şöyle diyebiliriz: Marx'a göre tarihî maddecilik kanunları tarihin tüm aşamaları için genel bir kuraldır. Marksist ekonominin (Değer kanunu ve artık değer teorisi gibi) analitik esasları, bu kanunların kapitalist aşa­maya uygulanması için harcanan çabalardan doğmaktadırlar.

Sosyalizm doktrini ise, bu uygulamanın zorunlu bir sonucudur. Tarihin genel kanunlarının da zorunlu sonucu olduğu gibi kapitalizmin zorunlu tarihî akışının doktriner bir ifadesidir.

Kanunları ve aşamalarıyla birlikte tarihî maddecilik hakkındaki bu geniş incelememiz sonucunda Marksist olma­yan bazı sonuçlara varmış olduk? Açıkça da görmüş olduk ki insanlığın tarihî realitesi, tarihî maddeciliğin paralelinde git­memekte ve bu realitenin sosyal içeriği; üretim güçlerinin kondisyonuna, kanunlarına ve çelişkilerine dayanmaktadır.

Nitekim Marksist ekonomi kanunlarını incelerken marksizmin, analitik temellerde düşmüş olduğu hatayı açıklamıştık. Marksizm bu temellerin ışığında kapitalizmin çeşitli çelişkilerini ve zorunlu çöküntüye doğru sürekli olarak yol alışını yorum­lamaktadır.

Bütün bu çelişkiler, marksizmin değer kanunu ile artık değer teorisine dayanmaktadır. Eğer bu kanun ve bu teori çökecek olursa o zaman marksizmin tüm yapısı yıkılır.

Marksizmin, kapitalist ekonominin analizini yaparken isabet kaydettiğini kabul etsek bile bu esaslar, kapitalizme uzun vadeli bir ölüm hükmünü veren, kapitalizmin nefesleri­mi birer birer tüketen güçleri ve çelişkileri ortaya çıkarırlar, sadece. Fakat bu esaslar Marxçı sosyalizmin, tarih!

evrim sü­reci içinde kapitalizmin yerine geçecek olan yegâne bir karşıt doktrin olduğunu ispatlamaz. Tersine, kapitalizmin yerine birçok çeşitten ekonomik doktrinlerin geçmesi için de zemin hazırlar.

Bu ekonomik doktrin isterse devlet sosyaliz­mi olsun, isterse mülkiyete ilişkin çeşitli karma ekonomileri olsun, isterse gelir dağıtımını vatandaşlara özel mülkiyet çerçevesinde düzenleyen ekonomik bir doktrin olsun değişen bir şey olmaz. Yeter ki bu doktrinler, Marxçı sosyalizme ihti­yaç uyandırmaksızın, kapitalizmin doğurmuş olduğu krizleri tedavi etsinler..

Böylece Marksist doktrin; ilmî delilini yitirmekte, tarihi maddecilik kanunlarıyla marksizmin tarihî ve ekonomik esas­larından çıkarmış olduğu tarihî zorunluluk özelliğini kaybet­mektedir. Doktriner düşünce, marksizmin ilmilik maskesin­den sıyrıldıktan sonra Marksist doktrin, diğer sıradan doktrin­lerin seviyesine inmiştir.



SOSYALİZM

Şimdi de sosyalizmin temel unsurlarını detaylarıyla bir­likte ele alalım:

a —Sınıf sistemini yok etmek: Sınıf sistemi yok edilin­ce, insanlık tarihinin sahnesinde zaman boyunca görülen çe­şitli çatışma türlerine artık kesin olarak son verilmiş olacak­tır. Bu çatışmaların kökeni, sınıfsal çelişkilerdir. Ki bu çelişkiler de; toplumun yoksullar ve mal - mülk sahipleri şek­linde iki sınıfa ayrılmasından meydana gelmektedirler.

Sos­yalist düzen kurulur da toplum bir tek sınıf haline gelecek olursa o zaman sınıfsal çelişki ortadan kalkar, bütün çatış­malara son verilir, sonsuza dek barış ve anlaşma havası hü­küm sürer.

Bu konudaki düşünce, tarihi maddeciliğin şu esas görüşüne dayanmaktadır. Toplumun hayatında egemen olan yegâne temel faktör, ekonomi faktörüdür. Bu görüş, marksizmi şöyle demeye itmiştir : Toplumu, yoksullarla mal - mülk sa­hipleri şeklinde iki sınıfa ayıran özel mülkiyet durumu; top­lumdaki sınıfsal birleşimin en reel esasıdır.

Fakat bu sınıfsal bileşim, çeşitli çelişki ve çatışmalardan mayalanır. Sosyalist toplum, özel mülkiyeti kökten kaldırır, üretim araçlarını kamulaştırırsa o zaman sınıflılığın tarihî esası yıkılmış olur. Sı­nıfsal bileşim, dayanmakta olduğu ekonomik şartların orta­dan kalkmasından sonra artık kendi varlığım sürdürme im­kânını elde edemez.

Tarihî maddecilik üzerinde yapmış olduğumuz inceleme sonucunda ekonomi faktörüyle özel mülkiyet kondisyonunun, tarih sahnesindeki bütün sınıfsal bileşimlerin yegâne esası olmadığını öğrenmiş olduk.

Önce de görmüş olduğumuz askerî, siyasal ve dinî temel­lere dayalı birçok sınıfsal bileşimler teşekkül etmiştir. Şu hal­de diyebiliriz ki özel mülkiyetin ortadan kalkması halinde sınıflılığın da ortadan kalkması, tarihî bir zorunluluk değildir. Hatta sosyalist bir toplumda bile, başka temellere dayalı sı­nıfsal bir bileşim meydana gelebilir.

Sosyalizm aşamasının analizini yaptığımızda -ekonomik ve siyasal karakterinin gereği olarak- sosyalizmin; önce an­mış olduğumuz sınıflılık şekillerini ortadan kaldırdıktan son­ra yepyeni bir sınıfsal çelişkinin meydana gelmesine yol aça­cağını göreceğiz.

Sosyalizm aşamasının ekonomik karakterine gelince bu karakter; «Herkesten gücü oranında iş, herkese emeği ora­nında hak.» şeklinde ifade edilebilecek olan dağıtım kuralın­da temsil edilmektedir. Bu kuralı incelediğimiz zaman sosya­lizmin yeni bir sınıfsal farklılığı nasıl meydana getirdiğini görmüş olacağız. Şimdi de sosyalizmin siyasal karakterini in­celemeye başlayalım:

Sosyalist devrim denemesinin temel şartı; bu devrimin, devrimci zanaatkârlar eliyle yapılması ve devrim harekâtına komuta etmesidir. Çünkü bütün unsurlarıyla birlikte prole­terlerin devrim harekâtına bizzat komuta etmesi ve devrime yön vermesi hiç de akli ölçülere uymamaktadır.

Proleterle­rin, ancak bir komutanın kontrolü altında devrim harekâtına girişmeleri gerekmektedir. Bunun içindir ki 1905 devriminin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra Lenin, sadece devrim­ci zanaatkârların yeni ve düzenli bir Bolşevik partisini kura­bileceklerini söylemiştir.

Böylece de işçi Sınıfının devrime komuta etmesinin, devrimci zanaatkârlar olduklarım iddia eden kimselere ait bir iş olduğunu görmüş oluyoruz. Nitekim buna benzer olarak geçmişte çiftçi ve işçilerin yapmış oldukları devrimlerde devrim komutası ne çiftçilerin ve ne de iş­çilerin elinde değildi. Oysaki her iki durum arasında bir fark vardır.

Şöyle ki: Sosyalist aşamada şahısların komuta etme ayrıcalıkları, ekonomik bir nüfuzun varlığından ileri gelme­mektedir. Bu ayrıcalıklar; fikrî, devrimsel ve özel particilik anlayışlarından doğmaktadır. Bu devrimsel ve partisel şekil Doğu Avrupa’nın geçirmiş olduğu sosyalist deneme realitesi­nin üstünü perdelemiş ve gerçeği insanlardan gizlemiştir.

Devrimciler, sosyalist devrim denemesinin komutasını, ellerine geçirişlerinden sonra hemen ilk etapta marksizmin, tarihteki sınıflılık türleri üzerinde yapmış olduğu açıklama­ların binde birini bile yapamadılar. Çünkü devrimciler, sos­yalist aşamanın karakteri gereği, mutlak olarak hükümet mekanizmasını ellerine geçirmek zorunluluğundadırlar.

Nite­kim marksizm de, kapitalizmin defterini dürmek için merkezi mutlak bir dikta rejiminin kurulmasından yanadır.- Lenin, devrim esasında parti organı içinde bulunan fakat aslında ülkenin tümüne hükmeden egemenliğin karakterini niteler­ken şöyle demişti:

«Zamanımızda bütün şiddetiyle hüküm süren yerli sa­vaş döneminde komünist partisinin görevlerini yerine getir­mesine imkân yoktur. Ancak parti; kaliteli ve merkezî bir şekilde organize edilecek olursa, partiye askerî düzen para­lelinde demir gibi sert bir düzen hâkim olursa veya parti or­ganı içinde güçlü bir merkezî idare kurulacak olursa ve bu idare de geniş yetkilere, bir de tüm parti üyelerinin güvenine sahip olursa o zaman görevlerini yerine getirme imkânını bu­labilir.»

Lenin'in sözlerine ek olarak Stalin şöyle der: «Proleter diktatörlüğünün gerçekleştirilmesi için veri­len mücadele sırasında komünist partisinin durumu işte bu paraleldedir. Aslında proleter diktatörlüğünün gerçekleşme­sinden sonra bile partinin durumu yine aynı şekilde olacak­tır.»

Buna göre sosyalist devrim denemesi, bazı özellikleri do­layısıyla birçok devrim denemelerinden ayrılmaktadır. Çün­kü sosyalistlerin ileri gelenleri de bu devrim denemesinin, sü­rekli bir devrim programına parti içinde ve dışında mutlak bir otoritenin kurulmasına muhtaç olduğu görüşündedirler.

İnsanlığın binlerce yıllık bir süre boyunca yaşamış olduğu sömürücülük eğilimleri ve sınıflı toplum hastalıklarından korunmuş yeni bir sosyalist insan tipi meydana getirmek için...

İşte böylece devrim komutanlarının ve bunların partili yaverlerinin, sosyalizm harikasını gerçekleştirmeleri ve yeni sosyalist insan tipi meydana getirmeleri için; sınırsız bir yet­ki ile parti idaresini ellerine geçirmelerinin zorunlu olduğu­nu görmüş oluyoruz.

Sosyalist devrim denemesi zincirinin bu halkasına (aşa­masına) ulaştığımız zaman parti ve siyaset sahnesindeki bu devrim komutanları ve bunların yaverlerinin; tarih boyunca birçok sınıfların sahip olmadıkları birçok imkânlardan ya­rarlandıklarını ve sınıf olma özelliklerinden hiçbir şey kay­betmediklerini görmüş olacağız.

Bu durum sonucu komutan­larıyla onların yaverleri, ülkedeki kamulaştırılmış üretim araçları ile diğer bütün mülkler üzerinde mutlak bir egemen­liğe sahip olmuşlardır. Ayrıca bu mülklerden yararlanma ve kendi özel çıkarlarına uygun olarak bu mülkler üzerinde ta­sarruf etme imkânını kendilerine veren siyasi bir ağırlığı da elde etmişlerdir.

Bu insanlar mülkiyetleri üzerindeki egemen­liklerinin, bütün insanlar için mutluluk ve refahı getireceğine inanırlar. Nitekim feodalizm ve egemenlik sahibi olan kimse­ler de, bu iktidar ve egemenliklerinin, insanlar için mutluluk ve refahı garantileyeceğine inanırlardı.

Bu egemen devrimci sınıf ile marksizmin sözünü etmiş olduğu diğer sınıflar arasındaki tek farkı ancak şu şekilde ifa­de edebiliriz: Marksizme göre bu devrimci egemen sınıflar, in­sanlar arasında yürürlükte bulunan mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak meydana gelip gelişirler.

Bir insanın şu veya bu sınıfa geçmesini belirleyen yegâne unsur, bu ilişkilerin ka­rakteridir. Sosyalizm aşamasında meydana gelen mülk sahip­lerine gelince, bunların egemen sınıfa dahil olup olmadıkla­rını belirleyen unsur; mülkiyet ilişkilerinin karakteri değil­dir. Marksizmin geçmişteki sınıflı toplumlara bakarak ileri sürdüğü iddiaya göre; toplumdaki bir şahıs, belirli bir oran­daki mülkiyete sahip olduğu için egemen sınıfa geçemez. Marxçı sosyalist toplumların durumu bunun tersini ispatlamak­tadır. Şu veya bu kimse egemen sınıfa dahil olduğu için bazı ayrıcalıklardan yararlanabilir.

Bu sosyalist toplum sınıfı ile diğer sınıflar arasındaki farkın bu açıklaması gerçekten açıktır. Marksizmin iddiasına göre bu sınıf, diğer sınıfların doğmuş olduğu ekonomik alan­da meydana,, gelmemiştir.

Tersine felsefe, düşünce ve inanç esaslarına dayalı sistemli ve belirli bir düzenleme içerisinde yani, devrim denemesine liderlik eden devrim partisi içinde siyasal bir alanda meydana gelmiş ve gelişmiştir. Dolayısıyla da düzeni, organizesi ve kendine özgü sınıflarıyla birlikte devrim partisi, bir anlamda bu devrimci egemen sınıfı mey­dana getiren bir imalathanedir.

Bu devrimci parti sınıfının etkisi sadece, bu sınıfa dahil olan bireylerin yararlanmakta oldukları sınırsız idarî imti­yazlarda görülmektedir. Bu imtiyazlar, devlet idaresinden, sanayi kuruluşlarla üretim kuruluşlarının idaresinden tutun, hayatın en ücra köşelerine kadar uzanmaktadır. Bu imtiyaz­lar ayrıca işçi ücretleriyle partide görev yapan memurların aylıkları arasında meydana gelen şiddetli çelişkilerde de gö­ze görünmektedir.

Marxçı sosyalizm aşamasının yol açmış olduğu sınıflılık ortamının ışığında sosyalizm dünyasında siyasal alanda mey­dana gelen ve bazen korkunç temizleme hareketleriyle göze çarpan çelişki ve çatışmaların çeşitlerini açıklama imkânını bulabiliriz.

Sosyalizm denemesinin gölgesinde barınmakta olan seçkin sınıf, her ne kadar -gördüğümüz gibi- parti içinde doğmuşsa bile bir taraftan partinin tümünü temsil etmez. Diğer taraftan da devrim komutasına elveren ortamlara uy­gun olarak partinin sınırlan dışına da çıkabilir.

Bu sebeple de imtiyazlara sahip olan sınıfın, kendi par­tilileri olup da kendilerinden saymadıkları veya kendilerinden uzaklaştırmış oldukları kimseler tarafından parti içinde şid­detli bir muhalefetle karşılaşmaları gayet normal kabul edil­mektedir. Muhalif olan taraf, bu yeni sınıfsal bileşimin, ken­di savunmakta oldukları ilkelere karşı ihanet olduğu kanı­sına varır ve gerekli tepkiyi gösterir.

Aynı şekilde bu imtiyazlı sınıf, siyasal realitenin kendi­sine; özel imtiyazlar, belirli haklar, idarî organlar ve ülkenin candanları olan kamu ünitelerini tekellerine alarak sömür­me imkânı verip de sömürmüş olduğu kimseler tarafından parti dışında şiddetli bir tepki ile karşılaşır.

Bütün bu anlatılanlardan sonra sözkonusu ortamların ve sınıfsal çelişkilerin bir yankısı olması niteliğiyle geniş çap­ta temizleme hareketlerine girişilmesi mantıkî görünmekte­dir. Ve yine bu temizleme hareketlerinin; parti ve devletteki iktidar sahibi sınıfın sahip olduğu merkezî güç oranında kapsamlılık ve kesinlik bakımından fevkalade olması tabiî olarak karşılanmalıdır.

Bu temizleme hareketlerinin kapsamlılık ve kesinlik gü­cünün ne miktarda olduğunu açıklayabilmek için; bu hareketlerin, parti bünyesinde yüksek bir düzeyde cereyan ettiğini bilmek bizim için yeterli olacaktır.

Nitekim kural gereğince bu hareketler, son derece sert bir atmosfer içinde cereyan et­mektedirler. Bu hareketlerin sertliğini marksizm, tarih bo­yunca görülen çeşitli sınıfsal çelişkilerin genel karakteri olarak kabul etmektedir.

Dokuz defa yapılan temizleme hareketi; 1936 yılında Sovyet hükümetinin bir kanadını idare etmekte olan onbir Bakanı, Sovyet merkezî yürütme konseyinin yedi üyesinden ki bu üyeler 1936 anayasasını vaz'eden kimseler idiler.

5 tanesini, toplam sayıları 53 ü bulan merkezî parti sekreterle­rinden 34 ünü, seksen yıl savaşını idare eden üyelerden 7 si­ni, Sovyet ordusunun 5 mareşalinden 3 ünü, Sovyetler birliği­nin tüm generallerinin % 60 mı ve devrimden sonra Lenin'in kurmuş olduğu siyasal bilgiler okulunun Stalin dışındaki tüm öğretim üyelerini görev başından uzaklaştırmıştı.

Bu temizleme hareketleri, partinin iki milyonu aşkın üyesini de saf dışı etmişti. 1939 yılı başlarında partinin resmi üye sayısı 2,5 milyonu bulmuştu. Partiden koyulan üyelerin sayısı ise iki milyonu bulmuştu. Böylece partiden ihraç edilen üye sayısı,
partide bulunan üye sayısına neredeyse eşit olacak seviyeye gelmiş idi.

Bizim bunları anlatmaktaki amacımız, sosyalist toplumdaki iktidar sınıfının gizli yanlarını ortaya koymak ve bu sı­nıfı teşhir etmek değildir. Zaten böyle bir girişim, bizim bu kitabımızın şanına da yaraşmaz. Amacımız; sosyalizm aşa­masını ilmî bir analize tabi tutmak ve maddeci bir dikta ka­rakteriyle bu aşamanın, korkunç çatışmalara yol açan sınıflılık ortamlarının meydana gelişine nasıl sebep olduğunu açı­ğa çıkarmaktır sadece.

***

Sosyalizm aşamasının ikinci temel unsuru olan diktatör bir hükümetin kurulması, marksizmin zannettiği gibi, kapi­talizmin defterini dürmek için zorunlu bir unsur değildir. Çünkü marksizm bu unsuru, geçici bir unsur olarak kabul et­mektedir. Bu unsurun varlığı; kapitalizmin ruhî, fikrî ve sos­yal özelliklerinin tümüyle ortadan kaldırılıp yok edilmesine kadar devam etmelidir, marksizme göre...

Bu unsur, bütün halkı ekonomik hayat içinde faaliyet göstermeye yönelten itici bir ekonomik plânın uygulanması­nın gerekliliğine inanan, Marxçı sosyalizmin karakterinde bu­lunan engin bir zorunluluğu ifade etmektedir.

Böylesi bir planın ortaya koyulup uygulanması için, denetim kabul et­mez güçlü bir iktidarın bulunması gerekmektedir. Bu ikti­dar; ülkenin genel servetini demir gibi pençesine geçirebil­mek, kapsamlı ve ince bir plana göre bu serveti halka dağı­tabilmek için olağanüstü yetki ve imkânlara sahip olmalıdır.

Merkezî bir ekonomik planlama; siyasal iktidarın, sınırsız yetkilerle donatılmış bir dikta karakterine sahip olmasını zo­runlu kılmaktadır. Temizleme hareketlerine girişmek, kapi­talizmin bıraktığı bir miras değildir. Temizleme hareketi, sadece bu tür bir siyasal iktidarın zorunlu kılmış olduğu bir ha­rekettir.

Dipnotlar
----------------------------------------------------

[13] K. Marx Kapital C. III.. K. 2 : S. 116.



[14] K. Marx Kapital C. III.. K. 2 : S. 119.



[15] F. Engels. Anti Dühring C. II : S. 32.

[16] Marx : Kapital: C. III. K. 2: S. 105

[17] Marx : Kapital: S. 1186

[18] K. Marx : Kapital. C. l : S. 44 - 49



[19] Karl Marx: Kapital. C l S. 49 - 50.



[20] Bkz : Meniyyetü'l - Talip fi Haşiyyeti'l - Mekâsib S. 16

7
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


Şimdi de gelelim sosyalizm aşamasının üçüncü unsuru olan kamulaştırmaya... kamulaştırmadaki ilmî düşünce; Marx'a göre, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin orta­ya çıkmasına sebep olan artık değer teorisinin çelişkileri esa­sına dayanmaktadır. Bu çelişkiler birike birike üretim araçlarının kamulaştırılması, vazgeçilmesi imkânsız olan tarihî bir zorunluluk haline gelir.

Marksizmin iddia ettiği bu çelişkilerin varlığı, bu çelişki­lerin hatalı analitik esaslara nasıl dayandığı hakkında daha önceleri de konuşmuştuk. Analizin dayanmakta olduğu esas­lar saptırıcı olup doğru yönde olmadıktan sonra sonucun da hatalı olarak meydana gelmesi tabiîdir.

Kamulaştırmadaki doktriner düşünceyi şu şekilde özet­leyebiliriz: Toplumun bünyesinde bulunan her bireyin, diğer kimselerin sahip bulundukları gibi ülke servetine sahip ola­bilmesi için özel mülkiyet ortadan kaldırılmalı ve ülkedeki üretim araçları toplumun mülkiyetine aktarılmalıdır.

Yalnız şu var ki bu düşünce, parti ve devlet organı içinde mutlak bir dikta rejimini elinde bulunduran sınıfta somut­laşan sosyalist aşamanın siyasal realitesine ters düşmekte­dir. Bu durumda özel mülkiyetin yasal olarak ortadan kaldı­rılması yeterli olmaz. Bu yeterli olmadığı gibi, toplumun ger­çek olarak mülkiyete kavuşması, sürdürmekte olduğu haya­tında mülkiyetin gerçek muhtevasına sahip olması için ülke servetinin toplum mülkiyetine aktarılmış olduğunu ilan et­mek de yeterli olmaz.

Tersine siyasal ortamın karakteri; tolumun mülkiyette­ki bu payını sadece yasal bir pay olarak bırakmakta, buna karşılık iktidardaki egemen sınıfın gerçek anlamıyla mülki­yete sahip oluşlarına da göz yummaktadır.

Bu sınıfın gerçek mülkiyete sahip oluşu, bunların ülke servetlerinin geleceği üzerinde mutlak bir hegemonya kurmuş olmasında göze çarp­maktadır. Böylece bu iktidar sınıfı; kapitalist toplumda spekülasyoncu sermaye sahiplerinin yararlanmış oldukları fır­satların aynısından yararlanmış olmaktadırlar.

Çünkü bu sınıftan olanlar; devletin yapmış olduğu bütün icraatların arkasında bulunmakta, sınıfsız toplumu temsil etme ve bu toplumun mülkleri üzerinde tasarruf etme hak ve yetkisini sadece kendi tekellerine almaktadırlar. Dolayısıyla da bu adamlar, bir kapitalistin çalmış olduğundan daha fazla artık değer çalmaktadırlar.

Marksizmin dilini bir süreye mahsus olmak üzere iğreti olarak almak istersek şöyle bir ifade kullanma imkânım elde edebiliriz: Marxçı sosyalist toplumdaki kamulaştırma, top­lumun ortak mülkiyeti ile iktidardaki egemen sınıfın elinde bulunan mülkiyetin asıl gerçeği arasında bir çelişki meydana getirmektedir. Asıl gerçeği ile mülkiyet; Servete hâkim olma ve çeşitli yöntemlerle bu servetlerden yararlanma gücünden başka bir şey değildir.

Mülkiyetin' bu asıl gerçeği, toplumun tüm yapısını hegemonyası altında bulunduran siyasal gücün yararlanmakta olduğu temel bir unsurdur. Bu temel unsur aslında, mülkiyetin gerçek özünün yasal bir tercümesi ve uy­durma bir perdesinden başka bir şey olmayan haklar, ayrıca­lıklar şeklinde yasal alanda kendini gösterir. Yalnız şu var ki Marxçı sosyalist toplumda bu yollarla mülk sahibi olan bir kimse, kendisinden önceki mülk sahiplerinden bir noktada ayrılmaktadır. Bu mülk sahibi yasal olarak, kendisinin mülk sahibi olduğunu söyleyemez. Eğer söyleyecek olursa bu onun siyasal mevkisiyle bağdaşmaz.

Siyasal karakteri gereğince sosyalizm, bu tür mülk sahibi bir kimsenin çekirdeğini kendi bünyesinde taşımakta ve sosyalizm denemesi esnasında bu mülk sahibini doğurmaktadır. Her ne kadar sosyalizm, böyle bir mülk sahibinin, ekonomik hayattaki gerçek görevini in­kâr etmesini zorunlu kılıyorsa da... Ve her ne kadar onu, utanmaksızın iğrenç bir şekilde mülk sahibi olduğunu herkese açıkça söyleyen bir kapitaliste oranla daha fazla mahcup ve utangaç bir mülk sahibi haline getiriyorsa da...

Marxçı sosyalizmde kamulaştırma, tarihte ilk defa mey­dana gelen bir olay değildir. Tarih boyunca birçok kamulaş­tırma denemeleri yapılmıştır.

Çünkü bazı eski devletler tüm üretim araçlarının kamu­laştırma eylemlerine girmiş dolayısıyla da Marxçı sosyalist­lerin giriştikleri sosyalizm denemesinden elde ettikleri ka­zancın tıpı tıpına benzeri olan kazançlar sağlamışlardır. Bazı Helenistik ülkelerde ve özellikle Mısırda devlet; kamulaştır­ma ilkesini benimsemiş, üretim ve takas işlemlerini kendi kontrolü altına almış, birçok çeşitteki üretim işlerinin idare­sini üzerine almış, bu düzen dolayısıyla da birçok yararlar elde etmiştir.

Mısır, bu düzeni mutlak bir dikta rejiminin yü­rürlükte olduğu firavunlar zamanında gerçekleştirmiş, son­raları artık bu düzenin aslını gizleyemez olmuştu. Mutlak bir dikta rejiminin gölgesi altında gerçekleştirilen kamulaş­tırma eylemleri, üretimi genişletmek ve geliştirmek amacıyla
toplumsal mülkiyeti doğurur. Kamulaştırma hareketi, reel olarak sadece iktidara, mülk edinme ve elde edilen mülkler üzerinde de tasarruf etme fırsatını verir. Bu sebeple de eski zamanlarda yapılan kamulaştırma denemelerinde kamulaş­tırmayı yapan görevlilerin ihanetlerine ve kralın kişiliğinde tecessüd eden bir dikta rejimine rastlanmıştır.

Kralın kişiliğindeki bu dikta rejimi, kralı tanrı derecesine yükseltir. Korkunç güçlerin tümü bu egemen tanrıdan yana bir vaziyete geçip, onun tapınak, köşk ve taht yapma gibi isteklerini ye­rine getirmeye çalışırlar.

Mısırda firavunlar devrinde yapılan kamulaştırma de­nemelerinin; üretim hareketindeki hızlı gelişmeler, iktidarın yararlanmakta olduğu müthiş bir şekilde gelişen güç­ler, iktidarın bu güç sayesinde kamulaştırılan servetlerden faydalanması gibi olgular bakımından, modern çağda marksizmin kamulaştırma denemelerinin sonuç olarak elde etmiş olduğu olguların aynısını sonuç olarak elde etmesi bir rastlantı eseri değildir.

Firavunlar devrinde olduğu gibi modern çağda da üretim işlemleri, kamulaştırma havası içinde yapıl­mıştır. Baskı altında çalıştırılan işçilerin yapmış oldukları üretim, hızlı ve fakat geçici bir gelişme gösterir. Kamulaş­tırma; yapılan bu her iki denemede de üstün bir iktidarın, yetkisine sınır olmayan egemen bir iktidarın gölgesi altında doğmuştur. Kamulaştırmanın amacı sadece üretimin geliş­tirilmesi olursa o zaman, demir gibi otoriteyi sahip bir ikti­darın varlığına gerek duyulur,

Bu iki kamulaştırma denemesinde elde edilen sonuca göre; kamulaştırmanın yapılmasında, iktidarın otoriter olu­şunun ve mülkiyetin asıl gerçeğine sahip olmasının esas ol­duğa anlaşılmıştır. Çünkü kamulaştırma; sübjektif temellere veya insanın ahlakî değerleriyle yetinmesi esasına dayalı olarak yapılmamaktadır. Tersine, üretim düzeyini yükseltmek amacıyla maddi temellere dayalı olarak yapılmaktadır. Tabii olarak iktidarın, kendisini çevreleyen imtiyazlarla bu maddi amaç arasında bir çelişki bulmaması gerekmektedir.

Yine tabiî olarak iktidar organının ancak kendisinin üre­timi geliştirip yüksek düzeye çıkarmaya iten gücün şiddeti oranında pratik olarak toplum mülkiyetini kabullenmesi ge­rekir.

Bütün bu anlatılanlardan sonra devlet mekanizmasının, eski kamulaştırma denemelerinde kamulaştırma görevlilerinin ihanetleri ve de toplum malından çalarak servet biriktir­meleri hadiseleri ile inleyip can çekişmiş olduğunu duyma­mız anormal karşılanmamalıdır. Çağımızda Rusya’da yapılan kamulaştırma denemesine değinen Stalin; parti ve devlet adamlarının, Rusya’nın sön savaşla meşgul oluşunu fırsat bi­lerek mal ve servet biriktirdiklerini itiraf etmek zorunda kal­mış, bununla da yetinmeyerek bu gerçeği bir demeçle tüm Sovyet halkına ilan etmiştir.

Biri eski çağda, diğeri de çağımızda gerçekleştirilmiş olan iki kamulaştırma denemesi arasında olgu ve sonuç ba­kımından bir benzerlik bulunduğu açıkça görülmektedir. Her ne kadar bu iki kamulaştırma denemesinin gerçekleşti­rilmiş olduğu ortamlar ve bu ortamların üretim şekilleri bir­birinden ayrı olsa bile Bu da, çeşit ve çerçeveler ayrı olsalar bile her iki denemedeki esasın ayrı olduğuna işaret etmekte­dir.

Böylece de bütün kamulaştırma denemelerinin, aynı si­yasal ortamda yani marksizmin iddiasına göre bir dikta reji­minin ortamı içinde gerçekleştirilmeleri halinde hep aynı so­nucu verdiklerini ve vereceklerini öğrenmiş olduk. Kamulaş­tırma denemesini yapan kimselerin liderlerine göre bu dene­menin pozitif gerekçesi; Marksist kamulaştırma denemeleri­nin, denemelerini yaparken esas olarak kabul etmiş oldukları gerekçenin aynısıdır. Bu gerekçe; tarihî maddecilik anlayı­şına göre, zaman süreci içerisinde tarihi ileriye doğru iten bir güç niteliğindeki üretimin geliştirilmesidir.

***

Sosyalizm aşamasının son temel unsuru olan dağıtıma gelelim. Dağıtım; «Herkesten gücü oranında iş, herkese emeği oranında hak.» ilkesine göre düzenlenmelidir.

Bu ilke, ilmî açıdan tarihî maddecilik kanunlarına da­yanmaktadır. Çağdaş sosyalizm kanunu gereğince toplum, ortada ne emekçi ve ne de sermaye sahibi bir tek kişi kalma­yacak şekilde bir tek sınıf haline geldikten sonra her bireyin, yaşamak için çalışması zorunluluk haline gelecektir.

Nitekim marksizmin, «Emek, değerin esasıdır» diyen de­ğer kanunu da her işçinin, harcadığı emek oranında pay sahi­bi olacağını kabul eder. İşte bu şekilde dağıtma işlemi, «Her­kesten gücü oranında iş, herkese emeği oranında hak...» Prensibine uygun olarak yürür gider.

Bu ilke yürürlüğe girer girmez, sosyalizmin sınıfsızlık karakteri ile çelişmeye başlamaktadır. Çünkü işçiler; işin tü­rü, zorluk derecesi ve kendi yeterliliklerinin birbirinden ayrı oluşuna bağlı olarak yaptıkları iş bakımından birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Meselâ 6 saatlik çalışma gücüne sahip ol­mayan bir işçi bulunduğu gibi, her gün için 10 saatlik sürey­le çalışabilecek daha güçlü bünyeye sahip bir işçi de buluna­bilir.

Başkalarının ürettiğinin kat kat fazlasını üreten, üre­tim yöntemlerini daha da güzelleştiren dikkat ve zekâ sahibi yetenekli bir işçi bulunduğu gibi; buluşçuluk için değil de sa­dece başkalarını taklit etmek durumunda ve hiç bir yeteneğe sahip olmayan bir işçi de bulunabilir. Elektrikle çalışan ince cihazları yapmak için çalışmalara girişen bir işçi bulundu­ğu gibi, ağır yükleri taşımak ve hamallıktan başka bir iş için kullanılması imkânsız plan bir. işçi de bulunabilir. Bütün bunlardan ayrı olarak tüm ülkenin yazgısını elinde bulun­duran ve siyasal alanda çalışan bir işçi de bulunabilir..

Bu işçilerin birbirlerinden ayrı yapıda oluşları, bunların meydana getirmiş oldukları değerlerin de birbirinden ayrı oluşuna yol açmaktadır. Bu işlerle bu işlerin üretmiş olduk­ları değerler arasındaki açık fark, belirli bir sosyal realiteden kaynaklanmaktadır. Marksizm de bunun böyle olduğunu ka­bullenmektedir. Çünkü Marksizm; işi basit ve bileşik olmak üzere iki kısma ayırmakta ve bir saatlik zorlu bir bileşik işin üretmiş olduğu değerin basit işin üretmiş olduğu değerden kat kat fazla olduğunu kabul etmektedir.

Sosyalist toplum, bu problemle karşılaştığında, çözüm için önünde sadece iki yol bulacaktır:

1 — «Herkese emeğine göre hak.,» diyen ilkeye göre, toplum bireylerine muhtelif miktarlarda servet dağıtımı yap­mak, Bunu yaptıkları takdirde yeniden sınıf ayrılıkları doğa­cak ve böylece de sosyalist toplum, yepyeni bir yöntemle sı­nıfsal bileşimi meydana getirmiş olacaktır.

2 — Sosyalist toplum; kapitalizmin, artık değerin ça­lınması yöntemini iğreti olarak alacak ve toplumun bireyleri­ne eşit miktarlarda ücret dağıtarak ücretler arasında bir den­ge sağlayacaktır.

Bu problemi çözmek yolunda teori ve pratiğin iki ayrı yönelimi vardır: Pratik veya günümüz sosyalist toplumunun realitesi, birinci yolu izlemekle problemi çözümlemeye yönel­mektedir. Ki bu yol, toplumu yeniden sınıflılık çelişkilerine itmektedir. Bu sebepledir ki Rusya’da küçük seviyedeki gelirle üst seviyedeki gelir arasındaki oranın 8/o 5 ile % l'5 olduğunu görmekteyiz. Ölçülerin ayrılığına göre. Sosyalistlerin ileri ge­lenleri bile mutlak bir eşitliğin gerçekleştirilmesinin, Bin­lerce politikacıların ve askerlerin yaptıkları işleri basit işler düzeyine indirmenin pratikte imkânsız olduğunu görmüşler­dir.

Çünkü bu; fikrî gelişmeleri, aklî ve teknik hayatı durdu­rur, işlemez hale getirir, işin türü ve zorluğu göz önüne alın­maksızın herkese hep aynı ücret ödendiğine göre birçok kim­selerin basit işlere dönmesine sebep olur... işte bu sebeple sosyalizm denemesinin gölgesi altında bazı çelişki ve ayrılıklar doğmuştur.

Bundan sonra bir de baştaki hükümet, kendi si­yasal karakterine uygun olarak bu çelişki ve ayrılıkları daha da derinleştirmiş, böylece de gizli polis sınıfı (örgütü) doğmuş oldu. Hükümet, ajanlık işini iyice yapabilmesi için bu örgüte büyük imtiyazlar tanımış, kendi dikta rejimini takviye etmek için bu örgütü emrine amade duruma getirmişti. Toplum, an­cak gün doğduktan sonra işin farkına varmış ve bizzat sosya­lizmin bugün kurtulmak istediği bir realitesi ile karşılaşmış­tı.

Teorinin bu problemi çözümlemekteki yönelimine gelin­ce, Anti dühring adlı kitapta bu yönelimin yenilenmesine işaret edilmektedir. Problemi Engels ortaya koymakta ve çö­züm yolunu bizzat kendisi göstermektedir:

«Şu halde, bütün o bileşik emeğe daha yüksek ücret ödenmesi önemli problemi nasıl çözümlenir? özel üreticiler toplumunda, vasıflı işçinin yetişme masraflarını özel kişiler ya da aileler yüklenirler. Öyleyse vasıflı işgücünün daha yük­sek fiyatı önce özel kişilere ödenir. Usta köle daha pahalıya satılır. Usta işçiye daha yüksek ücret ödenir.

Sosyalist örgüt­lenmeli toplumda bu masrafları toplum yüklenir, öyleyse meyveler, bir kez üretildikten sonra, bileşik emeğin, daha bü­yük değerleri ona aittir. İşçinin kendisine ek bir hakkı yok­tur.[1]

Bu problemi çözümlemek için Engels'in ortaya attığı alt­ernatife göre; bileşik emeği basit emekten ayıran üstün de­ğerlerin, işçinin bileşik işi yapabilme yeteneği için bir nevi denge unsuru olduğu kabul edilmektedir. Kapitalist bir top­lumda birey, yeteneğinin zorluklarını bizzat kendisi taşımak­ta ve dolayısıyla da yeteneğinin ürünü olan değerlere sahip olma hakkını kazanmaktadır.

Sosyalist toplumda ise bireyin yeteneğini karşılayacak olan ücreti sadece devlet ödemekte­dir. Dolaysıyla da bileşik işlerin meydana getirmiş olduğu üstün değerlere sahip olma hakkını tek başına devlet elde et­mektedir. Bu durum karşısında teknik işçi, basit işçinin almış olduğu ücretten daha fazlasını isteme hakkını elde edememek­tedir.

Ne var ki bu alternatif realiteye ters düşmektedir. Has üreticiler toplumunda yani, kapitalist bir toplumda siyasî veya askerî alanda iş yapmakta olan bir işçinin (politikacı veya generalin) elde etmiş olduğu değer, önce de anlatmış olduğumuz gibi siyaset veya askerlik tahsilini yaparken çek­miş olduğu zorluklardan ötürü üstünlük kazanmaktadır.

Kaldı ki Engels bu alternatifini, Marksist ekonominin iddia ettiği ilmî esaslarla uyuşan ince bir kalıp içinde ileri sürmüş de değildir. Yetenekli teknik bir işçinin üretmiş olduğu eşyanın değerine, bu işçinin teknik bilgileri tahsil ederken harcamış olduğu emeğin ücreti ve karşılığının eklenemeyeceği hususunu unutmuştur, Engels.

Eşyanın değerini belirleyen unsur; o eşyanın fiili olarak üretilmesi için harcanan emek miktarıyla, o eşyayı meydana getiren işçinin, teknik bilimi tahsil ederken harcamış olduğu emek miktarıdır. Bir işçinin 10 sene süreyle teknik bilim öğrenimi yaptığını ve bu öğre­nimin ona 50.000 T. Lirasına mal olduğunu düşünelim. Şu halde bu işçinin öğrenimle elde etmiş olduğu yeteneğin kar­şılığı 50.000 T. Lirasıdır. Bir bakıma 50.000 T. Lirası, teknik öğrenim için harcanan emek miktarının da ifadesidir. Oysa­ki işçinin okuldan mezun olduktan sonra 10 senelik çalışma karşılığında elde etmiş olduğu para, 50.000 T. Lirasından da­ha fazla olacaktır.

Bu varsayıma göre öğrenim için harcanan para, işçinin liretim karşılığında elde etmiş olduğu ücretten yani, eşyayı meydana getirmek için harcamış olduğu emeğin karşılığı ola­rak almış olduğu paradan daha az olmaktadır. Bu da işçinin iş gücünü yenilemek için çekmiş olduğu zorluk ve zahmetin bir karşılığıdır, işçinin, işgücünü yenilemek için almış oldu­ğu ücret, artık değer teorisine göre işçinin üretmiş olduğu eş­yanın değerinden daha az olmaktadır.

İşçinin öğrenim sırasında harcamış olduğu emek mikta­rı, eşya üretimi esnasında, harcamış olduğu emek miktarın­dan daha az olduğuna göre Engels, bu iş içinden kurtulmak için nasıl bir çıkış yolu bulacaktır? Marksist ekonomiye göre bu durumda devlet; öğrenim masraflarını ödemiş olması ni­teliğiyle işçinin, öğrenim esnasında üretmiş olduğu eşyanın değerinden pay alma hakkına sahip değildir.

Çünkü teknik işçinin üretmiş olduğu eşyanın artık değeri, işçinin öğrenim esnasında çekmiş olduğu zorlukların ve yeteneğinin eseri de­ğildir. Tersine, öğrenim esnasında harcamış olduğu emeğin eseridir. Eşyanın meydana getirilmesi için harcanan, emek miktarı, öğrenimi için harcanan masraflarda somutlaşan emek miktarından fazla olduğu takdirde işçinin kendi ürünü için fazla ücret alma hakkına sahip olması durumu ortaya çı­kar.

Engels'in gözünden kaçan bir diğer husus da şudur: İşin zorluğu meselesi her zaman öğrenim fazlalığı ile maharetlerden doğmaz. Tersine işçideki bazı tabiî yeteneklerden doğar ki bu işçi öğrenim fazlalığının yardımıyla değil de kendi tabii yeteneklerinin sayesinde, başkasının 2 saatte üretemediği de­ğeri kendisi l saatte üretebilir.

Ama bütün bu üstünlüklerine rağmen bu işçi, başka işçilerin almış olduğu ücretten kat kat fazlasını alabilir mi? Oysaki sosyalist toplum, bazı çelişki ve ayrıklıkları meydana getirmekte veya kalifiye işçiyle kalifiye olmayan işçi arasında (haksız) bir eşitlik sağlamakta ve ka­lifiye işçiye, üretmiş olduğu değerin sadece yansını ücret ola­rak ödemektedir. Böylece de sosyalist toplum, artık değerden çalarak hırsızlık suçunu işlemiş olmaktadır.

Özet olarak diyelim: Marxçı sosyalizm aşamasında hü­kümet şu iki yoldan birine gitmek zorunluluğuyla karşılaş­maktadır.

Ya Marksist değer kanununun zorunlu kıldığı gibi dağı­tım, «Herkese emeğine göre hak..» ilkesine göre düzenlene­cektir..

Ya da teoriden pratiğe kayarak basit işle bileşik iş ara­sında ve yetenekli işçiyle bayağı işçi arasında bir eşitlik sağla­yacaktır. Böylece de basit işçininkinden çok daha üstün se­viyede olan yetenekli işçinin üretmiş olduğu değerden bir miktar çalmış olacaktır. Tarihî maddecilik, kapitalistlerin böyle bir yönelim içinde olduklarını iddia etmektedir. Oysaki sosyalistler de bunun aynısını yapmaktadırlar.







KOMÜNİZM

Sosyalizm aşamasını inceledikten sonra sıra komünist toplumu doğuran aşamayı incelemeye geldi. Tarihî madde­ciliğin kehanet yaparak verdiği haberlere göre komünizm aşaması, insanları yeryüzünün cennetinde toplayacaktır. Ko­münizmin iki temel unsuru vardır.

a — Sadece sermayesel üretim alanında değil tüm üre­tim planlarında ve aynı zamanda tüketim alanında da özel mülkiyeti kaldırmak. Buna göre tüm üretim araçları ve tü­ketim eşyaları kamulaştırılacaktır.

b — Siyasal iktidarı kaldırmak Toplumu nihaî bir şe­kilde hükümetten kurtarıp özgür hale getirmek.

Tüm alanlarda özel mülkiyeti kaldırmak hususu doktrin­deki varlığını değer kanunlardan almamaktadır. Oysaki ser­mayesel üretim araçlarının kamulaştırılması marksizmin de­ğer kanunuyla artık değer teorisine dayanmaktadır. Esas ola­rak kamulaştırmadaki genelleme düşüncesi şu varsayıma da­yanmaktadır.

Sosyalist düzenin sayesinde toplum, yüksek dü­zeyde bir servete kavuşacaktır. Bunun yanında üretim güçle­ri de korkunç bir şekilde gelişecektir. Dolayısıyla da üretim araçları üzerindeki mülkiyet bir yana, tüketim eşyaları üze­rindeki özel mülkiyete bile yer kalmayacaktır. Çünkü toplum­daki her birey, ihtiyaç duyduğu eşyayı elde etmekte ve dile­diği zamanda bu eşyayı tüketebilmektedir. Şu halde bu birey özel mülkiyete hiç de ihtiyaç duymayacaktır.

Komünist toplumda dağıtım ilkesi bu esasa yani; «Her­kese emeği oranında değil de ihtiyacı oranında hak..» kura­lına dayanmaktadır. Yani toplum, bireye, ihtiyaçlarını gide­recek ve arzularını gerçekleştirecek kadarıyla tüketim eşya­sı vermektedir. Çünkü toplumun elinde bulunan servet, tüm ihtiyaçları giderecek ve arzuları gerçekleştirecek kadar çok­tur.

Hayalin en derin ufuklarına kadar uzanan bu varsayım­dan daha hayal perest bir varsayım tanımıyoruz. Bu varsa­yıma göre komünist toplumdaki her insan, tüm ihtiyaç ve arzularını mükemmel bir şekilde giderme gücüne sahiptir. Tıpkı su ve havaya olan ihtiyaçlarını giderebildiği gibi. Eş­yaların piyasada seyrekleşmesi ve eşyaların zorluk çekilerek elde edilmesi gibi bir şey üzerinde mülk sahibi olma ihtiyacı sözkonusu değildir.

Bundan da anlaşılıyor ki komünizmin, insanların kişili­ğinde harikalar meydana getirmesi dolayısıyla insanlar; ka­mulaştırma sebebiyle kişisel ve egoist güdülerini kaybetmiş olmalarına rağmen yine de üretim alanında devleşmelerdir. Bununla yetinmeyen komünizm, tabiat üzerinde de harika­lar oluşturmuştur. Tabiatı cimrilikten kurtararak ona cö­mertlik ruhunu aşılamıştır. Bu ruha sahip olan Tabiat; yük­sek düzeydeki maden, nehir ve diğer kaynaklar gibi İhtiyaç duyulan şeyleri vermek hususunda eli açık davranmaktadır.

Marksist denemeciler, insanlığa vaad etmiş oldukları cen­neti kurmak için uğraştılar. Ne yazık ki büyük bir şanssızlık eseri başarıya ulaşamadılar. Marksist deneme hâlâ sosyalizm veya komünizmden birini yeğlemiş değildir. İnsan karakte­riyle çelişkiye düşen hayalî bir yönelime giren her denemede olduğu gibi Marksist deneme de, komünizmi bilfiil gerçekleş­tirmekten aciz kaldığım açıkça ilân etmiştir. Rusya’daki sos­yalizm devrimi, ilk etapta sırf bir komünizm yönelimine gir-, mistir.

Çünkü Lenin, bütün malların toplum mülkiyetine geçmesi için çaba harcamış, arazileri sahiplerinin ellerinden al­mış, çiftçileri de ferdî üretim araçlarından yoksun hale getirmiştir. Bu icraatlara dayanamayan çiftçiler karşı direnişe geç­miş, üretim çalışmalarını bırakıp greve başlamışlardı.

Dola­yısıyla da ülkeyi sarsan korkunç bir açlık felaketi baş göster­mişti. Bu felaket; hükümeti, yaptığı icraatlardan vazgeçme­ye zorlamış ve çiftçilere, mülk edinme hakkım tekrar ver­mişti. Böylece de ülke tekrar eski normal durumuna kavuş­muştu. Bu normallik 1928 – 39 yıllarına kadar devam etti. Bu tarihten sonra yeni bir inkılâp hareketi görüldü. Bu inkılâbın amacı, halkı yeniden mülk edinme hakkından yoksun etmekti.

Çiftçiler tekrar direniş ve greve başladılar. Hükümet de halkı öldürüp ürkütmekte gerçekten fazla ileri gitti. Zindan­lar tutuklularla doldu. Denildiğine göre kurbanların sayısı 100.000 i bulmuştu. Tabiî bu rakam komünistlerin itirafına göre idi. Komünizm muhaliflerinin dediğine bakılacak olur­sa kurbanların sayısı, bu rakamın çok daha üstündeydi.

Ekonomik krizin ve grevlerin sebep olduğu açlıktan ölen­lerin sayısı 1932 yılında, Sovyet hükümetinin itirafına göre 6 milyonu bulmuştu. Bu durum karşısında hükümet, yürü-tümlerinden caymak zorunda kaldı. Ve asıl mülkiyeti devle­te ait olmak şartıyla çiftçilere birer küçük çiftlik, kulübe, yararlanmak kaydı ile de birkaç hayvan vermeyi kararlaştır­dı. Çiftçiler de buna karşılık; devletin taahhüdünde bulunan kolhozlara üye olacaklardı. Devlet, dilediği zaman b u üyeler­den istediğini kolhoz dışı edebilecekti.

***

Gelelim komünizmin ikinci temel unsuru olan «Hüküme­tin yok edilmesi» meselesine. Bu unsur, komünizmin en sivri yanlarından biridir. Bu unsurun düşüncesi; tarihî maddeci­liğin, hükümeti yorumlarken ileri sürdüğü görüşlere dayan­maktadır. Tarihî maddeciliğe göre hükümet; burjuvaların proleterleri kendi isteklerine boyun eğdirmek için kurmuş ol­dukları bir mekanizma olması niteliğiyle sınıfsal çelişkilerin bir ürünüdür.

Bu açıklamaların ışığında, sınıflılığın tüm ka­lıntılarından temizlenmiş olan sınıfsız bir toplumda hükü­metin varlığı için olumlu bir gerekçe kalmamaktadır artık. Tarihî temelinin yıkılması dolayısıyla böyle bir toplumda hükümetin yıkılması da tabiîdir.

Tarihî, devlete bağlı toplumdan devlete karşı bağımsız olan topluma; sosyalist aşamadan komünist aşamaya vardı­ran bu dönüşümün nasıl ve ne şekilde meydana geldiğini sor­ma hakkına sahip olduğumuz kanısındayım. Bu sosyal dö­nüşüm nasıl meydana gelmiştir? Bu dönüşüm, kısa ve belir­li bir zamanda bir devrimle gerçekleştirilebilir ve dolayısıyla da toplum, kapitalizmden sosyalizme dönüştüğü gibi sosyalizmden de komünizme dönüştürülebilir mi ? Ve yahutta bu dönüşüm tedrici bir yöntemle gerçekleştirilebilir ve devlet de kendi kabuğuna çekilerek büzülür ve en nihayet yıkılıp gidebilir mi ?

Eğer dönüşüm anî ve devrimsel bir şekilde meydana ge­lir, proletarya hükümetini yıkmak da devrim yoluyla gerçek­leştirilirse o zaman bu dönüşümü gerçekleştirecek olan dev­rimci sınıf hangi sınıf olacaktır? Marksizmden öğrendiğimize göre bir hükümeti yıkmak için yapılan devrim, ancak yıkıl­ması istenen hükümetin temsil etmediği kimselerce başlatı­labilir.

Bu her zaman için geçerli bir kuraldır. Şu halde sos­yalizmden komünizme doğru yapılması istenen devrimsel bir dönüşüm, ancak sosyalist hükümetin temsil etmekte ol­duğu sınıf tarafından gerçekleştirilebilir ki bu sınıf da prole­terlerdir. Meselâ marksizm kalkıp da bize diyebilir mi ki; ko­münist devrim, kapitalistler tarafından başlatılabilir.

Sosyalizmden komünizme doğru toplumsal bir dönüşüm gerçekleşir ve tedricî bir şekilde de hükümet ortadan kalka­cak olursa bu olgu; her şeyden önce, marksizme dayanak teş­kil eden diyalektik kanunlarına ters düşer.

Diyalektikteki kalite ve kantite kanunlarına göre, kalite ile ilgili meydana gelen değişmeler, tedricî bir şekilde değil anî bir şekilde sıçrama ile meydana gelir. Bu kanuna dayanaraktan marksizm, her tarihî aşamanın başlangıcında bu- aşamanın anî bir dönüşüm olduğunu kabul ederek- bir devrimin patlak vermesinin zo­runlu olduğuna inanmıştır.

Gördüğümüz gibi bu kanun, toplumun sosyalizmden ko­münizme dönüşümü esnasında geçersiz olmaktadır.

Toplumun sosyalizm aşamasından komünizm aşaması­na tedrici bir şekilde dönüşümü, diyalektik kanunlarına ay­kırı olduğu gibi, eşyanın karakterine de ters düşmektedir. Sosyalist bir toplumdaki hükümetin tedrici bir şekilde ken­di otoritesinden fedakârlık edip vazgeçtiğini ve egemenlik gölgesini de kendi kendini yok edinceye kadar kıstığını dü­şünebilir miyiz? Oysaki yeryüzündeki bütün hükümetler, kendi merkezlerine sımsıkı sarılmakta ve hayatlarının son nefesine kadar kendi siyasal varlıklarını korumaktadırlar.

Toplumun evrimi uğruna hükümetin, kendi otoritesinden yavaş yavaş yok oluncaya kadar fedakârlık ederek vazgeçme­sinden daha anormal bir şey yoktur. Bugün dünyada tanık olduğumuz sosyalizm aşamasının karakterinden ve sosyaliz­min reel tecrübesinden daha acayip bir şey yoktur. Bildiğimi­ze göre sosyalizm aşamasının zorunlu olarak ihtiyaç duydu­ğu hususlardan biri de; sınırsız yetkiye sahip diktatör bir hü­kümetin kurulmasıdır. Sınırsız yetkiye sahip bu diktatör hü­kümet, kendi yıkımına ve yok olmasına fırsat verebilir mi? Bu sınırsız otorite ve dikta, artık bir daha hiç görünmemek üzere yıkılıp tarihe karışmaya sebep olacak olaylara fırsat verir mi?

Son olarak marksizmle birlikte, marksizmin kurduğu ha­yallere dalalım ve komünizm harikasının gerçekleştiğini yani, komünist bir toplumun meydana geldiğini, herkesin gücüne göre çalıştığını, ihtiyaçları oranında hak aldığını kabul ede­lim. Bu durumda toplum yine de; bu ihtiyaçları belirleyecek, bazen bir tek eşya üzerinde yoğunlaşan ve dolayısıyla da bir­birleriyle çelişen bu ihtiyaçlar arasında bir uyum sağlayacak ve çeşitli üretim dallarına göre iş bölümü yapacak olan bir hükümete muhtaç olmayacak mıdır ?



[1] F. Engels. Anti Dühring. C. 2 : 8.96



KAPİTALİZMLE BİRLİKTE

1 — TEMEL ÇİZGİLERİYLE DOKTRÎNER KAPİTALİZM.

2 — DOKTRÎNER KAPİTALİZM İLMÎ KANUNLARIN ÜRÜNÜ DEĞİLDİR.

3 — KAPİTALİST EKONOMİDEKİ İLMİ KANUNLAR DOKTRÎNER BİR ÇERÇEVEYE SAHİPTİR.

4 — DOKTRÎNER KAPİTALİZMİN DÜŞÜNCELERİNİN VE TEMEL DEĞERLERİNİN İNCELENMESİ.


TEMEL ÇİZGİLERİYLE DOKTRİNER KAPİTALİZM

Doktrinler kapitalizm üç temel unsura dayanmaktadır. Kapitalizmin kendisini diğer doktrinlerden ayıran yapısı bu unsurlardan oluşmaktadır. Bu unsurları sırasıyla anlata­lım.

a— Sınırsız bir şekilde özel mülkiyet ilkesine sarılmak. Suna karşılık Marksist toplumdaki temel kural, toplumsal mülkiyet esasıdır. Ki ancak bazı istisnai (kural dışı) durum­larda bu mülkiyetin dışına çıkabilmektedir. Oysaki kapitalist doktrinde durum, bunun tam tersindedir. Özel mülkiyet bu doktrinde temel bir kuraldır.

Ki bu kural çeşitli servet alan­larına kadar uzanmaktadır. Bazı zamanlar şu veya bu emlâkin kamulaştırarak devlet mülkiyetine geçirilmesi zorunluluğuyla karşılaşılabilir, işte bu gibi kural dışı ortamlarda özel mülkiyet kuralının dışına çıkma ihtimali doğmaktadır. Top­lumsal deneme, her hangi bir emlâkin kamulaştırılması zo­runluluğunu ortaya koymadıkça özel mülkiyet kapitalizmde geçerliliğini koruyan bir kural olmakta devam edecektir.

Bu temele dayanan kapitalizm doktrini (Re'smaliyye), mülk edinme özgürlüğüne inanmakta; arazi, bina ve bunla­ra benzer çeşitli servetlerden oluşan tüm üretim unsurları­nın yardımıyla elde edilen mülkiyeti de hoşgörüyle karşılamaktadır. Kapitalist toplumlarda kanunlar özel mülkiyeti korumasına yardımcı olmayı garanti eder.

b— Her bireye, kendi mülkünü İşletmek ve kendisini servet bakımından kalkındıracak olan imkânlardan yarar­lanmak için fırsat tanımak başarabildiği kadarıyla servetini fazlalaştırmasına müsamaha göstermek.

"Sözgelimi eğer bir kimse bir araziye sahip ise; dilerse bu arazisini istediği şekilde işletebilir. Dilerse başkasına kiraya verir ve kiracıdan da bazı şartlara uymasını isteyebilir. Di­lerse araziyi, hiç işletmeksizin olduğu gibi bırakabilir.

Kapitalist doktrinin mal sahibine tanımış olduğu bu ser­bestliğin amacı; mal sahibini, ekonomik hareketin yegâne faktörü haline getirmektir. Çünkü mal sahibinin gerçek ya­rarını, mal sahibinden daha iyi bilen ve bu yararlan sağla­makta ondan daha güçlü bir kimse yoktur.

Özgürlük ve ser­bestlik zırhını giymeyen birey, kendi mülkünü işletme, bu işletmeye devlet veya başka bir mekanizma tarafından yapı­lan dış müdahaleleri geri püskürtme imkânını bulamaz. Öz­gürlüğe kavuşan birey, kendi mülkünü işletmek için, uygula­yacağı metodu ve mümkün olan en büyük oranca servet el­de etmek için başvuracağı yöntemi yeğleme fırsatını bulabi­lecektir.

c— İşletme özgürlüğü garanti edildiği gibi tüketme özgürlüğünün de garanti edilmesi. Her birey; kendi istek ve arzularını gidermek için, elinde bulunan maldan istediği kadar harcayabilir. Kişi, tüketeceği maun türünü bizzat kendisi se­çer. Uyuşturucu maddeler gibi toplumun genel yararına ters düşen bazı eşyaların tüketiminin, devlet tarafından yasaklan­ması, kişinin bu seçme özgürlüğünü engellemez.

Mülk edinen işletme ve tüketme özgürlüğü şeklinde özetleyebileceğimiz bu üç türlü özgürlük kapitalist doktrinin temel çizgilerini oluşturmaktadır.


Ferdî mülkiyet yerine toplumsal mülkiyet ilkesini ortaya koyan Marksist doktrinle kapitalist doktrin arasındaki açık çelişki, hemen ilk bakışta görülmektedir. Marksist doktrin; özel mülkiyete dayanan kapitalist serbestîyi yok etmekte ve bu serbesti yerine devletin ekonomik hayatın tüm alanlarını etkisi ve otoritesi altına alması ilkesini ortaya koymaktadır.

Herkesçe bilinen bir husustur ki; temel çizgiler bakımın­dan marksizmle kapitalizm arasındaki ayrıklık, bu iki doktri­nin, fert ve topluma bakış açılarına da yansımaktadır. Çünkü kapitalizm; ferdî güdüleri kutsayan, bireyi; kendi çıkan için çalışmak, kendi özel yararlarını garanti etmek için doktrine karşı vaatte bulunan bir eksen olarak kabul eden ferdî bir doktrindir.

Marksizme gelince o; toplumsal bir doktrin olup ferdî ve egoist güdülere asla yer vermez, Bireyi toplum içinde eritir. Toplumu, doktrinin ekseni olarak kabul eder. Bu sebeple de ferdî özgürlüğü hiç tanımaz. Tersine bu özgürlükleri, temel mesele olan toplum uğruna feda eder.

Gerçek şu ki her iki doktrin de ferdî görüşe, ferdî ve ego­ist güdülere dayanmaktadırlar. Kapitalizm, iyi bir şansa sa­hip olan bireyin egoizmine saygı gösterir. Ona çeşitli alanlar­da işletme özgürlüğünü garanti eder. Bunu yaparken de baş­kalarına zarar dokundurmuş ve zulmetmiş olur. Ama ilke olarak, zarar ve zulme uğramış olanlar da tıpkı bu sömürü­cünün sahip olduğu işletme özgürlüğüne sahiptirler.

Kapi­talizmin, şanslı kimselerin istek ve arzularını gerçekleştirme­lerine büyük ölçüde imkân sağlamasına karşılık marksizm, şanslı olmayan yani işletme yoluyla başkalarını sömürme imkânına sahip olmayan kimselere yönelmekte, kendi dokt­rininin propagandasını da bu gibi kimselerin ferdî ve egoist güdülerini kışkırtma ve bu güdülerim tatmin etmenin zorun­lu olduğunu ortaya koyma esasına dayandırmaktadır.

Tarihin bizzat kendi kendini evrimleştirme yolunda kullandığı güçler olmaları niteliği ile bu güdüleri geliştirmek için çeşitli yön­temler uygulamakta ve en sonunda bu güdüleri bir devrim ile patlatmaya muvaffak olmaktadır. Marksizm, sömürülmek­te olan bu şanssız kimselere başkalarının kendi emeklerini ve servetlerini çaldıklarını itiraf etmelerinin -eğer itiraf ede­cek olurlarsa kendi varlıklarına ihanet etmiş olurlar- imkân­sız olduğunu söylemektedir.

Böylece Marksist doktrinin dayanmakta olduğu temellerin, kapitalizm doktrinin dayanmakta olduğu temellerin ay­nısı olduğunu görmüş olduk. Çünkü her iki doktrin de, ferdî güdülerin geliştirilmesi ye doyurulmasını temel ilke olarak kabul etektedirler. Ancak ferdi ve egoist güdülerini ele al­dıkları ve kendileri için dayanak yaptıkları bireyler bakımından birbirlerinden ayrılmaktadırlar.

Toplumsal doktrin olma niteliğine en fazla layık olan doktrin; sözünü ettiğimiz bu güdülerden başkasını kendisi­ne temel taşı olarak alan bir doktrindir.

Toplumsal doktrin, topluma ve toplumun yararlarına karşı bireyde bir sorumluluk şuuru geliştiren; bireyi, toplum uğruna emeğinin ürünleri ile özel mülklerinin bir kısmından vazgeçmeye zorlayan doktrindir. Birey, malının bir kısmım topluma verirken bu malı toplumdan çaldığı ve toplum da bu malı kendisinden zorla aldığı için vermemektedir. Tersine bu değerlerin bir ifadesi olduğu hissiyle vermektedir.

Toplumsal doktrin; insanların ferdi güdülerini değil de toplumsal güdülerini, gönüllerindeki hayırhahlık duygularını harekete geçirerek toplumun hukuk ve mutluluğunu güvence altına alan bir doktrindir. İleriki bölümlerde bunun nasıl bir doktrin olduğunu hep birlikte göreceğiz.


DOKTRİNER KAPİTALİZM İLMİ KANUNLARIN ÜRÜNÜ DEĞİLDİR.

ktisat ilmî tarihinin doğuşu zamanında yani klasik eko­nomi bilginlerinin, bu ilmin temellerini attıkları zamanda ekonomik düşünceye şu iki düşünce hâkim idi.

a — Ekonomik hayat belirli tabiat güçlerine bağlı ola­rak seyrine devam eder. Nitekim evrenin diğer çeşitli kısım­ları da çeşitli tabiat güçlerine bağlı olarak seyirlerine devam ederler. Ekonomik olan bu güçler karşısında ünü olarak yapıl­ması gereken şey; çeşitli ekonomik olguları yorumlamaya el­verişli olan genel kanunları ve temel kuralları keşfetmektir.

b — Ekonomi ilminin keşfetmesi gereken bu tabiat ka­nunları, özgür bir ortamda uygulandıkları takdirde insanlığın mutluluğunu sağlamayı garanti ederler. Toplumun bütün bireyleri; kapitalizmin kendilerine tanımış olduğu mülk edin­me, mülk işletme ve tüketme özgürlüklerinden yararlanabi­lirler.

Birinci düşünce, kapitalist ekonomi ilminin çekirdeğini toprağa ekmiş; ikinci düşünce ise kapitalizm doktrininin çe­kirdeğini ortaya koymuştur. Şu da var ki bu iki düşünce veya çekirdek, ilk etapta çok kuvvetli bağlarla birbirlerine bağlan­mışlardı.

Öyle ki o günkü bazı ekonomi düşünürleri devletin müdahalesiyle bireyin ekonomi işlerindeki özgürlüğünün kayıt altına alınmasının, yani, insanlığın refah ve mutluluğunu sağlamayı, tüm problemleri çözümlemeyi garanti altına alan tabiat ve tabiat kanunlarına karşı durmanın, özetle kapitalist serbestinin heder edilmesine yönelik tüm uğraşların, tabiat kanunlarına karşı işlenen büyük bir suç olduğu hayaline ka­pılmışlardı…Bu ekonomi düşünürleri son aşamada şu görüce dayanmışlardı: Bu hayra yönelik kanunlar, bizzat kapitalist doktrine sarılmayı ve topluma kapitalist serbestinin tanınmasını zorunlu kılmaktadırlar.

Şunu da söylemek gerekir ki bu tür düşünce son derece çocuksu ve gülünç görünmektedir. Çünkü ilmen bir tabiat kanununa karşı çıkmak, bu kanuna karşı suç işlemek anla­mına gelmez. Zira eğer bu karşı çıkış başarıya ulaşacak olur­sa tabiat kanununun hatalı olduğu ispatlanmış olacak, kanun objektiflik ve ilmîlik vasfını yitirecektir.

Tabu kanunla­rın şartlar ve ortam değişmedikçe meydana getirecekleri ne­ticeleri değiştirmek yahut önlemek mümkün değildir. Bu se­beple Kapitalist serbestîyi, Tabiat kanunlarının bir ifadesi olarak kabul etmek ve Kapitalist serbestîye karşı çıkmayı, bu kanunlara karşı girişilen bir suç olarak kabul etmek yanlış­tır. Mülk edinme, mülk işletme ve tüketme gibi bireylerin ya­rarlanmakta olduğu özgürlüğün derecesi ne olursa olsun ta­biî ekonomi kanunları, her zaman ve her durumda işlerlikle­rini korurlar.

Hiç bir faktör de onların bu işlerliklerini engel­leyemez. Ancak içerisinde işlemekte oldukları şartlarla or­tamların değişmesine bağlı olarak bu kanunların meydana getirmiş oldukları olgular da değişebilir. Tıpkı şartlarıyla or­tamlarının değişmesine bağlı olarak fizik kanunlarının mey­dana getirmiş oldukları sonuçların değişmesi gibi..

Şu halde kapitalist serbesti, kapitalistlere göre tabiat kanunlarının ortaya koymuş oldukları ilmî bir zorunluluk niteliğiyle değil de -Ki bu nitelik sayesinde ilmî bir karaktere sahip olabilmiştir.- insana vermiş olduğu değer ve mutluluk,
topluma verdiği değer ve ideallerin ne miktarda olduğu esasına göre ele alınıp incelenmelidir. İşte kapitalist ekonomi bilginlerinin, doktrinler kapitalizmi incelerken dayanmakta oldukları esas budur...

Bu anlatılanların ışığında kapitalizmle marksizm ara­sındaki esas ayrılığı -nitekim konunun başında da bu ayrılığa işaret etmiştik- anlama imkânını bulmaktayız.

Çünkü marksizmin ilim yönü ile doktrinler yönü arasındaki ilişki, kapitaliz­min ilim yönüyle doktrinler yönü arasındaki ilişkiden esaslı bir şekilde ayrılmakta ve her iki ilişki birbirlerine karşı taban tabana zıt bir duruma girmektedirler. Sosyalizm ve komü­nizm tarafından temsil edilen Marksist doktrin, marksistlere göre; tarihin tabiî kanunlarının bir ifadesi olan tarihi mad­decilik, tarihi doğru olarak yorumluyorsa bu durumda marksizmin doktrinler yönünün de doğru olduğunu ispatlamış olmaktadır.

Bu sebeple de marksizmin ilim yanının incelenme­si marksizmin leh aleyhinde bir yargıya varabilmek için şart olarak kabul edilmektedir. Doktrinler bir araştırmacının, sos­yalizm ve komünizmi, ilmî esaslarından yani tarihî madde­cilikten ayrı olarak eleştirmesi mümkün değildir.

Doktrinler kapitalizme gelince o, kapitalistlerin kurmuş oldukları ekonomi biliminin bir sonucu değildir. Bu doktri­nin yazgısı, kapitalizmin ilmî yönünün, pozitif realiteyi yo­rumlamaktaki başarı oranına da bağlı değildir. Doktrinler ka­pitalizm, belirli ahlâki ve pratik düşünce ve değerlere dayanmaktadır. Ki bunların, kapitalizm hakkında bir yargıya varabilmek için ölçülü olarak kabul edilmeleri zorunludur.

Böylece hem kapitalizm hem de marksizmden ayrı bir doktrine inanan kimseler olarak marksizm karşısında takındığımız tavrın, kapitalizm karşısında takındığımız tavırdan ay­rıldığını açıkça görmüş olmaktayız. Marksizme yöneldiğimiz zaman, kendisinin, tarih ilminin kanunlarına yani tarihî maddeciliğin kanunlarına dayalı olduğunu iddia eden bir doktrin karşısında buluruz, kendimizi.

Şu halde bu doktrini eleştirmek için her şeyden önce, ilmî olduğu iddia edilen bu kanunları araştırıp inceleyerek ele almamız zorunlu olarak gerekmektedir. Bu sebeple de marksizm hakkında bir yargıya varabilme ortamını hızlandırmak için kavram ve aşamalarıyla birlikte tarihî maddeciliği sizlere sunmuş olduk.

Doktrinler kapitalizm karşısında yani kapitalist serbesti karşısındaki tutumumuza gelince, biz bu durumda kendimizi, temelini ilmî kanunların teşkil ettiği bir doktrin karşısında bulmuyoruz. Ki bu doktrin için söz konusu kanunların araştırılıp incelenmesi zorunlu bir yöntem olsun. Oysaki kendi­mizi, varlığını sadece belirli ahlâkî ve pratik değerlerden alan bir doktrin karşısında bulmaktayız.

Bu sebepten ötürü ileride kapitalizmin ilim yönünü an­cak bu yönün; doktrinler yönün kendisinin zorunlu bir sonu­cu olmadığını ve doktrinler yönün kendisi gibi ilmi bir karak­ter taşımadığını açıkladığı kadarıyla ele alacağız. Sonra da kapitalist doktrini, bu doktrinin dayanmakta olduğu pratik düşünceler ve ahlâkî değerlerin ışığında inceleyeceğiz.

Kapitalist doktrinin bu esasa göre incelenmesi her ne kadar azıcık ilmî araştırmaya dayanıyorsa da şunu söylemek gerekir ki böyle bir incelemede ilmî araştırmanın oynadığı rol, marksizmin incelenişinde oynadığı rolden tamamıyla de­ğişmektedir.

Çünkü tarihi maddecilik kanunları üzerindeki ilmî araştırma, önce de söylediğimiz gibi tek basma Marksist doktrin hakkında nihai bir yargıya varmak için kâfi gelmek­tedir. Oysaki kapitalist doktrinin eleştirisi için yapılan ilmî araştırma, kapitalizm hakkında bir yargıya varabilmek için başvurulacak olan üst bir merci değildir. Çünkü kapitaliz­min kendisi, ilmî bir karakter taşıdığını iddia etmemektedir.

İlmî araştırmalardan ancak pozitif realitenin so­nuçları hakkında tam bir düşünce sahibi olmak için yararlanılır. Sosyal alanda kapitalizm, bu realiteden mayalanmak­tadır. Kapitalizmin gölgesindeki ekonomik hareket yasala­rının da uydukları yönlerin çeşitliliği de bu realiteden doğ­maktadır. Sözünü ettiğimiz bu realite hakkında düşünce sa­hibi olmanın amacı; bu realitenin yönelimleri ile ki bu yönelimlerden kapitalist doktrinin uygulanışı aydınlık kazan­maktadır.

Sonuçlarının, araştırıcının inanmakta olduğu pra­tik düşünceler ve ahlâkî değer ölçüleri ile ölçülmesini temin etmektir. Şu halde kapitalizm doktrinini incelerken ilmî
araştırmacının görevi, kapitalist toplumun realitesini tam olarak yansıtan bir panorama çizmektik Ki bizde bu panoramayı, özel pratik ölçülerle ölçebilelim. Yoksa araştır­macının görevi; kapitalist doktrinin zorunluluğunu veya ha­talı olduğunu ispatlamak değildir.

Yukarıda anlatmış olduğumuz bu esasa göre diyebiliriz ki birçok araştırmacılar; ilmî bir gerçek veya siyasal ekonomi biliminin bir parçası olması niteliğiyle kapitalist doktrini, kapitalist bilginlerden öğrenip de bu bilginlerin bilimcilikleriyle doktrincilikleri arasında bir ayırım yapmadıkları için onulmaz bir hataya düşmüşlerdir.

Meselâ bu araştırmacılar, bilgilerine başvurdukları bil­ginlerin; kapitalist serbestinin insanlık için, hayır ve mutlu­luk imkânlarını fazlalaştırdığı hükmünü verdikleri bir zaman­da bu görücün ilmî olduğu veya ilmî temellere dayalı 'olduğu hayaline kapılmaktadırlar. «Arz fazlalaşınca fiyat azalır.» diyen ekonomi kanunu gibi.

Şu da şar ki bu kanun, paranın borsada olduğu gibi dalgalanışının ilmî açıdan bir yorumu­dur. Kapitalist serbesti hakkında verilen önceki hüküm, doktrinler bir hüküm olup kapitalizm taraftarlarınca veril­miştir. Bu hükmü verirlerken de, inanmakta oldukları pratik düşüncelere ve ahlâkî değerlere dayanmaktadırlar. Ekonomi­nin şu veya bu kanununun doğru olması, sözünü ettiğimiz bu hükmün doğru olması anlamına gelmez. Bu hükmün doğruluğu, dayanmakta olduğu düşünce ve değerledin doğru olma­sına bağlıdır.


KAPİTALİST EKONOMİDEKİ İLMÎ KANUNLAR DOKTRNER BİR ÇERÇEVEYE SAHİPTİR.

Şimdiye kadar anlatılanlardan öğrenmiş olduk ki kapita­list doktrin, ilmî bir karaktere sahip değildir. Varlık gerek­çelerini de ekonominin ilmî kanunlarından almamaktadır. 8u arada kapitalizmin ilmî yönüyle doktrinler yönü ardındaki ilişkinin analizini yaparken derin bir noktaya inmek istiyo­ruz.

Ki kapitalist doktrinin, kapitalist ekonomideki ilmi kanunları nasıl tespit ettiğini ve kanunların yönelimleriyim akışlarına nasıl etki de bulunduklarını görmüş olalım. Bu şu anlama gelir: Kapitalist ekonomideki ilmî kanunlar, özel bir doktrin çerçevesindeki ilmî kanunlardırlar.

Fizik, kimya ve tabiat kanunları gibi her toplumda, her zaman ve her yer­de uygulanabilen mutlak kanunlar değildirler. Bu kanunların birçoğu, kapitalizmin düşünce ve kavramlarıyla birlikte ege­men olduğu sosyal ortamlarda pozitif gerçekler olarak kabul edilirler. Bu kanunlar, kapitalizmin egemen olmadığı kapita­list düşüncenin yürürlükte olmadığı toplumlarda uygulana­mazlar.

Bu hususun biraz daha açıklık kazanması için, kapitalist ekonominin incelemekte olduğu ekonomi kanunlarının ka­rakterini biraz aydınlatmamız gerekmektedir. Böylece de na­sıl ve ne dereceye kadar bu kanunların ilmîlik sıfatını kabul etmenin mümkün olduğunu öğrenmiş oluruz.

Ekonominin ilmî kanunları iki kısma ayrılır.

a — Tabiî kanunlar: Bu kanunlar, zorunluluklarını in­san iradesinden değil de tabiatın kendisinden almaktadırlar. Tümel sınırlama kanunu gibi. Bu kanuna göre tüm üretim arazi ve arazinin kapsanma giren ham maddelere bağlıdır. Bu durumda üretim, arazi ve arazi kapsamındaki ham mad­delerin sınırlı kantitelerine bağlı olarak sınırlanmış olur.

İkinci bir örnek olarak da ‘’artan gelir’’ kanununu analım. Bu ka­nuna göre üretimdeki her artış, üreticiye büyük oranda bir gelir getirir. Ki bu gelir, üreticinin yapmış olduğu fazla har­camaya oranla çok daha fazladır. Bu gelir fazlalığı belirli bir dereceye kadar yükselir. Ondan sonra bu gelir, kendine ters düşen bir kanunun etki alanına girmiş olur. Bu kanun, «aza­lan gelir kanunudur.» Bu kanuna göre; artan gelir, belli bir dereceye kadar yükseldikten sonra göreli olarak eksilmeye başlar.

Bu kanunlar karakterleri ve pozitif yönleri bakımından, tabiat ilimlerinin keşfetmiş oldukları diğer evrensel kanun­lardan ayrılmaktadırlar. Bu sebeple de doktrinler bir karakter taşımamakta ve belirli sosyal veya fikrî ortamlara bağlı kalmamaktadırlar. Üretim işlerini etkisi altında bulunduran tabiat aynı olduğuna göre, bu kanunlar zaman ve mekân ve boyutlarıyla da çelişmezler.

b- İlmi kanunlar: Ekonomi politiğin ilmî kanunları ekonomik hayatın bazı kanunlarını içerirler ki bu kanunlar, insan iradesiyle bir bağlantı içerisindedirler. Çünkü ekono­mik hayat, insanın genel hayıtının bir görünümünden başka bir şey değildir. İnsan ise bu hayatın çeşitli alanlarında olum­lu ve etkin bir rol oynamaktadır.

Meselâ .«Bir eşyaya karşı talebin artması ve bu talebe karşı piyasaya sürülen eşyanın miktarını fazlalaştırma imkânının olmaması halinde sözkonusu eşyanın fiyatının artması zorunlu olur.» diyen arz ve talep kanunu, objektif bir kanun değildir ve insanın irade­sinden ayrı olarak işlememektedir; Fizik, astronomi ve diğer tabiat kanunlarının işleyişlerinin aksine. Arz ve talep (sü­rüm ve aranım) kanunu, insanın iradî hayıtının görüntülerini temsil etmektedir.

Bu kanuna göre anlaşılmış oluyor ki, Kanunun biraz önce dile getirmiş olduğu bir durumda müş­teri istediği eşyayı satın alırken, arz ve talebin dengede oldu­ğu döneme göre çok daha fazla para ödemektedir. Satıcı da bu gibi bir dönemde bu fazla paradan yararlanacaktır.

Siyasal ekonominin yeni doğmuş olduğu zamanlarda bazı düşünürlerin vehme kapılarak iddia ettikleri gibi, insan iradesinin ekonomik hayata müdahale etmesi halinde eko­nomik hayat, ilmî kanunların alanının dışına çıkmaz. Ve bu hayat içinde ilmî araştırma yapılması imkânsızlaşmaz. Bu düşünürler; ilmî kanunların -orunluluk karakterlerinin, insan iradesinin yansıması olan serbestlikle çelişmekte olduğuna inanmışlardı.

Bu düşünürlere göre insan hayatının kesin il­mî kanunlara, boyun eğmesi, insanın kendi hayatında yarar­lanmakta olduğu serbestlik ve özgürlüğe ters düşecekti. Çün­kü insan bu kanunlara boyun eğdiği takdirde cansız bir alet haline gelecek, ekonomik hayatına hâkim olan bu mücade­lelere bağlı olarak da mekânikî bir şekilde yaşayacaktı.

Bu vehim; insanın özgürlüğüne ilişkin yanlış bir anla­yışa dayanmaktadır. Özgürlük ve irade ile bu kanunların arasındaki ilişkiyi yanlış anlamaktan ileri gelmektedir. Çün­kü insanın, ekonomik hayatı için bazı kanunların var ol­ması hiç bir zaman için insanın, özgürlük ve iradesini, yitir­diği anlamına gelmez. Tersine, insan iradesi için konulmuş olan bu kanunlar; insanın ekonomik alandaki; özgürlüğünü nasıl kullanacağını açıklamaktadırlar. Şu halde bu kanun­ların, insanın irade ve özgürlüğünü geçersiz kıldıklarını ka­bul etmek mümkün değildir.

***

Ancak bu ekonomik kanunlar, bir noktada diğer evren­sel alandaki bilimsel kanunlardan ayrılmaktadırlar. Şöyle ki: İnsan iradesiyle ilişkili oldukları için bu kanunlar, insanın iradesini etkileyen tüm etkenlerden insanın irade ve eğilimlerine müdahalede bulunan tüm faktörlerden etkilenirler. Herkesçe bilinenidir husustu ki, insan iradesini bu kanunlar oluşturmaktadırlar.

İnsanın düşünce ve anlayışını toplum­da revaçta bulunan doktrine, toplum bireylerinin gidiş tarz­larını kayıt altına alan hukuk sistemlerine göre şekil alır­lar. İnsanın iradesini ve pratikteki tutumunu belirleyen un­surlar işte bu faktörlerdir. Bu faktörlerin değişmesi halinde insanın irade ve eğilimleri de değişir.

Dolayısıyla da ekonomik hayatın akısını yorumlayan genel anlamdaki ilmî kanunlar da değişir. Çoğu zaman in­sanlar için, fikrî, doktrinler ve sübjektif alanda çeşitli çerçe­veleriyle birlikte ekonomik hayata uygulanacak olan bir ka­nun vaaz etme imkânı mevcut değildir. Her zaman insan ira­desinin ekonomik hayat akışında, tıpkı kapitalist toplumda -ki ekonomistler bu toplumu incelemişler ve elde ettikleri; sonuçların ışığında siyasal ekonominin kanunlarını ortaya koymuşlardır.- faaliyet gösterdiği gibi faaliyet göstermesini beklememiz doğru Olmaz.

Çünkü fikri, doktrinler ve sübjek­tif çerçeveleri bakımından toplumlar birbirlerinden ayrıl­maktadırlar. Şu halde bu çerçevelerin, ilmî araştırma işinde sabit birer delil kaynağı olarak kullanılmalar gerekmekte­dir, diyebiliriz. Bu hususlara riayet edilerek yapılan ilmî araş­tırmalar sonucunda, özel olarak bu çerçevelerde geçerli ola­cak olan kanunların ortaya çıkması tabiî kabul edilmektedir.

Örnek olarak temel bir kuralı -ki klâsik ekonomi kanun­larının birçoğu bu kuralın ışığında ortaya konmuştur- an­mak istiyorum. Bu temel kural: duygulu ve sosyal bir insan­dan; tüm ekonomik alanlarda kişisel yararım kendisi için en yüce bir amaç olarak kabul eden homo ekonomik bir insan meydana getirmiştir. Başlangıçta ekonomistler; toplumdaki her bireyin, ekonomik alandaki pratik yönelimlerini her za­man kendi maddi çıkarlarından esinlenerek tespit ettiğini kabul etmişlerdi. Bu tip bireylerden oluşan bir topluma hâ­kim olacak olan ilmî kanunları da böylece araştırmaya baş­ladılar.

Ekonomistlerin bu varsayımları Avrupa kapitalist toplumuna, bu toplumun ruhî, fikri karakteri, pratik ve ah­lâki değer ölçülerine oranla realiteyle büyük bir ölçüde bağ­daşmış durumdaydı. Şunu da söylemek gerekir ki sadece bu esasın değişmesiyle, toplum hayatı için konulmuş olan eko­nomi kanunlarında temelli bir değişimin meydana gelmesi kapitalist toplumdan başka bir topluma yönelmesi de bek­lenebilir. Bu yeni toplumun bireyleri; gidiş tarzı konusunda bambaşka bir kurala uyabilirler.. Bambaşka düşünce ve de­ğer ölçülerine inanabilirler.. Çünkü toplumlar; gidiş tarzla­rını ve hayatlarının pratikteki değerlerini belirleyen faktör­ler bakımından birbirlerinden ayrılırlar.

Buna kapitalist toplumla, islâmın meydana getirmek için -nitekim bir zamanlar meydana getirmiştir de..- davet kampanyasını açtığı toplumu örnek verelim: Bir zamanlat islâmın gölgesinde et ve kandan oluşan bir toplum yaşamıştı. Bu toplumun gidiş tarzının genel kuralı, pratikteki ölçüleri, ruhî ve fikrî içerikleri, kapitalist toplumunkinden tamamen ayrılmaktaydı. İslamlık bir din ve hayat için özel bir doktrin olması niteliğiyle her ne kadar ekonomik olgulara ilmi bir yöntemle yaklaşmıyorsa da bu olguların eksenini ele aldığı için bu olguların sosyal alandaki akışlarını büyük ölçüde etkide bulunmaktadır. Bu olguların ekseni hayat hakkındaki anlayışı güdüleri ve amaçlarıyla birlikte insandır.

İslamlık insanın kendi potasında eritmekte ve ona kendi ruhî, fikrî çerçevesi içinde bir şekil vermektedir. İslâmlığın bu tip bir toplumu meydana getirmek için girişmiş olduğu deneme devresinin kısa olmasına rağmen yine de insanlığın tanık olduğu en parlak bir sonucu elde edebilmiş ve insanı; kafa­larına kadar madde zorunluluğu ve madde anlayışları batak­lığına batmış olan kapitalist toplum bireylerinin görmekten bile aciz kaldıkları ufuklara yükseltmenin mümkün olduğu­nu ispatlamıştır, ideal bir toplumu meydana getirmek için islâmın girişmiş olduğu deneme hakkında tarihin bize bir nebzecik bilgi vermesiyle, insanın gönlündeki hayır ve iyilik imkânları ve bu imkânları güçlendiren islâmın ideolojik gücü ortaya çıkmış olmaktadır. İslâmın bu ideolojik gücü, insan­lığın büyük meselesini çözümleme yolunda büyük yararlık­lar göstermiştir.

Bu altın deneme tarihinin bir şeref levhası­nı sizlere sunmaya çalışalım: Servet ve zenginlik sahibi ol­mayan fakir bir topluluk, Peygamber (8.A.S.) Efendimize gelerek söyle dediler: «Ey Allah'ın Resulü, zenginler sevap bakımından ileri gittiler. Bizim kıldığımız gibi onlar da na­maz kılıyorlar. Bizim oruç tuttuğumuz gibi onlar da oruç tutuyorlar. Mallarının fazla oluşu sebebiyle de sadaka veri­yorlar,» Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendilerine şu karşılığı verdi : «Allah size, sadaka vereceğiniz bir şeyler ver­medi mi hiç? Sizin her teşbih çekişiniz bir sadakadır.

Her tekbir getirişiniz bir sadakadır. İyiliği emretmeniz sadakadır. Kötülükten alıkoymanız sadakadır. Bu Müslümanlar kendi hayat realitelerini Peygamberimize anlatmışlardı. Bunlar, güç ve saltanat unsuru veya arzularla istekleri doyulma garan­tisi olması niteliğiyle servet istemiyorlardı. Sadece zenginle­rin, sosyal alanda toplum yararına katkıda bulunmaları, iyi­lik ve ihsanda bulunarak manevi ölçülerde ileri gitmeleri, kendilerini geride bırakmaları ağırlığına gitmişti o kadar.

İnsanlığın yaşam için girişmiş olduğu mükemmel dene­menin gölgesinde böyle bir eğilime sahip olmak, Müslüman ferdin karakterine ve servet anlayışına ters düşmektedir.

İslâm toplumundaki rant ve ticaret işlemlerinin niteliği hakkında İmam Şatibî şöyle der:

Müslümanların rant ve ticaret işlemlerini yürütürken son derece az ücret ve kazanç aldıklarını görürsünüz. Hatta bazılarının kendileri için değil de başkaları için kazanç sağ­lamaya çalıştıklarına tanık olursunuz. Bu sebeple de kendileri için gerekli olandan fazla olarak nasihat ve öğüt hususunda ileri gitmişlerdir. Sanki kendilerinin, kendileri için değil de başkaları için vekil oldukları kanısını uyandırmışlardı, in­sanlarda. Hatta eğer şer-i yönden yasaklanmamış olsaydı kendileri için bir ihsan yapılmasının, başkaları için bir hile olduğu görüşündeydiler.»

Muhammed bin Ziyad da, İslâm toplumundaki yardım­laşma ve dayanışmanın görünümleri hakkında şöyle der: «Müslüman kabileden bir eve misafir gelirdi. Kabilenin bir diğer evi de kendi yemeği için tencereyi ocağa k9ymuş olsa, kendisine misafir gelen ev sahibi, komşusunun tenceresini ocaktan alıp içindeki yemeği kendi misafirine ikram ederdi. Tencere sahibi, tencereyi ocakta görmeyince, «Tencereyi kim aldı?» diye sorardı. Misafir de,» onu biz kendi misafirimiz için aldık.» diye cevaplardı. Bunun üzerine tencere sahibi. »Allah, onu size bereketli kılsın» derdi.»

İşte böylece ekonomik hayat akışının ve bu hayatın tabii kanunlarının değişmesiyle insanın kalbinin değişmesi, yani ruhi ve fikrî şartlar kazanması hususunda islâmın oynadığı olumlu rolü görmüş olduk. Ayrıca bu gibi esas ve özelliklere sahip bir topluma; maddecilik ve egoizm bataklığına gömülü olan kapitalist topluma uygulanan kanunların aynısını uygulamanın da ne kadar hatalı bir davranış olduğunu öğrenmiş olduk.

Örnek olarak gelir dağıtımı kanunuyla arz ve talep kanu­nunu ele alalım. Kapitalist ekonomideki gelir dağıtımı kanunu Ricardo ve diğer klasik ekonomistlerin ileri gelenlerinin de açıkladıkları gibi şöyle bir hüküm vermektedirler. Elde edilen milli gelirin bir bölümü işçinin iş gücünü koruyacak ve onun geçimini sağlayacak olan gıda maddelerinin fiyatına göre ayarlanmalıdır.

Geri kalan bölümde kazanç kar ve verim şeklinde bir taksime tabi tutulmalıdır. Kapitalist ekonomi bu kanundan şöyle bir sonuç çıkarmaktadır: Ücretler için sert ve kesin bir ka­nun konulmuştur, "Bu kanun gereğince; gıda maddelerinin fiyatının alçalması veya yükselmesine bağlı olarak isçini r. ücret olarak almış olduğu para miktarının artması veya azalması halinde bile ücretinin artması veya eksilmesi im­kânsızdır.

Bu kesin kanunu şöylece özetleyebiliriz: Herhangi bir sebepten ötürü işçi ücretlerinim yükselmesi durumunda işçilerin geçimleri güzleşir Evliliğe fazlaca yönelip nesli çoğaltırlar. Dolayısıyla da çalışan eller çoğalır. Emek arzı eskiye, göre çok daha yükselir. Ücretle de normal düzeye düşer. Ama bunun tersi bir durum olunca ücretler; normal düzeyden da­ha aşağı düşer. Ki bu da işçi safları arasında yoksulluk ve hastalığın yayılmasına yol açar. işçi sayısı azalır. Emek arzı düşer. Ücretler yükselir...

Klasik ekonomistler bu kanunu bizlere; realitenin ilmi bir yorumu ve ekonomik hayatın, tabii bir kanunu olarak sunmaya çalışmaktadırlar. Aslında bu kanun ancak; genel anlamda bir sosyal garantisi olmayan eşyanın piyasa değerini borsaya göre pazara göre ayarlayan kapitalist bir toplumda ve belli sınırlar içinde uygulanabilir.

Fakat insanca yaşamayı garanti eden ilkelerin egemen olduğu bir topluma (İs­lâm toplumu gibi) veya borsa mekanizmasının hükümsüz kaldığı, bu mekanizmanın, arz ve talep oranına göre fiyatla­rın belirlenmesini devletçe önlendiği bir topluma (Sosyalist toplum gibi) gelince, sözünü ettiğimiz kanunlar, kapitalist toplumda uygulandıktan şekilde bu toplumlara uygulanamazlar.

Böylece anlaşılmış oluyor ki kapitalist ekonominin ge­nel anlamdaki ilmî yapısı, kendine özgü doktrinler bir çerçe­veye sahiptir. Bu yapı, mutlak manadaki ilmî kanunlara hiç de önem vermez.

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


Şimdi de gelelim sosyalizm aşamasının üçüncü unsuru olan kamulaştırmaya... kamulaştırmadaki ilmî düşünce; Marx'a göre, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin orta­ya çıkmasına sebep olan artık değer teorisinin çelişkileri esa­sına dayanmaktadır. Bu çelişkiler birike birike üretim araçlarının kamulaştırılması, vazgeçilmesi imkânsız olan tarihî bir zorunluluk haline gelir.

Marksizmin iddia ettiği bu çelişkilerin varlığı, bu çelişki­lerin hatalı analitik esaslara nasıl dayandığı hakkında daha önceleri de konuşmuştuk. Analizin dayanmakta olduğu esas­lar saptırıcı olup doğru yönde olmadıktan sonra sonucun da hatalı olarak meydana gelmesi tabiîdir.

Kamulaştırmadaki doktriner düşünceyi şu şekilde özet­leyebiliriz: Toplumun bünyesinde bulunan her bireyin, diğer kimselerin sahip bulundukları gibi ülke servetine sahip ola­bilmesi için özel mülkiyet ortadan kaldırılmalı ve ülkedeki üretim araçları toplumun mülkiyetine aktarılmalıdır.

Yalnız şu var ki bu düşünce, parti ve devlet organı içinde mutlak bir dikta rejimini elinde bulunduran sınıfta somut­laşan sosyalist aşamanın siyasal realitesine ters düşmekte­dir. Bu durumda özel mülkiyetin yasal olarak ortadan kaldı­rılması yeterli olmaz. Bu yeterli olmadığı gibi, toplumun ger­çek olarak mülkiyete kavuşması, sürdürmekte olduğu haya­tında mülkiyetin gerçek muhtevasına sahip olması için ülke servetinin toplum mülkiyetine aktarılmış olduğunu ilan et­mek de yeterli olmaz.

Tersine siyasal ortamın karakteri; tolumun mülkiyette­ki bu payını sadece yasal bir pay olarak bırakmakta, buna karşılık iktidardaki egemen sınıfın gerçek anlamıyla mülki­yete sahip oluşlarına da göz yummaktadır.

Bu sınıfın gerçek mülkiyete sahip oluşu, bunların ülke servetlerinin geleceği üzerinde mutlak bir hegemonya kurmuş olmasında göze çarp­maktadır. Böylece bu iktidar sınıfı; kapitalist toplumda spekülasyoncu sermaye sahiplerinin yararlanmış oldukları fır­satların aynısından yararlanmış olmaktadırlar.

Çünkü bu sınıftan olanlar; devletin yapmış olduğu bütün icraatların arkasında bulunmakta, sınıfsız toplumu temsil etme ve bu toplumun mülkleri üzerinde tasarruf etme hak ve yetkisini sadece kendi tekellerine almaktadırlar. Dolayısıyla da bu adamlar, bir kapitalistin çalmış olduğundan daha fazla artık değer çalmaktadırlar.

Marksizmin dilini bir süreye mahsus olmak üzere iğreti olarak almak istersek şöyle bir ifade kullanma imkânım elde edebiliriz: Marxçı sosyalist toplumdaki kamulaştırma, top­lumun ortak mülkiyeti ile iktidardaki egemen sınıfın elinde bulunan mülkiyetin asıl gerçeği arasında bir çelişki meydana getirmektedir. Asıl gerçeği ile mülkiyet; Servete hâkim olma ve çeşitli yöntemlerle bu servetlerden yararlanma gücünden başka bir şey değildir.

Mülkiyetin' bu asıl gerçeği, toplumun tüm yapısını hegemonyası altında bulunduran siyasal gücün yararlanmakta olduğu temel bir unsurdur. Bu temel unsur aslında, mülkiyetin gerçek özünün yasal bir tercümesi ve uy­durma bir perdesinden başka bir şey olmayan haklar, ayrıca­lıklar şeklinde yasal alanda kendini gösterir. Yalnız şu var ki Marxçı sosyalist toplumda bu yollarla mülk sahibi olan bir kimse, kendisinden önceki mülk sahiplerinden bir noktada ayrılmaktadır. Bu mülk sahibi yasal olarak, kendisinin mülk sahibi olduğunu söyleyemez. Eğer söyleyecek olursa bu onun siyasal mevkisiyle bağdaşmaz.

Siyasal karakteri gereğince sosyalizm, bu tür mülk sahibi bir kimsenin çekirdeğini kendi bünyesinde taşımakta ve sosyalizm denemesi esnasında bu mülk sahibini doğurmaktadır. Her ne kadar sosyalizm, böyle bir mülk sahibinin, ekonomik hayattaki gerçek görevini in­kâr etmesini zorunlu kılıyorsa da... Ve her ne kadar onu, utanmaksızın iğrenç bir şekilde mülk sahibi olduğunu herkese açıkça söyleyen bir kapitaliste oranla daha fazla mahcup ve utangaç bir mülk sahibi haline getiriyorsa da...

Marxçı sosyalizmde kamulaştırma, tarihte ilk defa mey­dana gelen bir olay değildir. Tarih boyunca birçok kamulaş­tırma denemeleri yapılmıştır.

Çünkü bazı eski devletler tüm üretim araçlarının kamu­laştırma eylemlerine girmiş dolayısıyla da Marxçı sosyalist­lerin giriştikleri sosyalizm denemesinden elde ettikleri ka­zancın tıpı tıpına benzeri olan kazançlar sağlamışlardır. Bazı Helenistik ülkelerde ve özellikle Mısırda devlet; kamulaştır­ma ilkesini benimsemiş, üretim ve takas işlemlerini kendi kontrolü altına almış, birçok çeşitteki üretim işlerinin idare­sini üzerine almış, bu düzen dolayısıyla da birçok yararlar elde etmiştir.

Mısır, bu düzeni mutlak bir dikta rejiminin yü­rürlükte olduğu firavunlar zamanında gerçekleştirmiş, son­raları artık bu düzenin aslını gizleyemez olmuştu. Mutlak bir dikta rejiminin gölgesi altında gerçekleştirilen kamulaş­tırma eylemleri, üretimi genişletmek ve geliştirmek amacıyla
toplumsal mülkiyeti doğurur. Kamulaştırma hareketi, reel olarak sadece iktidara, mülk edinme ve elde edilen mülkler üzerinde de tasarruf etme fırsatını verir. Bu sebeple de eski zamanlarda yapılan kamulaştırma denemelerinde kamulaş­tırmayı yapan görevlilerin ihanetlerine ve kralın kişiliğinde tecessüd eden bir dikta rejimine rastlanmıştır.

Kralın kişiliğindeki bu dikta rejimi, kralı tanrı derecesine yükseltir. Korkunç güçlerin tümü bu egemen tanrıdan yana bir vaziyete geçip, onun tapınak, köşk ve taht yapma gibi isteklerini ye­rine getirmeye çalışırlar.

Mısırda firavunlar devrinde yapılan kamulaştırma de­nemelerinin; üretim hareketindeki hızlı gelişmeler, iktidarın yararlanmakta olduğu müthiş bir şekilde gelişen güç­ler, iktidarın bu güç sayesinde kamulaştırılan servetlerden faydalanması gibi olgular bakımından, modern çağda marksizmin kamulaştırma denemelerinin sonuç olarak elde etmiş olduğu olguların aynısını sonuç olarak elde etmesi bir rastlantı eseri değildir.

Firavunlar devrinde olduğu gibi modern çağda da üretim işlemleri, kamulaştırma havası içinde yapıl­mıştır. Baskı altında çalıştırılan işçilerin yapmış oldukları üretim, hızlı ve fakat geçici bir gelişme gösterir. Kamulaş­tırma; yapılan bu her iki denemede de üstün bir iktidarın, yetkisine sınır olmayan egemen bir iktidarın gölgesi altında doğmuştur. Kamulaştırmanın amacı sadece üretimin geliş­tirilmesi olursa o zaman, demir gibi otoriteyi sahip bir ikti­darın varlığına gerek duyulur,

Bu iki kamulaştırma denemesinde elde edilen sonuca göre; kamulaştırmanın yapılmasında, iktidarın otoriter olu­şunun ve mülkiyetin asıl gerçeğine sahip olmasının esas ol­duğa anlaşılmıştır. Çünkü kamulaştırma; sübjektif temellere veya insanın ahlakî değerleriyle yetinmesi esasına dayalı olarak yapılmamaktadır. Tersine, üretim düzeyini yükseltmek amacıyla maddi temellere dayalı olarak yapılmaktadır. Tabii olarak iktidarın, kendisini çevreleyen imtiyazlarla bu maddi amaç arasında bir çelişki bulmaması gerekmektedir.

Yine tabiî olarak iktidar organının ancak kendisinin üre­timi geliştirip yüksek düzeye çıkarmaya iten gücün şiddeti oranında pratik olarak toplum mülkiyetini kabullenmesi ge­rekir.

Bütün bu anlatılanlardan sonra devlet mekanizmasının, eski kamulaştırma denemelerinde kamulaştırma görevlilerinin ihanetleri ve de toplum malından çalarak servet biriktir­meleri hadiseleri ile inleyip can çekişmiş olduğunu duyma­mız anormal karşılanmamalıdır. Çağımızda Rusya’da yapılan kamulaştırma denemesine değinen Stalin; parti ve devlet adamlarının, Rusya’nın sön savaşla meşgul oluşunu fırsat bi­lerek mal ve servet biriktirdiklerini itiraf etmek zorunda kal­mış, bununla da yetinmeyerek bu gerçeği bir demeçle tüm Sovyet halkına ilan etmiştir.

Biri eski çağda, diğeri de çağımızda gerçekleştirilmiş olan iki kamulaştırma denemesi arasında olgu ve sonuç ba­kımından bir benzerlik bulunduğu açıkça görülmektedir. Her ne kadar bu iki kamulaştırma denemesinin gerçekleşti­rilmiş olduğu ortamlar ve bu ortamların üretim şekilleri bir­birinden ayrı olsa bile Bu da, çeşit ve çerçeveler ayrı olsalar bile her iki denemedeki esasın ayrı olduğuna işaret etmekte­dir.

Böylece de bütün kamulaştırma denemelerinin, aynı si­yasal ortamda yani marksizmin iddiasına göre bir dikta reji­minin ortamı içinde gerçekleştirilmeleri halinde hep aynı so­nucu verdiklerini ve vereceklerini öğrenmiş olduk. Kamulaş­tırma denemesini yapan kimselerin liderlerine göre bu dene­menin pozitif gerekçesi; Marksist kamulaştırma denemeleri­nin, denemelerini yaparken esas olarak kabul etmiş oldukları gerekçenin aynısıdır. Bu gerekçe; tarihî maddecilik anlayı­şına göre, zaman süreci içerisinde tarihi ileriye doğru iten bir güç niteliğindeki üretimin geliştirilmesidir.

***

Sosyalizm aşamasının son temel unsuru olan dağıtıma gelelim. Dağıtım; «Herkesten gücü oranında iş, herkese emeği oranında hak.» ilkesine göre düzenlenmelidir.

Bu ilke, ilmî açıdan tarihî maddecilik kanunlarına da­yanmaktadır. Çağdaş sosyalizm kanunu gereğince toplum, ortada ne emekçi ve ne de sermaye sahibi bir tek kişi kalma­yacak şekilde bir tek sınıf haline geldikten sonra her bireyin, yaşamak için çalışması zorunluluk haline gelecektir.

Nitekim marksizmin, «Emek, değerin esasıdır» diyen de­ğer kanunu da her işçinin, harcadığı emek oranında pay sahi­bi olacağını kabul eder. İşte bu şekilde dağıtma işlemi, «Her­kesten gücü oranında iş, herkese emeği oranında hak...» Prensibine uygun olarak yürür gider.

Bu ilke yürürlüğe girer girmez, sosyalizmin sınıfsızlık karakteri ile çelişmeye başlamaktadır. Çünkü işçiler; işin tü­rü, zorluk derecesi ve kendi yeterliliklerinin birbirinden ayrı oluşuna bağlı olarak yaptıkları iş bakımından birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Meselâ 6 saatlik çalışma gücüne sahip ol­mayan bir işçi bulunduğu gibi, her gün için 10 saatlik sürey­le çalışabilecek daha güçlü bünyeye sahip bir işçi de buluna­bilir.

Başkalarının ürettiğinin kat kat fazlasını üreten, üre­tim yöntemlerini daha da güzelleştiren dikkat ve zekâ sahibi yetenekli bir işçi bulunduğu gibi; buluşçuluk için değil de sa­dece başkalarını taklit etmek durumunda ve hiç bir yeteneğe sahip olmayan bir işçi de bulunabilir. Elektrikle çalışan ince cihazları yapmak için çalışmalara girişen bir işçi bulundu­ğu gibi, ağır yükleri taşımak ve hamallıktan başka bir iş için kullanılması imkânsız plan bir. işçi de bulunabilir. Bütün bunlardan ayrı olarak tüm ülkenin yazgısını elinde bulun­duran ve siyasal alanda çalışan bir işçi de bulunabilir..

Bu işçilerin birbirlerinden ayrı yapıda oluşları, bunların meydana getirmiş oldukları değerlerin de birbirinden ayrı oluşuna yol açmaktadır. Bu işlerle bu işlerin üretmiş olduk­ları değerler arasındaki açık fark, belirli bir sosyal realiteden kaynaklanmaktadır. Marksizm de bunun böyle olduğunu ka­bullenmektedir. Çünkü Marksizm; işi basit ve bileşik olmak üzere iki kısma ayırmakta ve bir saatlik zorlu bir bileşik işin üretmiş olduğu değerin basit işin üretmiş olduğu değerden kat kat fazla olduğunu kabul etmektedir.

Sosyalist toplum, bu problemle karşılaştığında, çözüm için önünde sadece iki yol bulacaktır:

1 — «Herkese emeğine göre hak.,» diyen ilkeye göre, toplum bireylerine muhtelif miktarlarda servet dağıtımı yap­mak, Bunu yaptıkları takdirde yeniden sınıf ayrılıkları doğa­cak ve böylece de sosyalist toplum, yepyeni bir yöntemle sı­nıfsal bileşimi meydana getirmiş olacaktır.

2 — Sosyalist toplum; kapitalizmin, artık değerin ça­lınması yöntemini iğreti olarak alacak ve toplumun bireyleri­ne eşit miktarlarda ücret dağıtarak ücretler arasında bir den­ge sağlayacaktır.

Bu problemi çözmek yolunda teori ve pratiğin iki ayrı yönelimi vardır: Pratik veya günümüz sosyalist toplumunun realitesi, birinci yolu izlemekle problemi çözümlemeye yönel­mektedir. Ki bu yol, toplumu yeniden sınıflılık çelişkilerine itmektedir. Bu sebepledir ki Rusya’da küçük seviyedeki gelirle üst seviyedeki gelir arasındaki oranın 8/o 5 ile % l'5 olduğunu görmekteyiz. Ölçülerin ayrılığına göre. Sosyalistlerin ileri ge­lenleri bile mutlak bir eşitliğin gerçekleştirilmesinin, Bin­lerce politikacıların ve askerlerin yaptıkları işleri basit işler düzeyine indirmenin pratikte imkânsız olduğunu görmüşler­dir.

Çünkü bu; fikrî gelişmeleri, aklî ve teknik hayatı durdu­rur, işlemez hale getirir, işin türü ve zorluğu göz önüne alın­maksızın herkese hep aynı ücret ödendiğine göre birçok kim­selerin basit işlere dönmesine sebep olur... işte bu sebeple sosyalizm denemesinin gölgesi altında bazı çelişki ve ayrılıklar doğmuştur.

Bundan sonra bir de baştaki hükümet, kendi si­yasal karakterine uygun olarak bu çelişki ve ayrılıkları daha da derinleştirmiş, böylece de gizli polis sınıfı (örgütü) doğmuş oldu. Hükümet, ajanlık işini iyice yapabilmesi için bu örgüte büyük imtiyazlar tanımış, kendi dikta rejimini takviye etmek için bu örgütü emrine amade duruma getirmişti. Toplum, an­cak gün doğduktan sonra işin farkına varmış ve bizzat sosya­lizmin bugün kurtulmak istediği bir realitesi ile karşılaşmış­tı.

Teorinin bu problemi çözümlemekteki yönelimine gelin­ce, Anti dühring adlı kitapta bu yönelimin yenilenmesine işaret edilmektedir. Problemi Engels ortaya koymakta ve çö­züm yolunu bizzat kendisi göstermektedir:

«Şu halde, bütün o bileşik emeğe daha yüksek ücret ödenmesi önemli problemi nasıl çözümlenir? özel üreticiler toplumunda, vasıflı işçinin yetişme masraflarını özel kişiler ya da aileler yüklenirler. Öyleyse vasıflı işgücünün daha yük­sek fiyatı önce özel kişilere ödenir. Usta köle daha pahalıya satılır. Usta işçiye daha yüksek ücret ödenir.

Sosyalist örgüt­lenmeli toplumda bu masrafları toplum yüklenir, öyleyse meyveler, bir kez üretildikten sonra, bileşik emeğin, daha bü­yük değerleri ona aittir. İşçinin kendisine ek bir hakkı yok­tur.[1]

Bu problemi çözümlemek için Engels'in ortaya attığı alt­ernatife göre; bileşik emeği basit emekten ayıran üstün de­ğerlerin, işçinin bileşik işi yapabilme yeteneği için bir nevi denge unsuru olduğu kabul edilmektedir. Kapitalist bir top­lumda birey, yeteneğinin zorluklarını bizzat kendisi taşımak­ta ve dolayısıyla da yeteneğinin ürünü olan değerlere sahip olma hakkını kazanmaktadır.

Sosyalist toplumda ise bireyin yeteneğini karşılayacak olan ücreti sadece devlet ödemekte­dir. Dolaysıyla da bileşik işlerin meydana getirmiş olduğu üstün değerlere sahip olma hakkını tek başına devlet elde et­mektedir. Bu durum karşısında teknik işçi, basit işçinin almış olduğu ücretten daha fazlasını isteme hakkını elde edememek­tedir.

Ne var ki bu alternatif realiteye ters düşmektedir. Has üreticiler toplumunda yani, kapitalist bir toplumda siyasî veya askerî alanda iş yapmakta olan bir işçinin (politikacı veya generalin) elde etmiş olduğu değer, önce de anlatmış olduğumuz gibi siyaset veya askerlik tahsilini yaparken çek­miş olduğu zorluklardan ötürü üstünlük kazanmaktadır.

Kaldı ki Engels bu alternatifini, Marksist ekonominin iddia ettiği ilmî esaslarla uyuşan ince bir kalıp içinde ileri sürmüş de değildir. Yetenekli teknik bir işçinin üretmiş olduğu eşyanın değerine, bu işçinin teknik bilgileri tahsil ederken harcamış olduğu emeğin ücreti ve karşılığının eklenemeyeceği hususunu unutmuştur, Engels.

Eşyanın değerini belirleyen unsur; o eşyanın fiili olarak üretilmesi için harcanan emek miktarıyla, o eşyayı meydana getiren işçinin, teknik bilimi tahsil ederken harcamış olduğu emek miktarıdır. Bir işçinin 10 sene süreyle teknik bilim öğrenimi yaptığını ve bu öğre­nimin ona 50.000 T. Lirasına mal olduğunu düşünelim. Şu halde bu işçinin öğrenimle elde etmiş olduğu yeteneğin kar­şılığı 50.000 T. Lirasıdır. Bir bakıma 50.000 T. Lirası, teknik öğrenim için harcanan emek miktarının da ifadesidir. Oysa­ki işçinin okuldan mezun olduktan sonra 10 senelik çalışma karşılığında elde etmiş olduğu para, 50.000 T. Lirasından da­ha fazla olacaktır.

Bu varsayıma göre öğrenim için harcanan para, işçinin liretim karşılığında elde etmiş olduğu ücretten yani, eşyayı meydana getirmek için harcamış olduğu emeğin karşılığı ola­rak almış olduğu paradan daha az olmaktadır. Bu da işçinin iş gücünü yenilemek için çekmiş olduğu zorluk ve zahmetin bir karşılığıdır, işçinin, işgücünü yenilemek için almış oldu­ğu ücret, artık değer teorisine göre işçinin üretmiş olduğu eş­yanın değerinden daha az olmaktadır.

İşçinin öğrenim sırasında harcamış olduğu emek mikta­rı, eşya üretimi esnasında, harcamış olduğu emek miktarın­dan daha az olduğuna göre Engels, bu iş içinden kurtulmak için nasıl bir çıkış yolu bulacaktır? Marksist ekonomiye göre bu durumda devlet; öğrenim masraflarını ödemiş olması ni­teliğiyle işçinin, öğrenim esnasında üretmiş olduğu eşyanın değerinden pay alma hakkına sahip değildir.

Çünkü teknik işçinin üretmiş olduğu eşyanın artık değeri, işçinin öğrenim esnasında çekmiş olduğu zorlukların ve yeteneğinin eseri de­ğildir. Tersine, öğrenim esnasında harcamış olduğu emeğin eseridir. Eşyanın meydana getirilmesi için harcanan, emek miktarı, öğrenimi için harcanan masraflarda somutlaşan emek miktarından fazla olduğu takdirde işçinin kendi ürünü için fazla ücret alma hakkına sahip olması durumu ortaya çı­kar.

Engels'in gözünden kaçan bir diğer husus da şudur: İşin zorluğu meselesi her zaman öğrenim fazlalığı ile maharetlerden doğmaz. Tersine işçideki bazı tabiî yeteneklerden doğar ki bu işçi öğrenim fazlalığının yardımıyla değil de kendi tabii yeteneklerinin sayesinde, başkasının 2 saatte üretemediği de­ğeri kendisi l saatte üretebilir.

Ama bütün bu üstünlüklerine rağmen bu işçi, başka işçilerin almış olduğu ücretten kat kat fazlasını alabilir mi? Oysaki sosyalist toplum, bazı çelişki ve ayrıklıkları meydana getirmekte veya kalifiye işçiyle kalifiye olmayan işçi arasında (haksız) bir eşitlik sağlamakta ve ka­lifiye işçiye, üretmiş olduğu değerin sadece yansını ücret ola­rak ödemektedir. Böylece de sosyalist toplum, artık değerden çalarak hırsızlık suçunu işlemiş olmaktadır.

Özet olarak diyelim: Marxçı sosyalizm aşamasında hü­kümet şu iki yoldan birine gitmek zorunluluğuyla karşılaş­maktadır.

Ya Marksist değer kanununun zorunlu kıldığı gibi dağı­tım, «Herkese emeğine göre hak..» ilkesine göre düzenlene­cektir..

Ya da teoriden pratiğe kayarak basit işle bileşik iş ara­sında ve yetenekli işçiyle bayağı işçi arasında bir eşitlik sağla­yacaktır. Böylece de basit işçininkinden çok daha üstün se­viyede olan yetenekli işçinin üretmiş olduğu değerden bir miktar çalmış olacaktır. Tarihî maddecilik, kapitalistlerin böyle bir yönelim içinde olduklarını iddia etmektedir. Oysaki sosyalistler de bunun aynısını yapmaktadırlar.







KOMÜNİZM

Sosyalizm aşamasını inceledikten sonra sıra komünist toplumu doğuran aşamayı incelemeye geldi. Tarihî madde­ciliğin kehanet yaparak verdiği haberlere göre komünizm aşaması, insanları yeryüzünün cennetinde toplayacaktır. Ko­münizmin iki temel unsuru vardır.

a — Sadece sermayesel üretim alanında değil tüm üre­tim planlarında ve aynı zamanda tüketim alanında da özel mülkiyeti kaldırmak. Buna göre tüm üretim araçları ve tü­ketim eşyaları kamulaştırılacaktır.

b — Siyasal iktidarı kaldırmak Toplumu nihaî bir şe­kilde hükümetten kurtarıp özgür hale getirmek.

Tüm alanlarda özel mülkiyeti kaldırmak hususu doktrin­deki varlığını değer kanunlardan almamaktadır. Oysaki ser­mayesel üretim araçlarının kamulaştırılması marksizmin de­ğer kanunuyla artık değer teorisine dayanmaktadır. Esas ola­rak kamulaştırmadaki genelleme düşüncesi şu varsayıma da­yanmaktadır.

Sosyalist düzenin sayesinde toplum, yüksek dü­zeyde bir servete kavuşacaktır. Bunun yanında üretim güçle­ri de korkunç bir şekilde gelişecektir. Dolayısıyla da üretim araçları üzerindeki mülkiyet bir yana, tüketim eşyaları üze­rindeki özel mülkiyete bile yer kalmayacaktır. Çünkü toplum­daki her birey, ihtiyaç duyduğu eşyayı elde etmekte ve dile­diği zamanda bu eşyayı tüketebilmektedir. Şu halde bu birey özel mülkiyete hiç de ihtiyaç duymayacaktır.

Komünist toplumda dağıtım ilkesi bu esasa yani; «Her­kese emeği oranında değil de ihtiyacı oranında hak..» kura­lına dayanmaktadır. Yani toplum, bireye, ihtiyaçlarını gide­recek ve arzularını gerçekleştirecek kadarıyla tüketim eşya­sı vermektedir. Çünkü toplumun elinde bulunan servet, tüm ihtiyaçları giderecek ve arzuları gerçekleştirecek kadar çok­tur.

Hayalin en derin ufuklarına kadar uzanan bu varsayım­dan daha hayal perest bir varsayım tanımıyoruz. Bu varsa­yıma göre komünist toplumdaki her insan, tüm ihtiyaç ve arzularını mükemmel bir şekilde giderme gücüne sahiptir. Tıpkı su ve havaya olan ihtiyaçlarını giderebildiği gibi. Eş­yaların piyasada seyrekleşmesi ve eşyaların zorluk çekilerek elde edilmesi gibi bir şey üzerinde mülk sahibi olma ihtiyacı sözkonusu değildir.

Bundan da anlaşılıyor ki komünizmin, insanların kişili­ğinde harikalar meydana getirmesi dolayısıyla insanlar; ka­mulaştırma sebebiyle kişisel ve egoist güdülerini kaybetmiş olmalarına rağmen yine de üretim alanında devleşmelerdir. Bununla yetinmeyen komünizm, tabiat üzerinde de harika­lar oluşturmuştur. Tabiatı cimrilikten kurtararak ona cö­mertlik ruhunu aşılamıştır. Bu ruha sahip olan Tabiat; yük­sek düzeydeki maden, nehir ve diğer kaynaklar gibi İhtiyaç duyulan şeyleri vermek hususunda eli açık davranmaktadır.

Marksist denemeciler, insanlığa vaad etmiş oldukları cen­neti kurmak için uğraştılar. Ne yazık ki büyük bir şanssızlık eseri başarıya ulaşamadılar. Marksist deneme hâlâ sosyalizm veya komünizmden birini yeğlemiş değildir. İnsan karakte­riyle çelişkiye düşen hayalî bir yönelime giren her denemede olduğu gibi Marksist deneme de, komünizmi bilfiil gerçekleş­tirmekten aciz kaldığım açıkça ilân etmiştir. Rusya’daki sos­yalizm devrimi, ilk etapta sırf bir komünizm yönelimine gir-, mistir.

Çünkü Lenin, bütün malların toplum mülkiyetine geçmesi için çaba harcamış, arazileri sahiplerinin ellerinden al­mış, çiftçileri de ferdî üretim araçlarından yoksun hale getirmiştir. Bu icraatlara dayanamayan çiftçiler karşı direnişe geç­miş, üretim çalışmalarını bırakıp greve başlamışlardı.

Dola­yısıyla da ülkeyi sarsan korkunç bir açlık felaketi baş göster­mişti. Bu felaket; hükümeti, yaptığı icraatlardan vazgeçme­ye zorlamış ve çiftçilere, mülk edinme hakkım tekrar ver­mişti. Böylece de ülke tekrar eski normal durumuna kavuş­muştu. Bu normallik 1928 – 39 yıllarına kadar devam etti. Bu tarihten sonra yeni bir inkılâp hareketi görüldü. Bu inkılâbın amacı, halkı yeniden mülk edinme hakkından yoksun etmekti.

Çiftçiler tekrar direniş ve greve başladılar. Hükümet de halkı öldürüp ürkütmekte gerçekten fazla ileri gitti. Zindan­lar tutuklularla doldu. Denildiğine göre kurbanların sayısı 100.000 i bulmuştu. Tabiî bu rakam komünistlerin itirafına göre idi. Komünizm muhaliflerinin dediğine bakılacak olur­sa kurbanların sayısı, bu rakamın çok daha üstündeydi.

Ekonomik krizin ve grevlerin sebep olduğu açlıktan ölen­lerin sayısı 1932 yılında, Sovyet hükümetinin itirafına göre 6 milyonu bulmuştu. Bu durum karşısında hükümet, yürü-tümlerinden caymak zorunda kaldı. Ve asıl mülkiyeti devle­te ait olmak şartıyla çiftçilere birer küçük çiftlik, kulübe, yararlanmak kaydı ile de birkaç hayvan vermeyi kararlaştır­dı. Çiftçiler de buna karşılık; devletin taahhüdünde bulunan kolhozlara üye olacaklardı. Devlet, dilediği zaman b u üyeler­den istediğini kolhoz dışı edebilecekti.

***

Gelelim komünizmin ikinci temel unsuru olan «Hüküme­tin yok edilmesi» meselesine. Bu unsur, komünizmin en sivri yanlarından biridir. Bu unsurun düşüncesi; tarihî maddeci­liğin, hükümeti yorumlarken ileri sürdüğü görüşlere dayan­maktadır. Tarihî maddeciliğe göre hükümet; burjuvaların proleterleri kendi isteklerine boyun eğdirmek için kurmuş ol­dukları bir mekanizma olması niteliğiyle sınıfsal çelişkilerin bir ürünüdür.

Bu açıklamaların ışığında, sınıflılığın tüm ka­lıntılarından temizlenmiş olan sınıfsız bir toplumda hükü­metin varlığı için olumlu bir gerekçe kalmamaktadır artık. Tarihî temelinin yıkılması dolayısıyla böyle bir toplumda hükümetin yıkılması da tabiîdir.

Tarihî, devlete bağlı toplumdan devlete karşı bağımsız olan topluma; sosyalist aşamadan komünist aşamaya vardı­ran bu dönüşümün nasıl ve ne şekilde meydana geldiğini sor­ma hakkına sahip olduğumuz kanısındayım. Bu sosyal dö­nüşüm nasıl meydana gelmiştir? Bu dönüşüm, kısa ve belir­li bir zamanda bir devrimle gerçekleştirilebilir ve dolayısıyla da toplum, kapitalizmden sosyalizme dönüştüğü gibi sosyalizmden de komünizme dönüştürülebilir mi ? Ve yahutta bu dönüşüm tedrici bir yöntemle gerçekleştirilebilir ve devlet de kendi kabuğuna çekilerek büzülür ve en nihayet yıkılıp gidebilir mi ?

Eğer dönüşüm anî ve devrimsel bir şekilde meydana ge­lir, proletarya hükümetini yıkmak da devrim yoluyla gerçek­leştirilirse o zaman bu dönüşümü gerçekleştirecek olan dev­rimci sınıf hangi sınıf olacaktır? Marksizmden öğrendiğimize göre bir hükümeti yıkmak için yapılan devrim, ancak yıkıl­ması istenen hükümetin temsil etmediği kimselerce başlatı­labilir.

Bu her zaman için geçerli bir kuraldır. Şu halde sos­yalizmden komünizme doğru yapılması istenen devrimsel bir dönüşüm, ancak sosyalist hükümetin temsil etmekte ol­duğu sınıf tarafından gerçekleştirilebilir ki bu sınıf da prole­terlerdir. Meselâ marksizm kalkıp da bize diyebilir mi ki; ko­münist devrim, kapitalistler tarafından başlatılabilir.

Sosyalizmden komünizme doğru toplumsal bir dönüşüm gerçekleşir ve tedricî bir şekilde de hükümet ortadan kalka­cak olursa bu olgu; her şeyden önce, marksizme dayanak teş­kil eden diyalektik kanunlarına ters düşer.

Diyalektikteki kalite ve kantite kanunlarına göre, kalite ile ilgili meydana gelen değişmeler, tedricî bir şekilde değil anî bir şekilde sıçrama ile meydana gelir. Bu kanuna dayanaraktan marksizm, her tarihî aşamanın başlangıcında bu- aşamanın anî bir dönüşüm olduğunu kabul ederek- bir devrimin patlak vermesinin zo­runlu olduğuna inanmıştır.

Gördüğümüz gibi bu kanun, toplumun sosyalizmden ko­münizme dönüşümü esnasında geçersiz olmaktadır.

Toplumun sosyalizm aşamasından komünizm aşaması­na tedrici bir şekilde dönüşümü, diyalektik kanunlarına ay­kırı olduğu gibi, eşyanın karakterine de ters düşmektedir. Sosyalist bir toplumdaki hükümetin tedrici bir şekilde ken­di otoritesinden fedakârlık edip vazgeçtiğini ve egemenlik gölgesini de kendi kendini yok edinceye kadar kıstığını dü­şünebilir miyiz? Oysaki yeryüzündeki bütün hükümetler, kendi merkezlerine sımsıkı sarılmakta ve hayatlarının son nefesine kadar kendi siyasal varlıklarını korumaktadırlar.

Toplumun evrimi uğruna hükümetin, kendi otoritesinden yavaş yavaş yok oluncaya kadar fedakârlık ederek vazgeçme­sinden daha anormal bir şey yoktur. Bugün dünyada tanık olduğumuz sosyalizm aşamasının karakterinden ve sosyaliz­min reel tecrübesinden daha acayip bir şey yoktur. Bildiğimi­ze göre sosyalizm aşamasının zorunlu olarak ihtiyaç duydu­ğu hususlardan biri de; sınırsız yetkiye sahip diktatör bir hü­kümetin kurulmasıdır. Sınırsız yetkiye sahip bu diktatör hü­kümet, kendi yıkımına ve yok olmasına fırsat verebilir mi? Bu sınırsız otorite ve dikta, artık bir daha hiç görünmemek üzere yıkılıp tarihe karışmaya sebep olacak olaylara fırsat verir mi?

Son olarak marksizmle birlikte, marksizmin kurduğu ha­yallere dalalım ve komünizm harikasının gerçekleştiğini yani, komünist bir toplumun meydana geldiğini, herkesin gücüne göre çalıştığını, ihtiyaçları oranında hak aldığını kabul ede­lim. Bu durumda toplum yine de; bu ihtiyaçları belirleyecek, bazen bir tek eşya üzerinde yoğunlaşan ve dolayısıyla da bir­birleriyle çelişen bu ihtiyaçlar arasında bir uyum sağlayacak ve çeşitli üretim dallarına göre iş bölümü yapacak olan bir hükümete muhtaç olmayacak mıdır ?



[1] F. Engels. Anti Dühring. C. 2 : 8.96



KAPİTALİZMLE BİRLİKTE

1 — TEMEL ÇİZGİLERİYLE DOKTRÎNER KAPİTALİZM.

2 — DOKTRÎNER KAPİTALİZM İLMÎ KANUNLARIN ÜRÜNÜ DEĞİLDİR.

3 — KAPİTALİST EKONOMİDEKİ İLMİ KANUNLAR DOKTRÎNER BİR ÇERÇEVEYE SAHİPTİR.

4 — DOKTRÎNER KAPİTALİZMİN DÜŞÜNCELERİNİN VE TEMEL DEĞERLERİNİN İNCELENMESİ.


TEMEL ÇİZGİLERİYLE DOKTRİNER KAPİTALİZM

Doktrinler kapitalizm üç temel unsura dayanmaktadır. Kapitalizmin kendisini diğer doktrinlerden ayıran yapısı bu unsurlardan oluşmaktadır. Bu unsurları sırasıyla anlata­lım.

a— Sınırsız bir şekilde özel mülkiyet ilkesine sarılmak. Suna karşılık Marksist toplumdaki temel kural, toplumsal mülkiyet esasıdır. Ki ancak bazı istisnai (kural dışı) durum­larda bu mülkiyetin dışına çıkabilmektedir. Oysaki kapitalist doktrinde durum, bunun tam tersindedir. Özel mülkiyet bu doktrinde temel bir kuraldır.

Ki bu kural çeşitli servet alan­larına kadar uzanmaktadır. Bazı zamanlar şu veya bu emlâkin kamulaştırarak devlet mülkiyetine geçirilmesi zorunluluğuyla karşılaşılabilir, işte bu gibi kural dışı ortamlarda özel mülkiyet kuralının dışına çıkma ihtimali doğmaktadır. Top­lumsal deneme, her hangi bir emlâkin kamulaştırılması zo­runluluğunu ortaya koymadıkça özel mülkiyet kapitalizmde geçerliliğini koruyan bir kural olmakta devam edecektir.

Bu temele dayanan kapitalizm doktrini (Re'smaliyye), mülk edinme özgürlüğüne inanmakta; arazi, bina ve bunla­ra benzer çeşitli servetlerden oluşan tüm üretim unsurları­nın yardımıyla elde edilen mülkiyeti de hoşgörüyle karşılamaktadır. Kapitalist toplumlarda kanunlar özel mülkiyeti korumasına yardımcı olmayı garanti eder.

b— Her bireye, kendi mülkünü İşletmek ve kendisini servet bakımından kalkındıracak olan imkânlardan yarar­lanmak için fırsat tanımak başarabildiği kadarıyla servetini fazlalaştırmasına müsamaha göstermek.

"Sözgelimi eğer bir kimse bir araziye sahip ise; dilerse bu arazisini istediği şekilde işletebilir. Dilerse başkasına kiraya verir ve kiracıdan da bazı şartlara uymasını isteyebilir. Di­lerse araziyi, hiç işletmeksizin olduğu gibi bırakabilir.

Kapitalist doktrinin mal sahibine tanımış olduğu bu ser­bestliğin amacı; mal sahibini, ekonomik hareketin yegâne faktörü haline getirmektir. Çünkü mal sahibinin gerçek ya­rarını, mal sahibinden daha iyi bilen ve bu yararlan sağla­makta ondan daha güçlü bir kimse yoktur.

Özgürlük ve ser­bestlik zırhını giymeyen birey, kendi mülkünü işletme, bu işletmeye devlet veya başka bir mekanizma tarafından yapı­lan dış müdahaleleri geri püskürtme imkânını bulamaz. Öz­gürlüğe kavuşan birey, kendi mülkünü işletmek için, uygula­yacağı metodu ve mümkün olan en büyük oranca servet el­de etmek için başvuracağı yöntemi yeğleme fırsatını bulabi­lecektir.

c— İşletme özgürlüğü garanti edildiği gibi tüketme özgürlüğünün de garanti edilmesi. Her birey; kendi istek ve arzularını gidermek için, elinde bulunan maldan istediği kadar harcayabilir. Kişi, tüketeceği maun türünü bizzat kendisi se­çer. Uyuşturucu maddeler gibi toplumun genel yararına ters düşen bazı eşyaların tüketiminin, devlet tarafından yasaklan­ması, kişinin bu seçme özgürlüğünü engellemez.

Mülk edinen işletme ve tüketme özgürlüğü şeklinde özetleyebileceğimiz bu üç türlü özgürlük kapitalist doktrinin temel çizgilerini oluşturmaktadır.


Ferdî mülkiyet yerine toplumsal mülkiyet ilkesini ortaya koyan Marksist doktrinle kapitalist doktrin arasındaki açık çelişki, hemen ilk bakışta görülmektedir. Marksist doktrin; özel mülkiyete dayanan kapitalist serbestîyi yok etmekte ve bu serbesti yerine devletin ekonomik hayatın tüm alanlarını etkisi ve otoritesi altına alması ilkesini ortaya koymaktadır.

Herkesçe bilinen bir husustur ki; temel çizgiler bakımın­dan marksizmle kapitalizm arasındaki ayrıklık, bu iki doktri­nin, fert ve topluma bakış açılarına da yansımaktadır. Çünkü kapitalizm; ferdî güdüleri kutsayan, bireyi; kendi çıkan için çalışmak, kendi özel yararlarını garanti etmek için doktrine karşı vaatte bulunan bir eksen olarak kabul eden ferdî bir doktrindir.

Marksizme gelince o; toplumsal bir doktrin olup ferdî ve egoist güdülere asla yer vermez, Bireyi toplum içinde eritir. Toplumu, doktrinin ekseni olarak kabul eder. Bu sebeple de ferdî özgürlüğü hiç tanımaz. Tersine bu özgürlükleri, temel mesele olan toplum uğruna feda eder.

Gerçek şu ki her iki doktrin de ferdî görüşe, ferdî ve ego­ist güdülere dayanmaktadırlar. Kapitalizm, iyi bir şansa sa­hip olan bireyin egoizmine saygı gösterir. Ona çeşitli alanlar­da işletme özgürlüğünü garanti eder. Bunu yaparken de baş­kalarına zarar dokundurmuş ve zulmetmiş olur. Ama ilke olarak, zarar ve zulme uğramış olanlar da tıpkı bu sömürü­cünün sahip olduğu işletme özgürlüğüne sahiptirler.

Kapi­talizmin, şanslı kimselerin istek ve arzularını gerçekleştirme­lerine büyük ölçüde imkân sağlamasına karşılık marksizm, şanslı olmayan yani işletme yoluyla başkalarını sömürme imkânına sahip olmayan kimselere yönelmekte, kendi dokt­rininin propagandasını da bu gibi kimselerin ferdî ve egoist güdülerini kışkırtma ve bu güdülerim tatmin etmenin zorun­lu olduğunu ortaya koyma esasına dayandırmaktadır.

Tarihin bizzat kendi kendini evrimleştirme yolunda kullandığı güçler olmaları niteliği ile bu güdüleri geliştirmek için çeşitli yön­temler uygulamakta ve en sonunda bu güdüleri bir devrim ile patlatmaya muvaffak olmaktadır. Marksizm, sömürülmek­te olan bu şanssız kimselere başkalarının kendi emeklerini ve servetlerini çaldıklarını itiraf etmelerinin -eğer itiraf ede­cek olurlarsa kendi varlıklarına ihanet etmiş olurlar- imkân­sız olduğunu söylemektedir.

Böylece Marksist doktrinin dayanmakta olduğu temellerin, kapitalizm doktrinin dayanmakta olduğu temellerin ay­nısı olduğunu görmüş olduk. Çünkü her iki doktrin de, ferdî güdülerin geliştirilmesi ye doyurulmasını temel ilke olarak kabul etektedirler. Ancak ferdi ve egoist güdülerini ele al­dıkları ve kendileri için dayanak yaptıkları bireyler bakımından birbirlerinden ayrılmaktadırlar.

Toplumsal doktrin olma niteliğine en fazla layık olan doktrin; sözünü ettiğimiz bu güdülerden başkasını kendisi­ne temel taşı olarak alan bir doktrindir.

Toplumsal doktrin, topluma ve toplumun yararlarına karşı bireyde bir sorumluluk şuuru geliştiren; bireyi, toplum uğruna emeğinin ürünleri ile özel mülklerinin bir kısmından vazgeçmeye zorlayan doktrindir. Birey, malının bir kısmım topluma verirken bu malı toplumdan çaldığı ve toplum da bu malı kendisinden zorla aldığı için vermemektedir. Tersine bu değerlerin bir ifadesi olduğu hissiyle vermektedir.

Toplumsal doktrin; insanların ferdi güdülerini değil de toplumsal güdülerini, gönüllerindeki hayırhahlık duygularını harekete geçirerek toplumun hukuk ve mutluluğunu güvence altına alan bir doktrindir. İleriki bölümlerde bunun nasıl bir doktrin olduğunu hep birlikte göreceğiz.


DOKTRİNER KAPİTALİZM İLMİ KANUNLARIN ÜRÜNÜ DEĞİLDİR.

ktisat ilmî tarihinin doğuşu zamanında yani klasik eko­nomi bilginlerinin, bu ilmin temellerini attıkları zamanda ekonomik düşünceye şu iki düşünce hâkim idi.

a — Ekonomik hayat belirli tabiat güçlerine bağlı ola­rak seyrine devam eder. Nitekim evrenin diğer çeşitli kısım­ları da çeşitli tabiat güçlerine bağlı olarak seyirlerine devam ederler. Ekonomik olan bu güçler karşısında ünü olarak yapıl­ması gereken şey; çeşitli ekonomik olguları yorumlamaya el­verişli olan genel kanunları ve temel kuralları keşfetmektir.

b — Ekonomi ilminin keşfetmesi gereken bu tabiat ka­nunları, özgür bir ortamda uygulandıkları takdirde insanlığın mutluluğunu sağlamayı garanti ederler. Toplumun bütün bireyleri; kapitalizmin kendilerine tanımış olduğu mülk edin­me, mülk işletme ve tüketme özgürlüklerinden yararlanabi­lirler.

Birinci düşünce, kapitalist ekonomi ilminin çekirdeğini toprağa ekmiş; ikinci düşünce ise kapitalizm doktrininin çe­kirdeğini ortaya koymuştur. Şu da var ki bu iki düşünce veya çekirdek, ilk etapta çok kuvvetli bağlarla birbirlerine bağlan­mışlardı.

Öyle ki o günkü bazı ekonomi düşünürleri devletin müdahalesiyle bireyin ekonomi işlerindeki özgürlüğünün kayıt altına alınmasının, yani, insanlığın refah ve mutluluğunu sağlamayı, tüm problemleri çözümlemeyi garanti altına alan tabiat ve tabiat kanunlarına karşı durmanın, özetle kapitalist serbestinin heder edilmesine yönelik tüm uğraşların, tabiat kanunlarına karşı işlenen büyük bir suç olduğu hayaline ka­pılmışlardı…Bu ekonomi düşünürleri son aşamada şu görüce dayanmışlardı: Bu hayra yönelik kanunlar, bizzat kapitalist doktrine sarılmayı ve topluma kapitalist serbestinin tanınmasını zorunlu kılmaktadırlar.

Şunu da söylemek gerekir ki bu tür düşünce son derece çocuksu ve gülünç görünmektedir. Çünkü ilmen bir tabiat kanununa karşı çıkmak, bu kanuna karşı suç işlemek anla­mına gelmez. Zira eğer bu karşı çıkış başarıya ulaşacak olur­sa tabiat kanununun hatalı olduğu ispatlanmış olacak, kanun objektiflik ve ilmîlik vasfını yitirecektir.

Tabu kanunla­rın şartlar ve ortam değişmedikçe meydana getirecekleri ne­ticeleri değiştirmek yahut önlemek mümkün değildir. Bu se­beple Kapitalist serbestîyi, Tabiat kanunlarının bir ifadesi olarak kabul etmek ve Kapitalist serbestîye karşı çıkmayı, bu kanunlara karşı girişilen bir suç olarak kabul etmek yanlış­tır. Mülk edinme, mülk işletme ve tüketme gibi bireylerin ya­rarlanmakta olduğu özgürlüğün derecesi ne olursa olsun ta­biî ekonomi kanunları, her zaman ve her durumda işlerlikle­rini korurlar.

Hiç bir faktör de onların bu işlerliklerini engel­leyemez. Ancak içerisinde işlemekte oldukları şartlarla or­tamların değişmesine bağlı olarak bu kanunların meydana getirmiş oldukları olgular da değişebilir. Tıpkı şartlarıyla or­tamlarının değişmesine bağlı olarak fizik kanunlarının mey­dana getirmiş oldukları sonuçların değişmesi gibi..

Şu halde kapitalist serbesti, kapitalistlere göre tabiat kanunlarının ortaya koymuş oldukları ilmî bir zorunluluk niteliğiyle değil de -Ki bu nitelik sayesinde ilmî bir karaktere sahip olabilmiştir.- insana vermiş olduğu değer ve mutluluk,
topluma verdiği değer ve ideallerin ne miktarda olduğu esasına göre ele alınıp incelenmelidir. İşte kapitalist ekonomi bilginlerinin, doktrinler kapitalizmi incelerken dayanmakta oldukları esas budur...

Bu anlatılanların ışığında kapitalizmle marksizm ara­sındaki esas ayrılığı -nitekim konunun başında da bu ayrılığa işaret etmiştik- anlama imkânını bulmaktayız.

Çünkü marksizmin ilim yönü ile doktrinler yönü arasındaki ilişki, kapitaliz­min ilim yönüyle doktrinler yönü arasındaki ilişkiden esaslı bir şekilde ayrılmakta ve her iki ilişki birbirlerine karşı taban tabana zıt bir duruma girmektedirler. Sosyalizm ve komü­nizm tarafından temsil edilen Marksist doktrin, marksistlere göre; tarihin tabiî kanunlarının bir ifadesi olan tarihi mad­decilik, tarihi doğru olarak yorumluyorsa bu durumda marksizmin doktrinler yönünün de doğru olduğunu ispatlamış olmaktadır.

Bu sebeple de marksizmin ilim yanının incelenme­si marksizmin leh aleyhinde bir yargıya varabilmek için şart olarak kabul edilmektedir. Doktrinler bir araştırmacının, sos­yalizm ve komünizmi, ilmî esaslarından yani tarihî madde­cilikten ayrı olarak eleştirmesi mümkün değildir.

Doktrinler kapitalizme gelince o, kapitalistlerin kurmuş oldukları ekonomi biliminin bir sonucu değildir. Bu doktri­nin yazgısı, kapitalizmin ilmî yönünün, pozitif realiteyi yo­rumlamaktaki başarı oranına da bağlı değildir. Doktrinler ka­pitalizm, belirli ahlâki ve pratik düşünce ve değerlere dayanmaktadır. Ki bunların, kapitalizm hakkında bir yargıya varabilmek için ölçülü olarak kabul edilmeleri zorunludur.

Böylece hem kapitalizm hem de marksizmden ayrı bir doktrine inanan kimseler olarak marksizm karşısında takındığımız tavrın, kapitalizm karşısında takındığımız tavırdan ay­rıldığını açıkça görmüş olmaktayız. Marksizme yöneldiğimiz zaman, kendisinin, tarih ilminin kanunlarına yani tarihî maddeciliğin kanunlarına dayalı olduğunu iddia eden bir doktrin karşısında buluruz, kendimizi.

Şu halde bu doktrini eleştirmek için her şeyden önce, ilmî olduğu iddia edilen bu kanunları araştırıp inceleyerek ele almamız zorunlu olarak gerekmektedir. Bu sebeple de marksizm hakkında bir yargıya varabilme ortamını hızlandırmak için kavram ve aşamalarıyla birlikte tarihî maddeciliği sizlere sunmuş olduk.

Doktrinler kapitalizm karşısında yani kapitalist serbesti karşısındaki tutumumuza gelince, biz bu durumda kendimizi, temelini ilmî kanunların teşkil ettiği bir doktrin karşısında bulmuyoruz. Ki bu doktrin için söz konusu kanunların araştırılıp incelenmesi zorunlu bir yöntem olsun. Oysaki kendi­mizi, varlığını sadece belirli ahlâkî ve pratik değerlerden alan bir doktrin karşısında bulmaktayız.

Bu sebepten ötürü ileride kapitalizmin ilim yönünü an­cak bu yönün; doktrinler yönün kendisinin zorunlu bir sonu­cu olmadığını ve doktrinler yönün kendisi gibi ilmi bir karak­ter taşımadığını açıkladığı kadarıyla ele alacağız. Sonra da kapitalist doktrini, bu doktrinin dayanmakta olduğu pratik düşünceler ve ahlâkî değerlerin ışığında inceleyeceğiz.

Kapitalist doktrinin bu esasa göre incelenmesi her ne kadar azıcık ilmî araştırmaya dayanıyorsa da şunu söylemek gerekir ki böyle bir incelemede ilmî araştırmanın oynadığı rol, marksizmin incelenişinde oynadığı rolden tamamıyla de­ğişmektedir.

Çünkü tarihi maddecilik kanunları üzerindeki ilmî araştırma, önce de söylediğimiz gibi tek basma Marksist doktrin hakkında nihai bir yargıya varmak için kâfi gelmek­tedir. Oysaki kapitalist doktrinin eleştirisi için yapılan ilmî araştırma, kapitalizm hakkında bir yargıya varabilmek için başvurulacak olan üst bir merci değildir. Çünkü kapitaliz­min kendisi, ilmî bir karakter taşıdığını iddia etmemektedir.

İlmî araştırmalardan ancak pozitif realitenin so­nuçları hakkında tam bir düşünce sahibi olmak için yararlanılır. Sosyal alanda kapitalizm, bu realiteden mayalanmak­tadır. Kapitalizmin gölgesindeki ekonomik hareket yasala­rının da uydukları yönlerin çeşitliliği de bu realiteden doğ­maktadır. Sözünü ettiğimiz bu realite hakkında düşünce sa­hibi olmanın amacı; bu realitenin yönelimleri ile ki bu yönelimlerden kapitalist doktrinin uygulanışı aydınlık kazan­maktadır.

Sonuçlarının, araştırıcının inanmakta olduğu pra­tik düşünceler ve ahlâkî değer ölçüleri ile ölçülmesini temin etmektir. Şu halde kapitalizm doktrinini incelerken ilmî
araştırmacının görevi, kapitalist toplumun realitesini tam olarak yansıtan bir panorama çizmektik Ki bizde bu panoramayı, özel pratik ölçülerle ölçebilelim. Yoksa araştır­macının görevi; kapitalist doktrinin zorunluluğunu veya ha­talı olduğunu ispatlamak değildir.

Yukarıda anlatmış olduğumuz bu esasa göre diyebiliriz ki birçok araştırmacılar; ilmî bir gerçek veya siyasal ekonomi biliminin bir parçası olması niteliğiyle kapitalist doktrini, kapitalist bilginlerden öğrenip de bu bilginlerin bilimcilikleriyle doktrincilikleri arasında bir ayırım yapmadıkları için onulmaz bir hataya düşmüşlerdir.

Meselâ bu araştırmacılar, bilgilerine başvurdukları bil­ginlerin; kapitalist serbestinin insanlık için, hayır ve mutlu­luk imkânlarını fazlalaştırdığı hükmünü verdikleri bir zaman­da bu görücün ilmî olduğu veya ilmî temellere dayalı 'olduğu hayaline kapılmaktadırlar. «Arz fazlalaşınca fiyat azalır.» diyen ekonomi kanunu gibi.

Şu da şar ki bu kanun, paranın borsada olduğu gibi dalgalanışının ilmî açıdan bir yorumu­dur. Kapitalist serbesti hakkında verilen önceki hüküm, doktrinler bir hüküm olup kapitalizm taraftarlarınca veril­miştir. Bu hükmü verirlerken de, inanmakta oldukları pratik düşüncelere ve ahlâkî değerlere dayanmaktadırlar. Ekonomi­nin şu veya bu kanununun doğru olması, sözünü ettiğimiz bu hükmün doğru olması anlamına gelmez. Bu hükmün doğruluğu, dayanmakta olduğu düşünce ve değerledin doğru olma­sına bağlıdır.


KAPİTALİST EKONOMİDEKİ İLMÎ KANUNLAR DOKTRNER BİR ÇERÇEVEYE SAHİPTİR.

Şimdiye kadar anlatılanlardan öğrenmiş olduk ki kapita­list doktrin, ilmî bir karaktere sahip değildir. Varlık gerek­çelerini de ekonominin ilmî kanunlarından almamaktadır. 8u arada kapitalizmin ilmî yönüyle doktrinler yönü ardındaki ilişkinin analizini yaparken derin bir noktaya inmek istiyo­ruz.

Ki kapitalist doktrinin, kapitalist ekonomideki ilmi kanunları nasıl tespit ettiğini ve kanunların yönelimleriyim akışlarına nasıl etki de bulunduklarını görmüş olalım. Bu şu anlama gelir: Kapitalist ekonomideki ilmî kanunlar, özel bir doktrin çerçevesindeki ilmî kanunlardırlar.

Fizik, kimya ve tabiat kanunları gibi her toplumda, her zaman ve her yer­de uygulanabilen mutlak kanunlar değildirler. Bu kanunların birçoğu, kapitalizmin düşünce ve kavramlarıyla birlikte ege­men olduğu sosyal ortamlarda pozitif gerçekler olarak kabul edilirler. Bu kanunlar, kapitalizmin egemen olmadığı kapita­list düşüncenin yürürlükte olmadığı toplumlarda uygulana­mazlar.

Bu hususun biraz daha açıklık kazanması için, kapitalist ekonominin incelemekte olduğu ekonomi kanunlarının ka­rakterini biraz aydınlatmamız gerekmektedir. Böylece de na­sıl ve ne dereceye kadar bu kanunların ilmîlik sıfatını kabul etmenin mümkün olduğunu öğrenmiş oluruz.

Ekonominin ilmî kanunları iki kısma ayrılır.

a — Tabiî kanunlar: Bu kanunlar, zorunluluklarını in­san iradesinden değil de tabiatın kendisinden almaktadırlar. Tümel sınırlama kanunu gibi. Bu kanuna göre tüm üretim arazi ve arazinin kapsanma giren ham maddelere bağlıdır. Bu durumda üretim, arazi ve arazi kapsamındaki ham mad­delerin sınırlı kantitelerine bağlı olarak sınırlanmış olur.

İkinci bir örnek olarak da ‘’artan gelir’’ kanununu analım. Bu ka­nuna göre üretimdeki her artış, üreticiye büyük oranda bir gelir getirir. Ki bu gelir, üreticinin yapmış olduğu fazla har­camaya oranla çok daha fazladır. Bu gelir fazlalığı belirli bir dereceye kadar yükselir. Ondan sonra bu gelir, kendine ters düşen bir kanunun etki alanına girmiş olur. Bu kanun, «aza­lan gelir kanunudur.» Bu kanuna göre; artan gelir, belli bir dereceye kadar yükseldikten sonra göreli olarak eksilmeye başlar.

Bu kanunlar karakterleri ve pozitif yönleri bakımından, tabiat ilimlerinin keşfetmiş oldukları diğer evrensel kanun­lardan ayrılmaktadırlar. Bu sebeple de doktrinler bir karakter taşımamakta ve belirli sosyal veya fikrî ortamlara bağlı kalmamaktadırlar. Üretim işlerini etkisi altında bulunduran tabiat aynı olduğuna göre, bu kanunlar zaman ve mekân ve boyutlarıyla da çelişmezler.

b- İlmi kanunlar: Ekonomi politiğin ilmî kanunları ekonomik hayatın bazı kanunlarını içerirler ki bu kanunlar, insan iradesiyle bir bağlantı içerisindedirler. Çünkü ekono­mik hayat, insanın genel hayıtının bir görünümünden başka bir şey değildir. İnsan ise bu hayatın çeşitli alanlarında olum­lu ve etkin bir rol oynamaktadır.

Meselâ .«Bir eşyaya karşı talebin artması ve bu talebe karşı piyasaya sürülen eşyanın miktarını fazlalaştırma imkânının olmaması halinde sözkonusu eşyanın fiyatının artması zorunlu olur.» diyen arz ve talep kanunu, objektif bir kanun değildir ve insanın irade­sinden ayrı olarak işlememektedir; Fizik, astronomi ve diğer tabiat kanunlarının işleyişlerinin aksine. Arz ve talep (sü­rüm ve aranım) kanunu, insanın iradî hayıtının görüntülerini temsil etmektedir.

Bu kanuna göre anlaşılmış oluyor ki, Kanunun biraz önce dile getirmiş olduğu bir durumda müş­teri istediği eşyayı satın alırken, arz ve talebin dengede oldu­ğu döneme göre çok daha fazla para ödemektedir. Satıcı da bu gibi bir dönemde bu fazla paradan yararlanacaktır.

Siyasal ekonominin yeni doğmuş olduğu zamanlarda bazı düşünürlerin vehme kapılarak iddia ettikleri gibi, insan iradesinin ekonomik hayata müdahale etmesi halinde eko­nomik hayat, ilmî kanunların alanının dışına çıkmaz. Ve bu hayat içinde ilmî araştırma yapılması imkânsızlaşmaz. Bu düşünürler; ilmî kanunların -orunluluk karakterlerinin, insan iradesinin yansıması olan serbestlikle çelişmekte olduğuna inanmışlardı.

Bu düşünürlere göre insan hayatının kesin il­mî kanunlara, boyun eğmesi, insanın kendi hayatında yarar­lanmakta olduğu serbestlik ve özgürlüğe ters düşecekti. Çün­kü insan bu kanunlara boyun eğdiği takdirde cansız bir alet haline gelecek, ekonomik hayatına hâkim olan bu mücade­lelere bağlı olarak da mekânikî bir şekilde yaşayacaktı.

Bu vehim; insanın özgürlüğüne ilişkin yanlış bir anla­yışa dayanmaktadır. Özgürlük ve irade ile bu kanunların arasındaki ilişkiyi yanlış anlamaktan ileri gelmektedir. Çün­kü insanın, ekonomik hayatı için bazı kanunların var ol­ması hiç bir zaman için insanın, özgürlük ve iradesini, yitir­diği anlamına gelmez. Tersine, insan iradesi için konulmuş olan bu kanunlar; insanın ekonomik alandaki; özgürlüğünü nasıl kullanacağını açıklamaktadırlar. Şu halde bu kanun­ların, insanın irade ve özgürlüğünü geçersiz kıldıklarını ka­bul etmek mümkün değildir.

***

Ancak bu ekonomik kanunlar, bir noktada diğer evren­sel alandaki bilimsel kanunlardan ayrılmaktadırlar. Şöyle ki: İnsan iradesiyle ilişkili oldukları için bu kanunlar, insanın iradesini etkileyen tüm etkenlerden insanın irade ve eğilimlerine müdahalede bulunan tüm faktörlerden etkilenirler. Herkesçe bilinenidir husustu ki, insan iradesini bu kanunlar oluşturmaktadırlar.

İnsanın düşünce ve anlayışını toplum­da revaçta bulunan doktrine, toplum bireylerinin gidiş tarz­larını kayıt altına alan hukuk sistemlerine göre şekil alır­lar. İnsanın iradesini ve pratikteki tutumunu belirleyen un­surlar işte bu faktörlerdir. Bu faktörlerin değişmesi halinde insanın irade ve eğilimleri de değişir.

Dolayısıyla da ekonomik hayatın akısını yorumlayan genel anlamdaki ilmî kanunlar da değişir. Çoğu zaman in­sanlar için, fikrî, doktrinler ve sübjektif alanda çeşitli çerçe­veleriyle birlikte ekonomik hayata uygulanacak olan bir ka­nun vaaz etme imkânı mevcut değildir. Her zaman insan ira­desinin ekonomik hayat akışında, tıpkı kapitalist toplumda -ki ekonomistler bu toplumu incelemişler ve elde ettikleri; sonuçların ışığında siyasal ekonominin kanunlarını ortaya koymuşlardır.- faaliyet gösterdiği gibi faaliyet göstermesini beklememiz doğru Olmaz.

Çünkü fikri, doktrinler ve sübjek­tif çerçeveleri bakımından toplumlar birbirlerinden ayrıl­maktadırlar. Şu halde bu çerçevelerin, ilmî araştırma işinde sabit birer delil kaynağı olarak kullanılmalar gerekmekte­dir, diyebiliriz. Bu hususlara riayet edilerek yapılan ilmî araş­tırmalar sonucunda, özel olarak bu çerçevelerde geçerli ola­cak olan kanunların ortaya çıkması tabiî kabul edilmektedir.

Örnek olarak temel bir kuralı -ki klâsik ekonomi kanun­larının birçoğu bu kuralın ışığında ortaya konmuştur- an­mak istiyorum. Bu temel kural: duygulu ve sosyal bir insan­dan; tüm ekonomik alanlarda kişisel yararım kendisi için en yüce bir amaç olarak kabul eden homo ekonomik bir insan meydana getirmiştir. Başlangıçta ekonomistler; toplumdaki her bireyin, ekonomik alandaki pratik yönelimlerini her za­man kendi maddi çıkarlarından esinlenerek tespit ettiğini kabul etmişlerdi. Bu tip bireylerden oluşan bir topluma hâ­kim olacak olan ilmî kanunları da böylece araştırmaya baş­ladılar.

Ekonomistlerin bu varsayımları Avrupa kapitalist toplumuna, bu toplumun ruhî, fikri karakteri, pratik ve ah­lâki değer ölçülerine oranla realiteyle büyük bir ölçüde bağ­daşmış durumdaydı. Şunu da söylemek gerekir ki sadece bu esasın değişmesiyle, toplum hayatı için konulmuş olan eko­nomi kanunlarında temelli bir değişimin meydana gelmesi kapitalist toplumdan başka bir topluma yönelmesi de bek­lenebilir. Bu yeni toplumun bireyleri; gidiş tarzı konusunda bambaşka bir kurala uyabilirler.. Bambaşka düşünce ve de­ğer ölçülerine inanabilirler.. Çünkü toplumlar; gidiş tarzla­rını ve hayatlarının pratikteki değerlerini belirleyen faktör­ler bakımından birbirlerinden ayrılırlar.

Buna kapitalist toplumla, islâmın meydana getirmek için -nitekim bir zamanlar meydana getirmiştir de..- davet kampanyasını açtığı toplumu örnek verelim: Bir zamanlat islâmın gölgesinde et ve kandan oluşan bir toplum yaşamıştı. Bu toplumun gidiş tarzının genel kuralı, pratikteki ölçüleri, ruhî ve fikrî içerikleri, kapitalist toplumunkinden tamamen ayrılmaktaydı. İslamlık bir din ve hayat için özel bir doktrin olması niteliğiyle her ne kadar ekonomik olgulara ilmi bir yöntemle yaklaşmıyorsa da bu olguların eksenini ele aldığı için bu olguların sosyal alandaki akışlarını büyük ölçüde etkide bulunmaktadır. Bu olguların ekseni hayat hakkındaki anlayışı güdüleri ve amaçlarıyla birlikte insandır.

İslamlık insanın kendi potasında eritmekte ve ona kendi ruhî, fikrî çerçevesi içinde bir şekil vermektedir. İslâmlığın bu tip bir toplumu meydana getirmek için girişmiş olduğu deneme devresinin kısa olmasına rağmen yine de insanlığın tanık olduğu en parlak bir sonucu elde edebilmiş ve insanı; kafa­larına kadar madde zorunluluğu ve madde anlayışları batak­lığına batmış olan kapitalist toplum bireylerinin görmekten bile aciz kaldıkları ufuklara yükseltmenin mümkün olduğu­nu ispatlamıştır, ideal bir toplumu meydana getirmek için islâmın girişmiş olduğu deneme hakkında tarihin bize bir nebzecik bilgi vermesiyle, insanın gönlündeki hayır ve iyilik imkânları ve bu imkânları güçlendiren islâmın ideolojik gücü ortaya çıkmış olmaktadır. İslâmın bu ideolojik gücü, insan­lığın büyük meselesini çözümleme yolunda büyük yararlık­lar göstermiştir.

Bu altın deneme tarihinin bir şeref levhası­nı sizlere sunmaya çalışalım: Servet ve zenginlik sahibi ol­mayan fakir bir topluluk, Peygamber (8.A.S.) Efendimize gelerek söyle dediler: «Ey Allah'ın Resulü, zenginler sevap bakımından ileri gittiler. Bizim kıldığımız gibi onlar da na­maz kılıyorlar. Bizim oruç tuttuğumuz gibi onlar da oruç tutuyorlar. Mallarının fazla oluşu sebebiyle de sadaka veri­yorlar,» Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendilerine şu karşılığı verdi : «Allah size, sadaka vereceğiniz bir şeyler ver­medi mi hiç? Sizin her teşbih çekişiniz bir sadakadır.

Her tekbir getirişiniz bir sadakadır. İyiliği emretmeniz sadakadır. Kötülükten alıkoymanız sadakadır. Bu Müslümanlar kendi hayat realitelerini Peygamberimize anlatmışlardı. Bunlar, güç ve saltanat unsuru veya arzularla istekleri doyulma garan­tisi olması niteliğiyle servet istemiyorlardı. Sadece zenginle­rin, sosyal alanda toplum yararına katkıda bulunmaları, iyi­lik ve ihsanda bulunarak manevi ölçülerde ileri gitmeleri, kendilerini geride bırakmaları ağırlığına gitmişti o kadar.

İnsanlığın yaşam için girişmiş olduğu mükemmel dene­menin gölgesinde böyle bir eğilime sahip olmak, Müslüman ferdin karakterine ve servet anlayışına ters düşmektedir.

İslâm toplumundaki rant ve ticaret işlemlerinin niteliği hakkında İmam Şatibî şöyle der:

Müslümanların rant ve ticaret işlemlerini yürütürken son derece az ücret ve kazanç aldıklarını görürsünüz. Hatta bazılarının kendileri için değil de başkaları için kazanç sağ­lamaya çalıştıklarına tanık olursunuz. Bu sebeple de kendileri için gerekli olandan fazla olarak nasihat ve öğüt hususunda ileri gitmişlerdir. Sanki kendilerinin, kendileri için değil de başkaları için vekil oldukları kanısını uyandırmışlardı, in­sanlarda. Hatta eğer şer-i yönden yasaklanmamış olsaydı kendileri için bir ihsan yapılmasının, başkaları için bir hile olduğu görüşündeydiler.»

Muhammed bin Ziyad da, İslâm toplumundaki yardım­laşma ve dayanışmanın görünümleri hakkında şöyle der: «Müslüman kabileden bir eve misafir gelirdi. Kabilenin bir diğer evi de kendi yemeği için tencereyi ocağa k9ymuş olsa, kendisine misafir gelen ev sahibi, komşusunun tenceresini ocaktan alıp içindeki yemeği kendi misafirine ikram ederdi. Tencere sahibi, tencereyi ocakta görmeyince, «Tencereyi kim aldı?» diye sorardı. Misafir de,» onu biz kendi misafirimiz için aldık.» diye cevaplardı. Bunun üzerine tencere sahibi. »Allah, onu size bereketli kılsın» derdi.»

İşte böylece ekonomik hayat akışının ve bu hayatın tabii kanunlarının değişmesiyle insanın kalbinin değişmesi, yani ruhi ve fikrî şartlar kazanması hususunda islâmın oynadığı olumlu rolü görmüş olduk. Ayrıca bu gibi esas ve özelliklere sahip bir topluma; maddecilik ve egoizm bataklığına gömülü olan kapitalist topluma uygulanan kanunların aynısını uygulamanın da ne kadar hatalı bir davranış olduğunu öğrenmiş olduk.

Örnek olarak gelir dağıtımı kanunuyla arz ve talep kanu­nunu ele alalım. Kapitalist ekonomideki gelir dağıtımı kanunu Ricardo ve diğer klasik ekonomistlerin ileri gelenlerinin de açıkladıkları gibi şöyle bir hüküm vermektedirler. Elde edilen milli gelirin bir bölümü işçinin iş gücünü koruyacak ve onun geçimini sağlayacak olan gıda maddelerinin fiyatına göre ayarlanmalıdır.

Geri kalan bölümde kazanç kar ve verim şeklinde bir taksime tabi tutulmalıdır. Kapitalist ekonomi bu kanundan şöyle bir sonuç çıkarmaktadır: Ücretler için sert ve kesin bir ka­nun konulmuştur, "Bu kanun gereğince; gıda maddelerinin fiyatının alçalması veya yükselmesine bağlı olarak isçini r. ücret olarak almış olduğu para miktarının artması veya azalması halinde bile ücretinin artması veya eksilmesi im­kânsızdır.

Bu kesin kanunu şöylece özetleyebiliriz: Herhangi bir sebepten ötürü işçi ücretlerinim yükselmesi durumunda işçilerin geçimleri güzleşir Evliliğe fazlaca yönelip nesli çoğaltırlar. Dolayısıyla da çalışan eller çoğalır. Emek arzı eskiye, göre çok daha yükselir. Ücretle de normal düzeye düşer. Ama bunun tersi bir durum olunca ücretler; normal düzeyden da­ha aşağı düşer. Ki bu da işçi safları arasında yoksulluk ve hastalığın yayılmasına yol açar. işçi sayısı azalır. Emek arzı düşer. Ücretler yükselir...

Klasik ekonomistler bu kanunu bizlere; realitenin ilmi bir yorumu ve ekonomik hayatın, tabii bir kanunu olarak sunmaya çalışmaktadırlar. Aslında bu kanun ancak; genel anlamda bir sosyal garantisi olmayan eşyanın piyasa değerini borsaya göre pazara göre ayarlayan kapitalist bir toplumda ve belli sınırlar içinde uygulanabilir.

Fakat insanca yaşamayı garanti eden ilkelerin egemen olduğu bir topluma (İs­lâm toplumu gibi) veya borsa mekanizmasının hükümsüz kaldığı, bu mekanizmanın, arz ve talep oranına göre fiyatla­rın belirlenmesini devletçe önlendiği bir topluma (Sosyalist toplum gibi) gelince, sözünü ettiğimiz kanunlar, kapitalist toplumda uygulandıktan şekilde bu toplumlara uygulanamazlar.

Böylece anlaşılmış oluyor ki kapitalist ekonominin ge­nel anlamdaki ilmî yapısı, kendine özgü doktrinler bir çerçe­veye sahiptir. Bu yapı, mutlak manadaki ilmî kanunlara hiç de önem vermez.

8
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1



DOKTRİNER KAPİTALİZMİN DÜŞÜNCELERİNİN VE TEMEL DEĞERLERİNİN İNCELENMESİ

Geçen bölümlerde size sunmuş olduğumuz kapitalistlerinin temel ilkeleri sözkonusu doktrinin temel taşının; mülk edinme, mülk işletme ve tüketme gibi ekonominin çeşitli alan­lardaki ferdî özgürlük olduğunu ispatlamaktadır. Çeşitli şe­killeriyle özgürlük, kapitalizmin savunmakta olduğu doktrinler değer ve hakların fışkırmakta olduğu bir kaynaktır.

Hatta bizzat kapitalist ekonominin ilmî kanunları da, bu özgürlük çerçevesi içinde tecessüd eden pozitif realitenin bir yorumundan başka bir şey değildir. Kapitalist doktrinin temel unsur ve İçeriği özgürlük düşüncesi olduğuna göre, kapitalist dok­trinin incelenmesi esnasında bu düşüncenin; fikri tohumla­rının, bu düşünceye dayalı olan diğer düşünce ve değerlerin de eleştirilerek bir analize tabi tutulması gerekmektedir.

Bu araştırma esnasında aklımıza gelen ilk mesele şudur: Toplumun, ekonomik özgürlük temeline dayandırılarak ku­rulması neden gerekmektedir? Kapitalist doktrinin üzerinde durmakta olduğu ve hiç bir şekilde esaslı bir sınırlamaya ta­bi tutulmasını kabul etmediği insan hakkı, bu özgürlükten nasıl doğmuştur?

Bu soruyu cevaplayabilmek için her şeyden önce; kapi­talist düşünce özgürlüğünün normal olarak bazı düşünce ve değerlerle bağlantılı olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Bu özgürlük sosyal veya insanî bir zorunluluk olma niteliğini, doktrindeki merkezî varlığını bu düşünce ve değerlerden al­maktadır.

Bu özgürlük bazen; bireyin kendi kişisel güdüleriyle gerçekleştirmeye yeltendiği kişisel çıkarlarıyla, toplumun ge­nel yapısının dayanmakta olduğu toplumsal çıkarlar 'arasın­da bir uzlaşma sağlama gerektiğini savunan düşünceyle bileşmektedir. Toplumsal çıkar ile bireysel çıkar arasında birleşmektedir.

Toplumsal çıkar ile bireysel çıkar arasında bir uzlaşma sağlandığı takdirde toplumsal çıkarları korumayı amaçlayan doktrinlerin yapacağı tek şey; bireyi serbest ve özgür kılmak kendi kişisel çıkarlarını sağlamak için kişisel güdülerinin yolunu genişletmek olacaktır.

Kendi çıkar­larını gerçekleştiren birey, dolaylı olarak da toplumsal çıkarları sağlamış olacaktır. Bu görüş açısından özgürlük; top­lumsal çıkarları sağlayan ve toplumun arzuladığı refahı, bereketi mutluluğu garantileyen bir araçtır. Bu nitelikte bir araç olması sebebiylede kapitalist doktrindeki merkezî ye­rine layık olmaktadır.

Bu özgürlük bazen da üretimin geliştirilmesi düşüncesiyle birleşmekte ve şu görüşe dayanmaktadır: Ekonomik özgürlük; üretim, güçlerini ileri doğru iten çok yararlı bir kuvvettir.

Genel alandaki üretim için tüm enerji ve imkânları işe yarar hale sokan yeterli bir araçtır. Bu araç, ülkedeki toplumsal serveti kat kat fazlalaştıracaktır. Bütün bunların kaynağını da birinci düşünce teşkil etmektedir. Çünkü bi­rinci şıkta sözünü ettiğimiz düşünce, toplumsal çıkarları di­le getirmektedir, bu çıkarlar, toplumsal ürünü fazlalaştırmayı gerektirir ki bu da ancak, bireysel özgürlük yoluyla gerçekleştirilebilir.

Bu arada kapitalist serbestinin (bireysel özgürlüğün) bağlanmakta olduğu bir üçüncü düşünce daha vardır ki, sırf bir ahlakî karaktere sahip olan bu düşünceyi kapitalistler, dile getirirken ya tam açık veyahut ta tam kapalı ifadeler kullanmakta ve sürekli olarak şu sözü tekrarlamaktadırlar: Genel anlamıyla özgürlük insanın asli bir hakkı, insanlık değerinin insanın bu değer hakkındaki şuurunun pratik bir ifadesidir. Özgürlük sadece üretimi bollaştıracak ve sosyal refahı sağlayacak bir araç değildir. Aynı zamanda insanın insanlığının ve sağlıklı, tabiî yapısının gerçekleştirilmesi de­mektir.

Açıkça bilinen bir husustur ki ekonomik özgürlüğün doktrinler değeri, -önceki iki esası göz önünde bulundurarak-objektif bir değerdir diyebiliriz. Bu değerin kaynağı ise eko­nomik özgürlüğün hayat realitesinde meydana getirdiği izler ve sonuçlardır.

Fakat üçüncü düşünceyi esas olarak göz önünde bulundurduğumuz zaman genel anlamıyla özgürlü­ğün -ki ekonomik özgürlük de bunun sadece bir tarafını teş­kil etmektedir. Öznel bir değere sahip olduğunu görürüz. Ki bu değer; insanın kendi insanlığı ve kıymeti hakkında şuur sahibi olmasından doğmaktadır

Kapitalizmin kendi özgürlük anlayışının ve kapitalist doktrincilerin, sosyal alanda bazı kurallar ortaya koymak için bu anlayışa sarılmanın zorunlu olduğunu söylemelerinin birer mucip sebebi olan temel düşünceler, işte bunlardan iba­rettir. Bu özgürlük;

a — Toplumsal çıkarları gerçekleştirecek olan bir araçtır.

b — Üretimin ve toplumsal servetin bollaştırılmasının esas sebebidir.

c — İnsanlık değerinin ve insanın yaşama hakkının asil bir ifadesidir.

Ekonomik özgürlük, düşüncesinin esaslarını sizlere sun­duktan sonra bu esasları detaylı bir şekilde ele almamız ge­rekmektedir. :

a — Özgürlük toplumsal çıkartan gerçekleştirecek olan bir araçtır:

Bu düşünce; pratik alanda tüm bireyler için özgürlüğün sağlanmış olması halinde kişisel güdülerin her zaman, top­lumsal çıkar ve sosyal refah ilkesiyle birleşeceğine inanma esasına dayanmaktadır.

Özgür bir toplumda yaşamakta olan insan, her zaman kendi kişisel çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışır ki bu da detaylı olarak, toplumsal çıkarların gerçekleş­tirilmesini temin eder.

Bu esastan hareket eden kapitalist ekonomiciler ilk etap­la; toplumsal refahın, mutluluğun, çıkarların, ahlâki ve manevî değerlere ve insanların bu değerlerle doyurulmasına gerek olmadığı hayaline kapılmışlardır.

Çünkü pratik alanda ken­disine özgürlük verilen her insan - bu insanlar sözkonusu de­ğerlerden haberdar olmasalar bile - kendi kişisel çıkarları doğrultusunda hareket eder. Bu kişisel çıkarları, toplumsal çıkarlar paralelinde gitmekte ve sonunda onunla birleşmek­tedir. Birey, bu sonuçlara kendi kişisel güdüleriyle yönelse bile...

Böylece de toplumun ahlâkî ve manevî değerlerin sunmuş olduğu hizmetlere ihtiyaç duymaması, çıkarlarını kapitalist bir yöntem uygulayarak gerçekleştirmesi mümkün olmakta­dır.

Kapitalist yöntem; her bireye tam bir özgürlük sağla­
makta, bireylere, toplum içindeki yerlerini, kendi kişisel çı­karlarının ışığında tayin etmeleri gücünü vermektedir. Ki bu yöntem, en sonunda toplumsal çıkarların paraleline gir­mekte ve onunla buluşmaktadır.

Bu sebepledir ki kapitalizmin savunmakta olduğu özgür­lük, ahlaki ve manevi değerlerin çerçevesi dışında kalmakta­dır. Çünkü bu özgürlük gereğince, insan, sözkonusu değerle­ri takdir ederken bile serbest kalmaktadır. Fakat bu demek değildir ki bir toplumda ahlakî ve manevî değerlere yer yok­tur.

Bundan kast edilen esas anlam; kapitalizmin, toplum çıkarlarını garanti etmek için ahlâkî ve manevî değerlerin zorunlu olduğunu kabul etmeyişidir. Bu değerleri sınırlan­dırmak veya tamamen ortadan kaldırmak hususunda insan­lar her ne kadar özgür olsalar bile yine de, bireysel özgürlüğü genişletmek yoluyla bu değerlere ihtiyaç duymamanın müm­kün olduğuna inanmasıdır...

Bu iddialarını ispatlarken kapitalizm taraftarları şu hu­susu da hatırlatmaktadırlar: Ekonomik özgürlük çeşitli üre­tim kuruluşları arasında özgür bir rekabete yol açar.

Ekono­mik hayata egemen olan bu özgür rekabetin gölgesinde bulu­nan bir üretim kuruluşunun sahibi, bir diğer üretim kurulu­şunun kendisininkinden üstün olmasından ve kendisininkini alt etmesinden korkar. Dolayısıyla da kendi kişisel çıkar güdüsüyle kuruluşunu güzelleştirmeye ve yeterli kılmaya çalışır.

Ve en sonunda diğer kuruluş sahipleriyle bir rekabet savaşına girer; sonu gelmez bir çatışma ve boğuşma fırınının içine düşer. Bu yolda başvurulacak yöntemlerin en önemlile­rinden biri de, üretim kuruluşunu teknik bakımdan güzelleş­tirmektir. Bu demektir ki, kapitalizmin özgür toplumunda yaşamakta olan bir üretim kuruluşunun sahibi, mümkün olan en az harcamayla kendi üretim kuruluşuna yenilikler, güzellikler ve düşünceler kazandırmaya çalışır.

Bunu ger­çekleştirir gerçekleştirmez bir de bakar ki diğer üretim ku­ruluşları da bu yenilikler bakımından kendisine ulaşmış ve kendisine eşit hale gelmişlerdir. Bu durumda kendi birincili­ğini ve önde oluş pozisyonunu korumak için bambaşka yeni­likleri kendi kuruluşuna kazandırmak için ikinci bir defa araştırmalara girişir. Bu rekabet yarışında geriye kalanla­rın üretim kuruluşları iflâs eder.

Kapitalist düzendeki özgür rekabet, o düzende yaşamakta olan insanların boyunları üze­rinde durmakta olan bir kılıç gibidir. Bu kılıç; ihmal edilmiş, tembel ve zayıf kimseleri ezmekte; zengin olana da hayatını sürdürmesi için garanti vermektedir. Açıkça bilinen bir hu­sustur ki kapitalizmdeki bu bireysel özgürlük, toplumsal çı­karların gerçekleştirilmesini temin etmektedir.

Çünkü bu özgürlük; insanı, her zaman teknik ve aklın ürünlerinden yararlanmaya ve mümkün olan en az bir harcamayla da be­şeri ihtiyaçları gidermeye yöneltmektir.

Bütün bu anlatılanlardan sonra diyebiliriz ki üretim kuruluşu sahibini belirli bir ahlâkî terbiye altında yetiştir­meye ve onu ruh! değerlerle eğitmeye veya onun kulaklarını öğüt ve nasihatle doldurmaya gerek yoktur. Ki beşerî ihti­yaçları mümkün olan en az harcamayla gidersin., ve ürettiği eşyanın kalitesini yükseltsin, güzelliğini fazlalaştırsın.

Çünkü rekabetin hâkim olduğu özgür bir toplumda ya­şadığına göre kişisel çıkarları onu, bu işi gerçekleştirmeye muhakkak ki yöneltecektir, iyilik ve ihsanda bulunması, top­lumun çıkarlarına önem göstermesi için ona nasihat nutuk­ları çekmeye de gerek yoktur. Toplumun bir parçası olması niteliğiyle o. bütün bunlara dolaylı olarak kendi kişisel çıkar güdüleriyle yönelecektir.

***

Günümüzde kapitalist serbestinin gölgesinde toplumsal vakarlarla kişisel güdüler arasında bir uzlaşma sağlanabile­ceğine ilişkin sözler edilmektedir. Kapitalizm tarihinin; eşine çok az rastlanan musibetler, fecaatler ve rezaletlerle, top­lumsal çıkarlar arasındaki şiddetli çelişkilerle toplumun ah­lâki ve manevi yapıya önem vermemesinden dolmuş olan ruhî çöküntülerle dolu olması.

Ahlâkî ve manevi değerlerin yerine zulüm, zorbalık, hak yeme, tamah ve hırsın hâkim ol­masından sonra doğrusu, bu iddiaları kabullenmeyi ben ken­dim, maskaralıktan sayarım.

Kapitalizmin uygulanması tarihinde bireysel özgürlüğün işlediği cinayetleri, her türlü ahlâki ve manevî sınırlan or­tadan kaldıran bu özgürlüğün meydana getirdiği ürkütücü ve korkunç eserleri bir bir sayabiliriz. ,Bu cinayetlerin ilki, ekonomik hayat alanında, ikincisi toplumun ruhî İçeriğinde, üçüncüsü 'kapitalist T toplumun diğer toplumlarla olan ilişki­lerinde meydana gelmiştir.

Öyle ki bizzat kapitalistler bile, bu korkutucu izlerden "kurtulmak ve bunları halkın gözün­den gizlemek için doktrinlerini; düzeltmeye, doktrinin bazı yönlerini sınırlandırmaya, bazı yerlerine ilavelerde bulun­maya, diğer bazı doktrinlerden eklentiler yapmaya gerek ol­duğuna inanır hale gelmişlerdir. Bu formasyonuyla kapitalizm; hayat realitesinde yaşamakta olan bir doktrin olmaktan çok, tam tamına tarihî doktrin haline gelmiştir.

Gelelim kapitalist toplumun ekonomik hayatının akışı­na. Kapitalizmin bireylere tanımış olduğu mutlak özgürlük, güçlü kimselerin elindeki bir silâhtan başka bir şey değildir. Güçlüler ellerindeki bu silahın yardımıyla; yollarını geniş­letmekte, önlerinde bulunan şeref ve servet yolunu açmakta başkalarının tepesine vurmak için gerekli imkânları sağla­maktadırlar.

İnsanlar fikri, bedenî yetenekleri ve tabiatın kendilerine tanıdığı fırsatlar bakımından birbirlerinden farklı oldukla­rına göre; kapitalist doktrinin kendilerine sunmuş olduğu ekonomik özgürlükten, yararlanma yöntemi ve özgürlükten yararlanma derecesi bakımından da zorunlu olarak birbirle­rinden farklı olacaklardır.

Güçlü ile zayıf arasındaki bu zorunlu farklılık, söz konusu özgürlüğün; sadece güçlünün her hususta hak sahibi olduğunu belirleyen yasal bir ifade olmasına yol açacaktır. Zayıfların İse bu özgürlükten yararlanmaya hiç mi hiç hakları olmayacaktır.

Kapitalizmin bu Öz­gürlüğü (!),türü ne olursa olsun rekabete meydan vermeyeceğine göre, ikinci planda olan zayıf kimseler, yaşam kavga­sında varlıklarının ve değerlerinin tüm güvencelerinden yok­sun olacaklar, birbirleriyle rekabet halinde olan güçlerin sa­dece insaf ve acımalarına terk edileceklerdir. Ki bu güçlüler de, ahlâki ve manevi değerlerin kendi özgürlüklerine köstek olmasını asla kabul etmemekte, kişisel çıkarlarından başka. hiç bir şeyi hesaba katmamaktadırlar.

Kapitalist serbestinin bu sonucu olarak insanlık değeri o kadar hiçe sayılmıştır ki bizzat insanın kendisi bile arz ve talep kanununun etki alanına giren bir eşya haline gelmiş; insan hayatı bu kanunların rehinesi durumuna gelmiş dolayısıyla da
demir gibi sert bir karaktere sahip olan ücret kanununun rehinesi durumuna düşmüştür.

Çalışan ellerin gücü artınca sermayesel üretim sahnesine sürülen malların miktarı da artar. Dolayısıyla da bu malların fiyatı azalır. Sermaye sahibi ise, kendi mutluluğunu başkalarının mutsuzluğundan elde etmek için bu durumu güzel bir fırsat olarak değerlendirir. Ücretleri, işçilerin kendi hayatlarını sürdüremeyecekleri ve bazı zorunlu ihtiyaçlarını gideremeyecekleri kadar düşük bir seviyeye indirir.

Sınırsız bir özgürlüğe sahip olduğu için is­çilerin büyük bir çoğunluğunu sokağa atar. Aç kalan bu iş­çiler de artık ölüm sancıları çekerler. Kapitalist ekonomi kendilerine bir umut ışığı yaktığı ve bir nur penceresi açtığı sürece; açlıktan ölmeleri işçiler için pek önemli bir sorun olmaz Fakat kapitalizmin, işçilerin gönlünde uyandırdığı bu umut, nedir ve nasıl bir unuttur? Bu umut, hastalık ve yoksulluğun katmanlaşmasıyla meydana gelen işçi sayısının azalması umududur.

Gerçekten de doğru bir fikir. Ücret ka­nununun getirdiği bu umut işçilere şöyle seslenmektedir: Azıcık sabredin. Kemerlerinizi sıkın. Ta ki açlık ve yoksulluk dolayısıyla büyük bir çoğunluğunuz bu dünyadan göçsün. O zaman sayılarınız azalacak. Sürüm, talep miktarına eşit olacak. Dolayısıyla da ücretleriniz artacak ve maddi durumunuz güzelleşecektir.

Kapitalizm hürriyetinin gölgesinde kişisel ihtiyaçlarla çıkarlar arasında var olduğu iddia edilen mitolojik mahiyet­teki bu uzlaşmaya kapitalistler bile artık inanmamakta, özgürlüğün bazı değer ve garantilerle sınırlandırılması düşün­cesine yönelmektedirler.

Kapitalist bir toplumdaki ekonomik hayatın kapitalist serbesti ve onun eserlerinden almış olduğu pay bu olunca, bu mücerret özgürlüğün halkın ruhî muhtevasına düşürece­ği kıvılcımların acısı ebetteki daha kahredici ve daha acı olacaktır. Çünkü genel olarak insandaki iyilik, hayır ve ihsan duyguları dumura uğrayacak; egoizm ve tamahkârlık anlayışı azgınlaşacak yardımlaşma ve dayanışma ruhu yerine, hayat kavgasını sürdürmek için toplumda çarpışma ve vu­ruşma ruhu egemen olacaktır.

Mutlak bir kapitalizm özgür­lüğü anlayışına sahip olan bir bireyden, toplumsal ortam ve üstün değerler kendi kişisel çıkarlarından taviz vermesini gerektirecek olursa ve hatta kişisel çıkar güdüleri kendisini bazen toplumsal çıkarı gerçekleştirmeye itecek olursa (Çün­kü bir bakıma kendisinin çıkarı, toplumun çıkarı demektir.) O zaman bu bireyin nasıl bir pozisyona gireceğini tahmin ede­bilir misiniz?

Böyle bir tutum, kişiyi ahlâki ve manevi değerlerin objektif açıdan amaçladıkları sonucun aynısına ulaştırmış bile olsa yine de bu değerlerin sübjektif gereklerinin gelmesini sağlamış olmaz.! İnsanı; şuurlu, duygulu, özel saik inisiyaklara sahip bir insan haline getiremez çünkü Ahlak sadece objektif değerlere sahip değildir. Ob­jektif değer yanında sübjektif bir değere de sahiptir.

Ahlâkın insanî hayatı düzenlemesi, ruhî saadeti gerçekleştirmesi in­
sanın gönlüne huzur bahşetmesi onun objektif değerini ek­siltmez. İleriki bölümlerde kişisel güdüleri ve bu güdülerin toplumsal çıkarlarla olan ilişkisini detaylı bir şekilde incele­yip araştıracağız.

Şimdilik kapitalist özgürlüğün izlerini, kapitalist toplu­mun dâhilindeki muhtevasına bırakmış olalım. –Kapitalizm efsanesiyle birlikte- kişisel güdülerin bizzat kendilerinden, toplumsal çıkarları garantilediklerini kabul edelim. Fakat bu kupkuru hayal, diğer çeşitli toplumların toplumsal çıkar­larının kişisel güdüler tarafından garanti altına alındığını söyleyebilir mi? Kapitalist toplumla diğer insan topluluk­ları âlâsında çıkar bakımından bir uzlaşma var olduğunu iddia edebilir mi?

Kapitalist toplum, tüm ahlâki ve manevi değerler çerçevesinin dışında mücerret bir özgürlüğe inan­makta olduğuna göre kapitalizmi, diğer insan kitlelerini ken­di çıkarı uğruna sömürmekten, kendi istek ve arzularını ger­çekleştirmek için o kitleleri köleleştirmekten alıkoyan her hangi bir engel var mıdır ?

Evet, bu soruyu kapitalizmin tarihî realitesi cevaplamak­tadır. Hayat hakkında özel bir yöntemlerinin olmaması ve ah­lâki, ruhî yönden boş olmalarının bir sonucu olarak insanlı­ğa zorlu ve korkulu günler yaşatmışlardır. Kapitalizmin in­sanlara yapmış olduğu bu kötülükler, modern madde mede­niyetinin tarihinde çirkin bir leke olarak kalacaktır.

Bu leke; manevi hiçbir sınır tanımayan kapitalist özgürlüğün, insa­nın insana karşı kullandığı en tehlikeli bir silah, yıkıp harap etmek hususunda da çok şiddetli bir yıkım unsuru olduğunu ispatlamaktadırlar. Sözgelimi bu özgürlüğün sonuçlarından biri olarak da Avrupa ülkeleri; inanmış insanları köleleştir­mek ve onları kapitalist üretime hizmet ettirmek için birbir­leriyle yarışa girmişlerdir.

Sadece Afrika tarihi bu ateşli ya­nsın safhalarından birini teşkil etmektedir. Bu safhada Afri­ka kıtası, bir zorbalık ve eşkıyalık tufanına kapılmıştır. Çünkü İngiltere, Fransa, Hollanda ve diğer bazı ülkeler, Afrika’nın büyük sayıda yerlilerini memleketlerinden alarak pazarlarında sattılar. Zenginlik ve servet sahibi kapitalistlere de kurbanlık olarak sundular. Yukarıda adı geçen ülkele­rin tüccarları Afrika köylerine gelerek köyleri ateşe verirler­di.

Evlerinin yandığını gören köylüler ürkek bir vaziyette köyün dışına koşuşmaya başlarlardı. Bu durumu fırsat bilen esir tüccarları da derhal onların etrafını kuşatır ve onları yakalayarak, Asya’ya doğru giden ticaret gemilerine yükler­lerdi… Bu rezaletler XIX. yüzyıla kadar işlene geliyordu. Bu dönemden sonra İngiltere, bu esir ticaretine karşı şiddetli bir saldırıya geçti: Hatta esir ticaretini protesto eden devletlerarası bir anlaşmayı bile imzaladı.

Ama İngiltere’nin bu yeni uğraşısından yine de bir kapitalizm korkusu gelmektey­di. Onun bu uğraşısı, ahlâkî ve manevî değerlere olan inan­cından doğmaktaydı. Şundan ki, korsanlık bakımından dünyada rekor kırmış olan İngiltere bu sömürüsünü içten köleleştirme, yöntemiyle değiştirmişti.

Esir ticaretini yok etmek amacıyla bu ticareti kontrol altında tutmak için Afrika sa­hillerine büyük bir filo göndermişti, gerçekten. Bunu yaparak, Afrika’nın batı kıyılarının büyük bir kısmını kendi işgaline geçirmiş oldu. Bu defada Avrupa’daki esir pazarları yerine Afrika kıtasında emperyalizm adı altında yepyeni bir köleleştirme eylemine girişilmiş oldu!...

Bütün bu anlatılanlardan sonra kapitalistlerle birleşe­rek diyebilir miyiz ki, kapitalist özgürlük; hiç bir ahlâki ve ruhî formasyona gerek duymaksızın otomatik olarak kendi­liğinden çalışarak insanları, kendi özel çıkarlarını gerçekleş­tirmeleri için çalışmaya iten dolayısıyla da sosyal refahı ve toplumsal çıkarı temin eden büyülü bir araçtır ?



B—KAPİTALİZM SERBETİSİ ÜRETİMİNİN BOLLAŞTIRILMASININ TEMEL SEBEBİDİR:

Önce de görmüş olduğumuz gibi özgürlük, a temel olarak dayanmakta olduğu ikinci düşünce budur. Bu d ünce, ka­pitalist, özgürlüğün sonuçlarını anlatmakta ve üretimin de­ğerini ölçmekte uygulanan yanlış bir tutumdan ileri gelmek­tedir.

Kapitalist toplumdaki üretim kuruluşları, aynı derecede eşit imkânlara sahip olarak rekabet ve yarış savaşına giren atomik birimler değildirler. Ki her bir üretim kuruluşu, di­ğer üretim kuruluşlarına eşit bir düzeyde bulunabilsin. Ku­ruluşlar arasındaki bu eşitsizlik, özgür rekabetin sürekliliğini muhafaza etmekte ve bu özgürlüğü, üretimin bollaştırılıp güzelleştirilmesini sağlayan bir araç haline getirmektedir.

Kapitalist toplumdaki üretim kuruluşları, hacim, yeterlilik ve diğer kuruluşlarla birleşme gücü bakımından birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bu durumda kapitalist özgürlük, reka­bete yol açmakta, rekabet de şiddetli bir çatışmaya dönüş­mekte ve bu çatışmada güçlü kuruluşlar, zayıf kuruluşları ezmektedir.

Dolayısıyla da üretimi kendi tekellerine geçirme­ye başlamakta öyle ki, üretim alanında türü ne olursa ol­sun bütün rekabetler ortadan silinip yok olmaktadır.

Üretimi bollaştırdığı anlamında özgür rekabet, kapitalist özgürlü­ğün paralelinde sadece bir tek devir yapmakta sonra da mey­danı tekelciliğe "bırakmaktadır. Çünkü kapitalist özgürlük, ekonomide stratejik mevkilere hâkim bir durumda bulun­maktadır.

Kapitalist özgürlüğün dayanmakta olduğu düşüncenin ikinci temel hatası önce de anmış olduğumuz gibi üretim değerinin ölçülmesinde göze çarpmaktadır. Kapitalist özgür­lüğün üretimi bollaştırdığını, kalite ve kantite bakımından üretimi geliştirdiğini, kapitalist düzenin gölgesinde bu öz­gürlüğün devam edeceğini, mümkün olan en az bir harca­mayla eşya üretimini gerçekleştirdiğini kabul etsek bile bi­zim bu kabullenirimiz; Kapitalizmin toplumu mutlu kıldı­ğını ispatlamaz.

Bu sadece kapitalist düzende toplumun, üre­timi güzelleştirme ve mümkün olan en az bir harcamayla eşya üretimini gerçekleştirme gücüne sahip olduğuna işaret -etmektedir. Bu güç, kapitalist doktrinin garanti etmekle yü­kümlü olduğu sosyal refahı tam olarak gerçekleştirecek bir güç değildir. Sözünü ettiğimiz bu güç veya bu enerji, toplu­mun refah ve mutluluğunu gerçekleştirecek bir yolda kul­lanıldığı gibi, bunun tam tersi bir yolda da kullanılabilir.

Bu sosyal gücün üretim için kullanılmasının ne şekilde olacağını; toplam ürün, toplum bireylerine dağıtılırken uy­gulanan yöntem belirlemektedir. Şu halde sosyal refah toplam ürünün toplum bireylerine dağılışının keyfiyetiyle ilgili olduğu kadar toplum ürününün miktarıyla ilgili değildir.

Kapitalist doktrin, toplumun refah ve mutluluğunu garanti eden dağıtım yeterliliğine sahip olmamakta ve bu hu­susta büyük bir acze düşmektedir. Çünkü doktrinler kapitalizm dağıtım işleminde para unsuruna dayanmaktadır. Bu demektir ki eşyanın karşılığı olan paraya sahip olmayan bir kimsenin yaşamaya ve geçinmeye hakkı yoktur.

Böylece de kişi; eşya üretimine katkıda bulunacak güce sahip olmadı­ğından veya katkıda bulunacak fırsatlara sahip olmadığın­dan veyahut ta güçlü rekabetçilerin tuzağına düşmesi sebe­biyle tüm fırsatlardan yoksun oluşundan ötürü eşyayı alacak olan paraya sahip olmamakta, aciz bir duruma düşmektedir. Dolayısıyla da yoksulluk ve ölüme mahkûm edilmektedir.

Bu sebeple de kapitalist toplumlar da çalışan ellerin boş durması, yani işsizliğin artması, sermaye sahibi patron, her hangi bir sebepten ötürü işçilere gerek duymayacak olursa o zaman iş­çi; zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için kullanacağı parayı elde edemeyecek ve yoksullukla açlık sefaletine sürüklenecek­tir.

Çünkü servet dağıtımını sağlayan unsur paradır. Üretim her ne kadar çok olursa olsun, işçi, pazarda bir şey satın al­madıkça servetten nasibini almamış demektir.

Kapitalist doktrinin yeterli olduğunu ve üretimi geliş­tirme gücünün var olduğunu mübalağalı bir şekilde savun­mak, kapitalizmin karanlık taraflarını örtbas etmek ve insanı sapıttırmaktan başka bir şey değildir. Kapitalizmin bu karanlık yanı, dağıtım alanına, yok etmek ve yoksun bı­rakmak şeklinde hükmetmektedir. Hem de sır kelimesini bil­meyen parayı büyülü bir şekilde elde edemeyen kimselere hiç aldırış etmeksizin... .

Bütün bu anlatılanların ışığında sırf üretimi; üretim ha­reketine hızlı bir başlama imkânı Veren çeşitli araçlar için ahlâki açıdan bir gerekçe olarak kabul edemeyiz. Çünkü bil­diğimiz gibi üretimin bolluğu, sosyal refahın tam bir ifadesi değildir.

c — özgürlük, insanlık değerinin asil bir ifadesidir.

Şimdi gelelim özgürlüğü kişisel, bir ölçüyle değerlendiren, özgürlüğe manevî bir değer ve ahlâk asaleti kazandıran üçüncü düşünceye ki bu özgürlük; insan değerinin bir görün­tüsü ve insan kişiliğinin gerçekleştiricisi olması dolayısıyla onun olmaması halinde hayat hiçbir anlam ifade etmez.

Her şeyden önce burada iki türlü özgürlüğün bulunduğu­na işaret etmemiz gerekmektedir. Bu özgürlüklerden biri; ta­biî özgürlük, diğeri de sosyal özgürlüktür. Tabiî özgürlük bizzat tabiat tarafından insana verilen özgürlüktür. Bu özgürlüğü toplum tüm bireyler için garanti eder. Bu iki özgürlükten her birinin kendine özgü karakterleri vardır.

Kapitalizmin özgürlük anlayışını incelerken bu iki özgürlüğün karakterlerini birbirinden iyice ayırmalıyız ki birinin karakter ve özelliğini diğerine mal etmiş olmayalım.

Tabiî özgürlük; insan yapısındaki öznel bir unsur ve te­mel bir olgudur. Ki hayat sürelerine bağlı olarak canlı var­lıklar, çeşitli derecelerde bu olguya ortak olurlar. Bu sebeple de insanın bu özgürlükten almış olduğu pay, diğer canlı varlıklarınkine oranla çok daha fazladır. Demek ki canlı varlı­ğın hayat süresi artınca, bu özgürlükten almış olduğu pay da fazlalaşacaktır.

Bu tabiî özgürlüğün özünü anlayabilmemiz için, canlı olmayan diğer varlıkların, var oluşlarını sürdürme tarzları üzerinde düşünmemiz gerekmektedir. Tabiat bu cansız var­lıkların yönelecekleri bazı sınırlı yönler çizer ve şaşmaları imkânsız olan belirli bir gidiş, yolu tayin eder. Örnek olarak taşı ele alalım:

Evrenin genel kanunları (sünnetullah) taş için, gideceği belli sınırlı bir gidiş yolu çizmiştir Meselâ biz hareket ettirmedikçe taşın kendiliğinden hareket etmesini veya bizim hareket ettirdiğimiz yönden başka bir yöne doğru hareket etmesini bekleyemeyiz.

Bunları yapmasını taş­tan bekleyemediğimiz gibi taşın, geriye doğru giderek karşısına çıkacak olan bir duvara çarpması ihtima­lin de düşünemeyiz. Bu imkânsızlıkları dolayısıyla taş, her türlü olumlu güçten ve yeni şekillere bürünebilme yetene­ğinden yoksun kalmakta ve dolayısıyla da tabiî özgürlükten nasibini alamamaktadır.

Canlı varlıklara gelince bu varlıkların çevre ve ortam karşısındaki tutumları olumsuz değildir. Ve bu varlıklar, ta­biatın kendileri için çizmiş olduğu sınırlı bir rotanın içine sı­kıştırılmış da değildirler.

Ayrıca kendi kendilerini şekillendirmek ve yeni kılıklara sokmak, normal yöntemler kendi or­tamlarına uymadığı takdirde yeni yöntemler bulma gücüne de sahiptirler. Birçok durumlarda kendine özgü ortamlara uygunluk kazanabilmeleri için tabiat, canlı varlıklara çeşitli yetenekler verdiğine göre bu olumlu güç, tabiî özgürlük hak­kında bize ilhamlar vermektedir.

Canlı varlıkların en alt sı­nıfında olduğu kabul edilen bitkide en alt ve en ilkel bir se­viyede olsa bile bu gücü ve bu özgürlüğü müşahede edebil­mekteyiz. Bitkilerin bir kısmı kendi yönlerini bizzat kendi­leri değiştirebilmekte ve önceden belirlenmiş olan yöne ko­yulmalarım engelleyen bir faktörle karşılaşınca da başka yö­ne sapabilmekte, gerek kendilerini gerek izlemekte, oldukları yönleri bir değişime tabi tutabilmektedirler.

Yaşam merdive­ninin ikinci basamağında yer alması niteliğiyle hayvanı ele aldığımızda onda da bu güç ve bu özgürlüğü geniş çapta, hem de yüksek bir düzeyde müşahadele edebiliriz. Çünkü Hak Tealâ ona birçok yetenekler vermiştir. Dilediği her zamanda kendi istek ve eğilimlerine uygunluk sağlamak için bu yete­neklerden istediğini kullanır.

Buna karşılık taş; biz oynat­madıkça, kendisi için önceden tespit edilmiş olan belirli ro­tanın dışına çıkamaz. Bitkiler de ancak belirli sınırlar çerçe­vesinde, kendileri için tespit olunan fotanın dışına çıkabilir­ler. Hayvan, her zaman çeşitli rotalara koyulma yeteneğine ve gücüne sahiptir. Hayat kavgasına girişmek için hayvana verilen güç ve yetenekler, bitkiye verilen güç ve yeteneklerden daha fazladır.

Tabiî özgürlük, irfanda zirveye ulaşmaktadır. Çünkü pratik alanda insana verilen güç ve yetenekler, gerçekten fazladır. Hayvandaki karakteristik istek ve eğilimlerin uy­gulama alanları için nihaî bir sınır vardır. Hayvan, tabiî öz­gürlüğünü ancak bu istek ve eğilimlerin sınırlan çerçevesinde kullanabilir.

Oysaki hayat alanında insan bu mertebede de­ğildir. Çünkü insan, özel bir ruhî ve organik bileşime sahiptir. Dolayısıyla da bu isteklerini frenleme veya bu isteklerin et­kilerini sınırlama imkânına sahiptir. Bu istek ve eğilimlere uymakla uymamak arasında serbesttir.

İnsanın yararlanmakta olmakta olduğu bu tabiî özgür­lük, insanlığı ayakta tutan faktörlerden biri olarak kabul edilmektedir. Bu özgürlük, insandaki hayat gücünün bir ifa­desidir. Bu özgürlük olmayınca insan, anlamsız bir kelime haline gelecektir.

Açıkça bilinen bir husustur ki bu anlamdaki bir Özgür­lük, doktrinin çerçevesi dışına çıkmaktadır. Böyle bir özgür­lüğün doktrinler bir karakteri yoktur. Bu sadece Allah’ın in­sana vermiş olduğu bir vergidir. Her hangi bir doktrinin ve­rip diğerinin vermediği bir vergi değildir ki, doktrinler esas­lara göre inceleyebilelim.

Doktrinler karakter taşıyan özgürlüğe gelince kapitalizm doktrini, bu özgürlük ile temayüz etmektedir. Kapitalizm ya­pısının temel direğini teşkil eden özgürlük, sosyal bir özgür­lük olup toplumun bütün bireyleri bu özgürlüğü tabiattan alırlar. İnsanın sosyal varlığına bitişik olan bu özgürlük, sos­yal ve doktrinler çerçevenin içine girmektedir.

Tabiî özgürlükle sosyal özgürlük arasında açıkça bir ayı­rım yapabilecek olursak, sosyal özgürlükteki tabiî özgürlü­ğün özelliklerinin ne miktarda olduğunu ve Kapitalist dok­trinin insana sunmuş olduğu özgürlük, insanlığı ayakta tu­tan sübjektif bir faktör ve insanın yapısının canlı bir unsu­rudur. Gibisinden söylenen sözlerin ne kadar hatalı olduğu­nu anlama imkânını elde edebiliriz. Böyle bir söz, tabiî öz­gürlükle sosyal özgürlük arasında bir ayırım yapmama esa­sına dayanmaktadır.

Tabiî özgürlük, insan varlığının süb­jektif bir faktörü olma niteliğine sahiptir. Sosyal özgürlük, sosyal bir mesele olma niteliğine sahiptir ki bu özgürlüğün, mutlu bir toplum yapısını kurmak için yeterlilik miktarım ve inanmakta olduğumuz ahlâkî değerlerle uyuşma oranını incelememiz gerekmektedir.

***

Şimdi de bu niteliğiyle sosyal özgürlüğü ele alalım. Ka­pitalist doktrinin bu özgürlük karşısındaki tutumunu ince­leyelim. Tabi önce tabiî özgürlüğü doktrinler inceleme çer­çevesinden uzaklaştırdıktan ve her iki özgürlüğün ayırıcı özelliklerini tanıdıktan sonra...

Sosyal özgürlük kavramının analizini yaparken hem gerçek bir içeriğinin hem de formal bir görüntüsünün var olduğunu göreceğiz. Bu özgürlüğün iki yanı vardır:

î — Özgürlüğün gerçek içeriği ki buna ileride özlü hür­riyet adını vereceğiz,

2 — Özgürlüğün şeklî görüntüsü ki ileride buna şeklî özgürlük adını vereceğiz.

Şu halde özlü - sosyal bir özgürlükle ve formal- sosyal bir özgürlükle karşı karşıya bulunmaktayız.

Önce özlü Sosyal özgürlüğü ele alalım: Bu özgürlük, insanın, belirli bir işi yapabilmek için toplumdan aldığı bir güçtür. Bu gücü şöylece açıklayabiliriz: Bireyin bir işi yapabil­mesi için toplum, kendisine bütün imkân ve şartlan hazır hale getirir. Bireyin bir eşyaya sahip olmasını toplum garanti eder, bu eşyayı bol miktarda piyasaya sürer ve bu eşyanın satın alınışında başka bir bireye spekülâsyon hakkını tanı­mazsa bu durumda birey, bu eşyayı satın alma özgürlüğüne sahip olmaktadır.

Çünkü birey, bu eşyanın satın alımı için gerekli bütün şartlara sosyal yönden sahiptir. Ama eğer top­lum, bireye; eşyayı satın almak için gerekli parayı vermez veya eşyayı piyasaya sürmezse veyahut ta eşyayı satın alma­da başkalarına tekel hakkı tanırsa o zaman, birey, özlü hürri­yete veya eşyayı satın almak için gerekli olan gerçek güce sahip değildir, demektir.

Formal - Sosyal özgürlüğü ele alalım: Özlü hürriyet için gerekli olan şartlardan hiç biri bu özgürlük için gerekli değildir. Hatta parası olmayan bireyin bir eşyayı satın ala­bilmesi bile mümkündür. Ama bütün bunlara rağmen birey formal olarak sosyal yönden özgür sayılmaktadır. Her ne kadar bu formal özgürlüğün bir içeriği olmasa bile...

Satın almanın formal özgürlüğü, eşyayı satın alma gücü demek değildir. Formal özgürlük, sosyal açıdan şu manayı ifade et­mektedir: Bireyin başkalarıyla girişmiş olduğu rekabet are­nasında yerini belirleyen imkân ve fırsatları çerçevesinde toplum, bireye; eşyayı satın alma imkânını verecek olan yöntemlerden dilediğini kullanma serbestîsini vermektedir.

Nor­mal bir insan formal olarak, bir kalem satın alma özgürlü­ğüne sahip olduğu gibi, sermayesi yüzlerce milyona varan bir şirketi satın alma özgürlüğüne de sahiptir. Çünkü kapi­talizmdeki sosyal düzen, bireye; dilediği işi yapma ve bu mu­azzam şirketle bu mütevazi kalemden birini satın alma serbestîsini vermektedir.


Şirketin satın alınması imkânını veren şartların ve fır­satların azlığına yahut rekabet savaşında netice olarak or­tadan kalkmasına veyahut da cemiyetin bu şart ve fırsatları hazırlamamasına gelince; bütün bunlar şeklî hürriyetin ge­nel statüsüyle çelişmemektedir.

Fakat yine de şeklî hürriyet tamamen boştur da dene­mez. Aksine zaman zaman müspet bir manayı kastettiği de olur. İş adamının ticarî varlığının başarılı bir şekilde başla­masını sağlar; her ne kadar ona bu büyük şirketin satın alı­nabilmesi gücünü fiilen bahşetmezse de. Lâkin bu iş adamı içtimaî olarak şeklî hürriyetten yararlandığı sürece, söz konu­su şirketi satın alabilme gücünü, kendisine, uzak ya da yakın bir zamanda kazandıracak çeşitli işlere girişme hakkına sa­hiptir.

İşte bu durumda şeklî hürriyet, şirketin satın alınma­sı konusunda müspet bir manayı muhtevidir. Çünkü her ne kadar şirketin tesellümünü lülen sağlamasa bile iş adamına, kabiliyetlerini imtihan etme ve bu yolda çeşitli teşebbüslere -girişme imkânını getirmektedir. Yalnız burada, şeklî hürri­yet sayesinde yitirilen bir şey var: O da, şirketin yahut be­delinin elde edilmesi konusunda cemiyetin fertlere getireceği garantidir. İşte bu garanti, şeklî hürriyetin fertlere teke­ffül etmediği, özlü — sosyal hürriyetin manasıdır.

Demek ki' şeklî hürriyet içtimaî olarak daima "boş' de­ğildir. Aksine fertlerin takat ve kuvvetlerinin 'seçilmesini' ve gelişmesini sağlayan bir vasıtadır; her ne kadar basan ve kazanma garantisi olarak hiç bir şey getirmediği bir gerçek­se de...

Şimdi daha bir anlaşıldı ki şeklî hürriyet fiilî bir kudreti kastetmese de bu kudretin oluşmasının zarurî şartıdır. Fertlerin şirketi temellükü hususunda şeklî hürriyet, hakikatten, zerre taşımayan sadece hürriyetin isminden ibaret olmakla beraber sözünü ettiğimiz başarılı iş adamı eğer şeklî hürri­yetten, cemiyetin kendisine verdiği,

rekabet savaşında im­kânlarını ve nasibini tecrübe durumundan yararlanmamış olsa düşlediği büyük kapitalist şirketin temellükünü gerekli çabayı fiilen ortaya koyduktan sonra bile gerçekleştiremeyecektir. Ve yine şeklî hürriyet bu iş adamı için özlü hürriyetin ve bu şirketin satın alınabilmesi için gerekli gücün kazanılmasında zarurî bir şart ve etkin bir faktördür.

Kapitalist doktrin, temel olarak formal-sosyal özgürlü­ğe dayanmakta ve formal özgürlüğün, gerçek anlamda bir öz­gürlük olduğuna inanmaktadır. Önceki ifademize göre özlü özgürlüğe gelince, bu özgürlük; özgürlüğün kendisi değil de özgürlükten yararlanma manasına gelmektedir.

Bu sebeple de bu özgürlük; kişinin çalışma gücünü arttırmak ve kişiye özlü özgürlük vermek anlamına gelmemektedir. Buna göre kişi, formal özgürlükle yetinmekte ve kendisi için doğacak olan imkânlarla fırsatları elde etmeyi beklemektir. Ki gerçek­leştirmeye çalıştığı amaçlar uğruna çeşitli faaliyetlere giriş­meyi, hayatın herhangi bir alanında çalışmasını engelleye­cek ve zorluklar çıkaracak olan sosyal baskıları yok etmeyi becerebilsin…

Kapitalizmin özlü özgürlük, karşısındaki tutumu olum­suz, formal özgürlük karşısındaki tutumu ise olumludur. Ya­ni kapitalizm, özlü özgürlüğün gerçekleştirilmesine karşı ve fakat formal özgürlüğün gerçekleştirilmesinden yanadır- Hat­ta bu özgürlüğün, toplum bireyleri için gerçekleştirilmesini garanti eder. Kapitalizmin özlü özgürlük karşısındaki olum­suz tutumunun gerekçelerini iki maddede özetleyebiliriz:

a —Hangisi olursa olsun-sosyal bir doktrinin gücü, şa­hıs, için özlü özgürlüğü gerçekleştirmekten, toplum bireyle­rinin amaçlarını gerçekleştirmek için gerekli gücü garanti altına almaktan acizdir. Çünkü bireylerin birçoğu, kendi amaç­larını gerçekleştirilişleri için zorunlu olan özel yetenek ve maharetlerden yoksundurlar.

Sosyal doktrin ise hiç bir zaman kuru ve çorak bir yerden pınar kaynatamaz. Aptal bir insa­nı, dâhi bir insan haline getiremez. Nitekim amaçların birçoğunu toplum bireylerinin gerçekleştirmeleri de garantili de­ğildir. Sözgelimi her şahsın devlet başkanı olması veya top­lumun her şahsa, devlet başkanlığı makamını bilfiil elde et­me gücünü vermesi de akıl ölçülerine uymamaktadır.

Fakat toplumun, siyasal veya ekonomik kavgaya girişmesi ve kendi yeteneklerini sınaması için her bireye imkân sağlaması, fır­sat tanıması akıl ölçülerine uymaktadır.

Bu kavgasında birey ya galip gelerek zirveye yükselir ya da yerinde sayarak yolun ortasında bekleyip durur veyahut da mağlûp olup zararla birlikte gerisin geri döner. Hangi hal­de olursa olsun bu kavgadaki basan veya başarısızlık oranın­dan en son sorumlu olan bireyin kendisidir.

b — Kapitalizm, özlü özgürlüğü benimsemeyisin! şu ge­rekçeye bağlamaktadır: Hangi yolda giderse gitsin, bu yolu başarıyla sonuçlandırması için toplum, bireye yeter derece­de garanti verecek olursa bu durumda bireyin sorumluluk şuuru fazlasıyla zayıflar, onu çalışmaya iten özgürlük ateşi söner.

Toplum, bireyin başarıya ulaşmasını garanti ettiğine göre birey, kendi şahsına dayanma ve kendi yetenekleriyle maharetlerini sınama ihtiyacı duymaz. Nitekim kendisine özlü özgürlüğü ve gerekli garantileri sağlamazsa bile bu dediklerimizi yapma serbestîsine de sahiptir.

Bu her iki gerekçe de bir dereceye kadar doğrudur. Fa­kat kapitalizmin söylediği şekilde değil... Kapitalizm, bu ge­rekçelere dayanarak özlü özgürlüğü ve toplumsal garantileri tümüyle inkâr etmektedir. Bir şeyi elde etme garantisini bi­rey, ekonomik faaliyeti alanında elde etmeye çabalar. Her ne kadar bu elde ediş, gerçekleşmesi imkânsız olan hayalî bir düş ise de...

Sosyal doktrinin, bu düşün gerçekleşmen için bireyi zorlaması da anlamsızdır. Zulümden başka bir şey de­ğildir. Şunu da söylemek gerekir ki insanın fırsatlarıyla için­de bulunduğu şartlar ne olursa olsun, ekonomik alanda ken­disine geniş miktarda bir özgürlüğün verilmesi ve belirli bir geçim düzeyi için yeter derecede garantilerin sağlanması, gerçekleştirilmesi imkânsız olan ideal bir şey değildir.

Bu, insandaki yeteneklerin, gelişme ve evrimleşme enerjisinin donmasına da sebep olmaktadır. Çünkü bu asgarî özlü hürri­yet, terakki etmiş birçok üstün ticaret düzeylerinin, özgür rekabeti frenlediği hengâmda bireylerin çalışıp faaliyet gös­termelerini sağlamakta böylece onların kendi kişiliklerine güvenme duygusunu geliştirmektedir.

Şu halde kapitalizm, özlü özgürlük ve toplumsal garanti­ler karşısındaki olumsuz tutumuna; bu gibi garantilerin veril­mesinin imkânsız olduğunu ve bu garantilerin, insanın çalış­masındaki özgür enerjiyi dumura uğrattığını bir delil ve da­yanak olarak ileri süremez. Çünkü kapitalizm doktrini ma­kul derecede toplumsal garantiyi sağlamakta, bu derecenin sınırlan dışında kişinin yeteneklerini düzeltip geliştiren re­kabete yol açmaktadır.

Gerçek şu ki kapitalizmin toplumsal garantiler ve özlü özgürlük düşüncesi karşısındaki olumsuz tutumu, kapitaliz­min formal özgürlük karşısındaki olumlu tutumunun zorun­lu bir sonucudur. Kapitalizm, temel olarak formal özgürlüğe dayandığına ve doktrinler yapısını bu özgürlük üzerinde kur­duğuna göre toplumsal garanti düşüncesini benimsememe­si ve özlük özgürlük karşısında olumsuz bir tutuma sahip ol­ması zorunlu olmaktadır.

Çünkü formal özgürlükle özlü öz­gürlük birbirlerine ters düşmektedirler. Formal özgürlük ilkesine inanan ve bu özgürlüğün çeşitli alanlarda bireylere ve­rilmesine önem veren bir toplumda bireylere özlü özgürlüğün verilmesi mümkün değildir.

iş adamlarının işçileri çalıştır­makla çalıştırmama hususunda serbest oluşları; servet sahip­lerinin, formal özgürlük ilkesi uyarınca kendi özel çıkarları­na uygun olarak mallan üzerinde tasarrufta bulunma hu­susundaki özgürlükleri, işçilerin çalışma garantileri veya iş yapamayacak derecede aciz, olanların geçim garantileri il­kesinin uygulanmasının imkânsız olduğunu ifade etmekte­dir.

Çünkü bu ilkenin uygulanması ancak iş ve servet sahip­lerinin sahip oldukları özgürlüğün kısıtlanmasıyla mümkün olmaktadır. Bu durumda ya iş ve servet sahiplerinin, kendi istek ve eğilimlerine uygun gelecek şekilde mallan üzerinde tasarrufta bulunmalarına müsaade edilecek, formal özgürlükleri genişletilecek ve dolayısıyla da iş ve geçim garantisi­nin verilmesine imkân tanınmayacaktır. Ya da bütün bu top­lumsal garantiler verilecek, iş ve servet sahiplerinin kendi mallan üzerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunmalarına göz yumulmayacaktır.

Böylece de ekonomik alanda her bire­ye dilediği gibi tasarrufta bulunma müsaadesinin verilmesi­nin sorunlu olduğunu savunan formal özgürlük ilkesine ters bir pozisyona girilmiş olmaktadır. Kapitalizm bu ilkeye inan­dığına göre, toplumun bütün bireylerine eşit şekilde formal özgürlüğü sağlayabilmek için toplumsal garanti ve özlü öz­gürlük düşüncesini reddetmek zorunluluğunda kalmaktadır.

Kapitalist toplumun formal özgürlüğü benimseyip top­lumsal garantiler ve özlü özgürlük düşüncesini inkârına kar­şılık sosyalist toplum, bunun tam tersi bir tavır takınmak­tadır. Çünkü Marxçı sosyalizm ülkeyi yöneten bir dikta hükümeti kurmakla formal özgürlüğü temelinden sarsmış ve yakmıştır. Yani bu diktatörlüğü vatandaşlarına iş ve hayat garantileri olarak sunmuştur.

Böylece bu doktrinden her biri, özgürlüğün bir yanı­nı tutmuş bir diğer yanını salıvermiştir. Formal özgürlükle özlü özgürlük arasındaki yani şekille öz arasındaki bu temel çelişki, çözümünü ancak isâmda bulmaktadır, İslâmiyet toplumun her iki özgürlüğe de muhtaç olduğuna inanmıştır.

Ve fertlerin zarurî ihtiyaçlarını ve insanca bir hayatı sağlayacak makul ölçüde garantiler getirmekle topluma öz­lü hürriyeti kazandırmıştır. Bu garantiler, çerçevesinde ise şeklî hürriyeti tanımamıştır. Sonra; bu garantileri şeklî hür­riyetin kaldırılmasına gerekçe de saymamış, onun sübjektif ve objektif kıymetini inkâr etmemiştir.

Aksine sözünü ettiği­miz garantilerin sınırları haricinde fertleri serbest bırakmış, onlara hayat ve kâinat hakkındaki kavramlarıyla uzlaşan her tür hürriyeti bahsetmiştir. Böylece fert, özel sınırlar içerisin­de garanti altında, bu sınırlar dışında ise serbesttir.

İslâmiyet binasında formal özgürlükle sosyal özgürlük iş­te bu şekilde birleşmiştir. Bu parlak bileşimi insanlık, İslâm dışında ancak bu yüzyılın sonlarında düşünce alanına akta­ra bilmiştir. Zira ancak kapitalizmin özgürlük denemesi tama­men yenilgiye uğradıkları sonra garanti ilkesinin benimsenmesi ve garanti ile özgürlük arasında bir uyum sağlanması için çalışmalara girişilmiştir.

Her ne halde olursa olsun kapitalizm, formal özgürlük uğruna toplumsal garantileri ve özlü özgürlüğü feda etmiş­tir.

Burada incelememize temel olacak bir noktaya kavuş­muş oluyoruz: Şöyle bir soru soruyoruz: Kapitalizmdeki for­mal özgürlüğün dayanmakta olduğu değerler nelerdir? Formal özgürlük uğruna özlü özgürlüğün ve toplumsal garanti­lerin feda edilmesine müsaade eden sebepler nelerdir?

Bu arada sosyal refahı gerçekleştirmek veya genel üre­timi bollaştıran bir sebep olması niteliğiyle formal özgürlü­ğü objektif-sosyal gerekçelerle haklı bulmak için ortaya ko­nan tüm çabalan gözden uzak tutmamamız gerekmektedir.

Nitekim bu gerekçeleri daha önce ele alıp incelemiştik. Fakat bu gerekçeler inceleme ve sınama derecesine yükselmemektedirler. Bizim asıl amacımız; kapitalizmin, özgürlüğün değeri­ni sübjektif Ölçülerle yorumlamaya çalışmasını incelemektir.

Bu koni 1a söylenen sözlerden biri şudur: «Özgürlük, in­san yapısının bir parçasını teşkil etmektedir. Özgürlüğünü yitiren insan, kendi insanlık değerini de yitirir. Bu özgürlü­ğü sayesinde insan, diğer varlıklara üstün gelmektedir. Bu şatafatlı ifade, özgürlüğün sübjektif değerinin, ilmî analizi­ne uymamaktadır.

Bu ifadeyi, kelime kalıplarıyla oynamak­tan zevk alanlardan başkasının benimseyip kabullenmesine de imkân yoktur, insan tabiî bir varlık olması niteliğiyle, tabiî özgürlük sayesinde diğer canlılara üstün gelmektedir. Sosyal bir varlık olması niteliğiyle, sosyal özgürlük sayesin­de diğer canlılara üstün gelmemektedir İnsan yapısının bir parçası olarak kabul edilen özgürlük, tabiî özgürlüktür. İn­sana hâkim olan sosyal doktrine bağlı olarak verilen veya alınan sosyal özgürlük, insan yapısının bir parçası olarak kabul edilemez.

Bu konuda söylenen bir diğer söz de şudur: «Sosyal an­lamda özgürlük, insanın aslî bir karakteristik güdüsüdür. öz­gürlük, insanın aslî gereksilerinden biridir. Tabiî özgürlüğe sahip olması niteliğiyle insan, içinde yaşamakta olduğu top­lum bakımından; kendi gidiş tarzı ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde özgür olmaya yeltenir.

Sosyal doktrin, kendisi­ni ortaya koyan insanların karakterleriyle uyuşup reel bir doktrin olabilmek için insanları aslî karakteristik istek ve ar­zularını kabullenmek ve bu isteklerle arzulan gidermek zo­runluluğundadır. Şu halde sosyal doktrin, insanların özgür­lüğe olan eğilimlerini frenleme olanağına sahip değildir.

Bu söyledikleri bir dereceye kadar doğrudur. Fakat bu hususta şöyle bir söz söylesek de doğru olur kanısındayım: Kendi yapısının temellerini insanlar üzerine almak isteyen .sosyal doktrin; insanın birçok aslî, eğilimlerim ve çeşitli ihti­yaçlarını kabullenmek, bu ihtiyaçlarla eğilimler arasında bir uyum sağlamak için çalışmak zorunluluğundadır. Sosyal dok­trinin reel ve insaniyetçi olması için, insandaki bu eğilimler­le ihtiyaçlardan sadece birini kabullenmesi, diğerlerini önem­sememesi yeterli olmamaktadır.

Meselâ kendi karakteri gereği baskı ve zorlamayı red­deden özgürlük, insanın aslî bir karakteri ise de özgürlüğe sahip olan insanın diğer aslî ihtiyaçlarıyla eğilimleri de var­dır. İnsan kendi yaşamında huzur ve gönül rahatlığına şid­detle muhtaçtır. Baskı ve zorlamadan hoşlanmayan insan, huzursuzluktan da rahatsız olur.

İnsan, toplumun kendisine verme imkânına sahip olduğu hayat ve geçim garantisini kaybedecek olursa diğer asli ihtiyaçlarını da karşılamaktan mahrumdur. İstikrar ve güvene olan asli eğilimini doyurmaktan yoksun olur.

Tıpkı özgürlüğünü tamamen yitirdiği, İradesini baskı ve zorlamayla kabul ettiren sosyal bir mekanizmaya maruz kaldığı durumlardaki gibi… İnsanın özgürlüğe olan as­lî eğilimiyle rahat ve güvenliğe olan aslî ihtiyacı ve diğer aslî ihtiyaçları arasında ince ve ustaca bir şekilde uyum sağ­lamak, sosyal doktrinin insanlık için yapması gereken bir iştir.

Çünkü sosyal doktrin, insanlık realitesinin derin temelle­rine dayalı olarak reel bir doktrin olma çabası içerisindedir. Yahut da bu anlattıklarımızdan hiç birisi yapılmaz-. İnsanın diğer aslî ihtiyaç veya eğilimleri bir yana bırakılır. Sadece bir tek eğilimin tatmin edilmesi için diğer bütün eğilimler feda edilir. Ki bu bir tek eğilim, doyurucu bir şekilde tatmin edilsin.. Tıpkı kapitalizmin yaptığı gibi… İşte bu tutum, en basit doktrinler görevlerle bile çelişen bir şeydir.

***

Sonuç olarak: Kapitalizmin özgürlük ve toplamsal ga­rantiler karşısındaki bu hatalı tutumu kapitalizm düşüncesi­nin genel çerçevesiyle tam olarak uyuşmaktadır. Ona göre toplumsal garantiler aynı zamanda, bireylerin özgürlüğünü kısıtlamak ve bireylere baskı yapmak düşüncesiyle de uyuş­maktadır. Kapitalizm, evren ve insan hakkındaki hatalı an­layışı gereği bu kısıtlama ve baskılar için haklı bir gerekçe bulamamaktadır.

Baskı ve kısıtlama, marksizmde tarihî zorunluluğa dayan­maktadır.

Çünkü marksizm, sosyalist toplumda baskı ve kısıtlama eylemlerine girişen proletarya diktatörlüğünün, tarihî kanun­ların zorunluluğundan doğmakta olduğuna inanmaktadır.

Ne var ki kapitalizm, marksizme özgü zincirlemesiyle tari­hî maddeciliğe inanmaktadır.

Baskı ve kısıtlama din'de gerekçesini, insanların hayat düzenlerini kurmak insanların yaşantılarına yön vermek bi­reysel özgürlükler için sınırlan belli garantiler koymak yet­kisine sahip olan yüksek bir.

iktidarın zorunluluğuna inanmaktan almaktadır. Çünkü din, insanların hikmet sahibi bir yaratıcısının yaratıcının var olduğu bu yaratıcının; insanların sosyal ya­pısını kurmak, insanların yaşayışlarında izleyecekleri yolu çizme hakkına sahip olduğu görüşünü savunmaktadır.

Ne ki kapitalizm; dinin yaşam realitesinden koparılması, tüm sosyal alanlardan çözülmesi şeklinde ifade edebileceğimiz genel anlayışının ışığında bu gerekçeyi kabul etme im­kânına sahip değildir.

Baskı ve kısıtlama, inşanın içinden fışkıran bir güç ol­ma niteliğine sahiptir. İnsanı; bazı ahlâki değerlere saygılı olmak, diğer insanlarla olan ilişkileri ve toplum karşısındaki tutumunda bazı sınırlarla kurallara uymakla yükümlü kılan vicdanı, onu baskı ve kısıtlama kurallarına uymakla da yü­kümlü kılmaktadır.

Neki kapitalizmin ahlâk felsefesindeki kavramına göre vicdan, geleneklerle göreneklerin ve bireye dıştan yapılan baskıların insanın içindeki bir yansımasın­dan başka bir şey değildir. Kapitalizme göre vicdan, insanın

Durumundan fışkıran bir güç değil de dış baskıların insanın içinde meydana gelen bir yansımadır.

İşte böylece kapitalizm özgürlüğün kısıtlanmasını tarihi dini veya vicdani zorunluluklarla yorumlamaktan aciz kalmaktadır. Özgürlük karşısındaki tutumu kendi fikri kökeni evren, insan, tarih, din ve ahlâk anlayışıyla bağlantı kurmuş olmaktadır

Bu esastan hareket ederek kapitalizm, hükümet ve diğer sosyal yönetim üniteleri hakkındaki anlayışını orta­ya koymuştur. Kapitalizm hükümetin bireysel özgürlükle­re müdahalede bulunmasını kabul etmez, Hükümet, ancak özgürlüğü anarşiden, çatışmadan ye başıboşluktan kurtara­cak kadar ferdi hürriyete müdahalede bulunur. Çünkü fert­ler özgürlüklerine ancak bu şekilde bir müdahalede bulun­maya müsaade edebilirler.

Fakat bu sınırların dışında, özgürlükleri kısıtlamanın ne dinî, ne ahlâkî ve ne de tarihî hiçbir gerekçesi yoktur. Böyle bir kısıtlama legal değildir. Bu sebeple de tabiî olarak kapitalizm, kendi fikrî zincirinin şu son halkasına varmak­tadır: Bu noktada kapitalizm, ekonomik alandaki özgürlü­ğü savunacak, garanti ve kısıtlamalar getirecek bir siyasî otorite fikrini inkâr ve protesto edecektir.

Kapitalizmin fikrî esaslarından kaynaklanan umumî bağlantılarıyla temel kavramları bunlar.

Kapitalizmin görüş açısını temize çıkaracak yahut çü­rütecek olan da bu kavramların sıhhat durumudur.








9
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1


TEMEL ÇİZGİLERİYLE EKONOMİMİZ

1 — İslâm ekonomisinin genel yapısı.

2 — İslâm ekonomisi, bütünden bir parçadır.

3 — İslâm ekonomisinin genel çerçevesi.

4 — İslâm ekonomisi ilim değildir.[1]

5 —Dağıtım ilişkileri, üretim şeklinden ayrıdır.

6-İslâm'a göre ekonomi problemi ve çözümü.


İSLÂM EKONOMİSİNİN GENEL YAPISI

İslâm ekonomisinin genel yapısı üç temel unsurdan oluşmaktadır. Ki İslâm ekonomisinin doktrinler içeriği, bu unsurlara göre belirlenmekte, genel çizgileri bakımından diğer ekonomik doktrinler arasında temayüz etmektedir. Bu unsurları şöylece sıralayabiliriz:

1 — Karma mülkiyet ilkesi

2 — Sınırlı bir çerçeve içinde ekonomik özgürlük ilkesi.

3 — Sosyal adalet ilkesi.

Bu temel unsurları detaylarıyla birlikte geniş bir şekilde ele alıp açıklayacağız. İslâm ekonomisi hakkında genel bir düşünce oluşturacağız. Ki doktrinler özellikleri ve detayları ile birlikte konuyu geniş bir şekilde ele alma imkânını bulabile­lim.



l—KARMA MÜLKİYET İLKESİ

İslâmiyet, esas olarak kabul ettiği mülkiyet türü bakı­mından sosyalizm ve kapitalizmden temelde ayrılmaktadır.

Kapitalist toplum, genel bir kural olarak, bireysel mülki­yete yani özel mülkiyete inanmaktadır. Kapitalizm, bireyle­rin çalışmalarına ve içinde bulundukları ortama bağlı olarak özel mülkiyet yoluyla ülkenin çeşitli alandaki servetler ile sahip olmalarına müsamaha göstermektedir. Toplum mülki­yetini temel bir esas olarak kabul etmemektedir.

Ancak sosyal alanda bir zorunluluk baş gösterdiğinde toplumsal mülkiyeti kabul eder. Denemeler bazen şu veya bu mülkün kamulaştırılmasını gerektirebilir. Fakat bu zaru­retler istisnaî yani kural dışıdırlar. Kapitalist toplum bu zo­runlulukları esas alarak bazen özel mülkiyet ilkesini çiğne­mek zorunluluğunda kalmaktadır. Belirli bir mülk veya ser­veti, eski durumundan saptırmaktadır.

Sosyalist toplum ise bunun tam tersi bir tutuma sahiptir. Sosyalist toplum, toplumsal mülkiyet ilkesini, ülkenin tüm servetlerine uygulamaktadır. Bu ilkeyi ancak, bazı ezici sos yal zorunluluklar karşısında uygulamak mecburiyetinde kal­maktadır.

Kapitalizm ve sosyalizmin bu iki zıt görüşlerini esas ola­rak alacak olursak; özel mülkiyete yegâne ilke olarak inanan, kamulaştırmayı ise sosyal zorunlulukların ortaya koyduğu bir istisna olarak kabul eden toplumlara kapitalist; toplumsal mülkiyete ilke olarak inanan özel mülkiyeti ise istisna olarak kabul eden toplumlara ise sosyalist diyebiliriz.

İslâm toplumuna gelince bu damgalardan hiç birini ona vuramayız. İslâm doktrini; ne özel mülkiyeti ilke olarak sa­vunan kapitalizmle ve ne de toplumsal mülkiyeti ilke olarak savunan sosyalizmle asla bağdaşmamaktadır. İslam doktrini karma mülkiyet sistemini (yani çeşitli şekillerdeki bir mül­kiyeli) ilke olarak kabul etmektedir.

Kapitalizm ve sosyaliz­min savunduktan tek tip mülkiyeti (Bireysel veya toplumsal mülkiyeti) benimsemektedir. İslâmiyet; bireysel mülkiyeti, toplumsal mülkiyeti ve devlet mülkiyetini kabul etmektedir. Bu üç mülkiyet türünden her birinizi ayrı ayrı işlerlik alan­ları vardır. Bu mülkiyetlerden hiç birini istisna yani kural dışı olarak kabul etmez. Veya bu mülkiyetlerden hiç birini, ortamın gerektirdiği geçici bir hal çaresi olarak kabul etmez.

Bu nedenle İslâm toplumunu; her ne kadar bazı üretim araçlarının ve sermayelerin özel mülkiyette kalmasına müsamaha gösteriyorsa da kapitalizm damgasıyla damgalandırmak hatalı bir harekettir.

Çünkü İslâm göre özel mülkiyet genel bir kural olarak kabul edilmemektedir. Fakat bunun yanında İslâm toplumu­nu; her ne kadar bazı servetlerin toplumsal mülkiyete veya devlet mülkiyetine geçmesini kabul ediyorsa bile sosyalistlik­le damgalamak da doğru olmaz. Çünkü toplumsal mülkiyet ilkesi, Islama göre genel bir kural değildir. Bütün bunlardan ayrı atarak İslâmiyet; şu veya bu doktrinden oluşan bir bi­leşim olarak kabul etmek de doğru değildir.

İslâm toplumundaki mülkiyetin karma bir sistem oluşu; islâmın kapitalizm­le sosyalizmi birleştirdiği, kapitalizmin bir bölümünü, sos­yalizmin de bir- bölümünü aldığı anlamına gelmez. Tersine bu, islimin; belirli fikri kural ve temellere belli değer ve kav­ramlar çerçevesinde bulunan bir konuya dayalı olan orijinal bir doktrinler yapaya sahip olduğunun bir ifadesidir. Bu ku­rallar, bu değer ve kavramlar, özgürlükçü kapitalizmle marxçı sosyalizmin dayanmakta olduğu kural, kavram ve değerle­re ters düşmektedir.

İslâmın mülkiyet karşısında karma bir sisteme dayalı tu­tumunun doğruluğunu, kapitalizm ve sosyalizmin realitesin­den daha güzel bir şekilde ispatlayan hiç bir şey yoktur. Sos­yalizmle kapitalizm, bir başka mülkiyet sistemini kabullen­mektedirler. Bu sistem, her iki doktrinin genel kurallarıyla ters düşmektedir.

Çünkü realite, ters mülkiyet sistemini ka­bullenmenin hatalı olduğunu ispatlamıştır. Epey bir zaman­dan beri kapitalist toplum, kamulaştırma düşüncesini benim­semeye başlamış, bazı alanlarda özel mülkiyet ilkesini kabullenmez olmuştur. Bu kamulaştırma hareketi, kapitalist top­lumların; kapitalizmin mülkiyet sisteminin sağlam temelle­re dayalı olmadığını itiraf etmelerinden başka bir şey değildir. Bu hareketleriyle kapitalistler, kapitalizmin mülkiyet siste­minin bazı kusurlarla aksaklık doğurduğunu ispatlamış­lardır.

Diğer taraftan sosyalist toplum, -yeni meydana gelişine rağmen- kendini bazen legal bazen İllegal olarak özel mülki­yeti kabullenmek zorunluluğu karşısında bulmuştur. Sosya­list toplumun özel mülkiyeti legal olarak kabullenmesine ör­nek olarak, Sovyet anayasasının 7. maddesini gösterebiliriz.

Sovyet anayasasının bu maddesi şöyle demektedir: Kolhozlara bağlı çiftçi ailelerinden her birine müşterek kolhoz ekono­misinden gelen esas gelire ek olarak özel mülk olarak bir top­rak parçası ve lojman verilecektir.

Ayrıca bu ailelere kendi arazilerinde İzafi bir ekonomi hakkı, konut yeri, hayvansal Üretim için bazı davarlar, kuşlar ve basit tarım aletleri de verilecektir. Anayasanın 9. mad­desi, bireysel olarak çiftçilik ve zanaatkârlık yapanlara küçük ekonomik kuruluşlar kurmak ve yürürlükte olan sosya­lizm düzeninin yanında küçük mülklere sahip olmak hakkı­nın verilmesini emretmektedir.



2—BELLİ SINIRLAR ÇERÇEVESİNDE EKONOMİK ÖZGÜRLÜK İLKESİ.

İslâm ekonomisinin ikinci temel unsuru, bireylere eko­nomi alanında bir özgürlük tanımaktır. Ancak verilecek olan bu özgürlük, islâmın inanmakta olduğu ahlâkî ve manevî de­ğerlerle sınırlıdır. Bu temel unsur bakımından da İslâm eko­nomisi ile kapitalist ve sosyalist ekonomi arasında açık bir ayrıklık görülmektedir.

Bireyler, kapitalist ekonominin gölgesinde sınırsız bir özgürlüğü elde edebilmektedirler. Buna Karşılık sosyalist ekonomi, tüm bireylerin özgürlüğünü kısıt­lamaktadır. Bu hususta İslâmiyet, kendi genel karakteriyle uyuşan bir tavır takınmaktadır. İslâmın gölgesinde bireyler, hürriyeti güzelleştiren, onu insanlık için hayırlı bir araç ha­line getiren ideal ve değerlerle sınırlı bir hürriyete sahip ol­maktadırlar.

İslâmın ekonomik alanda sosyal özgürlüğü sınırlandır­ması iki bölümde mütalea edilebilir.

a — Sübjektif sınırlama: Bu sınırlama, ruhun derinlik­lerinden doğmaktadır. Bu sınırlama; gücünü, İslâm şahsiyeti­nin sübjektif ve fikri muhtevasından almaktadır.

b — Objektif sınırlama: Bu sınırlama, bir dış gücün ifa­desidir. Bu güç, bireyin sosyal yaşayışını düzenleyip sınırlar.

Sübjektif sınırlamaya gelince bu sınırlama; tabiî olarak islâmın, hayatının bütün alanlarında egemen olduğu Müslüman bir toplumda, bireyi eğitmekte olduğu özel terbiyenin gölgesinde oluşmaktadır.

İslâm şahsiyetinin oluşmasında ka­lıp teşkil eden ruhî ve fikri çevrenin, hayat realitesiyle hem­hal olmasına fırsat verilir, tarih de bu esasa göre oluşturu­lursa o zaman bu ruhî ve fikrî çevre manevî bir güce, hem de muazzam bir güce sahip olur? İslâm toplumunun bireylerine bir bağış olarak verilen özgürlüğün sübjektif ve tabii sınırla­masına da etkide bulunur.

Kendi özgürlüklerinin kısıtlandı­ğının farkına varmaksızın, bireyleri ince ve derin bir şekilde idare eder.

Çünkü bu şekildeki bir sınırlama, bireylerin ruhî ve fikri realitelerinden doğmaktadır. Dolayısıyla bu tip bir sı­nırlama ile özgürlüklerinin kısıtlandığının farkına bile var­mazlar. Bu sebepledir ki sübjektif sınırlama, gerçekten hürri­yetin kısıtlanması demek değildir.

Aslında bu sınırlama; in­sanın özgür bir havaya sahip olan, içinde sağlıklı ve manevî bir yapının kurulması, manasını ifade etmektedir. Çünkü an­cak bu yapının kurulması sayesinde hürriyet, kendi aslî ve orijinal değerine kavuşabilmektedir.

Bu sübjektif sınırlamanın bazı parlak sonuçlan ve İslâm toplumunun genel karakterinin oluşumunda büyük etkileri olmuştur, İslâm denemesinin kısa süreli oluşuna rağmen bu deneme, kendisinden beklenen sonucu vermiştir, insanların gönlünde üstün imkânlara yüce idealleri pırıldatmıştır İnsan­ların gönlünü hayır, adalet ve ihsan duygulan ile yüklü süb­jektif bir güçle güçlendirmiştir, İslâmiyet denemesinin tarih bakımından kısa süreli oluşuna rağmen, insanlığın hayatı bo­yunca devam ettiğine tanık oluyoruz. Bu deneme; insanların, yeryüzünün halifeleri olmaya lâyık olduklarını ispatlamıştır.

Bu deneme, adalet ve doğruluk duygularıyla yüklü olan yep­yeni bir dünya getirmiştir, insanların gönüllerinde gizli bu­lunan kötülük unsurlarını, zulüm ve bozgunculuk güdüleri­ni kökten yok etmiştir. Sübjektif sınırlamanın sonuçlarım in­celemeye gerek yoktur.

Bu sınırlama; Islâmiyetin hayattan koparılmasından islâmın sosyal önderliği yitirmesinden, Müslümanların yöneticilik ve komuta ruhundan uzun süre yoksun oluşundan, ruhî ve fikrî düzeylerinin alçalmasından, sosyal ve siyasal hayatın diğer türlerine alışmalarından bu yana yine de iyilik ve hayır amellerinin devamını sağlayan yegâne garanti unsuru olmuştur?

Bütün bunlara rağmen İs­lâmın ortaya koymuş olduğu bu sınırlama, yaşantının tüm alanlarına tohum saçmıştır. Milyonlarca müslümanın bu sı­nırlama çerçevesinde billurlaşan hürriyetleri oranında ilerlemeleriyle, iyilik ve hayır amellerinin devamını garantilemek hususunda bu sınırlamanın olumlu ve faal bir rolü olmuştur.

Bu sebeple Müslümanlar: zekâtlarını fakirlere ödemekte, diğer ilâhi haklan ifa etmekte, sosyal adalet ilkesini uygulama çabalarına katkıda bulunmaktadırlar. Eğer Müslümanlar İslâmiyet’i tam olarak yaşamış olsalardı. Müslüman toplum; düşüncesi, değerleri ve politikasıyla tam olarak İslâmiyet so­mutlaştırmış olsaydı İslâmlığın kavram ve ideallerini prati­ğe dökmüş olsaydı o zaman bu sübjektif sınırlamanın ne gi­bi sonuçlar doğurmuş olacağını artık varın siz tahmin edin.

***

Objektif sınırlamadan maksadımız, İslâm toplumunda yaşamakta olan bireye seri güçle dıştan yapılan bir baskı­nın sonucu meydana gelen bir sınırlamadır. Objektif sınırla­ma; «İslâmlığın zorunlu olarak varlığına inandığı ideal ve amaçlarla çelişen hususlarda kutsal şeriat bireylere asla öz­gürlük tanımamıştır.» ilkesi uyarınca uygulanmaktadır.

Bu ilkenin islâmiyetteki uygulaması şu şekilde olmuştur:

a — Genel kaynaklarında İslâm şeriatı, İslamiyet’in te­melini oluşturan ideal ve değerlerin gerçekleştirilmesini en­gelleyen sosyal ve ekonomik alandaki faiz ve karaborsacılık gibi çeşitli faaliyetlerin tümünü yasaklamıştır.

b — İslâm şeriatı; idare amirinin; genel gelişmeleri ve faaliyetleri kontrol etmesi, bireylerin gerekli alanlardaki öz­gürlüklerini sınırlayarak toplumsal çıkarların korunması için devletin müdahalesi ilkesini esas olarak kabul etmiştir. İslâ­miyet, sosyal adalet hakkındaki anlayış ve ideallerini zaman boyunca garantilemek için zorunlu olarak bu ilkeyi ortaya kovmuştur.

Islâmiyetin propagandasını yapmakta olduğu sosyal adaletin gerekleri toplumun ekonomik ortamlarıyla maddi kondisyonuna göre değişmektedir. Bir işin yapılması, topluma ve toplumun zorunlu yapısına bazen zarar getirece­ği gibi bazen fayda da getirebilir. Şu halde bunu detaylı bir şekilde anayasal bir kalıba dökmeye imkân yoktur.

Tek çıkar yol, idare amirinin bu husustaki yetkilerini genişletmektir. Ki toplumdaki İslâm! ideallere uygun olarak şeriatın mubah kıldığı işlerden bireylerin dilediklerini yapıp dilediklerini yap-mamaları hususundaki hürriyetlerini kontrol eden bir yetki­li olarak görevini başarıyla yürütebilsin.

Kontrol ve müdahale ilkesinin sert delili Kur'an-ı Ke­rimdir. «Allaha itaat edin. Resule ve sizden olan emir sahip­lerine itaat edin.» -Nisa: 59.- Bu ayet, emir sahiplerine itaat etmenin vacip olduğunu açıkça kanıtlamaktadır. İslâm toplu­munda emir sahiplerinin şer'i yönden yönetim hakkına sa­hip oldukları konusunda Müslümanlar arasında herhangi bir anlaşmazlık yoktur. Müslümanlar, emir sahiplerinin atanmaları, şartlan ve şartlarının belirlenmesi hususunda her ne kadar anlaşmazlığa düşmüşlerse de bunun, konuy­la hiçbir ilgisi yoktur.

Yüksek İslâmi bir iktidara Müslüman­ların itaat etmeleri vacip olduğu gibi; Müslüman toplumun korunması ve bu toplumda İslâmî dengenin gerçekleştiril­mesi için iktidarın, toplumun işlerine müdahalede bulun­maya da yetkisi vardır. Ancak bu müdahalenin, Mukaddes Şeriatın ölçüleri çerçevesinde olması gerekmektedir.

Mese­lâ devletin veya emir sahibinin faizi helâl kılması, hileciliği serbest bırakması, miras hukukunu ortadan kaldırması ve­ya toplumda İslâmi esaslara göre elde edilmiş bir mülkiyeti geçersiz kılması imkânsızdır. Emir sahipleri ancak şeriatın mubah kıldığı hususlarda tasarrufta bulunabilir ve müda­hale edebilir.

Toplumun İslâmi ideallerine uygun olarak emir ve yasaklamalarda bulunabilir, ölü arazilerin ihya edilmesi madenlerin çıkarılması, nehir yataklarının kazıl­ması ve bunlara benzer ticarî faaliyetler, şeriatın genel olarak, teşvik etmiş olduğu faaliyetlerdir. Şeriat, bütün bu faaliyetlerin şer'i sonuçlarını da ortaya koymuş­tur.

Sözünü ettiğimiz bu faaliyetlerin yapılıp yapılmaması hususunda emir sahipleri, yukarıda geçen ilke gereğince emir veya yasaklama yetkisine sahiptir.

Resulûllah (S.A.S) Efendimiz, ortamın gerektirdiği zamanlarda kontrol ve yönetme ilkesini uygulamaktaydı. Buna örnek olarak sahih bir hadisi gösterebiliriz: Resulûllah efendimiz hurmalıkların suyu hususunda Medineliler için şu hükmü vermişti Bir şeyin başkalarına fayda sağlaması engellenemezdi. Çöl ahalisi için de şu hükmü vermiş; Su ve çimenlerin fazlalığından başkalarının faydalanmasına engel olunmaz. ve şöyle demişti:

«Başkalarına zarar vermek caiz olmadığı gibi başkalarının verdiği zarara kat­lanmak da caiz değildir.»[2] Fıkıhçılara göre; "bir şeyin başkalarına yarar sallamasını engellemek ve suyun fazlalı­ğından başkalarının faydalanmasını engellemek genel olarak şeriat açısından sakıncalı değildir. Bu hususu Müslümanlar açıkça kabullenmektedirler.

Bu anlatılanların ışığında anlamış oluyoruz ki; Peygam­ber Efendimiz, bir şeyin başkalarına yarar sağlamasını en­gellemeyi, suyun fazlalığından başkalarının faydalanmasını engellemeyi, Şeriatın genel hükümlerinin bir tebliğcisi ol­ması niteliğiyle Medineliler için yasaklamamıştır.

Ancak toplumun ekonomik hayatını düzenlemekten, toplumu ge­nel toplumsal çıkarlarla çelişmeyecek bir şekilde yönetmek­ten, sorumlu bir idareci olması niteliğiyle yasaklamıştır. İşte bu sebepten ötürü Peygamber Efendimizin (S.A.S.) bu konudaki hükmü, şeriat esasına dayalı bir yasaklama de­ğil de, yargılama esasına dayaklar hüküm olmuştur.

Kontrol ve müdahale ilkesini, gelecek bölümde daha detaylı olarak ele almaya çalışacağız.



3-SOSYAL ADALET İLKESİ

İslâm ekonomisinin üçüncü temel unsuru da sosyal ada­let ilkesidir. İslâmiyet bu ilkeyi, İslâm toplumundaki servet dağılımı düzeninin yüklendiği unsur ve garantilerde tecessüd ettirmiştir. Bu garantiler sayesinde dağıtım sistemi, İslamî adaleti gerçekleştirebilmekte, İslâm toplumunun da­yanmakta olduğu değerlerle uyuşmaktadır.

İslâmiyet sos­yal adalet ilkesini islâmın ekonomik doktrinini oluşturan esas ilkeler arasına yerleştirmekle yetinerek onu genel nite­likteki soyut anlamıyla dondurmuş… her türlü yoruma açık bir adalet olarak nitelendirmiş ve kapsamının tayinini uy­garlık düşüncesi ve hayat anlayışı bakımından İslâm top­lumundan ayrılan ve apayrı bir sosyal adalet görüşüne sa­hip olan toplumlara da bırakmış değildir. İslâmiyet, sosyal adalet anlayışını belli bir sosyal planda belirleyip billurlaştırmıştır.

Bundan sonra da bu anlayış canlı bir sosyal realitede cisimlendirmiştir. Öyle ki cemiyetin bütün atar ve toplardamarları, İslâmın adalet kanıyla kaynamıştır. İslâmın sadece sosyal adaleti savunması hakkında bilgi sahibi olmamız yetmez. Ayrıca islâmın adalet hakkındaki düşünceleri ve adaletin İslâm literatüründeki öze] manası hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekmektedir.

İslâmın rengiyle boyanmış olan sosyal adalet iki genel ilkeye sahiptir.

a — Genel dayanışma ilkesi:

b — Sosyal denge ilkesi.

Gelecek bölümde de göreceğimiz gibi İslâmi manalarıyla dayanışma ve denge ilkeleri sayesinde sosyal adaletin İs­lâmi ideal ve değerleri gerçekleşmektedir.

Parlak tarihî denemesi boyunca erdemli bir insan topluluğunu meydana getirmek uğruna İslâmın atmış ol­duğu adımlar, İslâmın kendi ekonomisinin temel ilkesi olan sosyal adalete ne kadar önem verdiğini açıkça ispatlamak­tadır.

İslâmiyetin sosyal adalet ilkesine önem verişi, Peygam­ber Efendimizin (S.A.S.) ilk devletini kurarken girişmiş olduğu ilk siyasi eylemde (Muhacirlerle Ensarı kardeş yapma eyleminde) irâd etmiş olduğu ilk nutukta açıkça belirmektedir.


Yüce Peygamberimiz, siyasî beyanlarını şu hitabında Müslümanlara iletmiştir:

«İnsanlar! Ahiret için bu dünyadayken hazırlığa girişin. Biliyorsunuz ki sizlerden biri ölünce koyunlarını çobansız bırakacak, sonra da Rabbi kendisine şöyle diyecektir: Re­sulüm sana gelip de tebligatta bulunmadı mı? Sana mal verdim. Malını gittikçe arttırdım. Dünyada iken kendin için neler yaptın?

Bunun üzerine, hesaba çekilen adam, sağa ve sola bakacak. bir şey göremeyecek. Daha sonra önüne baka­cak. Cehennemden başka bir şey göremeyecektir. Bir hur­ma parçasıyla kendi yüzünü (bedenini) ateşten koruyabile­cek bir kimse varsa (bunu hemen) yapsın. (Hurma parça­sını) bulamayan, güzel bir sözle bunu yapsın. Bir iyilik, 10 misliye, hatta 700 küsur misliyle mükâfatlandırılacaktır.

Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.»

Peygamber Efendimiz (S.A.S.) Medine devletini kur­duktan sonra ilk siyasi hareketine muhacirlerle Ensâri kar­deş yapmak; îslâmın benimsediği sosyal adaleti gerçekleş­tirmek amacıyla bu kardeşler arasında dayanışma ilkesini uygulamakla başlamıştır.

İslâm ekonomisinin temi unsurları işte bunlardan iba­rettir:

a—Çeşitli statülere sahip bir mülkiyet. Bu mülkiye­tin ışığında dağıtım sistemi belirlenmektedir.

b—Üretim, tüketim ve mübadele alanlarında İslâmi değerlerle sınırlı bir özgürlük.

c— Temel fonksiyonları denge ve dayanışma olan, toplumun mutluluğunu garanti eden bir

SOSYAL ADALET

İslâmın ekonomik doktrininin iki temel niteliği vardır. Ki bu nitelikler, doktrinin çeşitli plân ve detaylarına ışık saç­maktadır. Bu iki nitelik, gerçekçilik ve ahlâkîliktir. İslam ekonomisi ulaşmak istediği amaçlar ve bu amaçlara ulaşmak için uyguladığı yöntemler bakımından hem gerçekçi hem de ahlaki bir ekonomidir.

İslam ekonomisi, ulaşmak istediği amaçlar bakımından gerçekçi bir ekonomidir, demiştik. Çünkü İslâm ekonomisi, sistem ve kanunlarında, karakteri, içgüdüleri ve genel özel­likleri bakımından insanlık realitesiyle uyuşan amaçları hedef edinmektedir. Çünkü bu ekonomi her zaman, insanlığı sadece kanuni hesaplar uğruna yorup güçsüz hale getirmeye çabalamaz. İnsanları, insan güç ve imkânlarının üstünde yüksek bir hayal fezasında uçmaya zorlamaz...

İslâm eko­nomisi, plânlarını, insan realitesi esasına göre uygular. Komünizm gibi hayalî reel olmayan amaçları hedef edinmemiştir. Komünizme göre benlik duygularından sıyrılmış servet da­ğıtımının anlaşmazlık ve çatışmalara meydan vermeksizin hiçbir hükümet mekanizmasına da ihtiyaç duymaksızın ger­çekleştirilebileceği bir insan toplumu mümkündür.

Her şey bir yana komünizmin bu iddiası, İslâm hukukunun karak­teriyle ve İslâm ekonomisinin gerçekçilik niteliğiyle asla bağdaşmamaktadır.

İslâm ekonomisi, uyguladığı yöntem bakımından ger­çekçidir. İslâm ekonomisi, gerçekleştirilmesi mümkün olan reel amaçlan hedef edindiği gibi, bu amaçların gerçekleşti­rilmesi için maddî ve reel garantileri de sağlar. Vaiz ve mürşitlerin nasihat ve yol gösterme şeklindeki, garantileriyle ye­tinmez. Çünkü İslâm ekonomisi^bu amaçların gerçekleştiri­lip pratiğe aktarmasını hedef edinmiştir.

Bu amaçların gerçekleşmesini tesadüfün merhametine havale etmez- Sözgelimi İslâmın ekonomik doktrini, toplumda genel bir dayanışma gerçekleştirmek istediğinde sade­ce nasihatta bulunmak ve duyguları harekete geçirmekle yetinmez. Bunu yapmak için hukuki garantileri temin eder. Ki bu garantiler, sözgelimi dayanışmayı muhakkak surette gerçekleştirir garantiler olmalıdır.

İslâm ekonomisinin ikinci niteliği ahlâkîliktir. Bu de­mektir ki İslâmiyet amaç bakımından toplumun ekonomik hayatında gerçekleştirmeye çalıştığı hususları, insanı bir kenara bırakarak sırf tabiî şartların ve maddî ortamların oluşturulması olarak anlamaz.

Marksizm gibi sırf üretim güçlerinin ortam ve konumunu hedef alarak insanı ihmal etmez. İslâm bu amaçlan, ahlâkî yönden gerçekleştirilmesi zorunlu olan pratik değerlerin bir ifadesi olması niteliğiyle ele alıp değerlendirir. Meselâ işçinin hayatım garantilemek işinde ortaya koymuş olduğu bu sosyal garantinin, üretimin maddî ortamları gereği olduğuna inanmaz.

Ama bu garan­tinin gerçekleştirilmesi gereken pratik değerlerin bir ifadesi olduğuna inanır. Nitekim ileriki bölümlerde bu konuyu de­taylı bir şekilde ele alacağız.

Yöntem bakımından İslâm ekonomisinin ahlâkiliğini ise şöylece açıklayabiliriz: İslâmiyet, amaçlarını gerçekleş­tirmek için uyguladığı yöntemde sübjektif faktöre önem ve­rir. Sadece objektif faktöre önem vermez. Bu amaçları ger­çekleştirirken sübjektif ve objektif faktörleri birleştirir ve özel bir yöntem uygular. Bu yöntem gereğince yoksulların yaşamını garantilemek için zenginlerden vergi alınması hu­susunda zor kullanmak gerekmektedir.

Problemin objektif yönü plan yoksulların doyurulması için her ne kadar bu yön­tem yeterli ise de, İslâmiyet bunu, problemin tümü için ye­terli görmemektedir. Çünkü dayanışmayı gerçekleştirmek için uygulanan bu yöntem, zenginin gönlündeki ahlâkî fak­törden ve hayırhahlık duygusundan yoksundur.

Bu sebeple İslâmiyet, bu görevleri meselâ zekât ve diğer görevleri şerii ibadetlerden saymıştır. Ki insanlar bu görev­lerini ateşli bir kalbî saikin etkisiyle yapsın, Allah'ın hoşnutluk ve rızasını elde etmek amacıyla şuurlu bir şekilde İslâmın ekonomik amaçlarının gerçekleşmesi için katkıda bulunmaya koşsunlar,

İslâmın sübjektif faktöre önem vermesi acayiplikle nitelendirilmemelidir. İslâmın bu ruhî ve fikrî oluşum için titizlik göstermesi, onun amaç ve anlayışına uygun düşmektedir.

İn­sanın gönlünde meydana gelen sübjektif faktörlerin; insan kişiliğinin oluşumunda insanın ruhî muhtevasının belirlen­mesinde büyük miktarda etkisi görülmektedir. Ayrıca sosyal hayatta ve hayatın problemleri ile bunların çözümünde de bu faktörün etkisi büyük bir oranda görülmektedir.


Günümüzde insanların hemen hemen hepsi açıkça bilmektedir ki, ekonomi alanında sübjektif faktör başrolü oynamaktadır Bu faktör; Avrupa’nın, artık işkencesine dayanamayacak duruma geldiği periyodik buhranların meydana gelmesine de etkili ol­maktadır. Bütün bunlardan ayrı olarak sözkonusu faktör, arz ve talep gereğince, işçinin üretim yeterliliğine ve diğer ekonomi unsurlarına da etkide bulunmaktadır.

Buna göre metot ve doktrininde İslâmiyet, toplumun sadece dış görüntüsünü düzenlemekle yetinmemekte, tersine toplumun ruhî ve fikrî derinliklerine inmektedir.

Ki çizmiş olduğu sosyal ve ekonomik plânlarla toplumun dahili içe­riği arasında bir uyum sağlayabilsin. İslâmiyet amaçlarını gerçekleştirmeyi garantileyen yöntemleri uygulamakla da yetinmez. Bu yöntemleri, Sözkonusu amaç ve anlayışlarla uyuşan, ruhî saiklerle birleştirerek bir bileşim meydana ge­tirmektedir.



İSLAM EKONOMİSİ BÜTÜNDEN BİR PARÇADIR.

İslâm ekonomisinin şuuruna sahip olduğumuza göre bu ekonomiyi birbirlerinden ayrı ayrı parçalar halinde incele­memiz doğru olmayacaktır. Meselâ faizin yasaklanışına ve­ya özel mülkiyete müsamaha gösterilmesine ilişkin İslâmın hükmünü, İslâmın genel plânından ayrı olarak incelememiz caiz değildir.

Bu caiz olmadığı gibi, İslâmın ekonomik doktrinini, İslâmın sosyal ve siyasal doktrinlerden ve bu doktrin­ler arasındaki ilişkilerden ayrı olarak incelememiz de caiz de­ğildir. Şu halde İslâm ekonomisini, İslâmın hayatının bütün taraflarını düzenleyen genel kalıbı çerçevesinde ele alıp de­ğerlendirmeliyiz.

Bunu bir örnekle açıklayalım: Duyulur bir şeyi, birçok eşyalar toplumundan oluşan genel bir kalıp içe­risinde idrak ediyoruz. Bu duyulur şey hakkındaki düşünce­miz, sözkonusu genel kalıp içindeyken başka, .genel kalıbın dışındayken daha başka olacaktır.

Bir çizgi, belli çizgiler bileşimi içinde kısa görünür. Bu çizgiler bileşimi değişince de aynı çizgi eskiye oranla daha uzun görünür.

İşte bunun gibi sosyal doktrinlerin genel kalı­bı, bu doktrinlerin ekonomik ebatlarının uzunluk veya kısa­lığının takdir edilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu halde Islâmiyetin genel kalıbını önemsememiz, İslâm ekono­misiyle islâmın diğer şubeleri arasındaki ilişkilerin karakter­lerini ve aralarındaki karşılıklı etkileri hesaba katmamamız doğru değildir, diyebiliriz.

Bütün bunlardan ayrı olarak genel kalıbıyla islâmın eko­nomik doktrini ile bu doktrin için hazırlanmış olan özel mev­kii birbirinden ayırmamamız da gerekmektedir. İslâmın eko­nomik doktrini için hazırlanmış olan bu özel mevkide, doktri­nin sürekliliği ve güçlülüğü için bütün unsurlar mevcuttur.

Duyulur kalıplan çeşitli mevkilerde idrak ediyoruz. Her bir şekil, belirli bir mevki ile uyuşur. Fakat bazen bir mevki, kendi şeklinden başka şekillerle uyulmaz.

Bu çekil de kendi mevkiinden başka diğer mevkilerle uyuşmaz. Yine aynı şekilde hangisi olursa olsun bir doktrinin: genel kalıbı; kendi karakteriyle uyuşan ve kendisini, kendisiyle uyuşan inanca, anlayış ve duygulara kavuşturan bir Mevki ye şiddetle muhtaçtır.

Bir doktrinin genel kalıbını belirleyebilmek İçin o dok­trinin, kendisi için hazırlanan mevkiini, yani genel çerçevesini incelememiz gerekmektedir.

Böylece anlaşılmış oluyor ki İslâm ekonomisi, genel çiz­gileri ve detayları bakımından birbirine bağlı parçalardan meydana gelmiştir, İslâm ekonomisi, hayatın genel kalıbının "bir parçasıdır.

Bu kalıbın da kendine özgü bir mevkii vardır. İslâm toplumu ancak, bu genel kalıpla bu kalıbın mevkiini birlikte elde edince mükemmel bir toplum haline gelebilir, İslâm ekonomisi; birbirine bağlı çizgilerden meydana gelen bir bütün ve hayatın genel İslâmi bir kalıbı olması niteliğiyle in­celenecek olursa ancak doğru ve dürüst bir şekilde incelenip araştırılabilir.

Tabiî olarak hayat da İslâmın kendisi ve sağ­lıklı bir Müslüman toplum için hazırlamış olduğu mevkiye dayanmaktadır. -

İslâm toplumunun mevkii ve sosyal doktrini, aşağıda sa­yacağımız unsurlardan oluşmaktadır.

a—inanç: Bu unsur, İslâm düşüncesinin temel bir kuralıdır. Bu kural, genel olarak Muslümanın evren hakkın­daki temel görüşlerini belirler.

b—Anlayış: inancın billûrlaştırdığı genel görüşlerin ışığında, İslâmın eşyayı yorumlama hususundaki görüşlerini yansıtan anlayışlar...

c—Duygu: İslâmın bu anlayışların safir a geçebilmesi için gelişmesine destek olan duygular. Belirli bir realiteden doğan İslâmi bir düşünce olması niteliğiyle söz konusu anla­yışlar, bu realite karşısında Muslümanın gönlünde özel bir şuur doğurur. Bu realite karşısında Muslümanın hissiyatını belirler.

İslâmi duygular, İslâmi anlayışın ürünüdürler. Tabiî ola­rak bu anlayışlar, İslamiyet’in temel inancının ışığında orta­ya konmuşlardır. Buna Takva (Allah'a itaat) yi örnek olarak gösterebiliriz. Tevhid inancının gölgesinde İslâmın takva hak­kında şu anlayışı doğar: Takva; insanlar arasında değer ve faziletin bir ölçüsüdür.

***

Bu anlayıştan da İslâmi bir duygu doğar. Bu duygu, baş­kalarını sayma ve ağırlama duygusudur.

Topluma mahsus elverişli bir ortamı hazırlamak için or­taklaşa bir çalışmaya giren, inanç, anlayış ve duygudan iba­ret olan bu üç unsur işte bunlardır.

Bundan sonra da hayat için islamın genel kalıbının rolü bölünmez bir bütün olarak devreye girmektedir. Bu kalıp, ha­yatın çeşitli kollarına kadar uzanmaktadır.

İslâm toplumu kendisi için gerekli olan ortamı (mevkii) ve genel kalıbını ta­mamladıktan sonra ekonomik hayat alanında İslâm ekono­misinin esas görevini yapmasını, toplum için mutluluk ve re­fahın yollarını sağlamaya garanti altına almasını ve bu hu­susta en f azla ürünleri toplamasını bekleyebiliriz.

Ve yahutta Üstün İslâm fikriyatının, hayatın belli, bir yönünde bütün amaçlarını gerçekleştirmesini bekleyebiliriz. Tabii eğer hayatın sadece bir tek tarafında uygulanacak olur­sa...

Ki bu da tamamen yanlıştır. İslâmın güçlü toplum yapı­sının üniteleri arasındaki bağlantı örgüsü, mutantan bir sara­yı yapmak için en yüksek mühendislerin ortaya koymuş ol­dukları bir haritayı anlın*.

Bu haritanın, tamamıyla uygu­lanmaması halinde mühendisin dilediği şekilde, yapılması tasarlanan plânın üstünlük ve güzelliğini yansıtmasına im­kân yoktur- Bu haritayı, yapılması tasarlanan planın sadece bir kısmı üzerinde ele alacak olursak, mühendisin haritada meydana getirmek istediği düzeni bu kısmi haritada tam ma­nasıyla göremeyiz. İslâmiyet kendine özgü program ve me­todunu çizmiştir.

İnsanlığı mutlu kılmak için bu metottan mükemmel bir araç elde etmiştir. Ama şu şartla: Bu İslâmi program, İslâmi bir ülkede uygulanacak... Bu ülke fikrî ve diğer tüm yönlerinin yapısı bakımından İslâmın rengine bo­yanmış olacaktır. Bu program, eksiksiz olarak uygulanacak­
tır. Böylece bu programın parçalan birbirlerini destekleyecektir,

Bu program parçalarından birini yerinden oynatmak ve­ya diğer parçalardan ayırmak demek; bu parçaların, İslâmî amaçları gerçekleştirecek olan şartlardan ayrılması demek­tir.

Bu, sözkonusu programın uygulanışı hususunda İslâmi yöntemleri kötülemek veya bu yöntemlerin yetersiz oldukla­rını söylemek veyahutta bu yöntemlerin toplumu yönetme­ye layık olmadıklarını ifade etmek anlamına gelmez. Çünkü bu yöntemler, ilmî kanunlar mesabesindedirler. Sözkonusu kanunların gerektirdikleri şartlar ne zaman gerçekleştirilecek olurlarsa o zaman bu yöntemlerin iyi sonuç vermelerini bek­leyebiliriz.

***

İslâm ekonomisindeki bağlantı örgüsünün bütün yönle­rini ve bu bağlantının diğer İslâmi unsur ve özelliklerle olan ilişkisini bu anlattıklarımızla tam olarak yansıtmış olamayız. Bu konuyu ancak özet olarak şu şekilde sunabiliriz.

a— İslâm ekonomisinin inançla olan bağlantısı: İslâ­mın ekonomik doktrininin ruhî azığının yegâne kaynağı da inançtır. Müslüman’ı, İslâmın ekonomik doktrinine göre ta­vır almaya İten unsur inançtır. Çünkü ekonomik doktrin de inançtan doğmaktadır. İnanç; ekonomik doktrine bir iman damgası ve aslî bir değer kazandırmaktadır.

Ancak doktrinin pratik uygulama alanında ortaya koyduğu objektif sonuçlan ve Müslümanın gönlünde meydana getirdiği şuuru göz ardı etmememiz gerekmektedir. Bu şuur da, inançtan doğmaktadır. Yürütme garantisi gücü, sübjektif ve imanî karakter, gönül huzuru gibi özellikler, İslâm ekonomisinin ayırıcı özellikleri­dirler.

İslâm ekonomisi, dayanmakta olduğu temel inanç yoluyla bu özelliklere sahip olmaktadır. Ayrıca İslâm ekono­misi bu inancın genel çerçevesi içinde oluşmaktadır. Bu se­beple de İslâm ekonomisi, ancak bu inancın ve bu inançla olan karşılıklı ilişkilerinin ışığında ele alınıp incelenebilir.

b—İslâm ekonomisinin islamın kâinat ve hayata iliş­kin anlayışı ve eşyayı yorumlama hususundaki özel yöntemi -tıpkı islamın özel mülkiyet ve kazanç hakkındaki anlayışı gibi- ile olan bağlantısı: İslamiyet, mülkiyeti, sorumsuz bir yetkiyi değil de tam bir sorumluluğu kapsayan ve korunması gereken bir hak olarak kabul eder.

Ayrıca maddi kazanca maddi hesapta verdiği manadan çok daha geniş bir anlam ka­zandırmaktadır. İslami anlamdaki kazancın çerçevesine, İs­lâm dışı bir perspektiften bakıldığında zarar unsuru olarak kabul edilen birçok gelişme ve faaliyetler de girmektedir.

Tabiî olarak İslamın mülkiyet hakkındaki bu anlayışının, İslâmi kurallar çerçevesinde özel mülkiyet ye bu mülkiyetten yararlanma keyfiyetine de etkisi olmakladır. Ayrıca ekonomik ortamın, islamın kazanç hakkındaki anlayışından da etkilenmesi normaldir. Ancak bu etkileniş, kazanç kavra­mının derinliği ve köklülüğü oranında olacaktır.

Dolayısıyla uygulama esnasında bu kavramın İslâm ekonomisine etkisi ol­maktadır. Şu halde uygulama esnasında İslâm ekonomisini
incelemek gerekmektedir. Bu uygulama esnasında İslâm ekonomisini, çeşitli İslâmi kavramların etkisinden ayrı tutmak doğru değildir.

c—İslâm ekonomisinin, islâmın Müslüman çevreye yaymış olduğu kendi özel kavramlarına dayalı duygularla olan bağlantısı. Her Müslümanın kalbine başkalarını sevme, başkalarının kıvanç ve tasalarına ortak olma özünü akıtan bir pınarı fışkırtan genel kardeşlik duygusunu buna örnek olarak gösterebiliriz.

Bu pınar: Müslümanın kardeşlik duy­gusunun şuuru oranında ve insanın ruhi yapısının İslâmi duygularla ve İslâm toplumunda-uyulması gereken terbiye kurallarına olan yakınlığı: 'nispetinde kaynayıp fışkır­maktadır. Ekonomik hayatın şekillenmesi ve doktrinin, güt­mekte olduğu amaçlarla bağlantı kurması hususunda bu duy­gularla Şuurun çok önemli rolleri olmaktadır.

d—Mali siyasetin İslâmın ekonomik doktrininin prog­ramından bir parça olarak kabul edilmesine müsaade edile­cek derecede ekonomik doktrin ile devletin mali siyaseti ara­sındaki bağlantı.

Çünkü mali siyaset, genel ekonomik siyasetle birleşecek bir şekilde ortaya konmuştur, İsi âmin malî siya­seti, devletin gerekli harcamalarını sağlamakla yetinmez. Ay­nı zamanda sosyal denge ve genel dayanışmanın hâkim kılın­ması için yapılan çalışmalara da katkıda bulunur.

Bu sebep­le malî siyasetin, genel ekonomi siyasetinden bir parça olarak kabul edilmesi zorunluluk haline gelmiştir, ileriki bölümlerde de göreceğimiz gibi devletin maliye düzenine ilişkin hüküm­lerin de genel olarak ekonomik hayatın kanunî yapısının kap­samına alınması gerekmektedir.

Bundan sonra da emir sahibine İslâmın, nasıl ve hangi sınırlar çerçevesinde tutsakları köleleştirme izni verdiğini öğrenmiş olacağız. Ganimetten sayılması niteliğiyle tutsak­ları köleleştirme yetkisine sahip olan emir sahibi kimdir? Bü­tün bunları öğrenip kapsadıktan sonra İslamın ganimete iliş­kin hükmüne sağlıklı bir bakışla bakabileceğiz.

İslâm açısından ganimet kavramının temel şartı; gani­metin meşru bir amaç ve inanç savaşmasında elde edilmesidir. Yapılan savaş, bir cihat karakteri taşımazsa o zaman elde edilen mal, ganimet sayılmamaktadır. Bu karakter de iki esasa dayanmaktadır.

1 —Savaş, İslâm ideolojisini yüceltmek ve egemen kıl­mak amacıyla devlet başkanının izniyle yapılmalıdır. Soygun­culuk ve yağmacılık savaşları cihattan sayılmaz. Cahiliye devrî savaşları gibi... Ülkelerin servetlerini ve pazarların, el­de etmek amacıyla yapılan savaşlar da cihattan sayılmaz. Ka­pitalistlerin savaşları gibi...

2 —İslâm davetçileri her şeyden önce kendi İslâmi ide­olojilerini dünyaya ilân etmeli sağlam delillere dayalı olarak bu ideolojilerinin temel çizgilerini açıklamalıdırlar. Ki İslâmiyet sağlam temellere dayandırabilsinler. Ve başkalarına
da akıl ve mantık ölçüleri çerçevesinde kaldıkça münakaşa fırsatı kalmasın.

İnsanlığın gerçek çıkarlarını amaç edinen evrensel ve fikrî bir çağrı olması niteliğiyle İslâm devleti silahlı bir mücadeleyle karşılaşma ihtimalindedir. İslâm düşmanları bu nuru söndürme çabasını ısrarla sürdürmektedirler. İşte yalnız bu gibi savaş ortamlarında elde edilen mallar ganimet sayılırlar.

Ganimetler arasındaki tutsakların hükmüne gelince, bu hususta üç alternatif vardır. Tutsak ya affedilip serbest bıra­kılır. Ya da fidye karşılığında salıverilir. Ya da köleleştirilir. Bu durumda köleleştirme, devlet başkanının uygulamakla yükümlü olduğu üç alternatiften sadece biri olmaktadır.

Bu arada devlet başkanının, tutsağa ilişkin sözkonusu üç alternatiften en uygunu ve toplum çıkarlarına en yakın olanını uygulamakla yükümlü olduğunu öğrendikten ve bu­na bir başka İslâmi gerçek olan; İslâmi yüceltmek amacıyla
küfür diyarına akın seklinde tanımlayabileceğimiz sa­vaş gerçeğini.

Yalnız şunu da hatırda tutmak gerekir ki İslâmiyet, savaşa her zaman müsaade etmez. Ancak günah işlemekten sakınan bir Komutanın bulunması şartıyla savaşa
izin verir. Ki bu Komutan, cihat çarpışmalarında İslâm Ordusuna Komuta etsin ekledikten sonra şöyle bir sonuca varmış oluruz:

İslâmiyet tutsakların köleleştirilmesine; ancak köleleş­tirme, karşılıksız affedip salıvermekten ve fidye ile serbest bırakmaktan daha hayırlı olduğu bir zamanda izin vermiştir. Tutsakları köleleştirme yetkisini de maslahata en yakın olan işi yapmayı başaran ve günah işlemekten sakınan devlet baş­kanına vermiştir.

Bu hükümde, İslâmi hesaba çekmeyi gerektiren bir unsur yoktur. Her ne anlama gelirse gelsin sosyal doktrinler de bu hükümde birbirleriyle anlaşmazlığa düşmüş değildirler.

Kö­leleştirme bazen, affedip salıvermekten ve fidye karşılığında serbest bırakmaktan da hayırlı olabilir. Tabii ki bu yöntem, düşmanın da tutsaktan köleleştirdiği bir zamanda uygulanır. Bu gibi durumlarda düşmana misillemede bulunmak ve onun uyguladığı yöntemin aynısını uygulamak zorunlu hale gel­mektedir.

Eğer köleleştirme/karşılıksız salıvermekten ve fid­ye karşılığında serbest taramaktan daha yararlı olacak olur­sa o zaman İslâmiyet, köleleştirmeye niçin müsaade etmesin? Gerçekten de İslâmiyet, köleleştirmenin hangi durumlarda daha yararlı olacağını tam olarak açıklamamıştır.

Fakat bu­nu tespiti de, siyasal yönden cihadı yöneten, günahtan ve kendi kaprislerinden korunan devlet başkanına bırakmıştır. köleleştirmenin yararlı olup olmadığını tespitten ve tespit edilen duruma göre tavır almaktan devlet başkanı sorumludur.

İslâm devletinin siyasal hayatında pratik itibariyle tut­saklara ilişkin İslâmın hükmü üzerinde düşünecek olursak, köleleştirmenin; söz konusu en uygun üç alternatiften sade­ce birinde meydana geldiğini görürüz. Çünkü İslâm devleti­nin, kendisiyle savaşmakta olduğu düşman devlet de savaşta «1de ettiği tutsaklara aynı muameleyi reva görmektedir.

Köleleştirmenin caiz olduğuna ilişkin genel hükmü eleş­tiriye tabi tutmaya gerek yok. Çünkü İslâmiyet, tutsağın köleleştirilmesine, ancak devlet başkanının toplum çıkarlarına uygun bulması halinde müsaade etmiştir. Köleleştirme uygu­lamalarına da itirazda bulunmaya gerek yoktur Çünkü bu uygulamalar, sözkonusu üç alternatiften en uygun olanının sınırlan çerçevesinde ol&aktadır.

h— İslâm ekonomisi ile İslâm Ceza Hukuku arasındaki bağlantı.

İslâm ekonomisindeki genel dayanışma ve sosyal garanti esasları, bazı suçlar için konulan cezaların karakterlerine de ışık tutmaktadırlar. Hırsız bir kimsenin eli kesilerek cezalan­dırılması, kapitalist çevrelerde bir dereceye kadar zalimlikle nitelendirilebilir. Oysaki kapitalist toplumun yoksul bireyle­ri, boğuşmaların darbelerine terkedilmişlerdir.

Ama eğer İslâmî bir çevre oluşturulur, İslâm ekonomisi için elverişli bir ortam hazırlanır, toplum ola İslâm dairesinde yaşayacak olursa o zaman hırsızın sert karakterli cezalarla cezalandırılması yadırganmaz. Çünkü İslâmiyet birey için, özgür ve insanca yaşama ortamını hazırlamış ve onu hırsız­lığa iten tüm iç ve dış faktörleri ferdin ve cemiyetin hayatın­dan uzaklaştırmıştır.



İSLÂM EKONOMİSİNİN GENEL ÇERÇEVESİ

Genel dini çerçevesiyle İslâmın ekonomik doktrini, incele­miş olduğumuz diğer doktrinlerden ayrılmaktadır. İsiâmda din, yaşantının tüm örgüsünü kapsamakta olan muhit bir çerçevedir. İslâmiyet, hayatın her bir yönünü ele aldığı za­man onu din ile birleştirir. Onu, insanın kendi yaratıcısı ve ahıretiyle olan dini bir bağlantı çerçevesinde kayıba döker.

İşte bu çerçevedir ki İslâm düzenine basan gücünü ver­miş insanın genel sosyal çıkarlarının gerçekleştirilmesini ga­rantilemiştir. Çünkü bu sosyal çıkarların gerçekleşmesini ga­ranti altına almak, ancak din yoluyla mümkün olmaktadır.

Bunu açıklığa kavuşturabilmek için insanın çıkarlarını geçim hayatında ele almamız ve bu çıkarların gerçekleştiril­mesinin garantisi oranını incelememiz gerekmektedir. Bu­nunla da az önce sözü geçen gerçeğe varmış olacağız. Bu ger­çeği şöylece dile getirebiliriz İnsanın sosyal çıkarlarının ger­çekleştirilmesinin garanti edilmesi ancak, sağlıklı dini kural­lara dayalı bir nizam sayesinde mümkün olacaktır.

Geçim alanında insanın çıkarlarım inceleyecek olursak bu çıkarları başlıca iki gurupta ele alabiliriz:

1 — Özel bir varlık olması niteliğiyle insana tabiat ta­rafından sunulan çıkarlar. Meselâ, tıbbî bitkiler, insanın bu bitkileri tabiattan alması kendi çıkarları gereğidir. Bu çıkar­ların insanın diğer bireylerle olan sosyal ilişkileriyle bir bağ­lantısı yoktur. İnsan, zararlı mikropların saldırısına maruz olan bir varlık olması niteliğiyle ister toplum içinde yaşasın ister tolum dışında yaşasın bu tıbbî bitkilere muhtaçtır

2 —Diğer insanlarla ilişkiler kuran ve sosyal bir varlık olan insana, sosyal düzenin tekeffül ettiği çıkarlar. Sosyal dü­zenin irana sağlamış olduğu bazı çıkarlara örnek olarak şun­ları gösterebiliriz: İnsan, kendi ürününü başkalarının ürünleriyle değiştirebilmektedir. İş yapama» duruma geldiği za­manda geçimini garantileyebilmektedir. İleride bu birinci gurup çıkarlara tabiî çıkarlar, ikinci gurup çıkarlara ise sosyal çıkarlar adını vereceğiz.

İnsan sosyal ve tabiî çıkarlarını gerçekleştirebilmek için bu çıkarlara ilişkin bilgilere sahip olmalı, bunları gerçekleş­tirmenin yollarını bilmeli ve bu çıkarları gerçekleştirmek için kendisini çalışmaya iten faktörlerden haberdar olmalıdır.


Sözgelimi veremin tedavisi için hazırlanan tıbbî bitkiler, verem ilâcı olduğu bilinir bilinmez hemen insan tarafından bulunur ve ne şekilde hazırlanacağı keşfedilir. Ayrıca insan, bu bitkileri hazırlayıp yararlanma saikine sahiptir.

Acizlik ve işyapamaz duruma gelindiği zaman için hayat garantisi; sosyal bir çıkar olması niteliğiyle insanın bu garantinin yararı, kanunî keyfiyeti ve onun bir kanun olarak ortaya konulup yürütülmesi hakkında bilgi sahibi olmasına dayanmaktadır.
Şu halde burada İki temel şart sözkonusu olmaktadır.

Ki bu şartlar gerçekleştirilmeksizin insanlar sosyal ve tabiî çıkarlarının sağlanmış olduğu mükemmel bir hayata kavuşa­mazlar. Bu iki şarttan biri; sözkonusu çıkarların bilinmesi ve ne şekilde gerçekleştirilebileceğin bilinmesi, diğeri ise; insanın bu çıkarları bildikten sonra kendisini bu çıkarları gerçekleştirmeye iten saiklere sahip olmasıdır.

***

İnsanın tabiî çıkarları -Veremin tedavisi için tıbbi bitki­lerin ilâç haline getirilmesi gibi- üzerinde düşünecek olursak insanlığın, bu çıkarları gerçekleştirme imkânına sahip oldu­ğunu görürüz, bütanlar fikri bir güce sahiptirler.

Bu güçleri sayesinde tabiatın dış görüntülerini ve bu görüntüler altında gizli bulunan çıkarları idrâk edebilirler, insandaki bu güç her ne kadar zamanla birlikte ağır ağır gelişmekteyse de fa­kat yine de herhalde sağlam tecrübe ve maharetlerin ışığında mükemmel bir çizgi üzerinde gelişmeye devam eder.

Bu güç arttıkça inşan, kendi çıkarlarını daha bir idrâk edebilir. Tabiattan koparması mümkün olan yararlar hakkın da fazla bilgiye sahip olur.

Bu fikrî gücünün yanında insan, ayrıca şahsi bir insiya­ka da sahiptir. Bu insiyak, tabii çıkarlarını gerçekleştirme yolunda insanı çalışmaya itmeyi garanti eder. însanın tabiî çı­karları, onun insiyakıyla birleşir. Bu her fertte aynıdır. Sözge­limi tıbbî bitkileri elde etmek sadece bir ferdin veya bir top­lumun çıkan değildir.

Bu çıkar, bütün fertlere ve toplumla­ra özgü bir çıkardır. İnsan toplumları her zaman, bireylerdeki şahsî insiyakların gücüyle kendi tabiî çıkarlarını gerçekleştir­me çalışmalarına yönelmektedirler. Bu insiyakların tümü, bütün bireylere kişisel yararlar dokundurmuş olması niteliğiyle tabiî çıkarlar ve bu çıkarların zorunlulukları için har­canmaktadır.

Böylece anlamış oluyoruz ki insan, özel bir ruhî ve fikri bileşimden meydana gelmiştir Ki bu bileşim onu, tabiî çıkar­ları gerçekleştirme, hayat ve tabiat tecrübesi boyunca yaşa­yışının bu yönünü tamamlama gücüne sahip kılmaktadır.

***

Sosyal çıkarlara gelince bunlar da bildiğimiz gibi insanın, kendi yapısına uygun sosyal düzeni ve insanı, bu düzeni ku­rup yürürlüğe koymaya iten saiki idrâkine dayanmaktadır. Sosyal çıkarlara nispetle insanın tabiî çıkarlarında sözünü et­tiğimiz iki temel şarttan payı acaba ne miktarda olacaktır? İnsan kendi sosyal çıkarlarını ve bu çıkarlarını gerçekleştirmeye iten insiyakları idrâk etmek için düşünce gücüyle cihazlanmış mıdır acaba?

Şimdi birinci temel şartı ele alalım... Herkesçe bilinen bir husustur ki insan, kendisine sosyal çıkarları tekeffül eden, kendisinin karakteri ve genel bileşimiyle uyuşan sosyal düze­ni ve bütün muhtevalarıyla birlikte insan karakterini kapsayabilmekten tamamen acizdir.

Bu tezi ileri sürenler şöyle bir sonuca varmaktadırlar: İnsanlık için sosyal düzenin kurul­ması zorunludur. İnsanların, bu düzeni bizzat kendilerinin kurmalarına müsaade etmek mümkün değildir. Çünkü in­sanların bilgileri sınırlıdır… İnsanların fikrî şartlan, sosyal problemleri tamamıyla kavramaktan acizdir.

Sözkonusu tezi ileri sürenler bu esasa dayanarak, insan hayatında dinin zorunlu olarak bulunması gerektiğini ve insanların Peygamberlere muhtaç olduklarını ispatlamaktadır­lar. Çünkü Peygamberler; vahiy yoluyla sosyal hayatta insa­nın gerçek çıkarlarını- ortaya çıkarıp belirleme gücüne sahip­tirler.

İkinci şartı ele alırken sözkonusu problem, daha açık ve belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Problemin temel noktası; insanın kendi sosyal çıkarları­nı nasıl idrâk edeceği meselesi değildir. Tersine problemin te­mel noktası; bu çıkarları gerçekleştirmeye nasıl yöneleceği ve kendi varlığını garantileyecek sakilde toplumu nasıl dü­zenleyip örgütleyeceği meselesidir.

Problemi asıl ortaya çıka­ran şey; sosyal çıkarların çoğu kez insanın insiyaklarıyla uyuşmamasıdır. Çünkü insiyaklar insanın özel çıkarlarıyla çelişmektedir. İnsiyaklar insana, kendi tabiî çıkarlarını gerçekleştirmeyi garanti eder. Ama bu saik, sosyal çıkarlar karşılı­ğında aynı tavrı takınmaz.

Sözgelimi insiyaklar insanı, verem için bir ilâç bulma çabasına yöneltir. Çünkü bu ilâcın bulun­ması, bütün insanların çıkartan gereğidir. Ama buna karşı­lık insiyakların sosyal çıkarların gerçekleştirilmesine engel olduğunu görmekteyiz Bu saik, sosyal çıkarların gerçekleş­tirilmesini garanti edecek olan uygulamalara da engel ol­maktadır.

Sözgelimi çalışamaz durumda bulunan bir işçi­nin geçimini garantilemek, zenginlerin çıkarlarına ters düş­mektedir. Oysaki zenginler, bu durumdaki yoksulların geçi­mini garantilemek için gerekli harcamayı yapmakla yüküm­lüdürler. Arazilerin kamulaştırılması, arazi istifçiliği yapanla­rın veya yapma imkânına sahip olanların çıkarlarıyla çeliş­mektedir.

İşte gördüğümüz gibi tüm sosyal çıkarlar, bireylerin in­siyaklarıyla çelişmektedir. Çünkü bireylerin çıkarları ayrı, genel sosyal çıkarlar ise apayrı bir şeydir.

Bu anlatılanların ışığında tabiî çıkarlarla sosyal çıkarlar arasındaki temel farkı anlamış oluyoruz. Çünkü bireylerin insiyakları insanların tabiî çıkarlarıyla çelişmektedirler. Bu saik insanları, sözkonusu çıkarları icat etmeye ve bu yoldaki fikrî potansiyeli işletmeye yöneltmektedir.

Bu sayede insanlık tabiî çıkarları tedricî bir şekilde garantileyecek imkânla­ra sahip olmaktadır. Ancak bu çıkarların garantilenişi, tec­rübeler süresinde gelişmekte olan imkânlar derecesinde ol­maktadır. Bu sosyal çıkarların tersine insiyaklar, insanın ken­di kendine olan sevgisinden doğmaktadır.

Bu saik, insanı, kendi çıkarını başkalarının çıkarına yeğlemeye itmekte, sos­yal çıkarların gerçekleştirilmesi; bu çıkarların gerçekleştiril­mesi amacıyla sosyal bir Örgütün kurulup yürürlük alanına aktarılması yolunda insanın amelî şuurunun özel "bir şekilde işlemesini engellemektedir.

Böylece açıkça anlaşılmış oluyor ki, insanlık ile insanlı­ğın sosyal alandaki evrimi arasına bir engel' olarak giren sos­yal problem; insiyaklarla sosyal çıkarlar arasındaki çelişkiler­dir, insanlık, sosyal çıkarlarla bireylere hâkim olan temel güdüler arasında bir uyum sağlamadıkça insanlık toplumu, sosyal alandaki bir evrimi gerçekleştiremez.

Şu halde sözünü ettiğimiz imkânlar nelerdir? Tabiî çıkarların, kendileriyle uyuşum içinde bulunan insiyaklara sahip oluşları gibi insan­lık, kendi genel anlamdaki sosyal çıkarlarıyla uyuşacak olan bir saiki bulmak ihtiyacındadır.

İLİM BU SORUNU ÇÖZÜMLEYEBİLİR Mİ?

Bazıları, korkunç bir şekilde gelişmekte olan ilmin bu sosyal problemi çözümlemeye kefil olduğuna ilişkin sözleri mı­rıldanmaktadırlar. Güçlü inatçı ve dahî insan; hayat, düşün­ce ve tabiat alanında dev adımlar atmayı; tabaatın hayat ve düşüncenin en derin sırlarına vâkıf olmayı ve bu konulardaki tüm bilmeceleri çözümlemeyi becermiştir.

Öyle ki insanoğlu atomu patlatma atomun korkunç gücünü etrafa salıverme, fezayı keşfetme, fezaya roketler atma, bombardıman uçakla­rına binme, meydana gelen olayları; yüz binlerce mil uzaktaki mesafelere duyulan ses ve görünen görüntüler şeklinde akta­rabilmek için tabiat güçlerini kendi emrine amade kılma im­kânlarını elde edebilmiştir.

Kısa bir sürede bu kadar ilmî, bulguları kaydeden, tabiat ile olan mücadelesinde muzaffer olan insan, sahibi bulundu­ğu bilgi ve ileri görüşlülüğü sayesinde birbirine bağlı mutlu bir toplumu oluşturma ve insanlığın sosyal çıkarlarını teke­ffül eden sosyal bir örgütü kurma gücüne sahiptir.

İnsanoğ­lu kendi sosyal mevkiini alacağı bir kaynağa sürekli olarak bir ihtiyaç duymaktadır. Ancak bu kaynak, ihsanı zaferden zafere koşturan ilimden başka bir şey olamaz, demekteler.

Bu görüş aslında, ilmin insan hayatındaki görevinin ne olduğunu bilmemekten başka bir şey değildir. Çünkü ilim, her ne kadar gelişip evrimleşmişse bile yine de, çeşitli alanlarda objektif gerçekleri keşfedecek olan bir aletten başka bir şey değildir. Bu alet realiteyi mümkün olan en ince ve dakik bir şekilde yorumlar.

Sözgelimi sosyal alanda ilim bize şunları öğretir: Kapitalizm; ücret kanununun işçiler üzerinde hege­monya kurmasına, ücretlerin, işçiyi kıt kanaat geçindirecek bir düzeye inmesine yol açmaktadır.

İlim tabiat alanında da bizlere şunu öğretir: Belirli bir kimyasal maddenin kullanılması, tehlikeli bir hastalığın kişi yaşantısına musallat olmasına yol açar, îlim, şu veya bu ger­çeği bize açıkladığı zaman görevi yerine getirmiş ve insan­lığa yeni bilgiler sunmuş olur.

Fakat bu tehlikeli hastalıkla korkunç ücret kanununun korkunçluğu sadece ilmin belirli kimyasal madde ile tehlikeli hastalık arasında veya ücret ka­nunuyla kapitalizm arasındaki ilişkiyi keşfetmiş olmasıyla ortadan kalkmış olmaz. Ancak insan bu tehlikeli hastalıktan, hastalığın etmenlerinden uzak durmakla korunmuş olur.

De­mir gibi sert karakterli ücret kanununun baskısından da top­lumun kapitalist çemberini yırtmakla kurtulabilir. Bu arada şöyle bir soru sormak istiyoruz: İnsanın bu hastalıktan veya bu çerçeveden kurtuluşunu garantileyen unsur nedir? Bu so­runun hastalıkla ilgili cevabı gayet açıkçadır.

İnsanda var olan insiyak (içgüdü) onu, ilmin tehlikeli sonuçlarını keşfetti­ği özel maddeden uzaklaştırmaya yetmektedir. Ve kapitalist çerçeveyle ilgili cevabına gelince şunu söylemek gerekir ki, ücret kanunuyla kapitalist çerçeve arasındaki ilgiyi orta­ya koyan ilmî gerçek, insanı çalışmaya ve kapitalist çer­çeveyi değiştirmeye yöneltmez. Çalışmanın olması için bir sübjektif faktöre ihtiyaç duyulmaktadır.

Bireylerin iç şekille­ri her zaman birbirleriyle aynı olmaz. Tersine, özel çıkarların birbirlerinden ayrı oluşları sebebiyle bu şekiller de birbirin­den ayrılmaktadırlar.

İşte bu sebeple ilmî gerçeklerin ortaya çıkarılmasıyla bu gerçeklerin ışığında toplumu mutlu kılmak için yapılan ça­lışmalar arasında bir ayırım yapmamız zorunlu olmaktadır, îlim, ancak bir dereceye kadar gerçekleri keşfedebilir. :Fakat tekâmül ettiremez.



PROBLEM VE TARİHİ MADDECİLİK

Bu arada marksizm, tarihî maddecilik esasına dayanarak sorunu bizzat ele almaktadır : «Her ne zaman olursa olsun ta­rih kanunları bu sorunu çözümlemeyi üzerlerine almaktadır­lar. Asıl sorun, kişisel içgüdülerin (insiyaklar) toplum çıkar­larını ve mutluluğunu garanti edemedikleri sorunudur Çün­kü kişisel içgüdüler, çoğu kez genel toplumsal çıkarlarla ça­tışmakta olan özel çıkarlardan doğmaktadırlar.» Problem bu değildir, bu sadece tarihin başlangıcından bu yana insan top­larının gerçeğidir. Yine Marksizme göre: «Her şey, sınıflı bir şekilde topluma yansıyan kişisel içgüdülere göre hareket eder.

Çeşitli sınıfların kişisel içgüdüleri arasında sürekli bir çarpış­ma yardır. Üretim araçlarına hâkim olan toplumun kişisel iç­güdüsü, her zaman galibiyeti elde eder. Ki bu da zorunlu ola­rak kişisel içgüdüyü etkiler Sınıfsız bir toplum oluşturarak tarih kanunlarının bu problemin köklü bir çözümünü ortaya koymalarına kadar bu durum devam eder. Sınıfsız toplumda kişisel içgüdüler tamamıyla ortadan kalkar. Kişisel içgüdüler yerine toplumsal faktörler hâkim olur. Çünkü böyle bir toplumda, mülkiyet türü yürürlükte olur.

Tarihî maddeciliği incelerken, tarihî maddeciliğin ileri sürmüş olduğu bu gibi kâhinliklerin ilmî temellere dayanma­dıklarını anlamıştık. Zaten bu kâhinliklerin gerisinden gele­cek olan kesin bir çözümü beklememiz de mümkün değildir.

***

Problem kişisel içgüdülerin egemen olduğu bir toplum­daki problem gibi olmakta devam etmektedir bu haliyle.

Her bireye kendi özel çıkarları tarafından kazandırılan içgüdüler en son söz hakkına sahip olduklarına göre egemenlik, yürütme gücüne sahip olan çıkarların olacaktır. Şu halde birbirleriyle çelişik olan egolar yığını arasında top­laman kanunlarını insanın sosyal çıkarlarına uygun bir şekil­de vazetmeyi garanti eden faktör nedir? Vazedilecek bu ka­nonlar, toplumdaki egemen güçlerin bir ifadesi olacaklardır.

Sosyal bir mekanizma olan hükümet mekanizmasının bu problemi güç kullanarak çözümlemesini ve kişisel içgüdüleri oldukları yerde durdurmasını beklememiz mümkün değildir. Çünkü bu mekanizma, toplumun kendisinden doğ­muştur: Şu halde bu mekanizmada meydana gelen bir prob­lem, toplumun kendisinde meydana gelen bir problemdir. Çünkü topluma egemen olan faktör, kişisel içgüdülerdir.

Özet olarak diyelim: Sosyal Problemleri ortaya çıkaran faktör, kişisel içgüdülerdir. Bu saik insanın aslî bir faktörü­dür. Çünkü insanın kerihine olan sevgisinden doğmaktadır.

Kendi kişisel içgüdülerinden ve yaratılışlarından doğan, insanların sürekli olarak bu sosyal problemlerle karşı karşıya kalacak bir şekilde yaşaması ve yaratılışlarından dolayı mut­suz olmaları zorunlu mudur?

Kâinat düzeni içinde bulunan her varlık, tekâmül imkân­larını elde etmiştir, özel bir şekilde evrimleşebilecek bir yara­tılışa sahiptir. Bu hususun doğruluğunu, felsefî delillerin yanında ilmî tecrübeler de ispatlamıştır işte böyle bir düzen­den insanlar ayrı tutulmuşlar mıdır? .

Bu arada Problemin yegâne çözümleyici olması niteli­ğiyle din devreye girmektedir. Din; sosyal problemin içinde sağlıklı bir çözüm yolunu bulabileceğine yegane bir çerçevedir. Şundan ki, sözkonusu problemin çözümü, kişisel içgüdülerle genel sosyal çıkarlar arasında bir uyum sağlamaya dayan-u uyumu da ancak din insanlara sağlayıp sunabilir.

Çünkü din insana, dünya hayatındaki geçici lezzetle­rine karşılık sürekli bir hayat olan Ahiret umudunu verebile­cek olan sübjektif bir güçtür. Din, insanları, dünyadaki bu sınırlı varlıklarının feda edilişinin ebedî bir hayat ve sürekli bir var oluş için ön çalışma olduğuna inandırarak, onları kendi uğrunda canlarını feda ettirecek güce sahiptir.

Din, insa­nın düşünce sisteminde, kendi çıkarları karşısındaki yepyeni bir görüşe sahip olmasını, kazanç ve zarar karşısında yepye­ni bir anlayışa sahip olmasını sağlar ki bu anlayış, insanın eski maddi ve ticari anlayışından çok daha üstün bir anlayış olacaktır.

Bu anlayışa göre eziyet çekmek, lezzet duymanın bir yolu olacaktır... Toplum hesabına zarara girmek aslında ka­zanmanın bir vasıtası olacaktır. Başkalarının çıkarlarını ko­rumak, aslında bireyin çıkarlarını korumak demektir. Bu ha­yat üstün ve değerli bir hayat olacaktır. İşte böylece toplumsal çıkarlar din açısından bireyin çıkarı olması niteliğiyle kişi­sel içgüdülerle birleşmiş olmaktadır.

Bu anlamın doğruluğunu Kur'an-ı Kerimin birçok ayet­leri ispatlamaktadır Bu ayetlerin tümü, bireyin kendi çıkar ve kazançlarına ilişkin yepyeni bir görüşünün oluşturulma­sını amaç edinmektedir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

«Kim iyi amel ederse bu kendi lehine, kim de kötülük ederse bu da kendi aleyhindedir.» el-Câsiye: 15.

«O gün insanlar, amelleri (nin-karşılığı) kendilerine gösterilmek için dağınık döneceklerdir, işte kim zerre ağırlı­ğınca bir hayır yapıyor (idiy)sa onun (sevabını) görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer yapıyor (idiy) se onun (cezasını) gö­recek.» Zilzal. 6-7-8

«Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. (Öyleki Allah'ın) fazlından, kendilerine verdiği (şehidlik mertebesi) ile hepsi de şad ola­rak (Cennet nimetleriyle) rızıklanırlar.» Al-i İmran (gerek Medineliler için gerek çevrelerindeki bedeviler için (Savaşta ve diğer hususlarda) Allah'ın Resulünden geri kalmaları ve bizzat kendisine onların da canla başla rağbet etmemeleri ya­saktır.

Bunun sebebi şudur: (Çünkü onların) Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, bar açlık (çekmeleri), kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları, bir düşmana karşı muvaffakiyete erişmeleri (gibi hiç bir hal ve hareket) yoktur ki karşılığında kendileri için bu sebeple iyi bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah, iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi etmez.

Onlar (Hak yolunda) gerek küçük, gerek büyük herhangi ur masraf yapmaya dursunlar, bir vadiyi geçmeye dursun­lar. İllâ Allah, o yapar olduklarının daha güzeliyle onlara mükâfat etmek için (bütün onlar) hesaplarına yazılmıştır.»

Dinin Kur'an ayetleriyle sunmuş olduğu bu berrak şe­killer kişisel içgüdülerle yaşantıdaki hayır yolları arasında bir bağlantı kurmakta ve ferdî çıkarları evrimleştirmektedir. Bu evrimleşme bireyi, kendi özel çıkarlarının: ve tüm insan­lığın gerçek çıkarlarının birbirlerine bağlı bir şekilde İslâmiyet tarafından belirlendiğine inanır hale getirmektedir.

Şu halde din, kişisel güdüleri genel toplumsal çıkarlar hesabına güçlendirerek sosyal problemi çözümleme konusunda başrolü oynamaktadır diyebiliriz.

Böylece anlamış oluyoruz ki din, insanın yaratılışından itibaren ihtiyaç duyduğu bir unsurdur. Çünkü insanın yaratı­lışı, sosyal problemi meydana getiren kişisel içgüdülerinin temelini oluşturmaktadır. Şu halde yaratılışında, söz konusu problemi çözümleme imkânlarına sahip olmalıdır.

Ki in­san özel bir şekilde evrimleşme imkânlarına sahip olan diğer canlılardan ayrı bir kategoriye (Kuraldışı bir kategoriye) girsin. İnsan yaratılışının bu problemi çözümlemek için sahip olduğu imkânlar; insanın dindarlık insiyaklarından ve yaşayışını dine bağlayıp dinin kalıbına uydurması hususun­daki tabu yetisinden başka bir şey değildir.

Şu halde insan fıtratının iki yanı vardır: Bir yor ünü ki­şisel içgüdüler teşkil eder. Ki insan topluluklarının genel an­lamdaki gerçek çıkarlarıyla kişisel içgüdüler arasındaki çe­lişkiden ibaret olan insan yaşantısındaki büyük problemi do­ğar bu yönden. Diğer taraftan da dine olan tabu eğilim yo­luyla insana, problemi çözme imkânlarını getirir.

Çünkü içgüdülerle genel çıkarlar arasında uyum sağlayarak problemi ilk din çözümler. Böylece yaratılış, insanın evrimleşme-yolunu bulması hususundaki görevini yerine getirmiş olmaktadır.

Eğer sosyal problem, olduğu gibi sürüncemede kalmış ve insan karakteri de bu problemin üzerine eğilmemiş olsaydı o zaman bu şu manaya gelirdi: İnsan varlığı, bu problemi ol­duğu gibi sürüncemede bırakmış ve bu sorunu çözmekten aciz kalmıştır. Kendi yaratılışı gereği, bu sorunu, çözümü daha da güçleşecek bir sorun haline getirmiştir. Bu hususu İslâmiyet, su aşağıdaki ayet-i kerimede gayet açıkça izah etmektedir:

«O halde (Habibim) sen yüzünü muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki o, insanları bunun üzerine yarat­mıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olmaz. Bu, dim­dik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler» Rûm30

Bu ayet-i Kerime şu esasları ortaya koymaktadır:

1 —Din, tüm insanların üzerine yaratılmış oldukları fıtratın ayrılmaz bir unsurudur. Allah'ın yaratışına bedel ola­cak hiç bir şey yoktur.

2 —Tüm insanların, üzerine yaratılmış oldukları bu dini Hanif dininden başka bir din olamaz. Hanif dininden kasıt da; saf katıksız olan tevhîd dininden başka bir şey değildir.

Çünkü en büyük dinî görevi yerine getirecek olan ye­gâne din, tevhid dinidir. Bu din sayesinde insanlık; pratik bir ölçüye ve sosyal bir düzeye sahip olmaktadır.

Bu düzende sos­yal çıkarlar koru nurlar. Allah'a ortak koşmayı öngören ve Kur'anın ifadesine göre birbirlerinden ayrı çok tanrılı din­ler aslında sosyal problemin bir sonucudurlar. Dolayısıyla da sosyal probleme çözüm getiremezler. Hz. Yusuf (A.S) iri zin­dandaki arkadaşına dediği gibi; «Sizin o'nu (Allah'ı) bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları (kuru) adlardan başkası değildir.

Allah bunlara hiçbir bur­han indirmemiştir.» Yusuf Süresi: 40 Şirk esasına dayalı bu çok tanrılı politeist dinler kişisel içgüdülerin ürünleri­dirler. Bu kişisel içgüdüler, çeşitli kişisel çıkarlarına uygun olarak insanlara şirk dinlerini tikin etmektedirler. Ki insanların tabii eğilimlerini hanif dininden ters tarafa anormal bir şekilde saptırsınlar. Ve insanların sağlıklı aslî dinsel eği­limlerini hedefine ulaşmaktan alıkoysunlar.

3 — İnsanların üzerine yaratılmış oldukları hanif dini, yaşantıya dayalı dosdoğru bir dindir- Yaşantıya egemen olan ve yaşantıyı kendi genel kalıbına uyduran bir dindir. Yaşan­tıya önderlik etmeyen, yaşantıya yön vermeyen din, insanın dine olan aslî ihtiyacına tam olarak cevap verme gücüne sa­hip olmayan bir dindir. Dolayısıyla da insan yaşayışındaki temel problemi çözme imkânına sahip değildir.

***

İslâmın din ve hayat hakkındaki anlayışını şöylece özet­leyebiliriz: İnsanın hayatındaki temel problem, fıtratıyla ilgilidir.

Çünkü bu problem, kişisel güdülerin birbirlerinden ayrı olsunlar ve genel toplumsal çıkarlarla çelişmesinden doğmaktadır.

İnsanın fıtratı aynı zamanda insana, bu problemi çözme imkânını vermektedir.

Bu çözüm yolu da; dosdoğru bir din olan hanif dinidir. Sadece bu din, kişisel içgüdülerle genel çıkarlar ve pratik kriterler arasında bir uyum sağlamaktadır.

Şu halde hayat için hanif dini zorunludur.

Yaşantının çeşitli alanlarındaki sosyal düzenin, bu dinin çerçevesi içinde ele alınması zorunlu olarak gerekmektedir. Çünkü ancak bu din, insanın fıtratıyla bir uyum sağlayabilir. Ve insan yaşantısındaki temel soruna bir çözüm getirebilir.

***

Bütün bu anlatılanların ışığında anlamış oluyoruz ki, ha­yatı kapsayan sosyal düzenin bir parçası olması niteliğiyle İslâm ekonomisinin, bu düzenin genel çerçevesi içine girmesi zorunlu olmaktadır. Ki bu çerçeve de dindir. Şu halde diyebi­liriz ki bizim ekonomik doktrinimizin genel çerçevesi dindir.

Sosyal düzenin ve İslâm ekonomisinin çerçevesi olması niteliğiyle dinin görevi; bir yandan kişisel güdülerle özel çı­karlar arasında, diğer yandan da Islama göre toplumun genel çıkarlarıyla kişisel içgüdüler arasında bir uyum sağlamak­tır.



İSLAM EKONOMİSİ İLİM DEĞİLDİR

Sizlere sunmuş olduğumuz ekonomik doktrinlerden her biri, hayatın çeşitli alanlarını ele alan tam bir doktrinin birer parçasını teşkil etmektedirler. Meselâ İslâm ekonomisi, hayatın çeşitli alanlarını kapsayan İslâm düzeninin bir parçasıdır.

Kapitalist ekonomi, kendi örgütsel görüşü açısından toplumun tümünü kapsayan demokratik kapitalizmin bir parçasıdır. Marxist ekonomi de sosyal yaşantının tümünü kendi özel perspektifinde şekillendiren marksizm doktrininin bir parça­sıdır.

Bu doktrinler, kendi temel fikri tohumları ve ruhlarıyla yapılarını almış oldukları kökleri bakanından birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Dolayısıyla da kendi özel karakterleri bakı­mından birbirlerinden ayrılmış olmaktadırlar. Marksistlere göre Marxist ekonomi ilmi bir karakter taşımak­tadır. Çünkü marksizm yanlılarına göre bu ekonomi, tarihe egemen olan ve tarihe hükmeden kanunların zorunlu bir so­nucudur.

Kapitalist doktrine gelince, bu doktrini benimseyenler -önceki bölümlerde de görmüş olduğumuz gibi- kapitalist ekonominin, tarihinin ve tarih kanunlarının karakterlerinin zorunlu bir sonucu olarak meydana geldiğini iddia etmemek­tedirler. Kapitalistler, bu doktrin sadece pratik değerler ve ideallerle uyuşan bîr sosyal düzenleme olduğunu ifade! etmek­tedirler.

îslâmın ekonomik doktrinine gelince, Marksizmde olduğu gibi bu doktrin, kendisinin ilmi bir karakter taşıdığını iddia etmez. Yalnız şunu da söylemek gerekir ki islâmın ekonomik doktrini belirli inanç esaslarından, evren ye hayata ilişkin temel görüşlerinden soyutlanmış değildir.[3]

İslâm ekonomisi ilim değildir derken biz islâmın; hayatın diğer alanlarını düzenlediği gibi ekonomik yaşantıyı düzenlemek için insanlara çağrıda bulunmayı; garanti eden bir din olduğunu söylemek istiyoruz. İslâmiyet, siyasal ekonomi
bilimi tipinde bir ekonomi bilimi değildir.

Diğer bir anlatımla İslâm; bozuk realiteyi düzgün bir realiteye, kokuşmuş düze­ni sakin ye uyumlu bir düzene çeviren bir; inkılaptır; diyebiliriz. İslam realitenin objektif bir yorumu değildir.

Sözgelimi İslamiyet karma mülkiyet sistemini ortaya koyduğunda bu sistemle insan hayatının belirli bir aşamasının tarihî realitesinin yorumladığını veya tarihi kanunların doğal sonuçlarını yansıttığını iddia etmez. Ama Marksizm, toplumsal mülkiyet sistemini ortaya attığında bu sistemin, tarihin belirli bir aşa­masının zorunlu bir durumu ve durumun da yegâne bir yo­rum stili olduğunu iddia eder.

Bu bakımdan İslâm ekonomisi kapitalist ekonomiye ben­zemektedir. Yani İslâm ekonomisi, realiteyi değiştiren bir işlemdir. Realiteyi yorumlayan bir İslâm değil... İslâm ekonomisinin doktrinler görevi; İslâm yasalarına uygun olarak eko­nomik hayatın tam bir suretini ortaya çıkarması, bu suretin gerisinden ışık saçan genel kavram ve düşüncelerin -Meselâ dağıtım şeklinin üretim türünden ayrı oluşu düşüncesi- ince­lenmesidir.

Bundan sonra da İslâm ekonomisinin ilmi görevi devreye girmektedir. Bu görev; İslâm düzeninin tam olarak uygulan­dığı bir toplumdaki reel hayatın akışını ve kanunlarını keşfetmektir. İlmî bir araştırmacı, yorumlamaya çalıştığı ve içinde meydana gelen olayları birbirine bağlamak istediği top­lum için, islâmın ekonomik doktrinini sabit bir kural olarak ele alır.

Bu durumuyla İslâm ekonomisi, kapitalist ekonomi bilginlerinin ortaya koymuş oldukları siyasal ekonomiyi an­dırmaktadır. Bu bilginler, kendi doktrinlerinin esaslarını or­taya koymuşlar. Sonra da realiteyi bu esaslara göre yorum­lamaya başlamışlardır. Topluma uygulanan kanunların karakterlerini incelemişlerdir. Bu incelemeleri sonucunda si­yasal ekonomi ilmini ortaya çıkarmışlardır.

İşte ancak bu şekilde, geniş çapta doktrinler bir inceleme­ye tabi tutulduktan sonra İslâm ekonomisi için bir ilim olu­şabilir. Bu çerçeveyi göz önünde tutarak realiteyi incelerken şöyle bir soru ile karşılaşıyoruz: Kapitalistlerin siyasal eko­nomi ilmini veya bir başka anlatımla kapitalist toplumda meydana gelen olayları yorumlayan bir ekonomi ilmini orta­ya koydukları gibi, İslâm ekonomisi ilmini ortaya koymak na­sıl ve ne zaman mümkün olacaktır?

Bu soruyu şu şekilde cevaplamak mümkündür: Ekonomik hayatta meydana gelen olayların ilmî yorumu iki şey­den birine dayanır.

10
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1



İSLÂMİYET VE KAPİTALİZM AÇISINDAN İHTİYAÇ

Açık şekliyle kapitalist ekonomi, ihtiyaç karşısındaki tu­tumu dolayısıyla islâmiyetle tamamen çatışmaktadır. Çünkü kapitalist toplumda ihtiyaç dağıtımın olumlu unsurlarından biri değildir, İslâm toplumundaki rolünün tam tersi bir role ve çelişik bir niteliğe sahip b|r unsurdur. Bireylerin ihtiyacı şiddetlendikçe dağıtımdaki paylan azalır, öyleki bu durum eninde sonunda çok sayıda bireyin çalışma ve dağıtım alanın­dan çekilmesine yol açacaktır.

Bunun nedenini şöylece açık­layabiliriz: İhtiyacın şiddetlenerek yaygın hale gelmesi; kapitalist pazarlarına sürülen (arzedilen) iş gücünün, işverenlerin istediği miktardan çok daha fazla olduğunu ifade eder. Şu hususu da göz önünde bulundurmak gerekir: İnsanın işçi gü­cü, sermayesel bir eşya gibidir.

Bu eşya da diğer eşyalar gibi sürüm ve aranım kanunun etkisi altındadır. İşgücü sürümü­nün, aranım miktarından fazla olması durumunda işçi ücret­leri tabiî olarak alt düzeylere iner. Sürüm miktarı fazlalaştığı sürece ücretlerin düşmesi de devam eder.

Kapitalist pazarlar, pazarlara sürülen bu iş güçlerinin tümünü sindiremediği takdirde ihtiyaç sahiplerinden bir çoğu, işsizlik yüzünden ölüme mahkum olurlar. Dolayısıyla da çok sayıda işçi: hayatla­
rını sürdürebilmek yoksunluk üzüntülerini ve açlıktan ölüm korkularına dayanabilmek için imkansız olan işleri yapmaya yeltenirler.

Görüldüğü gibi ihtiyaç, kapitalist dağıtan sisteminde hiçbir şey ifade etmemektedir. Sadece işgücünün fazla miktarda sürümünü ifade eder. Hiç bir şeyin fazla miktarda sürümü, talebini artırmaz. Sadece fiyatını düşürür. Ve tükeninceye kadar üretimi durdurur. Ta ki arz ve talep arasındaki nisbet dengelensin.

Kapitalist toplumda ihtiyacın asıl ifadesi; bireylerin da­ğıtım alanından çekilmesidir. Yoksa İhtiyaç dağıtım unsuru değildir.



ÖZEL MÜLKİYET

İslâmiyet, emeğin, insanın kendi emeğinin ürününe sa­hip olması hususundaki doğal eğilimi uyarınca mülkiyetin esası olduğunu, dolayısıyla da emeğin dağıtımda bir unsur olduğunu ortaya koyarken şu iki prensibe sonuç olarak var­mıştır:

l — Ekonomi alanında özel mülkiyetin ortaya çıkmasına müsaade etmek. Mülkiyetin esası emek olduğuna göre tabii olarak işçinin de; ekin, dokuma ve benzeri, meydana gelme­sine katkıda bulunduğu eşyalar üzerinde bir özel mülkiyeti­nin bulunması gerekmektedir.

Emekçinin üretmiş olduğu eşyaya sahip olması; insanın mülk edinmeye olan tabiî eğiliminin bir ifadesidir, demekle biz şunu kastediyoruz: İnsan kendi emeğinin ürününe baş­kalarının değil de kendisinin sahip olmasını ister.

Bu onun tabiî bir eğilimidir. Sosyal literatürde, bu eğilimi mülkiyet ke­limesi karşılamaktadır. Ama bu mülkiyetle ilgili hukukun türü, sözkonusu tabiî eğilim tarafından belirlenmemektedir. Hukukun türünü dayanmakta olduğu düşünce ve çıkarlara uy­gun olarak sosyal düzen belirler.

Meselâ bir işçi; emeğiyle el­de etmiş olduğu ürünü, kendisinin özel mülküdür diye diledi­ği gibi har vurup harman savurabilir mi ? Veya bu ürünü baş­ka bir ürünle değiştirebilir mi ? Veyahutta bu ürünle ticaret yaparak bu ürünü ticarî veya faizsel sermaye yerine koyarak servetini arttırabilir mi ? Bu ve buna benzer sorunların ceva­bını özel mülkiyet hukukunu belirleyen sosyal düzen vermek­tedir. Bu soruların cevabı yaratılış ve karakter ile ilgili değil­dir.

Bu sebeple İslâmiyet bu mülkiyet hukukunu belirleme işine müdahalede bulunmaktadır. Temel olarak dayanmakta olduğu değer ve ideallere uygun olarak bu hakların bir kısmını reddetmekte, diğer bir kısmım da kabullenmektedir.

Me­selâ işçiye harcama hususunda malını israf ederek dağıtma hakkını vermemektedir. Ama israf etmeksizin malını harcama hakkını tanımaktadır. İşçinin elinde bulunan mülkünü faiz yoluyla fazlalaştırmasını kabul etmemektedir. Ama bazı özel şart ve sınırlar çerçevesinde ve dağıtım konusundaki genel teorilerine uygun olarak ticaret yoluyla servetini fazlalaştırmasına müsaade etmektedir.

***

2 — «Emek, mülkiyetin sebebidir.» kuralından doğan ikinci prensip ise şudur: Bu kural uyarınca özel mülkiyet alanında bir sınırlama yapılmalıdır.

Emek, özel mülkiyetin esası olunca bu durumda özel mül­kiyete bazı sınırlar getirmek gerekmektedir. Buna göre mey­dana gelmesi veya monte edilmesinde emeğin katkısı olma­yan mallar, özel mülkiyetin kapsamına giremeyecektir. Fakat meydana gelişi veya monte edilmesinde emeğin katkısı olan mallar özel mülkiyetin kapsamına girecektir.

Bu esasa göre, oluşumu ve hazırlanması bakımından mal­lar, genel ve özel servetler olmak üzere iki kısma ayrılmakta­dırlar.

ÖZEL SERVETLER:

meydana gelmesi için harcanan in san emeğine göre oluşup şekil alan Meselâ ekinler ve dokuma­lar mallar; yeraltından, deniz dibinden, çıkarılması, havadan elde edilmesi için emek harcanan servetler bu kısma girmek­tedir.

Bu servetlere harcanan insan emeği; ya malın bizzat oluşturulmasına katkıda bulunur (Ziraî ürün fide etmek için tarım işçisinin emek sarf etmesi gibi) ya da eşyanın maddesini şekillendirme, onu yarayışlı hale getirmeye katkıda bulu­nur. (Tabiatta yaygın güçlerden elektrik elde etmek için, ye­rin dibinden şu veya bu petrolün çıkarılması için emek sarf etmek gibi...)

Elektrik enerjisi, yerden çıkarılan su veya pet­rol miktarları, insanın emeği tarafından ortaya konulmuş değillerdir. Sadece emek, bunları şekillendirmiş ve yararlan­maya elverişli hale getirmiştir.

Elde edilmelerine insan emeğinin katkıda bulunduğu bu servetler, özel mülkiyet için belirlenmiş olan sınırın içine gir­mektedirler. Yani islâmın, özel mülkiyetin meydana gelmesi­ne müsaade etmiş olduğu çerçevenin içine girmektedirler.

Çünkü mülkiyetin esası, emektir. Bu mülkler de insan eme­ğiyle birleşmiş olduklarına göre işçiler bu mülklere sahip ola­bilir, yararlanma ve ticaret yapma gibi haklarını kullanabi­lir.


GENEL SERVETLER:

Meydana gelişinde insan emeği­nin eseri olmayan servetler, genel servetler kısmına girerler. Meselâ arazi... Bu servetin meydana gelişine insan emeğinin katkısı olmamıştır. Her ne kadar insan, bazen araziyi şekil­lendirerek işletim ve tarıma elverişli hale getiriyorsa da onun bu şekillendirmesi kendi yaşamının gerektirdiği oranla sınır­lıdır.

Fakat arazinin ömrü, insanın ömründen çok daha uzun­dur, insanın şekillendirişi, arifinin çok uzun olan ömrünün sadece belirli bir dönemi ile sınırlıdır. Bu bakımdan arazi, yer­altından çıkarılan madenlere ve diğer tabiî servetlere benze­mektedir.

Çünkü bu madenlerin maddesi yeraltında gizlidir. Dola-yasıyla da oluşum ve şekillenmesi hususunda insan emeğine muhtaç değildir. Emeğin katkısı, sadece bu madenlerin yer­altından çıkarılmasında görülmektedir. Bu madenlerin yer­altından çıkarılması ve yeraltındaki diğer madenlerden ayrış­tırılması için emek harcanmaktadır.

Bu genel servetler, karakterleri veya birinci nitelikleri dolayısıyla fıkıhçıların da dediği gibi bireylerin Özel mülk­leri olamazlar. Çünkü mülkiyetin esası emektir. Emek ile birleşmeyen malların, özel mülkiyet için belirlenmiş olan çerçe­venin içine girmeleri imkânsızdır. Bu mallar, herkesin yarar­lanabileceği toplumsal mülkiyet çerçevesine girerler.

Meselâ arazi... Meydana gelmesi için insan emeğinin kat­kısı olmayan bir mal olması niteliğiyle özel mülkiyet altına alınmaz. Arazinin ihya edilip tarıma elverişli hale getirilmesi için harcanan emek, geçici ve sınırlı bir zaman için araziyi şekillendirmekten başka bir şey için değildir.

Bu uğraş süresi ise arazinin ömrüne nispetle çok daha kısadır. Dolayısıyla bu emek, araziyi özel mülkiyet çerçevesine sokmamaktadır. Bu emek işçiye, araziden yararlanma ve başkalarının araziye mü­dahale etmesini engelleme hakkım vermektedir sadece; Çün­kü bu işçi emek harcamış olduğu için, bu araziden yararlan­ma hakkı konusunda başkalarından önde gelmektedir. Bu sebeple arazi 'için emek harcamış olan kimseyle, hiç emek har­camamış ve bu uğurda yorulup alın teri dökmemiş kimseler a, ısında bir farklılığın bulunmaması, doğrusu zülümkârlık olur.

İşte bu sebepten emek harcamış olan işçi arazinin ihya edilmesi için emek harcamamış olan kimselere oranla, arazi­den yararlanma hakkı hususunda daha önde gelmekte ve ön­celik hakkına sahip olmaktadır. Ancak araziyi kendi özel mül­kiyetine geçirme hakkına sahip olamamaktadır. Araziden ya­rarlanma hakkı, arazinin ihya edilip şekillendirilmesi için emek harcadığı sürece geçerlidir. Ama araziyi ihmal eder ve bakımsız bırakacak olursa o zaman bu hakkı da düşer.[5]

Böylece islâmın bu alandaki genel kuralı açığa çıkmış ol­maktadır. Şöyle ki: oluşturulması ve şekillendirilmesine insan emeğinin katkıda bulunmadığı mallar, özel mülkiyetin kap­samına alınmaz. Meydana gelmesine insan emeğinin katkıda bulunmadığı tabiî mallar ve servetler ise, hiç mi hiç özel mülkiyetin çerçevesine sokulamazlar. Şu halde diyebiliriz ki; in­san emeğinin sınırları çerçevesine girmeyen mallar, kesinlikle özel mülkiyetin kapsamına girmezler.

Bütün bunlara rağmen, İslâm devletinin yararlarıyla il­gili bazı durumlarda bu genel kuralın bazı istisnaları olmaktadır ki ileride buna değineceğiz.

MÜLKİYET DAĞITIMIN İKİNCİL UNSURUDUR

Emek ve ihtiyaçtan sonra dağıtımın ikincil unsuru olarak mülkiyet gelmektedir. Şundan ki; İslâmiyet, emek esasına dayalı bir özel mülkiyetin ortaya çıkmasına müsaade ettiğin­de mal sahibine vermiş olduğu haklar bakımından hem kapi­talizme hem de marksizme muhalefet etmektedir Mal sahibi­nin, bu hakları kullanabileceği alanlar da islâmiyette ayrı, ka­pitalizm ve marksizmde ise apayrıdır.

Kapitalizmin yaptığı gibi, mülk sahibinin, kendi servetini çoğaltmak için mutlak ve sınırsız bir şekilde mülkünü kullanmasına müsaade etme­miştir İslâmiyet. Çünkü kapitalizm, mülk sahibine kazancın bütün türlerini helâl kılmıştır. İslâmiyet bu alanda marksizmin takındığı tavırdan da ayrı tavır takınmaktadır. Çünkü marksizm, çeşitli şekilleriyle bireysel mülkün işletilmesini ve bu yollarla kazanç sağlandırılmasını yasaklamıştır.

İslâmiyet, bu her ikisi arasında adaletli bir yolu izlemiştir: Faizsel ka­zanç gibi kazancın bazısını yasaklamış, ticari kazanç gibi ka­zancın diğer kısmını ise helâl kılmıştır.

Islâmiyetin, kazancın bir kısmını yasaklaması; ekonomik özgürlük konusunda onun kapitalizmle olan ayrıklığını ifade etmektedir. Ki bunu kapitalist doktrinin fikrî temeli olması niteliğiyle «Kapitalizmle birlikte» bölümünde ele almıştık.

İleriki bölümlerde, islâmca yasaklanmış olan bazı kazanç türlerini (Meselâ faizsel kazanç) ele alacak ve bu kazanç tü­rünün yasaklanışı hususunda islâmın görüşünü sizlere yan­sıtacağız.

Islâmiyetin ticari kazanca müsaade etmesi; Onun değer ve artık değer anlayışı, sermayesel kazancı yorumlamada uy­guladığı özel yöntem bakımından marksizmle olan temel ayrık­lığını ifade etmektedir. Nitekim bu konuyu tarihî maddecili­ği incelerken ele almıştık.

Islâmiyetin ticarî kazanca müsaade etmesi dolaysıyla özel mülkiyet, yasal sınırlara ve şartlara uygun bir ticaret yoluyla servetin arttırılması ve dağıtımın hakça yapılması için bir unsur haline gelmektedir. Tabii ki bütün bunlar, islâmiyetin kendine temel edinmiş olduğu manevî değerler ve sosyal çıkarlarla sınırlandırılmıştır.

***

İşte size, dağıtıma ilişkin isiâmi görüşler. Bütün bu an­latılanlardan Özet şu olacaktır:

Emek mülkiyetin esası olması niteliğiyle dağıtımın temel bir unsurudur. Tabiat alanında çalışıp emek sarf eden kişi, kendi emeğinin ürününü elde eder ve bu ürüne sahip olur.

İhtiyaç, insanın insanca yaşamasında sabit bir hakkını ifade etmesi niteliğiyle dağıtımın temel bir unsurudur. İşte bu suretle İslâm toplumunda ihtiyaçlar tekeffül edilmekte ve doyurumları garanti edilmektedir.

Mülkiyet, islâmın müsaade ettiği özel şartlar çerçevesin­deki ticarî faaliyetler yoluyla dağıtımın ikincil bir unsurudur. Mülkiyet, islâmın gerçekleştirmeyi garanti ettiği sosyal ada­let prensipleriyle çelişmemelidir. Nitekim ileride bunu detay­larıyla ele alacağız.



TEDAVÜL

Tedavül (Değiştirim), ekonomik hayatın temel unsurla­rından biridir. Bu unsur, zaman bakımından her ne kadar üretim ve dağıtımdan sonra ise de önem bakımından sonra gelmemektedir.

Üretim ve dağıtımın tarihî varlıkları her zaman insanın sosyal varlığına bitişik olmuştur. Ne zaman ve nerede bir insan topluluğu bulunursa bulunsun, bu toplum -hayat ve geçimini sürdürebilmek için- üretim çeşitlerinden biriyle uğraşmak ve kendi yapısına uygun gelen dağıtım şe­killerinden biri ile serveti, toplum bireylerine dağıtmak zo­runluluğundadır.

Üretim ve dağıtım olmayınca insanın sosyal hayatı da olamaz. Çünkü oluşumlarının başlangıç döneminde toplumlar, çoğunlukla ilkel ve kapalı bir ekonomik hayat şek­lini yaşarlar Şöyle ki; toplumun her ailesi başkalarının eme­ğinden yararlanmaksızın ihtiyaç duydukları her şeyi bizzat kendileri üretirler. Bu tür bir kapalı ekonomi mübadeleye yer vermez.

Çünkü ailelerin ürettikleri her şey, ailelerin basit ihtiyaçlarını giderir. Böylece de aileler, kendi ürettikleri şey­lerle yetinirler, insan ihtiyacının gelişip çoğalması ve insanın, hayatında ihtiyaç duyduğu eşyaların çeşitlenmesi döneminde mübadele, ekonomik alanda faal rolünü oynamaya başlamış­tır.

İşte sözünü ettiğimiz bu dönemde bireyler, ihtiyaç duyduk­ları çeşitli eşyaları üretmekten aciz kalmışlar; dolayısıyla da toplum, kendi bireyleri arasında bir iş bölümü yapmak zorun­luluğunda kalmıştır.

Her bir üretici veya üreticiler gurubu, üretimi diğer ürün­lerin üretimine nispetle daha hoş karşılanan gelirli ürünleri üretmekte uzmanlaşmışlardır. Bu ürünlerin fazlalığını mü­badeleye koyarak kendi ihtiyaçlarının diğer çeşitlerini de do­yurmuşlardır. Çünkü başkalarımda bu ürünlerin fazlalığına muhtaçtırlar.

Her yöneticinin, kendi ihtiyaçlarını bizzat ken­di üretimleriyle karşılama zorunluluğunda bırakılmalarına karşılık; üreticilerin ihtiyaçlarını doyurma aracı olması nite­liğiyle mübadele, ekonomik hayatta boy göstermeye başlamış­tır.

İşte böylece görüldüğü gibi ekonomik hayatı kolaylaş­tırmak, ihtiyaçların genişlemesi, üretimin evrimleşme ve uz­manlaşmaya olan yönelimine destek olmak amacıyla müba­dele de, ortalarda görünür hale gelmiştir.

Bu esastan hareket ederek anlamış oluyoruz ki, gerçekte mübadele üretimle tüketim arasında veya başka bir deyişle, üreticilerle tüketiciler arasında bir vasıta olması niteliğiyle toplumun ekonomik hayatında faaliyet göstermektedir. Mübadele yoluyla üretici, kendi üretmiş olduğu eşyaya ihtiyaç duyan bir tüketiciyi her zaman bulabilir. Bu tüketici de bir ürün üretmekte ve bu ürünü karşılığında başka bir tüketim eşyasını elde edebilmektedir.

Ama şunu söylemek gerekir ki insan -Kur'an-ı Kerimin de ifade ettiği gibi- zulümkârlık yapmıştır. Diğer insanları, hayatın hayır ve bereketlerinden yoksun bırakmıştır. Dağı­lım alanında, şunun bunun hakkına müdahalelerini mübadele alanına da bulaştırmış, onu değiştirmiş bozmuş sömürü ve karmaşıklık unsuru haline getirmiştir.

Hayatı kolaylaştırma ve ihtiyaçları doyurma unsuru değil... Mübadeleyi, üretimle spekülasyon arasında bir vasıta haline getirmiştir.. Üretimle tüketim arasında bir vasıta olarak değil... Kölelik ve feodali­te toplumlarında veyahutta kapitalist ve komünist toplum­larındaki zulümkâr dağıtım sisteminden doğan yolsuzlukla­ra benzer olarak, zulümkâr mübadele sisteminden bazı zehirli durumlar ve sömürü türleri doğmaktadır.

İslâmın mübadeleye ilişkin görüşlerini öğrenebilmek için her şeyden önce islâmın; mübadeleyi, sömürünün zalim bir unsur haline getiren sebep ve mübadeleden doğan sonuçlar hakkındaki görüşlerini öğrenmeliyiz.

Sonra da islâmın bu meseleye getirmiş olduğu çözüm yolu üzerinde bir inceleme yapmalıyız, İslâmın mübadeleye kazandırmış olduğu genel kapsamın ve mübadelenin hayattaki sağlıklı amaçlarına pa­ralel kanunların özellik ve nitelikleri üzerinde bir inceleme yapmalıyız.

Her şeyden önce mübadelenin iki şekli olduğunu göz önüne getirmeliyiz:


1— Karşılıklı değiştirme yoluyla mübadele.


2— Para ödeyerek mübadele

Karşılıklı değiştirme yoluyla mübadele: Bir şeyi, karşılı­ğında bir başka şey alarak değiştirmek. Bu tür mübadele, za­man bakımından en eski olan bir mübadeledir.

Uzmanlaşma ve iş bölümü esasına dayalı olan toplumlardaki her üretici kendisinin üretmemiş olduğu bir eşyayı, kendi ürünü sayesin­de elde eder. örneğin bu toplumlarda yaşayan bir üretici 100 kilogram buğday üretmiş olsun.. Bu miktarın yansı 50 kilog­ram buğdayı kendi ihtiyaçlarını gidermek için ayırmış olsun..

Geri kalan ikinci yarısı olan 50 kilogram buğdayı, mübadele yoluyla, başkasının üretmiş olduğu pamuğun belirli bir mik­tarı ile değiştirebilir.

Ama bu tür mübadele, ekonomik hayatta mübadeleyi kolaylaştırabilmiş değildir. Tersine zaman boyunca, uzmanlaş­manın ve ihtiyaçların çeşidinin artması oranında bu tür mübadele, işi daha fazla zorlaştırmış ve karmaşık hale getirmiş­tir. Çünkü bu tür mübadele; buğday üreticisi bir kimsenin pamuğa olan ihtiyacını ancak buğdaya ihtiyaç duyan ve fazla pamuğu olan bir kimseden pamuk alarak doyurmak zorunlu­luğunda bırakmıştır.

Ama eğer pamuk sahibi olan kişi, buğda­ya değil de meyveye ihtiyaç duyarsa ve buğday sahibinin ya­nında da meyve bulunmazsa o saman, buğday sahibinin, ken­di pamuk ihtiyacım karşılaması mümkün olmayacaktır. Ve böylece de satıcı ile müşterinin ihtiyaçları arasındaki uyuma az rastlanabildiği için çeşitli zorluklar doğmuştur.

Mübadele edilecek eşyaların değerleri arasında bir eşit­lik olmaması da ayrı bir zorluk.. Sözgelimi bir atı olan kişi, bu at karşılığında tavuk alamaz. Çünkü tavuğun değeri, atın-kinden çok daha azdır. At sahibi tabii olarak atı karşılığında bir tavuğu elde edemeyecektir. Atı, kısımlara ayırarak bir tavuğun değerine eşit bir parçasını ayırmak da mümkün de­ğildir ki bu parça karışlığında bir tavuk elde edebilsin.

Mübadele edilecek malların değerini takdir etme zorlu­ğu da mübadele işleminin karşısına çıkan bir başka problem­dir. Bir şeyin değerini ölçebilmek için diğer eşyalarla karşılaş­tırılması gerekir. Ki bütün o eşyalara göre o eşyanın değeri anlaşılmış olsun.

Sözkonusu mübadele esasına dayalı olan toplumlar, bu sebeplerden ötürü adı geçen mübadeleyi tüm problemleri çö­zümleyecek şekilde değiştirmeyi kafalarına koydular. Bu se­beple de mübadelenin ikinci şekli doğdu. Bir malı alabilmek için müşterinin satıcıya sunması gereken malın yerme para geçmiş oldu.

Önceki sayfada yer vermiş olduğumuz örnekte­ki buğday sahibinin, pamuk alabilmek için satıcıya meyve vermesi zorunluluğu vardı. İşte meyve vermek yerine buğday sahibi buğdayı önce para karşılığında başkasına satar. Sonra da ihtiyaç duyduğu pamuğu alabilmek için pamuk sahibine para öder ve pamuğu satın almış olur. Parayı teslim alan pa­muk sahibi de elde etmiş olduğu parayı meyve sahibine ödeyerek meyveyi satın alır.

***

Tedavülde (Mübadelede) paranın eşya yerine geçmesi, mübadeleden doğan problemlerin çözümünü ve yine müba­deleden dolayı zorlukları yumuşatmayı garanti etmiştir.

Meselâ satıcı ile müşterinin ihtiyaçları arasında uyum sağlama zorluğu ortadan kalkmıştır. Çünkü müşterinin, sa­tıcıya ihtiyaç duyduğu malı sunması zorunlu değildir. Sade­ce parayı ödemesi yeterlidir. Ki satıcı da sonra bu parayı baş­kasına ödeyerek istediği malı üreticilerden satın alma imkâ­nına sahiptir.

Eşyaların değerleri arasında uyum ve denge sağlama güç­lüğü de ortadan kalkmıştır artık. Çünkü bir eşyanın değeri parayla ölçülmekte, para ise (en küçük parçasına kadar) bölünebilmektedir.

Eşyaların değerini takdir etmekte kolay bir çözüm gel­miştir. Çünkü bütün eşyalar, bir tek şeye göre değerlendiril­mektedir. Ki bu şey de değerin genel bir ölçüsü olması niteli­ğiyle paradır.

Bütün bu kolaylıklar, mübadelede paranın eşya yerine geçmesinin sonucu olarak doğmuştur.

Mübadelede paranın eşya yerine geçmesinin sakıncalı ta­rafını ise şöylece açıklayabiliriz: Para sosyal bir görev olan eşyanın yerine geçme görevini nasıl yerine getirecektir? Ni­tekim para, bilindiği gibi, mübadeleyi kolaylaştırmak için icat edilmiştir. Ama zamanla görev sınırını aşmıştır. Ekonomik hayat alanında tehlikeli roller oynamaya başlamıştır.

Öyleki bu sebeple birinci mübadele türünün doğurduğun­dan daha az olmayan zorluklar ve problemler doğmuştur. Yal­nız şunu söylemek gerekir ki bu problemler, tabiî problemler­dir. Ama mübadelede paranın eşya yerine geçmesi sebebiyle doğan yem problemler, insanı ilgilendiren problemler olup çe­şitli zulüm ve sömürülerin bîr ifadesidirler. Bütün bunlara yol açan sebep, paranın eşya yerine geçmesi olmuştur.

Bunu anlayabilmek için, karşılıklı değiştirme yerine de­ğiştirmede paranın eşya yerine geçmesi ve mübadele şeklinin değişmesi sebebiyle mübadele işlemlerinde meydana gelen ev­rimleşme üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.

Karşılıklı değiştirme esasına dayalı mübadelede satıcıyla müşteri arasında kesin ayırım yapan bir çizgi yoktur. Müba­dele işlemini yapan her iki kişi de aynı anda hem satıcı hem de müşteri durumundadırlar. Çünkü mübadeleci karşısındaki mübadeleciye bir mal veriyor, karşılığında ise bir başka mal alıyor. Bu sebeple karşılıklı değiştirme esasına dayalı müba­dele, direkt olarak her iki mübadelecinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır.

Mübadelecilerin her ikisi de üretimi veya tüketi­mine ihtiyaç duyduğu (Meselâ kara saban ve buğday) eşya­yı teslim alarak mübadele işlemini bitirmiş olmaktadırlar. Bu anlatılanların ışığında anlamış oluyoruz ki; karşılıklı değiş­tirme esasına dayalı mübadele döneminde kişi, aynı anda müşteri olmaksızın sadece satıcı durumunda bulunma imkânına ihtiyaç duyduğu (Meselâ kara saban ve buğday) eşya müşteriye eşya teslim ederken satıcıdır; diğer eliyle de karşı­sındaki mübadeleciden eşyayı teslim alırken müşteridir. Böy­lece hem satış, hem de satın alma aynı işlemde birleşebilmek­tedir.

Para yoluyla mübadelelerde ise durum bambaşka bir hal almaktadır. Çünkü para satıcı ile müşteri arasını ayıran ke­sin bir çizgi ortaya koymaktadır. Satıcı, eşyanın sahibidir. Müşteri ise bu eşya karşılığında para ödeyen kişidir. Birinci mübadele esasına dayalı olarak, pamuk elde etmek cin buğ­day satan satıcı; Bir tek mübadele ile buğday vererek karşı­lığında pamuk alabiliyor ve pamuğa olan ihtiyacını giderebiliyor. Aynı kişi ikinci mübadele sistemine göre, pamuğa olan ihtiyacını giderebilmek için iki mübadele işlemi yapmak zo­runluluğunda kalmaktadır.

Şöyle ki: Birinci mübadelede sa­tıcı durumunda olup belirli bir para karşılığında buğdayını birisine satar, ikinci mübadele işleminde ise müşteri duru­munda olup bu parayı başka birisine ödeyerek pamuk satın alır. İşte satıcı ile müşteri arasındaki kesin ayırma çizgisi bu­dur. Oysaki birinci tür mübadelede satıcı ile müşteriyi ayırt etmek mümkün değildir.

Para esasına dayalı mübadelede satışın satın almadan ayrı oluşu, satın almanın satıştan sonraya kalmasına yol aç­maktadır. Bu durumda satıcı, başkasının üretmiş olduğu pa­muğu satın alabilmek için, pamuk karşılığında buğday ver­mek zorunluluğunda değildir. Tersine, buğdayı belli bir para karşılığında satmak, elde etmiş olduğu aynı parayı muhafa­za etmek ve pamuğu satın almayı da başka bir zamana erte­lemek imkânına sahiptir.

Satıcıların kendi hizmetleri karşılığında elde etmiş ol­dukları bu yeni fırsat, satın almanın satıştan sonraya erte­lenmesi fırsatı- satım ve mübadelelerin genel karakterlerini değiştirmiştir. Karşılıklı değiştirme yoluyla yapılan mübade­leler zamanında amaç, satıcının ihtiyaç duyduğu eşyaları el­de etmesi idi.

Ama paranın bulunuşundan sonra bu amacın yerini yepyeni bir amaç aldı. Bu durumda satıcı, malını baş­kasına verirken karşılığında başka bir mal elde etmeyi amaç edinmiyor. Tersine amaç edindiği tek şey; bütün eşyaların yerine geçerli olması niteliğiyle bol miktarda para elde etmek­tir. Parayı elde edince de dilediği zamanda dilediği eşyayı sa­tın alma imkânına sahip olmaktadır.

Görüldüğü gibi böylece karşılıklı değiştirme esası, para ile değiştirme esasına dönüş­müş olmakta ve malın, parada speküle edilip dondurulması gerçeği ortaya çıkmış olmaktadır. Çünkü para paradan özel­likle madeni ve kağıt paralan kast ediyoruz diğer eşyalara oranla daha fazla temayüz etmiş durumdadır.

Çünkü eşyala­rın birçoğu, zaman asimi sebebiyle değerlerini yitirebilirler veya değerleri azalabilir. Dolayısıyla speküle edilmeleri doğru ol­maz. Değerlerinin korunabilmesi için çeşitli harcama yerle­rine sarf edilmesi gerekmektedir. Diğer taraftan bu stok edil­miş eşyaların sahipleri, ihtiyaç duydukları anda bu eşyaları vererek başka eşyaları elde edemezler.

Şu halde mal sahibinin, eşyalarını stok etmesi, ihtiyaç duyduğu eşyaları dilediği anda elde edebilmesini garanti etmez.

Bütün bunların tersine para sürekli olarak bekletilme ve speküle edilme imkânlarına sahiptir. Para, tüm eşyaların yerine geçerli olması niteliğiyle stokçuya; dilediği anda dile­diği eşyayı satın alma gücünü kazandırır.

İşte böylece para esasına özellikle altın ve gümüş para esasına dayalı mübadele işlemlerine girişine toplumlar bir çok spekülasyon imkânlarına sahip olmuşlardır.

Bundan da şöyle bir sonuç ortaya çıkmış olmaktadır: Üretimle tüketim arasında bir ara unsuru olan mübadele, eko­nomik yaşantıdaki yarayışlı görevini yapmaz olmuş ve üre­tim ile spekülasyon arasında bir ara unsun haline gelmiştir.

Satıcı, önce üretim yapıyor… Elde ettiği ürünü para ile satıyor. Bu satıştan elde ettiği parayı speküle ederek yığılmış servetine ekliyor. Müşteri de, satmakta olduğu eşyayı elde etmek için satıcıya para takdim ediyor. Sonra da tabiî olarak tümünü satma imkânını elde edemiyor. Çünkü satıcı, parayı stok etmiş ve tedavülden çekmiştir.

Bu sebeple de sürüm ve talep oranlan arasındaki denge­de büyük bir karmaşıklık meydana gelmiştir. Şundan ki Kar­şılıklı değiştirme yoluyla mübadeleler devrinde sürüm ve ta­lep, her zaman birbirlerine eşit olma eğilimi içindeydiler. Çünkü üretici, kendi ihtiyaçlarını doyurmak ve arta kalan ürününü de hayatında ihtiyaç duyduğu başka türden eşyalar­la değiştirmek için üretim yapar. Ürün, her zaman üreticinin ihtiyaçlarına eşit olur.

Yani sürüm, kendine eşit orandaki ta­lebi her zaman bulabilirdi. Böylece borsalardaki paralar kendi tabiî derecelerine yönelirler ki bu da eşyanın gerçek değerinin ve tüketicilerin hayatındaki reel öneminin bir ifadesi olmaktadır.

Para devrinin başlaması, paranın ticarî işlemlere egemen olması, üretim ve satıştan yepyeni bir yöne koyulması, bu se­beple de üretim ve satışın ihtiyaçları doyurmak için değil de serveti bollaştırmak ve parayı speküle etmek amacına yönel­mesi; tabiî olarak sürüm ile talep arasındaki dengeyi sarsmış, spekülasyon sebepleri de sürüm ile talep arasındaki bu çeliş­kiyi daha da derinleştirmek için Önemli roller oynamışlardır,

öyleki spekülasyoncular bazen aslı olmayan bir talep meyda­na getirmişler, bireylerden ihtiyaç duydukları için değil, fiyatları yükseltmek veya eşyaları asıl fiyatlarından çok daha yük­sek bir fiyatla piyasaya sürmek için eşyaları satın almışlardır. Yegâne amaçlan ise üreticileri ve kendileri dışındaki satıcı­ları rekabet meydanından çekilmeye ve iflâs ettiklerini ilân etmeye zorlamaktır. Bu sebeple de fiyatlar anormal bir hal alacak, borsalar spekülasyoncuların tuzaklarına düşmüş ola­caklardır.

Peki bundan sona ne olacak? Bundan sonra ekonomik alanda sadece güçlülerin paranın kendilerine vermiş oldukla­rı fırsatlardan yararlanmakta olduklarını; bütün güçleriyle spekülasyona yani, spekülasyon için satışa yöneldiklerini gör­müş olacağız. Başka hiç bir şey olmayacaktır. Bu güçlerin, toplum içinde tedavülde bulunan parayı kendi stoklarına ek­lemek için üretim ve satış işlemlerine girişirler. Parayı peyderpey emerler...

Üretimle tüketim arasında bir ara unsuru olan mübadelenin görevini dumura uğratırlar. Toplumun ezici ço­ğunluğunu yoksulluk ve perişanlık çukuruna iterler. Toplu­mun ekonomik formasyonunun düşmesi ve tüketicilerin sa­tım gücünden yoksun olmakları sebebiyle tüketim de durur.

Buna ek olarak üretim hareketi de duraklar. Çünkü müşterilerin alım gücünden yoksun oluşları veya onlardaki bu gücün azalması, üretimi kazançtan eder, ekonomik haya­tın tüm alanlarında zararın görülmesine yol açar.

***

Para meselesi bu noktada da durmamaktadır. Hatta para, size anlatmış olduğumuz bu problemlerden daha da teh­likeli bir mesele ortaya çıkarmaktadır. Para bir spekülasyon unsuru olmakla kalmamakta; borçlu sahiplerinin borçluların­dan faiz alarak veya sermayeyi bankalarına yatıran mudilerin bankadan faiz alarak servetlerini bollaştırmaları için bir un­sur haline gelmektedir. Böylece kapitalist çevrelerde üretim değil de spekülasyon, servetin arttırılması için bir unsur ha­line gelmektedir.


Bu sebeple büyük bir sermaye kesimi, üre­tim alanından çekilerek bankalardaki spekülasyon kasalarına yerleşmiş olmaktadır. Tüccarlar da üretim ve ticaret alanları­na yatırım yapmamaktadırlar. Ancak bir ticaret ve üretim projesi kendilerine, bankadan veya kendileriyle faizcilik yap­tıkları yoksul kimselerden daha fazla kazanç sağlayacak ve buna da gönül rahatlığıyla inanacak olurlarsa o zaman bu gi­bi projelere yatırım yaparlar.

Kapitalist çağın başlangıcından beri paralar, faizcilik iş­lemleri dolayısıyla bankalara akın eder olmuştur. Bankalar da, bireyler yanında birikmiş olan büyük miktarda stok edil­miş paraları kendi kasalarına doldurmuşlar. Para sahipleri­ne, tevdiatları karşılığında bankacılar yıllık faiz vererek bir nevi aldatmışlardır.

Bu külliyetli miktardaki paralar, üretim alanlarında işletilecekleri yerde banka veznelerinde yığılır bale gelmişlerdir. Bu yığılma sebebiyle, ülke servetleri üze­rinde söz sahibi olan büyük bankalar ve mâli müesseseler ku­rulmuştur. Ki bu müesseseler, ekonomik hayattaki dengeyi alt üst etmişlerdir.

***

Bu anlattıklarımız, tedavül ve mübadele meselelerine iliş­kin seri bir sunudur. Bu anlattıklarımız açıkça ifade edi­yor ki problemlerin tümü paradan ve paranın tedavülde kö­tüye kullanılmasından doğmaktadırlar. Çünkü para, servetin spekülasyon yoluyla arttırılması için bir unsur olarak kulla­nılmıştır.

Bu anlattıklarımız, şu aşağıdaki hadis-i şerifin manası­nın anlaşılması için bize ışık tutmaktadır. Şöyle ki: Resulullah (s.a.a) Efendimiz buyurdular ki: «Sarı dinarlar (altınlar) ve beyaz dirhemler (gümüşler), sizden öncekileri helak ettikleri gibi sizleri de helak edeceklerdir.»

Her ne halde ne olursa olsun İslâmiyet, paradan doğan bü­tün bu problemleri çözümleyebilmiş, tedavüle; normal kondüsyonunu ve üretim ile tüketim arasındaki aracılık görevini getirmiştir.

Tedavül problemi karşısında islâmın takındığı tavrı şu noktalarla özetleyebiliriz.

l — İslâmiyet, paranın stok edilmesini yasaklamıştır. Şöyle ki: Durgun paraya her yılın bitiminde yeniden tekrar­lanan, bir zekât vergisini yüklemiştir. Para, çalıştırılmadığı takdirde, bu her yıl tekrarlanan zekât sebebiyle bitip tükene­cek duruma gelir. Tabii eğer para, uzun yıllar çalıştırılmazsa…

Bu sebeple Kur'an-ı Kerim altın ve gümüş stokçuluğunun, ateşle cezalandırılması gereken bir suç olarak kabul etmekte­dir. Çünkü paranın stok edilmesi, durum gereği şeriatın zo­runlu kıldığı vergiyi ödemekten kaçmak anlamına gelmekte­dir. Şu halde Kur'an-ı Kerimin, altın ve gümüşü biriktirip stok etmesi ve Cehennemle korkutmasında şaşılacak bir taraf ol­mamalıdır.

Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yo­lunda harcamayanlar (yok mu?) işte bunlara pek acıklı bir azabı müjdele… O gün ki bunlar, üzerlerinde (yakılacak) Cehennem ate­şinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak. «İşte bu (denilecek) nefislerini­zin için toplayıp sakladıklarınız. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!"» et-tevbe. 34 -35.

İslâmiyet işte bu yolla malların sürekli varlıklarını; üre­tim mübadele ve tüketim alanlarında kalmasını garantilemiş; paranın kasalara akın etmesini engellemiştir.

2—İslamiyet, faizi kesinlikle yasaklamıştır. Geçici de olsa bu yasağın kaldırılmasına ve yumuşatılmasına imkân yoktur. Bu suretle faizi; dağıtım alanındaki tehlikeli sonuç­larını ve faizin genel ekonomik dengeyi sarsacak olaylara yol açmasını önlemiştir.

Parayı, bizzat kendi başına bağımsız olarak serveti arttıran bir unsur olma niteliğinden uzaklaştırmış. Paraya; tüm eşyaların yerine geçen, eşyaların ölçümü ve tedavülünün kolaylaştırmasında kullanılan bir unsur olma niteliğini kazandırmıştır.

Kapitalist denemeyi yaşayan, kapitalizmin şekil ve türle­rine alışan kimselerin çoğu zannetmektedir ki; faizi yok et­mek demek, bankaları yok etmek, ekonomik hayatın tüm or­ganlarını dumura uğratmak ve bu hayatın bankaları gelişti­ren tüm damarlarım işlemezimle getirmek demektir.

Ama bu kimselerin zannı bankaların ekonomik hayatta oynadık­ları rolün realitesi, faizi yok etmekten doğan diğer problemle­ri çözümlemeyi garanti eden İslâmın ekonomik örgütlemesi­nin realitesi hakkında bilgi sahibi olmamalarından ileri gel­mektedir. Ki ileriki bölümlerde bunu etraflı bir şekilde inceleyeceğiz.

3 — Devlet Başkanına bazı yetkiler verilmiştir. Ki bu yetkileri sayesinde devlet başkanı, tedavülün akışını tam bir şekilde kontrol edebilmekte ve borsaları tan* bir denetim al­tonda bulundurabilmektedir.

Bununla da zararla sonuçlanan tasarruflar, ekonomik hayatı sarsan olaylar, bireyin illegal bir şekilde borsalara ve tedavül alanlarına egemen olmasına en­gel olabilmektedir

Kitabın ileriki bölümlerinde bu noktaları açıklayacak ve geniş bir şekilde inceleyeceğiz. Gelecek bölümlerde İslâm eko­nomisinin tafsilatlarını ele alacağız...

[1]Bu ifade islâm Ekonomisinin ilmi yanının bulunmadığım "kasdetmez, Kasdedilen, bu kitapta araştırmanın, islâm ekonomisinin ilmî yanı değil de doktrin yanının olduğudur. Yazar islâm ekonomi­sinin ilmi yanının kâmil manada bir uygulanma olmaksızın mümkün olmayacağı kanaatindedir. Çünkü ilim, ancak realitenin yorumlan­masından doğar. Hicret Yayınları

[2] El-Vesâil. C.3 îhyâû'l - Mevât bölümü.
[3] Doktrinler arasında bu yöndeki ayrılık için, Felsefetûna ad­lı kitabımızın giriş kısmında geniş bilgiler verilmiştir. .


[4] Hazreti Ali'nin (R.A) bu sözü zamanımızın büyük islâm alimi Saddreddin Yüksel Hoca'ya arz olunmuş: ve Muhterem Hoca­mız bu sözün sıhhatini tasdik ettikten sonra tamamını da ifade bu­yurmuşlardır:Cenab-ı Hak zenginlerin servetinde fakirlerin yiyeceklerini farz kılmıştır. Fakir ancak zenginin israfı nisbetinde aç kalır.»


Hicret Yayınları

[5] Hz. Ömer (r.a.) ve Osmanlı devrinde bu tarz bir uygulama mevcuttu. Ayrıca Ömer N. Bilmen'in H. Islâmiye Kamusu 4. cilt 85. sahife pr : 84 de «Araz-i emiriyye uhdelerine tevdi edilen kimseler bu arazinin sahibi değil müsteciridirler diyerek bu arazilerin özel mül­kiyet konusu olamayacaklarını ifade etmektedir. Bkz: H. Islâmiye kamusu 4. cilt 9. kitapta araziler hakkında geniş bilgi mevcuttur. Hicret Yayınlan
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1



İSLÂMİYET VE KAPİTALİZM AÇISINDAN İHTİYAÇ

Açık şekliyle kapitalist ekonomi, ihtiyaç karşısındaki tu­tumu dolayısıyla islâmiyetle tamamen çatışmaktadır. Çünkü kapitalist toplumda ihtiyaç dağıtımın olumlu unsurlarından biri değildir, İslâm toplumundaki rolünün tam tersi bir role ve çelişik bir niteliğe sahip b|r unsurdur. Bireylerin ihtiyacı şiddetlendikçe dağıtımdaki paylan azalır, öyleki bu durum eninde sonunda çok sayıda bireyin çalışma ve dağıtım alanın­dan çekilmesine yol açacaktır.

Bunun nedenini şöylece açık­layabiliriz: İhtiyacın şiddetlenerek yaygın hale gelmesi; kapitalist pazarlarına sürülen (arzedilen) iş gücünün, işverenlerin istediği miktardan çok daha fazla olduğunu ifade eder. Şu hususu da göz önünde bulundurmak gerekir: İnsanın işçi gü­cü, sermayesel bir eşya gibidir.

Bu eşya da diğer eşyalar gibi sürüm ve aranım kanunun etkisi altındadır. İşgücü sürümü­nün, aranım miktarından fazla olması durumunda işçi ücret­leri tabiî olarak alt düzeylere iner. Sürüm miktarı fazlalaştığı sürece ücretlerin düşmesi de devam eder.

Kapitalist pazarlar, pazarlara sürülen bu iş güçlerinin tümünü sindiremediği takdirde ihtiyaç sahiplerinden bir çoğu, işsizlik yüzünden ölüme mahkum olurlar. Dolayısıyla da çok sayıda işçi: hayatla­
rını sürdürebilmek yoksunluk üzüntülerini ve açlıktan ölüm korkularına dayanabilmek için imkansız olan işleri yapmaya yeltenirler.

Görüldüğü gibi ihtiyaç, kapitalist dağıtan sisteminde hiçbir şey ifade etmemektedir. Sadece işgücünün fazla miktarda sürümünü ifade eder. Hiç bir şeyin fazla miktarda sürümü, talebini artırmaz. Sadece fiyatını düşürür. Ve tükeninceye kadar üretimi durdurur. Ta ki arz ve talep arasındaki nisbet dengelensin.

Kapitalist toplumda ihtiyacın asıl ifadesi; bireylerin da­ğıtım alanından çekilmesidir. Yoksa İhtiyaç dağıtım unsuru değildir.



ÖZEL MÜLKİYET

İslâmiyet, emeğin, insanın kendi emeğinin ürününe sa­hip olması hususundaki doğal eğilimi uyarınca mülkiyetin esası olduğunu, dolayısıyla da emeğin dağıtımda bir unsur olduğunu ortaya koyarken şu iki prensibe sonuç olarak var­mıştır:

l — Ekonomi alanında özel mülkiyetin ortaya çıkmasına müsaade etmek. Mülkiyetin esası emek olduğuna göre tabii olarak işçinin de; ekin, dokuma ve benzeri, meydana gelme­sine katkıda bulunduğu eşyalar üzerinde bir özel mülkiyeti­nin bulunması gerekmektedir.

Emekçinin üretmiş olduğu eşyaya sahip olması; insanın mülk edinmeye olan tabiî eğiliminin bir ifadesidir, demekle biz şunu kastediyoruz: İnsan kendi emeğinin ürününe baş­kalarının değil de kendisinin sahip olmasını ister.

Bu onun tabiî bir eğilimidir. Sosyal literatürde, bu eğilimi mülkiyet ke­limesi karşılamaktadır. Ama bu mülkiyetle ilgili hukukun türü, sözkonusu tabiî eğilim tarafından belirlenmemektedir. Hukukun türünü dayanmakta olduğu düşünce ve çıkarlara uy­gun olarak sosyal düzen belirler.

Meselâ bir işçi; emeğiyle el­de etmiş olduğu ürünü, kendisinin özel mülküdür diye diledi­ği gibi har vurup harman savurabilir mi ? Veya bu ürünü baş­ka bir ürünle değiştirebilir mi ? Veyahutta bu ürünle ticaret yaparak bu ürünü ticarî veya faizsel sermaye yerine koyarak servetini arttırabilir mi ? Bu ve buna benzer sorunların ceva­bını özel mülkiyet hukukunu belirleyen sosyal düzen vermek­tedir. Bu soruların cevabı yaratılış ve karakter ile ilgili değil­dir.

Bu sebeple İslâmiyet bu mülkiyet hukukunu belirleme işine müdahalede bulunmaktadır. Temel olarak dayanmakta olduğu değer ve ideallere uygun olarak bu hakların bir kısmını reddetmekte, diğer bir kısmım da kabullenmektedir.

Me­selâ işçiye harcama hususunda malını israf ederek dağıtma hakkını vermemektedir. Ama israf etmeksizin malını harcama hakkını tanımaktadır. İşçinin elinde bulunan mülkünü faiz yoluyla fazlalaştırmasını kabul etmemektedir. Ama bazı özel şart ve sınırlar çerçevesinde ve dağıtım konusundaki genel teorilerine uygun olarak ticaret yoluyla servetini fazlalaştırmasına müsaade etmektedir.

***

2 — «Emek, mülkiyetin sebebidir.» kuralından doğan ikinci prensip ise şudur: Bu kural uyarınca özel mülkiyet alanında bir sınırlama yapılmalıdır.

Emek, özel mülkiyetin esası olunca bu durumda özel mül­kiyete bazı sınırlar getirmek gerekmektedir. Buna göre mey­dana gelmesi veya monte edilmesinde emeğin katkısı olma­yan mallar, özel mülkiyetin kapsamına giremeyecektir. Fakat meydana gelişi veya monte edilmesinde emeğin katkısı olan mallar özel mülkiyetin kapsamına girecektir.

Bu esasa göre, oluşumu ve hazırlanması bakımından mal­lar, genel ve özel servetler olmak üzere iki kısma ayrılmakta­dırlar.

ÖZEL SERVETLER:

meydana gelmesi için harcanan in san emeğine göre oluşup şekil alan Meselâ ekinler ve dokuma­lar mallar; yeraltından, deniz dibinden, çıkarılması, havadan elde edilmesi için emek harcanan servetler bu kısma girmek­tedir.

Bu servetlere harcanan insan emeği; ya malın bizzat oluşturulmasına katkıda bulunur (Ziraî ürün fide etmek için tarım işçisinin emek sarf etmesi gibi) ya da eşyanın maddesini şekillendirme, onu yarayışlı hale getirmeye katkıda bulu­nur. (Tabiatta yaygın güçlerden elektrik elde etmek için, ye­rin dibinden şu veya bu petrolün çıkarılması için emek sarf etmek gibi...)

Elektrik enerjisi, yerden çıkarılan su veya pet­rol miktarları, insanın emeği tarafından ortaya konulmuş değillerdir. Sadece emek, bunları şekillendirmiş ve yararlan­maya elverişli hale getirmiştir.

Elde edilmelerine insan emeğinin katkıda bulunduğu bu servetler, özel mülkiyet için belirlenmiş olan sınırın içine gir­mektedirler. Yani islâmın, özel mülkiyetin meydana gelmesi­ne müsaade etmiş olduğu çerçevenin içine girmektedirler.

Çünkü mülkiyetin esası, emektir. Bu mülkler de insan eme­ğiyle birleşmiş olduklarına göre işçiler bu mülklere sahip ola­bilir, yararlanma ve ticaret yapma gibi haklarını kullanabi­lir.


GENEL SERVETLER:

Meydana gelişinde insan emeği­nin eseri olmayan servetler, genel servetler kısmına girerler. Meselâ arazi... Bu servetin meydana gelişine insan emeğinin katkısı olmamıştır. Her ne kadar insan, bazen araziyi şekil­lendirerek işletim ve tarıma elverişli hale getiriyorsa da onun bu şekillendirmesi kendi yaşamının gerektirdiği oranla sınır­lıdır.

Fakat arazinin ömrü, insanın ömründen çok daha uzun­dur, insanın şekillendirişi, arifinin çok uzun olan ömrünün sadece belirli bir dönemi ile sınırlıdır. Bu bakımdan arazi, yer­altından çıkarılan madenlere ve diğer tabiî servetlere benze­mektedir.

Çünkü bu madenlerin maddesi yeraltında gizlidir. Dola-yasıyla da oluşum ve şekillenmesi hususunda insan emeğine muhtaç değildir. Emeğin katkısı, sadece bu madenlerin yer­altından çıkarılmasında görülmektedir. Bu madenlerin yer­altından çıkarılması ve yeraltındaki diğer madenlerden ayrış­tırılması için emek harcanmaktadır.

Bu genel servetler, karakterleri veya birinci nitelikleri dolayısıyla fıkıhçıların da dediği gibi bireylerin Özel mülk­leri olamazlar. Çünkü mülkiyetin esası emektir. Emek ile birleşmeyen malların, özel mülkiyet için belirlenmiş olan çerçe­venin içine girmeleri imkânsızdır. Bu mallar, herkesin yarar­lanabileceği toplumsal mülkiyet çerçevesine girerler.

Meselâ arazi... Meydana gelmesi için insan emeğinin kat­kısı olmayan bir mal olması niteliğiyle özel mülkiyet altına alınmaz. Arazinin ihya edilip tarıma elverişli hale getirilmesi için harcanan emek, geçici ve sınırlı bir zaman için araziyi şekillendirmekten başka bir şey için değildir.

Bu uğraş süresi ise arazinin ömrüne nispetle çok daha kısadır. Dolayısıyla bu emek, araziyi özel mülkiyet çerçevesine sokmamaktadır. Bu emek işçiye, araziden yararlanma ve başkalarının araziye mü­dahale etmesini engelleme hakkım vermektedir sadece; Çün­kü bu işçi emek harcamış olduğu için, bu araziden yararlan­ma hakkı konusunda başkalarından önde gelmektedir. Bu sebeple arazi 'için emek harcamış olan kimseyle, hiç emek har­camamış ve bu uğurda yorulup alın teri dökmemiş kimseler a, ısında bir farklılığın bulunmaması, doğrusu zülümkârlık olur.

İşte bu sebepten emek harcamış olan işçi arazinin ihya edilmesi için emek harcamamış olan kimselere oranla, arazi­den yararlanma hakkı hususunda daha önde gelmekte ve ön­celik hakkına sahip olmaktadır. Ancak araziyi kendi özel mül­kiyetine geçirme hakkına sahip olamamaktadır. Araziden ya­rarlanma hakkı, arazinin ihya edilip şekillendirilmesi için emek harcadığı sürece geçerlidir. Ama araziyi ihmal eder ve bakımsız bırakacak olursa o zaman bu hakkı da düşer.[5]

Böylece islâmın bu alandaki genel kuralı açığa çıkmış ol­maktadır. Şöyle ki: oluşturulması ve şekillendirilmesine insan emeğinin katkıda bulunmadığı mallar, özel mülkiyetin kap­samına alınmaz. Meydana gelmesine insan emeğinin katkıda bulunmadığı tabiî mallar ve servetler ise, hiç mi hiç özel mülkiyetin çerçevesine sokulamazlar. Şu halde diyebiliriz ki; in­san emeğinin sınırları çerçevesine girmeyen mallar, kesinlikle özel mülkiyetin kapsamına girmezler.

Bütün bunlara rağmen, İslâm devletinin yararlarıyla il­gili bazı durumlarda bu genel kuralın bazı istisnaları olmaktadır ki ileride buna değineceğiz.

MÜLKİYET DAĞITIMIN İKİNCİL UNSURUDUR

Emek ve ihtiyaçtan sonra dağıtımın ikincil unsuru olarak mülkiyet gelmektedir. Şundan ki; İslâmiyet, emek esasına dayalı bir özel mülkiyetin ortaya çıkmasına müsaade ettiğin­de mal sahibine vermiş olduğu haklar bakımından hem kapi­talizme hem de marksizme muhalefet etmektedir Mal sahibi­nin, bu hakları kullanabileceği alanlar da islâmiyette ayrı, ka­pitalizm ve marksizmde ise apayrıdır.

Kapitalizmin yaptığı gibi, mülk sahibinin, kendi servetini çoğaltmak için mutlak ve sınırsız bir şekilde mülkünü kullanmasına müsaade etme­miştir İslâmiyet. Çünkü kapitalizm, mülk sahibine kazancın bütün türlerini helâl kılmıştır. İslâmiyet bu alanda marksizmin takındığı tavırdan da ayrı tavır takınmaktadır. Çünkü marksizm, çeşitli şekilleriyle bireysel mülkün işletilmesini ve bu yollarla kazanç sağlandırılmasını yasaklamıştır.

İslâmiyet, bu her ikisi arasında adaletli bir yolu izlemiştir: Faizsel ka­zanç gibi kazancın bazısını yasaklamış, ticari kazanç gibi ka­zancın diğer kısmını ise helâl kılmıştır.

Islâmiyetin, kazancın bir kısmını yasaklaması; ekonomik özgürlük konusunda onun kapitalizmle olan ayrıklığını ifade etmektedir. Ki bunu kapitalist doktrinin fikrî temeli olması niteliğiyle «Kapitalizmle birlikte» bölümünde ele almıştık.

İleriki bölümlerde, islâmca yasaklanmış olan bazı kazanç türlerini (Meselâ faizsel kazanç) ele alacak ve bu kazanç tü­rünün yasaklanışı hususunda islâmın görüşünü sizlere yan­sıtacağız.

Islâmiyetin ticari kazanca müsaade etmesi; Onun değer ve artık değer anlayışı, sermayesel kazancı yorumlamada uy­guladığı özel yöntem bakımından marksizmle olan temel ayrık­lığını ifade etmektedir. Nitekim bu konuyu tarihî maddecili­ği incelerken ele almıştık.

Islâmiyetin ticarî kazanca müsaade etmesi dolaysıyla özel mülkiyet, yasal sınırlara ve şartlara uygun bir ticaret yoluyla servetin arttırılması ve dağıtımın hakça yapılması için bir unsur haline gelmektedir. Tabii ki bütün bunlar, islâmiyetin kendine temel edinmiş olduğu manevî değerler ve sosyal çıkarlarla sınırlandırılmıştır.

***

İşte size, dağıtıma ilişkin isiâmi görüşler. Bütün bu an­latılanlardan Özet şu olacaktır:

Emek mülkiyetin esası olması niteliğiyle dağıtımın temel bir unsurudur. Tabiat alanında çalışıp emek sarf eden kişi, kendi emeğinin ürününü elde eder ve bu ürüne sahip olur.

İhtiyaç, insanın insanca yaşamasında sabit bir hakkını ifade etmesi niteliğiyle dağıtımın temel bir unsurudur. İşte bu suretle İslâm toplumunda ihtiyaçlar tekeffül edilmekte ve doyurumları garanti edilmektedir.

Mülkiyet, islâmın müsaade ettiği özel şartlar çerçevesin­deki ticarî faaliyetler yoluyla dağıtımın ikincil bir unsurudur. Mülkiyet, islâmın gerçekleştirmeyi garanti ettiği sosyal ada­let prensipleriyle çelişmemelidir. Nitekim ileride bunu detay­larıyla ele alacağız.



TEDAVÜL

Tedavül (Değiştirim), ekonomik hayatın temel unsurla­rından biridir. Bu unsur, zaman bakımından her ne kadar üretim ve dağıtımdan sonra ise de önem bakımından sonra gelmemektedir.

Üretim ve dağıtımın tarihî varlıkları her zaman insanın sosyal varlığına bitişik olmuştur. Ne zaman ve nerede bir insan topluluğu bulunursa bulunsun, bu toplum -hayat ve geçimini sürdürebilmek için- üretim çeşitlerinden biriyle uğraşmak ve kendi yapısına uygun gelen dağıtım şe­killerinden biri ile serveti, toplum bireylerine dağıtmak zo­runluluğundadır.

Üretim ve dağıtım olmayınca insanın sosyal hayatı da olamaz. Çünkü oluşumlarının başlangıç döneminde toplumlar, çoğunlukla ilkel ve kapalı bir ekonomik hayat şek­lini yaşarlar Şöyle ki; toplumun her ailesi başkalarının eme­ğinden yararlanmaksızın ihtiyaç duydukları her şeyi bizzat kendileri üretirler. Bu tür bir kapalı ekonomi mübadeleye yer vermez.

Çünkü ailelerin ürettikleri her şey, ailelerin basit ihtiyaçlarını giderir. Böylece de aileler, kendi ürettikleri şey­lerle yetinirler, insan ihtiyacının gelişip çoğalması ve insanın, hayatında ihtiyaç duyduğu eşyaların çeşitlenmesi döneminde mübadele, ekonomik alanda faal rolünü oynamaya başlamış­tır.

İşte sözünü ettiğimiz bu dönemde bireyler, ihtiyaç duyduk­ları çeşitli eşyaları üretmekten aciz kalmışlar; dolayısıyla da toplum, kendi bireyleri arasında bir iş bölümü yapmak zorun­luluğunda kalmıştır.

Her bir üretici veya üreticiler gurubu, üretimi diğer ürün­lerin üretimine nispetle daha hoş karşılanan gelirli ürünleri üretmekte uzmanlaşmışlardır. Bu ürünlerin fazlalığını mü­badeleye koyarak kendi ihtiyaçlarının diğer çeşitlerini de do­yurmuşlardır. Çünkü başkalarımda bu ürünlerin fazlalığına muhtaçtırlar.

Her yöneticinin, kendi ihtiyaçlarını bizzat ken­di üretimleriyle karşılama zorunluluğunda bırakılmalarına karşılık; üreticilerin ihtiyaçlarını doyurma aracı olması nite­liğiyle mübadele, ekonomik hayatta boy göstermeye başlamış­tır.

İşte böylece görüldüğü gibi ekonomik hayatı kolaylaş­tırmak, ihtiyaçların genişlemesi, üretimin evrimleşme ve uz­manlaşmaya olan yönelimine destek olmak amacıyla müba­dele de, ortalarda görünür hale gelmiştir.

Bu esastan hareket ederek anlamış oluyoruz ki, gerçekte mübadele üretimle tüketim arasında veya başka bir deyişle, üreticilerle tüketiciler arasında bir vasıta olması niteliğiyle toplumun ekonomik hayatında faaliyet göstermektedir. Mübadele yoluyla üretici, kendi üretmiş olduğu eşyaya ihtiyaç duyan bir tüketiciyi her zaman bulabilir. Bu tüketici de bir ürün üretmekte ve bu ürünü karşılığında başka bir tüketim eşyasını elde edebilmektedir.

Ama şunu söylemek gerekir ki insan -Kur'an-ı Kerimin de ifade ettiği gibi- zulümkârlık yapmıştır. Diğer insanları, hayatın hayır ve bereketlerinden yoksun bırakmıştır. Dağı­lım alanında, şunun bunun hakkına müdahalelerini mübadele alanına da bulaştırmış, onu değiştirmiş bozmuş sömürü ve karmaşıklık unsuru haline getirmiştir.

Hayatı kolaylaştırma ve ihtiyaçları doyurma unsuru değil... Mübadeleyi, üretimle spekülasyon arasında bir vasıta haline getirmiştir.. Üretimle tüketim arasında bir vasıta olarak değil... Kölelik ve feodali­te toplumlarında veyahutta kapitalist ve komünist toplum­larındaki zulümkâr dağıtım sisteminden doğan yolsuzlukla­ra benzer olarak, zulümkâr mübadele sisteminden bazı zehirli durumlar ve sömürü türleri doğmaktadır.

İslâmın mübadeleye ilişkin görüşlerini öğrenebilmek için her şeyden önce islâmın; mübadeleyi, sömürünün zalim bir unsur haline getiren sebep ve mübadeleden doğan sonuçlar hakkındaki görüşlerini öğrenmeliyiz.

Sonra da islâmın bu meseleye getirmiş olduğu çözüm yolu üzerinde bir inceleme yapmalıyız, İslâmın mübadeleye kazandırmış olduğu genel kapsamın ve mübadelenin hayattaki sağlıklı amaçlarına pa­ralel kanunların özellik ve nitelikleri üzerinde bir inceleme yapmalıyız.

Her şeyden önce mübadelenin iki şekli olduğunu göz önüne getirmeliyiz:


1— Karşılıklı değiştirme yoluyla mübadele.


2— Para ödeyerek mübadele

Karşılıklı değiştirme yoluyla mübadele: Bir şeyi, karşılı­ğında bir başka şey alarak değiştirmek. Bu tür mübadele, za­man bakımından en eski olan bir mübadeledir.

Uzmanlaşma ve iş bölümü esasına dayalı olan toplumlardaki her üretici kendisinin üretmemiş olduğu bir eşyayı, kendi ürünü sayesin­de elde eder. örneğin bu toplumlarda yaşayan bir üretici 100 kilogram buğday üretmiş olsun.. Bu miktarın yansı 50 kilog­ram buğdayı kendi ihtiyaçlarını gidermek için ayırmış olsun..

Geri kalan ikinci yarısı olan 50 kilogram buğdayı, mübadele yoluyla, başkasının üretmiş olduğu pamuğun belirli bir mik­tarı ile değiştirebilir.

Ama bu tür mübadele, ekonomik hayatta mübadeleyi kolaylaştırabilmiş değildir. Tersine zaman boyunca, uzmanlaş­manın ve ihtiyaçların çeşidinin artması oranında bu tür mübadele, işi daha fazla zorlaştırmış ve karmaşık hale getirmiş­tir. Çünkü bu tür mübadele; buğday üreticisi bir kimsenin pamuğa olan ihtiyacını ancak buğdaya ihtiyaç duyan ve fazla pamuğu olan bir kimseden pamuk alarak doyurmak zorunlu­luğunda bırakmıştır.

Ama eğer pamuk sahibi olan kişi, buğda­ya değil de meyveye ihtiyaç duyarsa ve buğday sahibinin ya­nında da meyve bulunmazsa o saman, buğday sahibinin, ken­di pamuk ihtiyacım karşılaması mümkün olmayacaktır. Ve böylece de satıcı ile müşterinin ihtiyaçları arasındaki uyuma az rastlanabildiği için çeşitli zorluklar doğmuştur.

Mübadele edilecek eşyaların değerleri arasında bir eşit­lik olmaması da ayrı bir zorluk.. Sözgelimi bir atı olan kişi, bu at karşılığında tavuk alamaz. Çünkü tavuğun değeri, atın-kinden çok daha azdır. At sahibi tabii olarak atı karşılığında bir tavuğu elde edemeyecektir. Atı, kısımlara ayırarak bir tavuğun değerine eşit bir parçasını ayırmak da mümkün de­ğildir ki bu parça karışlığında bir tavuk elde edebilsin.

Mübadele edilecek malların değerini takdir etme zorlu­ğu da mübadele işleminin karşısına çıkan bir başka problem­dir. Bir şeyin değerini ölçebilmek için diğer eşyalarla karşılaş­tırılması gerekir. Ki bütün o eşyalara göre o eşyanın değeri anlaşılmış olsun.

Sözkonusu mübadele esasına dayalı olan toplumlar, bu sebeplerden ötürü adı geçen mübadeleyi tüm problemleri çö­zümleyecek şekilde değiştirmeyi kafalarına koydular. Bu se­beple de mübadelenin ikinci şekli doğdu. Bir malı alabilmek için müşterinin satıcıya sunması gereken malın yerme para geçmiş oldu.

Önceki sayfada yer vermiş olduğumuz örnekte­ki buğday sahibinin, pamuk alabilmek için satıcıya meyve vermesi zorunluluğu vardı. İşte meyve vermek yerine buğday sahibi buğdayı önce para karşılığında başkasına satar. Sonra da ihtiyaç duyduğu pamuğu alabilmek için pamuk sahibine para öder ve pamuğu satın almış olur. Parayı teslim alan pa­muk sahibi de elde etmiş olduğu parayı meyve sahibine ödeyerek meyveyi satın alır.

***

Tedavülde (Mübadelede) paranın eşya yerine geçmesi, mübadeleden doğan problemlerin çözümünü ve yine müba­deleden dolayı zorlukları yumuşatmayı garanti etmiştir.

Meselâ satıcı ile müşterinin ihtiyaçları arasında uyum sağlama zorluğu ortadan kalkmıştır. Çünkü müşterinin, sa­tıcıya ihtiyaç duyduğu malı sunması zorunlu değildir. Sade­ce parayı ödemesi yeterlidir. Ki satıcı da sonra bu parayı baş­kasına ödeyerek istediği malı üreticilerden satın alma imkâ­nına sahiptir.

Eşyaların değerleri arasında uyum ve denge sağlama güç­lüğü de ortadan kalkmıştır artık. Çünkü bir eşyanın değeri parayla ölçülmekte, para ise (en küçük parçasına kadar) bölünebilmektedir.

Eşyaların değerini takdir etmekte kolay bir çözüm gel­miştir. Çünkü bütün eşyalar, bir tek şeye göre değerlendiril­mektedir. Ki bu şey de değerin genel bir ölçüsü olması niteli­ğiyle paradır.

Bütün bu kolaylıklar, mübadelede paranın eşya yerine geçmesinin sonucu olarak doğmuştur.

Mübadelede paranın eşya yerine geçmesinin sakıncalı ta­rafını ise şöylece açıklayabiliriz: Para sosyal bir görev olan eşyanın yerine geçme görevini nasıl yerine getirecektir? Ni­tekim para, bilindiği gibi, mübadeleyi kolaylaştırmak için icat edilmiştir. Ama zamanla görev sınırını aşmıştır. Ekonomik hayat alanında tehlikeli roller oynamaya başlamıştır.

Öyleki bu sebeple birinci mübadele türünün doğurduğun­dan daha az olmayan zorluklar ve problemler doğmuştur. Yal­nız şunu söylemek gerekir ki bu problemler, tabiî problemler­dir. Ama mübadelede paranın eşya yerine geçmesi sebebiyle doğan yem problemler, insanı ilgilendiren problemler olup çe­şitli zulüm ve sömürülerin bîr ifadesidirler. Bütün bunlara yol açan sebep, paranın eşya yerine geçmesi olmuştur.

Bunu anlayabilmek için, karşılıklı değiştirme yerine de­ğiştirmede paranın eşya yerine geçmesi ve mübadele şeklinin değişmesi sebebiyle mübadele işlemlerinde meydana gelen ev­rimleşme üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.

Karşılıklı değiştirme esasına dayalı mübadelede satıcıyla müşteri arasında kesin ayırım yapan bir çizgi yoktur. Müba­dele işlemini yapan her iki kişi de aynı anda hem satıcı hem de müşteri durumundadırlar. Çünkü mübadeleci karşısındaki mübadeleciye bir mal veriyor, karşılığında ise bir başka mal alıyor. Bu sebeple karşılıklı değiştirme esasına dayalı müba­dele, direkt olarak her iki mübadelecinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır.

Mübadelecilerin her ikisi de üretimi veya tüketi­mine ihtiyaç duyduğu (Meselâ kara saban ve buğday) eşya­yı teslim alarak mübadele işlemini bitirmiş olmaktadırlar. Bu anlatılanların ışığında anlamış oluyoruz ki; karşılıklı değiş­tirme esasına dayalı mübadele döneminde kişi, aynı anda müşteri olmaksızın sadece satıcı durumunda bulunma imkânına ihtiyaç duyduğu (Meselâ kara saban ve buğday) eşya müşteriye eşya teslim ederken satıcıdır; diğer eliyle de karşı­sındaki mübadeleciden eşyayı teslim alırken müşteridir. Böy­lece hem satış, hem de satın alma aynı işlemde birleşebilmek­tedir.

Para yoluyla mübadelelerde ise durum bambaşka bir hal almaktadır. Çünkü para satıcı ile müşteri arasını ayıran ke­sin bir çizgi ortaya koymaktadır. Satıcı, eşyanın sahibidir. Müşteri ise bu eşya karşılığında para ödeyen kişidir. Birinci mübadele esasına dayalı olarak, pamuk elde etmek cin buğ­day satan satıcı; Bir tek mübadele ile buğday vererek karşı­lığında pamuk alabiliyor ve pamuğa olan ihtiyacını giderebiliyor. Aynı kişi ikinci mübadele sistemine göre, pamuğa olan ihtiyacını giderebilmek için iki mübadele işlemi yapmak zo­runluluğunda kalmaktadır.

Şöyle ki: Birinci mübadelede sa­tıcı durumunda olup belirli bir para karşılığında buğdayını birisine satar, ikinci mübadele işleminde ise müşteri duru­munda olup bu parayı başka birisine ödeyerek pamuk satın alır. İşte satıcı ile müşteri arasındaki kesin ayırma çizgisi bu­dur. Oysaki birinci tür mübadelede satıcı ile müşteriyi ayırt etmek mümkün değildir.

Para esasına dayalı mübadelede satışın satın almadan ayrı oluşu, satın almanın satıştan sonraya kalmasına yol aç­maktadır. Bu durumda satıcı, başkasının üretmiş olduğu pa­muğu satın alabilmek için, pamuk karşılığında buğday ver­mek zorunluluğunda değildir. Tersine, buğdayı belli bir para karşılığında satmak, elde etmiş olduğu aynı parayı muhafa­za etmek ve pamuğu satın almayı da başka bir zamana erte­lemek imkânına sahiptir.

Satıcıların kendi hizmetleri karşılığında elde etmiş ol­dukları bu yeni fırsat, satın almanın satıştan sonraya erte­lenmesi fırsatı- satım ve mübadelelerin genel karakterlerini değiştirmiştir. Karşılıklı değiştirme yoluyla yapılan mübade­leler zamanında amaç, satıcının ihtiyaç duyduğu eşyaları el­de etmesi idi.

Ama paranın bulunuşundan sonra bu amacın yerini yepyeni bir amaç aldı. Bu durumda satıcı, malını baş­kasına verirken karşılığında başka bir mal elde etmeyi amaç edinmiyor. Tersine amaç edindiği tek şey; bütün eşyaların yerine geçerli olması niteliğiyle bol miktarda para elde etmek­tir. Parayı elde edince de dilediği zamanda dilediği eşyayı sa­tın alma imkânına sahip olmaktadır.

Görüldüğü gibi böylece karşılıklı değiştirme esası, para ile değiştirme esasına dönüş­müş olmakta ve malın, parada speküle edilip dondurulması gerçeği ortaya çıkmış olmaktadır. Çünkü para paradan özel­likle madeni ve kağıt paralan kast ediyoruz diğer eşyalara oranla daha fazla temayüz etmiş durumdadır.

Çünkü eşyala­rın birçoğu, zaman asimi sebebiyle değerlerini yitirebilirler veya değerleri azalabilir. Dolayısıyla speküle edilmeleri doğru ol­maz. Değerlerinin korunabilmesi için çeşitli harcama yerle­rine sarf edilmesi gerekmektedir. Diğer taraftan bu stok edil­miş eşyaların sahipleri, ihtiyaç duydukları anda bu eşyaları vererek başka eşyaları elde edemezler.

Şu halde mal sahibinin, eşyalarını stok etmesi, ihtiyaç duyduğu eşyaları dilediği anda elde edebilmesini garanti etmez.

Bütün bunların tersine para sürekli olarak bekletilme ve speküle edilme imkânlarına sahiptir. Para, tüm eşyaların yerine geçerli olması niteliğiyle stokçuya; dilediği anda dile­diği eşyayı satın alma gücünü kazandırır.

İşte böylece para esasına özellikle altın ve gümüş para esasına dayalı mübadele işlemlerine girişine toplumlar bir çok spekülasyon imkânlarına sahip olmuşlardır.

Bundan da şöyle bir sonuç ortaya çıkmış olmaktadır: Üretimle tüketim arasında bir ara unsuru olan mübadele, eko­nomik yaşantıdaki yarayışlı görevini yapmaz olmuş ve üre­tim ile spekülasyon arasında bir ara unsun haline gelmiştir.

Satıcı, önce üretim yapıyor… Elde ettiği ürünü para ile satıyor. Bu satıştan elde ettiği parayı speküle ederek yığılmış servetine ekliyor. Müşteri de, satmakta olduğu eşyayı elde etmek için satıcıya para takdim ediyor. Sonra da tabiî olarak tümünü satma imkânını elde edemiyor. Çünkü satıcı, parayı stok etmiş ve tedavülden çekmiştir.

Bu sebeple de sürüm ve talep oranlan arasındaki denge­de büyük bir karmaşıklık meydana gelmiştir. Şundan ki Kar­şılıklı değiştirme yoluyla mübadeleler devrinde sürüm ve ta­lep, her zaman birbirlerine eşit olma eğilimi içindeydiler. Çünkü üretici, kendi ihtiyaçlarını doyurmak ve arta kalan ürününü de hayatında ihtiyaç duyduğu başka türden eşyalar­la değiştirmek için üretim yapar. Ürün, her zaman üreticinin ihtiyaçlarına eşit olur.

Yani sürüm, kendine eşit orandaki ta­lebi her zaman bulabilirdi. Böylece borsalardaki paralar kendi tabiî derecelerine yönelirler ki bu da eşyanın gerçek değerinin ve tüketicilerin hayatındaki reel öneminin bir ifadesi olmaktadır.

Para devrinin başlaması, paranın ticarî işlemlere egemen olması, üretim ve satıştan yepyeni bir yöne koyulması, bu se­beple de üretim ve satışın ihtiyaçları doyurmak için değil de serveti bollaştırmak ve parayı speküle etmek amacına yönel­mesi; tabiî olarak sürüm ile talep arasındaki dengeyi sarsmış, spekülasyon sebepleri de sürüm ile talep arasındaki bu çeliş­kiyi daha da derinleştirmek için Önemli roller oynamışlardır,

öyleki spekülasyoncular bazen aslı olmayan bir talep meyda­na getirmişler, bireylerden ihtiyaç duydukları için değil, fiyatları yükseltmek veya eşyaları asıl fiyatlarından çok daha yük­sek bir fiyatla piyasaya sürmek için eşyaları satın almışlardır. Yegâne amaçlan ise üreticileri ve kendileri dışındaki satıcı­ları rekabet meydanından çekilmeye ve iflâs ettiklerini ilân etmeye zorlamaktır. Bu sebeple de fiyatlar anormal bir hal alacak, borsalar spekülasyoncuların tuzaklarına düşmüş ola­caklardır.

Peki bundan sona ne olacak? Bundan sonra ekonomik alanda sadece güçlülerin paranın kendilerine vermiş oldukla­rı fırsatlardan yararlanmakta olduklarını; bütün güçleriyle spekülasyona yani, spekülasyon için satışa yöneldiklerini gör­müş olacağız. Başka hiç bir şey olmayacaktır. Bu güçlerin, toplum içinde tedavülde bulunan parayı kendi stoklarına ek­lemek için üretim ve satış işlemlerine girişirler. Parayı peyderpey emerler...

Üretimle tüketim arasında bir ara unsuru olan mübadelenin görevini dumura uğratırlar. Toplumun ezici ço­ğunluğunu yoksulluk ve perişanlık çukuruna iterler. Toplu­mun ekonomik formasyonunun düşmesi ve tüketicilerin sa­tım gücünden yoksun olmakları sebebiyle tüketim de durur.

Buna ek olarak üretim hareketi de duraklar. Çünkü müşterilerin alım gücünden yoksun oluşları veya onlardaki bu gücün azalması, üretimi kazançtan eder, ekonomik haya­tın tüm alanlarında zararın görülmesine yol açar.

***

Para meselesi bu noktada da durmamaktadır. Hatta para, size anlatmış olduğumuz bu problemlerden daha da teh­likeli bir mesele ortaya çıkarmaktadır. Para bir spekülasyon unsuru olmakla kalmamakta; borçlu sahiplerinin borçluların­dan faiz alarak veya sermayeyi bankalarına yatıran mudilerin bankadan faiz alarak servetlerini bollaştırmaları için bir un­sur haline gelmektedir. Böylece kapitalist çevrelerde üretim değil de spekülasyon, servetin arttırılması için bir unsur ha­line gelmektedir.


Bu sebeple büyük bir sermaye kesimi, üre­tim alanından çekilerek bankalardaki spekülasyon kasalarına yerleşmiş olmaktadır. Tüccarlar da üretim ve ticaret alanları­na yatırım yapmamaktadırlar. Ancak bir ticaret ve üretim projesi kendilerine, bankadan veya kendileriyle faizcilik yap­tıkları yoksul kimselerden daha fazla kazanç sağlayacak ve buna da gönül rahatlığıyla inanacak olurlarsa o zaman bu gi­bi projelere yatırım yaparlar.

Kapitalist çağın başlangıcından beri paralar, faizcilik iş­lemleri dolayısıyla bankalara akın eder olmuştur. Bankalar da, bireyler yanında birikmiş olan büyük miktarda stok edil­miş paraları kendi kasalarına doldurmuşlar. Para sahipleri­ne, tevdiatları karşılığında bankacılar yıllık faiz vererek bir nevi aldatmışlardır.

Bu külliyetli miktardaki paralar, üretim alanlarında işletilecekleri yerde banka veznelerinde yığılır bale gelmişlerdir. Bu yığılma sebebiyle, ülke servetleri üze­rinde söz sahibi olan büyük bankalar ve mâli müesseseler ku­rulmuştur. Ki bu müesseseler, ekonomik hayattaki dengeyi alt üst etmişlerdir.

***

Bu anlattıklarımız, tedavül ve mübadele meselelerine iliş­kin seri bir sunudur. Bu anlattıklarımız açıkça ifade edi­yor ki problemlerin tümü paradan ve paranın tedavülde kö­tüye kullanılmasından doğmaktadırlar. Çünkü para, servetin spekülasyon yoluyla arttırılması için bir unsur olarak kulla­nılmıştır.

Bu anlattıklarımız, şu aşağıdaki hadis-i şerifin manası­nın anlaşılması için bize ışık tutmaktadır. Şöyle ki: Resulullah (s.a.a) Efendimiz buyurdular ki: «Sarı dinarlar (altınlar) ve beyaz dirhemler (gümüşler), sizden öncekileri helak ettikleri gibi sizleri de helak edeceklerdir.»

Her ne halde ne olursa olsun İslâmiyet, paradan doğan bü­tün bu problemleri çözümleyebilmiş, tedavüle; normal kondüsyonunu ve üretim ile tüketim arasındaki aracılık görevini getirmiştir.

Tedavül problemi karşısında islâmın takındığı tavrı şu noktalarla özetleyebiliriz.

l — İslâmiyet, paranın stok edilmesini yasaklamıştır. Şöyle ki: Durgun paraya her yılın bitiminde yeniden tekrar­lanan, bir zekât vergisini yüklemiştir. Para, çalıştırılmadığı takdirde, bu her yıl tekrarlanan zekât sebebiyle bitip tükene­cek duruma gelir. Tabii eğer para, uzun yıllar çalıştırılmazsa…

Bu sebeple Kur'an-ı Kerim altın ve gümüş stokçuluğunun, ateşle cezalandırılması gereken bir suç olarak kabul etmekte­dir. Çünkü paranın stok edilmesi, durum gereği şeriatın zo­runlu kıldığı vergiyi ödemekten kaçmak anlamına gelmekte­dir. Şu halde Kur'an-ı Kerimin, altın ve gümüşü biriktirip stok etmesi ve Cehennemle korkutmasında şaşılacak bir taraf ol­mamalıdır.

Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yo­lunda harcamayanlar (yok mu?) işte bunlara pek acıklı bir azabı müjdele… O gün ki bunlar, üzerlerinde (yakılacak) Cehennem ate­şinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak. «İşte bu (denilecek) nefislerini­zin için toplayıp sakladıklarınız. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!"» et-tevbe. 34 -35.

İslâmiyet işte bu yolla malların sürekli varlıklarını; üre­tim mübadele ve tüketim alanlarında kalmasını garantilemiş; paranın kasalara akın etmesini engellemiştir.

2—İslamiyet, faizi kesinlikle yasaklamıştır. Geçici de olsa bu yasağın kaldırılmasına ve yumuşatılmasına imkân yoktur. Bu suretle faizi; dağıtım alanındaki tehlikeli sonuç­larını ve faizin genel ekonomik dengeyi sarsacak olaylara yol açmasını önlemiştir.

Parayı, bizzat kendi başına bağımsız olarak serveti arttıran bir unsur olma niteliğinden uzaklaştırmış. Paraya; tüm eşyaların yerine geçen, eşyaların ölçümü ve tedavülünün kolaylaştırmasında kullanılan bir unsur olma niteliğini kazandırmıştır.

Kapitalist denemeyi yaşayan, kapitalizmin şekil ve türle­rine alışan kimselerin çoğu zannetmektedir ki; faizi yok et­mek demek, bankaları yok etmek, ekonomik hayatın tüm or­ganlarını dumura uğratmak ve bu hayatın bankaları gelişti­ren tüm damarlarım işlemezimle getirmek demektir.

Ama bu kimselerin zannı bankaların ekonomik hayatta oynadık­ları rolün realitesi, faizi yok etmekten doğan diğer problemle­ri çözümlemeyi garanti eden İslâmın ekonomik örgütlemesi­nin realitesi hakkında bilgi sahibi olmamalarından ileri gel­mektedir. Ki ileriki bölümlerde bunu etraflı bir şekilde inceleyeceğiz.

3 — Devlet Başkanına bazı yetkiler verilmiştir. Ki bu yetkileri sayesinde devlet başkanı, tedavülün akışını tam bir şekilde kontrol edebilmekte ve borsaları tan* bir denetim al­tonda bulundurabilmektedir.

Bununla da zararla sonuçlanan tasarruflar, ekonomik hayatı sarsan olaylar, bireyin illegal bir şekilde borsalara ve tedavül alanlarına egemen olmasına en­gel olabilmektedir

Kitabın ileriki bölümlerinde bu noktaları açıklayacak ve geniş bir şekilde inceleyeceğiz. Gelecek bölümlerde İslâm eko­nomisinin tafsilatlarını ele alacağız...

[1]Bu ifade islâm Ekonomisinin ilmi yanının bulunmadığım "kasdetmez, Kasdedilen, bu kitapta araştırmanın, islâm ekonomisinin ilmî yanı değil de doktrin yanının olduğudur. Yazar islâm ekonomi­sinin ilmi yanının kâmil manada bir uygulanma olmaksızın mümkün olmayacağı kanaatindedir. Çünkü ilim, ancak realitenin yorumlan­masından doğar. Hicret Yayınları

[2] El-Vesâil. C.3 îhyâû'l - Mevât bölümü.
[3] Doktrinler arasında bu yöndeki ayrılık için, Felsefetûna ad­lı kitabımızın giriş kısmında geniş bilgiler verilmiştir. .


[4] Hazreti Ali'nin (R.A) bu sözü zamanımızın büyük islâm alimi Saddreddin Yüksel Hoca'ya arz olunmuş: ve Muhterem Hoca­mız bu sözün sıhhatini tasdik ettikten sonra tamamını da ifade bu­yurmuşlardır:Cenab-ı Hak zenginlerin servetinde fakirlerin yiyeceklerini farz kılmıştır. Fakir ancak zenginin israfı nisbetinde aç kalır.»


Hicret Yayınları

[5] Hz. Ömer (r.a.) ve Osmanlı devrinde bu tarz bir uygulama mevcuttu. Ayrıca Ömer N. Bilmen'in H. Islâmiye Kamusu 4. cilt 85. sahife pr : 84 de «Araz-i emiriyye uhdelerine tevdi edilen kimseler bu arazinin sahibi değil müsteciridirler diyerek bu arazilerin özel mül­kiyet konusu olamayacaklarını ifade etmektedir. Bkz: H. Islâmiye kamusu 4. cilt 9. kitapta araziler hakkında geniş bilgi mevcuttur. Hicret Yayınlan
11