Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-20%

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2 Yazar:
Grup: İLMİ FIKH
Sayfalar: 0

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2

Yazar: Mehmet KESKİN - Sadettin ERGÜN
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 635
İndir: 215

Açıklamalar:

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2
  • FAЭZSЭZ BANKA

  • DЬЮЬNDЬРЬMЬZ ЮEKLЭYLE TEZЭMЭZЭN ESASLARI

  • FAZЭSЭZ BANKA DЬZENЭ

  • BЭRЭNCЭ BЦLЬM

  • ЬYELERЭN HAKLARI

  • DIPNOTLAR

  • BANKANIN HAKLARI

  • FAЭZSЭZ BANKA

  • BANKANIN KВRI HESAPLAMA VE DAРITMA YOLLARI:

  • TASARRUF MEVDUATI:

  • CARЭ MEVDUAT

  • FAЭZSЭZ BANKA ЭLE ЭLGЭLЭ GENEL MЬLAHAZALAR:(1)

  • FAЭZSЭZ BANKANIN ЭЗ DЬZENLEMESЭ ЭLE ЭLGЭLЭ:

  • ЭKЭNCЭ BЦLЬM

  • BANKA MEVDUATININ ЭKTЭSADО ЦNEMЭ:

  • Senet Tahsili:

  • KEFALET SENETLERЭ(Teminat Mektuplarэ)

  • ЭKЭNCЭ BЦLЬM

  • BANKA MEVDUATININ ЭKTЭSADО ЦNEMЭ:

  • Belirli Bir Ьcret Karюэlэрэnda Havale Зэkartmak:

  • Kabul iki tьrlьdьr:

  • KEFALET SENETLERЭ (Teminat Mektuplarэ)

  • TЭCARО SENEDLER:

  • YABANCI PARA BOZDURЦA ЭЮLEMLERЭ (KAMBЭYO)

  • BANKA ЗEKLERЭ:

  • BANKANIN ЭKЭNCЭ TЬR GЦREVLERЭ:

  • BANKANIN ЬЗЬNCЬ TЬR GЦREVLERЭ:

  • EKLER(Hukuki Gerekзeler)

  • EK:3

  • EK:7

  • EK:10

  • EK:12

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 635 / İndir: 215
Boyut Boyut Boyut
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2

Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2

Yazar:
Türkçe
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2


Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2


TERCÜME: Mehmet KESKİN - Sadettin ERGÜN


Ehli Sünnet'in Sadr Hakkındaki Görüşlerinden, Özetle:

Prof. Dr. Abdülsettar Cevarî :

«Ben şahadet ederim ki, İslâm felsefesi ve akidesi (inanç sistemi) çağımızda Muhammed Bakır Sadr'ın tespitlerinden daha çarpıcısına, daha emin ve dakik tespitlere tanık olmamıştır."

Lübnanlı Müsteşrik Ekrem Zeitir:

"Benim kanaatimce, felsefe alanında Muhammed Bakır Sadr'ın getirdiğini hiç bir Arap yahut Müslüman düşünür getirememiştir."

Şu noktaya okuyucunun dikkatini çekmek isteriz ki; Sadr hakkında yazılanlar, Iran İslâm İnkılâbından çok önce yazılmışlardır. Bu da sözkonusu yazıların hissî saikle değil, tamamen, ilmî saikle kaleme alındığına kâfi delildir.

"Sadr’ın Ehl-i sünnetten getirdiği mehaz sayısı kitabı tamamen gözden geçirilirse görülecektir ki Caferi mehazlarından ziyadedir. Bu da Yazar'ın fıkıh kültürünün boyutlarını ve mezhep taassubundan uzak bir ilim adamı hüviyetini ortaya koyması bakımından önemi haizdir."


İLAVELİ İKİNCİ BASKI


Kontrol İktisatçı: İbrahim YETİŞ


eKitap: www.IslamKutuphanesi.com



HİCRET YAYINLARI Engin Ofset:1979


Türkçede neşir hakkı hicret yayınlarına aittir.


İSLAM EKONOMİ DOKTRİNİ Cilt-2



TERCÜME:Beşir Eryarsoy

TAKDİM

Birinci ciltte İslâm'ın ekonomi politikasını biçimleyen kurallar örgüsü yani doktrini ele alınmıştı. Bu ciltte ise İslâm'ın ekonomi ilmi ele alınmakta ve tasarrufların yatırıma tahsisinin gerçekleştirilmesi, enflasyon kredi meselesi, çek, poliçe, bono gibi kambiyo senetlerinin durumu v.s. faizsiz banka tezi içre, bankalar üzerine geniş bir incelemeyle birlikte sunulmaktadır....

Saygılar sunarız.

Hicret Yayınları


FAİZSİZ BANKA

PROBLEM KARŞISINDAKİ TAVRIMIZ

Faizsiz Banka tezini genel çizgileriyle ortaya koymaya çalışırken, esaslı bir noktaya değinmek istiyorum. Söz konusu nokta şudur: Aşağıdaki iki hususu, bu problem karşısındaki iki tavrı birbirinden ayırmak zorundayız.

1-Faizsiz banka problemlini toplamsal yapının tümü içerisinde ele almak isteyen kişinin tavrı (bu şekilde ele almak istemeyeninkinden) ayrı olacaktır. Yani bütün toplumsal alanlara hakim olan, onların dizginlerini elinde elinde tutan bir kimse, toplumun tümünün modelini ortaya koyduğu gibi, faizsiz bankanın da; —ondan bir parça olarak— İslâmî modelini ortaya koyacaktır.

2- Diğer toplumsal alanları hesaba katmaksızın faizsiz banka için bağımsız bir model ortaya koyanın tavrı da bir öncekinden ayrı olacaktır. Yani böyle, bir kimse bozuk düzenin devamına, toplumun İslâmî olmayan yapısına, banka ve diğer faiz kurumlarının devamına insanların fikren, ahlaken ve iktisadî hayatlarında kapitalizmin özüyle ve yapısıyla hâkimiyetini sürdürmesine rağmen, faizsiz banka modelini ortaya koymaya çalışacaktır.

Birbirinden ayrı olan bu iki tavır arasında kesin farklılıklar bulunmaktadır. Birinci durumda İslâm düzeninin tümüyle uygulanması sonucunda islâmın faizi haram kılması hükmü — haliyle-bankalara da uygulanmaktadır.

Bunun sonucunda faiz yasağından beklenen olumlu tüm sonuçlarda elde edilmiş olacaktır. Zayıf bir takım yanları ortaya çıkmayacaktır. Aynı zamanda faiz yasağı, İslamın toplum düzeninde gerçekleştirmeyi arzuladığı ana hedeflere varılmasında kendine ait olan katkıyı
da yapacaktır.

«İktisadımız»[24] adlı eserimizde şunları söylemiştik: İslâm, parçaları arasında kopmaz bağlar bulunan eksiksiz bir nizamdır. Bu nizamın uygulamaya konan her bir parçası, diğerinin başarı imkânını hazırlar, belirli İslâmî hedefini gerçekleştirmekte ona yardımcı olur.

Sözkonusu tavırların ikincisinin ele alınması halinde ise; faizin haram kılınma esası, belirli bir bankaya uygulanacaktır. Öbür taraftan ise, diğer malî ve iktisadî kurumlar: için bu yasak, hiçbir şekilde söz konusu olamayacaktır. Ayni zamanda
ise İslam nizamının diğer yönleri âtıl kalacak, uygulamaya konulamayacaktır.

Uygulama alanındaki bu parçalanma, bu ayrılık, faiz yasağından beklenen bütün yararları hiçbir zaman sağlayamayacak, her şeyi ile İslâmî ölçülere göre kurulmuş olan bir toplum yapısında gerçekleştirilmesi kolaylıkla mümkün olan hedeflere varamayacak, olumlu sonuçların elde edilmesinde yardımcı olamayacaktır.

Bununla birlikte bu, mümkün olan yerde Seri hükümleri uygulamamak için bir özür olamaz, hiçbir zaman. Çünkü İslâmın her bir hükmü —durum ne olursa olsun— uygulanma imkânı bulundukça uygulanmalıdır; bu vaciptir.

İslâmın diğer hükümlerinin uygulanıp uygulanmaması bu hükmü değiştirmez. Diğer taraftan İslâmın uygulamaya konabilen her hükmü, Mukaddes Şeriatın tüm hükümlerinin uygulamaya konma hedefine bizleri bir adım, daha yaklaştıracaktır.

Birinci durumda faizsiz banka tezi İslâm şeriatının hükümlerine, lafzıyla da ruhuyla da uygun düşecek. İslâm iktisadının gözettiği sosyal denge, âdil dağıtım ve benzeri hedeflerde yapması gereken katkıda bulunmuş olacaktır. Diğer taraftan faizsiz banka teziyle, diğer toplumsal alanlar arasında esaslı bir çelişkiyle karşılaşılmayacaktır.

Çünkü bu durumda toplumsal bütan alanların İslâm esaslarına göre düzenlenmesi sözkonusudur. Her alandaki sosyal düzenlemenin esası bir olunca, çelişkinin doğması veya bir takım zayıflıkların belirmesi Söz konusu olamayacaktır; Olsa olsa İslâmî düzenin uygulandığı topluma çağdaş olan faizci diğer toplumların neden olduğu bir takım zayıflıklar söz konusu olabilecektir, o kadar.

Bunun aksine ikinci durumun söz konusu olması halinde; böyle bir durum tabiatı gereği çok dar bir alan içerisinde tavır almayı gerektirir. Çünkü o yer ve zaman, bir takım şartları ortaya koymuştur.

Bu ise faizsiz banka tezinin İslâmî açıdan belirlenmiş olan en erdemli şeklini alabilme imkânını ortadan kaldırır, esnekliğini giderir bağımsızlığım sınırlar. Hatta varlığını sürdürmeye elverişli gelecek, yer ve zamana uygun bir şekil almak ve ona göre hareket etmek zorunda bile kalınacaktır, faizli ilişkileri bulunan diğer bankalarla boy ölçüşemeyecektir.


DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ ŞEKLİYLE TEZİMİZİN ESASLARI

Faizsiz bankadan şu anda söz açtığımıza göre, tavrımızın ikinci şekilde olması gerekir. Çünkü iktisadî, sosyal, fikrî, siyasî ve diğer tüm yönleriyle mevcut durumlar bu tavrı almamızı gerektirmektedir. Eğer birinci halde konuyu ele almak söz konusu olsaydı, tavırları haliyle başka türlü olacaktı.

İkinci durumun özü, bizim Faizsiz Banka için mantıkî ve Şer'î bir yol araştırmamızı gerektirmektedir. Düşünülen şeklin bu özellikleri-taşıyabilmesi İçin, tezimizin üç unsuru kendisinde toplaması gerekmektedir:

Birincisi: Düşünülen bankanın şekli İslâm Şeriatının hükümlerine aykırı olmayacak.

İkincisi: Bu banka yaşanan gerçeğin bozuk ortamında hareketliliğe sahip olacak ve gerekli başarıyı elde edecek. Yani, kapitalist faiz müesseselerinin realiteleriyle bu bankanın yapısı ve işleyişi arasında —onu hareketten ve yaşamaktan mahrum bırakacak bir şekilde— uzlaşmaz bir çelişki bulunmayacak.

Eğer birinci imkân bize tanınabilseydi, faizsiz banka ile faizli iktisadî kurumlar arasındaki bu şiddetli çelişkiden bir anda söz edilemeyecekti. Çünkü o takdirde faiz kurumlarının kökünü kazıyacak, faizin iktisadî, sosyal ve fikrî tüm etkilerini ortadan kaldırmak imkânını bulacağız.

Biz faizsiz bankaya İslâmî bir hüviyet kazandırmanın zor olduğunu biliyoruz. Hatta bu değişik müesseselerle ve bozuk realiteyle beraber yaşayabileceğini kabul etsek bile böyledir.

Üçüncüsü: İslâmın faizsiz banka modeli, yalnız kâr amaçlayan ticarî bir kurum gibi çalışmamalı. Onun banka olmak hasebiyle ifâ etmesi gereken tüm görevleri başarması gerekmektedir. Yani bankaların fiilen yerine getirdikleri bütün görevleri onun da yapması gerekir: Durgun sermayeleri bir ayara getirip üretim alanına kaydırabilmeli.

Gereğinde bunları üreticilere verebilmeli ticari sanayi vb yatırımlar için gerekli kredileri açabilmeli. Mücadele hızını artıran, onları genişleten yolları çoğaltabilmelidir.

Bundan ayrı olarak kalkınmakta olan herhangi bir memlekette bir bankanın, banka olarak başarıya ulaşabilmesi için, o memleketin hassas malî cihazlarından bir tanesini teşkil eden bankanın ekonomiye talî bir katkısının da olması gerekmektedir. Aynı şekilde o memleketin sanayisinin ilerlemesinde de bir pay sahibi olabilmelidir .

Bunlardan şu sonuç çıkmaktadır: Düşündüğümüz şekliyle bir faizsiz bankanın kuruluşunda, işleyişinde üç esasın gözetilmesi gerekmektedir:

1 — Bu bankanın işleyişi ve diğer hususlarıyla ilgili olarak konacak hükümler Mukaddes Şeriata aykırı olmayacaktır.

2 — Kân amaçlayan ticarî bir kurum olarak mevcut şartlar İçerisinde canlı ve basarı elde edebilecek yapıda olmaları.

3 — İslâmî yapısı, banka olarak gerekli başarıyı elde etmesine yardımcı olmalı, iktisadî, sınaî ve ticarî hayatın, gelişen iktisadî ve sınaî yapının doğurduğu şartların gelişip güçlenmesine katkıda bulunabilmelidir.

Bu esas noktalar ışığında düşündüğümüz şekilde faizsiz banka tezi üzerinde durmaya çalışacağız. Ticarî veya belirli bir amaç veya alan için kurulmuş olan bankaların çalışmalarını örnek almak suretiyle, onların esaslarına bağlı kalmayacağız.

Bu tip diğer bankaların çalışmaları da bizim için bağlayıcı olmayacaktır. Bizim düşüncemiz şu: Az önce belirttiğimiz esaslara bağlı kalmak şartıyla, banka hangi alanlarda faaliyet yapabilecektir? Bu alan ister şu, isterse bu olsun, sonuç değişmeyecektir.

YENİ BANKACILIK POLİTİKASININ BELLİ BAŞLI ÖZELLİKLERİ:

Az önce belirlenen esâslar ışığında yeni bankacılık politikasının belli başlı özelliklerini aşağıdaki şekilde özetlememiz mümkündün.

Birinci olarak: Bankanın faaliyet alanlarında girdilerin kaynağı olmak sıfatıyla emek unsurunu, açığa çıkarmaya yönelmek olmalıdır.

Oysa faizli bankacılık, kapitalist kişiliğiyle işlerini yapar, bu niteliğiyle girdilerini göz önünde bulundurur. Faizsiz banka ise emekçi özelliğini vurgulamaya yönelik olmalıdır. Çalışmalarını bu özellikten hareket ederek ayarlamalıdır.

Bu şekilde banka bir taraftan yaptığı işin ücretini (faizini değil) aldığını vurgulayacak, iş esası üzerine kurulu girdilerinin alanını genişletmeye çalışacak diğer taraftan yerdiği kredinin karşılığında «ücret» adı altında faiz almaktan uzak kalacaktır.

İkinci olarak: Mudilerle üreticiler arasında bankanın ifa edeceği aracılık görevinin —mümkün olduğu kadarıyla— özelliklerini korumaya çalışmalıdır. Onlara karşı olan kanunî durumunda da bu aracılık özelliğini aynı şekilde müşahhaslaştırıp korumalıdır.

Faizsiz bankanın etrafını çevreleyen faizden kaynaklanan katı şartlar, çoğu zaman —sözünü ettiğimiz— hedefleri gerçekleştirmesini önleyecek durumda olmasına rağmen, herhangi bit şekilde bunları ortaya koymasını da önleyemez.

Bu durumda ise faizsiz banka, en azından bankacılık sisteminin tümünü değiştirmeye yönelik hedeflerinin çekirdeklerini ihtiva edecek, bazen teorik düzeyde bile kalsa bu değiştirmenin yollarını, müslümanlara açmış olacaktır...

Bu ise faizsiz bankanın İslâm hükümlerine bağlanıp Allah'ın koymuş olduğu sınırların içerisinde kalmak noktasından fiilen kazanacağı şereftir.

Üçüncü olarak: Faizsiz Bankanın, böyle bir bankacılık düzeninde İslamî Ruhu yaygınlaştırmak yolunda yükleneceği görevlere, kârından bir kısmını feda etmeye veya tezin başarıya ulaşması için gerektiğinde bazı tehlikeleri göze almaya hazır olması gerekir.

Çünkü faizsiz bankanın kurucuları eğer, İslam mesajının ve büyük mânâsının ihtiva ettiği yüce değerlerin bir kısmını dünyaya müşahhas ve yeni bir tez olarak sunmak istiyorlarsa; ticarî amaçlarının yanında mesajlarını ve inançlarını da beraber götürmek zorundadırlar.

Böylelikle onlar her zaman yalnızca ticarî olan bir görev ila etmediklerinin şuurunda olabileceklerdir. Hatta bu ticarî görevin yanında onlar cihat türlerinden birisini bile yerine getirmekte olduklarını bilmelidirler. Bu ise, İslâm ümmetini küfrün ve düzenlerinin doğurduğu şartlar içerisinde yaşamaktan kurtarmak uğruna atılan bir adım olacaktır.

Bu nedenle bazı fedakârlıklar gereklidir. Çünkü her cihat bir takım fedakârlıkları gerektirmekte, cihat eden (Mücahit) den bu uğurda bazı harcamalar) yapmayı istemektedir.

Faizin her tarafa yayıldığı bir dünyadan, faizsiz bankanın bu büyük akîdevî görevi yüklenmesi, onun kârını hesaplarken rakamların dışında kalan bir takım şeyleri daha göz önünde bulundurmasını gerektirmektedir. Çünkü yeryüzünün en şerefli
mesajını gerçekleştirmek için sağlayacağı eşsiz kazançları dekâr hanesine yazabilecektir.

Bankanın ifâ ettiği görevin? şuurunda olmayan, yeni tezlerini dünyaya sunmak için faizsiz bankayı uygulamaya koyanların seviyesine çıkamayan mudi ve yatırımcılara nazaran kârının bir kısmını feda etmek ve böyle bir deneye girişmenin ağır yüklerini omuzlamak, bu deneye girişenlerin öncelikle yüklenmeleri icap eden bir görev veya göze almaları gereken bir fedâkârlıktır.

Dördüncü olarak; Bir uçtan öbür uca faizle dolup taşan bir dünyada Faizsiz Bankanın faizsiz kredi verebilmek gibi yüce ve önemli görevini yapabilmesi için onu rahatlatacak bazı hususları araştırması gereklidir. Araştırılacak bu hususların, bu eşsiz durumu ortaya çıkaran bu şekille ve başkalarıyla olan ilişkilerinde, faizsiz bankanın ayrıcalık arz etmesi esası üzerine kurulmaları gereklidir.

Faizsiz Banka kişilere veya topluluklara verdiği kredilerden faiz almamakla beraber, Islama inanmayan kişilerin veya İslami uygulamayan hükümetlerin bankalarına para yatırarak faiz alabilir.[25]

Faizsiz Banka kredi yeren bir kişilik olarak kredi alandan fayda (faiz) almayacaktır. Fakat Islama inanmayan kişilerin veya İslâm ile hükmetmeyen hükümetlerin bankalarından para yatıran bir kişilik olarak fayda (faiz) alabilir... Bunu gerektiren durum ise şudur: Faizli bankaların fiîlî durumları, faizsiz bankanın; karşılaştığı zorlukların birinci sorumlusudur.

Bu görüşün fikrî kaynağına gelince: Bunun kaynağı olabilecek pek çok hüküm vardır. Bunların başında, zimmî olmayan kâfirlerle yapılan iktisadî ilişkilerde faiz almanın caiz olduğunu söyleyen görüş gelmektedir. İmâmiyye Mezhebi âlimlerinin hepsi bu görüşte olduğu gibi, Hanefî Mezhebinin kurucusu. İmam Ebu Hanife ve diğer İslâm hukukçularının da kabul ettikleri bir görüştür.



FAZİSİZ BANKA DÜZENİ

Faizsiz Banka düzenini iki bölümde ele atacağız:

Birinci Bölüm: Araştırmanın ona merkezini teşkil edecektir. O ise kurulması düşünülen bankayı faizli ilişkilerden kurtarma yollarıdır. Bugün fiilen var olan bankalarda ise ana çizgileriyle bankaya para yatırırken de, bankadan kredi alınırken de fayda adı altında faiz alınıp verilmektedir. Faiz alıp-veren bu bankalarla İslâm hükümleri arasındaki çelişkinin ana kaynağını burada almak gerekir.

Bankayı faizli ilişkilerden kurtarmak ve onunla İslâmın hükümleri arasındaki çelişkilere son vermek için, yeni bir esasa göre mudilerle ve üreticilerle olan ilişkilerini düzenleyen bir tez ortaya koymak gerekir. Bu tez yatırılan paraya faiz veren ve verdiği krediden de faiz alan bugünkü bankacılık sisteminden bütünüyle ayrı olacaktır.[26]

İkinci B,ölümde de mevcut bankaların esas görevlerini, gördüğü hizmetleri, sağladıkları kolaylıkları ve kazançları ele alacak ve onu daha önce geçen tezin ışığında inceleyeceğiz. Böylece İslâmın onun hakkındaki hükmünü tanımış, faizsiz bankanın bu çeşitli alanlardaki tavrının ne olacağını öğrenmiş olacağız.

(Biz konumuzu daha çok yaygın olan, önce bankaların servetlerinin kaynaklan, sonra da bu servetlerin nasıl kullanılacağı seklinde ele almayacağız.

Çünkü böyle bir inceleme tarzı faizli bankacılığa ve yapısına uygun düşerse de, sunmaya çalıştığımız faizsiz banka tezine uygun düşmemektedir. Meselâ, faizli bankaların malî kaynaklarından söz edilirken, vadeli hesapların açılmasını sağlamanın yolları üzerinde de durulur.

Banka mallarını nasıl kullanır, sorusu cevaplandırılırken de, bankanın açılan hesapları nasıl kullandığından söz açılır. Çünkü faizli bankaya vadeli olarak açılan hesap ile aynı hesabı başkalarına kredi olarak kullanması birbirinden ayrı iki işlemdir. Bunları ayrı ayrı incelemek mümkündür.

Faizsiz Bankada ise bunların birini diğerinden ayırmak mümkün olmaz. Çünkü faizsiz bankada açılan vadeli bir hesap ve o hesabın başka alanlarda kullanılması, tek bir işlemin iki ayrı parçasıdır, O da: Mudârebe dediğimiz şeydir. Dolayısıyla
mudârebenin bütün unsurlarıyla ele alınması gerekmektedir. Onu kısımlara ayırmak ve bu kısımları ayrı ayrı incelemek mümkün değildir.

Bu nedenle biz, birinci bölümde Mudâraba işlemini birbirine bağlı olan bütün yönleriyle ele alıp açıklığa kavuşturmak için araştırmamızda böyle bir sınıflandırmayı diğerine tercih ettik.

Bu şekli tercih etmemiz, bankanın bazı malları nasıl kullanacağı ile ilgili açıklamalarımızla matların kaynaklan ile ilgili açıklamalarımızı aynı bölümde vermeye yol açmış olabilir.

Böylece, ilk bölümde: Olması gereken şekliyle düşündüğümüz faizsiz banka tezini; ikinci bölümde ise, bankaların şu andaki durumu ile tezimizin ışığında buna ek olarak ele alınacak durumlar üzerinde duracağız.


BİRİNCİ BÖLÜM

BANKANIN MUDÎLERLE VE ÜRETİCİLERLE OLAN İLİŞKİLERİNİ DÜZENLEMEKLE İLGİLİ YENİ TEZ:

Bankanın malî gelirleri normal olarak bankanın sahip olduğu sermaye (yani dağıtılmamış ve birikmiş kârları da ekleyerek, bankaya verilmiş olan sermaye) ile gelirlerinin büyük bir bölümünü teşkil eden bankaya yatırılan paradan oluşur.

Faizli bankanın en önemli faaliyetleri faizli veya faizsiz (ileride de açıklanacağı gibi banka, vadeli hesapları faizli, cari hesapları ise faizsiz açar) para yatırımını kabul etmek, diğer taraftan daha büyük bir faizle kredi vermektir. Böylece bankanın faiz girdileri ya faizsiz para yatırılmasını kabul etmesinden veya aldığı faiz ile verdiği faiz arasındaki farktan oluşur.

Faizli banka iktisadî hayattaki önemini, mudîlere verdiği faizin teşviki ile durgun sermayeleri toplamak gücüne sahip olmasından ve topladığı bu sermayeleri iş sahiplerine ve paraya ihtiyacı olan çeşitli yollara kredi adıyla vererek üretime kaydırmasından kazanıyor.

Bu faaliyetin ışığında bir taraftan bankanın mûdilerle olan ilişkilerini, diğer taraftan üreticilerle olan ilişkilerini öğreniyoruz, Bu ise iktisadî yapısı açısından bakılacak olursa, emek ile sermaye arasında bir aracılık ilişkisinden ibarettir.

Bankanın hukukî yapısına veya kapitalist toplumdaki bu ilişkinin hukukî durumuna bakacak olursak şunu görürüz: Kanun onu iki ayrı ilişkiden dolayı birbirinden bağımsız iki kısma ayırmıştır.

Bunlardan birisi: Bankanın borçlu mudîlerin alacaklı sıfatlarıyla birbirleriyle olan ilişkileridir. Diğeri ise üretici işadamlarıyla bankanın karşılıklı ilişkisidir. Ki iş adamları ihtiyaç duydukları parayı elde edebilmek için bankaya başvururlar. Bu tür ilişkide ise banka alacaklı, iş adamları ise borçlu durumdadırlar.

Bunun anlamı banka, kanunun çerçevesi içerisinde emek ile sermaye arasında yalnızca bir aracıdır, demek değildir. Aksine banka, yasal iki ayrı ilişkide de vazgeçilmez bir taraf olmaktadır. Buna göre emek ile sermaye veya para yatıranlarla üreticiler arasındaki yasal herhangi bir ilişki kalmamaktadır.

Mudîlerin, yatırılan paraların sahiplerinin, iş adamlarıyla yasal hiçbir bağlantıları bulunmamaktadır. Onların ilişkileri banka iledir ve bu, bir borçlu - alacaklı ilişkisinden ibarettir. Nitekim üretici iş adamlarının da bizzat bankanın dışında kimse ile ilişkileri bulunmamaktadır. Bu ilişkileri ile de bankayla bir borçlu - alacaklı durumuna geçmektedirler.

Banka borçlu bir kişilik olarak mudilere, yatırdıkları paralar çekilmedikçe faiz verir; üreticilerden de alacaklı olarak daha yüksek bir faiz alır... Böylelikle para yatırma ve kredi alma işleminin İslâm'da haram kılınan faizle bağlılık arz etmiş olduğu görülüyor.

Faiz alıp vermekten koruyacak şekilde, İslâmî esaslar üzerine kurulacak banka ile ilgili olarak arz etmek istediğim esas düşünceye gelince: Bankanın, açılmasını kabul edeceği hesapların: Vadeli ve carî olmak üzere ikiye ayrılması noktası etrafında birleşir.

Az önce anılan kanunî şekilde, vadeli hesapların açılması halinde, bankanın mudi ve üreticilerle ilişkileri kabul edilmemekte, bunun yerine ona başka bir hukukî şekil kazandırmaktadır.

Bu hukukî şeklinin bir gereği olarak mudilerle üreticiler arasında direkt bir ilişki çıkmaktadır. Buna bağlı olarak da banka, iki taraf arasında bir aracı gibi rolünü oynamaktadır. Böylelikle bankanın mudiler ve üreticilerle olan ilişkilerini belirleyen bu hukukî vaziyet, bu ilişkilerin gerçek yapısına daha uygun düşecektir.

Nitekim hukukî özelliklerden sıyrılmış bir şekilde bankanın ilişkilerinin gerçeğine bakacak olursak şunu görürüz: Bankanın yaptığı aracılık üretici arayan sermayeleri, sermaye arayan üreticilere ulaştırmak rolünden başka bir şey olmamaktadır...

Bankanın her iki tarafla olan ilişkilerine düşündüğümüz şekilde kanunî (hukukî) çerçevesi içerisinde bakacak olursak —ki bunda üreticilerle mûdiler arasındaki ilişki doğrudan doğruyadır— bu hukukî yapının gerçek şeklinden uzak olmadığını göreceğiz. Bu şekilde banka sermaye ile emek arasında olmak durumundadır.

Vadeli hesaplarla ilgili durum budur. Carî hesapların durumuna gelince, düşündüğümüz banka tezinde bunların da ayrı bir şekli vardır. Bundan sonra ondan söz edilecektir.

İleride ilk olarak, bankanın vadeli hesap açanlar ile üreticilerle olan ilişkilerinin düzenlenmesini ele alacak, üreticilerle mûdiler arasındaki ilişkinin direkt olmasının nasıl sağlanabileceğini ve faizsiz bankanın da iki taraf arasında nassı bir araç rolünü ifa ettiğini açıklayacak, sonra da bankanın carî hesap sahipleriyle olan ilişkilerinin düzenlenmesinden söz edeceğiz... Fakat bundan önce vadeli hesaplardan ve carî hesaplardan ne anladığımızı belirlemek zorundayız.

VADELİ ve CARÎ HESAPLAR:

Sabit Hesaplar (uzun vadeli hesaplar): Bu yoldan bir gelir sağlamak amacıyla, sahipleri tarafından bankada açılan hesaplardır. Söz konusu gelir hesap açtıranların paraları karşılığında alacakları fayda (faiz) dır. Bu tür hesap açtıran kimseler zaman aşımıyla, bu yoldan mallarını çoğaltmak isterler. Bazen da, paralarını çalıştırmak için uygun bir fırsat bekleyerek, bu yolla belirli bir süre için paralarını çoğaltırlar.

Carî Hesaplar (yani istenildiği zaman çekilebilen hesaplar): Ticarî veya tüketici olarak ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, ihtiyaç duyduklarında elleri altında bulunsun ve tedavüle hazır olsun diye sahipleri tarafından bankada açılan hesaplardır. Normal olarak bu tür hesap açtıranlar bunun karşılığında herhangi bir faiz istememektedirler.

Çünkü bu tür hesaplardan her zaman para çekilebilir, banka da ne zaman istenecek olursa bunları verir. Vadeli hesaplar ise böyle değildir. Vadeli hesap açtıranlar paraları için faiz isteyebilmekte, buna karşılık banka her istendiğinde hemen vermek yükümlülüğünde değildir.

Üçüncü tür bir hesap daha vardır. Ki az önce sözünü ettiğimiz iki tür hesap açtırmanın özelliklerini taşımaktadır. Bunlar da para yatıranların para biriktirmek amacıyla açtıkları hesaplardır. Bu hesaplarını özel bir defterde açarlar. Her para yatırdıklarında veya çektiklerinde bu hesaplar o defterlere yazılır (Tasarruf Hesapları).

Bu tür hesaplar, mudi tarafından istendiği zaman çekilebilmeleri açısından carî hesaplara benzemektedirler. Bankanın her istendiğinde ödemek zorunda olmadığı sabit hesaplar ise böyle değildir. Diğer taraftan bankanın sabit hesap açtıranlara faiz haddi belirlemek durumunda olduğu gibi, sözünü ettiğimiz bu tür hesap açtıranlara (tasarruf hesabı) da faiz vermektedir.

Banka, tasarruf hesabı açtırana, hesabından her istediğinde para çekmesine imkân verdiğinden, mümkün olduğu kadarda para çekmemeye onları teşvik etmekle beraber, onlara aylık en düşük bir seviyede faiz ödemekle yetinir.

Son olarak üzerinde durduğumuz hesap türü olan tasarruf hesaplarını da içine alacak şekilde, hesap açtırma şekillerini kısımlara ayıracak olursak şöyle bir ayrım yapabiliriz: Hesaplardan ya istenildiği zaman para çekilebilir ya da belirli bir süreye kadar para çekilemez... Birincisi müteharrik (carî) hesaplardır.

İkincisi ise kendi arasında vadeli hesaplar ve tasarruf hesapları olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Fakat şimdi biz yalnızca esas olan iki tür hesap üzerinde duracağız. Bunlar: Vadeli ve carî hesaplardır. Vadeli hesaplar üzerinde sözümüzü bitirince, faizsiz bankanın tasarruf hesaplan karşısındaki durumu ile vadeli hesaplar karşısındaki durumunun hangi yönlerden ayrıldığı üzerinde duracağız.

VADELİ HESAPLAR ALANINDA BANKA İLİŞKİLERİNİN DÜZENLENMESİ:

Bankaya vadeli para yatırma işlemi —yani bankaya borç vermeyi— bu paraların banka tarafından üretici iş adamlarına kredi olarak verilmesi işlemini, İslâm Hukuku terminolojisinde tek bir ilişki olarak ele alınan «Mudâraba» ile adlandırmak mümkündür.

İslâm Hukukunda Mudâraba Kavramı:

İslâm hukukundaki Mudâraba kavramı, çağdaş iktisat terminolojisindeki Mudârabanın ifade ettiği anlamdan farklıdır. İslâm Hukukunda Mudâraba: Bîr ticaret yapmak üzere sermaye sahibi ile (o sermayeyi çalıştıracak) üretici arasındaki özel bir akittir.

Bu ticarette sermaye birisinden, emek ise diğerinden ortaya konmakta, her birisinin kâr yüzdesi de bu akid sırasında sınırlandırılmaktadır. Eğer yapılan ticaretten kâr sağlanabilirse, kârı anlaştıkları yüzde oranına göre bölüşürler.

Eğer sermaye eksilmeksizin ve artış da göstermeksizin olduğu gibi kalacak olursa, o zaman mal sahibi koyduğu sermayeyi alır, emeğiyle ortak olan ise hiçbir şey almaz. Eğer ticaret zarar eder. Sermayenin bir kısmı ya da tamamı kaybedilirse, mal sahibi bütün zararı üstlenir. Sermayeyi üretime geçiren emekçiye zararın bir kısmını yüklemek veya sermayeden tazmin etmek caiz olmaz.

Ancak bu işlemin sermaye sahibinden, sermayeyi çalıştırana borç verilmesi şekline dönüşmesi durumu bunun dışındadır. O takdirde de sermaye sahibi (ki bu takdirde alacaklı olur) kârdan hiçbir şeye hak kazanamaz.[27]

İslâm hukukundaki Mudâraba'nın genel çizgileri bunlardır.

Düşündüğümüz Mudâraba Şeklinin Üyeleri:

Faizsiz Bankada açılacak vadeli hesap ilişkilerini Mudâraba esası üzerine kurabilmek için bu Mudârabaya ortak olacak üyeleri, uyulması gerekli şart ve mükellefiyetleri ve her bir üyenin haklarını göz önünde bulundurmamız gerekmektedir.

Bu Mudarabada ortak olan üyeler üçtür:

1—Sermayenin sahibi olarak mudi. Buna Mudârib adını vereceğiz.

2—Sermayeyi çalıştıran olarak üretici* Buna da Âmil veya Mudârab adını vereceğiz.

3 —İki taraf arasında aracı, ittifakta âmil ile beraber ve mal sahibinin de vekili olmak sıfatıyla da banka.

Vadeli hesapları mudârabada kullanırken bankanın izleyeceği yolu daha yakından bilmek için, mudâraba ortaklarında bulunması gerekli şartları açıklayıp, sonra da her birisinin haklarını sınırlandırmamız kaçınılmaz bir şeydir.

Üyelerin Şartları:

Banka sermaye ile emek arasındaki bir aracı olmak özelliğiyle, aracılık ve mal sahibinin vekili olmak rolünü yerine getirebilmesi, gerek mudide ve gerekse de üretici amilde bazı şartların bulunmasına bağlıdır.

Mudî İçin Koşulan Şartlar:

Banka, mudâribe veya mudiye vekillik yapmak ve onun yatırdığı malı mudâraba yoluyla üretime kaydırmak için şu şartlan koşar:

1—Mûdînin şer'ân ilzam eden bir şekilde, yatıracağı paranın en az altı ay süre bankada kalmasını kabul etmesi. Eğer mudi bunu kabul etmeyecek olursa, mudâraba akitlerine ortaklığı kabul edilmeyecek, banka da bu alanda onun vekili olmayı ret edecektir.

2—Mûdî, mudârabada banka tarafından koşulmasını uygun göreceği şartları ve şekilleri kabul edecektir.

3—Mûdînin banka ile birlikte vadeli bir hesabı carî bir hesap olarak açmayı kabul etmesi. Bu şartın bankanın mudârabada kullanmak için açılacak hesaplara duyacağı ihtiyacın ve üretim şartlarının değişmesine bağlı olarak da değişebilmesi mümkündür. Mudâraba için vadeli hesaplara gerek duyulması halinde bu şart kaldırılabilir. Böylece yeni mûdilerin para yatırımları sağlanmış da olacaktır.

Bu şartlardan sonra mudârabaya kaydırılacak vadeli hesaplarda belirli bir miktar aranmaz. Tek başına kaldırdığı sürece ayrıca bir mudâraba teşkiline imkân bırakmayacak kadar küçük bir hesap bile olsa kabul edilebilir.

Çünkü banka, açılan her hesabı ayrı bir mudâraba akdine yatırmamaktadır. Her açılan hesap diğer vadeli hesaplarla bir araya gelince bir vadeli hesaplar deryası ortaya çıkar. İşte mudâraba akitleri bu deryanın toplamı üzerinden yapılır. Bu nedenle müdinin açacağı hesabın küçük olmasını engelleyen bir durumdan söz edilemez.

Üretici İçin Koşulan Şartlar;

Bankanın, onlar olmadan üreticilerle mûdiler arasında aracılık yapmayacağı ve kendisiyle mudâraba akdine girişmeyeceği mudârabda yani üreticide koşacağı şartlara gelince:

1-Mudârabın emin güvenilir kimsek olması ve onun dürüst ve banka tarafından tanınan iki kişinin, onun güvenilir olduğuna şahitlik etmesi.

2— Bankanın, üreticinin çekeceği malı en az riski olan bir alanda kullanacağına ye alacağı parayı üretebileceğine yeterli bir kanata sahip olması veya bankanın bu alanda —en azından— iyi bir fırsatı gözetmesi gerekir. Diğer taraftan para çekecek planın, parayı kullanacağı iş alanında yeterli bir bilgisinin de olması gereklidir.

3—Amil (mudarab)ın malı kullanmak istediği iş sahasının sınırlarının ve mahiyetinin banka tarafından bilinmesi gerekir ki, böylelikle banka sonuçlarını ve ihtimallerini değerlendirebilsin.

4— Mudârablar arasında daha önce bankayla ilişkileri olana ve güzel geçmişi bulunana öncelik tanınır.

5—Bankanın —aşağıda sözü edilen— koşulacak şartları; âmilin kabul etmesi gerekir. Sözkonusu şartlar şunlardır:

a) İleride gelecek olan kârın dağıtımı ile ilgili şartlar.

b) Banka aracılığıyla girişilen bu özel üretimle ilgili olarak üreticinin bütün malî işleri için bankada bu mudârabaya ait carî bir hesap açması ve bu işin carî hesaplarını burada yatırması.

c) Mudâraba mallarının üretim alanlarında sağlam ve bütün incelikleriyle gerekli hesap defterlerine tutmalıdır. (Bu yükümlülüğün kanunî olması da mümkündür. Bu da kanunî muhasibin tanıklığıyla olur.)[28]

d) Banka, her bir mudâraba işlemi için özel bir dosya açacak, onunla ilgili bütün bilgileri, haberleşmeleri orada toplayacaktır. Ve bu, mudâraba akdinin yapılmasından itibaren olacaktır.

Mudârabın, mudâraba akdinin uygulanmasına girişilmesinden yani üzerinde anlaşılan maddenin alımından —v.b. gibi— itibaren başlayacak, bu akdin devamı süresince devam edecektir. Fiyat değişmeleri, beklenen değişmeler ve alım fiyatından düşük olarak yapılan satış fiyattan verilecek bilgilerin kapsamındadır.

Bankayla haberleşme ilişkilerini kurmanın ve bankaya bu tür bilgileri aktarmanın yollarını bankanın kendisi sınırlayacaktır. Zorunlu olduğu vakit mudârabın telefonla görüşme hakkının bulunması şartıyla, bu amaçla gerekli imkânları da banka hazırlayabilir.

Burada işle ve işin şartlarıyla ilgili koşulacak özel şartlar da var olabilir. Bunlar işten işe değişir ve bunları genel bir şekilde belirlemek mümkün olmaz.

Mudârabın mudâraba yapmak üzere mal istediği iş alanlının kârını, konu ile ilgili çeşitli şartlar altında inceledikten sonra banka, şartların bulunduğunun anlaşılması halinde artık, mûdî ile üretici arasında aracı rolünü oynayacak ve vekâletinin gereklerini yerine getirecektir.

Kârlı bir mudâraba için gereken imkânları hazırlamak bankanın görevidir. Teslim aldığı vadeli hesapları üretime kaydırmayı bankanın geciktirmesi, kârlı bir mudâraba için uygun bir fırsatı hazırlamakta ihmalkâr olması, kasasına akan paraların birikmesini sağlamak veya kendi mallarını çoğaltmayı mûdîlerin mallarına tercih etmek gibi davranışlarda bulunması, onun için caiz olamaz.


ÜYELERİN HAKLARI

Mûdinin Hakları:

İlk üye, hesap sahiplerinin kişiliğinde temsil olunur. Yani bankaya para yatıranların tümü bir üyedir (veya âkid taraflardan biridir). Her hesabın mülkiyeti, o hesabın sahibi adına mahfuzdur, — Faizli bankalarda olduğu gibi— borç yoluyla mülkiyeti bankaya geçmemektedir. Diğer taraftan açılan hesaplara yatırılan paraların bir kısmı, diğerinden ayrı değildir. Aksine banka, hesap sahiplerinin izni ile şer'î bir şekilde kullanır.

Ki yatırılan paraların toplamı, bütün hesap açtıranlar için şayi (yayın)bir mülktür, herkes açmıştır olduğu hesabı oranında bu şayi mülkün bir hissesine sahiptir.

Böylelikle mudara aktinde mal sahibi bütün mûdîlerin iradesini şahsında temsil eden banka olur. Ki banka bu iradesini —ileride de geleceği üzere— onların vekili niteliğiyle temsil eder. Bankaya gelen herhangi bir vadeli hesap, bu hesaplar toplamını kapsayan Vadeli Hesaplar Denizinin kapsamına girer.

Mudâraba da ilk tarafı temsil eden bu hesapların sahibi olan mûdîlerin haklarını sınırlandırırken, bu hakların Islama uygun bir şekilde sınırlandırılması ve para sahiplerini, paralarını bu bankaya yatırmaya iten eğilimlerinin de dikkate alınması gerekir. Çünkü biz, bunlara dikkat etmeyecek olursak, faizsiz bankaya para yatıranlar oraya değil de, faizli bankalara gidip paralarını yatıracaklardır.

Mudileri para yatırmaya iten gücün ne olduğunu tetkik edecek olursak, bunun aşağıdaki unsurlardan oluştuğunu göreceğiz,

a) Yatırılan paranın garanti altında olması Faizli bankaların, borç niteliğini taşıdığından yatırılan para için sahiplerine garanti vermeleri,

b) Faizli bankaların faiz adı altında vadeli hesap sahiplerine bir gelir sağlamaları,

c) Mûdînin, belirlenen sürenin sonucunda parasını geri alabilmesi.

1—Hesabın Garantisi:

Mudileri para yatırmaya iten birinci unsur olan yatırılan paranın garantisi konusunda, hesap açtıranın hesabının faizsiz bankanın garantisi altında tutulması olduğunu söylememiz mümkün olur.

Fakat bu garanti, faizsiz bankalarda olduğu gibi bankanın hesabı borç olarak alıp kabul etmesi yoluyla veya üreticinin garantisi altında bulunması yoluyla olmayacaktır. Çünkü üretici, mudâraba akdindeki madârab durumundadır ve şer'an tazminat ödemesinin şart koşulması caiz değildir.

Bu bakımdan bankanın kendisinin yatırılan parayı garanti altına alması ve girişilen işin zarar etmesi halinde mûdiye değerin tamamını ödemeyi taahhüt etmesi gereklidir. Buna ise Şer'î her hangi bir engel mevcut değildir. Çünkü caiz olmayan âmilin sermayenin tazminatını ödemesidir.

Burada ise biz, gerektiğinde hesap sahiplerine tazminatı ödeyecek olanın banka olacağını kabul ediyoruz. Banka ise âmil (mudârab) sıfatıyla herhangi bir işleme girmiyor ki, zarar halinde tazminat ödemesinin haram olmasından söz edilebilsin. Bu tazminatı amil ise sermaye sahibi arasında bir aracı olmak niteliğiyle ödemektedir.

Buna göre banka için malının gerekli tazminatını ödemek suretiyle mal sahibine bir teberruda bulunması mümkün olmaktadır Banka bu tazminatı Ödemeyi de şer'an kendisini ilzam edecek bir şekilde tespit eder.[29] Böylelikle mudileri bankaya para yatırmaya iten unsurlardan birincisi var olmuş oluyor.

2—Gelir:

İkinci unsura gelince — ki o da faiz adı altında mûdîlerin bankadan sağladıkları değişmez bir gelirdir— faizsiz banka tezinde bunun yerine şunu oturtuyoruz: Mudâraba akdinde sermaye sahipleri sıfatlarıyla mudilere kardan belirli bir yüzde veririz. Çünkü mudaraba akitlerinde kendisi ile amil arasında yapılacak anlaşmaya göre kardan belirli bir yüzde mal sahibinin hakkıdır.

Bu esasa göre mûdîlerin gelirleri mudârabadaki âmilin girdiği işin sonuçlarına bağlıdır. Eğer girişilen işte kâr sağlanırsa her iki taraf da kârdan belirli bir oranda alır. Eğer kâr sağlanamayacak olursa, hiçbirisi bir şey alamayacaktır. Faizli bankaların mûdîlere ödediği fayda (faiz) nın durumu ise bunun bütünüyle aksinedir.

Tabiî bankada yatırılan paranın kullanıldığı alanın verdiği sonuçları görmezlikten gelecek olursak. Diğer taraftan şu da var ki, mutlak anlamda hiçbir kâr sağlamamak, çoğu zaman zayıf bir ihtimal olarak kabul edilmektedir. Hatta bazen farazi bir ihtimalden ibaret de kalabilir. Çünkü her bir kişinin yatırdığı para tek başına bir mudâraba ortaklığına girmiyor ki, bu para sahibinin kârı bu sınırlı mudârabanın sağlayacağı kâra bağlı olsun.

Aksine yatırılan her bir miktar para, vadeli hesaplar denizindeki diğer nakdî servetlerle karışmakta ve her mudi, bankanın bu denizden giriştiği bütün çeşitli akidlere birer mudârib olarak katılmaktadır. Dolayısıyla yatırdığı para oranında bütün vadeli hesapların giriştikleri mudârabalarda payı bulunmaktadır.

Buna göre bankanın kurduğu bütün mudâraba ortaklıklarının ve mudâraba esası üzere giriştiği bütün işlerin toptan kâr etmeme ihtimali ortadan kalkmaktadır. Çünkü bu mudârabalardan bir kısmının bile kâr etmesi halinde, yapılan zararların kapatılması ile birlikte, bütün hisselere uygun oranlarda kâr dağıtılabilir.

Faizsiz bankayı çevreleyen şartlar gereğince şu görüşe sahip bulunuyorum: Faizsiz bankanın mûdîlere ayıracağı kâr yüzdesi mûdinin faizsiz bankadan alacağı faiz nispetinden az olmayacaktır. Çünkü faizsiz bankanın dağıtacağı kâr oranı, faizli bankaların faiz oranından az olursa o takdir de mûdîler oradan daha yüksek oranda faiz ödeyen bankalara gideceklerdir.

Bu esastan hareket ederek de şunu düşünüyorum: Her şart altındaki ticarî işlerin şartlarına uygun olarak kârdan, sermayeye aşağı yukarı bir kâr oranının belirlenmesi ve mûdîlere kârdan aynı miktardaki hesaba ödenecek faiz miktarından az olmayan bir kâr yüzdesinin verilmesinin kararlaştırılması gerekir.

Söz gelimi: Açılan hesapların toplamı 100 bin T.L. olursa ve bir sene boyunca da bu sermayenin sağlayacağı kâr oranı % 20 olursa, yani sene sonunda 20 bin TL. lık kâra hak kazanırsa; diğer taraftan faizli bankaların faiz oranının % 5 olduğu kabul edilirse, yani 100 bin TL. lık bir hesaba beş bin TL. faiz öderse, faizsiz bankada mûdîlere ödenecek kâr yüzdesinin karının % 25'inden az olmaması gerekir ki, ödeyeceği kâr yüzdesi, faiz yüzdesinden eksik olmasın.

Buna şunu da eklemek isterim: Kârdan mûdilere verilen bu yüzde oranının, faiz oranından bir miktar yüksek tutulması gerekir ki, faizsiz bankanın sermayeleri çekme ve toplama gücü, faizli bankalarınkine eşit olsun. Çünkü mûdîye verilmek üzere belirlenen yaklaşık kâr oranı, faize eşit olsa bile, faizin özel cazibesi ve çekiciliği yine devam edecektir.

Bu ise bankanın her halükârda faizi vermeyi taahhüt etmesinden ileri gelir. Diğer taraftan faizsiz banka ise, kâr olmaması halinde mûdîyi hiçbir hak sahibi olarak görmemektedir... İşte bu sakıncayı da gidermek için, faiz oranından daha yüksek bir kâr yüzdesinin verilmesi gerekmektedir.

Verilecek bu yüksek oranın miktarını ise, değişen şartların belirlemesi ihtimalince sınırlandırılabilecek kâr etmeme derecesi ile takdir edilebilir.[30] Kâr sağlamama ihtimali azaldıkça, yüksek oranın miktarı da düşecektir. Bunun aksi de aynı şekilde doğrudur. Piyasadaki faiz oranının % 25 olduğunu, kar sağlamama ihtimalinin de % 10 olduğunu farz edersek, o zaman fazlalık şöyle olacaktır: Faiz oranı x mudârabanın kâr yapmama ihtimali=fazlalık yani;

5/100*10/100=1/200 olur.

Muhidiye mevzuatının hacminden verilecek oranda

5/100+1/200=55/1000 olu.

Mudâraba sonunda gerçekleşecek «kâr oranına» bunu uygulayacak olursak, aşağıdaki örnekte olduğu gibi şu sonuç ortaya çıkar. Eğer beklenen kârın, sermayeye oranının % 20 olduğunu, sermayenin de 1000 TL. olduğunu kabul edersek, bu demektir ki kâr 200 TL. olacaktır. Daha önce belirlediğimiz oran gereğince de mûdî 55 TL. ye hak kazanır. O takdirde mûdînin yüzde kâr hissesi aşağıdaki şekilde eşitlenecektir:

55/200X 100 = % 27,5 veya kârın : 275/1000i.

Mevduat Üretim Atanına Girmeden Önce:

Bizim mûdîye, faizli bankaların mûdîlere verdiği faiz oranının çekiciliğine yakın bir kâr payını toplamamıza rağmen, faizsiz bankaya para yatıran ile faizli bankaya para yatıran arasında bir fark daha kalmış bulunmaktadır. Bu fark da şudur: Faizli bankaya para yatıranın üretimi (yani parasının artması), parasını yatırdığı ilk günden başlamaktadır.

Çünkü mevduatın faizi, yatırıldığı günden itibaren hesaplanır. Diğer taraftan faizsiz bankaya para yatıranın mevduatı, mudârabaya katılıp üretime geçmedikçe ve kâr sağlanmadıkça, kârdan bir yüzde alamamaktadır. Yani normal olarak her mevduat hem fayda esası, hem de şirketin kâr esası açısından, bir süre kâra geçemez. Bu süre ise mevduatın yatırılma tarihi' ile onun üretime geçiş tarihi arasındaki durgun zamandır.

Bunu ileride, banka ve mûdîler arasında kârın paylaşılmasından ve her mevduatın mudâraba ortaklıkları toplamından olacağı paydan söz ederken ele alacağız.

3 —Mûdînin Mevduatını Çekebilmesi:

Faizli bankaya mevduat yatıran kimsenin belirli sürelerde parasını çekebileceği açıktır. Kendisine yatırılan mevduatı ticarî ve sınaî alanlara kaydırması ve bunları yalnızca kısa süreli borçlar olarak görmemesi sonucunda büyük zorluklarla karşılaşmasına rağmen; faizsiz bankada da herhangi bir şekilde benzeri bir fırsat mûdîlere verilmelidir.

Fakat faizsiz bankanın, her bir mevduatın üretime geçmesi tarihinden itibaren altı ayın sonunda mûdî tarafından çekilmesini ve mudâraba akdini fesh etme imkânını tanıması da mümkündür. Yalnız mûdîye meselâ, şu şartı koşmalıdır: Mevduatının değeri ona nakden ödenecektir. Ticarî alandaki üretilmiş aynî şekliyle değil.

Her altı ayın sonunda mûdînin mevduatını geri çekme fırsatının tanınması halinde, aşağıdaki durumlar göz önünde bulundurulur:

1) Mevduatının kıymetini çekme imkânını veren süresinin bütün mevduat için birlikte gelmesi düşünülemez. Çeşitli mevduatın geri çekilme sürelerinin çeşitli zamanlarda gelmesi mümkündür.

2) Normal şartlarda, mevduatın vadesinin dolması halinde çekilecek mevduat miktarı, bazen vadeli hesaplar toplamının onda birine bile varamayan küçük bir oran olacaktır.

3) Belirlenen sürenin bitimi sonunda sahibi tarafından geri alınan mevduatın tümü, tek bir üretim alanına girmiyor ki, onun kıymetinin çekilmesi bir iktisadî zayıflığa yol açsın. Aksine her vadeli hesap, çeşitli iş alanlarında kullanılan vadeli hesaplar denizinde kaybolmuştur... Dolayısıyla bir mevduatın çekilmesinin doğuracağı ağırlığını —her biri kendi oranında olmak özere— bütün alanlar yüklenmiş olacaktır.

4) Banka vadeli hesapların üretime kaydırıldığı alanların her birisine, her senenin belirli zamanlarında bir miktar parayı bir dereceye kadar üzerine almasını şart koşar. Bu şart belirli bir dönemde iş mevsimi olmayan alanlar için koşulur.

Belirli bir iş mevsimi bulunan alanlara ise banka buna benzer bir şekilde normal olarak bir süre belirler ve bu iş alanlarına paralarını carî bir hesap açarak bankaya yatırmalarını şart koşar. Bu hesabın miktarı da iş mevsimi olmayan bu süre içerisinde banka tarafından sınırlandırılacak miktardan aşağı olmayacaktır.

Artık bundan sonra banka, mevsimlik iş yapmayan geri kalan diğer mudâraba ve iş alanlarına, vâdesi dolan çekilecek paraların yükünü dağıtır. Bu yükü de mevsimlik iş yapan alanların kapatamadığı dönem ve sürelere göre dağıtır.[31]

Her üretim alanı bankanın kendisine koştuğu bu şartı da göz önünde bulundurarak politikasını belirleyecek olursa, her senenin belirli bir zamanında bir dereceye kadar parasal bir rahatlığa kavuşur.

5) Banka, bizzat mudâraba esası üzerine kurulu iş alanlarının sermayelerinden para çekmek zorunda kalmaz. Çünkü vadeli hesabını vâdesi geldiği için çekmek isteyen kişinin, mevduatının nakdî değerini kasalarında bulundurduğu paradan ve aşağıdaki yollardan birikmiş paralardan ödeyebilecektir. Ki bu birikmeler şöyle olur:

a) Vadeli hesapların henüz üretime kaydırılamayan bölümü,

b) Vadeli hesapları isteme açığını kapatmak için bir kısmının ihtiyat olarak kullanılması banka için mümkün olan carî hesapların bir bölümü.

c) Geri çekilmek istenen mevduat açığını kapatmak için bankanın bizzat kendi sermayesinden ihtiyat olarak bulunduracağı bir miktar.

Geri çekilen mevduatı vadeli hesaplardan karşılaması halinde kârların dağıtımında herhangi bir değişme olmaz. Değişme, geri çekilen mevduatın carî hesaplardan ve bankanın kendi aslî sermayesinden ödenmesi hallerinde olur.

Bu durumlarda banka, eski mudâribin yerine geçmekle, mevduatını geri çeken mudiin geri çekilmesi tarihinden itibaren kâra hak kazanmış olacaktın Mudârabada bankanın üretime geçen mallarına Uygulanacak işlem, —ileride Kârların Dağıtılması konusunda göreceğimiz gibi— vadeli hesaplara uygulanan işlemlerin aynısı olacaktır.

Bütün bu açıklamalardan şu çıkartılabilir: Biz, mûdii İslâm' da haram kılınan faiz esası üzerine kurulan kazançtan korumakla birlikte aynı zamanda onu faizli bankaya mevduat yatırmaya iten tüm etkenleri de onun için mahfuz tutuyoruz. Bunlar da: Garanti, Girdi ve belirli bir süre sonra mevduat çekmedir.

Şimdi de mudârabanın ikinci üyesini ele alıyoruz. O da bankanın kendisidir.


DIPNOTLAR

-------------------

[1] Müellifler doktrin terimiyle İslâm ekonomi (ve aynı zamanda Fıkıh) prensiplerinin, Dr. Ali Şafak'ın sandığı gibi (Dr. Ali Şafak, İslam’da Arazi Hukuku, s. 15) olayları teşhis için olaylardan çıkarılmadığım, olaylara istenilen belli bir doğrultu, yörünge vermek yani tevcih için teklif edilen prensipler olduğunu bu sebeple de.

(Sayın Ali Şafak'ın aynı eser, s. 46 da belirttiği gibi) İslâm hukuku prensiplerinin kendilerine özgü bir hayat içerisinde değişme göstermeyeceğini, değişmenin prensiplerde değil, olayların prensiplere uyumda izleyecekleri üslupta ve bu üslûbu biçimlendirecek fetvalarda olduğunu vurgulamak istemektedirler.

Sayın Ali Şafak'ın Roma hukuku etkisinde getirdiği tanımla Eugeune Hubere'in kodifiye ettiği medenî hukuk izah edilebilir ancak. Zira faiz yasağı, zekât emri, şekkile yagîn hasıl olmaz, prensibi hiç mümkün müdür ki değişsin ta be kıyamet»



[2] Burada bir tercüme hatası vardır. «cüzî bir teşebbüstür» sözü, «teşebbüslerden bir cüzdür (yani bölümdür)» olacak.



[3] Biz «İslâm Ekonomi Doktrini» ismiyle yayınladık. Böylece yazarın, İslâm ekonomisinin «doktrin» olduğunu ifade eden üstün tespitiyle uyum sağlamak istedik.



[4] Sadr'ın ilim ve doktrin ayırımını kabul ediyor, Büyük Alim M-el-Mübarek.

[5] Bu, Fransız müsteşriki L. Garde'nin (L'îslam) adlı kitabında düştüğü büyük hatadır. Tercüme ettiğim 361. sayfasında diyor ki: «İslâm’ın da Hıristiyanlık gibi, iktisadî meselelere vereceği hazır bir cevabı yoktur.» 330. sayfasında ise: «Fakihler İslâm’ın parlak devirlerinde? iktisadî ahlâka birtakım esaslar koymuştur.» diyor. Bak. s. 9, p. 2.


[6] Bak. S. 161 - 164.


[7] İşte bu gibi haklı tenkitlere Sadr, Ehl-i sünneti de nazara aldığını yalnız kaynak vermediğini ve ileriki baskılarda Ehl-i sünnet kaynaklarını belirteceğini ifadeyle cevap vermiş ve bu va'dini yerine getirmiştir. Söz konusu kaynaklar elinizdeki kitabın ileriki sayfalarındadır.



[8] Bu konu da ayrıntılı bilgi 'almak için Kadı Ebu Ya'la El Hanbeli ile Mâverdî’nin «El-Ahkâmu's-Sultâniyye» adlı kitabına, yeni kitaplardan da Prof. Muhammed Bakır Es Sadr'ın «İKTİSADIMIZ» adlı kitabına, Şeyh Ali El Hufeyh'ın «İslâm Şeriatında Mülkiyet» adlı kitabına ve fıkıh kitaplarındaki açıklamalara bakınız.


[9] Muhammed Bakır Sadr'ın İslâm Tefekkürü ve Felsefe isimli Kitabı kastedilmektedir. Zaten Zeitir'in bu yazısını sözkonusu kitabın, asapça 3. baskısının arka kapağından iktibas etmekteyiz, (sene 1970).

[10] H. İ. Kamusu: C. 4, s. 73 de bkz. Arazi-i Memlûke ve s. 86. Yine Bkz. Temliken Ikta. Dr. Ali Şafak İ. A. Hukuku s. 197.


[11] — Ebû Ubeyd; a.g.e., s. 387 - 388 v.d. na bk. Ibnu Zenceveyh;,a.g Yzm. v. 100/b-101
1
-102
2
. Beyhakî; a.g.e., s. 6, s. 145. Kastalânî; a.g,e., c. 4, s. 202-203. Hamîdullah, Muihammed; a.g.e. s. 100-104 262-264. 395 vs

[12] îbnu Zenceveyh; a.g. Yzm. v. 101
3
.

[13] İbn-i Zenceveyh; a.g. Yzm. v. 102
4
.


[14] Caferiye, ganimet mallarından alınan 1/5 i, ticarî kazanca da teşmil etmektedir.


[15] Muhammed Bakır Sadr, ilmin bu tanımını belirledikten sonra, belli başlı üç sistemin karakteristik çizgilerini tespit ediyor; diyor ki, Marksizm böyle bir ilmî çalışmayla ekonomi kurallarını tespit etmiştir (bu çalışmasında diyalektik materyalizm metodunu kullanmıştır, diyor, bu metodu ve verdiği sonuçları çürütüyor).

Kapitalizm ile İslâm ise yukarıdan tekliflerle ekonomik hayatı ürgülemiş bu sebeple de ilim değil, doktrindirler, nasıldır sorusuna değil nasıl olmalı sorusuna cevap vermişlerdir.

Bu noktada kapitalist ekonomi doktrini ile İslâm Ekonomi Doktrini arasındaki fark birinin insan kafasıyla tespit edildiği, diğerinin VAHlY'den kaynaklandığıdır. Muhammed Bakır Sadr, İslâm ekonomisiyle kapitalist ekonomi ilim değil, doktrindir diyor. Ama bu demek değildir ki İslâm Ekonomi ilmi ve Kapitalist ekonomi ilmi yoktur.

Vardır ve elinizdeki kitapta İslâm ekonomi ilminin tasarrufların yatırıma tahsisi, ticarî hayata hız kazandıran çek, poliçe, bono gibi problemler bölümü ele alınmaktadır. Ve bu çalışmanın İslâmın kâmil manada (kapitalizm gibi) uygulaması, bulunmadığından, yüzde yüz isabet kaydedemeyeceği, ancak böyle bir uygulama için yol gösterici olacağı da belirtilmektedir.

[16] Yazar, İmam'a temliken ikta hakkı vermemektedir. Biz ise aksini savunmuştur ve yazarın görüşünü sadece yol gösterici bulmuştuk. Zira Ömer’de temliken iktadan sakınır bir politika izlemiştir.


[17] Dr. Ali Şafak, îslâmda Arazi Hukuku, s. 68 - 69.


[18] Aynı eser. s. 58 - 59.


[19] İslâm Ekonomi Doktrini. C. l, s. 446, 447, 448. Sadr'ın özel mülkiyet hakkındaki olumlu kanaatini belirtmek için «İslâm Tefekkürü ve Felsefe» isimli eserinden (1977 baskısı, s. 34) aşağıdaki bölümü naklediyoruz

«Demiştik ki sosyal problemin komünist çözümü eksiktir ve zaaflarla doludur, insanî eğilimler ve içgüdüsel davranışların sosyal yıkımlara götürdüğünü söylüyorlar ve bütün komünist düşünürler bu yeni çözüme çağırıyorlar.

Ancak bozulmanın gerçek sebebini gösteremiyor, yanlış teşhis koyuyorlar. Bu sebeple de bu yeni çözüm başarılı olamayacak ve problemi çözümleyemeyecektir.

Tüm dünyanın huzurunu bozan, düzenini sarsan mutlak kapitalizmin günahları özel mülkiyet ilkesinden kaynaklanmış değildir. Sanayi devrimi başlarında olduğu gibi, makinenin üretimde kullanılması uğruna milyonlarca işçiyi işsiz bırakan özel mülkiyet ilkesi, değildi, işçinin ücreti üzerinde sorumsuzca tasarrufun sebebi de özel mülkiyet değildi.

Kapitalistin fiyatların düşmesini önlemek ve zorunlu ihtiyaç maddelerinin talebini arttırmak için büyük miktarlarda ürünü yok etmesinin de suçlusu bu ilke değildi. Hiç bir ürün ve iş ortaya koymaksızın borçlunun emeğini kat kat faizlerle sömürerek servet edinmeyi de özel mülkiyet önermedi.

Tüketim mallarının tümüyle piyasadan satın alınarak spekülasyon yoluyla fiyatları yükselten de bu ilke değildi. Yine kapitalisti yeni pazarlar edinebilmek uğruna ulusların özgürlüğünü, hukukunu çiğnemeğe, onurunu ve hayatını yıkmağa mecbur eden de özel mülkiyet ilkesi değildi.

Bütün bu facialar dizisini, bu trajedyayı özel mülkiyet sergilemedi. Bütün bunlar, ancak kişisel maddi çıkarın kapitalist düzende hayat ölçütü sayılmasının, tüm işlem ve tasarruflar için haklı mutlak gerekçe kabul edilmesinin sonuçlandır.

Toplum işte bu bireyci ölçüt ve sübjektif gerekçe üzerine kurulduğu zaman bu olanlardan, bu facialardan başkasını beklemek mümkün değildir.

Tüm insanlığı tehdit eden bu saldırganlık ve bu trajedi sözkonusu ölçütten türemektedir. Yoksa özel mülkiyet ilkesinden değil. Eğer bu ölçüt değiştirilsin ve hayat için yeni, tanzim edici, insan tabiatıyla uyumlu bir ideal, bir gaye getirilsin; insanlığın bu büyük problemi gerçek çözümüne kavuşacaktır.»

[20] Dr. Ali Şafak. I.A.H. s. 69 : 25, 26, 27. satırlar

[21] Dr. Ali Şafak. î. Arazi Hukuka, s. 54.

[22] Aslında bu bölümdeki kaynaklar hep Ehl-i sünnet'e aittir. Ancak Fıkıh öğrenimi yapmamış okuyucular için yazıda ismi geçebilecek bir iki Caferî müellifin ayırt edilebilmesi için Ehl-i sünnet isim ve eserler italik dizilmiştir.


[23] Şeyh Tusi ite Allame Hıllî Caferi’dir.

[24] «İslâm Ekonomi Doktrini» adıyla Türkçeye çevrilmiştir. (Yayınevinin Notu)


[25] Bu hususta Hanefî mezhebiyle Caferi (ima'miyye) mezhebi, aynı görüştedir. (Oysa Şafiî, Malik ve Hanbelî mezhepleri aynı görüşte değildirler).

bkz: Hanefî Fıkıh kitabı DÜRER, riba bahsinde bu hüküm ve kaynaklandığı hadis-i şerif: «La riba beyne'l - mevla ve'l - abdi ve la riba beyne'l -müslim-i ve'l - harbiyyi fi dari'l harb= Köle ile efendisi ve dar-i harpte müslümanla (kâfir) arasındaki faiz haram değildir.» zikredilmektedir. Hicret yayınları tashih heyeti.

[26] Faizden kurtulup, onu helâl kazanca dönüştürmenin yolları ile ilgili olarak fıkhı hükümleri daha etraflıca bilmek için, kitabın sonundaki [Ek:1'e] başvurunuz.


[27] Fıkhı açıdan ve delilleri ile ilgili olarak bu hükmü daha iyi kavramak için ek 2ye bakınız.

[28] Bu tabiatı haliyle faizsiz banka hesaplarını tutmayan, yıllık kazançlarının ne olduğunu bilemeyen ticaretçi ve zanaatkârlarla ve geri kalmış ülkelerde normal olarak çoğunluğu oluşturan tacir ve zanaatkârlarla ilişkilere girişmeyecektir anlamında değildir. Hatta faizsiz banka bunlarla özel ve sınırları belli ilişkilerde bile bulunabilir.

Meselâ bunlardan biri, bankaya gelir, belirli bir malt satın alıp mevsim süresince onu satmak istediğini bildirerek, mudârabe esası üzerine almak suretiyle bir miktar para isteyebilir. Banka da bu konuda onunla anlaşır, ortaklığına girişilmesi kabul edilen malla ilgili olarak sağlam ve ince hesapların tutulmasını şart koşar.

İsterse o kişi bütün ticarî ilişkileri için gerekli defterleri tutmasın. Bu belirli bir malın ticaretini yapmak üzere banka ile belirir bir kişinin mudâraba yapmak üzere anlaşmaları halindedir. Belirli bir kişinin mudâraba esası üzerine yeni bir ticârete girişmesi hainde ise bu; ticarete ait bütün defterlerin sağlam bir şekilde tutulması kaçınılmaz: olur.

Kanunî bir muhasibin gözetimini şart koşmaya gelince, mudârabın, sınırlı sorumluluğu veya bir ortaklık veya büyük bir tacir olması halinde mümkündür...

Faizsiz banka ile mudâraba ortaklığı kuran, küçük ticarî işyeri kurucuları olan küçük tacir ve zanaatkarlar veya bankanın kendileriyle belirli ve sınırlı ticâretleri yapmak üzere anlaştığı kimseler ise; bütün bu ortaklıkların defterleri için, bir veya bir kaç muhasibin; banka tarafından görevlendirilmesi mümkündür.

Bu muhasibin veya muhasiblerin ücreti ise, ortaklıkların tümünün kârından —nisbetlerine göre— ödenir.

[29] Fıkhı yönden bu konuda daha geniş bilgi için Ek: 2 ye başvurunuz.

[30] Kâr sağlamama ihtimaliyle bütün alanlarda kâr sağlanamayacağını anlatmak istemiyoruz. Çünkü bu, nazari olmaktan öteye gidemez. Diğer taraftan mutlak olarak kâr, her durumda her hesap için sözkonusudur. Burada bir ihtimal vardır. Ki o da mudi için belirlenen kâr oranının, faiz oranından düşük olmasıdır.

Bu düşüklük de ya tüm üretim ilişkilerini kapsayan şartların kârı düşürmesinden ileri gelmekte, ya da banka yatırılan paranın tümünü üretime kaydıramadığından, üretmeyen bir bölümü kalır, dolayısıyla belirlenen kâr oranının toplamı düşmüş olur. O takdirde burada iki tehlike söz konusudur:

Biri genel üretim şartlarının doğurduğu tehlike, diğeri mevduatın bütün hacmi veya zamanı açısından, bütün mevduatın üretime kaydırılmama tehlikesi, sözü geçen bu iki tehlikenin de göz önünde bulundurulması halinde, mûdinin kârdan hissesinin denklemi aşağıdaki şekilde olur:

Fayda + fayda x genel ürerim şartları sonucunda yeterli kân sağlayamama tehlikesi + fayda x mevduatın tümünün üretimde kullanılamama tehlikesi = Mudiin (kârdan) hissesi.

[31] Mevsimlik iş yapan iş alanları iie böyle olmayan iş olanları arasında bir ayırım yapmak esası üzerine kurulan bu nokta yerine şunu geçirebiliriz: Mudâraba esası üzerine faizsiz banka ile ilişki kuran müessese, her durumda en düşük bir seviyede nakdî olarak bir miktar parayı borç olarak bankada bulunduracaktır:

Bunda mevsimlik iş yapan ve yapmayan müesseseler arasında veya çeşitli zamanlar arasında da fark gözetilmez... Bu Amerikan ticaret bankalarında «Karşılıklı Gözetmeler» adı verilen hesaplara benzer. Bu düşünceyi de sayın Prof. Dr. Halil eş-Şemmâ faizsiz banka tezini incelediği sırada ortaya koymuştu.

5
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2


BANKANIN HAKLARI

İkinci üye banka kişiliğinde temessül eder. Bu kişilik ise gerçekte, mudâraba akdinde ana bir üye değildir. Çünkü as­lında banka, ne mal sahibidir, ne de emek sahibi; yani ne de üretkendir. Ancak onun önemi iki taraf arasında aracı rolünü oynamasındadır. İş sahiplerinin mûdîlerin yanma gidip onları teker teker araştırmaları ve onlarla bir anlaşma yapmaya çalış­maları yerine banka,

bu mûdîlerin mevduatını toplar, işadamla­rına kendisine müracaat etmeleri imkânını hazırlar ve başarı­lı bir şekilde üretimi mümkün olacağı, karinelerle anlaşılan her­hangi bir meblağı üretime kaydırmak için doğrudan bankayla anlaşırlar.

Bankanın yaptığı bu aracılık, işadamlarına bankanın sunduğu saygıdeğer bir hizmet olarak kabul edilir. Bu nedenle mükâfat esası üzere bir miktar istemesi bankanın hakkıdır.

Bankanın yaptığı aracılığın bir mükâfatı olarak istediği miktar, iki durumda kendini gösterir.

Birincisi: Yapılan iş için sabit bir ücrettir. Bunun da faizli bankanın mevduata verdiği faiz oranı ile verdiği kredilerden al­dığı faiz oranı arasındaki farka eşit bir şekilde belirlenmesi mümkündür. Ki bu fark mûdîin mevduatı için aldığı faizden el­de edilen kâr payının fazlasının ondan çıkartılmasıyla ortaya çıkar.

Ondan yapılan çıkarmalar göz önünde bulundurulmaksızın söz konusu bu miktar, faizli bankaların toplu kârlarını temsil eder. Bankanın faizden gelirleri, mûdîye verdiği fayda ile mev­duatı kredi olarak verdiği yerlerden aldığı tayda arasındaki farktan oluşur.

Diğer taraftan İslâmî yapısından söz etmeye çalıştığımız fa­izsiz bankanın bu kadarlık bir gelir sağlaması yetmez. Çünkü bu banka, faizli bankalardan öze ait bir noktada ayrılık göster­mektedir. O nokta da uhdesinde birikmiş mevduattan oluşan sermayeyi garantilemesidir. Diğer taraftan faizli bankalar ise herhangi bir zarar yüklenmemektedir.

Bu tür zararları yükle­nenler bankadan kredi alan işadamlarıdır. Bu nedenle —ileride de göreceğimiz gibi— faizsiz bankanın aracılık görevine karşı­lık alacağı mükafat nispeti faizli bankanın aldığı ile verdiği fa­iz arasındaki farktan büyük olmalıdır.

İkincisi: (Veya bankanın alacağı mükâfatın ikinci unsuru) Bankanın bu değişmez ücrete ek olarak üretici âmil tarafından ödenecek esnekliği olan bir. Mükâfatının bulunmasıdır.

[32] Âmi­lin kârdaki payının belirli bir oranım bankaya ödemesi şeklin­de somutlaşır. Bu oranın yaklaşık bir şekilde belirlenmesi de mümkündür. Şöyle ki: Garanti altındaki ücreti ile tehlike altın­daki sermayenin ücreti arasındaki ticarî ve faizî alanlarda bir­birinin aksi olan ayrı piyasalar arasındaki farka eşit olur, bu oran. Garanti altındaki sermayenin ücreti, faizli bankadan kre­di alan kurumların ödedikleri faiz piyasalarında müşahhaslaşır.

Bir takım tehlikeler altında bulunan sermayenin ücreti ise, sa­hibi tarafından mudâraba esası üzere onu üretecek bir âmil ile anlaşıldığı takdirde, normal olarak piyasada sermayeye verilen yüzde oranı ile müşahhaslaşır. Normal olarak da bir takım teh­likeler altında bulunan sermayeye kârdan verilen yüzde ora­nı, borç olarak verilen ve garanti altında olan sermayeye (mev­duata) verilen faizden daha yüksek olur.

İşte bu iki ayrı ödeme arasındaki fark, aracılık görevini yaptığı için bankaya bir mükâfat olarak verilir.

Bankanın aracılık işlemlerini yürütmesi karşılığında Üreticilerden alacağı mükâfatı oluşturan bu iki durumu daha açık bir şekilde aşağıdaki haliyle ortaya koymak mümkündür.

Değeriyle, geliriyle garanti altında bulundurulan sermaye için, onunla ticaret yapanlar tarafından piyasada ona verilen kâr (faiz), en düşük seviyededir. Söz konusu bu düşük kâr (fa­iz), faizli bankaların, yatırdıkları mevduatın kıymetiyle ve fayda adı altında sabit bir gelir sağlamayı garantileyen mûdîlere ver­dikleri (faiz)dir.

Diğer tarafta, değeriyle de, geliriyle de serma­yenin garantisi ile beraber sermayeye daha yüksek bir ücret de verilmektedir. Bu ise işadamlarının, ihtiyaç duydukları kre­diyi kendilerine veren bankaya ödedikleri ücrettir ki onlar al­dıkları kredinin hem değerini, hem de gelirini de garantilemek­tedirler.

Beriki tarafta ise üçüncü bir kısım daha vardır. O da ser­mayenin garantisi yanında, gelirinin garanti altında tutulmamasıdır. Mûdiler açısından faizsiz bankaya yatırılan mevduat, bu­na örnektir. Burada sermaye, bankanın olacak zararları teda­rik etmesi taahhüdüne bakılacak olursa, mûdîler açısından ga­ranti altında bulunmakta, fakat bu sermayenin gelir sağlaması ise garanti altında, değildir.

Çünkü mûdînin geliri, bankanın mudâraba esası üzerine kurduğu ve sermayeyi yatırdığı iş alanlarının kârına bağlıdır. Bu iş alanları bazen kâr da etmeyebilir, kârın en düşük seviyesi —ki o da faiz seviyesine eşittir— de elde edilemeyebilir.

Böyle bir sermaye ücreti, kârın belirli bir yüzdesinde müşahhaslaşır. Bu yüzde değeriyle de, geliriyle de garanti altın­da bulundurulan sermaye ücretinin en düşük seviyesinden da­ha büyük bir oranda, fayda oranının kâr yapmama ihtimaline bölümü kadarıyla olmalıdır.

Burada dördüncü bir kısım daha vardır. O da değeriyle de, sağlayacağı gelirle de tehlike altındaki sermayedir. Bir kişinin bir başkasına bir miktar para verip, İslâmî anlamıyla Mudâraba esasi üzere ticaret yapmasını istemesi ve hiçbir miktarın garanti altında bulunmaması buna örnektir. Böyle bir durum­da sermaye sahibinin parası teminat altında değildir, çünkü za­rar olabilir. Kârı da teminat altında değildir, çünkü hiç kâr olmayabilir.

Hem değeriyle, hem de geliriyle tehlike altında bu­lunan sermayenin daha önce sözünü ettiğimiz garanti altında bulunan sermaye türlerinin aldığı ücretten daha büyük olma­lıdır. Yani onun kârdan alacağı yüzde, garanti altında bulun­durulan sermayelerin yüzdelerinden daha büyük olmalıdır.

Biz burada sermayenin garanti altında bulundurulan kârını kabul ederken, nakdî sermayenin alacaklının verecekliden bor­cuna hak kazandığı şekilde bir ücret alabileceğini kabul etme­yen İslâmî görüşten söz etmiyoruz. Biz burada yalnızca serma­yelere faiz olarak verilen ücretlerden söz etmekteyiz.

Bu piya­sa, ticarî ortamda şartlarını kabul ettirecektir. Bu nedenle fa­izsiz banka, plânını yapacağı faizsiz girdileri değerlendirirken bunları göz önünde bulundurmak zorundadır.

Buna göre, ödenen bu ücretlerin ışığında faizsiz bankanın teslim aldığı mevduatı ele alacak olursak şunu görürüz: Faiz­siz banka kanalıyla o mevduatı hem değeriyle, hem de kârıy­la garanti altında olmayan bir sermaye olarak, üretici, işada­mı almaya çalışacaktır. Çünkü üretici hem sermayenin değeri­ni, hem de kâr yapmama halinde belirli bir gelir sağlamayı garantilememektedir. (Tabiî bu, her halükârda bankanın istediği değişmez ücreti göz önünde bulundurmayacak olursak böyledir).

Çünkü sermayenin değerinin karşılaşacağı tehlikeleri mûdî için banka garantilemekte, gelir sağlayıp sağlamaması ihtimalini ise mûdînin kendisi göz önünde bulundurmaktadır. Çünkü faiz­li bankalar kanalıyla belirli bir geliri sağlamak onun için müm­kündür. Fakat o, kârda ortak olma esası üzere yapılacak bir or­taklığın tehlikelerini faize tercih etmiştir.

O halde üretici âmi­lin, değeriyle de girdisiyle de tehlike altında bulunan sermaye­ye uygun bir mükâfatı ödemekle yükümlü kılınması gerekir. Sa­bit bir ücret olarak bu mükâfattan bankanın istediği miktar ite tehlike fiyatını eksilterek bir ödeme yapılır.

Bu mükâfattan geliriyle ve değeriyle garanti altında bulu­nan sermayenin ücreti istisna edilir ve tehlike değeri girdiye eklenerek mûdîye verilir, geri kalan miktar ise faizsiz banka­nın hakkı olur.

Üretici işadamının ödemekle yükümlü olduğu ve sonra da mûdî ile banka arasında pay edilen bütün mükâfat, kazançtan kesilir ve kazançla ilgilidir. Eğer kâr yapılmamışsa, bankanın yaptığı işin karşılığında alacağı sabit ücretin dışında, işadamı hiçbir şeyle mükellef tutulmaz. Bu ücret de faizli bankaların mevduata ödedikleri faiz yüzdesi arasındaki fark miktarına yaklaşık olmakla sınırlandırılır.

Üretici tarafından bankaya ödenecek bu değişmez ücret, ta baştan beri, yani üretici âmilin kârından kesilip banka ile mûdî arasında dağıtılacak yüzde sınırlandırılırken hesaba katı­lır. Bu oranın, ticaret piyasasında değeriyle de, kârıyla da teh­like altında bulundurulan sermayeyi tümden emmemesi gere­kir.

Çünkü bu mükâfat — ki bunu % 70 farz edelim — sermaye­den de bir miktar emecek olursa bu, üretici işadamının değe­riyle de, kârıyla da tehlike altında bulunan sermayenin gerçek-ücretinden daha fazlasını ödemekle yükümlü tutulacak demek­tir, Diğer taraftan bu durumda o, belirlenen bu oranın tümünü ödeyecek olursa, sabit ücretten fazlasını da ödemiş olacaktır.

O halde, ta başından beri üretici âmille girişilen mudâraba kârından kesilecek kâr oranı belirlenirken bu sabit ücretin he­saba katılması, kaçınılmazdır.

Açıkça bilinmesi gerekir ki, sermayenin garantisi karşılı­ğında, karşılaşacağı tehlikenin sabit ücretinden ayrı olarak fa­izsiz bankanın haklı olan esnek yapısı mükâfatın, faizsiz ban­kanın girişeceği tüm mudârabalarda aynı şekilde sınırlandırıl­mış bir oranda olması gerekmemektedir.

Aksine bankanın, gi­riştiği her mudârabada, o mudârabanın karakterini ve riskle­rini göz önünde bulundurarak ayrı bir oran üzerinde üretici âmil ile anlaşması mümkündür. Çünkü bir iktisadî alandan diğerine, bir kurumdan öbürüne risk oranı değişmektedir.

İşte faizsiz banka, mudâraba ahdinde âmil ile varılan an­laşmaya ve birinden diğerine olan farklara uygun olarak, her mudârabada ortaya çıkan kârları bu esasa göre paylaştıracaktır. Aralarındaki mudârabada âmil için belirlenen paydan artan kârı banka kesecektir.

İşte çeşitli mudârabaların kârından ke­silecek olan bu miktarlar, banka ve mûdîler arasında paylaştı­rılması gereken kârların toplamıdır. Ki bu kârları dağıtma şeklini biraz sonra «Kârların Dağıtım Şeklinden» söz ederken açık­layacağız.

Bankanın Asıl Sermayesi ile veya Carî Mevduatla Mudâraba Yapması:

Mudileri tarafından bankaya yatırılan mevduatın vekili ola­rak kabul ettiğimiz bankanın, vadeli hesaplar yanında kendi­sinin mülkü kabul edilen malları da mudâraba esası üzere üre­time kaydırması mümkündür. Bankanın mâlik olduğu ve mudâ­raba yoluyla üretime kaydırabileceği bu mallar iki çeşittir:

Birincisi; Bakanın kendi malından mudâraba yoluyla üre­time kaydırmak üzere ayırdığı, asıl sermayesinin bir kısmı.

İkincisi: Bankanın kendine has tecrübesiyle, carî hesapla­rın ne kadarının çekilebileceğini, ne kadarının üretime kaydırılabileceğini takdir edebildiği miktar. İleride de geleceği gibi, banka, carî hesapları borç olarak kabul etmektedir. Bu esasa göre carî hesaplar, bankanın mülkü oluyor.

Carî hesapların ge­rekli hareketliliğini sağlamak ve kolaylaştırabilmek için bulun­durulması zorunlu para miktarını sınırlandırması da mümkün­dür. Bu sınırı aşan miktarı ise banka, üretim alanına kaydırır.

Bu iki çeşit malla bankanın mudârabaya girişmesi halin­de, sermayenin sahibi olmak sıfatıyla mudârib, bankanın ken­disi olur. Bu durumda onun kordan alacağı pay; garanti altın­daki sermayenin en yüksek ücreti ile sermayenin tehlikeye ma­ruz kalmasının değerinin toplamı olarak ifade edilir.

Bununla birlikte banka, vadeli hesap açan mûdîlere karşı onların mallarını, kendi mallarından öncelikli olarak üretime kaydırmakla yükümlüdür. O, ancak vadeli hesapların mudâraba ihtiyacını karşılayamadığı takdirde kendi özel sermayesi ile carî hesapları üretime kaydırabilir.

Üretici Âmilin Hakları:

Mudâraba akdinin üçüncü üyesi, bu akitte âmil (mudârab) rolünde olan üreticinin kişiliğinde kendisini bulur. Banka da onunla mûdîlerin vekili, olarak akdin şartları üzerinde anlaşır.



FAİZSİZ BANKA

Mudâraba esası üzere bankayla anlaşan üretici âmil. ban­kanın ve mûdînin kârdan paylarının çıkartılmasından sonra, ge­ri kalan kâr üzerinde mutlak hak sahibi olarak kabul edilir. Ni­tekim faizli bankalarla ilişki kurup onlardan kredi alan kimse de, bankanın kendisinden istediği faizi ödedikten sonra kârın geri kalan kısmı üzerinde mutlak hak sahibi kabul edilmekte­dir.

Kredi alan kişiyi faizsiz banka ile mudâraba esası üzere anlaşmaya iten etken, onu belirli bir süre sonra ödenmek üze­re faizli bankalardan kredi almaya iten etkenin aynısıdır. Bu* etken de, kâr etmek amacıdır.

Faizsiz banka ile Miski kuranın yerine getirmek zorunda olduğu haklar ile faizli banka ile ilişki kuran kişinin yerine ge­tirmesi gereken haklar arasında bir karşılaştırma yaparsak; kredi alanın faizli bankaya ödediği faiz oranının, faizsiz banka ile ilişki kuran mudârabın ödemiş olduğu bankanın değişmez ücreti ile mûdîye ödediği kâr yüzdesine eşit olduğunu göre­ceğiz.

Fakat faizsiz bankanın, mudâraba âmili tarafından gerçek­leştirilen kârdan aldığı bir ek payı daha vardır. Bu pay, daha önce geçtiği gibi garanti altındaki sermaye ile kıymetiyle teh­like altında bulunan sermayenin ücretleri arasındaki fark ka­dardır.

Faizsiz banka ile iş yapan bu fazlalığı, sermayenin ban­kanın garantisi altında olması imkânı kendisine tanındığı ve bankanın zarar yapma ihtimalini yüklendiği için öder. Bu ise şu demektir: Banka, vadeli hesapların toplamının yanında, mudârabaya verilen sermayelerde bu bakımdan doğabilecek eksiklikleri de üzerine almaktadır.

Üreticilerin Hile Yapma Tehlikesi:

Daha önce açıklanan düzenlemeden mûdînin geliri ile ban­kanın gelirinin en büyük bir kısmı, iş alanının yapacağı kâra bağlıdır. Nitekim iş alanının vaziyeti, bankanın, mûdînin mevdu­atının değerini teminat altında bulundurmasının doğuracağı et­kileri de sınırlandırmaktadır. İş alanına kaydırılmış sermayede olabilecek herhangi bir zararı, banka mûdî karşısında yüklen­mekle mükelleftir. >Bu ise şu demektir:

İş alanının sonuçları, kâr ve zararı, bankanın ve mûdîlerin durumunu büyük ölçüde etkilemektedir. Bu nedenle banka her zaman, sermayenin kullanı­lacağı işi iyice bilmeden, bütün şartlarını, kâr yapma, basan sağlama, kâr oranlarının ihtimallerini inceden inceye etüt et­meden bir mudâraba ortaklığı kurmamaya çalışmalıdır. Nitekim banka yakından tanımadığı, yapmak istediği ticarî işte yeter­liliğine tam kanaat getirmediği kişilerle mudâraba akdi yapma­maya gayret edecektir.

Fakat bütün bunlar üreticiyi bazı hilelere sapmaktan, kâ­rın bir kısmını gizlemekten veya zarar iddiasında bulunmaktan alıkoymayabilir. Böylelikle ağırlıkları bankaya yıkmış olacak, bankanın aracılığı karşılığında istediği haklardan ve mudârib (mûdî) in haklarından kendisini kurtarmış olacaktır.

Bu tür hileleri Önlemek için bankanın alacağı önlemleri aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür.

Birinci olarak: Üretici ile ilgili vekâlet şartlarında görüldü­ğü gibi âmil üreticinin güvenilirliğinden emin olmalı. Bankanın bununla ilgilenmek ve konu ile ilgili bilgi ve gerçekleri topla­makla görevli bir şube kurması da mümkündür.

İkinci olarak: Banka —yine sözü edilen şartlarda geçtiği gibi— üreticinin girişeceği işin sınırları, mudâraba yapılacak işin çeşidi hakkında tam bir fikir edinebilir.

Onun edineceği bu fikir girişilecek işin şartlarını, kâr sağ­lama ve başarma ihtimallerini sağlıklı bir şekilde etüt etme im­kânını verir... Bu durumda işin gerçek gidişini öğrenebilecek ve üretici, bir takım oyunlara kalkışacak olursa onun durumunu anlayıverecektir.

Üçüncü olarak: Daha önce geçtiği gibi banka, üreticiye piyasa fiyatlarından ve bunların değişmelerinden bilgi vermesini şart koşar. Yine aynı şekilde banka, üreticiye alım fiyatından düşük yapılan veya piyasa fiyatlarına göre makul bir kâr sağ­lamayan satışları bildirmeyi de şart koşar; ayrıca üretici bu fiyatlarla satış yapmanın bütün gerekçelerini de bildirmeye mec­bur tutulur.

Bununla birlikte faizsiz bankanın da diğer bankalar gibi «İktisadî Araştırmalar Şubesi» adı altında veya başka her hangi bir isimle bir şube açması kaçınılmazdır. Bu şube, piyasa fiyatlarını ve üretim şartlarını araştırmak olur. Bu şube iktisadî hayatla İlgili bütün bilgileri toplamak, ileride kâr yapabilecek işleri haber almak, sanat ve ticaretin geleceği ile alâkalı ma­lumat toplamak ve bu gibi şeyleri öğrenmekle görevlendirilir.

Böylelikle banka için yeterli malumat birikmiş olacaktır. Banka bunların ışığında, girişeceği mudârabaların mümkün olan en büyük miktarının doğuracağı sonuçları daha önceden sınırlandırabilecektir. Nitekim aynı malûmat belirli istekleriyle gelen üreticilerin girişmek istedikler? mudârabaları incelemek­te de bankaya çokça yardımcı olacaktır.

Bütün bunlar, şartlarını ve doğruluk derecesini vaki olma­dan inceleyebilme ve gerekli bilgileri toplayabilme fırsatını ban­kaya verir ve üreticinin zarar etme iddiasında bulunmak imkâ­nını ortadan kaldırır. Belirli ticarî işlerin yapılacağı mudârabalarda durum böyle.

Başlı başına, bağımsız bir ticarî alan kurma esası üzere ku­rulan mudârabalara veya bunların kurulması için ortak olma­ya gelince, bu gibi durumlarda bankanın başta bu iş alanının yönetimine bir temsilcisi yoluyla katılması mümkün olabilir.

Dördüncü olarak: Ta başından beri banka, konu ile ilgili belirli karineler tespit eder ve zararı tespit edeceği yöntemler­le sınırlandırır. Bu karinelerin başında da bankanın üretici (mudârab) tarafından tutulmasını şart koştuğu sağlam defterler ge­lir.

Bu belirli karinelerle kâr etmediği veya zarar yaptığı ispat edilemeyen her mudârabanın, en düşük seviyedeki bir kârla birlikte sermayesini koruyacağı asıl olarak kabul edilir. Ki bu en düşük kâr ise, mûdînin faizli bankalardan aldığı yüzde faiz oranı demektir.[33]


BANKANIN KÂRI HESAPLAMA VE DAĞITMA YOLLARI:

Banka mudarab âmilden, mudâraba akdi gereğince kâr­dan alması gereken miktarın tümünü alacak ve akidde be­lirlenmiş oranlara uygun olarak bu miktarı kendisi ile mudi ara­sında paylaştıracaktır. Bankanın mudarabalarda elde edilen kârları, vadeli hesaplarla bîr arada tutmayacağının ayrıca be­lirtilmesine gerek yoktur. Banka bunların hesaplarını ayrı tu­tacak ve bu hesaba göre kârları toplayıp paylaştırmayı üzeri­ne alacaktır.

Bununla ilgili olarak iki soru akla gelebilir:

Birincisi: Bankanın, mali yılı boyunca aracılığıyla gerçek­leşen mudarabaların kârlarının sınırlarını bilmesi gerekir. Bu malî yılı sonunda hesaplarını kapatırken bu kârları sınırlandır­ması da kaçınılmazdır... Bu zaman zarfında bazı mudarabala­rın hesaplarının tasfiyesi de henüz tamamlanmamış olabilir. O halde bankanın malî yılı boyunca mudârabaların yaptıkları kâr toplamını bilmesi nasıl mümkün olacaktır.

İkincisi: Bankanın sene boyunca aracılığıyla gerçekleşen mudarabaların kârlarını sınırlandırabildiğini varsaysak, sonra da kendisi ile mudiler arasında paylaştırmak üzere üreticilerin ban­kaya vermeleri gereken kâr oranının miktarını bilebildiğini ka­bul etsek, evet bütün bunları farz etsek bile banka her mevduata kârdan düşen payın ne kadar olduğunu nereden bilecek ve bunu hangi esasa bağlı kalarak öğrenecektir? Şimdi de bu iki soruyu sırayla cevaplandıralım:

Banka Kârın Miktarını Nasıl Hesaplar?

Banka aracılığıyla gerçekleşen mudâraba, bazen belirli bir ticarî iş yapmak üzere kurulur, bazen da başlı başına ve mü­kemmel bir iş alanı kurmak üzere kurulur. Yani üretici (mudârab) söz gelimi, ya belirli bir miktar ithal pirinci alıp mevsimi boyunca onun satışını tamamlamak üzere gelir, bankayla an­laşır ve mudâraba akdini kabul eder; ya da sermayesi mudaraba akitlerinde kullanılan vadeli hesaplardan oluşan ticarî bir işyeri açmak üzere bankayla anlaşır ve mudâraba akdini ka­bul eder.

Birinci durumda mal (sermaye), belirli bir işte kullanılmak­la sınırlıdır, normal olarak da kısa süreli olur. Yani kısa bir za­man süresi içerisinde sonuçlanır. Eğer bu işin sonucu, banka­nın hesaplarını kapatmasına rastlayan tarihlerin başında orta­ya çıkmazsa bile, hesapların kapatılması ile hesapların or­taya çıkması ve tamamlanması arasındaki devrede orta­ya çıkması da yeter. Bu da nispeten uzun sayılan bir devredir.

Bu devrede malî senenin sona ermesinden önce bankanın gi­riştiği işlerin sonuçlarını muhasebe açısından bilmesi mümkün olur. Malî senenin bitiminden az bir süre önce gerçekleşen ba­zı mudâraba akidlerinin var olduğunu ve bu devre arasında da sonuçlarının ortaya çıkmadığını farz etsek bile, bankanın yakla­şık kârı tahmin etmesi mümkün olur.

Çünkü banka, işin çeşi­dini bilmekte ve bu ana kadarki gidişinden bir sonuç çıkarta­bilmektedir. Biraz sonra da -inşallah- açıklayacağımız gibi o, bu işin sonuçlarını değerlendirebilir ve bu değerlendirme esa­sından hareket ederek bazı tasarruflarda bulunabilir.

İkinci duruma gelince; bankanın esası üzere gerçekleşti­rilen bu ticarî müesseseye, malî yılının kendisin in kine uygun düşmesi şartını ileriye sürmesi mümkündür. Bu şart ise ya mu­dâraba yoluyla işyerinin ilk olarak kurulması halinde ya da iş­yerinin mudâraba akdinin yapılışı sırasında da var olması hal­lerinde koşulabilir. İkinci halde eğer iş sahibi, mudâraba esası üzere, bankanın kendi sermayesine uzun bir süre ortak olma­sını istiyor ve malî senesini değiştirip bankanınkiyle uydurması mümkün ise, böyle bir şart koşulabilir.

Bununla birlikte bankanın sermaye isteyen müesseseye malî senesini değiştirmesini* şart koşamayacağı bazı durumlar da vardır. İşyerinin mevcut olup, malî yılı bankanınkine uyma­dığı halde, değiştirmesinin onun için zor olması veya iş alanın mevsimlik iş yapması, belirli bir maddeyi yapması ve satması, diğer taraftan bankanın malî yılın sona erdiği dönemlerin bu işin en canlı zamanlarına rastlaması hallerinde durum böyledir.

Bu tür bir iş alanın malî yılını bankanınkine uydurmaya zorlanması makul değildir. Bu iki durumun da çaresi şudur: Bu iş alanlarında sağlanacak kârlar, hesaplarının yapıldığı senenin kârlarından sayılacaktır. Bu ise ancak ilk yılın kârlarının dağıtı­mında 'bir aksaklığa neden olacaktır. Diğer yıllarda ise, gelen senenin ortalarında olabilecek kârlarının yaklaşık bir şekilde hesaplanmaları mümkün olabilecek ve bunlar bu yılın kârları arasında hesaplanan kârlar ile birlikte bu yıla ait olacaktır. Oy­sa bu senenin kârları aslında bir öncekinin kârlarına aittir.

Mudî (mudârib) ise bu iki durumdan birisini seçecektir.

Birinci olarak: Gelecek seneyi bekleyecektir. Çünkü o za­mana kadar bilinemeyen kâr miktarı ancak gelecek senenin ortalarında bilinebilecektir. Kârlar bir önceki senenin dağıtıl­dığı, aynı yılla ve aynı oranlarda bu sene de dağıtılacaktır. Böy­lelikle her bir mevduat, kârdan kendi paymı tamamen almış olacaktır.

İkinci olarak: Gelecek sene yapılması umulan kârın kar­şılığında muidinin banka ile belirli bir meblağ üzerine anlaşma­sı. Bu durumda mudi anlaşılan meblağı alacaktır. Üzerine an­laşmaya varılan tüm mevduatın kârlarını ise banka alacaktır. Buna karşılık üzerine anlaşmaya varılan meblâğları banka, ken­dine ait özel mallarından ödeyecektir.

Ta başından beri varılacak bu tür anlaşmalarda ödenecek oranı sınırlandırmak da, banka için mümkündür. Böylelikle, şah­sî anlaşmalara terk edilen miktarın sınırlandırılması sırasında her durumda banka ile mudi arasında çıkabilecek anlaşmazlık­lar da önlenmiş olacaktır.

Bankanın malî yılı sonunda henüz malî yılı tamamlanma­mış olan iş alanları ile ilgili olarak banka ile mudi arasında iz­lenecek yolun anlaşma olması ve ancak daha önce sözü edi­len kısa süreli mudâraba ve sınırlı alışverişlerde mudi ile ban­kanın bu yolu izlemesi mümkündür.

Tabiî bundan, bankanın hesaplarının tamamlanmış olmasına rağmen, sözü edilen iş adamlarının sağlayacağı kârın ne olacağının bilinememesi ha­linde bahsedilebilir. Eğer mudî, bu durumda beklemek taraftarı değilse, bu iş alanlarının sağlayacağı kârlar karşılığında ban­kanın, işin mahiyeti ve sonuçlan ile ilgili bilgileri toplayabilme gücü ile aşağı yukarı sınırlandırabileceği belirli bir meblağ üze­rine banka ile anlaşır.

Banka Kârları Nasıl Dağıtır?

Şimdi ikinci soruyu cevaplandırmamız gerekiyor. O da: Banka kârları nasıl dağıtır, mudârabe akdi sırasında belirle­nen oranlara uygun olarak kendisiyle mudi arasında kârı dağı­tabilmek için her mevduatın kârını nasıl belirleyebilecektir, so­rusuydu.

Eğer bankanın tüm vadeli hesapları aynı anda üretime ge­çirdiğini farz etseydik, bu soruyu cevaplandırmak çok kolay olurdu. Çünkü böyle bir durumda bütün mevduat belirli bir sü­re üretimde kalmış ve sene boyunca üretimde kalan vadeli he­sapların tümü için zaman faktörü aynı şekilde sözkonusu ola­caktır. Geriye kemiyet faktörü kalır.

Her vadeli hesabın sene boyunca üretimde kullanılan vadeli hesapların toplamına ora­nı ne ise, kârdan alacağı, pay da o oranda olacaktır. Oysa bü­tün mevduatın zaman faktörünü aynı şekilde kabul eden bu varsayımın, realiteyle ilgisi yoktur. Çünkü banka bütün mev­duatı aynı zamanlarda kabul etmediği gibi, aynı zamanda da üretime kaydıramamaktadır.

Aksine bunlar değişik zamanlarda olmaktadır... Diğer taraftan her mevduatın üretime geçtiği ken­dine has zaman âmilini ayrı ayrı göz önünde bulundurmakla bankayı yükümlü tutarsak, bu da banka için çok zor gelir ve onun büyük gayretler ve harcamalar yapmasını gerektirir.

Faizli bankalarda olduğu gibi her mevduatın bankaya ya­tırılma anından geri çekilme zamanına kadar kâra geçtiğini ka­bul edecek olursak o zaman da bu, bizi İslâmî mudâraba dü­şüncesinden uzaklaştırmış olacaktır. Çünkü mudâraba esası üzere ortaya çıkan gelir, ancak malın üretime geçmesinden ve ondan da kâr elde edilmesinden sağlanabilir.

Bu ise fayda adı altında borçlanma karşılığında ödenen faiz gelirinden apayrı bir şeydir. Herhangi bir üretimde bulunmamasına rağmen eğer biz vadeli hesabı açıldığı ilk günden itibaren kâra geçirecek olursak, haliyle fayda (faiz) esası üzere sağlanan gelire yak­laşmış ve mudaraba esası üzere sağlanan gelir türünden uzak­laşmış olacağız.

Bu nedenle şu teklifi yapıyoruz: Banka ken­di kasalarına giren her vadeli hesabın, açıldığı tarihten itiba­ren meselâ iki ay içerisinde üretime geçtiğini kabul edecek ve buna göre hesaplarını yapacaktır. Bu süreden önce de üreti­me geçmediğini kabul edecektir. (Bu süre esnek tutulur.

Ticarî işin şartlar ve sermayeleri üretime geçirmek için ortaya atı­lan istekler göz önünde bulundurularak değiştirilebilir.) Bu ise şu anlama gelir: Mudî herhangi bir neden dolayısıyla mev­duatını iki aydan önce çekecek olursa hiçbir kâr alamayacak­tır. Eğer mevduat iki aydan önce çekilmeyecek olursa ancak ikinci ayın sonundan itibaren kârı hesaplanacaktır.

Böylelikle bankaya mudaraba esası üzere mevduatı üretime geçirmek için makul bir süre tanınmış olacaktır. İki ayın geçmesinden sonra da mevduatın üretime geçmiş olduğu kabul edilecek ve bun­dan sonra kârı sözkonusu olabilecektir. Böylelikle de biz, İslâmî şeylikle mudaraba düşüncesinden de uzaklaşmamış ola­cağız.

Bunun fıkhı açıdan geçerli olabilmesi için, bu varsayım ge­reğince kendileri için tespit edilen payın gerçek paylarından az olması halinde bu fazlalıktan vazgeçmelerini, bankanın mûdilere şart koşması gerekir. Eğer bir tarafta ikinci ayın başından sene sonuna kadar üretimde bulunan Zeyd'in bir hissesi varsa, diğer tarafta da dördüncü ayın basından sene sonuna kadar liretimde bulunan aynı miktarda Halid'in bir hissesi varsa, do­layısıyla ikisinin de mevduatının eşitliğine rağmen, Zeydin mev­duatından elde edilen kâr, Halid’inkinden fazla olacaktır...

Böy­le bir varsayımda gerçekte Zeyd'in mevduatının kârdan payı, Halid'inkinden çok olacaktır. Bu iki ayrı mevduat arasında pay­laştırılacak kârı eşitlemek imkânının bankaya verilebilmesi ve onun mevduata kârları sağlıklı bir şekilde dağıtabilmesi için banka, her mudinin kendine düşen kârın bir kısmından vazgeç­mesini isteyecektir.

Geçen açıklamaları özetlersek: Miktarlarına ve bankada kaldıkları sürelere göre mevduata kârlarının dağıtılması gere­kir. Ancak bu süreden genel olarak mevduatın üretime geçemeyeceği kabul edilen süre ki bunun iki ay olduğunu varsaymıştık çıkartılacaktır.

Bu aşağıdaki şekilde olmaktadır:

Sene boyunca mudârabalardan elde edilen kârın 20.000 TL olduğunu ve vadeli hesaplarının toplamının bir milyon TL. olduğunu farz edelim. Biz bu 20.000 TLyi 10.000 er lira olmak üzere ikiye ayıracağız. Bunun 10.000 ini kaldıkları süreyi göz önünde bulundurmaksızın meblâğlara paylaştırırız. Diğer yarı­sı ise -hacimlerini göz önünde bulundurmaksızın- meselâ iki aylık süreyi istisna ederek, meblağların kaldıkları sürelere paylaştırılır.[34]

Sözü gecen meblağlara kârın bir bölümünü bir oran da­hilinde paylaştırılması halinde -gecen misalde olduğu gibi- on bin TLyi, bir milyon'a paylaştıracağız. O taktirde vadeli hesap­lardan her bir liranın payı 1/100 lira olacaktır. Bundan son­ra da her bir mevduatın kârını şu formüle göre hesapla­rız: Mevduatın miktarı X pay oranı -ki oda 1/100 TL.dır-

Kârın geri kalan yarısı ise, iki ay istisna edilmek suretiyle mevduatın bankada kaldığı sürelerin toplamına paylaştırılır.

On bin lirayı bütün bu sürelerin toplamına paylaştırırız. Banka­nın birim olarak alacağı bir günlük veya bir haftalık veya on beş günlük her sürenin payını çıkartır, bundan sonra da bu hisse­yi her bir mevduatın bankada kaldığı zaman biriminin toplamıyla çarparız.

Bu zaman biriminin bir gün değil de, üretim yapıldığında normal olarak kârın gerçekleşebileceği bir ay veya on beş gün veya bir hafta olarak seçilmesini tercih ederim. Mevduatın ya­tırılma süresi hesaplanırken seçilen bu zaman biriminden kısa olan sürelere kârdan herhangi bir pay verilmez. Söz gelimi, za­man birimi olarak bir haftalık süreyi kabul ettik.

Diğer taraf­tan bir miktar mevduat da yüz buçuk haftalık bir süre kâra hak kazanmıştır. Bu durumda yarım haftalık süreye herhangi bir kâr verilmez.

Kârın bir yarısı mevduata diğer kısmı ise açıkladığımız şe­kilde mevduatın bankada kaldıkları sürelere paylaştırılacak olursa, her bir mevduata kârdan düşen payın sınırlandırılması mümkün olur. Bu pay da her bir mevduatın sözü geçen kârın her iki yarısından aldığı hisselerin toplamından ibaret olacak­tır.

Mudi ile banka arasında kârın paylaştırılma şekline gelin­ce; bu da aşağıdaki gibi olacaktın

Az önce teminat altındaki sermayenin en aşağı ücretinin nasıl belirlendiğini açıklamıştık. Ki bu açıklama kısaca şöyley­di: Faiz piyasasındaki faiz oranı + faiz oranı X kâr yapmama ihtimali ve mevduat meblağından

5/100+5/100*10/100=55/1000

Şeklinde farz ettiğimiz oran ile bankanın sermayenin yapmasını beklediği kâr oranı esasından hareketle ortaya konan kâr ora­nı idi ki, bunu daha önce sermayenin % 20'si olarak farz et­miştik. Daha sonra bu örnekle mevduatın kârdan payının % 27,5 olduğunu görmüştük.

Bütün bunlara bağlı olarak, banka mudârabalardan elde et­tiği kârların tümünü, daha önce açıkladığımız gibi sürelerine ve meblağlarına göre paylaştıracaktır. Bu esas üzere her mev­duatın payı ortaya çıkarılınca, banka, mudâraba akdi sırasın­da mudi ile anlaşılan esaslara uygun olarak, mûdiye kârdan düşen paylarını verir ve geri kalan kısmını da kendisine ayırır.

Ancak açıkça bilinmeli ki: Mudinin sözü edilen payı, az önce geçen örnekte ortaya konan kârdan belirli bir yüzdedir. Bu yüzde de sermayenin tümünün kârından hesaplanmıştı. Yal­nız bir mudinin ve bankanın paylan esas alınarak hesaplanmamıştı. Buna göre: Bu oranı sermayenin tümünün kârı esası üzere değiştirmek kaçınılmaz bir şeydir. Bu ise aşağıdaki şekliyle ortaya çıkar:

Eğer, değeriyle de, kârıyla da tehlike altında bulunan ser­mayenin ücretinin ve banka ile mudinin birlikte kârdan hissele­rinin % 70 olduğunu farz edersek; bankaya verilen değişmez üc­retin, bunu % 65'e düşürdüğünü göreceğiz, o zaman mudinin kârdan payı % 27,5 olur, bankanın sabit ücreti de % 5'e eşit olunca.

Geriye; değeriyle ve kârıyla tehlike altında bulunan ser­mayenin ücretinin % 70 olduğu zaman sabit ücret için bun­dan düşmemiz gereken miktarın ne olduğunu nereden bilece­ğiz, sorusu kalıyor.

Bunu bulabilmek için sabit ücreti, kazançtan belirli bir nispete dönüştürmemiz gerekir ki, bu nispeti, geliriyle ve özüyle risk içinde olan sermayenin ücretini belirleyen yüzde oranından çıkarmak mümkün olsun.

Bunu şu örnekle açıklayalım: Sabit ücretin sermayenin % 1'i olduğunu farz edelim. Sermaye ise 1000 TL. dir. O.zaman sabit ücret 10 TL olacaktır ki bu da faiz ile fayda arasındaki farktır. Kârın % 20 yani 200 TL olacağını farz edersek, o zaman sabit ücretin kâra oranı: 10/200 olacaktır ki bu % 5'e eşittir. İşte mudi ile bankanın payı da buna göre olacaktır. Yani: % 70 — % 5 = % 65.

Banka Mevduat Toplama İhtiyacını Duyarsa:

Üretimin güçlü bir hareketlilik içinde olması, üreticilerden çokça talep olması gibi nedenler dolayısıyla banka daha çok mevduat toplama ihtiyacını kesin bir şekilde duyacak olursa, yeni mevduat toplayabilmek için bir yolu izlemesi mümkündür. O da: mudiye onun için belirlenen kâr oranına ek olarak bir mü­kâfat vermeyi vaat etmektir.

Bu mükâfatı verme şekline gelince: Banka kendisinde vadeli bir hesap açtırıp, dilediği üretici ile uygun gördüğü her şart altında mudâraba yapmak üzere bütün mudarabalarda bankayı vekil tayin eden her mudiye bir mükâfat verir. Bu özel mükâfat, mudârib olan mudiye bankayı vekil tayin etmesi su­retiyle bankaya bir hizmette bulunduğu esasından hareketle verilir.

Bankayı vekil tayin etmenin değerine bakılacak olursa, bu vekâletin sözkonusu olduğu meblağ yüksek oldukça, değeri de artmış olacaktır. Bu bakımdan mevduat miktarına uygun bir mükâfatın verilmesi mümkündür.

Bu mükâfatı vermeyi ban­ka üzerine alır, fakat bunun doğuracağı külfeti de, onun için aracılık yaptığı her üreticiden aldığı sabit ücretlerden karşılar. Nitekim faizli bankalar da mudilerin mevduatına ilk günden be­ri verdikleri faizleri, aynı mevduatı kredi olarak üreticilere ve­rip onlardan aldığı faizlerden karşılamaktadırlar.

Fakat bununla birlikte bu mükâfat hiçbir zaman faiz değil­dir. Çünkü vadeli hesapların, mudinin bankaya verdiği borç ol­madığını düşünürsek, verilen bu mükâfatın da borçlunun ala­caklıya verdiği bir şey olmadığı, dolayısıyla buna faiz denemeyeceği de anlaşılmış olur.

Sözkonusu bu mükâfat, banka açı­sından malı bir değeri bulunan bir işlem olması niteliğiyle ban­kayı vekil gasp etmeye karşılık verilmektedir. Çünkü böylelikle mudi, bankaya istediği üreticiyi seçmek ve ona istediği şartla­rı koşmak fırsatını verir.

Buna rağmen faizsiz banka için daha evlâ olan, vadeli mevduatı toplamak için mükâfat verme yoluna mümkün oldu­ğu kadar başvurmamasını daha uygun görmekteyim. Çünkü bu görünüşte büyük bir ölçüde faize benzemektedir...

Diğer taraf­tan üretim hızı arttıkça, üreticilerin talebi çoğaldıkça kâr sağlama arzusunun vadeli hesapları yeteri kadar toplayıp artıra­bilecek güçte olduğunu düşünüyorum. Çünkü üreticilerin artan talepleri, kâr için gerçekten uygun bir ortamın ve büyük fırsat­ların var olduğu anlamındadır.

Bu ise, bizzat, üreticileri banka aracılığıyla mudâraba akitlerine girişmeye ittiği gibi, mallarını doğrudan doğruya üretime geçirmek istemeyen kimseleri de, mallarını bankaya vadeli hesaplar olarak yatırmaya ve onları mudâraba esası üzere kullanmak üzere bankanın aracılığını is­temeye iter.


TASARRUF MEVDUATI:

Buraya kadar faizsiz bankanın vadeli hesaplar karşısında­ki durumunu belirtmeye çalıştık. Tasarruf mevduatına gelince, bunlar da aynı şekilde mudârabaya katılır ve faizsiz banka te­zinde, vadeli hesaplar için yaptığımız açıklamaların —ikisi dı­şında— tümü, aşağı yukarı bunlar için de söz konusudur.

1— Faizsiz banka tasarruf hesabı açan kimseyi, vadeli hesap açanlar gibi, mevduatını sözgelimi altı aylık bir süre bankada tutmaya zorlayamaz... Aksine tasarruf hesabı açanlara, istedikleri zaman mallarını geri alma hakkını tanır. Bu niteliğiy­le tasarruf hesaplan, carî hesaplara, yani durgun olmayan mevduata benzemektedir.

Fakat faizsiz bankanın tasarruf hesaplarını her zaman is­tenebilir olarak kabul etmesi, o mevduatı mudârabalara kat­maktan ve vadeli hesapların sahip olduğu hak ve şartlar altın­da kullanıp onları da bu yolla üretime geçirmekten uzak tut­maz.

Bankanın tasarruf hesabı açanların mevduatlarını geri çek­meleri karşısında, gücünü koruyabilmesi için ikinci durumu be­lirler:

2— Banka, tasarruf hesaplarından fiilen çekilen miktarın ne kadar olduğunu tespit edebilir. Bu çekilen miktarın % 10 olduğunu farz edersek, o taktirde tasarruf mevduatından her bi­risinin onda biri carî mevdûâtmış gibi kabul edilecek ve ona her hangi bir miktar ödenmeyecektir. Bunları, banka bir borçmuş gibi korur.

Böylelikle de tasarruf hesabı açanların çekmek istediklerinde banka, parasal yönden bir tam rahatlık da elde etmiş olacaktır. Ayrıca banka da tasarruf hesabı açanlara, ancak mevduatlarının değerini istemelerini şart koşacaktır.

Böylelikle tasarruf mevduatı sahipleri, vadeli hesap sahip­lerinin aksine, istedikleri zaman mevduatlarını geri çekmek fırsatına sahip bulunuyorlar. Buna karşılık tasarruf mevduatının tümü üretim alanına girmemekte, mudarabalara katılmamakta­dır. Vadeli mevduatın hepsinin üretime katılmasıyla birlikte ta­sarruf mevduatının —ikinci durumda sözü edildiği şekilde— be­lirli bir kısmı üretime kaydırılmaktadır.

Tasarruf mevduatı sahipleri mevduatını geri çektikçe ban­ka bu doğan açığı tasarruf mevduatının borç kabul edilen ve para tıkanıklığını önlemek amacıyla ayrılan kısmından öder. Ta­sarruf mevduatı sahiplerinin mevduatlarını geri çekmelerinin söz konusu olduğu bu durumda, bankanın kendisi gerçekleşti­rilmiş olan mudârabalarda onların yerine geçer.


CARİ MEVDUAT

Banka ile ilişkisi olan kimselerin câri mevduatını oluştu­ran mevduatta, diğer mevduata uyguladıklarımızı uygulamak o kadar kolay değildir. Çünkü bu mevduat, sahiplerinin ihtiyaç­larına göre, sürekli hareket içerisindedir. Mudinin bu durumu, bu mevduatı hareketlilikten uzak kılan mudâraba yoluyla banka tarafından kullanılmasını oldukça zorlar.

Diğer taraftan faizli bankaların carî mevduatı, sahiplerinden bir borç şeklin­de aldıklarını görüyoruz. Bunun üzerine mevduat, sahibi tara­fından istendiğinde hemen ödenmek şartıyla bankanın mülki­yetine geçmektedir. Banka bu borç karşılığında herhangi bir faiz ödememektedir. Çünkü faizli bankalar, carî mevduata her­hangi bir fayda (faiz) ödememektedirler.

Belirlenmiş genel politik esaslara uygun olarak, bankanın carî mevduatı birkaç kısma ayırması mümkündür.

Birinci Kısım: Bir yandan carî hesapların hareketliliğini sağlayabilmek, diğer taraftan da geri çekilme süreleri dolmuş vadeli mevduatını isteyen mudîlerin ihtiyaçlarını karşılayabil­mek için banka tarafından mahfuz tutulur. Bu kısmın miktarını ve bütün carî hesaplara göre oranını banka, —hesaplarının ha­reketliliğini ve vadeli mevduatın geri alınma isteklerini karşıla­yabilecek şekilde— belirler.

İkinci Kısım: Bu kısmı banka, mudâraba yoluyla üretici ile birlikte kullanır. Bu tür kullanmalarda banka, mudâribin yeri­ni alır; yalnızca aracı olmaktan çıkar. Diğer mudârabalarda banka ile mudinin birlikte aldıkları payı bu sefer banka, yalnız başına alır.

Üçüncü Kısım: Bu kısmı da banka, kendisiyle ilişkisi bu­lunanlara borç vermek için saklı tutar. Kendisiyle ilişkisi bulu­nanlara sunduğu bu borçlanma politikasını da, bu borçlanma­lar yoluyla onlara bazı kolaylıklar sağlamak esası üzerine kurar. Çünkü mudaraba esası üzere kurulmuş ilişkilerde kolay­lık sağlamak mümkün olmaz.

İşadamı bankaya gelip bazı ko­laylıklar sağlanmasını isteyecek olursa tanka, mudaraba v& kârda ortaklık esası üzere olmadıkça ona istediği kolaylığı sağ­lamaya ve istediği krediyi vermeye yanaşmamalıdır. Çünkü ban­kanın dışarıda kullanmaya çalıştığı mallarda asıl olan, onlarını mudaraba esası üzere kullanılmalarıdır.

Bu asıldan hareket ede­rek banka piyasada bu geleneği yerleştirmeye çalışmalıdır. Öyle ki banka ile üreticiler arasındaki ilişkinin mudaraba esası üze­re kurulu olması, alışılmış, işadamları tarafından bu şekilde an­laşılmış olmalıdır.

Üreticinin bankadan istediği kolaylığın bankacılık açısın­dan mudaraba yapılmasını imkânsız kılması gibi, bankanın mu­daraba esası üzere parasını kullanmasının mümkün olmadığı durumlarda ise, borç yoluyla bu kolaylığı sağlayabilir.

Mese­lâ, istenen kolaylık vadesi gelmiş bir senedin ödenmesi veya iş alanının bazı ihtilaçlarını karşılamak için gerekli harcamala­rın yapılması veya buna benzer herhangi bir durum içinse, bu kolaylık sağlanabilir.

Fakat buna rağmen, diğer taraftan bankanın, işadamları­nın kendileriyle olan ilişkilerini korumak gereğini göz önünde bulundurmalı ve kredide onlara bazı kolaylıklar tanımak yerine mudârabada bazı kolaylıklar tanımak tutkusunun, müşterileri­ni kendinden uzaklaştırmamasına da dikkat etmelidir.

Kredi Almanın Şartları:

Banka, kendilerine kredi verdiği kişilerde şu şartları arar:

1 — Kendisiyle, diğer bankalarla, piyasa ile olan ilişkilerinin ışığında güvenilir ve sağlam ilişkili olduğunun iki şahitle belgelenmesi,

2—Bankanın, kredi isteyenin malî ve ticarî durumunu, yaptığı işi enine boyuna inceledikten sonra, uygun göreceği krediyi ödeyecek durumda olduğunun anlaşılması,

3—Borç süresinin üç aydan fazla olmaması,

4— Bankacılık açısından sağlayacağı kolaylıklarla ilgili politikasına uygun olarak koyacağı en yüksek borç sınırını aşan kredi vermemesi.

Bu ve önceki şarttan maksat, borç süresi daha uzun ve miktarı daha fazla olduğu taktirde bu ilişkiyi mudârabaya çe­virmenin mümkün kılınabilmesidir.

5 — Borç karşılığında rehin gibi bir kısım teminat alması. Böylelikle her halükârda borcun ödenmesi sağlanmış olacak­tır.

Faydadan Faiz Unsurunu Kaldırmak:

Faizsiz bankanın, faizli bankaların müşterilerine açtıkları kredilerden aldıkları fayda karşısındaki tavrının ne olduğuna gelince: Bunu kapitalist iktisat açısından faydayı teşkil eden unsurların tahliline girişmekte açıklamak mümkün olacaktır. Kapitalist iktisatçılar, geleneksel olarak faydanın üç unsurdan teşekkül ettiğini kabul ediyorlar.

Birincisi: Alınan her faiz miktarında ölü borçların yerine geçecek bir miktar, kabul edilir. Banka daha önceki istatistik­lerine dayanarak belirli bir miktar borcun ödenmediğini tespit eder. Bu nedenle onların açığını kapatmak için faiz alır.

İkincisi: Bankanın çalıştırdığı personele ve bu gibi yerle­re yaptığı ödemelere yaptığı çeşitli harcamaları karşılamak için belirlediği bir meblâğ.

Üçüncüsü: Sermaye için alınan katıksız bir kâr.

Birinci Unsura gelince: Faizsiz bankanın, aynî teminatın alanını genişletmek, şahsî güvenin sınırlarını daraltmak, normal olarak borcun zayi olmamasını garantileyen esaslı bir güvenli­ğin sınırları dışında kalanları ret etmek suretiyle buna ihtiyacı kalmaz.

Faizsiz bankanın faize muhtaç olmaması bu yolla müm­kün olamazsa, bütün çaba ve gayretlere rağmen, kaçınılması imkânsız bir durum olursa ve bankanın ölü borçları hesaba kat­mamak söz konusu olamıyorsa, o takdirde borçlara karşı bir takım garantileyici şeyler sağlama düşüncesinden yararlanmak mümkündür.

Çünkü sigorta şirketleri aynı malları sigorta etti­ği gibi, borç alınan mallar için de sigorta yapar. Bu sigorta işlemini gerçekleştirmek ise iki yolla mümkün olur:

Birincisi: Müşterisine verdiği krediyi veya meselâ, bir se­ne boyunca ödeyeceği tüm borçlarını bizzat bankanın kendisi­nin sigorta etmesi Banka, gerekli primleri ödemek suretiyle si­gorta masraflarını yüklenmenin, ölü borçların garantilerini sağ­lamak için önemli olduğunu gördüğü takdirde, bu masrafları yüklenir.

İkincisi: Bankanın, kendisinden kredi isteyenden borcunu sigortalamasını istemesi Bu ise meşru bir istektir. Çünkü kendi tarafından kabul edilebilecek bir kefil getirilmedikçe borç isteyene borç vermekten geri durması, mal sahibinin hakların­dandır Bu ise haram kılınan faiz türünden olan belirli bir faz­lalık verilmeden borç vermemenin kapsamı içerisine hiçbir zaman girmez.

Buna göre, banka müşterisinden istediği meblağda ona kredi açmak için bir sigortanın garantisini ondan isteyecek olur­sa; müşteri ya doğrudan doğruya, ya da banka dolayısıyla si­gortaya başvurmak ve orada hem borcunu ödeyeceğini sigor­ta etmek, hem de gerekli ücretleri ödemek zorunda kalacaktır.

Buna göre bankanın yararı için sigortayı yapmakla birlikte, si­gorta işlemlerini yüklenen kredi alan müşterinin kendisidir. Si­gortayı yapan müşteri olduğuna göre, doğrudan doğruya veya dolayısıyla olsun, sigorta masraflarını da kendisi ödeyecektir.

İşte faizsiz bankanın kredi alandan sigorta masraflarını al­ması böyle olacaktır. Ancak bunlar kredi karşılığında alınan bir fayda (faiz) olarak değil, sigortaya kredi alanın vekili olarak bankanın ulaştırdığı bir karşılık olarak alınmaktadır.[35]

Buradaki zorluk ise, borç karşılığında sigortaya ödenecek ücretin her krediye isabet eden miktarının ne olduğunun zor belirlenebilecek durumda olmasından ileri gelmektedir. Çünkü sigorta şirketi, normal olarak istatistik değerlendirmeler esası­na göre —meselâ— sene boyunca bankanın açacağı tüm kre­dileri sigorta etmektedir, yoksa her krediyi bağımsız olarak sigortalamamaktadır.

İkinci Unsura gelince: Bankanın bunu istemesi mümkün­dür. Bunun fıkhı kaynağı da şer'ân borcun yazılması esasıdır. Borcu yazanın da bu işi karşılığında bir ücret alması mümkün­dür. Çünkü bu, başlı başına saygıdeğer bir iş olduğundan üc­retsiz olarak yazmak istemeyebilir. Diğer taraftan kâtibe öde­necek bir ücreti kredi veren de ödemekten kaçınabilir.

Bu se­fer istediği krediyi alabilmek için borçlu bu ücreti öder. Buna göre: Banka, borcun tescili ve kredi alanın gerekli hesaplarını tutması karşılığında makul bir ücret (ecr-i misl)i ödemesini ken­disinden kredi isteyene şart koşabilir.

Faizli bankalar, mûdilere verdikleri faizleri ve benzeri diğer giderlerinin külfetlerini karşılamak için kredi isteyenin kredisine bir takım külfetler (yani yüksek faiz v.s.) yükler. An­cak faizsiz banka istediği bu ücreti bu gibi şeylerin karşılığın­da yüklememektedir.

Sermayenin kârı olan fayda (faiz)yı temsil eden üçün­cü unsura gelince bu, faizsiz bankanın kredi alanlarla olan iliş­kilerinde tamamen ortadan kaldırılacaktır. Fakat faizsiz banka­nın, ortadan kaldıracağı ve faiz unsurlarından yani birinci ile üçüncü unsurdan kendisini uzak tutacağı bu konuda, özel bir politika izlemesi mümkündür. Bu özel politika ise, bankanın kre­di alana borcunu ödediği vakitte kendisine bir miktar kredi ver­mesini şart koşacaktır.

Bu miktar ise ortadan kaldırdığı iki un­surun toplamına eşit olacak ve bir süre sonra -—meselâ beş yıl— banka tarafından ödenecektir. Bunda ise Şer'î herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü bu, faiz türünden bir şey değildir. Üzerine bu şart koşulan kimsenin bu şartı yerine getirmek için ilzam edilmesi de mümkündür. Böylelikle banka, ortadan kaldır­dığı faizli fayda unsurlarına eşit bir miktarı elde etmiş olacak­tır.

Fakat karşılıksız olarak kendisini onların sahibi olarak gö­remez. Çünkü o, müşterilerine karşı borçlu durumundadır, an­cak bu borç ondan uzun bir süre istenmeyecektir. Bu durum da faizsiz bankaya bu miktarı kendilerinden faiz alabilmeyi kendisi için caiz göreceği bankalara yatırma imkânını verir ve bu bankalardan meselâ beş yıl boyunca yatırdığı paraların fai­zini ister.

Her borcun belirti süresi geldiğinde o parayı banka­dan alır ve alacaklının borcunu öder, Bu yolla banka, sermayenin kazancı olarak görülen haram faize sahip olmakla orta­ya çıkan rızktan kendisini kurtarmış, bununla birlikte kendisi için bir miktar kâr sağlamış olacaktır. Ayrıca, diğer bir takım bankalara mevduat yatırması da bir bankanın normal olarak arzu ettiği bir durumu da ona sağlar.

Bu yol, faizli bankalarla olan ilişkilere alışkın olan kredi alıcılarına kaldıramayacakları bir yükü yüklemeyecektir. Çün­kü belirli bir faiz miktarını ödemek yaşanan bir realitedir. Di­ğer taraftan onlara, verdikleri bu miktarı uzun bir süre sonra da olsa «borç» adı altında tekrar tahsil etme imkânı tanınmak­tadır.

Ben bunun faizsiz bankaya ondan kredi almak için geniş bir alan açacağını sanıyorum. Çünkü her insan son tahlilde on­dan kesin olarak vaz geçeceği bir miktar isteyen banka yeri­ne, belirli bir süre sonra geri alacağı bir borç vermeyi isteyen bankayı tabiatıyla tercih eder. Faizsiz bankadan fazla kredi is­tenmesi halinde ise banka müşterilerini:

birinci derecede müş­teriler ve ikinci derecede müşteriler olmak üzere ikiye ayırır. Bu sınıflandırmada izleyeceği politikayı da, kesinlikle borcu za­manında ödemeye ve kredi alanların bankaya vermeleri şart koşulan krediyi bir bağışa çevirmeye teşvik esasları üzerine ku­racaktır. Bu ise bankanın fazla kredi istenmesi halinde birinci tür müşterisini, ikinci tür müşteriye tercih edeceğini ilân et­mesi yoluyla olur.

Müşterilerin hangi müşteri grubundan olaca­ğını da bu konudaki bankayla olan ilişkileri belirler. Geçmiş deneylerle borcunu kesinlikle zamanında ödediği, bankanın kendisine şart koştuğu mümasil borcu bankaya bağışladığı ki­şileri, banka birinci türden müşteri olarak kabul eder ve daha önce aldığı borçları ödemekte gevşeklik gösteren ve şart ko­şulan borcu bankaya bağışlamayan kimselere tercih eder. Çünkü bu gibileri ikinci türden müşteri kabul edilirler ve bunla­ra ancak birinci türden olanların kredi ihtiyaçlarının karşılan­mış olması gibi durumlarda kredi verilir.

Bankanın yapacağın­dan sözünü ettiğimiz bu ilân, kredide bir faizi şart koşmak anlamında değildir. Çünkü borçlunun borcunu ödeyeceği vakit, borç akdinin ilzamı söz konusu olmaksızın alıcıya bir teberru­da bulunması Şer'ân caiz olan bir durumdur. Her borç verenin, daha önce borç verip de kendisine bir miktar bağışta bulunan kişiye tekrar borç vermeyi tercih etmesi mümkündür. Bu durumda böyle bir kimseye, herhangi bir fazlalık vermeyi şart koşmaksızın, istediği borcu verebilir.

Eğer böyle bir kişi, bankaya olan borcunu ödediği vakit, bütün arzusuyla da bir bağışta bu­lunursa, banka bunu sürekli olarak diğerlerine tercih eder, onun isteklerine öncelik tanır. Eğer kredi alan, fazla bir miktarı ba­ğış vermeyecek kendisine şart koşulan mümasil alacağı bir he­diye olarak vermeyecek olursa; faizsiz banka, faizsiz olması hasebiyle ondan herhangi bir fazlalık istemeyecek ve yalnız borcunu ondan tahsil edecektir. Fakat gelecekte, birinci dere­ceden olan müşterileri ona tercih edecek, onun kredi istekle­rini ikinci dereceden krediler olarak değerlendirecektir.

Bankayı fayda (faizli) ilişkilerinin unsurlarından uzaklaştı­ran faizsiz bankanın bu siyasetine: «Mümasil borcu Hediyeye dönüştürmeye teşvik politikası» adını vereceğiz.

Banka verdiği bütün kredilerde, lağvettiği faydaya müma­sil bir miktarı müşterilerden kredi olarak almayı şart koşacak­tır. İlzam edici olmaksızın ve şart olarak da koşmaksızın bütün iradesiyle, kredi alanı bu mümasil miktarı bankaya hediye ola­rak vermeye teşvik edecektir. Bunu da böylece yerine getiren­leri de banka «Birinci Derece Müşteri» olarak kabul edecektir.[36]



-------------

[32] Veya fıkhen daha doğru bir ifâde ile mudârib olan mal sahibi üzerine. Çünkü mâlik ve mudârib olan mudi, aslında bütün kârın sahibidir. Bu bakımdan bankanın onu sert bir şekilde ilzam etmesi mümkündür. Me­selâ, sağladığı kârın belirli bir oranını indirir veya koşulan şartın (veya şartların) sıhhatine zarar vermeyen bir şekilde oran miktarının sınırı bel­li edilmez. Bu mümkün olduğu gibi nazarî-fıkhı açıdan şu da mümkün­dür.

Âmilin kârdan payı, bankanın umduğu kâr oranını kapsayabilir. Bu durumda banka, böyle bir kârın sağlanması dolayısıyla âmilin fazla kâr­dan vazgeçmesini şer'ân bağlayıcı bir şekilde ondan ister. fıkhı açıdan bu konuda daha geniş bilgi edinmek için de kitabın sonundaki Ek: 3'e bakınız.

[33] Bu esasın fıkhı açıdan açıklamaları için Ek: 4'e bakınız.

[34] Bu, faiz kavramına bîr yakınlaşma ve mûdinin kârını zaman faktörünü göz önünde bulundurmak suretiyle faize dönüştürmek anlamına gelmez... Çünkü bizim belirttiğimiz yol, kârların da mevduata paylaştırılması için' bir yöntemden ibarettir. Yoksa bu, sermaye ile üretici arasında, üzerin­de anlaşılmış şekil değildir. Bankanın temsil ettiği sermayenin kârı da, mudârabanın yapıldığı iş alanının verimine göre ortaya çıkar.

Biz bütün kârı ve bütün mevduatın toplamını birlikte ele alacak olursak, mudîlerin bütün kârın toplamındaki haklarının mudârabadaki esaslara göre ol­duğunu göreceğiz. O zaman da sözünü ettiğimiz bu hak ile faiz hakkı arasındaki farkı anlamış olacağız.

Eğer her mevduatın ve her mûdinin başlı başına bütün kârların toplamından hak ettikleri kârı bilmek istesek, o zaman bütün kâr toplamını mevduata ayrı ayrı bölüştürürken, mevduatın hacim ve zaman faktörlerini de göz önünde bulundurmanın herhangi bir sakıncası kalmaz,

[35] Kredi alana sigorta ücretini ödeme mükellefiyetinin yükletilmesinin fıkhı kaynakları için, kitabın sonundaki Ek: Ve bakınız.

[36] Bu konuda muhterem müellife katılamayacağımızı belirtmek isteriz.

Sadreddin Yüksel - Halil Güvene


6
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2


FAİZSİZ BANKA İLE İLGİLİ GENEL MÜLAHAZALAR:(1)

Normal olarak faizli bankaların sahip oldukları sermayeye göre, faizsiz bankanın daha büyük bir sermayeyi kullanmasını zorunlu görmekteyim. Çünkü karşı karşıya kalınan zararların ağırlıklarını esaslı bir şekilde yüklenen bankanın sahip olduğu sermayedir. Bu sermaye, mudî ve müşterilere zararların yansımasını önler ve onları karşılamakta bankaya yardımcı olur.


Böylelikle banka hepsinin kendisine duydukları güveni korur, işini rahatlıkla yürütür ve her mudîye ve müşteriye kapılarını sonuna kadar açar... Bankanın sermayesi ile karşılanacak zararlar arasındaki bu sıkı bağın varlığı, bir şahsa verilen kredi ile sahip olunan sermaye arasındaki oran İçin hükümetlerin bazı sınırlar koymasının nedenini teşkil etmektedir. Aynı şekilde bu bağ, sermaye ile bankanın kabul edeceği mevduat toplamının karşılıklı oranları ile ilgili kanunî sınırların çizilmesinin de nedenidir.

Sermaye bu önemini korudukça, bu gayeyi yerine getirecek durumda oldukça, bankanın sorumlulukları büyüyüp yaptığı işin tabiatı gereği zarar etme ihtimali yüksek bulundukça, sermayenin artırılması çok tabiî bir durum olur. Böylelikle bu büyük sermaye, bu gibi durumlarda sağlam bir destek ve koruyucu unsur olur.

Faizsiz banka zararın ağırlıklarını yüklenmek, mudîlerin mevduatının tümünü garantilemek durumunda olduğuna göre, bundan dolayı ortaya çıkabilecek çeşitli ihtimalleri hesaba katmak ve sermayesini artırmak yoluyla gittiği yolu sağlamlaştırmak zorundadır.

Fakat sermayenin fazlalığının da bir sınırı vardır. Bu sınırı da bankanın giriştiği işlerde yapmayı arzu ettiği kâr miktarı belirler. Çünkü bankanın sermayesi, kâr açısından sağlanacak yarar düşünülerek bankayı bankacılık yerine sermayesini doğrudan kendisi kullanacak ve bütün kârı kendisi elde edecek dereceye getirebilir.

Oysa olması gereken bankanın sermayeden ve vadeli mevduattan birlikte sağlayacağı gelirin, bankacılık işlerinin kârını ve sınırlarını belirlemesidir. Faizsiz bankada birikmiş ve mudârabada kullanılan vadeli mevduatın bankanın asıl sermayesinin on katını bulduğunu varsayarsak, banka hangisinin .

daha kârlı olduğunu bulmak için şunu yapar: Faizsiz bir banka olarak—daha önce sunduğumuz teze uygun bir şekilde— mudîlerle üreticiler arasında, mudâraba esası üzere aracı, rolünü oynar veya bankacılık işlerinin yerine bütün sermayesiyle doğrudan doğruya üretim alanına girer.

Banka bunların hangisinin daha kârlı olduğunu, bilmesi için şunu yapması gerekir, diyorum: Asıl maldan kâr miktarına yaklaşık bir oran belirler. Direkt olarak üretim alanına girecek olsa asıl sermayesinin sağlayacağı kârın toplamı ile mudî ve üreticiler arasında aracı bir banka olarak vadeli hesapların tümünün sağlayacağı kâr toplamından kendisine düşecek payı karşılaştırır.

Bu oranın mutlak kemiyetinin,, sermayenin tümünün sağlayacağı kâra olan fazlalığı ve bunlar arasındaki farkın miktarı ile biz, bankacılık işlemlerinin kârını öğrenebiliriz. Bu farkı koruyan sınırlar içerisindeki sermaye fazlasının makul bir seviyede olması gerekir.

Asıl sermayenin bütün kârı ile bütün mevduata, düşen kâra has bu, fark, her şeyden ibaret değildir. Aksine burada hesaba katmak zorunda olduğumuz bir takım şeyler daha vardır. Bir taraftan faizsiz banka, bankacılık işlemlerinin bir sonucu, olarak elde edeceği ücretlerle ona yapılacak bağışlar ile üretici olarak asıl sermayesiyle ticarî veya sınaî bir işe girişecek olursa sağlayacağı kârları değerlendirmesi gerekir.

Mevduat kârlarından bankaya ait olacak kâr miktarının yanında bankanın kendi asıl sermayesinden veya câri mevduattan murâraba yoluyla üretime kaydıracağı kısmın kârlarından bankanın sağlayacağı daha büyük bir kâr miktarının da göz önünde bulundurulması gerekir.

Diğer taraftan, banka kurucularının kişisel şartları, direkt olarak ticarî veya sınaî yoldan üretimde bulunabilme imkânları ile buna etkili olabilecek çeşitli diğer bir takım etkenlerin de göz önünde bulundurulması gerekir.

Daha önce sunduğumuz tezin ışığında faizsiz bankanın yapısının, gelişmekte olan iktisada güç kazandıracağı, iktisadın gelişmesi sırasında gerçek ihtiyaçlarını karşılamakta müesseselere yardımcı olacağı görüşündeyim. Hatta faizsiz bankanın bu konudaki gücünün faizli bankalarınkinden daha büyük olacağını düşünüyorum.

Çünkü faizsiz banka yalnızca kredi alanın kredisini ödeyebilecek güce sahip olmasının anlaşılması ve güvenilir olduğunun bilinmesi hallerinde kredi vermiyor. Aksine banka, yaptıktan işlerin mahiyetin) üreticilerle beraber enine boyuna inceleyecektir. Böylece onlara bazı konularda yön gösterme imkânını bile bulacaktır.

Nitekim diğer taraftan, üreticinin yaptığı işin kâr sağlamasına gayret gösterecek ve yaptığı iş zarar etse bile yalnız borcunu ödeyebilmesiyle yetinmeyecektir. Bu nedenle kâr yapacağı umulmayan veya üretime arz edilen sermayenin bir kısmını sömürmeye ve rasgele dağıtmaya yönelik alanlarda, malı kullanmaktan kaçınmış olacaktır.


FAİZSİZ BANKANIN İÇ DÜZENLEMESİ İLE İLGİLİ:

İdare meclisinin oluşturulması, muhasebe müdürlükleri, kişi müdürlükleri, kredi müdürlükleri, istatistik ve araştırma müdürlükleri gibi faizli bankalarda bulunan kurumlarla faizsiz bankanınkiler arasında esaslı bir fark bulunmamaktadır.

Fakat faizsiz bankanın iç düzeninin teşkili sırasında aşağıdaki durumların göz önünde bulundurulması gerekmektedir:

Birinci olarak: «Mudârabalar Müdürlüğü» adı altında ayrı bir müdürlük açmak. Bu müdürlüğün görevi, mudî ve üreticiler arasında gerekli aracılığı sağlamaktan ve bu alanla ilgili olarak bankanın belirlemiş olduğu politikayı uygulamaktan ibaret olacaktır. Bu müdürlük, faizsiz bankanın en önemli ve en büyük müdürlüğü olacaktır. Bunun, bizzat genel müdür tarafından yürütülmesi veya onun kontrolü altında bulunması gerekir.

İkinci olarak: Faizsiz banka son tahlilde ticarî ve sınaî kurumların sağlayacakları kârlarla ilgili bulunduğuna göre. idarî yapısında ve onda görevli bulunan büyük ve orta seviyeli memurlarda, bu işlerin gerektirdiği yeterliklerin bulunması gerekmektedir. Banka genel müdürünün, ticarî piyasaya, bu piyasanın geleneklerine uzak kalmaması ve işadamlarıyla, çeşitli üretici gruplarıyla geniş ilişkilerinin bulunması gerekir.

Üçüncü olarak: Faizsiz bankanın idarî organizasyonunun oluşturulmasında mümkün olduğu kadarıyla dindar, faizsiz banka düşüncesine duygularıyla açık, bu düşünceyi ve onun İslâmî faaliyetlerini takdir eden kişilerin de bulundurulması çok güzel bir şey olur.

Böylece bunlar da kurucularla birlikte mesuliyet duygusunu ortaklasa paylaşır, bu yüce duyguları onlarla birlikte yasarlar. Bizzat bu durumlar çalışmanın gidişini etkiler, onu güzelleştir, bu hareketi sürekli olarak uygun şekliyle korur. Bütün bunları, faizsiz bankanın başarısının önemine görevlilerin inancının onları, müşterilerin rızasını kazanmaya ve onlara güzel davranmaya iteceği gerçeğine eklemek gerek...

Görevlilerin bankaya başvuran kimselerle olan ilişkilerinde, kardeşlik ruhunu esas almaya ve onlara güzel bir muamelede bulunmaya mecbur tutulmalarının, bankaya müşteri çekmekte ve ilişki alanlarını genişletmekte büyük bir payının bulunacağı apaçıktır.



İKİNCİ BÖLÜM

DAHA ÖNCE SUNDUĞUMUZ TEZİN IŞIĞINDA BANKANIN ESAS GÖREVLERİNİN ETÜDÜ:

Sunmuş olduğumuz tezin ışığında, bankanın ana görevlerini genel çizgileriyle ele almamız ve faizsiz bankanın bunlara karşı durumunun ne olduğunu açıklamamız mümkündür.

Şimdiki uygulamalarıyla, konu ile ilgili olarak bankanın görevleri, aşağıdaki şekilde kısımlara ayrılmaktadır.

1— Bankanın müşterilerinin yararına olmak üzere yaptıkları bankacılık hizmetleri ki bunlar karşılığında bankalar ücret adı altında bir miktar tahsil eder.

2— Bankaların iş kurumlarına krediler vermeleri. Bankalar, bunlar karşılığında ise bir takım faydalar (faiz) tahsil eder,

3— Banka gelirlerinin bir kısmının «kıymetli evrak» ticaretinde kullanılması İleride sırasıyla bankanın bu görevlerinden söz edeceğiz.


BANKANIN BİRİNCİ TÜRDEN GÖREVLERİ BANKACILIK HİZMETLERİ:

Banka günlük hayatımızda pek çok hizmetler ifa etmektedir. Banka, çeşitli mevduatın yatırılmasını kabul etmektedir. Bu esastan hareketle çekleri, havaleleri, senetleri tahsil eder ve buna benzer hizmetleri görür. Nitekim banka kâr amacını güderek, müşterinin başka hizmetlerini de görür.

Onların kıymetli evrak alım - satımı, karşılıklı çek, kefalet senetleri ve bu gibi banka tarafından yürütülen işlemleri bu kabildendir. Eğer bu çek ve kefaletler örtülü olmayacak olursa, hizmet olmalarının yanında, bankacılığın kolaylıkları olarak da değerlendirilebilirler.

Şimdi biz, bütün bu işlemlerden toplu bir şekilde söz edeceğiz. Bunlara da bankanın ifa ettiği esas hizmet olan mevduat kabulünden ve bunun gerektirdiği ikinci derecedeki hizmet ve işlemlerden söz etmekle başlayacağız.

Mevduatın Kabulü:

Banka günlük hayatta, müşterilerinden yatırdıkları mevduatı kabul eder. Mudînin bu mevduatını çekebilme imkânını da göz önünde bulundurarak, her zaman geri çekilebilen mevduat —ki bu tür mevduata carî hesaplar adı verilir—, biriktirme özelliğini taşıyan belirli bir süre için yatırılan mevduat ve tasarruf mevduatı olmak üzere kısımlara ayırır.

Bu şekillerden herhangi bir şekilde bankaya yatırılan mevduat miktarlarını, faizli bankalar şekillerini göz önünde bulundurarak çeşitli kavramlarla adlandırır. Ya her zaman çekilebilen, ya da karşılıklı olarak anlaşılan belirli bir süre sonra ancak çekilebilecek şekilde hesaplar açar.

İkinci durumda banka, ödemek veya istediğinde kendi adına verilmek veya bir süre sonra çekilmek üzere, yasal nakit birimlerinde belirli bir miktarı kabul etmek zorundadır. Bu şekillerin herhangi bir tanesinin kabulü, banka ile müşteri arasında varılacak anlaşmaya bağlıdır.

Gelenek olarak bu tür banka mevduatına «eksik mevduat» adı verilir. Çünkü yalnızca mevduatın yatırılmasını gerektiren maddî şartların ortaya çıkmasıyla, banka bu mevduatı ödemek zorunda değildir. Diğer taraftan müşteriler de, yasal olarak geçerli oldukları sürece bankanın kendilerine vereceği nakitleri de geri çeviremezler.

İslâm Hukukunda ise, faizli bankalara yatırılan mevduat ne tem mevduat olabilir ne de eksik mevduat.[37] Bunlar yalnızca ya her an ya da belirti bir süre sonunda ödenmesi gereken borçlardır. Çünkü müşteri mevduatını bankaya yatırması ite mevduatı üzerindeki mülkiyet hakkı ortadan kalkmış olur.

Banka bu mevduatta tam bir tasarruf yetkisine sahip olur. Bu durum ise mevduatın taşıdığı özelliklere uygun değildir Çünkü «mevduat» adi bankaların borç olarak aldığı meblağlara verilmiştir. Bunun nedeni de: Bu borçların tarihî olarak önceleri «emanet = vedia» şeklinde ortaya çıkmış olmalarıdır. Bankaların tecrübelerinin artması, iş yaptığı alanların genişlemesi sonucunda bunlar borç hüviyetini kazanmaya başladılar. Bununla birlikte hukukî açıdan «mevduat» olma niteliğini yitirmekle beraber, bu ismi almaya devam ettiler.

Faizli bankaların borç olarak aldıkları mevduata karşı faizsiz bankanın tavrı,—daha önce de geçtiği gibi— carî mevduat ile vadeli mevduat arasında bir ayırım yapmak esası üzerine kurulur. Çarı mevduatı, onlara hiçbir fayda vermeksizin borç olarak kabul eder.

Vadeli mevduatı da kelimenin hukukî , (fıkhı) anlamıyla emanet gibi kabul eder. Fakat bunlar yalnızca banka tarafından korunmak üzere verilmiyor. Bunun yanında o mevduatı mudâraba akdine sokmak suretiyle malda gerekli tasarruflarda bulunmak üzere mudînin bankayı vekil yapması da söz konusudur.

İste, faizsiz bankanın carî ve vadeli mevduatı kabul etmesi sırasında bunların hukukî muhtevaları böyle bir farklılık arz etmektedir.

Cari Mevduat ve Cari Hesap:

Mevcut bankalar açısından carî hesap, mevduatın sahibi müşteri ile bu hesapların açıldığı banka arasında karşılıklı borç anlamındadır. Mevduat, müşteri için daimî bir hesap bakiyesi durumunda olur. Mevduat sahibinin hesabının bakiyesinden çektiği miktar, onun borçlandığı miktarın ifadesidir.

Veya başka bir deyimle bankanın mevduat sahibinden alacağı miktar demektir. Batı hukukuna göre câri hesap, başlı başına bir akittir. Banka bu akitte, aralarında ortaya çıkan nakdî hakların bireysel özelliklerinden sıyrılıp carî hesabı oluşturan hesaplara dönüştürülmeleri üzere mûdî ile anlaşır.

Bunun sonucunda, üzerinde anlaşılan sürenin bitiminde, (karşılıklı) bir borç bakiyesi ortaya çıkar ve yalnızca bu bakiyen İn ödenmesi söz konusu olur. Bu nedenle carî hesap için parçalanma sözkonusu olamamaktadır.

Carî hesaplar karşısında faizsiz bankanın da durumu diğer bankalarınkine benzemektedir. Faizsiz banka bu tür mevduatı, mudîleriri kendisine verdikleri bir borç olarak kabul etmekte, ayrıca mudîlere bunlar karşılığında herhangi bir fayda sağlamamakta, fakat müşterisi için carî bir hesap açması da mümkün olabilmektedir.

Bu hesap bir taraftan müşterinin yatırdığı mevduatı, diğer taraftan da çektiği miktarı kapsamaktadır. Ancak İslâm Şeriatının carî hesaba kazandırdığı şekil, günümüz bankalarındaki hukukî şeklînden ayrılmaktadır. Batı hukuku, carî hesabı banka ile müşteri arasında yapılan başlı başına bir akid olarak görmekte ve bu akid gereğince bireysel haklar, özelliklerini kaybetmektedir.

Bu esas üzere carî hesap batı hukukunun iki borç arasında yapılan ve «mukassa» denilen ilişki hakkındaki görüşüne[38] ve daha önce sözü edilen duruma uygun düşmektedir.

Bu düşünce ağır ağır tekâmül ederek bu noktaya gelebilmiştir. Batı hukuku, ilkin kaza bir nitelik de izafe ederek mukassayı kabul etmişti. Mukassanın yapılması, mahkeme huzurunda dava edilmesine bağlı idi. Hakim ise bu işlemi yapmayı ret edebilme yetkisine sahip bulunuyordu.

Bundan sonra mukassa düşüncesi bu merhaleyi aştı ve mahkeme huzurunda görülen bir dava olmaktan çıktı. Diğer taraftan batının bazı hukuk dallarınca, iki taraftan birisinin ortaya koyacağı isteğe bağlı olan bir işlem olarak kabul edilirken; yine aynı hukukun diğer bazı dallarınca ona kanunî bir karakter kazandırıldı. Fakat kamu düzeni içerisine sokulmamıştır.

Böylelikle batı hukukunun, kendisi için bir yarar uman kişi tarafından ileri sürülmedikçe mukassa'yı kabul etmediği anlaşılmış oluyor.

Batı hukukunun mukassa ile ilgili görüşlerine göre; mukassada bankanın müşterisi ile olan ilişkileriyle ortaya çıkan ferdî haklar eritilmekte, carî hesabın sonucunda bütün bunlar topluca yok edilmekte ve karşılıklı borçlar arasında mukassa (takas) yapılabilmesi için herhangi bir şekilde bir kararın alınmasına ihtiyaç his ettirmektedir.

İslâm hukukuna gelince, carî hesabı ve karşılıklı kişisel hakların ortadan kalkmasını yorumlamak, bizi ayrıca hususî bir akdin varlığını kabul etmeye itmemektedir. Çünkü biz, müşterinin bankadan para çekmesini bankaya yatırdığı mevduat île ortaya çıkan bankaya yermiş olduğu borç karşılığında aldığı bir kredi olarak kabul edecek olursak; o vakit karşılıklı iki borç sözkonusu olmaktadır.

Yalnızca bu iki borcun karşılıklı olarak oluşmasıyla aralarında mukassa (borç takası) ister istemez cereyan eder. Banka ile müşterisi arasında bu konuda daha önceden bir akdin yapılmış olmasını da gerektirmez. Çünkü İmâmiyye ve Hanefi mezheplerinin fakîhlerînin tümü ile pek çok fakîh, şartları gerçekleştiğinde mukassanın mecburî olduğu görüşündedir ve kendiliğinden olur.

İki taraftan herhangi birisinin bu konuda karar almasına da gerek yoktur. Buna bazen «tehâtür» adı da verilir. Hatta İslâm Şeriatında, mukassa'dan vaz geçmek mümkün değildir. Çünkü bu, ıskat edilebilir bir hak değildir.

Buna göre; carî hesap var olduğu sürece, ferdî haklar haliyle kaybolmakta ve herhangi bir akde veya anlaşmaya gerek kalmaksızın, mevduat sahibi ile banka arasında sürekli olarak mukassa (borç takası) ve tehâtür söz konusu olmakta; geriye de verilen borç ile alınan kredi arasındaki fark miktarından başka bir şey kalmamaktadır.

Carî hesabın varlığı halinde, onu bankadaki hesap sahibinin hesap bakiyesine dayalı bir ödeme olarak yorumlamamız halinde; carî hesap, karşılıklı borçlardan teşekkül eden iki unsur olmaktan çıkar. Bunların yerine şu iki unsur geçer: Biri, mevduat toplamıyla sınırlandırılabilen müşterinin bankadan alacaklarıdır; diğeri ise, alacağından çektiği miktardan arta kalan hesap bakiyesidir.

Müşterinin bir hesap bakiyesinin varlığı halinde, müşterinin faizsiz bankadan çektiği para kadarının alacağından kendisine yapılan bir ödeme olarak yorumlanmasını tercih ediyorum. Yeni ve ayrı bir borç olarak ele alınmasından yana değilim. Para çeken mudînin bankada kalan alacak bakiyesi, (mudî tarafından) çekilebilecek miktardır.

Yoksa borçların takası (mukassa) yoluyla ödeneceği garantilenmiş bir miktardan ibaret değildir. Herhangi bir hesap bakiyesinin olmaması halinde para çekmeye gelince —bu ise açık hesap üzerine carî hesabın açılması halinde sözkonusu olur— bu, bir ödeme olmayacak banka ile para çeken müşteri arasında yeni bir borç işlemi olarak ortaya çıkacaktır. Bu durumda ise banka alacaklı, para çeken müşteri ise borçlu olacaktır.

İleride bu tercihte bulunmanın nedeni ortaya çıkacaktır. Çünkü bu tercihle carî hesapla, çekilen paranın ayrı bir borçlanma olarak yorumlanmasının doğurduğu seri bir takım zorluklar, ortadan kaldırılmış olacaktır.


Carî Hesap Açmak:

Banka normal olarak carî hesapların açılmasında şeklî bazı, uygulamalara girişir. Meselâ ilgili yerlere müşterinin imzasını alır ve bu imza örneğini saklar. Böylelikle müşterinin hesabından ödenmek üzere vereceği çeklerdeki imzasına uyup uymadığı araştırılabilir. Bunda da herhangi bir sakınca yoktur.

Carî hesap, müşteri ile banka arasındaki teamülden doğan hakların başlamasıyla birlikte başlar. Bu ilişki bazen müşterinin carî hesap açması suretiyle bankaya borç vermesi ile başlayabildiği gibi, daha önce bir hesap bakiyesinin varlığı söz konusu olmaksızın, bankanın müşterisine açık hesap olarak bir miktar borç para vermesiyle de başlayabilir.

Mevcut bankalarda, müşterinin birden çok hesap açmak yoluna gittiği ve bunların her birisi için ayrı işlemleri öngördüğü de görülmektedir. Eğer müşteri bunlardan yalnızca sürekli hesap bakiyesini veya her işlemin borcunun ne olduğunu bilmek istiyorsa, bunun bir sakıncası yoktur.

Yok, eğer her bir câri hesapla ortaya çıkan hakların başlı başına mahfuz kalmalarını ve bunun ayrı bir carî hesapta söz konusu olan ferdî haklar karşılığında olmasını istiyorsa; diğer taraftan hesaplarının birisinde borçlu, diğerinde de alacaklı görünüyorsa ve bunlar arasında mukassa (takas) yapılmayacaksa; evet bu ayrı ayrı hesaplar bu anlama geliyorsa, bu sahîh değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi mukassa zorunlu olarak yapılır.

Ondan vazgeçmek mümkün olmadığı gibi, her bir hesabın borçlusu da, alacaklısı da aynı kişi olduğu sürece, bunlar arasında bir takas yapılamayacağını şart koşmak da mümkün değildir.

Faizli bankalarda ise, müşteri olarak kalmaları istenen büyük hesap sahiplerine, açtıkları hesabın bir mevduat hesabı olduğunu göz önünde bulundurmaksızın, bu hesaplara bir fayda da verilmektedir. Bu ise, faizsiz bankanın yapamayacağı bir şeydir. Kendisiyle devamlı ilişkilerde bulunmalarını sağlamak amacıyla banka, carî hesap sahiplerine bazı imkânlar tanımak yolunu tutabilir. Bankanın müşterilerine bu amaçla faizsiz kredi verme yolunu seçmesi de bunlardan birisi olabilir.

Hesaba Para Yatırmak:

Hesaba para yatırmak çeşitli şekillerde gerçekleşebilir. Ana şekil ise nakdî olarak paranın yatırılmasıdır. Müşteri veya onun vekili belirli bir meblağı bankaya yatırır. Bunun karşılığında bu meblağı yatırdığına dair bir belge alır. Sonra da bu meblağ, hesabın «alacak» kısmına yazılır.

Mevduat yatırmanın diğer bir yolu da şudur: Müşteri adına muharrer veya üzerine havale edilmiş çeklerle bankaya gelir, bankadan bu çeklerin kıymetlerinin tahsil edilip carî hesapları arasına kayıt edilmesini ister. Buna bir örnek verelim: İki kişi düşünelim.

Bunlardan birisi borçlu, diğeri de alacaklı olsun. Borçlu borcunu ödemek istediğinde, borcu değerindeki banka çekini yazıp alacaklısına verir. Bunun üzerine alacaklı» çeki bankaya götürür ve bu çekin kıymetinin tahsil edilip câri hesabına kayıt edilmesini ister. Böylelikle o. bu çekin kıymetini bankaya mevduat olarak yatırmış olur.

Bu yolla mevduat yatırmak, çeki yazan tarafından para çekilmesiyle ilgili bulunuyor ve onun bir teferruatı oluyor. Bu nedenle bunu, çeklerin tahsil edilmesinden söz ederken şer'î açıdan ele alacağız. Bunlardan hesaptan para çekmek ve benzeri işlemlerden söz edip bunlar hakkında bir fikir verdikten sonra bahsedeceğiz. Bunlardan sonra bu yolla para yatırmanın şer'ân sahîh olduğu da açıklığa kavuşmuş olacaktır.

Bu şekilde mevduat yatırmak gerçekleştiği gibi, müşterisi, tarafından tahsil edilmek üzere verilen senetlerin banka tarafından tahsil edilmesi yoluyla da gerçekleşir. Bu durumda banka, senet değerinde müşteri lehine borçla ilgili bir takım kayıtlara bağlı kalır. Yani banka senedin değerini borçludan tahsil eder ve senedin kendisi için yazıldığı alacaklının hesabının bakiyesine ekler.

Veya senedin kıymetini yanında bulunan borçluya ait hesap bakiyesinden düşer ve alacaklının hesap, bakiyesine ekler. Bütün bunlar, senetten faydalanan kişinin müsaadesinin var olması şartıyla, şer'ân caîzdir.

Diğer taraftan bankanın müşterileri lehine gördüğü bazı işler de vardır. Müşteri ise hesabının durumunu açıklayan yazılar veya buna dair bazı bilgiler çıkartılmadıkça bunların farkına yaramayabilir. Meselâ banka, müşterisinden alacaklı olanın belirli meblağlarda gelecek dahilî veya haricî havalelerini, alacaklının hesap bakiyesine kayıt eder.


Bu havaleler ise bazı, malların alımı veya başka şeylerin hesaplarının karşılanmasında söz konusu olabilir. Banka, havale kıymetini, havale edenin hesabından havale edilenin hesabına kaydırır ve onu hesabının, bakiyesi üzerine kayıt eder. Böylelikle alacaklının carî hesap, bakiyesi artmış olur.

Böyle bir işlem, üzerine gelecek havaleleri kabul etmekte; mudînin bankaya izin vermesi halinde şer'ân caîzdir. Bu durumda banka, müşterisinin bir vekili olarak havaleyi kabul eder. Böyle bir durumda bankanın hesabın bakiyesini tutmak ve ihale edenin hesabından havaleden faydalanacak kişinin hesabına havale kıymetini geçirmek imkânına sahip olur. Böylelikle onun bu yolla havale kıymetini bankaya mevduat olarak yatırması da gerçekleşmiş olur.

Böylece anlamış oluyoruz ki, mudînin mevduatını doğrudan kendisinin yatırması mümkün olduğu gibi, daha önce anlatılan şekle uygun olarak müşterisinin yararına mevduat kayıt etmeside mümkün olur.

Hesaptan Para Çekmek:

Hesaptan para çekme işlemi çeşitli yollarla gerçekleşir. Bunların en önemlisi, müşteri tarafından imzalanmış olan çeklerdir. Bazen müşterinin bankaya gönderdiği imzalanmış yazılı bir emirle, başka bir bankaya, içerde veya dışarıda başka bir yere belirli nakdî bir miktarın havale olarak gönderilmesini istemesi yoluyla da para çekilebilir. Bu durumda banka, bu emri yerine getirmesi sonucu geri kalan hesap bakiyesini açıklayan bir mektup gönderir.

Kendi adına kıymetli bazı evrakın satın alınması için, müşterinin bankaya yazılı bir emir göndermesi veya bankaya müşterisinin imzasını taşıyan ödenmesi gereken bir senedin getirilmesi ve kıymetinin Carî hesabından düşürülüp hak sahibine ^ödenmesine dair bilgisinin bulunduğunun açıkça ortaya konması yoluyla da bankadan para çekme işlemi gerçekleşmiş olur.

Şimdi başlıca para çekme yolu olan çek yoluyla para çekmekten söz edeceğiz. Yazılı bir emirle havale çıkartılmasını istemekten, bankanın yerine getirdiği bankacılık hizmetlerinden biri olan «havale»yi ele alırken söz edeceğiz. Yazılı bir emirle veya müşteri hesabına kıymetli bazı evrakın satın alınması yoluyla para çekmekten de, bankanın bu tür hizmetlerini ele alırken bahsedeceğiz.

Hak sahibine kıymetinin ödenmesine müsaade edilen bir senedin bankaya sunulması yoluyla para çekmeye gelince; bu, ödenmesi gereken bir borcun süresinin gelmesi şart koşularak bankaya yapılan havale konusu ile ilgilidir. Bu nedenle bundan da havaleden bahsederken söz edeceğiz.

Çekler ödeten bir borç ödeme aracı olarak kullanılmaktadır. Çeki yazan borçlu, ondan yararlanacak olan da alacaklı olur. Borçlu, alacaklısının borcunu ödemek üzere ona bir banka çeki yazar. Çeki yazan borçlunun da bazen carî hesaptan-alacağı bir hesap bakiyesi bulunur, bazen da bankadaki carî hesabı açık olur, alacak hiçbir hesap bakiyesi söz konusu olmayabilir. Bu iki durumu da bir çerçeve içerisinde ele alalım:

Birinci Durum:

Çeki yazanın bankadan alacak bir hesap bakiyesinin bulunması halidir. Borcunu ödeme aracı olarak yazmış olduğu çek yoluyla carî hesabından para çeker. Daha önce carî hesaptan para çekmenin, para çeken kimsenin bankadaki alacağının ödenmesi şeklinde yorumlanmasının mümkün olduğunu açıklamış idik.

Nitekim para çekmek, müşterinin bankadan borç almasıyla da yorumlanabilir. Bu durumda carî hesabın bu hareketliliğiyle karşılıklı borçlar ortaya çıkmış oluyor.

Eğer biz carî hesabı, bir borç ödeme olarak yorumlarsak —ki bu, faizsiz bankanın üzerinde kurulmasını tercih ettiğimiz esastır—borçlunun alacaklısına vermiş olduğu çeki, borçlunun alacaklıyı bankaya havale etmesi şeklinde anlayabiliriz. Çünkü banka, borçlunun carî hesaplarının kıymetini elinde bulundurmaktadır. Böyle bir işlem, bankadan alacaklı olanın, kendisinden alacaklı olanı bankaya havale etmesi olur ve Şer'ân da sahîh (geçerli)dir.

Böylelikle de borçlu olan muhîl (havale eden), çekten yararlanacak olanın alacağından kurtulmuş olur. Banka da, çekin değeri kadar olan bir miktarı mudîle ödemiş olur.

Carî hesaptan para çekmeyi bankadan alman yeri bir borç ve dolayısıyla da karşılıklı bir borçlanma olarak yorumlayacak olursak; o zaman bunu borçlanma için İslâm’da öngörülen bir takım şartlara uydurmak zorunda kalırız. Borç alanın veya vekilinin borç alman miktarı kabz etmesi, İslâm Şerîatının borçlanmada öngördüğü esas şartlardan bir tanesidir.

O halde, ya para çeken veya onun vekili, bankadan borç olarak çek ile çekilen miktarı kabz etmedikçe, bu borçlanma sahîh olmaz. Gerçekte ise bu gibi durumlarda borç alınan miktarın kabzı diye bir şey bulunmamaktadır. Hatta çoğu zaman çekin kıymetinin bir hesaptan başka bir hesaba kaydırılmasından başka bir şey olmamaktadır. Şartları tamamlanmadığından borçlanma da gerçekleşmemektedir. Borçlanma gerçekleşmeyince de, çek yazan kişi çek alana olan borcunu da ödememektedir.

İşte bu nedenle, faizsiz banka için hesaptan para çekme işlemlerini alacaktan ödeme olarak görmeyi tercih ediyor ve yeni bir borç olarak kabul etmiyoruz.

İkinci Durum:

Çek verenin bankada alacak bir hesap bakiyesinin bulunmaması, fakat bankada açık bir hesabının bulunması halidir. Böyle bir durumda çek veren, alacaklısına çek yazar. Çeki alan da onu ya kıymetini almak veya onun kıymetini çeki veren borçlusunun hesabından düşmek ve kıymetini alacaklının hesap bakiyesine yazmak üzere bankaya verir. Eğer biz çeki bankadan 'alman yeni bir borç olarak kabul edecek olursak, Şer'î açıdan aynı zorlukla burada da karşılaşmış oluruz. Çünkü bu durumda da sıhhat borç miktarının kabz edilmesine bağlıdır...

Birinci durumda çekin, borçlunun alacaklısını, alacağı bulunan üçüncü bir şahsa havale etmesi esasından hareket edecek olursak, bu durumda da borçlunun alacaklısını, alacağının bulunduğu bankaya havalesi olarak kabul ederiz. Ancak burada kendisi üzerine havale yapılan (banka)nın, havale edene borcu yoktur. Bu gibi havaleye fukahâ «borcu olmayanın üzerine havale» terimini kullanırlar. Bu, bence geçerli bir havaledir.

Bankanın bu havaleyi kabul etmesiyle yerine getirilir. Eğer banka çeki kabul ederse, bu onun havaleyi kabul etmesi anlamına alınır. Havale edilen için, havale edenin zimmetindeki alacağı kadar bir borç, bankanın zimmetine geçer. Böylelikle havale eden, bankaya (kendisine havale edilen) havale kıymetinde borçlanmış olur.

Çek verenin bankaya borçlu olması burada borçlanma esasına göre değildir ki, borçlanma kabz olmadan gerçekleşemesin; buradaki borçlanma bankanın havaleyi kabul etmesi esası üzerine kuruludur... Banka, borçsuz olduğu halde, havaleyi kabul etmesi ve havale edenin borcunun, kendi zimmetine geçmesiyle aynı miktarda havale edenden alacaklı olur.[39]

Böylece, havale esas alınarak, bir ödeme şekli olmak üzere banka çeki kullanmanın nasıl sahîh olacağı açıklanmış olur. Bu durumda çek verenin bankadaki carî hesabında alacak bir hesap bakiyesinin bulunması ile carî hesabının açık olması arasında bir fark yoktur.

Burada müşterinin böyle bir şeyle yükümlü tutmaması halinde bile, bankanın bağlı olduğu bazı kayıtlar vardır. Çeşitli işlemler, posta masrafı, açık hesapları ortaya koymak için gerekir işlemler bunlar arasındadır.

Bunların hepsi doğrudur. Çünkü bankacılık hizmetleri karşılığında müşterinin bankaya bir ecri misil kadar borcu olmaktadır. Çünkü bu hizmetlerde açık hesapların bildirilmesi, açık veya zımnî bir emir gereğince bankanın üzerine aldığı posta ücreti vardır ve bunların müşteri tarafından karşılanması gerekmektedir. Karşılıklı iki borç arasında sözkonusu olan mukassa (takas) gereğince, bu gibi işlemlerin ücreti, müşterinin hesap bakiyesinden kesilir.

Aynı Şahısta İkiden Fazla Sıfatın Bulunması:

Diğer taraftan bankadan çekle para çekmekte bazı durumlar vardır ki, bunlarda yalnızca bir bakımdan iki sıfat bir arada bulunabilmektedir. Müşterinin bankaya, üzerine bizzat kendi adına yazılmış bir çek getirmesi bu türdendir. Bu durumda müşteri, hem çekle para çekeni, hem de ondan yararlanacak olanı temsil etmektedir.

Bu işlemin fıkhı deliline gelince; çekle para alan getirmiş olduğu çek değerinde bankadaki alacağından bir kısmını almak istemektedir. Onun (kendisi için) çek yazması, onu bankaya getirdiğinde, alacağının ödenmesi ve değeri kadar bir parayı çekebilmesi için bir belge olarak kullanmak istediğinden başka bir şey için değildir.

Müşterinin banka emrine yazılmış bir çeki getirmesi de yine bu türdendir. Böyle bir durumda banka hem çeki ödemek, hem de ondan yararlanmak durumundadır. Böyle bir işlemin fıkhı deliline gelince: Para çeken herhangi bir sebeple bankaya borçlanmıştır.

Bu nedenle çekle ortaya çıkan bu borçlanma çerçevesinde, bankanın bu borçlanması ile cari hesaptaki hesap bakiyesinde müşahhaslaşan müşterinin alacağı arasında mukassa cereyan etmiştir. Böyle bir durumda çek, banka ile müşteri arasında mukassanın cereyanına dair bir belge olmaktan Öte bir şey değildir. Bütün bunlar ise Şer'an caiz olan şeylerdir.

Vadeli Hesaplar:

Kısa bir süre içerisinde, kendisine ihtiyaç duyulmadığı sürece, ondan bir fayda sağlamak amacıyla sahipleri tarafından bankaya yatırılan meblağlardır. Bu meblağları müşteri ile banka arasında anlaşılan süreden daha erken bankadan çekmek, mümkün olmaz. Çoğu zaman olduğu gibi mudî mevduatının kalmasını arzu ettiği taktirde mevduatın vâdesi dolduktan sonra akdini yeniler ve mevduatını bankada bırakabilir.

Gerçekte ise, bu mevduat, haram kılınmış faizli borçlar durumundadır. Bu nedenle faizsiz banka bunları böyle almaktan, kaçınır ve fıkhı bakımdan tam bir vedîa (emanet)e dönüştürür. Ki bu mevduat, sahiplerince bankaya mudâraba esası üzere üretime kaydırılmaları mümkün olduğu taktirde onları kullanmak üzere verilmiştir... Bunu ise daha önce sunmuş olduğumuz tezde genişçe açıklamış bulunuyoruz.

Tasarruf Mevduatı:

«Tasarruf mevduatı» ile her mevduat yatırma veya çekme sırasında takdim edilmesi gereken bir defterde açılan her hesap kast edilir. Bu biriktirme mevduat kısımlarından bir tanesidir. Ancak tasarruf mevduatında, mevduat sahipleri istedikleri zaman veya özel bazı şartlar dâhilinde para çekebilirler.

Faizsiz banka bu tasarruf hesaplarını kabul etmemek gibi bir durumda olmaz. Tasarruf sahiplerine istedikleri zaman mevduatlarını geri almak imkânını tanıması açısından da, faizli bankalarla arasında bir fark yoktur. Diğer taraftan faizsiz banka, vadeli mevduatı mudâraba esası üzere üretime kaydırdığı gibi, bu tür mevduatı da aynı şekilde üretime kaydırır.

Fakat faizsiz mevduata karşı takındığı tavrından —birinci bölümde de açıklandığı gibi— iki noktada ayrılmaktadır.

Birincisi: Vadeli hesaplarda öngörülen şekilde mudînin mevduatını en az altı ay bankada bırakmasının şart koşulmasına aykırı olarak, tasarruf mevduatını sahibi istediği zaman çekebilir.

Diğeri: Faizsiz banka her bir tasarruf mevduatından belirli bir miktarı borç olarak keser ve parasal akışı sağlamak için bu miktarı muhafaza eder. Tezimizi açıklarken geçtiği gibi, bu miktarı mudârabaya ve üretim alanına kaydırmaz.

Gerçek Mevduat:

Sahipleri tarafından korunmak, hırsızlık, kayıp, yangın ve bu gibi tehlikeler karşısında güvenlik altında bulundurulmak istenen belirli şeyleri, maddî bir ihtiyacın ortaya çıkması halinde geri çekmek üzere bankaya yatırdıkları mevduattır. Bu gaye ile banka, özel kasalar hazırlar, ücret karşılığında müşterilerine kiralar ve bunun karşılığında onlardan bir ücret alır.

Bu tür mevduat, fıkhı anlamıyla tam bir mevduat (emanet)tir. Buna göre, bu işleri görmesi karşılığında bankanın bir ücret alması câîz olur. Bu ücretin, mevduatın korunması için ayrılan özel para kasası için alınması ile bankanın onu korumak için gördüğü işin karşılığı olması arasında da herhangi bir fark yoktur.


BANKA MEVDUATININ İKTİSADÎ ÖNEMİ:

Mevcut bankalara yatırılan banka mevduatının iktisadî önemi aşağıdaki noktalarda özetlenebilir:

1—Bankadaki mevduat, banka sicillerinde yalnızca bir kayıttan ibaret olmalarına rağmen, herhangi bir müşterinin hesabını ifade etmektedir. Mevduat, gerekli ödemeleri yapabilmek için önemli bir araç olarak görülmektedir. Çünkü böylelikle bankalardaki güven unsurundan kaynaklanan güçlü garantilere sahip olunabilir.

Her ne kadar hukuk, bunlara tedavüldeki paragözüyle bakmamakta ise de, durum böyledir. Bu nedenle, diğer nakitlerde sözkonusu olduğu gibi, onları ödemeyi kabul etmeye dair herhangi bir zorlama sözkonusu olamaz. Fakat bu kabul etmeyişi de, banka mevduatı teamülde bulunulan alanı genişletmekten geri bırakmamaktadır. Bu da, çekleri kullanmak yoluyla mevduatın mülkiyetini birinden Öbürüne aktarmak yoluyla gerçekleşebiliyor. Bunun sonucunda ticarî ve iktisadî alanda ödeme araçlarında bir artış gerçekleşmiş olur.

2—Banka mevduatı çoğunlukla, bankaya yatırılmadan önce âtıl bulunan mallan oluşturmaktadır. Âtıl bulunan bu malların bankaya yatırılmalarıyla, işadamlarına bankanın verdiği kredi suretiyle onlara, üretim alanına kayma imkânı verilmiş oluyor. Böylelikle mevduat, memleketteki iktisadî refahın yükselmesine, sınaî ve ticarî gelişmesine büyük bir ölçüde katkıda bulunmak imkânına sahip olmuş olur,

3— Bankadaki mevduat, gerçek toplamından daha büyük bir derecede bir güven yaratma imkânını bankaya verir. Güvende aynı şekilde bankaya mevduatın daha çok yatırılmasını sağlar. Böylece banka mevduatının toplamı arttıkça artar. Bunun sonunda nakit paranın yerini tutan ödeme şekilleri çoğalır...
Ödeme şekilleri çoğaldıkça da, ticarî canlılık genişler ve gelişir.

Bu üç nokta karşısında önce İslâm Şerîatın tavrım, sonra da faizsiz bankanın tavrını belirlememiz gerekmektedir.

Banka Mevduatı, Ödeme Aracıdırlar:

Birinci noktaya gelince, banka mevduatını çeklerin kullanılması yoluyla ödeme aracı olarak düşünmek mümkündür, ödeme aracı çek değil de banko mevduatının kendisi, çek mudînin hesap bakiyesinden belirli bir miktarın çekilmesi için yalnızca bir emir olduğuna, mevduat da bankanın zimmetinde bulunan bir borçtan başka bir şey olmadığına göre;

mevduatı bir âdeme aracı olarak ele almak, borcu ödeme aracı olarak görmek demek olur. Bu nedenle mevduatın, nakit para yerine kullanılması, borç yerine kullanılması câîz olan sınırlar çerçevesinde câîz olur. Bu sınırları da bilmek için, borç muamelelerini iki kısma ayırıyoruz:

Birincisi: Havale yoluyla, borcu başka bir borcun ödenmesi için bir araç olarak kullanma. Borçlunun alacaklısını, kendisinin alacağı bulunan üçüncü bir şahsa havale etmesi mümkündür. Böylelikle borçlu, kendi alacağını, kendisinden alacaklı olanın alacağını ödemekte ve böylece kendisini borçtan kurtarmakta kullanmış oluyor. Bu işlem de daha önce geçtiği gibi Şer'ân sahihtir. Buna göre de çeki bir borcu ödeme aracı olarak kullanmak da câîz olur.

Diğeri: Borcu, akdin doğrudan doğruya üzerine yapıldığı bir ödeme aracı olarak kullanmak. Meselâ, alacaklı, borç verdiği kişinin zimmetindeki alacağı ile bir mal alır veya bu alacağını diğer bir şahsa hibe eder... Bu tür ilişkilerin Şer'î acıdan bazen sahih olduğuna, bazen de bâtıl (geçersiz) olduklarına hükmedilir.

Meselâ, alacaklının, borçlusunun zimmetindeki alacağı ile bir mal satın alması, Şer'ân faizdir. Ancak alman malın sonradan feslim edilecek bir şey olmaması gerekir. Aksi taktirde alım - satım işlemi bâtıl olur. Çünkü bu, veresiyeyi veresiye satmak olur. Bu ise bâtıldır. Diğer bir örnek: Başka bir şahsın zimmetinde bulunan bir alacağın, bir şahsa hibe edilmesi. Şer' ân sahihtir.

Ancak mevhûbun leh (kendisine hibe edilen)in, bizzat borçlu kişinin olması gerekir. Mevhûbun lehin başka bir kimse olması halinde ise; mevhûbun lehin, hibe edilen malı kabz etmesini hibenin sıhhati için şart görenlere göre; hibede tasarruf edebilmesi için alacaklının borcunu, kendisinin de hibesini kabz etmesi şarttır; bu iki ayrı kabz da gerçekleşmedikçe hibe sahîh olmaz.

Buna göre, geçmiş bir borcu ödemek üzere çek vermenin Şer'ân sahîh olduğu anlaşılmış oluyor. Bizzat bankadaki mevduatın kendisinin muamele konusu olması için, çeki akdin üzerinde yapıldığı bir konu olarak işleme koymaya gelince, bu, bazen sahîh olabilir, bazen de olmayabilir.

Fakat eğer akid mevzuu olarak çek alınmış ve çek verenin bankada bir hesap bakiyesi mevcut değilse, çek aracılığıyla para çekmek her zaman bâtıl kabul edilir. Çünkü çekin itibara alınabilmesi için çek yoluyla para çekmek isteyenin —meselâ onunla bir şey alabilmek veya hibe edebilmek için gerçekten sahip olduğu bir şey yoktur...

Borç ödeyecek olanın cari hesap bakiyesi ise, bankanın ondan aldığı borçtan başka bir şey değildir. Alacağa ise, alacaklı onu kabz etmedikçe mâlik olamaz. O halde doğrudan doğruya veya vekâletle alacak kabz edilmeden, onunla ticarî muamelelerde bulunmanın, onu hibe etmenin ve onunla bir şeyler satın almak gibi işlemlerin hiçbir anlamı yoktur.

Çeklerle yapılan işlemlerde çoğunlukla çeklerin bir ödeme vasıtası olarak kullanılması âdet haline gelmiştir. Bu ise daha önceden bilindiği gibi sahihtir.

Âtıl Malların Kullanılmasında Faizsiz Bankanın Rolü:

İkinci noktaya gelince—ki o da bankanın çalışmalarıyla âtıl malları bir araya getirip onların kullanılmasını sağlamaktır— faizli bankalar için geçerli olduğu gibi, faizsiz banka için de geçerliliğini koruyacaktır. Aralarındaki fark, bu kullanımdaki üslûp ayrılığındadır. Faizli bankaların bu mallan kullanması, üreticilere kredi olarak vermek esasından hareket ederek gerçekleştirilirken; faizsiz bankada bu, mudarâba esası üzere üreticilerle ortaklığa girmek suretiyle gerçekleşmektedir

Mevduat Kemiyetinden Daha Büyük Bir Oranda Güven Sağlamak:

Üçüncü noktada—ki o, bankanın kendisinde toplananı mevduat toplamından daha büyük bir oranda güven telkin etmesidir— şunu sormamız gerekir: Faizsiz bankanın, fiilen elinde var olan mevduat toplamından daha büyük bir oranda güven ve ona bağlı olarak kredi sağlaması mümkün olur mu?

Cevap, olumludur. Fakat bankanın sağlayacağı bu fazla kredinin şer'î bir sebebe dayalı olması ve gayri meşru olan hiçbir sebebe bağlı olmaması gereklidir. Meşru olan sebebi, meşru olmayan sebepten ayırmak için de aşağıdaki üç hali varsayalım:

1— Bankadaki mevduat toplamının 1000 TL olduğunu düşünelim. Bankaya iki kişi gelir ve her birisi 1000 TL kredi ister. Banka, bunların aldıklarını mevduat olarak yatıracaklarını ve mevduatlarını aynı zaman içerisinde birlikte geri çekmeyeceklerini bildiği takdirde; her birisine 1000 TL lik kredi taahhüdünün mümkün olduğunu görür. Böylelikle kasasında ancak 1000 TL bulunduğu halde 2500 TL mevduat alacaklısı olma imkânına erişecektir.

2—Bankadaki mevduatın 1000 TL olduğunu düşünelim. Bankaya gelen bir kişi 1000 TL kredi ister. Banka da ona istenen miktardaki krediyi verir. Kredi alan onu belirli bir süre için alır ve onu borcunu ödemek üzere alacaklısına verir. Alacaklı da aldığı bu miktarı gider bankaya mevduat olarak yatırır. Bu sefer başka bir kimse gelir ve bankadan yine 1000 TLık bir kredi ister, banka buna da kredi verir ve bu miktarı ona teslim eder.

Böylelikle banka 2000 TL kredi vermiş durumda olur. Oysa kasasındaki mevduatın toplam miktarı 1000TLdır. Buna karşılık, 2000 TL alacaklıdır.

3— Bankada mevcut mevduatın aynı şekilde 1000 TL olduğunu varsayıyoruz. Bankada herhangi bir hesap bakiyeleri bulunmayan iki şahıstan iki ayrı havale gelir. Bunların her birisi 1000 TL lik alacaklısını bankaya havale etmiştir. Bununla birlikte banka biliyorsa, iki havaleyi de birlikte kabul edecek olursa 2000 TL havale bedelinin kendisinden hemen istenmeyeceği kesindir. Çünkü her iki alacaklı da, alacaklarını aynı anda bankadan çekmeyeceklerdir.

Bu noktadan hareketle banka, her iki havaleyi de kabul eder. Böylece borç havale eden her iki şahıstan ayrı ayrı biner TL alacaklı olur. Böylece de 2000 TL Iik alacaktan da gerekli ücretleri tahsil eder. Oysa kendisinde var olan mevduat toplamı 1000 TL dan fazla değildir.

Bu üç hali de yakından inceleyecek olursak; birinci halde bankanın 2000 TL alacaklılık durumunun iki şahsa vermeyi taahhüt ettiği kredilerden doğduğunu görürüz. Fakat her bir kredinin de şer'ân gerekli olan kabz edilmeleri şartı sözkonusu
değildir. Çünkü kredi isteyenlerin her biri, yalnız 1000 TL Iik kredi alma taahhüdünü bankadan almış, fakat tahsil etmemiş, hesabında da kendisi 'borçlu' kaydolunmuştur. Bu bakımdan bu ödünç işlemi batıldır. Ve banka, 2000 TL alacaklı sayılamaz. Onlara teslim ettiği miktar ne ise o kadar onlardan alacaklı olarak kabul edilir.

İkinci halde de bankanın 2000 TL Iik bir alacağı, yine iki ayrı alacaktan ortaya çıkmıştır. Ancak bu iki kredide kabz gerçekleşmiş durumdadır. Çünkü kredi alanların her birisi, kredi aldığı miktarın tümünü kabz etmiştir. Bu durumda her iki kredi de geçerli olur ve şer'ân banka 2000 TL alacaklıdır.

Üçüncü halde ise bankanın 2000 TL Iik alacağı, iki ayrı havale çıkartanın havalelilerini kabul etmesi sonucunda ortaya çıkmıştır, ödünç akdinin sonucu değil. Havale ise şer'ân sahihtir. Bu durumda banka havale çıkartanlardan 2000 TL alacaklıdır. Aynı zamanda da havale çıkartanların alacaklısı olan kişilere de 2000 TL borçludur.

Bu açıklamalardan, bankanın fiilen elinde mevcut olan miktardan daha büyük bir oranda kredi vermek için gerekli şer'î neden bulunduğu taktirde kredi vermesinin şer'ân caiz olduğu açıkça ortaya çıkmış olur. Bu ise ikinci halde olduğu gibi, kredi alan kredi aldığı miktarı kabz etmesi veya üçüncü halde olduğu gibi havaleyi kabul etmesi şeklindedir.

Ödünçle birlikte kabz veya havalenin kabulü veya diğer şer'î sebepler gibi şer'î herhangi bir sebebin gerçekleşmemesi halinde ise; —birinci halde olduğu gibi— kredi vermeyi uygun gösterecek hiçbir durumun Varlığı sözkonusu değildir. Bankanın yalnızca her bir şahsa 1000 er TL kredi vermeyi kabul etmesiyle ve bunu özel defterlerindeki carî hesaplarında borç bakiyelerine yazmasıyla ne borç işlemi, ne borçlu, ne de alacaklı ortaya çıkmış olmuyor.

Kabz şartı gerçekleşmediği için birinci haldeki borç işleminin geçersizliğini belirtirken ve borç işleminin sıhhatini, borç miktarının kabz edilmesine bağlarken, konu ile ilgili olarak şunun bilinmesi gerekir: Biz kabz şartını koşmakla, müşteri ile borç veren bankayı birbirinden kesin bir şekilde uzaklaştırmak amacında değiliz.

Aksine, meselâ 1000 TL. lık kredi isteyen müşterinin istediği kredi miktarını kabz etmesinin, sonra da bunu kendi carî hesabına yatırmasının mümkün olduğunu söylemek istiyoruz. Bu durumda böyle bir borç alımı sahih olur. Çünkü bu, kabzedilen bir borç olmaktadır. Buna karsı şöyle denebilir: Müşterinin borç aldığı miktarı tekrar bankaya yatırmasıyla, o miktarı bankaya borç vermiş olur. Çünkü fıkhı bakımdan mevduat yatırmak, bankaya borç vermek demektir. Böylece müşteri bankaya 1000 TL veya bankadan borç olarak aldığı miktar kadar borç vermiş olacaktır.

Bunun sonucunda karşılıklı iki borç arasında mukassa (takas) cereyan edecek ve bankanın verdiği kredinin hiçbir değeri kalmamış olacaktır. Bu ise şu anlama gelir: Bankadan kredi olarak alınan meblağ, kesin olarak bankadan çekilmedikçe; banka, müşterileri için kredi veren bir kurum olma özelliğini koruyamayacaktır.

Böyle bir itiraza şu cevap verilir: Müşterinin kredi olarak aldığı miktarı bizzat veya vekâlet yoluyla kabz etmesiyle banka 1000 TL alacaklı olur. Bankadaki carî hesabında bu miktarı tekrar yatırmasıyla, bankadan bir alacağı söz konusu oluyorsa da, iki borç mukassa yoluyla düşmez. Çünkü müşterinin bankadan teslim aldığı borç normal olarak belirli bir süre içindir. Diğer taraftan ise, müşterinin almış olduğu bu meblağı carî hesabına yatırmış olmasıyla, bankadan alacağı belirli bir süre için söz konusu olmuyor. Bu nedenle de mevduatını istediği her an çekememektedir...

Karşılıklı borçlardan bir ianesi de belirli bir süre için söz konusu oldukça da, aralarında mukassa olmaz ve bu borçlar tehatür ile de düşmez. Çünkü iki borcun da belirli bir süre için olmaları tehâtürün şartlarındandır. Buna göre bankanın bin TL. lik borçluluğu şer'îdir. Müşteri borç aldığı miktarı kabz ederse ve yine aynı miktarı carî hesabına yatırırsa, şer'î olmak özelliğini yitirmez... Banka da borç ödeme zamanı gelinceye kadar alacaklıdır, ödeme zamanı gelince, mukassa söz konusu olur ve tehâtür yoluyla karşılıklı olarak iki borç da düşer,

Tahsil:

Bankaları, müşterilerinin mevduatını kabul etmesi, ücretli ya da ücretsiz olarak buna bağlı bütün işlemleri kabul etmeye itmiştir. Buna bağlı olarak bankalar mukassa yoluyla veya büyük kemiyetlerin tedavülüne, bunların taşınmasına, çeşitli yükümlülüklerin yerine getirilmesine ihtiyaç kalmaksızın, hırsızlık veya kaybolma tehlikesine maruz bırakmaksızın; hesaplardan çeşitli aktarmalar yapmak suretiyle, borçlanmaların gerektirdiği işlemleri görür. Bankaların yerine getirdiği bu işlemler: Çeklerin, senetlerin tahsili ile çek ve senetleri kabul etmesinde müşahhaslaşır.

Çeklerin Tahsili:

Carî hesaptan söz ederken şunları söylemiştik: Mevduat yatırma şekillerinden bir tanesi de şudur: Banka müşterilerinden birisi gelir, bankaya kendi adına verilmiş bir çek getirir ve bu çekin kıymeti çeki yazanın bankadaki hesabından ödenecektir. Bunun üzerine banka, çekin kıymetini, çeki yazanın hesabından düşer ve çekin adına yazıldığı kişinin hesabına kaydırır.

Ancak banka bunu, çekin şekil açısından sağlıklı olduğunu anladıktan, çeki yazanın bir hesap bakiyesinin bulunduğunu ve onun çekin kıymetinin hesabından düşürülmesine müsaade ettiğini bankanın ilgili müdürlüğünün tasdikinden sonra yapar.

Çek bazen bizzat âdeme merkezi üzerine veya kendisinden yararlanacak olanın hesabına onun kıymetini tahsil edecek şube üzerine yazılmış olabildiği gibi, bankanın başka bir şubesi üzerine de yazılabilir. Bazen da başka bir banka üzerine de yazılabilir... Birinci halde; çekin tahsili işleminde bir havale ile karşı karşıyayız. Çeki yazan tarafından kendisinden alacaklıya yapılmış bir havaledir bu. Yani bankoda alacağı bulunan, çekten yararlanacak olan kişiyi bankaya havale etmiştir. İkinci halde de yine tek bir havale söz konusudur.

Çünkü malikin de, borçlunun da bir olmaları nedeniyle, bankanın ve tüm şubelerinin zimmeti şer'ân bir kişiliğin zimmetidir. Üçüncü hale gelince; burada çek sahibinden, çekin alınacağı banka üzerine bir havale söz konusudur. Varsayım, çeki tahsil edecek olanın başka bir banka olması şeklindedir. Eğer birinci bankanın hesapları arasında, çek verenin bir alacak bakiyesinde bulunduğunun tespit edilmesi halinde diğer bankanın —bundan sonra da mukassa yoluyla ödeşmek üzere— çekin değerini tahsile vereceğini varsayarsak. Bunun anlamı şu olur:

Çekin üzerine yazılması dolayısıyla, çekin değeri kadar çekten faydalanacak olana borçlu olan banka, çek sahibini (zımnen) diğer bir bankaya havale etmiş demek olur —İkinci bankanın birincisine borçlu olup olmaması bir şey ifade etmez—Bu ise ikinci bir havaledir. Böyle bir durumda çekin tahsili işlemi, iki havale ile mümkün olur.

Bu işlemi, havale ve satış işlemleri olarak şekillendirmek mümkündür. Havalede çek sahibinin, adına çek yazdığı kimseyi, çekin ödeneceği bankaya havale etmesi sözkonusudur. Bu havale gereğince, adına çek yazılan kimse, üzerine havale yapılan bankanın zimmetinde, çek değerinde bir alacağa sahip olur.

Satışta ise, çekin alınacağı banka zimmetindeki alacağa, bizzat sahip olduktan sonra onu kullanır. Meselâ, bu bankanın zimmetinde sahip olduğu miktarı, çeki tahsil etmek üzere verdiği bankadan teslim aldığı nakdî miktar karşılığında satmış olur. Bu ise borcu satmak türünden bir işlemdir... Bu işlemi fıkhı açıdan ister iki havale şeklinde müşahhaslaştıralım, ister bir borcun havalesinden sonra alacağı satmak şeklinde müşahhaslaştıralım, bu iki tür işlemin her birisi sahihtir ve Şer'an caizdir.

Şer'î bakımdan çekin tahsili karşılığından bankanın bir ücret alması mümkün müdür?

Bu soruyu cevaplandırabilmek için aşağıdaki iki durumu birbirinden ayırmak gerekir:

İşlemi birbirine bağlı iki havale şeklinde ortaya koyduğumuz üçüncü halde; çeki tahsil eden bankanın, çekten yararlanacak olan kişiden; çekin tahsil edileceği banka ile temas edip çeki tahsil etmesi ve çek kıymetinin kendisine havale edilmesini istemesi dolayısıyla bir ücret alması caiz olur.

[40] Birinci halde ise, bankadan çeki tahsil eden, ya çekin kıymetini alacak bakiyesine yazılması şeklinde tahsil etmiştir. Eğer bunun alacak bakiyesi üzerine tahsil edilmesini istemişse; o zaman havale, borçlu üzerine yapılmış olur. Borçlu üzerine yapılan havalede ise, borçlunun yapılan bu havaleyi ayrıca kabul etmesine ihtiyaç yoktur. Aksine üzerine çek keşide edilmesiyle yürürlük kazanır.

O durumda banka çekten yararlanacak olana borçlu olur ve borcunu ödemesi veya değerini onun alacak bakiyesine eklemesi, gerekir... Borçlunun alacaklısının borcunu ödemesi karşılığında ise bir ücret alması mümkün değildir... Ancak bundan, bankanın her alacaklısına, alacağının başlaması sırasında, kendisinin müsaadesi olmadan havale yoluyla borç mülkiyetini aktarmamasını şart koşması hali müstesnadır. Böyle bir durumda, şartın yerine getirilmemesi ve havaleyi kabul etmesi karşılığında bankanın bir ücret alması mümkün olur.

Açığa çek keşide eden bunun banka tarafından ödenmesini istiyorsa, bu durumda borçlu olmayana havale yapılmış demektir. Borçsuz kimse de, havaleyi yapandan veya çekten yararlanacak olandan ücret almadan havaleyi kabul etmeyebilir. Bu ise alacaklının borçludan aldığı bir faiz değildir. Çünkü burada ücreti, havaleyi kabul etmesi ve aynı zamanda dolayısıyla da borçlu ölüvermesi sebebiyle borçlu alacaklıdan istemektedir.

Böylelikle, çekin çeki tahsil eden bankadan başka bir bankaya veya onu tahsil edecek bankaya olmakla beraber borç bakiyesinin olmaması halinde, çekin tahsil edilmesi karşılığında ücret almanın câîz olduğu özet olarak anlaşılmıştır.

Çekin, çeki tahsil edecek bankaya verilmesi ve para çekenin de alacak bir hesap bakiyesinin bulunması halinde ise, bankama çekten yararlanacak olandan çekin tahsili dolayısıyla ücret alması câîz olmaz. Ancak bankanın, başından beri alacaklı müşterileriyle, izni olmadan üzerine havale yapmamaları kararlaştırılmış olması hali bundan müstesnadır.

Şimdiye kadar birinci ve üçüncü hallerde ücret almanın hükmünü inceledik. Yani çekin tahsil edileceği banka ile çeki tahsil eden bankanın ayrı olması hali (ki bu üçüncü haldir) ile çekin tahsil edileceği banka ve ondan yararlanacak olanın hesabına onun kıymetini tahsil edecek şube üzerine (bu da birinci haldir) yazılmış olması halidir.

Şimdi ikinci halde ücret olmanın hükmünü öğrenmemiz gerekiyor. Bu ise çekin tahsil edileceği şubenin —diyelim ki— Basra'da olması, çekin tahsil edilmesi kendisinden istenenin ise yine aynı bankanın Musul şubesi olması halidir. Musul'daki şubenin, çekin kıymetini tahsil etmekten dolayı bir ücret tahsil etmesi mümkün olur mu?

Şubeler bir taraftan pek çok vekilleri temsil etmektedir. Bunlar ise bankanın sahipleridir. Her şube başlı başına, bankaya bütün alanlarda vekâlet eder. Bankanın herhangi bir şubesinde bulunan bir alacak bakiyesi ile gerçekte bütün şubeler için söz konusudur. Basra'da bulunan banka şubesinden alacağı bir çek bulunan bir kimse, Basra şubesinde belirli bir meblağda mevduatı bulunması ve orada carî bir hesap açmış olması dolayısıyla oradan alacaklıdır, demektir.

Bankada alacağı bulunan böyle bir kimse, kendisinden alacaklı bulunan başka bir kişinin yararına olmak üzere, bankanın Basra şubesi üzerine bir çek yazarsa gerçekte alacaklısını, bütün şubelerin temsil ettikleri genel kişiliğe havale etmiş demek olur. Bu ise, alacaklıyı borçluya havale etmek türündendir.

Fakat bütün şubeler çekten faydalanacak olana borcu ödemek zorunda değildir. Borcu ancak, para çeken ile kendi arasında borç akdinin yapıldığı yerde, yani Basra'da ödemek zorundadır. Çünkü varsayım, para çekecek olanın carî hesabının Basra şubesinde açılmış olduğu şeklindedir.

O halde, kendisine havale edilecek borcu, bankanın her taraftaki şubesi ödemek zorunda değildir. Banka ancak borçlanmanın olduğu, yani mevduatın yatırıldığı ve carî hesabın açıldığı yerde borcunu ödemek durumundadır. Buna bağlı olarak: Basra şubesinin müşterisi tarafından yapılmış bir çekin karşılığının Musul şubesi tarafından ödenmesi istenecek olursa, bankanın bir ücret istemesi mümkün olur.

Çünkü çek yoluyla para çekecek olan müşteri ile banka arasındaki borç (mevduat) akdi başka bir yerde gerçekleşmiş, borcun ödenmesi talebi ise başka yerde yapılmıştır.
7
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2


Senet Tahsili:

Güvenini sağlamak gayesiyle ve matların senetlerinin teslimi ile birlikte parayı teslim edeceğine dair kişisel vadini yerine getirdiğini ortaya koymak için, ithalâtçının; normal olarak kendi yararına ortaya koyduğu teminata ihracatçının (kendi yararına olan bu teminata) ihtiyacı olmayabilir.

Bu durumda ihracatçı, kendisi ile malı ithal eden arasında anlaşılan senetleri bankaya verir ve banka da bu senetleri, malı ithal edenin bulunduğu memlekete göndermeyi üzerine alır. Ve malın bedeli olan paranın teslimi karşılığında bu senetlerin malı ithal edene teslim edilmesini ister.

Malı ithal eden bu karşılıkları ödeyince, senetlerin kendisine gönderildiği banka, ihracatçının senetleri verdiği bankaya, senetlerin kıymetinin tahsil edildiğini ve onun carî hesabına kaydedildiğini bildirir.

Bu, ticarî mübadeleyi kolaylaştırmak amacıyla banka tarafından yapılması câîz olan bir hizmettir. Bunun anlamı da; malı ithal edenin bulunduğu memleketle haberleşmesi yoluyla ona senetlerin varmasında ve yine aynı şekilde senetlerin kıymetlerinin teslim alınmasında aracılık yapmaktan ibarettir.

Kendisine senetlerin gönderildiği banka teslim aldığı değerlerin, üreticinin bulunduğu yerde olan bankadaki carî hesabına yazıldığını göz önünde bulunduracak olursak; bunun anlamı: ihracatçının hesabının bulunduğu banka, senetlerin gönderildiği bankaya onların değerini borç veriyor ve onu carî hesabına yatırıyor sonra da senetlerin nakdî değerini ihracatçıya Ödeyerek de ona olan borcunu ödüyor demektir.

Veya isterse de, bunun ihracatçının bankadan alacağı olduğunu göz önünde bulundurarak bu miktarı onun câri hesabına eklemekle de yetinebilir. Çünkü banka müşterisinin her bir olacağının, carî hesabına eklenen yeni bir mevduat olarak kabul edilmesi mümkündür.

Senetlerin gerekli yerlere ulaştırılması ve dışarıda haber gönderdiği banka aracılığıyla kıymetlerinin tahsil edilmesi için yaptığı aracılık hizmeti karşılığında bankanın ihracatçıdan belirli bir ücret alması mümkündür.

Nitekim sözü geçen aracılığın gerektirdiği posta ve benzeri harcamaları, ihracatçının ödemesi gereken miktarlara da ekleyebilir. Çünkü bu aracılık ihracatçının emriyle gerçekleşmiştir. Bunun için yapılan harcamaları da o yüklenecektir.

Dahili Havale İşlemleri:

Bir beldedeki bir kişi, başka bir beldede bulunan bir kişiye borçlu olursa, bu borçlu alacaklısına sözgelimi posta ile bir çek göndermesi yerine, banka havalesi yoluyla borcunu ödemeye gidebilir. Banka havalesi ise yazılı bir emirden ibarettir. Bu yazılı emri, borçlu olan müşteri, başka yerde bulunan bir kişiye belirli miktardaki bir meblağın ödenmesi için bankaya verir.

Kendisine böyle bir emir verilen banka, bu emri yerine getirmek için şubeleriyle gerekli bağlantıları kurmayı üzerine alır. Kendisine havale çıkartılan banka veya şube de bu sefer, adına havale çıkartılanla temas kurar ve havale bedelini almak üzere bankaya gelmesini ister. Ya da onun carî bir hesabı varsa bu meblağı o hesabına havale eder ve durumu ona bildirir.

Böyle bir havale işlemini fıkhı bakımdan çeşitli şekillerde müşahhaslaştırmak mümkün olur:

Birincisi: Bu işlemi havale çıkartan müşterinin, bankadaki alacağının bu yolla ödenmesini istemesi olarak yorumlayabiliriz. Doğrudan doğruya alacağının kendisine ödenmesini isteyeceği yerde; kendisinden alacağı olan adına havale çıkarttığı kimseye, alacağının değerinin ödenmesini istemektedir. Böylelikle banka havale çıkartana olan borcunu; havale çıkartan da, adına havale çıkarttığı kişinin borcunu ödemiş olur.

İkincisi: Bu işlemi, havale çıkartması emredilen bankanın, kendisi için havale çıkartılanın havale çıkartandan alacağını ödemek istemesi şeklinde de yorumlamamız mümkündür. Bu ise bankanın kendi şubesiyle veya kendisine haber gönderdiği kişilikle temas kurup, ona bu borcun kıymetini ödemesini bildirmesi yoluyla gerçekleşir.

Bu işlem havale çıkartılmasını emredenin isteği ile gerçekleştiğine göre; havale çıkartılmasını emreden, banka tarafından kendi adına ödenen borç miktarı kadar bankaya borçlu olur. Bunun sonucunda havaleyi emredenin bankadaki alacak bakiyesi ile borcunu ödemesi sonucunda ödediği borç kadar olan bankanın alacağı arasında mukassa cereyan eder.

Üçüncüsü: Bu işlemi fıkhı anlamda bir havale olarak yorumlamamız da mümkündür.[41]

Havale çıkartılmasını emreden borçlu, adına havale çıkartılan da alacaklıdır. Borçlu, alacaklısını havale çıkartmayı emrettiği bankaya havale eder. Bu havale gereğince de banka, adına havale çıkartılana borçlu olur. Banka da bu havaleyi yerine getirmek için bunu, adına havale çıkartılanın bulunduğu yerdeki bir bankaya aktarır...

Bunun sonucunda ise ikinci bir havale gerçekleşmiş olur. Böylece havale bedelini ödemesi gereken banka, adına havale çıkartılana borçlu olmuş olur. Bankanın adına havale çıkartılanın bulunduğu yerde şubesi de olabilir. Böyle bir durumda banka, şubeye, gereken havaleyi ödemesini emreder. Bu sefer ise, ikinci bir havaleden söz edilemez. Çünkü şube, borçlu olan bankayı temsil etmektedir. Borcun ona yeniden havale edilebilmesinin söz konusu olabilmesi için ayrı bir zimmeti yoktur.

Dördüncüsü: Bu işlemi yine fıkhı anlamıyla bir havale olarak yorumlamamız mümkündür. Fakat burada muhavvil (havale eden), daha önceki yorumda varsaydığımız gizi, havale çıkartılmasını emreden değildir. Bizzat havale çıkartması emredilen banka, havale çıkartmasını kendisine emredene —bir alacak bakiyesi bulunduğundan— borçlu olduğu için, adına havale çıkartılanın bulunduğu yerde haberleştiği kimseye, onu havale etmektedir.

Böylelikle kendisine havale haberi gelen banka, havale çıkartılmasını emredene borçlu olur. Bunun üzerine havale çıkartılmasını emreden, havale haberini alan bankaya borçlusunu havale eder; kendisiyle ilişki kurduğu bankayı da adına havale çıkartılanın memleketindeki, bankaya bunu bildirmekle yükümlü tutar.

Fiilen yürürlükte olduğu gibi işlemin yapısıyla daha çok bağlantılı atan diğer üç yorumdan çok, üçüncü yorumdur. Çünkü bu iki yorum, adına havale çıkartılanı, havale haberini alan bankaya fiilen alacaklı kılmamaktadır. O sadece borcunun kıymetini o bankadan almak üzere havale edilmiştir. Bu kıymeti kabz etmeden onun hesabına kaydırılmasını isteyemez.


Üçüncü yorumda ise bunun aksine, adına havale çıkartılan, havaleyi kabul etmekle onun alacaklılığı gerçekleşir. Dördüncü yorum ise, eğer kendisine havale emri gönderilen banka, havale emrini alan bankanın bir şubesi ise, herhangi bir duruma uygun düşmemektedir. Çünkü o takdirde havale emrini çıkartan bankanın alacaklısını kendi kendisine havale etmesinin hiçbir anlamı olmaz.

Bununla birlikte durum ne olursa olsun, bu işlem, şer'ân sahihtir ve caizdir.

Havale Karşılığında Ücret Almak:

Daha önce bankanın, başka bir bankaya veya başka bir şubeye yazılmış olan bir çekin kıymetini tahsil etmesi karşılığında bir ücret almasının caiz olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Ancak keşidecinin alacak bakiyesinden ödenmek üzere yazılmış çekin kıymetinin tahsili karşılığında, tahsilini yapacak bankanın veya şubesinin bir ücret alması,—şart koşulan belirli durumların dışında— câîz olmaz.

Şimdi ise havale karşılığında ücret almanın hükmünü öğrenmek istiyoruz: Bankanın havale çıkartandan, havale işlemi karşılığında bir ücret alması câîz olur mu? Havale isteminin fıkhı dayanağı ne olursa olsun, cevap olumludur.

Bunun açıklanmasına gelince: Eğer bankanın havale çıkartılmasını emredene ödemesi gereken bir borcu varsa; banka da bu borcu; havale çıkartanın, adına havale çıkartılana olan alacağını ödemek suretiyle ödemekte ise; bu durumda bankanın bir ücret alması mümkündür. —Bu, havale işlemi için yapılan fıkhı müşahhaslaştırma şekillerinin birincisidir.— Çünkü havale çıkartılmasını emreden ile banka arasında ortaya çıkan borcun ödenmesi, akdin gerçekleştiği yerden başkasında olmaktadır.

Her ne kadar banka havaleyi emredene borçlu ise de, borçlu da her ne kadar karşılıksız olarak borcunu ödemek zorunda ise de, alacaklının istediği yerde borcunu ödemek zorunda değildir. Eğer alacaklı, yapılması gereken tabiî yerin başkasında alacağının ödenmesini isterse; o takdirde bunun karşılığında bir ücret tahsil etmek, bankanın hakkı olur.

Eğer konuyu fıkhı açıdan müşahhaslaştırırken ikinci şekilde söz konusu olduğu gibi havale işlemi, havale yazısı çıkartmakla emir olunan bankanın, adına havale çıkartılanın havale çıkartandaki alacağının ödenmesi anlamına alınırsa; bunun bankanın müşterisi lehine yaptığı bir hizmet olduğu ve bunun için bir ücret tahsil edeceği de açıkça anlaşılır. Bu hizmetin kıymeti, havale çıkartılmasını emredenin zimmetindeki borcun ödenmesinden ileri gelir. Borçlu bunu ancak bir takım harcamalarda bulunduktan sonra ödeyebilirdi ve bu harcamalar da ödeyeceği miktardan başka olacaktı.

Eğer banka havalesi çıkartma işlemi, bu işlemi fıkhı bakımdan müşahhaslaştırırken üçüncü halde olduğu gibi fıkıhta öngörülen bir havale ise—ki bu durumda havale çıkartılmasını emreden başka bir yerdeki alacaklısını bankaya havale etmektedir.—

Havale çıkartılmasını emredenin bankadaki hesabı ya açıktır. Veya bankadaki carî hesabında bir alacak bakiyesi vardır; Ya da havale çıkartılmasını istediği anda belirli bir meblağı getirmiştir ve bunu bankanın havale etmesini istemektedir.

Eğer hesabı açık ise, bankanın ona bir borcu yok demektir. Dolayısıyla havale, borcu olmayana yapılmıştır. Eğer alacak bakiyesi varsa, bu durumda banka borçludur ve havale borçlu üzerine yapılmıştır...

Her iki halde de, yani borçlu bile olsa, bankanın bir ücret alması caizdir. Çünkü başka bir yerde üzerindeki borcu ödemek zorunda değildir. Borçlu üzerine yapılan havale ise, onu borçlandıran akdin şart koşmadığı belirli bir yerde ödemeye zorlamak anlamını taşımaz... Bu nedenle banka belirli bir yerde borcunu ödemek durumunda kaldığı için ücret alabilir.

Havaleyi isteyenin belirli bir meblağı getirip gelmesi haline gelince; bu borçlanma akdinin ileride ortaya çıkacağı anlamına gelir. Bu akid gereğince banka borçlu, havaleyi, isteyen de alacaklı olur. Böylelikle onun bankaya havale çıkartma emrini vermesi mümkün olur. Bu durumda bankanın havale çıkartmasını emredene borç akdi sırasında: izni olmadan kendi alacaklısını bankaya havale etmemesini veya ettiği takdirde belirli bir ücret ödemesini şart koşabilir.

Böyle bir şart geçerlidir. Çünkü borçlunun alacaklıya koştuğu bir şarttır. Alacaklının borçluya değil. Son olarak, eğer havale işlemi, ortaya koymuş olduğumuz dördüncü şekilde ise: o da havale çıkartması emredilen bankanın, havale emrini veren müşterisini —kendisinden alacaklı olması itibariyle— başka bir yerdeki bankaya havale etmesi idi.

Borçlu bile olsa bankanın ondan bir ücret alması câîz olur. Çünkü borçlu, bu şekilde borcunu ödemek zorunda değildir. Aksine nakdî olarak da borcunu ödemesi mümkündür. Eğer alacaktı ondan bu özel şekilde borcunu ödemesini isterse, ona belirli bir ücret ödenmedikçe bunu yerine getirmeyebilir.[42]

Belirli Bir Ücret Karşılığında Havale Çıkartmak:

Daha önce havale çıkartılmasını emredenin bankada bir alacak bakiyesinin bulunabileceğinden daha önce söz etmiştik. Bazen havale işlemini gerçekleştirmek için aralarında fiilen bir borçlanma da ortaya çıkabilir. Bu da havale çıkartılmasını emreden havale bedelini fiilen bankaya verir ve bu bedeli havale olarak çıkartmasını emredebilir.

Böylece aralarında borç akdi meydana gelir... Yine daha önce geçtiği üzere böyle bir akîd câîzdir. Alacağını başka bir yerde ödemenin karşılığında bankanın bir ücret alması caiz olur. Veya bu ücreti aynı akitte koşacağı şart gereğince alabilir. Böyle bir durumda banka, alacaklısına, izni olmadan kendisinden havale çıkartmayı istememesini şart koşar.


Emrine Havale Çıkartmak:

Bir kişi belirli bir meblağdaki parayı başka bir beldeye aktarıp, onu orada kullanmak isteyebilir. Bunun üzerine birinci beldede bu meblağı nakit olarak teslim eder, sonra da diğer beldedeki aynı bankanın şubesinden veya bankanın haberleştiği başka bir bankadan teslim alır.

Burada havale çıkartan, belirli bir meblağı almakla borçlu olan bankadır. Havale ise, ya kendisini temsil eden şubesine veya başka bir bankaya yapılmaktadır. Eğer bu havale şubeye yapılmakta ise, bu ödeme şeklinin sınırlandırılması demektir. Banka yeni alacaklısıyla alacağını başka bir yerdeki şubesi yoluyla ödeyeceği konusunda anlaşmıştır. Eğer banka borcunu, başka yerdeki ayrı bir banka aracılığıyla ödeyecekse; bu işlemi havale esası üzerinde tasavvur edebiliriz.

Burada muhavvil (havale eden) bankadır. Çünkü alacaklısını başka bir bankaya havale etmektedir. Eğer ikinci banka, birincisine borçlu ile yani birinci bankanın ikincisinde bir alacak bakiyesi varsa, bu borçlu üzerine yapılan bir havaledir. Aksi takdirde borcu bulunmayan üzerine havale olur. Durum ne olursa olsun, bu havale sahihtir. Bu havale işleminde banka, belirli bir yerde ödemede bulunmanın karşılığında belirli bir ücret alabilir. Nitekim müşterisine aynı akitte bunu şart olarak koşabilir ve onu ödemek zorunda bırakabilir.

Alacaklı Olmayana Havale:

Bazı durumlarda başka bir yerdeki bir kişinin yararına da havale çıkartılabilir. Böyle durumlarda adına havale çıkartılanın, havale çıkartılmasını isteyenden alacağı da yoktur. Meselâ, adına havale çıkartılana borç verilmek veya teberruda bulunmak istenmesi hallerinde durum böyledir... Bu gibi durumlarda havale çıkartmak câîz olur.

Adına havale çıkartılan, onu nakden teslim almadıkça ona sahip olamaz. Çünkü buradaki havale çıkartmak, fıkhı anlamıyla bir havale değildir.

Diğer bir durum daha vardır. Bazı havale işlemlerinde, havale miktarında adına havale çıkartılana tasarruf hakkı, tanımak da mümkündür. Bu tasarruf hakkı ise, havale çıkartılmasını isteyen ile adına havale çıkartılan arasında varılacak şartlara uygun olur. Böyle bir havale ile havale edilen miktar, havale çıkartılmasını isteyenin mülkiyetinden çıkmamaktadır.

Böyle bir havalenin esası şudur: Banka bu miktarı, havale çıkartılmasını isteyenin beldesinde havale etmektedir. Yani havale çıkartılmasını isteyen, adına havale çıkartılan kişinin bulunduğu yerdeki bankaya havale etmektedir. Bu durumda havale çıkartılmasını isteyen, adına havale çıkartılanın bankasının zimmetinde olmak üzere havalenin kıymetine malik olur. Diğer banka ise, havale çıkartılmasını isteyen ile anlaşılan şartların uygulayıcısı durumundadır.

Bankanın, Senetleri Tahsili:

Banka, tahsil ile ilgili hizmetlerden bir başkasını daha görmektedir. Bu İse senedi, müşterisinin hesabına tahsil etmek hizmetidir. Senedin ödeme günü gelmeden bir kaç gün önce banka normal olarak borçluya durumu hatırlatır, bu hatırlatmasında senedin sayısını, ödenmesi gereken tarihi ve kıymetini bildirir. Senedin kıymetinin tahsilinden sonra, gerekli harcamaları dizer ve senedin kıymetini alacaklının bankadaki alacak bakiyesine ekler.

Eğer bu hizmet yalnızca senedin kıymetini tahsil etmekle kalırsa ve faizli faydalarını tahsile kadar uzanmazsa Şer'ân câîz olur. Bunun tahsili karşılığında bir ücret almak da Şer'ân caizdir. Bu durumda senedin kıymetinin nakden tahsil edilmesi ile senedin kıymetinin senedi verenin bankadaki alacak bakiyesinden düşülüp ondan yararlanacak olanın alacak bakiyesine eklenmesi arasında bir fark yoktur. Bu aktarma ise, senedi yazanın alacaklısını bankaya havale etmesi anlamındadır.

Müşterisinin imzasını taşıyan ve ödeme zamanı geldiği taktirde bankadaki carî hesabından değerinin harcamasına müsaade edildiği bildirilen, bankaya sunulan senetler de bu kabildendir. Böyle bir işlem; senedi yazanın yani borçlunun alacaklısını bankaya havale etmesi demektir. Ancak bu havale ödeme zamanının gelmesine bağlıdır. Şer'ân ise bunda bir satanca yoktur.

Bankanın üzerine havale edilmiş olan bu senedi tahsili, onun değerini verenin hesabından düşüp, adına yazılanın hesabına yazmakla veya onun senedin değerinin nakden ödenmesini istemesi halinde nakden ödemekle tamamlanır.

Fakat senetlerin bu tür tahsili ile diğer türleri ayrı ayrı mütalaa etmemiz gerekmektedir. Yani senetten yararlanacak olanın, ilkin bankaya havale edilmemiş bir senedi bankaya getirmesi ve ondan tahsilini istemesi hali ile senetten yararlanacak olanın, bankaya alacaklı müşterisi tarafından havale edilmiş bir senet getirmesi halini birbirinden ayırt etmek gerekir...

Birinci halde, bankanın alacaklı ile ilişki kurması ve süresi dolacak olan senedi —ya gerekli meblağı nakden teslimi veya hesap aktarması ile gerçekleşecek şekilde— ödemesini istemesi karşılığında, bir ücret alması caizdir.

İkinci halde ise, senet yazanın senedin ödenmesini bankaya havale etmekle banka, adına senet yazılana senet kıymetinde borçlu olmuş olur. Ayrıca senedi kabul etmesine de gerek yoktur. Çünkü senet verenin bankada bir atacak bakiyesi bulunmaktadır. Böyle bir durumda banka borçlu olursa, borcunu ödemesi karşılığında bir ücret almasını gerektiren herhangi bir durumdan da söz edilemez.

Böylelikle açıkça anlaşılmış oluyor ki, eğer senedin ödenmesi bankaya havale edilmemişse, tahsili karşılığında banka ondan ücret alabilir.[43]

Senet verenin, verdiği senedi bankadaki alacak bakiyesinden ödenmek üzere havale etmesi halinde; senedin kıymetlini ondan yararlanacak olana tahsil etmesi karşılığında bankanın bir ücret alması mümkün değildir. Ancak, başından beri bankanın alacaklı müşterilerine; izni olmadan üzerine borç havale etmemelerini şart koşması hafinde, bu şartın ihlâl edilmesi karşılığında bir ücret alabilir.

Senet ve Çeklerin Kabul Edilmesi:

senet veren borçlu, bazen bu ticarî kâğıdın güvenilir olduğunu ortaya koymak ister. Bunu da bankanın bu senedi kabul ettiğini ve bu kâğıda gerekli imza ve mühürleri koyduğunu belirtmek yoluyla yapabilir.

Kabul iki türlüdür:

Birincisi: Bu ticarî evrak dolayısıyla bankanın, ondan yararlanacak olan kişiye karşı bir sorumluluk yüklendiğini kabul;

İkincisi: Bankanın ondan yararlanacak olan kişi karşısında, herhangi bir ödeme sorumluluğu yüklenmediği, fakat bu ticarî kâğıdı verenin bankada bir alacak bakiyesinin varlığının onaylandığı ve gerektiği taktirde bu kâğıdın kıymetinin düşülebileceği anlamını taşıyan kabul... Şimdi sırasıyla bu iki türden de söz edelim:

1— Bankanın ondan yararlanacak olana karşı bir sorumluluk yüklendiğini ifade eden senet kabulü, Şer'ân câîzdir. Ancak bu kabul, borcun tazmini esasına değil, borçlunun borcunu ödeyeceğine dair bankanın bir taahhütte bulunması esasına göre olacaktır.[44] Şer'î bakımdan şu sonuç ortaya çıkar:

Borçlu, borcunu ödemekten kaçınırsa, senetten yararlanacak olanın, onun kıymetini kabz etmek için taahhüt veren bankaya başvurması mümkün olur. Borçlunun borcunu ödeme imkânının var olması halinde ise; alacaklının doğrudan taahhüt ver. Bundan sonra senedi ödemesinin bu kabule dayanıp dayanmaması arasında bir fark yoktur.

2— Senetten yararlanacak olan karşısında bankanın bir ödeme sorumluluğunu yüklenmediği, fakat senet verenin bir alacak bakiyesinin bulunduğunu, gereğinde senedin kıymetinin ondan düşülüp, bu bakiyeden kıymetinin ödeneceğini bildiren ve bu anlamı taşıyan kabul şekline gelince; bu da Sertin faiz olan bir durumdur, banka açısından da herhangi bir ilzam sözkonusu değildir.

Bankanın bu kabulü, senedi yazana bir itibar ve güvenlik sağladığına göre, bu kabulü karşılığında bankanın bir mükâfat ve ücret alması mümkündür. Çünkü durum ne olursa olsun bu, senedi yazana faydalı bir iştir ve bankanın bundan sonra senedi ödemesinin bu kabul'e dayanıp dayanmaması arasında bir fark yoktur.

3—Bankanın gerekli imza ve mühürleri koymak suretiyle güvenilirliğini belirtmek üzere ve tedavülünü kolaylaştırmak amacıyla onu teslim alacak karşısında gerekli ödemeleri yapacağını bildiren çek kabulü; çek sahibinin üzerine yapacağı havaleyi kabul edeceği anlamını taşır. Bu durumda çek ya belirli bir kişiye veya herhangi bir kişiye verilir.

(Sahibi tarafından herhangi bir kimseye yazılmadan bankanın onayladığı çekler gibi). Eğer çek, belirli bir kimseye verilirse; çeki alacak belirli kimseye onu verenin borcunu taahhüt etmek anlamına gelin Bu ise birinci halde olduğu şekilde senet kabul etmek gibidir. Aynı Şer'î durum bunda da ortaya çıkar. Belirli bir kişiye yazılı olmadığı taktirde; o zaman sınırları belli olmayan bir taahhüt anlamını taşır. Bu nedenle, banka gerekli sorumlulukları yüklenmek zorunda görülemez.

4—Bankaya herhangi bir sorumluluk yüklemek anlamını taşımadığı halde, çek verenin bir alacak bakiyesinin var olduğunu onaylayıp, bankaya tahsil için verildiği taktirde kıymetinin bu bakiyeden düşülebileceğini ifade eden şekilde çek kabulü de câîzdir ve belirli bir kimseye verilip verilmemesi arasında fark yoktur. Bu ise bankada müşterinin bir hesap bakiyesinin bulunduğunu zımnen haber vermekten ileri bir şey değildir. Bu türden senetleri kabul etmesi karşılığında bîr ücret tahsil ettiği gibi, bu tür çekleri kabulü karşılığında da bir ücret alabilir.

Bankanın Müşterilerine Yaptığı Hizmetler:

Kıymetli Evrak:

Kıymetli evrak, hisse senetleri ve tahvillerdir. Hisse senedi, şirket sermayesinin bir parçasını ifade etmektedir. Tahvîl ise hükümetin, resmî veya gayri resmî heyetlerin aldıkları borçların bir kısmını ifade etmektedir. Kıymetli evrak belirli bir değerde çıkartılır. Diğer mallar gibi bunların da fiyatları zamanla değişir. Kişiler de alım ve satım değeri arasında doğacak, farktan kâr sağlamak gayesiyle bunları almayı kabul eder. Bizzat banka da, bunların sahip oldukları nispi akıcılık yanında sağlayacakları kârı da göz önünde bulundurarak, kıymetli evrakın alım - satımını yapar.

Bankanın üretimde bulunmasından söz ederken bunları ele alacağız. Burada ise yalnızca, bir konu ile ilgili olarak bankanın yerine getirdiği hizmetten söz etmekle yetineceğiz. Bu hizmet ise, müşterilerinin verdikleri emirleri yerine getirmek amacıyla bankanın kıymetli evrak alım -satımını isteyen müşteriler, bankaya gerekli emirleri verirler.

Banka da emirlerin ve imzaların sağlıklı olduğunu anladıktan, bu emirleri verenlerin alacak bakiyelerinin var olduğunu belirledikten sonra veya bu emirlerin uygulanmasına elverişli olabilen, borçları karşılığında sağlam teminatların bulunduğunu tespit ettikten sonra, bu emirleri yerine getirir...

Banka fiyat dalgalanmalarını öğrenmek ve alım veya satımı gerçekleştirmek için borsayla temas kurmakla işe başlar. Fiyatların müşteri tarafından arzu edilenin civarında olduğunu kıymetli evrak simsarları veya bankanın özel temsilcisi aracılığıyla öğrenilirse, bu sefer de alım veya satım yapılır.

Kıymetli evrakın alım - satımıyla ilgili olarak bankanın yaptığı bu aracılık görevi, bizzat bu evrakın alım ve satımıyla ilgilidir... Eğer bu tür evrakın alım ve satımı Şer'ân câîz ise, bu tür alım ve satımı gerçekleştirmek ve bunun için de bir ücret almak câîz olur. Çünkü bu, câîz bir iş için ücret almaktır. Eğer Şer'ân bu tür evrakın alımı ve satımına müsaade edilmemişse câîz olmayan bir işte banka, aracılık yapıyor demektir ve bunun için ücret alması da câîz olmaz.

Bizzat kıymetli evrakın alım - satımıyla ilgili olarak hüküm vermeye ve bunun Şer'î bakımdan değerlendirilmesine gelince; bundan «Bankanın Üretimde Bulunmasından» söz ederken bahsedeceğiz, inşallah. Çünkü banka bu işlemleri, müşterileri için bir aracı olarak yaptığına göre; daha önce de değindiğimiz gibi, kendi hesabına da bu işleri yapar ve bu üretimde bulunmakla ilgilidir.


Kıymetli Evrakın Korunması:

Müşteriler korumak ve gerekli işlemlerini yürütmek amacıyla kıymetli evraklarını bankaya verebilirler. Banka da bu evrakı korumak için sağlam kasalar hazırlar ve bunun karşılığında da onlardan bir ücret alır. Banka buna ek olarak da müşterilerini kendilerine daha çok bağlar ve mallarını kendisinde yatırma eğilimlerini güçlendirir.

Malî evrakın korunması caizdir. Bunun için de bankanın bir ücret alması mümkündür. Bu evrakın gerekli hizmetlerini görmek ise, tahvilleri korumak, onlardan tüketilen miktarı harcamak, yeni çıkartılanlarla eskilerini değiştirmek gibi işlemlerin görülmesi anlamına gelir: Bütün bu işlemler caizdir ve bu hizmetler karşılığında bir mükâfat olmak banka için mümkündür.

Kıymetli evrak ile ilgili olarak bankanın yaptığı hizmetlerden bir tanesi de, müşterileri adına gerekli kuponları tahsil etmektir. Bu hizmeti yapmanın ve bunun karşılığında bir mükâfat veya ücret almanın cevazı ise, elde edilen kârın meşru olup olmamasına bağlıdır... Eğer kâr, hisse senetlerinde olduğu gibi, ticarî bir kâr ise ücret almak câîzdir. Ancak tahvillerde söz konusu olduğu gibi bir borca karşılık verilen faydalar gibi faiz yoluyla sağlanan bir kâr ise câîz olmaz.

Müşterileri adına kıymetli evrakın kuponlarının kıymetim tahsil ettiği gibi banka, şirketler adına kuponların kıymetini de-öder. Çünkü bazı şirketler sağladıkları kârları ortaklarına dağıtma işini bankaya vermiş olabilirler. Bunun üzerine şirketler dağıtılması gereken kuponların kıymetini nakden bankaya verir veya bankadaki alacak bakiyesinden kuponların kıymetini ödeme görevi ile onu görevlendirir.

Sağlanan kâr meşru olduğu taktirde, bankanın şirket adına kuponların kıymetini ödemesi de Şer'ân câîz olur. Nitekim kıymetli evrakını bankaya veren müşteri adına kuponların kıymetini tahsil etmesi de böyle idi. Banka şirket adına kârları dağıtması karşılığında bir ücret alabilir.

Nedenine gelince; banka ya şirketin, carî hesabında bir alacak bakiyesinin bulunması nedeniyle şirkete borçludur, bu durumda şirket kâr sahiplerini bankaya havale etmekte ve ortaklarının kârlarını ödemesini istemektedir; ya şirket kuponların kıymetini fiilen ödemekte ve bunların dağıtımını istemektedir; ya da kendisine kredi verip bu kârları dağıtmasını istemekte ve bunları da carî hesabına borç olarak yazmasını talep etmektedir.

Şirketin bankada bir alacak bakiyesinin bulunması nedeniyle, banka şirkete borçlu ise, yalnızca kârları hisse sahiplerine ödemesi karşılığında bir ücret alması câîz değildir. Bankanın alacaklısına ta baştan beri, üzerine kimseyi havale etmemesi şartını koşmuş olması hali bunun dışındadır. Bu durumda şirketin bu şarta uymaması dolayısıyla ücret alması câîzdir.

Kâr sahiplerini haberdar etmesi ve onların kârlarını almaya davet etmesi karşılığında da bir ücret alması caizdir. Çünkü banka, şirkete borçlu olmak niteliğiyle, borcunu ödemekle mükellef olmakla beraber; kâr sahiplerini haberdar edip davet etmekle yükümlü değildir.

Eğer banka, şirket adına kârları dağıtmak üzere bu kârların kıymetini fiilen teslim almış ve böylelikle şirket adına kârları dağıtmayı kabul etmiş ise; bu meblağı teslim almak ve onu sahiplerine dağıtmak karşılığında bir ücret alması mümkündür. Ancak bu, teslim aldığı aynı meblâğı dağıtmasının varsayılması halindedir. Eğer âdet olduğu üzere bu meblâğın kendisini değil de, değerini dağıtacağı varsayılırsa, bu taktirde o meblâğ, şirketin bankaya verdiği bir borç olur. Bankanın ancak bir ücret karşılığında olduğu taktirde şirkete borçlu olmayı kabul etmesi ise mümkündür.

Eğer şirket, kârların değerinde kendisine bir borç verilmesini bankadan istiyorsa, sonradan da bu miktarı dağıtmasını talep ediyorsa, bankanın bu sefer de bir ücret alması mümkündür. Çünkü belirli bir meblâğı şirkete bir borç olarak ayırmakla birlikte onu kâr sahiplerine dağıtma işini de üzerine almaktadır. Borç verenin borç verdiği miktarı borçlusunun talimatına uygun olarak dağıtmak zorunda olmadığı ise bilinen bir şeydir. Eğer borçlu, borç aldığı kişiyi böyle bir şeyle yükümlü tutarsa, o taktirde bunun karşılığında belirli bir ücret almak, alacaklının hakkıdır.

Kayıt (Tescil) İşlemi:

Bozan banka, bazı şirketlerin hisse senetlerinin kayıt (tescil) edilmesinde aracılık görevini yapabilir. Hisse senetleri çıkartması için anlaşabilir. Şirket ile banka arasında böyle bir anlaşma aşağıdaki iki şekilden biri üzerinde olur.

Birincisi: Garantisiz olarak kıymetli evrakın satışa çıkartılmasıdır. Bu durumda banka, çıkartılan bütün evrakın satılmasından sorumlu değildir, ancak satabildiği hisseler karşılığında ücret alır.

İkincisi: Garantili olarak kıymetli evrakın satışa çıkartılmasıdır. Bu durumda banka satılamayan evrakı kendi adına satın almak zorunda tutulur.

Eğer şirketin kuruluşu Şer'î açıdan sahîh ise, Şer'ân bütün bunlar caizdir. Birinci halde banka, hisselerin dağıtılmasında vekîl durumunda olup, şirketin onu vekîl tayin ettiği işi yapması karşılığında bir ücret veya mükâfat alması mümkün olur. İkinci halde ise, bankanın şirketin bir ücretlisi olarak kabul edilmesi mümkündür.

Onun ücretli kabul edilmesi gerekli işleri yapması için olmakta ve akid yapıldığında hisselerin satışının kapanması sonucunda geriye kalacak payları, bankanın satın alması şart koşulabilmektedir. Bu ise câîz ve geçerli olabilen bir şarttır. Hisselerden satılamayacak miktarın ne olacağı konusunda her iki tarafın da belirli bir fikri olmaması, durumu hiçbir şekilde değiştirmez.


KEFALET SENETLERİ(Teminat Mektupları)

Kefalet Senetleri, adına senet yazılana, istediği taktirde belirli bir meblâğı ödeyeceğine dair bankanın vermiş olduğu; bir taahhüttür. Bu senet gereğince yapacağı ödemeyi banka, kefalet isteyenin, adına senet yazılana karşı belirli mükellefiyetleri yerine getirememesi hafinde, kefalet isteyenin namına yapar.

Kefalet Senetleri: İptidaî ve Nihâî olmak üzere iki kısma ayrılır.

İptidaî kefalet senetleri, hükümete bağlı bir kurum veya-başkası tarafından ondan yararlanacak olana yönelik bir takım taahhütlerdir; kefalet isteyenin almak için müsabakada bulunduğu işin kıymetinden belirli bir miktarı ödeyeceğine dair bir garantidir. Yapılacak olan işin kefalet isteyen üzerine sabit olması halinde, yapması gereken şeyleri yapmadığı taktirde, bu miktarı kefalet senedi isteyene, kefalet senedi veren kurum öder.

Nihâî Kefalet Senedi ise; müşterisinin uhdesi üzerinde kalan işin kıymetinden daha büyük bir miktara eşit olan bir para meblâğının ödeneceğine dair resmî veya resmî olmayan kuruluşlara verilen taahhütlerdir. Kendi yararına kefalet çıkartılan kuruluş ile müşteri arasında varılan nihâî iş akdinde üzerinde anlaşılan şartları müşterinin yerine getirmemesi halinde; kefalette belirtilen miktarın ödenmesi gerekir.

Kefaletlerde esas düşünce, ilkin belirli bir işin yapılması; için eksiltme veya belirli şeylerin satılması için artırma yapmak isteyen resmî kuruluşun, artırma veya eksiltmeye katılacak olan her bir şahsın yeni bir teminat getirmesine duyulan ihtiyaç üzerinde durulmaktadır. Daha sonra da onlardan herhangi birisiyle anlaşmaya varılması halinde büyük ölçüde aldanmamak ve zarar etmemek, diğer taraftan kendisiyle anlaşılanın şartları yerine getirmemesi halinde, işin üzerine bırakılması esası üzerinde kurulmaktadır... Bu nedenle artırma veya eksiltme yapacak olan kuruluşlar, ilk olarak ona katılacakları arar.

Sonra da işi üzerine alacak kimseyi bulur, onunla akdi yapar. Akid sırasında ondan nakdî teminât ister. Bu nakdî teminatın, yapılan işin belirli bir oranı kadar olmasına dikkat edilir. Yapılacak işin üzerine ihale edilmesi veya akdin yürürlüğe girmesi nedeniyle kişi, yapması gerekenleri yapmaması halinde, kendisine teminat verilen kuruluş, verilen teminatı almaya hak kazanır.

Fakat işi alan kişi bu teminatı getirmek ve bu kadarlık nakdî bir malı dondurmak yerine bankaya gider, ondan bir kefalet senedi (teminat mektubu) alır ve bu mektup, nakdî teminat yerine geçer. Eğer kişi, görevlerini yerine getirmeyecek olursa, mektupta belirtilen belirli miktarı banka ödemek zorunda kalır. Bu sefer banka teminat isteyerek istediğini yerine getirdiği kişiden bu miktarı alır. Şimdi nihâî kefaletlerin şer'î hükümlerinden söz edeceğiz. Bunun arkasından da iptidaî kefaletleri ele alacağız.

Nihâî Kefalet Senetlerin Hükmü:

Nihâî bir kefalet senedinin çıkartılması halinde, bu kefaletten yararlanacak olan taraf ile bankadan kefalet çıkartılmasını isteyen kişi arasında bir akid gerçekleşir. Bu akidde kişiye, anlaştığı tarafın yararına olmak üzere bir şart koşulur. Söz konusu bu şart, mukavele yapan kişinin, yerine getirmesi gereken Şeyleri yerine getirmemesi halinde, yapılması istenen işin kıymetinden belirli bir orana, karşı tarafın sahip olacağı şartıdır.

Bu şart, meselâ icâre akdi gibi sahîh olan bir akidde söz konusu olduğu taktirde geçerli ve uyulması gereken bir şart kabul edilir. Mukavele yapan kişinin şartı yerine getirmemesi halinde yapılacak işin kıymetinden belirli bir miktara sahip olmak, anlaşma yapan karşı tarafın hakkı olur.

Böyle bir hakkın üçüncü bir kişi tarafından taahhüt edilip belgelendirilmesi de mümkündür. Alacaklının alacağının borçlu tarafından ödeneceğine dair üçüncü bir tarafın taahhütte bulunması mümkün olduğu gibi, hak sahibinin koştuğu şartların yerine getirileceğinin taahhüt edilmesi de mümkündür. Böyle bir taahhütten de, borçlunun borcunu ödeyeceğine dair üçüncü tarafın taahhütte bulunmasından doğacak sonuçların aynısı doğar.

Borçlu borcunu ödemediğinden, alacaklı üçüncü şahıstan bunu istediği gibi üzerine şart koşulanın bu şartları yerine getirmemesi halinde de, hak sahibi bu şartların gereğinin yerine getirilmesi için taahhütte bulunan bankadan bunu ister.[45] Bankanın teminatı ve taahhüdü, mukavele yapan şahsın isteğiyle olduğuna göre; bunun sonucunda bankanın yapacağı zararı, mukavele yapanın ödemesi gerekir.

Böyle bir durumda, bankanın, kendisine teminat verilen tarafa ödediği meblâğın kıymetini istemek hakkı doğar. Aynı şekilde bu teminat dolayısıyla ücret alması da bankanın hakkı olur. Çünkü bu mektubun kapsadığı sözkonusu taahhüt, mukavele yapan kişinin kabul ettiği şartların değerini artırır. Bu nedenle bu, saygıya değer bir iş olur, teminat alan kişinin bu iş karşılığında bir mükâfat veya bir ücret vermesi mümkündür.


İptidaî Kefalet Senetlerinin Hükmü:

İptidaî Kefalet Senetlerine gelince, böyle bir senedi vermek ve gereğini yerine getirmek, banka için câîzdir, fakat gereğini yerine getirmek zorunda değildir. Çünkü kefalet isteyen henüz eksiltme veya artırma yapacak tarafla bir akid ile bağlı değildir ki, banka onun yerine getirmediği şartları yerine getirmek durumunda olsun.

Meselâ eksiltme açan tarafa teminat isteyen kişinin ihale üzerinde kaldığı taktirde yapması gereken şeyleri yapmayacak olursa şu miktar para vermeyi kabul ettiğini varsayalım. Bu ilkel bir vaattir ve zorunluluğu yoktur. Buna bağlı olarak bankanın taahhüdünün de yerine getirilmesinde bir zorunluluk yoktur.



-------

[37] Fikri açıdan geniş bilgi için Ek: 5'e bak.

[38] Mukassa: Her iki tarafın birbirinden aldıkları borçlara hesap edip hangi tarafın borçlu olduğunu ortaya çıkartmak işlemidir. Bu işleme borçların takası denebilir. (Çev.)

[39] Bunun sebebi, havale edenin, bankaya (havale edilene) borçlanması (tazmin yükümlülüğü), borçsuz olan bu bankanın zimmetinin sırf havaleyi kabul etmesi sebebiyle havale eden tarafından işgal edilmiş olmasındandır. Yoksa borçsuz kişi (üçüncü kişi) elinde bir malın telef olmasına sebebiyet verme dolayısıyla değildir. Böyle olsaydı, bu tazmin yükümlülüğü «kendiliğinden» değil, ancak bizzat borçsuz kişinin ödemesi sonucu doğacaktı


[40] Burada İslâm Hukuku acısından ücret almanın imkânını araştırmak istiyoruz. Faizli bankalarda uygulanmakta olan ise çekin tahsili karşılığında ücret almamak şeklindedir. Ancak çek, başka bir banka üzerine yazılmış veya çeki tahsil edecek olan bankanın başka yerde olması hali bundan müstesnadır. Buna göre; faizsiz banka, diğer bankalar gibi, ancak uygulanmakta olan sınırlar çerçevesinde kalacak şekilde çeklerin tahsili karşılığında ücret alabilir.


[41] Böyle bir durumda çekin tahsili için ücret alınabileceği konusunda geniş bir fıkhı bilgi elde edebilmek için Ek: 6'ya başvurunuz.



[42] Tartışma ile ilgili daha geniş bilgi için kitabın sonundaki Ek: 7ye başvurunuz.

[43] fıkhı bakımdan geniş bilgi için, kitabın sonundaki Ek: 8'e başvurun

[44] Fıkhı bakımdan bu tazmînin ne demek olduğunu bilmek için Ek: 9'a başvurunuz.

[45] Bunun fıkhı açıdan geniş açıklaması için ek 10’a başvurunuz.



İKİNCİ BÖLÜM


DAHA ÖNCE SUNDUĞUMUZ TEZİN IŞIĞINDA BANKANIN ESAS GÖREVLERİNİN ETÜDÜ:

Sunmuş olduğumuz tezin ışığında, bankanın ana görevlerini genel çizgileriyle ele almamız ve faizsiz bankanın bunlara karşı durumunun ne olduğunu açıklamamız mümkündür.

Şimdiki uygulamalarıyla, konu ile ilgili olarak bankanın görevleri, aşağıdaki şekilde kısımlara ayrılmaktadır.

1— Bankanın müşterilerinin yararına olmak üzere yaptıkları bankacılık hizmetleri ki bunlar karşılığında bankalar ücret adı altında bir miktar tahsil eder.

2— Bankaların iş kurumlarına krediler vermeleri. Bankalar, bunlar karşılığında ise bir takım faydalar (faiz) tahsil eder,

3— Banka gelirlerinin bir kısmının «kıymetli evrak» ticaretinde kullanılması İleride sırasıyla bankanın bu görevlerinden söz edeceğiz.

BANKANIN BİRİNCİ TÜRDEN GÖREVLERİ BANKACILIK HİZMETLERİ:

Banka günlük hayatımızda pek çok hizmetler ifa etmektedir. Banka, çeşitli mevduatın yatırılmasını kabul etmektedir. Bu esastan hareketle çekleri, havaleleri, senetleri tahsil eder ve buna benzer hizmetleri görür.

Nitekim banka kâr amacını güderek, müşterinin başka hizmetlerini de görür. Onların kıymetli evrak alım - satımı, karşılıklı çek, kefalet senetleri ve bu gibi banka tarafından yürütülen işlemleri bu kabildendir. Eğer bu çek ve kefaletler örtülü olmayacak olursa, hizmet olmalarının yanında, bankacılığın kolaylıkları olarak da değerlendirilebilirler.

Şimdi biz, bütün bu işlemlerden toplu bir şekilde söz edeceğiz. Bunlara da bankanın ifa ettiği esas hizmet olan mevduat kabulünden ve bunun gerektirdiği ikinci derecedeki hizmet ve işlemlerden söz etmekle başlayacağız.


Mevduatın Kabulü:

Banka günlük hayatta, müşterilerinden yatırdıkları mevduatı kabul eder. Mudînin bu mevduatını çekebilme imkânını da göz önünde bulundurarak, her zaman geri çekilebilen mevduat —ki bu tür mevduata carî hesaplar adı verilir—, biriktirme özelliğini taşıyan belirli bir süre için yatırılan mevduat ve tasarruf mevduatı olmak üzere kısımlara ayırır.

Bu şekillerden herhangi bir şekilde bankaya yatırılan mevduat miktarlarını, faizli bankalar şekillerini göz önünde bulundurarak çeşitli kavramlarla adlandırır. Ya her zaman çekilebilen, ya da karşılıklı olarak anlaşılan belirli bir süre sonra ancak çekilebilecek şekilde hesaplar açar.

İkinci durumda banka, ödemek veya istediğinde kendi adına verilmek veya bir süre sonra çekilmek üzere, yasal nakit birimlerinde belirli bir miktarı kabul etmek zorundadır. Bu şekillerin herhangi bir tanesinin kabulü, banka ile müşteri arasında varılacak anlaşmaya bağlıdır.

Gelenek olarak bu tür banka mevduatına «eksik mevduat» adı verilir. Çünkü yalnızca mevduatın yatırılmasını gerektiren maddî şartların ortaya çıkmasıyla, banka bu mevduatı ödemek zorunda değildir. Diğer taraftan müşteriler de, yasal olarak geçerli oldukları sürece bankanın kendilerine vereceği nakitleri de geri çeviremezler.

İslâm Hukukunda ise, faizli bankalara yatırılan mevduat ne tem mevduat olabilir ne de eksik mevduat.[37] Bunlar yalnızca ya her an ya da belirti bir süre sonunda ödenmesi gereken borçlardır.

Çünkü müşteri mevduatını bankaya yatırması ite mevduatı üzerindeki mülkiyet hakkı ortadan kalkmış olur. Banka bu mevduatta tam bir tasarruf yetkisine sahip olur. Bu durum ise mevduatın taşıdığı özelliklere uygun değildir Çünkü «mevduat» adi bankaların borç olarak aldığı meblağlara verilmiştir.

Bunun nedeni de: Bu borçların tarihî olarak önceleri «emanet = vedia» şeklinde ortaya çıkmış olmalarıdır. Bankaların tecrübelerinin artması, iş yaptığı alanların genişlemesi sonucunda bunlar borç hüviyetini kazanmaya başladılar. Bununla birlikte hukukî açıdan «mevduat» olma niteliğini yitirmekle beraber, bu ismi almaya devam ettiler.

Faizli bankaların borç olarak aldıkları mevduata karşı faizsiz bankanın tavrı,—daha önce de geçtiği gibi— carî mevduat ile vadeli mevduat arasında bir ayırım yapmak esası üzerine kurulur.

Çarı mevduatı, onlara hiçbir fayda vermeksizin borç olarak kabul eder. Vadeli mevduatı da kelimenin hukukî , (fıkhı) anlamıyla emanet gibi kabul eder. Fakat bunlar yalnızca banka tarafından korunmak üzere verilmiyor. Bunun yanında o mevduatı mudâraba akdine sokmak suretiyle malda gerekli tasarruflarda bulunmak üzere mudînin bankayı vekil yapması da söz konusudur.

İste, faizsiz bankanın carî ve vadeli mevduatı kabul etmesi sırasında bunların hukukî muhtevaları böyle bir farklılık arz etmektedir.


Cari Mevduat ve Cari Hesap:

Mevcut bankalar açısından carî hesap, mevduatın sahibi müşteri ile bu hesapların açıldığı banka arasında karşılıklı borç anlamındadır. Mevduat, müşteri için daimî bir hesap bakiyesi durumunda olur. Mevduat sahibinin hesabının bakiyesinden çektiği miktar, onun borçlandığı miktarın ifadesidir.

Veya başka bir deyimle bankanın mevduat sahibinden alacağı miktar demektir. Batı hukukuna göre câri hesap, başlı başına bir akittir. Banka bu akitte, aralarında ortaya çıkan nakdî hakların bireysel özelliklerinden sıyrılıp carî hesabı oluşturan hesaplara dönüştürülmeleri üzere mûdî ile anlaşır. Bunun sonucunda, üzerinde anlaşılan sürenin bitiminde, (karşılıklı) bir borç bakiyesi ortaya çıkar ve yalnızca bu bakiyen İn ödenmesi söz konusu olur. Bu nedenle carî hesap için parçalanma sözkonusu olamamaktadır.

Carî hesaplar karşısında faizsiz bankanın da durumu diğer bankalarınkine benzemektedir. Faizsiz banka bu tür mevduatı, mudîleriri kendisine verdikleri bir borç olarak kabul etmekte, ayrıca mudîlere bunlar karşılığında herhangi bir fayda sağlamamakta, fakat müşterisi için carî bir hesap açması da mümkün olabilmektedir.

Bu hesap bir taraftan müşterinin yatırdığı mevduatı, diğer taraftan da çektiği miktarı kapsamaktadır. Ancak İslâm Şeriatının carî hesaba kazandırdığı şekil, günümüz bankalarındaki hukukî şeklînden ayrılmaktadır. Batı hukuku, carî hesabı banka ile müşteri arasında yapılan başlı başına bir akid olarak görmekte ve bu akid gereğince bireysel haklar, özelliklerini kaybetmektedir.

Bu esas üzere carî hesap batı hukukunun iki borç arasında yapılan ve «mukassa» denilen ilişki hakkındaki görüşüne[38] ve daha önce sözü edilen duruma uygun düşmektedir. Bu düşünce ağır ağır tekâmül ederek bu noktaya gelebilmiştir. Batı hukuku, ilkin kaza bir nitelik de izafe ederek mukassayı kabul etmişti. Mukassanın yapılması, mahkeme huzurunda dava edilmesine bağlı idi. Hakim ise bu işlemi yapmayı ret edebilme yetkisine sahip bulunuyordu.

Bundan sonra mukassa düşüncesi bu merhaleyi aştı ve mahkeme huzurunda görülen bir dava olmaktan çıktı. Diğer taraftan batının bazı hukuk dallarınca, iki taraftan birisinin ortaya koyacağı isteğe bağlı olan bir işlem olarak kabul edilirken; yine aynı hukukun diğer bazı dallarınca ona kanunî bir karakter kazandırıldı.

Fakat kamu düzeni içerisine sokulmamıştır. Böylelikle batı hukukunun, kendisi için bir yarar uman kişi tarafından ileri sürülmedikçe mukassa'yı kabul etmediği anlaşılmış oluyor.

Batı hukukunun mukassa ile ilgili görüşlerine göre; mukassada bankanın müşterisi ile olan ilişkileriyle ortaya çıkan ferdî haklar eritilmekte, carî hesabın sonucunda bütün bunlar topluca yok edilmekte ve karşılıklı borçlar arasında mukassa (takas) yapılabilmesi için herhangi bir şekilde bir kararın alınmasına ihtiyaç his ettirmektedir.

İslâm hukukuna gelince, carî hesabı ve karşılıklı kişisel hakların ortadan kalkmasını yorumlamak, bizi ayrıca hususî bir akdin varlığını kabul etmeye itmemektedir. Çünkü biz, müşterinin bankadan para çekmesini bankaya yatırdığı mevduat île ortaya çıkan bankaya yermiş olduğu borç karşılığında aldığı bir kredi olarak kabul edecek olursak;


o vakit karşılıklı iki borç sözkonusu olmaktadır. Yalnızca bu iki borcun karşılıklı olarak oluşmasıyla aralarında mukassa (borç takası) ister istemez cereyan eder. Banka ile müşterisi arasında bu konuda daha önceden bir akdin yapılmış olmasını da gerektirmez. Çünkü İmâmiyye ve Hanefi mezheplerinin fakîhlerînin tümü ile pek çok fakîh, şartları gerçekleştiğinde mukassanın mecburî olduğu görüşündedir ve kendiliğinden olur. İki taraftan herhangi birisinin bu konuda karar almasına da gerek yoktur.

Buna bazen «tehâtür» adı da verilir. Hatta İslâm Şeriatında, mukassa'dan vaz geçmek mümkün değildir. Çünkü bu, ıskat edilebilir bir hak değildir.

Buna göre; carî hesap var olduğu sürece, ferdî haklar haliyle kaybolmakta ve herhangi bir akde veya anlaşmaya gerek kalmaksızın, mevduat sahibi ile banka arasında sürekli olarak mukassa (borç takası) ve tehâtür söz konusu olmakta; geriye de verilen borç ile alınan kredi arasındaki fark miktarından başka bir şey kalmamaktadır.

Carî hesabın varlığı halinde, onu bankadaki hesap sahibinin hesap bakiyesine dayalı bir ödeme olarak yorumlamamız halinde; carî hesap, karşılıklı borçlardan teşekkül eden iki unsur olmaktan çıkar. Bunların yerine şu iki unsur geçer: Biri, mevduat toplamıyla sınırlandırılabilen müşterinin bankadan alacaklarıdır; diğeri ise, alacağından çektiği miktardan arta kalan hesap bakiyesidir.

Müşterinin bir hesap bakiyesinin varlığı halinde, müşterinin faizsiz bankadan çektiği para kadarının alacağından kendisine yapılan bir ödeme olarak yorumlanmasını tercih ediyorum. Yeni ve ayrı bir borç olarak ele alınmasından yana değilim. Para çeken mudînin bankada kalan alacak bakiyesi, (mudî tarafından) çekilebilecek miktardır.

Yoksa borçların takası (mukassa) yoluyla ödeneceği garantilenmiş bir miktardan ibaret değildir. Herhangi bir hesap bakiyesinin olmaması halinde para çekmeye gelince —bu ise açık hesap üzerine carî hesabın açılması halinde sözkonusu olur— bu, bir ödeme olmayacak banka ile para çeken müşteri arasında yeni bir borç işlemi olarak ortaya çıkacaktır. Bu durumda ise banka alacaklı, para çeken müşteri ise borçlu olacaktır.

İleride bu tercihte bulunmanın nedeni ortaya çıkacaktır. Çünkü bu tercihle carî hesapla, çekilen paranın ayrı bir borçlanma olarak yorumlanmasının doğurduğu seri bir takım zorluklar, ortadan kaldırılmış olacaktır.

Carî Hesap Açmak:

Banka normal olarak carî hesapların açılmasında şeklî bazı, uygulamalara girişir. Meselâ ilgili yerlere müşterinin imzasını alır ve bu imza örneğini saklar. Böylelikle müşterinin hesabından ödenmek üzere vereceği çeklerdeki imzasına uyup uymadığı araştırılabilir. Bunda da herhangi bir sakınca yoktur.

Carî hesap, müşteri ile banka arasındaki teamülden doğan hakların başlamasıyla birlikte başlar. Bu ilişki bazen müşterinin carî hesap açması suretiyle bankaya borç vermesi ile başlayabildiği gibi, daha önce bir hesap bakiyesinin varlığı söz konusu olmaksızın, bankanın müşterisine açık hesap olarak bir miktar borç para vermesiyle de başlayabilir.

Mevcut bankalarda, müşterinin birden çok hesap açmak yoluna gittiği ve bunların her birisi için ayrı işlemleri öngördüğü de görülmektedir. Eğer müşteri bunlardan yalnızca sürekli hesap bakiyesini veya her işlemin borcunun ne olduğunu bilmek istiyorsa, bunun bir sakıncası yoktur.

Yok, eğer her bir câri hesapla ortaya çıkan hakların başlı başına mahfuz kalmalarını ve bunun ayrı bir carî hesapta söz konusu olan ferdî haklar karşılığında olmasını istiyorsa; diğer taraftan hesaplarının birisinde borçlu, diğerinde de alacaklı görünüyorsa ve bunlar arasında mukassa (takas) yapılmayacaksa; evet bu ayrı ayrı hesaplar bu anlama geliyorsa, bu sahîh değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi mukassa zorunlu olarak yapılır.

Ondan vazgeçmek mümkün olmadığı gibi, her bir hesabın borçlusu da, alacaklısı da aynı kişi olduğu sürece, bunlar arasında bir takas yapılamayacağını şart koşmak da mümkün değildir.

Faizli bankalarda ise, müşteri olarak kalmaları istenen büyük hesap sahiplerine, açtıkları hesabın bir mevduat hesabı olduğunu göz önünde bulundurmaksızın, bu hesaplara bir fayda da verilmektedir. Bu ise, faizsiz bankanın yapamayacağı bir şeydir. Kendisiyle devamlı ilişkilerde bulunmalarını sağlamak amacıyla banka, carî hesap sahiplerine bazı imkânlar tanımak yolunu tutabilir. Bankanın müşterilerine bu amaçla faizsiz kredi verme yolunu seçmesi de bunlardan birisi olabilir.


Hesaba Para Yatırmak:

Hesaba para yatırmak çeşitli şekillerde gerçekleşebilir. Ana şekil ise nakdî olarak paranın yatırılmasıdır. Müşteri veya onun vekili belirli bir meblağı bankaya yatırır. Bunun karşılığında bu meblağı yatırdığına dair bir belge alır. Sonra da bu meblağ, hesabın «alacak» kısmına yazılır.

Mevduat yatırmanın diğer bir yolu da şudur: Müşteri adına muharrer veya üzerine havale edilmiş çeklerle bankaya gelir, bankadan bu çeklerin kıymetlerinin tahsil edilip carî hesapları arasına kayıt edilmesini ister. Buna bir örnek verelim: İki kişi düşünelim. Bunlardan birisi borçlu, diğeri de alacaklı olsun.

Borçlu borcunu ödemek istediğinde, borcu değerindeki banka çekini yazıp alacaklısına verir. Bunun üzerine alacaklı» çeki bankaya götürür ve bu çekin kıymetinin tahsil edilip câri hesabına kayıt edilmesini ister. Böylelikle o. bu çekin kıymetini bankaya mevduat olarak yatırmış olur.

Bu yolla mevduat yatırmak, çeki yazan tarafından para çekilmesiyle ilgili bulunuyor ve onun bir teferruatı oluyor. Bu nedenle bunu, çeklerin tahsil edilmesinden söz ederken şer'î açıdan ele alacağız. Bunlardan hesaptan para çekmek ve benzeri işlemlerden söz edip bunlar hakkında bir fikir verdikten sonra bahsedeceğiz. Bunlardan sonra bu yolla para yatırmanın şer'ân sahîh olduğu da açıklığa kavuşmuş olacaktır.

Bu şekilde mevduat yatırmak gerçekleştiği gibi, müşterisi, tarafından tahsil edilmek üzere verilen senetlerin banka tarafından tahsil edilmesi yoluyla da gerçekleşir.

Bu durumda banka, senet değerinde müşteri lehine borçla ilgili bir takım kayıtlara bağlı kalır. Yani banka senedin değerini borçludan tahsil eder ve senedin kendisi için yazıldığı alacaklının hesabının bakiyesine ekler. Veya senedin kıymetini yanında bulunan borçluya ait hesap bakiyesinden düşer ve alacaklının hesap, bakiyesine ekler. Bütün bunlar, senetten faydalanan kişinin müsaadesinin var olması şartıyla, şer'ân caîzdir.

Diğer taraftan bankanın müşterileri lehine gördüğü bazı işler de vardır. Müşteri ise hesabının durumunu açıklayan yazılar veya buna dair bazı bilgiler çıkartılmadıkça bunların farkına yaramayabilir. Meselâ banka, müşterisinden alacaklı olanın belirli meblağlarda gelecek dahilî veya haricî havalelerini, alacaklının hesap bakiyesine kayıt eder.

Bu havaleler ise bazı, malların alımı veya başka şeylerin hesaplarının karşılanmasında söz konusu olabilir. Banka, havale kıymetini, havale edenin hesabından havale edilenin hesabına kaydırır ve onu hesabının, bakiyesi üzerine kayıt eder. Böylelikle alacaklının carî hesap, bakiyesi artmış olur.

Böyle bir işlem, üzerine gelecek havaleleri kabul etmekte; mudînin bankaya izin vermesi halinde şer'ân caîzdir. Bu durumda banka, müşterisinin bir vekili olarak havaleyi kabul eder. Böyle bir durumda bankanın hesabın bakiyesini tutmak ve ihale edenin hesabından havaleden faydalanacak kişinin hesabına havale kıymetini geçirmek imkânına sahip olur. Böylelikle onun bu yolla havale kıymetini bankaya mevduat olarak yatırması da gerçekleşmiş olur.

Böylece anlamış oluyoruz ki, mudînin mevduatını doğrudan kendisinin yatırması mümkün olduğu gibi, daha önce anlatılan şekle uygun olarak müşterisinin yararına mevduat kayıt etmeside mümkün olur.


Hesaptan Para Çekmek:

Hesaptan para çekme işlemi çeşitli yollarla gerçekleşir. Bunların en önemlisi, müşteri tarafından imzalanmış olan çeklerdir. Bazen müşterinin bankaya gönderdiği imzalanmış yazılı bir emirle, başka bir bankaya, içerde veya dışarıda başka bir yere belirli nakdî bir miktarın havale olarak gönderilmesini istemesi yoluyla da para çekilebilir. Bu durumda banka, bu emri yerine getirmesi sonucu geri kalan hesap bakiyesini açıklayan bir mektup gönderir.

Kendi adına kıymetli bazı evrakın satın alınması için, müşterinin bankaya yazılı bir emir göndermesi veya bankaya müşterisinin imzasını taşıyan ödenmesi gereken bir senedin getirilmesi ve kıymetinin Carî hesabından düşürülüp hak sahibine ^ödenmesine dair bilgisinin bulunduğunun açıkça ortaya konması yoluyla da bankadan para çekme işlemi gerçekleşmiş olur.

Şimdi başlıca para çekme yolu olan çek yoluyla para çekmekten söz edeceğiz. Yazılı bir emirle havale çıkartılmasını istemekten, bankanın yerine getirdiği bankacılık hizmetlerinden biri olan «havale»yi ele alırken söz edeceğiz.

Yazılı bir emirle veya müşteri hesabına kıymetli bazı evrakın satın alınması yoluyla para çekmekten de, bankanın bu tür hizmetlerini ele alırken bahsedeceğiz. Hak sahibine kıymetinin ödenmesine müsaade edilen bir senedin bankaya sunulması yoluyla para çekmeye gelince; bu, ödenmesi gereken bir borcun süresinin gelmesi şart koşularak bankaya yapılan havale konusu ile ilgilidir. Bu nedenle bundan da havaleden bahsederken söz edeceğiz.

Çekler ödeten bir borç ödeme aracı olarak kullanılmaktadır. Çeki yazan borçlu, ondan yararlanacak olan da alacaklı olur. Borçlu, alacaklısının borcunu ödemek üzere ona bir banka çeki yazar. Çeki yazan borçlunun da bazen carî hesaptan-alacağı bir hesap bakiyesi bulunur, bazen da bankadaki carî hesabı açık olur, alacak hiçbir hesap bakiyesi söz konusu olmayabilir. Bu iki durumu da bir çerçeve içerisinde ele alalım:

Birinci Durum:

Çeki yazanın bankadan alacak bir hesap bakiyesinin bulunması halidir. Borcunu ödeme aracı olarak yazmış olduğu çek yoluyla carî hesabından para çeker. Daha önce carî hesaptan para çekmenin, para çeken kimsenin bankadaki alacağının ödenmesi şeklinde yorumlanmasının mümkün olduğunu açıklamış idik. Nitekim para çekmek, müşterinin bankadan borç almasıyla da yorumlanabilir. Bu durumda carî hesabın bu hareketliliğiyle karşılıklı borçlar ortaya çıkmış oluyor.

Eğer biz carî hesabı, bir borç ödeme olarak yorumlarsak —ki bu, faizsiz bankanın üzerinde kurulmasını tercih ettiğimiz esastır—borçlunun alacaklısına vermiş olduğu çeki, borçlunun alacaklıyı bankaya havale etmesi şeklinde anlayabiliriz. Çünkü banka, borçlunun carî hesaplarının kıymetini elinde bulundurmaktadır.

Böyle bir işlem, bankadan alacaklı olanın, kendisinden alacaklı olanı bankaya havale etmesi olur ve Şer'ân da sahîh (geçerli)dir. Böylelikle de borçlu olan muhîl (havale eden), çekten yararlanacak olanın alacağından kurtulmuş olur. Banka da, çekin değeri kadar olan bir miktarı mudîle ödemiş olur.


8
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2

Carî hesaptan para çekmeyi bankadan alman yeri bir borç ve dolayısıyla da karşılıklı bir borçlanma olarak yorumlayacak olursak; o zaman bunu borçlanma için İslâm’da öngörülen bir takım şartlara uydurmak zorunda kalırız. Borç alanın veya vekilinin borç alman miktarı kabz etmesi, İslâm Şerîatının borçlanmada öngördüğü esas şartlardan bir tanesidir.

O halde, ya para çeken veya onun vekili, bankadan borç olarak çek ile çekilen miktarı kabz etmedikçe, bu borçlanma sahîh olmaz. Gerçekte ise bu gibi durumlarda borç alınan miktarın kabzı diye bir şey bulunmamaktadır. Hatta çoğu zaman çekin kıymetinin bir hesaptan başka bir hesaba kaydırılmasından başka bir şey olmamaktadır. Şartları tamamlanmadığından borçlanma da gerçekleşmemektedir. Borçlanma gerçekleşmeyince de, çek yazan kişi çek alana olan borcunu da ödememektedir.

İşte bu nedenle, faizsiz banka için hesaptan para çekme işlemlerini alacaktan ödeme olarak görmeyi tercih ediyor ve yeni bir borç olarak kabul etmiyoruz.

İkinci Durum:

Çek verenin bankada alacak bir hesap bakiyesinin bulunmaması, fakat bankada açık bir hesabının bulunması halidir. Böyle bir durumda çek veren, alacaklısına çek yazar. Çeki alan da onu ya kıymetini almak veya onun kıymetini çeki veren borçlusunun hesabından düşmek ve kıymetini alacaklının hesap bakiyesine yazmak üzere bankaya verir. Eğer biz çeki bankadan 'alman yeni bir borç olarak kabul edecek olursak, Şer'î açıdan aynı zorlukla burada da karşılaşmış oluruz.

Çünkü bu durumda da sıhhat borç miktarının kabz edilmesine bağlıdır... Birinci durumda çekin, borçlunun alacaklısını, alacağı bulunan üçüncü bir şahsa havale etmesi esasından hareket edecek olursak, bu durumda da borçlunun alacaklısını, alacağının bulunduğu bankaya havalesi olarak kabul ederiz. Ancak burada kendisi üzerine havale yapılan (banka)nın, havale edene borcu yoktur. Bu gibi havaleye fukahâ «borcu olmayanın üzerine havale» terimini kullanırlar.

Bu, bence geçerli bir havaledir. Bankanın bu havaleyi kabul etmesiyle yerine getirilir. Eğer banka çeki kabul ederse, bu onun havaleyi kabul etmesi anlamına alınır. Havale edilen için, havale edenin zimmetindeki alacağı kadar bir borç, bankanın zimmetine geçer. Böylelikle havale eden, bankaya (kendisine havale edilen) havale kıymetinde borçlanmış olur.

Çek verenin bankaya borçlu olması burada borçlanma esasına göre değildir ki, borçlanma kabz olmadan gerçekleşemesin; buradaki borçlanma bankanın havaleyi kabul etmesi esası üzerine kuruludur... Banka, borçsuz olduğu halde, havaleyi kabul etmesi ve havale edenin borcunun, kendi zimmetine geçmesiyle aynı miktarda havale edenden alacaklı olur.[39]

Böylece, havale esas alınarak, bir ödeme şekli olmak üzere banka çeki kullanmanın nasıl sahîh olacağı açıklanmış olur. Bu durumda çek verenin bankadaki carî hesabında alacak bir hesap bakiyesinin bulunması ile carî hesabının açık olması arasında bir fark yoktur.

Burada müşterinin böyle bir şeyle yükümlü tutmaması halinde bile, bankanın bağlı olduğu bazı kayıtlar vardır. Çeşitli işlemler, posta masrafı, açık hesapları ortaya koymak için gerekir işlemler bunlar arasındadır.

Bunların hepsi doğrudur. Çünkü bankacılık hizmetleri karşılığında müşterinin bankaya bir ecri misil kadar borcu olmaktadır. Çünkü bu hizmetlerde açık hesapların bildirilmesi, açık veya zımnî bir emir gereğince bankanın üzerine aldığı posta ücreti vardır ve bunların müşteri tarafından karşılanması gerekmektedir. Karşılıklı iki borç arasında sözkonusu olan mukassa (takas) gereğince, bu gibi işlemlerin ücreti, müşterinin hesap bakiyesinden kesilir.

Aynı Şahısta İkiden Fazla Sıfatın Bulunması:

Diğer taraftan bankadan çekle para çekmekte bazı durumlar vardır ki, bunlarda yalnızca bir bakımdan iki sıfat bir arada bulunabilmektedir. Müşterinin bankaya, üzerine bizzat kendi adına yazılmış bir çek getirmesi bu türdendir. Bu durumda müşteri, hem çekle para çekeni, hem de ondan yararlanacak olanı temsil etmektedir.

Bu işlemin fıkhı deliline gelince; çekle para alan getirmiş olduğu çek değerinde bankadaki alacağından bir kısmını almak istemektedir. Onun (kendisi için) çek yazması, onu bankaya getirdiğinde, alacağının ödenmesi ve değeri kadar bir parayı çekebilmesi için bir belge olarak kullanmak istediğinden başka bir şey için değildir.

Müşterinin banka emrine yazılmış bir çeki getirmesi de yine bu türdendir. Böyle bir durumda banka hem çeki ödemek, hem de ondan yararlanmak durumundadır. Böyle bir işlemin fıkhı deliline gelince: Para çeken herhangi bir sebeple bankaya borçlanmıştır.

Bu nedenle çekle ortaya çıkan bu borçlanma çerçevesinde, bankanın bu borçlanması ile cari hesaptaki hesap bakiyesinde müşahhaslaşan müşterinin alacağı arasında mukassa cereyan etmiştir. Böyle bir durumda çek, banka ile müşteri arasında mukassanın cereyanına dair bir belge olmaktan Öte bir şey değildir. Bütün bunlar ise Şer'an caiz olan şeylerdir.

Vadeli Hesaplar:

Kısa bir süre içerisinde, kendisine ihtiyaç duyulmadığı sürece, ondan bir fayda sağlamak amacıyla sahipleri tarafından bankaya yatırılan meblağlardır. Bu meblağları müşteri ile banka arasında anlaşılan süreden daha erken bankadan çekmek, mümkün olmaz. Çoğu zaman olduğu gibi mudî mevduatının kalmasını arzu ettiği taktirde mevduatın vâdesi dolduktan sonra akdini yeniler ve mevduatını bankada bırakabilir.

Gerçekte ise, bu mevduat, haram kılınmış faizli borçlar durumundadır. Bu nedenle faizsiz banka bunları böyle almaktan, kaçınır ve fıkhı bakımdan tam bir vedîa (emanet)e dönüştürür.

Ki bu mevduat, sahiplerince bankaya mudâraba esası üzere üretime kaydırılmaları mümkün olduğu taktirde onları kullanmak üzere verilmiştir... Bunu ise daha önce sunmuş olduğumuz tezde genişçe açıklamış bulunuyoruz.

Tasarruf Mevduatı:

«Tasarruf mevduatı» ile her mevduat yatırma veya çekme sırasında takdim edilmesi gereken bir defterde açılan her hesap kast edilir. Bu biriktirme mevduat kısımlarından bir tanesidir. Ancak tasarruf mevduatında, mevduat sahipleri istedikleri zaman veya özel bazı şartlar dâhilinde para çekebilirler.

Faizsiz banka bu tasarruf hesaplarını kabul etmemek gibi bir durumda olmaz. Tasarruf sahiplerine istedikleri zaman mevduatlarını geri almak imkânını tanıması açısından da, faizli bankalarla arasında bir fark yoktur. Diğer taraftan faizsiz banka, vadeli mevduatı mudâraba esası üzere üretime kaydırdığı gibi, bu tür mevduatı da aynı şekilde üretime kaydırır.

Fakat faizsiz mevduata karşı takındığı tavrından —birinci bölümde de açıklandığı gibi— iki noktada ayrılmaktadır.

Birincisi: Vadeli hesaplarda öngörülen şekilde mudînin mevduatını en az altı ay bankada bırakmasının şart koşulmasına aykırı olarak, tasarruf mevduatını sahibi istediği zaman çekebilir.

Diğeri: Faizsiz banka her bir tasarruf mevduatından belirli bir miktarı borç olarak keser ve parasal akışı sağlamak için bu miktarı muhafaza eder. Tezimizi açıklarken geçtiği gibi, bu miktarı mudârabaya ve üretim alanına kaydırmaz.

Gerçek Mevduat:

Sahipleri tarafından korunmak, hırsızlık, kayıp, yangın ve bu gibi tehlikeler karşısında güvenlik altında bulundurulmak istenen belirli şeyleri, maddî bir ihtiyacın ortaya çıkması halinde geri çekmek üzere bankaya yatırdıkları mevduattır.

Bu gaye ile banka, özel kasalar hazırlar, ücret karşılığında müşterilerine kiralar ve bunun karşılığında onlardan bir ücret alır.

Bu tür mevduat, fıkhı anlamıyla tam bir mevduat (emanet)tir. Buna göre, bu işleri görmesi karşılığında bankanın bir ücret alması câîz olur. Bu ücretin, mevduatın korunması için ayrılan özel para kasası için alınması ile bankanın onu korumak için gördüğü işin karşılığı olması arasında da herhangi bir fark yoktur.


BANKA MEVDUATININ İKTİSADÎ ÖNEMİ:

Mevcut bankalara yatırılan banka mevduatının iktisadî önemi aşağıdaki noktalarda özetlenebilir:
1—Bankadaki mevduat, banka sicillerinde yalnızca bir kayıttan ibaret olmalarına rağmen, herhangi bir müşterinin hesabını ifade etmektedir. Mevduat, gerekli ödemeleri yapabilmek için önemli bir araç olarak görülmektedir.

Çünkü böylelikle bankalardaki güven unsurundan kaynaklanan güçlü garantilere sahip olunabilir. Her ne kadar hukuk, bunlara tedavüldeki paragözüyle bakmamakta ise de, durum böyledir. Bu nedenle, diğer nakitlerde sözkonusu olduğu gibi, onları ödemeyi kabul etmeye dair herhangi bir zorlama sözkonusu olamaz.

Fakat bu kabul etmeyişi de, banka mevduatı teamülde bulunulan alanı genişletmekten geri bırakmamaktadır. Bu da, çekleri kullanmak yoluyla mevduatın mülkiyetini birinden Öbürüne aktarmak yoluyla gerçekleşebiliyor. Bunun sonucunda ticarî ve iktisadî alanda ödeme araçlarında bir artış gerçekleşmiş olur.

2—Banka mevduatı çoğunlukla, bankaya yatırılmadan önce âtıl bulunan mallan oluşturmaktadır. Âtıl bulunan bu malların bankaya yatırılmalarıyla, işadamlarına bankanın verdiği kredi suretiyle onlara, üretim alanına kayma imkânı verilmiş oluyor. Böylelikle mevduat, memleketteki iktisadî refahın yükselmesine, sınaî ve ticarî gelişmesine büyük bir ölçüde katkıda bulunmak imkânına sahip olmuş olur,

3— Bankadaki mevduat, gerçek toplamından daha büyük bir derecede bir güven yaratma imkânını bankaya verir. Güvende aynı şekilde bankaya mevduatın daha çok yatırılmasını sağlar. Böylece banka mevduatının toplamı arttıkça artar. Bunun sonunda nakit paranın yerini tutan ödeme şekilleri çoğalır...
Ödeme şekilleri çoğaldıkça da, ticarî canlılık genişler ve gelişir.

Bu üç nokta karşısında önce İslâm Şerîatın tavrım, sonra da faizsiz bankanın tavrını belirlememiz gerekmektedir.

Banka Mevduatı, Ödeme Aracıdırlar:

Birinci noktaya gelince, banka mevduatını çeklerin kullanılması yoluyla ödeme aracı olarak düşünmek mümkündür, ödeme aracı çek değil de banko mevduatının kendisi, çek mudînin hesap bakiyesinden belirli bir miktarın çekilmesi için yalnızca bir emir olduğuna, mevduat da bankanın zimmetinde bulunan bir borçtan başka bir şey olmadığına göre; mevduatı bir âdeme aracı olarak ele almak, borcu ödeme aracı olarak görmek demek olur.

Bu nedenle mevduatın, nakit para yerine kullanılması, borç yerine kullanılması câîz olan sınırlar çerçevesinde câîz olur. Bu sınırları da bilmek için, borç muamelelerini iki kısma ayırıyoruz:

Birincisi: Havale yoluyla, borcu başka bir borcun ödenmesi için bir araç olarak kullanma. Borçlunun alacaklısını, kendisinin alacağı bulunan üçüncü bir şahsa havale etmesi mümkündür. Böylelikle borçlu, kendi alacağını, kendisinden alacaklı olanın alacağını ödemekte ve böylece kendisini borçtan kurtarmakta kullanmış oluyor. Bu işlem de daha önce geçtiği gibi Şer'ân sahihtir. Buna göre de çeki bir borcu ödeme aracı olarak kullanmak da câîz olur.

Diğeri: Borcu, akdin doğrudan doğruya üzerine yapıldığı bir ödeme aracı olarak kullanmak. Meselâ, alacaklı, borç verdiği kişinin zimmetindeki alacağı ile bir mal alır veya bu alacağını diğer bir şahsa hibe eder... Bu tür ilişkilerin Şer'î acıdan bazen sahih olduğuna, bazen de bâtıl (geçersiz) olduklarına hükmedilir.

Meselâ, alacaklının, borçlusunun zimmetindeki alacağı ile bir mal satın alması, Şer'ân faizdir. Ancak alman malın sonradan feslim edilecek bir şey olmaması gerekir. Aksi taktirde alım - satım işlemi bâtıl olur. Çünkü bu, veresiyeyi veresiye satmak olur. Bu ise bâtıldır.

Diğer bir örnek: Başka bir şahsın zimmetinde bulunan bir alacağın, bir şahsa hibe edilmesi. Şer' ân sahihtir. Ancak mevhûbun leh (kendisine hibe edilen)in, bizzat borçlu kişinin olması gerekir. Mevhûbun lehin başka bir kimse olması halinde ise; mevhûbun lehin, hibe edilen malı kabz etmesini hibenin sıhhati için şart görenlere göre; hibede tasarruf edebilmesi için alacaklının borcunu, kendisinin de hibesini kabz etmesi şarttır; bu iki ayrı kabz da gerçekleşmedikçe hibe sahîh olmaz.

Buna göre, geçmiş bir borcu ödemek üzere çek vermenin Şer'ân sahîh olduğu anlaşılmış oluyor. Bizzat bankadaki mevduatın kendisinin muamele konusu olması için, çeki akdin üzerinde yapıldığı bir konu olarak işleme koymaya gelince, bu, bazen sahîh olabilir, bazen de olmayabilir.

Fakat eğer akid mevzuu olarak çek alınmış ve çek verenin bankada bir hesap bakiyesi mevcut değilse, çek aracılığıyla para çekmek her zaman bâtıl kabul edilir. Çünkü çekin itibara alınabilmesi için çek yoluyla para çekmek isteyenin —meselâ onunla bir şey alabilmek veya hibe edebilmek için gerçekten sahip olduğu bir şey yoktur...

Borç ödeyecek olanın cari hesap bakiyesi ise, bankanın ondan aldığı borçtan başka bir şey değildir. Alacağa ise, alacaklı onu kabz etmedikçe mâlik olamaz. O halde doğrudan doğruya veya vekâletle alacak kabz edilmeden, onunla ticarî muamelelerde bulunmanın, onu hibe etmenin ve onunla bir şeyler satın almak gibi işlemlerin hiçbir anlamı yoktur.

Çeklerle yapılan işlemlerde çoğunlukla çeklerin bir ödeme vasıtası olarak kullanılması âdet haline gelmiştir. Bu ise daha önceden bilindiği gibi sahihtir.

Âtıl Malların Kullanılmasında Faizsiz Bankanın Rolü:

İkinci noktaya gelince—ki o da bankanın çalışmalarıyla âtıl malları bir araya getirip onların kullanılmasını sağlamaktır— faizli bankalar için geçerli olduğu gibi, faizsiz banka için de geçerliliğini koruyacaktır. Aralarındaki fark, bu kullanımdaki üslûp ayrılığındadır.

Faizli bankaların bu mallan kullanması, üreticilere kredi olarak vermek esasından hareket ederek gerçekleştirilirken; faizsiz bankada bu, mudarâba esası üzere üreticilerle ortaklığa girmek suretiyle gerçekleşmektedir

Mevduat Kemiyetinden Daha Büyük Bir Oranda Güven Sağlamak:

Üçüncü noktada—ki o, bankanın kendisinde toplananı mevduat toplamından daha büyük bir oranda güven telkin etmesidir— şunu sormamız gerekir: Faizsiz bankanın, fiilen elinde var olan mevduat toplamından daha büyük bir oranda güven ve ona bağlı olarak kredi sağlaması mümkün olur mu?

Cevap, olumludur. Fakat bankanın sağlayacağı bu fazla kredinin şer'î bir sebebe dayalı olması ve gayri meşru olan hiçbir sebebe bağlı olmaması gereklidir. Meşru olan sebebi, meşru olmayan sebepten ayırmak için de aşağıdaki üç hali varsayalım:

1— Bankadaki mevduat toplamının 1000 TL olduğunu düşünelim. Bankaya iki kişi gelir ve her birisi 1000 TL kredi ister. Banka, bunların aldıklarını mevduat olarak yatıracaklarını ve mevduatlarını aynı zaman içerisinde birlikte geri çekmeyeceklerini bildiği takdirde; her birisine 1000 TL lik kredi taahhüdünün mümkün olduğunu görür. Böylelikle kasasında ancak 1000 TL bulunduğu halde 2500 TL mevduat alacaklısı olma imkânına erişecektir.

2—Bankadaki mevduatın 1000 TL olduğunu düşünelim. Bankaya gelen bir kişi 1000 TL kredi ister. Banka da ona istenen miktardaki krediyi verir. Kredi alan onu belirli bir süre için alır ve onu borcunu ödemek üzere alacaklısına verir. Alacaklı da aldığı bu miktarı gider bankaya mevduat olarak yatırır.

Bu sefer başka bir kimse gelir ve bankadan yine 1000 TLık bir kredi ister, banka buna da kredi verir ve bu miktarı ona teslim eder. Böylelikle banka 2000 TL kredi vermiş durumda olur. Oysa kasasındaki mevduatın toplam miktarı 1000TLdır. Buna karşılık, 2000 TL alacaklıdır.

3— Bankada mevcut mevduatın aynı şekilde 1000 TL olduğunu varsayıyoruz. Bankada herhangi bir hesap bakiyeleri bulunmayan iki şahıstan iki ayrı havale gelir. Bunların her birisi 1000 TL lik alacaklısını bankaya havale etmiştir. Bununla birlikte banka biliyorsa, iki havaleyi de birlikte kabul edecek olursa 2000 TL havale bedelinin kendisinden hemen istenmeyeceği kesindir.

Çünkü her iki alacaklı da, alacaklarını aynı anda bankadan çekmeyeceklerdir. Bu noktadan hareketle banka, her iki havaleyi de kabul eder. Böylece borç havale eden her iki şahıstan ayrı ayrı biner TL alacaklı olur. Böylece de 2000 TL Iik alacaktan da gerekli ücretleri tahsil eder. Oysa kendisinde var olan mevduat toplamı 1000 TL dan fazla değildir.

Bu üç hali de yakından inceleyecek olursak; birinci halde bankanın 2000 TL alacaklılık durumunun iki şahsa vermeyi taahhüt ettiği kredilerden doğduğunu görürüz. Fakat her bir kredinin de şer'ân gerekli olan kabz edilmeleri şartı sözkonusu
değildir.

Çünkü kredi isteyenlerin her biri, yalnız 1000 TL Iik kredi alma taahhüdünü bankadan almış, fakat tahsil etmemiş, hesabında da kendisi 'borçlu' kaydolunmuştur. Bu bakımdan bu ödünç işlemi batıldır. Ve banka, 2000 TL alacaklı sayılamaz. Onlara teslim ettiği miktar ne ise o kadar onlardan alacaklı olarak kabul edilir.

İkinci halde de bankanın 2000 TL Iik bir alacağı, yine iki ayrı alacaktan ortaya çıkmıştır. Ancak bu iki kredide kabz gerçekleşmiş durumdadır. Çünkü kredi alanların her birisi, kredi aldığı miktarın tümünü kabz etmiştir. Bu durumda her iki kredi de geçerli olur ve şer'ân banka 2000 TL alacaklıdır.

Üçüncü halde ise bankanın 2000 TL Iik alacağı, iki ayrı havale çıkartanın havalelilerini kabul etmesi sonucunda ortaya çıkmıştır, ödünç akdinin sonucu değil. Havale ise şer'ân sahihtir. Bu durumda banka havale çıkartanlardan 2000 TL alacaklıdır. Aynı zamanda da havale çıkartanların alacaklısı olan kişilere de 2000 TL borçludur.

Bu açıklamalardan, bankanın fiilen elinde mevcut olan miktardan daha büyük bir oranda kredi vermek için gerekli şer'î neden bulunduğu taktirde kredi vermesinin şer'ân caiz olduğu açıkça ortaya çıkmış olur. Bu ise ikinci halde olduğu gibi, kredi alan kredi aldığı miktarı kabz etmesi veya üçüncü halde olduğu gibi havaleyi kabul etmesi şeklindedir.

Ödünçle birlikte kabz veya havalenin kabulü veya diğer şer'î sebepler gibi şer'î herhangi bir sebebin gerçekleşmemesi halinde ise; —birinci halde olduğu gibi— kredi vermeyi uygun gösterecek hiçbir durumun Varlığı sözkonusu değildir. Bankanın yalnızca her bir şahsa 1000 er TL kredi vermeyi kabul etmesiyle ve bunu özel defterlerindeki carî hesaplarında borç bakiyelerine yazmasıyla ne borç işlemi, ne borçlu, ne de alacaklı ortaya çıkmış olmuyor.

Kabz şartı gerçekleşmediği için birinci haldeki borç işleminin geçersizliğini belirtirken ve borç işleminin sıhhatini, borç miktarının kabz edilmesine bağlarken, konu ile ilgili olarak şunun bilinmesi gerekir: Biz kabz şartını koşmakla, müşteri ile borç veren bankayı birbirinden kesin bir şekilde uzaklaştırmak amacında değiliz. Aksine, meselâ 1000 TL. lık kredi isteyen müşterinin istediği kredi miktarını kabz etmesinin, sonra da bunu kendi carî hesabına yatırmasının mümkün olduğunu söylemek istiyoruz. Bu durumda böyle bir borç alımı sahih olur. Çünkü bu, kabzedilen bir borç olmaktadır.

Buna karsı şöyle denebilir: Müşterinin borç aldığı miktarı tekrar bankaya yatırmasıyla, o miktarı bankaya borç vermiş olur. Çünkü fıkhı bakımdan mevduat yatırmak, bankaya borç vermek demektir. Böylece müşteri bankaya 1000 TL veya bankadan borç olarak aldığı miktar kadar borç vermiş olacaktır. Bunun sonucunda karşılıklı iki borç arasında mukassa (takas) cereyan edecek ve bankanın verdiği kredinin hiçbir değeri kalmamış olacaktır. Bu ise şu anlama gelir: Bankadan kredi olarak alınan meblağ, kesin olarak bankadan çekilmedikçe; banka, müşterileri için kredi veren bir kurum olma özelliğini koruyamayacaktır.

Böyle bir itiraza şu cevap verilir: Müşterinin kredi olarak aldığı miktarı bizzat veya vekâlet yoluyla kabz etmesiyle banka 1000 TL alacaklı olur. Bankadaki carî hesabında bu miktarı tekrar yatırmasıyla, bankadan bir alacağı söz konusu oluyorsa da, iki borç mukassa yoluyla düşmez. Çünkü müşterinin bankadan teslim aldığı borç normal olarak belirli bir süre içindir.

Diğer taraftan ise, müşterinin almış olduğu bu meblağı carî hesabına yatırmış olmasıyla, bankadan alacağı belirli bir süre için söz konusu olmuyor. Bu nedenle de mevduatını istediği her an çekememektedir... Karşılıklı borçlardan bir ianesi de belirli bir süre için söz konusu oldukça da, aralarında mukassa olmaz ve bu borçlar tehatür ile de düşmez. Çünkü iki borcun da belirli bir süre için olmaları tehâtürün şartlarındandır. Buna göre bankanın bin TL. lik borçluluğu şer'îdir.

Müşteri borç aldığı miktarı kabz ederse ve yine aynı miktarı carî hesabına yatırırsa, şer'î olmak özelliğini yitirmez... Banka da borç ödeme zamanı gelinceye kadar alacaklıdır, ödeme zamanı gelince, mukassa söz konusu olur ve tehâtür yoluyla karşılıklı olarak iki borç da düşer,

Tahsil:

Bankaları, müşterilerinin mevduatını kabul etmesi, ücretli ya da ücretsiz olarak buna bağlı bütün işlemleri kabul etmeye itmiştir. Buna bağlı olarak bankalar mukassa yoluyla veya büyük kemiyetlerin tedavülüne, bunların taşınmasına, çeşitli yükümlülüklerin yerine getirilmesine ihtiyaç kalmaksızın, hırsızlık veya kaybolma tehlikesine maruz bırakmaksızın; hesaplardan çeşitli aktarmalar yapmak suretiyle, borçlanmaların gerektirdiği işlemleri görür. Bankaların yerine getirdiği bu işlemler: Çeklerin, senetlerin tahsili ile çek ve senetleri kabul etmesinde müşahhaslaşır.

Çeklerin Tahsili:

Carî hesaptan söz ederken şunları söylemiştik: Mevduat yatırma şekillerinden bir tanesi de şudur: Banka müşterilerinden birisi gelir, bankaya kendi adına verilmiş bir çek getirir ve bu çekin kıymeti çeki yazanın bankadaki hesabından ödenecektir. Bunun üzerine banka, çekin kıymetini, çeki yazanın hesabından düşer ve çekin adına yazıldığı kişinin hesabına kaydırır.

Ancak banka bunu, çekin şekil açısından sağlıklı olduğunu anladıktan, çeki yazanın bir hesap bakiyesinin bulunduğunu ve onun çekin kıymetinin hesabından düşürülmesine müsaade ettiğini bankanın ilgili müdürlüğünün tasdikinden sonra yapar.

Çek bazen bizzat âdeme merkezi üzerine veya kendisinden yararlanacak olanın hesabına onun kıymetini tahsil edecek şube üzerine yazılmış olabildiği gibi, bankanın başka bir şubesi üzerine de yazılabilir. Bazen da başka bir banka üzerine de yazılabilir... Birinci halde; çekin tahsili işleminde bir havale ile karşı karşıyayız.

Çeki yazan tarafından kendisinden alacaklıya yapılmış bir havaledir bu. Yani bankoda alacağı bulunan, çekten yararlanacak olan kişiyi bankaya havale etmiştir. İkinci halde de yine tek bir havale söz konusudur. Çünkü malikin de, borçlunun da bir olmaları nedeniyle, bankanın ve tüm şubelerinin zimmeti şer'ân bir kişiliğin zimmetidir. Üçüncü hale gelince; burada çek sahibinden, çekin alınacağı banka üzerine bir havale söz konusudur. Varsayım, çeki tahsil edecek olanın başka bir banka olması şeklindedir.

Eğer birinci bankanın hesapları arasında, çek verenin bir alacak bakiyesinde bulunduğunun tespit edilmesi halinde diğer bankanın —bundan sonra da mukassa yoluyla ödeşmek üzere— çekin değerini tahsile vereceğini varsayarsak. Bunun anlamı şu olur: Çekin üzerine yazılması dolayısıyla, çekin değeri kadar çekten faydalanacak olana borçlu olan banka, çek sahibini (zımnen) diğer bir bankaya havale etmiş demek olur —İkinci bankanın birincisine borçlu olup olmaması bir şey ifade etmez—Bu ise ikinci bir havaledir. Böyle bir durumda çekin tahsili işlemi, iki havale ile mümkün olur.

Bu işlemi, havale ve satış işlemleri olarak şekillendirmek mümkündür. Havalede çek sahibinin, adına çek yazdığı kimseyi, çekin ödeneceği bankaya havale etmesi sözkonusudur. Bu havale gereğince, adına çek yazılan kimse, üzerine havale yapılan bankanın zimmetinde, çek değerinde bir alacağa sahip olur. Satışta ise, çekin alınacağı banka zimmetindeki alacağa, bizzat sahip olduktan sonra onu kullanır.

Meselâ, bu bankanın zimmetinde sahip olduğu miktarı, çeki tahsil etmek üzere verdiği bankadan teslim aldığı nakdî miktar karşılığında satmış olur. Bu ise borcu satmak türünden bir işlemdir... Bu işlemi fıkhı açıdan ister iki havale şeklinde müşahhaslaştıralım, ister bir borcun havalesinden sonra alacağı satmak şeklinde müşahhaslaştıralım, bu iki tür işlemin her birisi sahihtir ve Şer'an caizdir.

Şer'î bakımdan çekin tahsili karşılığından bankanın bir ücret alması mümkün müdür?

Bu soruyu cevaplandırabilmek için aşağıdaki iki durumu birbirinden ayırmak gerekir:

İşlemi birbirine bağlı iki havale şeklinde ortaya koyduğumuz üçüncü halde; çeki tahsil eden bankanın, çekten yararlanacak olan kişiden; çekin tahsil edileceği banka ile temas edip çeki tahsil etmesi ve çek kıymetinin kendisine havale edilmesini istemesi dolayısıyla bir ücret alması caiz olur.

[40] Birinci halde ise, bankadan çeki tahsil eden, ya çekin kıymetini alacak bakiyesine yazılması şeklinde tahsil etmiştir. Eğer bunun alacak bakiyesi üzerine tahsil edilmesini istemişse; o zaman havale, borçlu üzerine yapılmış olur. Borçlu üzerine yapılan havalede ise, borçlunun yapılan bu havaleyi ayrıca kabul etmesine ihtiyaç yoktur. Aksine üzerine çek keşide edilmesiyle yürürlük kazanır.

O durumda banka çekten yararlanacak olana borçlu olur ve borcunu ödemesi veya değerini onun alacak bakiyesine eklemesi, gerekir... Borçlunun alacaklısının borcunu ödemesi karşılığında ise bir ücret alması mümkün değildir... Ancak bundan, bankanın her alacaklısına, alacağının başlaması sırasında, kendisinin müsaadesi olmadan havale yoluyla borç mülkiyetini aktarmamasını şart koşması hali müstesnadır. Böyle bir durumda, şartın yerine getirilmemesi ve havaleyi kabul etmesi karşılığında bankanın bir ücret alması mümkün olur.

Açığa çek keşide eden bunun banka tarafından ödenmesini istiyorsa, bu durumda borçlu olmayana havale yapılmış demektir. Borçsuz kimse de, havaleyi yapandan veya çekten yararlanacak olandan ücret almadan havaleyi kabul etmeyebilir. Bu ise alacaklının borçludan aldığı bir faiz değildir. Çünkü burada ücreti, havaleyi kabul etmesi ve aynı zamanda dolayısıyla da borçlu ölüvermesi sebebiyle borçlu alacaklıdan istemektedir.

Böylelikle, çekin çeki tahsil eden bankadan başka bir bankaya veya onu tahsil edecek bankaya olmakla beraber borç bakiyesinin olmaması halinde, çekin tahsil edilmesi karşılığında ücret almanın câîz olduğu özet olarak anlaşılmıştır. Çekin, çeki tahsil edecek bankaya verilmesi ve para çekenin de alacak bir hesap bakiyesinin bulunması halinde ise, bankama çekten yararlanacak olandan çekin tahsili dolayısıyla ücret alması câîz olmaz. Ancak bankanın, başından beri alacaklı müşterileriyle, izni olmadan üzerine havale yapmamaları kararlaştırılmış olması hali bundan müstesnadır.

Şimdiye kadar birinci ve üçüncü hallerde ücret almanın hükmünü inceledik. Yani çekin tahsil edileceği banka ile çeki tahsil eden bankanın ayrı olması hali (ki bu üçüncü haldir) ile çekin tahsil edileceği banka ve ondan yararlanacak olanın hesabına onun kıymetini tahsil edecek şube üzerine (bu da birinci haldir) yazılmış olması halidir.

Şimdi ikinci halde ücret olmanın hükmünü öğrenmemiz gerekiyor. Bu ise çekin tahsil edileceği şubenin —diyelim ki— Basra'da olması, çekin tahsil edilmesi kendisinden istenenin ise yine aynı bankanın Musul şubesi olması halidir. Musul'daki şubenin, çekin kıymetini tahsil etmekten dolayı bir ücret tahsil etmesi mümkün olur mu?

Şubeler bir taraftan pek çok vekilleri temsil etmektedir. Bunlar ise bankanın sahipleridir. Her şube başlı başına, bankaya bütün alanlarda vekâlet eder. Bankanın herhangi bir şubesinde bulunan bir alacak bakiyesi ile gerçekte bütün şubeler için söz konusudur. Basra'da bulunan banka şubesinden alacağı bir çek bulunan bir kimse, Basra şubesinde belirli bir meblağda mevduatı bulunması ve orada carî bir hesap açmış olması dolayısıyla oradan alacaklıdır, demektir.

Bankada alacağı bulunan böyle bir kimse, kendisinden alacaklı bulunan başka bir kişinin yararına olmak üzere, bankanın Basra şubesi üzerine bir çek yazarsa gerçekte alacaklısını, bütün şubelerin temsil ettikleri genel kişiliğe havale etmiş demek olur. Bu ise, alacaklıyı borçluya havale etmek türündendir. Fakat bütün şubeler çekten faydalanacak olana borcu ödemek zorunda değildir. Borcu ancak, para çeken ile kendi arasında borç akdinin yapıldığı yerde, yani Basra'da ödemek zorundadır

Çünkü varsayım, para çekecek olanın carî hesabının Basra şubesinde açılmış olduğu şeklindedir. O halde, kendisine havale edilecek borcu, bankanın her taraftaki şubesi ödemek zorunda değildir. Banka ancak borçlanmanın olduğu, yani mevduatın yatırıldığı ve carî hesabın açıldığı yerde borcunu ödemek durumundadır.

Buna bağlı olarak: Basra şubesinin müşterisi tarafından yapılmış bir çekin karşılığının Musul şubesi tarafından ödenmesi istenecek olursa, bankanın bir ücret istemesi mümkün olur. Çünkü çek yoluyla para çekecek olan müşteri ile banka arasındaki borç (mevduat) akdi başka bir yerde gerçekleşmiş, borcun ödenmesi talebi ise başka yerde yapılmıştır.
Senet Tahsili:

Güvenini sağlamak gayesiyle ve matların senetlerinin teslimi ile birlikte parayı teslim edeceğine dair kişisel vadini yerine getirdiğini ortaya koymak için, ithalâtçının; normal olarak kendi yararına ortaya koyduğu teminata ihracatçının (kendi yararına olan bu teminata) ihtiyacı olmayabilir. Bu durumda ihracatçı, kendisi ile malı ithal eden arasında anlaşılan senetleri bankaya verir ve banka da bu senetleri, malı ithal edenin bulunduğu memlekete göndermeyi üzerine alır.

Ve malın bedeli olan paranın teslimi karşılığında bu senetlerin malı ithal edene teslim edilmesini ister. Malı ithal eden bu karşılıkları ödeyince, senetlerin kendisine gönderildiği banka, ihracatçının senetleri verdiği bankaya, senetlerin kıymetinin tahsil edildiğini ve onun carî hesabına kaydedildiğini bildirir.

Bu, ticarî mübadeleyi kolaylaştırmak amacıyla banka tarafından yapılması câîz olan bir hizmettir. Bunun anlamı da; malı ithal edenin bulunduğu memleketle haberleşmesi yoluyla ona senetlerin varmasında ve yine aynı şekilde senetlerin kıymetlerinin teslim alınmasında aracılık yapmaktan ibarettir.

Kendisine senetlerin gönderildiği banka teslim aldığı değerlerin, üreticinin bulunduğu yerde olan bankadaki carî hesabına yazıldığını göz önünde bulunduracak olursak; bunun anlamı: ihracatçının hesabının bulunduğu banka, senetlerin gönderildiği bankaya onların değerini borç veriyor ve onu carî hesabına yatırıyor sonra da senetlerin nakdî değerini ihracatçıya Ödeyerek de ona olan borcunu ödüyor demektir.

Veya isterse de, bunun ihracatçının bankadan alacağı olduğunu göz önünde bulundurarak bu miktarı onun câri hesabına eklemekle de yetinebilir. Çünkü banka müşterisinin her bir olacağının, carî hesabına eklenen yeni bir mevduat olarak kabul edilmesi mümkündür.

Senetlerin gerekli yerlere ulaştırılması ve dışarıda haber gönderdiği banka aracılığıyla kıymetlerinin tahsil edilmesi için yaptığı aracılık hizmeti karşılığında bankanın ihracatçıdan belirli bir ücret alması mümkündür. Nitekim sözü geçen aracılığın gerektirdiği posta ve benzeri harcamaları, ihracatçının ödemesi gereken miktarlara da ekleyebilir. Çünkü bu aracılık ihracatçının emriyle gerçekleşmiştir. Bunun için yapılan harcamaları da o yüklenecektir.

Dahili Havale İşlemleri:

Bir beldedeki bir kişi, başka bir beldede bulunan bir kişiye borçlu olursa, bu borçlu alacaklısına sözgelimi posta ile bir çek göndermesi yerine, banka havalesi yoluyla borcunu ödemeye gidebilir. Banka havalesi ise yazılı bir emirden ibarettir. Bu yazılı emri, borçlu olan müşteri, başka yerde bulunan bir kişiye belirli miktardaki bir meblağın ödenmesi için bankaya verir.

Kendisine böyle bir emir verilen banka, bu emri yerine getirmek için şubeleriyle gerekli bağlantıları kurmayı üzerine alır. Kendisine havale çıkartılan banka veya şube de bu sefer, adına havale çıkartılanla temas kurar ve havale bedelini almak üzere bankaya gelmesini ister. Ya da onun carî bir hesabı varsa bu meblağı o hesabına havale eder ve durumu ona bildirir.

Böyle bir havale işlemini fıkhı bakımdan çeşitli şekillerde müşahhaslaştırmak mümkün olur:

Birincisi: Bu işlemi havale çıkartan müşterinin, bankadaki alacağının bu yolla ödenmesini istemesi olarak yorumlayabiliriz. Doğrudan doğruya alacağının kendisine ödenmesini isteyeceği yerde; kendisinden alacağı olan adına havale çıkarttığı kimseye, alacağının değerinin ödenmesini istemektedir. Böylelikle banka havale çıkartana olan borcunu; havale çıkartan da, adına havale çıkarttığı kişinin borcunu ödemiş olur.

İkincisi: Bu işlemi, havale çıkartması emredilen bankanın, kendisi için havale çıkartılanın havale çıkartandan alacağını ödemek istemesi şeklinde de yorumlamamız mümkündür. Bu ise bankanın kendi şubesiyle veya kendisine haber gönderdiği kişilikle temas kurup, ona bu borcun kıymetini ödemesini bildirmesi yoluyla gerçekleşir.

Bu işlem havale çıkartılmasını emredenin isteği ile gerçekleştiğine göre; havale çıkartılmasını emreden, banka tarafından kendi adına ödenen borç miktarı kadar bankaya borçlu olur. Bunun sonucunda havaleyi emredenin bankadaki alacak bakiyesi ile borcunu ödemesi sonucunda ödediği borç kadar olan bankanın alacağı arasında mukassa cereyan eder.

Üçüncüsü: Bu işlemi fıkhı anlamda bir havale olarak yorumlamamız da mümkündür.[41]

Havale çıkartılmasını emreden borçlu, adına havale çıkartılan da alacaklıdır. Borçlu, alacaklısını havale çıkartmayı emrettiği bankaya havale eder. Bu havale gereğince de banka, adına havale çıkartılana borçlu olur. Banka da bu havaleyi yerine getirmek için bunu, adına havale çıkartılanın bulunduğu yerdeki bir bankaya aktarır...

Bunun sonucunda ise ikinci bir havale gerçekleşmiş olur. Böylece havale bedelini ödemesi gereken banka, adına havale çıkartılana borçlu olmuş olur. Bankanın adına havale çıkartılanın bulunduğu yerde şubesi de olabilir. Böyle bir durumda banka, şubeye, gereken havaleyi ödemesini emreder. Bu sefer ise, ikinci bir havaleden söz edilemez. Çünkü şube, borçlu olan bankayı temsil etmektedir. Borcun ona yeniden havale edilebilmesinin söz konusu olabilmesi için ayrı bir zimmeti yoktur.

Dördüncüsü: Bu işlemi yine fıkhı anlamıyla bir havale olarak yorumlamamız mümkündür. Fakat burada muhavvil (havale eden), daha önceki yorumda varsaydığımız gizi, havale çıkartılmasını emreden değildir. Bizzat havale çıkartması emredilen banka, havale çıkartmasını kendisine emredene —bir alacak bakiyesi bulunduğundan— borçlu olduğu için, adına havale çıkartılanın bulunduğu yerde haberleştiği kimseye, onu havale etmektedir.

Böylelikle kendisine havale haberi gelen banka, havale çıkartılmasını emredene borçlu olur. Bunun üzerine havale çıkartılmasını emreden, havale haberini alan bankaya borçlusunu havale eder; kendisiyle ilişki kurduğu bankayı da adına havale çıkartılanın memleketindeki, bankaya bunu bildirmekle yükümlü tutar.

Fiilen yürürlükte olduğu gibi işlemin yapısıyla daha çok bağlantılı atan diğer üç yorumdan çok, üçüncü yorumdur. Çünkü bu iki yorum, adına havale çıkartılanı, havale haberini alan bankaya fiilen alacaklı kılmamaktadır. O sadece borcunun kıymetini o bankadan almak üzere havale edilmiştir. Bu kıymeti kabz etmeden onun hesabına kaydırılmasını isteyemez. Üçüncü yorumda ise bunun aksine, adına havale çıkartılan, havaleyi kabul etmekle onun alacaklılığı gerçekleşir.

Dördüncü yorum ise, eğer kendisine havale emri gönderilen banka, havale emrini alan bankanın bir şubesi ise, herhangi bir duruma uygun düşmemektedir. Çünkü o takdirde havale emrini çıkartan bankanın alacaklısını kendi kendisine havale etmesinin hiçbir anlamı olmaz.

Bununla birlikte durum ne olursa olsun, bu işlem, şer'ân sahihtir ve caizdir.

Havale Karşılığında Ücret Almak:

Daha önce bankanın, başka bir bankaya veya başka bir şubeye yazılmış olan bir çekin kıymetini tahsil etmesi karşılığında bir ücret almasının caiz olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Ancak keşidecinin alacak bakiyesinden ödenmek üzere yazılmış çekin kıymetinin tahsili karşılığında, tahsilini yapacak bankanın veya şubesinin bir ücret alması,—şart koşulan belirli durumların dışında— câîz olmaz.

Şimdi ise havale karşılığında ücret almanın hükmünü öğrenmek istiyoruz: Bankanın havale çıkartandan, havale işlemi karşılığında bir ücret alması câîz olur mu? Havale isteminin fıkhı dayanağı ne olursa olsun, cevap olumludur.

Bunun açıklanmasına gelince: Eğer bankanın havale çıkartılmasını emredene ödemesi gereken bir borcu varsa; banka da bu borcu; havale çıkartanın, adına havale çıkartılana olan alacağını ödemek suretiyle ödemekte ise; bu durumda bankanın bir ücret alması mümkündür.

—Bu, havale işlemi için yapılan fıkhı müşahhaslaştırma şekillerinin birincisidir.— Çünkü havale çıkartılmasını emreden ile banka arasında ortaya çıkan borcun ödenmesi, akdin gerçekleştiği yerden başkasında olmaktadır. Her ne kadar banka havaleyi emredene borçlu ise de, borçlu da her ne kadar karşılıksız olarak borcunu ödemek zorunda ise de, alacaklının istediği yerde borcunu ödemek zorunda değildir. Eğer alacaklı, yapılması gereken tabiî yerin başkasında alacağının ödenmesini isterse; o takdirde bunun karşılığında bir ücret tahsil etmek, bankanın hakkı olur.

Eğer konuyu fıkhı açıdan müşahhaslaştırırken ikinci şekilde söz konusu olduğu gibi havale işlemi, havale yazısı çıkartmakla emir olunan bankanın, adına havale çıkartılanın havale çıkartandaki alacağının ödenmesi anlamına alınırsa; bunun bankanın müşterisi lehine yaptığı bir hizmet olduğu ve bunun için bir ücret tahsil edeceği de açıkça anlaşılır. Bu hizmetin kıymeti, havale çıkartılmasını emredenin zimmetindeki borcun ödenmesinden ileri gelir. Borçlu bunu ancak bir takım harcamalarda bulunduktan sonra ödeyebilirdi ve bu harcamalar da ödeyeceği miktardan başka olacaktı.

Eğer banka havalesi çıkartma işlemi, bu işlemi fıkhı bakımdan müşahhaslaştırırken üçüncü halde olduğu gibi fıkıhta öngörülen bir havale ise—ki bu durumda havale çıkartılmasını emreden başka bir yerdeki alacaklısını bankaya havale etmektedir.—

Havale çıkartılmasını emredenin bankadaki hesabı ya açıktır. Veya bankadaki carî hesabında bir alacak bakiyesi vardır; Ya da havale çıkartılmasını istediği anda belirli bir meblağı getirmiştir ve bunu bankanın havale etmesini istemektedir.

Eğer hesabı açık ise, bankanın ona bir borcu yok demektir. Dolayısıyla havale, borcu olmayana yapılmıştır. Eğer alacak bakiyesi varsa, bu durumda banka borçludur ve havale borçlu üzerine yapılmıştır... Her iki halde de, yani borçlu bile olsa, bankanın bir ücret alması caizdir. Çünkü başka bir yerde üzerindeki borcu ödemek zorunda değildir. Borçlu üzerine yapılan havale ise, onu borçlandıran akdin şart koşmadığı belirli bir yerde ödemeye zorlamak anlamını taşımaz... Bu nedenle banka belirli bir yerde borcunu ödemek durumunda kaldığı için ücret alabilir.

Havaleyi isteyenin belirli bir meblağı getirip gelmesi haline gelince; bu borçlanma akdinin ileride ortaya çıkacağı anlamına gelir. Bu akid gereğince banka borçlu, havaleyi, isteyen de alacaklı olur. Böylelikle onun bankaya havale çıkartma emrini vermesi mümkün olur. Bu durumda bankanın havale çıkartmasını emredene borç akdi sırasında: izni olmadan kendi alacaklısını bankaya havale etmemesini veya ettiği takdirde belirli bir ücret ödemesini şart koşabilir.

Böyle bir şart geçerlidir. Çünkü borçlunun alacaklıya koştuğu bir şarttır. Alacaklının borçluya değil. Son olarak, eğer havale işlemi, ortaya koymuş olduğumuz dördüncü şekilde ise: o da havale çıkartması emredilen bankanın, havale emrini veren müşterisini —kendisinden alacaklı olması itibariyle— başka bir yerdeki bankaya havale etmesi idi. Borçlu bile olsa bankanın ondan bir ücret alması câîz olur. Çünkü borçlu, bu şekilde borcunu ödemek zorunda değildir. Aksine nakdî olarak da borcunu ödemesi mümkündür. Eğer alacaktı ondan bu özel şekilde borcunu ödemesini isterse, ona belirli bir ücret ödenmedikçe bunu yerine getirmeyebilir.[42]


Belirli Bir Ücret Karşılığında Havale Çıkartmak:

Daha önce havale çıkartılmasını emredenin bankada bir alacak bakiyesinin bulunabileceğinden daha önce söz etmiştik. Bazen havale işlemini gerçekleştirmek için aralarında fiilen bir borçlanma da ortaya çıkabilir. Bu da havale çıkartılmasını emreden havale bedelini fiilen bankaya verir ve bu bedeli havale olarak çıkartmasını emredebilir.

Böylece aralarında borç akdi meydana gelir... Yine daha önce geçtiği üzere böyle bir akîd câîzdir. Alacağını başka bir yerde ödemenin karşılığında bankanın bir ücret alması caiz olur. Veya bu ücreti aynı akitte koşacağı şart gereğince alabilir. Böyle bir durumda banka, alacaklısına, izni olmadan kendisinden havale çıkartmayı istememesini şart koşar.

Emrine Havale Çıkartmak:

Bir kişi belirli bir meblağdaki parayı başka bir beldeye aktarıp, onu orada kullanmak isteyebilir. Bunun üzerine birinci beldede bu meblağı nakit olarak teslim eder, sonra da diğer beldedeki aynı bankanın şubesinden veya bankanın haberleştiği başka bir bankadan teslim alır.

Burada havale çıkartan, belirli bir meblağı almakla borçlu olan bankadır. Havale ise, ya kendisini temsil eden şubesine veya başka bir bankaya yapılmaktadır. Eğer bu havale şubeye yapılmakta ise, bu ödeme şeklinin sınırlandırılması demektir. Banka yeni alacaklısıyla alacağını başka bir yerdeki şubesi yoluyla ödeyeceği konusunda anlaşmıştır. Eğer banka borcunu, başka yerdeki ayrı bir banka aracılığıyla ödeyecekse; bu işlemi havale esası üzerinde tasavvur edebiliriz.

Burada muhavvil (havale eden) bankadır. Çünkü alacaklısını başka bir bankaya havale etmektedir. Eğer ikinci banka, birincisine borçlu ile yani birinci bankanın ikincisinde bir alacak bakiyesi varsa, bu borçlu üzerine yapılan bir havaledir. Aksi takdirde borcu bulunmayan üzerine havale olur. Durum ne olursa olsun, bu havale sahihtir. Bu havale işleminde banka, belirli bir yerde ödemede bulunmanın karşılığında belirli bir ücret alabilir. Nitekim müşterisine aynı akitte bunu şart olarak koşabilir ve onu ödemek zorunda bırakabilir.


Alacaklı Olmayana Havale:

Bazı durumlarda başka bir yerdeki bir kişinin yararına da havale çıkartılabilir. Böyle durumlarda adına havale çıkartılanın, havale çıkartılmasını isteyenden alacağı da yoktur. Meselâ, adına havale çıkartılana borç verilmek veya teberruda bulunmak istenmesi hallerinde durum böyledir... Bu gibi durumlarda havale çıkartmak câîz olur. Adına havale çıkartılan, onu nakden teslim almadıkça ona sahip olamaz. Çünkü buradaki havale çıkartmak, fıkhı anlamıyla bir havale değildir.

Diğer bir durum daha vardır. Bazı havale işlemlerinde, havale miktarında adına havale çıkartılana tasarruf hakkı, tanımak da mümkündür. Bu tasarruf hakkı ise, havale çıkartılmasını isteyen ile adına havale çıkartılan arasında varılacak şartlara uygun olur. Böyle bir havale ile havale edilen miktar, havale çıkartılmasını isteyenin mülkiyetinden çıkmamaktadır.

Böyle bir havalenin esası şudur: Banka bu miktarı, havale çıkartılmasını isteyenin beldesinde havale etmektedir. Yani havale çıkartılmasını isteyen, adına havale çıkartılan kişinin bulunduğu yerdeki bankaya havale etmektedir. Bu durumda havale çıkartılmasını isteyen, adına havale çıkartılanın bankasının zimmetinde olmak üzere havalenin kıymetine malik olur. Diğer banka ise, havale çıkartılmasını isteyen ile anlaşılan şartların uygulayıcısı durumundadır.

Bankanın, Senetleri Tahsili:

Banka, tahsil ile ilgili hizmetlerden bir başkasını daha görmektedir. Bu İse senedi, müşterisinin hesabına tahsil etmek hizmetidir. Senedin ödeme günü gelmeden bir kaç gün önce banka normal olarak borçluya durumu hatırlatır, bu hatırlatmasında senedin sayısını, ödenmesi gereken tarihi ve kıymetini bildirir. Senedin kıymetinin tahsilinden sonra, gerekli harcamaları dizer ve senedin kıymetini alacaklının bankadaki alacak bakiyesine ekler.

Eğer bu hizmet yalnızca senedin kıymetini tahsil etmekle kalırsa ve faizli faydalarını tahsile kadar uzanmazsa Şer'ân câîz olur. Bunun tahsili karşılığında bir ücret almak da Şer'ân caizdir. Bu durumda senedin kıymetinin nakden tahsil edilmesi ile senedin kıymetinin senedi verenin bankadaki alacak bakiyesinden düşülüp ondan yararlanacak olanın alacak bakiyesine eklenmesi arasında bir fark yoktur. Bu aktarma ise, senedi yazanın alacaklısını bankaya havale etmesi anlamındadır.

Müşterisinin imzasını taşıyan ve ödeme zamanı geldiği taktirde bankadaki carî hesabından değerinin harcamasına müsaade edildiği bildirilen, bankaya sunulan senetler de bu kabildendir. Böyle bir işlem; senedi yazanın yani borçlunun alacaklısını bankaya havale etmesi demektir. Ancak bu havale ödeme zamanının gelmesine bağlıdır. Şer'ân ise bunda bir satanca yoktur.

Bankanın üzerine havale edilmiş olan bu senedi tahsili, onun değerini verenin hesabından düşüp, adına yazılanın hesabına yazmakla veya onun senedin değerinin nakden ödenmesini istemesi halinde nakden ödemekle tamamlanır.

Fakat senetlerin bu tür tahsili ile diğer türleri ayrı ayrı mütalaa etmemiz gerekmektedir. Yani senetten yararlanacak olanın, ilkin bankaya havale edilmemiş bir senedi bankaya getirmesi ve ondan tahsilini istemesi hali ile senetten yararlanacak olanın, bankaya alacaklı müşterisi tarafından havale edilmiş bir senet getirmesi halini birbirinden ayırt etmek gerekir... Birinci halde, bankanın alacaklı ile ilişki kurması ve süresi dolacak olan senedi —ya gerekli meblağı nakden teslimi veya hesap aktarması ile gerçekleşecek şekilde— ödemesini istemesi karşılığında, bir ücret alması caizdir.

İkinci halde ise, senet yazanın senedin ödenmesini bankaya havale etmekle banka, adına senet yazılana senet kıymetinde borçlu olmuş olur. Ayrıca senedi kabul etmesine de gerek yoktur. Çünkü senet verenin bankada bir atacak bakiyesi bulunmaktadır. Böyle bir durumda banka borçlu olursa, borcunu ödemesi karşılığında bir ücret almasını gerektiren herhangi bir durumdan da söz edilemez.

Böylelikle açıkça anlaşılmış oluyor ki, eğer senedin ödenmesi bankaya havale edilmemişse, tahsili karşılığında banka ondan ücret alabilir.[43]

Senet verenin, verdiği senedi bankadaki alacak bakiyesinden ödenmek üzere havale etmesi halinde; senedin kıymetlini ondan yararlanacak olana tahsil etmesi karşılığında bankanın bir ücret alması mümkün değildir. Ancak, başından beri bankanın alacaklı müşterilerine; izni olmadan üzerine borç havale etmemelerini şart koşması hafinde, bu şartın ihlâl edilmesi karşılığında bir ücret alabilir.

Senet ve Çeklerin Kabul Edilmesi:

senet veren borçlu, bazen bu ticarî kâğıdın güvenilir olduğunu ortaya koymak ister. Bunu da bankanın bu senedi kabul ettiğini ve bu kâğıda gerekli imza ve mühürleri koyduğunu belirtmek yoluyla yapabilir.


Kabul iki türlüdür:

Birincisi: Bu ticarî evrak dolayısıyla bankanın, ondan yararlanacak olan kişiye karşı bir sorumluluk yüklendiğini kabul;

İkincisi: Bankanın ondan yararlanacak olan kişi karşısında, herhangi bir ödeme sorumluluğu yüklenmediği, fakat bu ticarî kâğıdı verenin bankada bir alacak bakiyesinin varlığının onaylandığı ve gerektiği taktirde bu kâğıdın kıymetinin düşülebileceği anlamını taşıyan kabul... Şimdi sırasıyla bu iki türden de söz edelim:

1— Bankanın ondan yararlanacak olana karşı bir sorumluluk yüklendiğini ifade eden senet kabulü, Şer'ân câîzdir. Ancak bu kabul, borcun tazmini esasına değil, borçlunun borcunu ödeyeceğine dair bankanın bir taahhütte bulunması esasına göre olacaktır.[44] Şer'î bakımdan şu sonuç ortaya çıkar:


Borçlu, borcunu ödemekten kaçınırsa, senetten yararlanacak olanın, onun kıymetini kabz etmek için taahhüt veren bankaya başvurması mümkün olur. Borçlunun borcunu ödeme imkânının var olması halinde ise; alacaklının doğrudan taahhüt ver. Bundan sonra senedi ödemesinin bu kabule dayanıp dayanmaması arasında bir fark yoktur.

2— Senetten yararlanacak olan karşısında bankanın bir ödeme sorumluluğunu yüklenmediği, fakat senet verenin bir alacak bakiyesinin bulunduğunu, gereğinde senedin kıymetinin ondan düşülüp, bu bakiyeden kıymetinin ödeneceğini bildiren ve bu anlamı taşıyan kabul şekline gelince;

bu da Sertin faiz olan bir durumdur, banka açısından da herhangi bir ilzam sözkonusu değildir. Bankanın bu kabulü, senedi yazana bir itibar ve güvenlik sağladığına göre, bu kabulü karşılığında bankanın bir mükâfat ve ücret alması mümkündür. Çünkü durum ne olursa olsun bu, senedi yazana faydalı bir iştir ve bankanın bundan sonra senedi ödemesinin bu kabul'e dayanıp dayanmaması arasında bir fark yoktur.

3—Bankanın gerekli imza ve mühürleri koymak suretiyle güvenilirliğini belirtmek üzere ve tedavülünü kolaylaştırmak amacıyla onu teslim alacak karşısında gerekli ödemeleri yapacağını bildiren çek kabulü; çek sahibinin üzerine yapacağı havaleyi kabul edeceği anlamını taşır. Bu durumda çek ya belirli bir kişiye veya herhangi bir kişiye verilir.

(Sahibi tarafından herhangi bir kimseye yazılmadan bankanın onayladığı çekler gibi). Eğer çek, belirli bir kimseye verilirse; çeki alacak belirli kimseye onu verenin borcunu taahhüt etmek anlamına gelin Bu ise birinci halde olduğu şekilde senet kabul etmek gibidir. Aynı Şer'î durum bunda da ortaya çıkar. Belirli bir kişiye yazılı olmadığı taktirde; o zaman sınırları belli olmayan bir taahhüt anlamını taşır. Bu nedenle, banka gerekli sorumlulukları yüklenmek zorunda görülemez.

4—Bankaya herhangi bir sorumluluk yüklemek anlamını taşımadığı halde, çek verenin bir alacak bakiyesinin var olduğunu onaylayıp, bankaya tahsil için verildiği taktirde kıymetinin bu bakiyeden düşülebileceğini ifade eden şekilde çek kabulü de câîzdir ve belirli bir kimseye verilip verilmemesi arasında fark yoktur. Bu ise bankada müşterinin bir hesap bakiyesinin bulunduğunu zımnen haber vermekten ileri bir şey değildir. Bu türden senetleri kabul etmesi karşılığında bîr ücret tahsil ettiği gibi, bu tür çekleri kabulü karşılığında da bir ücret alabilir.

Bankanın Müşterilerine Yaptığı Hizmetler:

Kıymetli Evrak:

Kıymetli evrak, hisse senetleri ve tahvillerdir. Hisse senedi, şirket sermayesinin bir parçasını ifade etmektedir. Tahvîl ise hükümetin, resmî veya gayri resmî heyetlerin aldıkları borçların bir kısmını ifade etmektedir. Kıymetli evrak belirli bir değerde çıkartılır. Diğer mallar gibi bunların da fiyatları zamanla değişir. Kişiler de alım ve satım değeri arasında doğacak, farktan kâr sağlamak gayesiyle bunları almayı kabul eder. Bizzat banka da, bunların sahip oldukları nispi akıcılık yanında sağlayacakları kârı da göz önünde bulundurarak, kıymetli evrakın alım - satımını yapar.

Bankanın üretimde bulunmasından söz ederken bunları ele alacağız. Burada ise yalnızca, bir konu ile ilgili olarak bankanın yerine getirdiği hizmetten söz etmekle yetineceğiz. Bu hizmet ise, müşterilerinin verdikleri emirleri yerine getirmek amacıyla bankanın kıymetli evrak alım -satımını isteyen müşteriler, bankaya gerekli emirleri verirler. Banka da emirlerin ve imzaların sağlıklı olduğunu anladıktan, bu emirleri verenlerin alacak bakiyelerinin var olduğunu belirledikten sonra veya bu emirlerin uygulanmasına elverişli olabilen, borçları karşılığında sağlam teminatların bulunduğunu tespit ettikten sonra, bu emirleri yerine getirir...


Banka fiyat dalgalanmalarını öğrenmek ve alım veya satımı gerçekleştirmek için borsayla temas kurmakla işe başlar. Fiyatların müşteri tarafından arzu edilenin civarında olduğunu kıymetli evrak simsarları veya bankanın özel temsilcisi aracılığıyla öğrenilirse, bu sefer de alım veya satım yapılır.

Kıymetli evrakın alım - satımıyla ilgili olarak bankanın yaptığı bu aracılık görevi, bizzat bu evrakın alım ve satımıyla ilgilidir... Eğer bu tür evrakın alım ve satımı Şer'ân câîz ise, bu tür alım ve satımı gerçekleştirmek ve bunun için de bir ücret almak câîz olur. Çünkü bu, câîz bir iş için ücret almaktır. Eğer Şer'ân bu tür evrakın alımı ve satımına müsaade edilmemişse câîz olmayan bir işte banka, aracılık yapıyor demektir ve bunun için ücret alması da câîz olmaz.

Bizzat kıymetli evrakın alım - satımıyla ilgili olarak hüküm vermeye ve bunun Şer'î bakımdan değerlendirilmesine gelince; bundan «Bankanın Üretimde Bulunmasından» söz ederken bahsedeceğiz, inşallah. Çünkü banka bu işlemleri, müşterileri için bir aracı olarak yaptığına göre; daha önce de değindiğimiz gibi, kendi hesabına da bu işleri yapar ve bu üretimde bulunmakla ilgilidir.

Kıymetli Evrakın Korunması:

Müşteriler korumak ve gerekli işlemlerini yürütmek amacıyla kıymetli evraklarını bankaya verebilirler. Banka da bu evrakı korumak için sağlam kasalar hazırlar ve bunun karşılığında da onlardan bir ücret alır. Banka buna ek olarak da müşterilerini kendilerine daha çok bağlar ve mallarını kendisinde yatırma eğilimlerini güçlendirir.

Malî evrakın korunması caizdir. Bunun için de bankanın bir ücret alması mümkündür. Bu evrakın gerekli hizmetlerini görmek ise, tahvilleri korumak, onlardan tüketilen miktarı harcamak, yeni çıkartılanlarla eskilerini değiştirmek gibi işlemlerin görülmesi anlamına gelir: Bütün bu işlemler caizdir ve bu hizmetler karşılığında bir mükâfat olmak banka için mümkündür.
9
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2




Kıymetli evrak ile ilgili olarak bankanın yaptığı hizmetlerden bir tanesi de, müşterileri adına gerekli kuponları tahsil etmektir. Bu hizmeti yapmanın ve bunun karşılığında bir mükâfat veya ücret almanın cevazı ise, elde edilen kârın meşru olup olmamasına bağlıdır...

Eğer kâr, hisse senetlerinde olduğu gibi, ticarî bir kâr ise ücret almak câîzdir. Ancak tahvillerde söz konusu olduğu gibi bir borca karşılık verilen faydalar gibi faiz yoluyla sağlanan bir kâr ise câîz olmaz.

Müşterileri adına kıymetli evrakın kuponlarının kıymetim tahsil ettiği gibi banka, şirketler adına kuponların kıymetini de-öder. Çünkü bazı şirketler sağladıkları kârları ortaklarına dağıtma işini bankaya vermiş olabilirler.

Bunun üzerine şirketler dağıtılması gereken kuponların kıymetini nakden bankaya verir veya bankadaki alacak bakiyesinden kuponların kıymetini ödeme görevi ile onu görevlendirir.

Sağlanan kâr meşru olduğu taktirde, bankanın şirket adına kuponların kıymetini ödemesi de Şer'ân câîz olur. Nitekim kıymetli evrakını bankaya veren müşteri adına kuponların kıymetini tahsil etmesi de böyle idi. Banka şirket adına kârları dağıtması karşılığında bir ücret alabilir.


Nedenine gelince; banka ya şirketin, carî hesabında bir alacak bakiyesinin bulunması nedeniyle şirkete borçludur, bu durumda şirket kâr sahiplerini bankaya havale etmekte ve ortaklarının kârlarını ödemesini istemektedir; ya şirket kuponların kıymetini fiilen ödemekte ve bunların dağıtımını istemektedir; ya da kendisine kredi verip bu kârları dağıtmasını istemekte ve bunları da carî hesabına borç olarak yazmasını talep etmektedir.

Şirketin bankada bir alacak bakiyesinin bulunması nedeniyle, banka şirkete borçlu ise, yalnızca kârları hisse sahiplerine ödemesi karşılığında bir ücret alması câîz değildir. Bankanın alacaklısına ta baştan beri, üzerine kimseyi havale etmemesi şartını koşmuş olması hali bunun dışındadır. Bu durumda şirketin bu şarta uymaması dolayısıyla ücret alması câîzdir.

Kâr sahiplerini haberdar etmesi ve onların kârlarını almaya davet etmesi karşılığında da bir ücret alması caizdir. Çünkü banka, şirkete borçlu olmak niteliğiyle, borcunu ödemekle mükellef olmakla beraber; kâr sahiplerini haberdar edip davet etmekle yükümlü değildir.

Eğer banka, şirket adına kârları dağıtmak üzere bu kârların kıymetini fiilen teslim almış ve böylelikle şirket adına kârları dağıtmayı kabul etmiş ise; bu meblağı teslim almak ve onu sahiplerine dağıtmak karşılığında bir ücret alması mümkündür. Ancak bu, teslim aldığı aynı meblâğı dağıtmasının varsayılması halindedir.

Eğer âdet olduğu üzere bu meblâğın kendisini değil de, değerini dağıtacağı varsayılırsa, bu taktirde o meblâğ, şirketin bankaya verdiği bir borç olur. Bankanın ancak bir ücret karşılığında olduğu taktirde şirkete borçlu olmayı kabul etmesi ise mümkündür.

Eğer şirket, kârların değerinde kendisine bir borç verilmesini bankadan istiyorsa, sonradan da bu miktarı dağıtmasını talep ediyorsa, bankanın bu sefer de bir ücret alması mümkündür. Çünkü belirli bir meblâğı şirkete bir borç olarak ayırmakla birlikte onu kâr sahiplerine dağıtma işini de üzerine almaktadır.

Borç verenin borç verdiği miktarı borçlusunun talimatına uygun olarak dağıtmak zorunda olmadığı ise bilinen bir şeydir. Eğer borçlu, borç aldığı kişiyi böyle bir şeyle yükümlü tutarsa, o taktirde bunun karşılığında belirli bir ücret almak, alacaklının hakkıdır.


Kayıt (Tescil) İşlemi:

Bozan banka, bazı şirketlerin hisse senetlerinin kayıt (tescil) edilmesinde aracılık görevini yapabilir. Hisse senetleri çıkartması için anlaşabilir. Şirket ile banka arasında böyle bir anlaşma aşağıdaki iki şekilden biri üzerinde olur.

Birincisi: Garantisiz olarak kıymetli evrakın satışa çıkartılmasıdır. Bu durumda banka, çıkartılan bütün evrakın satılmasından sorumlu değildir, ancak satabildiği hisseler karşılığında ücret alır.

İkincisi: Garantili olarak kıymetli evrakın satışa çıkartılmasıdır. Bu durumda banka satılamayan evrakı kendi adına satın almak zorunda tutulur.

Eğer şirketin kuruluşu Şer'î açıdan sahîh ise, Şer'ân bütün bunlar caizdir. Birinci halde banka, hisselerin dağıtılmasında vekîl durumunda olup, şirketin onu vekîl tayin ettiği işi yapması karşılığında bir ücret veya mükâfat alması mümkün olur. İkinci halde ise, bankanın şirketin bir ücretlisi olarak kabul edilmesi mümkündür.

Onun ücretli kabul edilmesi gerekli işleri yapması için olmakta ve akid yapıldığında hisselerin satışının kapanması sonucunda geriye kalacak payları, bankanın satın alması şart koşulabilmektedir. Bu ise câîz ve geçerli olabilen bir şarttır. Hisselerden satılamayacak miktarın ne olacağı konusunda her iki tarafın da belirli bir fikri olmaması, durumu hiçbir şekilde değiştirmez.


KEFALET SENETLERİ (Teminat Mektupları)

Kefalet Senetleri, adına senet yazılana, istediği taktirde belirli bir meblâğı ödeyeceğine dair bankanın vermiş olduğu; bir taahhüttür. Bu senet gereğince yapacağı ödemeyi banka, kefalet isteyenin, adına senet yazılana karşı belirli mükellefiyetleri yerine getirememesi hafinde, kefalet isteyenin namına yapar.

Kefalet Senetleri: İptidaî ve Nihâî olmak üzere iki kısma ayrılır.

İptidaî kefalet senetleri, hükümete bağlı bir kurum veya-başkası tarafından ondan yararlanacak olana yönelik bir takım taahhütlerdir; kefalet isteyenin almak için müsabakada bulunduğu işin kıymetinden belirli bir miktarı ödeyeceğine dair bir garantidir. Yapılacak olan işin kefalet isteyen üzerine sabit olması halinde, yapması gereken şeyleri yapmadığı taktirde, bu miktarı kefalet senedi isteyene, kefalet senedi veren kurum öder.

Nihâî Kefalet Senedi ise; müşterisinin uhdesi üzerinde kalan işin kıymetinden daha büyük bir miktara eşit olan bir para meblâğının ödeneceğine dair resmî veya resmî olmayan kuruluşlara verilen taahhütlerdir. Kendi yararına kefalet çıkartılan kuruluş ile müşteri arasında varılan nihâî iş akdinde üzerinde anlaşılan şartları müşterinin yerine getirmemesi halinde; kefalette belirtilen miktarın ödenmesi gerekir.

Kefaletlerde esas düşünce, ilkin belirli bir işin yapılması; için eksiltme veya belirli şeylerin satılması için artırma yapmak isteyen resmî kuruluşun, artırma veya eksiltmeye katılacak olan her bir şahsın yeni bir teminat getirmesine duyulan ihtiyaç üzerinde durulmaktadır.

Daha sonra da onlardan herhangi birisiyle anlaşmaya varılması halinde büyük ölçüde aldanmamak ve zarar etmemek, diğer taraftan kendisiyle anlaşılanın şartları yerine getirmemesi halinde, işin üzerine bırakılması esası üzerinde kurulmaktadır... Bu nedenle artırma veya eksiltme yapacak olan kuruluşlar, ilk olarak ona katılacakları arar.

Sonra da işi üzerine alacak kimseyi bulur, onunla akdi yapar. Akid sırasında ondan nakdî teminât ister. Bu nakdî teminatın, yapılan işin belirli bir oranı kadar olmasına dikkat edilir. Yapılacak işin üzerine ihale edilmesi veya akdin yürürlüğe girmesi nedeniyle kişi, yapması gerekenleri yapmaması halinde, kendisine teminat verilen kuruluş, verilen teminatı almaya hak kazanır.

Fakat işi alan kişi bu teminatı getirmek ve bu kadarlık nakdî bir malı dondurmak yerine bankaya gider, ondan bir kefalet senedi (teminat mektubu) alır ve bu mektup, nakdî teminat yerine geçer. Eğer kişi, görevlerini yerine getirmeyecek olursa, mektupta belirtilen belirli miktarı banka ödemek zorunda kalır.


Bu sefer banka teminat isteyerek istediğini yerine getirdiği kişiden bu miktarı alır. Şimdi nihâî kefaletlerin şer'î hükümlerinden söz edeceğiz. Bunun arkasından da iptidaî kefaletleri ele alacağız.

Nihâî Kefalet Senetlerin Hükmü:

Nihâî bir kefalet senedinin çıkartılması halinde, bu kefaletten yararlanacak olan taraf ile bankadan kefalet çıkartılmasını isteyen kişi arasında bir akid gerçekleşir. Bu akidde kişiye, anlaştığı tarafın yararına olmak üzere bir şart koşulur. Söz konusu bu şart, mukavele yapan kişinin, yerine getirmesi gereken Şeyleri yerine getirmemesi halinde, yapılması istenen işin kıymetinden belirli bir orana, karşı tarafın sahip olacağı şartıdır. Bu şart, meselâ icâre akdi gibi sahîh olan bir akidde söz konusu olduğu taktirde geçerli ve uyulması gereken bir şart kabul edilir.

Mukavele yapan kişinin şartı yerine getirmemesi halinde yapılacak işin kıymetinden belirli bir miktara sahip olmak, anlaşma yapan karşı tarafın hakkı olur. Böyle bir hakkın üçüncü bir kişi tarafından taahhüt edilip belgelendirilmesi de mümkündür. Alacaklının alacağının borçlu tarafından ödeneceğine dair üçüncü bir tarafın taahhütte bulunması mümkün olduğu gibi, hak sahibinin koştuğu şartların yerine getirileceğinin taahhüt edilmesi de mümkündür. Böyle bir taahhütten de, borçlunun borcunu ödeyeceğine dair üçüncü tarafın taahhütte bulunmasından doğacak sonuçların aynısı doğar.

Borçlu borcunu ödemediğinden, alacaklı üçüncü şahıstan bunu istediği gibi üzerine şart koşulanın bu şartları yerine getirmemesi halinde de, hak sahibi bu şartların gereğinin yerine getirilmesi için taahhütte bulunan bankadan bunu ister.[45] Bankanın teminatı ve taahhüdü, mukavele yapan şahsın isteğiyle olduğuna göre; bunun sonucunda bankanın yapacağı zararı, mukavele yapanın ödemesi gerekir. Böyle bir durumda, bankanın, kendisine teminat verilen tarafa ödediği meblâğın kıymetini istemek hakkı doğar.

Aynı şekilde bu teminat dolayısıyla ücret alması da bankanın hakkı olur. Çünkü bu mektubun kapsadığı sözkonusu taahhüt, mukavele yapan kişinin kabul ettiği şartların değerini artırır. Bu nedenle bu, saygıya değer bir iş olur, teminat alan kişinin bu iş karşılığında bir mükâfat veya bir ücret vermesi mümkündür.

İptidaî Kefalet Senetlerinin Hükmü:

İptidaî Kefalet Senetlerine gelince, böyle bir senedi vermek ve gereğini yerine getirmek, banka için câîzdir, fakat gereğini yerine getirmek zorunda değildir. Çünkü kefalet isteyen henüz eksiltme veya artırma yapacak tarafla bir akid ile bağlı değildir ki, banka onun yerine getirmediği şartları yerine getirmek durumunda olsun.

Meselâ eksiltme açan tarafa teminat isteyen kişinin ihale üzerinde kaldığı taktirde yapması gereken şeyleri yapmayacak olursa şu miktar para vermeyi kabul ettiğini varsayalım. Bu ilkel bir vaattir ve zorunluluğu yoktur. Buna bağlı olarak bankanın taahhüdünün de yerine getirilmesinde bir zorunluluk yoktur.

-------

[37] Fikri açıdan geniş bilgi için Ek: 5'e bak.


[38] Mukassa: Her iki tarafın birbirinden aldıkları borçlara hesap edip hangi tarafın borçlu olduğunu ortaya çıkartmak işlemidir. Bu işleme borçların takası denebilir. (Çev.)

[39] Bunun sebebi, havale edenin, bankaya (havale edilene) borçlanması (tazmin yükümlülüğü), borçsuz olan bu bankanın zimmetinin sırf havaleyi kabul etmesi sebebiyle havale eden tarafından işgal edilmiş olmasındandır.

Yoksa borçsuz kişi (üçüncü kişi) elinde bir malın telef olmasına sebebiyet verme dolayısıyla değildir. Böyle olsaydı, bu tazmin yükümlülüğü «kendiliğinden» değil, ancak bizzat borçsuz kişinin ödemesi sonucu doğacaktı


[40] Burada İslâm Hukuku acısından ücret almanın imkânını araştırmak istiyoruz. Faizli bankalarda uygulanmakta olan ise çekin tahsili karşılığında ücret almamak şeklindedir. Ancak çek, başka bir banka üzerine yazılmış veya çeki tahsil edecek olan bankanın başka yerde olması hali bundan müstesnadır. Buna göre; faizsiz banka, diğer bankalar gibi, ancak uygulanmakta olan sınırlar çerçevesinde kalacak şekilde çeklerin tahsili karşılığında ücret alabilir.



[41] Böyle bir durumda çekin tahsili için ücret alınabileceği konusunda geniş bir fıkhı bilgi elde edebilmek için Ek: 6'ya başvurunuz.


[42] Tartışma ile ilgili daha geniş bilgi için kitabın sonundaki Ek: 7ye başvurunuz.

[43] fıkhı bakımdan geniş bilgi için, kitabın sonundaki Ek: 8'e başvurun

[44] Fıkhı bakımdan bu tazmînin ne demek olduğunu bilmek için Ek: 9'a başvurunuz.

[45] Bunun fıkhı açıdan geniş açıklaması için ek 10’a başvurunuz.



TİCARÎ SENEDLER:

Ticari Senetler, dış ticaret işlemlerinde en yaygın ve en önemli ödeme araçlarından biri olarak kabul edilmektedir. Bu banka tarafından, senetten yararlanacak olana verilmiş bir taahhüttür... Senetten yararlanacak olan satıcı, böyle bir hesabın açılmasını isteyen müşterinin isteğine bağlı olarak açmaktadır.

Bu taahhüde banka, satıcının tasarrufu altında bulunan belirli bir meblâğın varlığını bildirir. Bu meblâğ satıcıya sınırları belirli senetler karşılığında, verilir ve bunlarda belirli bir süre içerisinde belirli bir malın yüklendiği açıklanır.

Bu tür senetler ihracat ve ithalât senetleri olmak üzere iki kısma ayrılır. İthalât senedi, ithalâtçının dışarıdaki ihracatçının yararına dışarıdan ithal edilen bir malı almak gayesiyle açmış olduğu bir hesaptır. İhracat senedi ise, dışarıdaki yabancı alıcının, içerideki ithalâtçı yararına ve bu ihracatçının kendisine satacağı yerli malları satın almak için açtığı hesaptır...

Birinin diğerinden farkı yoktur. Çünkü bu, her zaman için alıcı bankanın talep edeceği şeylerin karşılığında, bankanın satıcıya verdiği bir taahhüdüdür. Bunların ithalât ve ihracat teminatları dîye ikiye ayrılması ise, itibarî bir esastan kaynaklanmaktadır. .

Bankanın bu tür taahhütlerde bulunması gerçekte, satıcının ihraç ettiği mal karşılığında müşteriden almaya hak kazandığı borcun taahhüdünden başka bir şey değildir. Böyle bir taahhüt ise alıcıya bir güç kazandırır ve satıcının ona olan güvenini artırır. Bu taahhüt esası üzere banka, ihracatçıdan malın senetlerini teslim alır ve yalnızca bu senetleri teslim almasının karşılığında ona malın kıymetini öder.

Tabiî bu, ihracatçı ile ithalâtçı arasında anlaşmaya varılan ödeme şartlarının tam olarak bilinmesi halinde böylece sözkonusudur. Eğer teminat, senetlerin kabul edilmesine bağlı ise, yalnızca senetlerin bankaya varmasıyla malın kıymetini ödemesi yeterli olmaz. Bu durumda bankanın sorumluluğu, ithalâtçının o senetleri kabul etmesine bağlıdır.

Bankanın veya alıcıların onları kabul etmesi, bu rolü yerine getirmesi, senetlerin kendisine varması halinde satıcıların, alıcıların zimmetinde gerçekleşen alacaklıların kıymetini onlara ödeyeceğini taahhüt etmesi, Şer'ân câîz bir iştir. Nitekim müşterinin yerine fiilen ödeme yapması da böyledir ve bu ödemeyi müşterinin alacak bakiyesinden yapması ile kendi malından yapması arasında fark yoktur. Ancak bu son durumda müşteri, kıymetini ödediği malın değeri kadar bankaya borçlu
olur.

Bankanın ticarî senet hesaplarından ve bu işleri yerine getirmesinden dolayı sağladığı faydalara gelince; bunlar iki kısımdır:

Birincisi, alıcının borcunu taahhüt etmesi, ihracatçı ile temas kurup, ondan yükletilen malların senetlerini teslim alarak onları alıcıya ulaştırması ve bu gibi hizmetlerde bulunması karşılığında aldığı ücret. Bu ücret ise Şer'ân câîzdir.

İkinci kısım, bankanın ihracatçıya malı karşılığında ödediği meblâğın açık hesaptan ödenmesi halinde aldığı fayda. Banka yaptığı bu ödemeyi alıcının açık hesabı üzerinden yaptığını kabul etmesinden hareketle, bu ödeme banka tarafından alıcıya verilen bir borç kabul edilir. Bunun üzerine banka bu borcu için bîr fayda alır.

Bu faydayı ise bankanın ödeme yaptığı zaman ile alıcının malın kıymetini bankaya ödeyinceye kadar geçecek zaman belirler. Bu ise faizli bir faydadır ve Şer'ân haramdır.[46] Bunun yerine borçlarla ilgili faizsiz banka için çizmiş olduğumuz genel siyaseti geçirmek gerekir.

Diğer taraftan, ihracatçı bankasının, ithalâtçının bankasına onun da bizzat ithalâtçıya yüklediği bir takım faydalar daha vardır. Bunlar dışarıdaki bankanın gerekli miktarları tahsil edinceye kadar geçen zaman süresi için, bu miktarlar üzerinden alınan faydalardır.

Bu tür faydaların fıkhı dayanaklarını bulmak ve yorumunu satış akdindeki şartlar esasından hareket ederek yapmak mümkündür. Şu anlamda ki: İhracatçı, ithalâtçı ile yaptığı akitte, paranın tahsilinin gecikeceği her gün için belirli bir meblağ ödemesini şart koşar. Bunun üzerine ithalâtçı ve onu temsil eden banka, şart koşulan bu meblâğı ödemek zorunda kalır.

Bu ise haram kılınan faizli bir artış değildir. Çünkü belirli olan bu meblâğın ödenmesinin istenmesi satış akdi gereğincedir, borç akdi gereğince değildir. Haram olan, borcu geciktirmenin veya borcun kalmasının karşılığında bir fayda istemektir; satış akdinin içerisinde koşulan şartlar gereğince bir miktarın ödenmesini istemek değildir.

Malların Saklanması:

Banka bazı hallerde, gümrük mıntıkalarının içinde veya dışında çeşitli malları saklamak görevini de üzerine alır. İthalâtçıların ithal ettikleri mallara ait olan senetleri teslim almakta gecikmeleri veya almamaları nedeniyle, senetleri teslim almadan malın varması halinde banka, malları saklamak gayesiyle bazen büyük, ambarlar ayırır.

Bu durumda banka malları gönderenlerin yararlarını korumak ve mal ile ilgili yapılması gereken işlemlerle ilgili olarak onların direktiflerini almak gayesiyle, mallan ambarlarında saklar. Banka aynı şekilde yükletilen mallara ait senetleri teslim aldığı taktirde kıymetlerini ödemeyi taahhüt ettiği malları da korur ki bu koruma malların vardıkları yerde olur.

Fakat banka bu durumda malları ithalâtçının hesabına saklar, senetleri bankaya teslim edip karşılığında kıymetlerini teslim almakla ilişkisi maldan kesilen ihracatçının hesabına değil.

Birinci haldeki gibi bankanın malları gönderenin yararına koruması da Sefan caizdir. Eğer banka bu tür işleri yapmanın karşılığında açıkça veya zımnen bir ücret istiyorsa, bu halde da ücret atabilir. Nitekim ikinci halde olduğu gibi bankanın ithalâtçının yararına malı koruması da caizdir ve bu saklama ithalâtçının isteği üzerine yapılıyorsa ondan ücret alabilir.

Eğer ithalâtçı ticarî senet için hesap açarken malların vardıklarında gereken şekilde saklanmasını bankaya dolaylı olarak da olsa şart koşacak olursa, ithalâtçının ücret Ödemesi gerekir.


YABANCI PARA BOZDURÖA İŞLEMLERİ (KAMBİYO)

Belirli bir devletin sınırları içerisindeki bir ferdin diğerine borcu olabildiği gibi, aynı borçlanma işlemi, iki ayrı devletin vatandaşı arasında da sözkonusu olabilir ve bu iki devletin ayrı ayrı para birimleri bulunabilir. Bu tür borçlanmalar da çoğunlukla alım - satım sonucu olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu devletin ithalâtçısı, ithal ettiği malın değerinde borçlu olur, öbür devletin ihracatçısı ise ihraç ettiği malın kıymetinde alacaklı olur.

Bankaların olmadığı bir dünyada, borçlu, herhangi birisinin borcunu ödeme yolu ne ise, böyle bir borcu da aynı yoldan ödemeye çalışır. Eğer satılan malın değerinin, borçlunun memleketinde kullanılan para birimiyle ödenmesi kararlaştırılmış ise; borçlunun mala eşdeğer olan kendi memleketinin bir miktar parasını göndermek yoluyla borcunu ödemesi mümkün olur. Eğer malın kıymetinin alacaklının memleketinin parasıyla ödenmesi kararlaştırılmış ise, bu sefer borçlu, alacaklısının memleketinde kullanılan yeterli miktarda parayı piyasadan bulacak ve sonra da alacaklısına gönderecektir...

Böylelikle bankerler ve simsarlar, para bozdurma işlemlerini yürütüyor ve kârlarına hakim bulunuyorlardı. Fakat bankalar zamanla nakdî ödemelerin önemini büyük bir ölçüde azaltabildi ve banka havaleleri, çek ve benzeri yollarla yeni ödeme şekilleri geliştirildi...

Banka aygıtının genişlemesi ve imkânlarının artması nedeniyle banker ve simsarların yerini alabildi ve para bozdurma İşlemlerine egemen olabildi. Böylelikle banka çıkarttığı havalelerle, çeklerle ve çeşitli paraların alım ve satım değerlerini ortaya koymakla, dış bankacılık işlemlerini de yürütebilecek hale geldi.

Şu anda biz bankanın yaptığı para bozdurma işlemlerini ve bu arada ödeme yollarını incelemekteyiz. Bozdurulan ve bankanın ödenmesinde aracılık ettiği paraların nizâmî bir niteliğinin bulunduğunu var sayıyoruz. Para bozdurma ve ödeme işlemlerinin Şer'î hükümlerinin ne olduğunu da öğrendikten sonra, hükümlerini açıklamak gayesiyle paraların kısımlarını ele alacağız.

Borçların ve İstenen Miktarların Ödenmesindeki Tekâmül

Borçların ve istenen parasal miktarların ödenmesi ile ilgili bankacılık sistemindeki tekâmül dolayısıyla, bir yerden bir yere para taşımaya gerek kalkmaksızın bu ödemelerin gerçekleştirilmesi artık mümkün olmuştur. Bu ise bankanın çıkardığı ticarî evrak yoluyla olabilmektedir. Belirli bir mal karşılığında Iraklı bir ithalâtçı Hindu bir ihracatçıya bin Rubye borçlu olursa, meselâ çek gibi bir ticarî evrakla borcunu ödeyebilir.

Iraktaki bir bankadan borcu miktarında Rubye karşılığı olan bir çekin Hindistan'daki bir bankaya gönderilmesini sağlar. Bin Rubye kadar Hintli bir ithalâtçıdan alacağı bulunan bir Iraklıya da rastlayabilir. Bu Iraklının elinde de Hintli İthalâtçı tarafından. Hindistan’daki bir bankadan tahsil edilmek üzere yazılmış bir çek vardır.

Bu sefer Iraklı olan borçlu, alacaklı olan diğer Iraklıdan bu çeki satın alıp, borcunu ödemek üzere Hintli alacaklısına gönderir... Böyle bir yolla da borç ödenebilir.

Her iki durumda da paranın madde olarak bir yerden başka bir yere nakli yoktur.

Birinci haldeki borç ödemenin iki ayrı havale işlemi olarak yorumlanması mümkündür: Birincisi, Iraklı borçlu ithalâtçının Hintli alacaklısını, kendisine borçlu olan Iraklı bir bankaya havale etmesidir.

Böylelikle Hintli ihraç ettiği malının kıymetine, —Iraklı bankanın zimmetinde olmak üzere— maliktir. Diğeri ise, Iraklı bankanın Hintli alacaklısını, carî hesabı bulunan Hintli bir bankaya havale etmesidir! Bu durumda her iki havalede sahihtir.

İkinci haldeki borç ödeme ise, bir alım ve bir havaleden oluşmaktadır. Iraklı ithalâtçı, Iraklı ihracatçıdan, Hintli İthalâtçının zimmetindeki alacağını satın almaktadır. Böylelikle Hintli ithalâtçının zimmetinde olmak üzere borcunun kıymetine malik olur. Bundan sonra Iraklı ithalâtçı, alacaklısını —veya Hintli ihracatçıyı— Hintli ithalâtçıya havale eder. Hintli ihracatçı do ondan borcunu alır. Bu alım da, havale de Şer'ân sahîh ve caizdir.

Böylelikle borçların ödenmesi ve dış taleplerin karşılanması konusunda bankacılığın gösterdiği tekâmülün, Şer'î hükümle bağlantılı olmasının mümkün olduğunu öğreniyoruz.

Şimdi de bankanın yaptığı bu tür işlemleri teker teker ele alalım.

Şu anda bankanın yaptığı dış para bozdurma işlemlerini ye bu arada artan ödeme yollarını ele alırken, bozdurulan paraların ve bankanın aracılık yaptığı parasal ödemelerin zorunluluk ifade ettiğini varsayıyoruz. Bankanın para bozdurma ve ödeme işlemlerinin Şer'î hükmünü öğrendikten sonra da, —yine— hükümlerini açıklamak gayesiyle geriye kalan nakitlerin kısımlarını ele alacağız.

Yabancı Paraların Alım - Satımı:

Bankalar, yabancı devlet paralarının alım - satımına özel bir ihtimam göstermektedirler. Bunu gün geçtikçe müşterilerinin gerekli döviz ihtiyâçlarını biriktirebilmek, satın alma fiyatları satış fiyatından düşük olduğu taktirde kâr elde edebilmek gayesiyle yaparlar. Eğer satış fiyatları ile alış fiyatları eşit olsa bile bu, en azından bankaya herhangi bir zarar olmaksızın satın alma fırsatını kazandırır.

Bu nedenle bankalar yabancı turistlerden veya dışarıdan dönen yerli turistlerden yabancı devlet paralarını satın alırlar. Yabancı devlet parası, yerli para ile satın alınmak istenirse, satın alınmak istenen miktar, o tarihîn resmî fiyatları ile satılan yerli paraya çevrilerek yapılır.

Bu tür afim ve satım işleri, hazır veya bir süre sonra teslim edilmek üzere de olsa, Şer'ân câîzdir. Çünkü bankalar hazır olanların alış - verişini yaptığı gibi, hazır olmayanların da akidlerini yapmaktadır. Bazen banka, belirli bir süre sonrası için, yabancı devlet parasının alım - satımı üzere akid yapabilir. Bu süre ise, —sözgelimi— bir ay sonrası için yabancı bir malı ithal edecek zamana uygun düşmektedir. Bu malın değeri de ithal edildiği memleketin parasıyla belirlenmiştir. Bununla birlikte para fiyatları, bankanın yararına olmayacak şekilde de değişebilir.

Şu anda, bu miktarın, ihracatçının memleketinin parasıyla 10000 TL ne eşit olduğunu kabul edelim. Fakat paranın teslim edileceği târih gelince bunun daha fazlasına eşit olduğu tespit edilmektedir. Böyle bir durumda müşteri, bankasına başvurur ve 10000 TL. nın karşılığı olarak ithalâtçı ile ihracatçı arasında anlaşılan miktarın, ihracatçının memleketinin parasıyla bozdurulmasını sağlamak üzere, kendi adına Merkez Bankasıyla akid yapmasın» ister. Böylelikle müşteri 10000 TL den fazla olan miktarı —fiyatlar ne kadar değişirse değişsin— ödememeyi garantilemiş olur.

Bu da Şer'î açıdan aynı şekilde caizdir. Ancak bankanın satın aldığı yabancı devlet parasının karşılığı sonradan ödenmek üzere satın alınmamış olması gerekir. Böyle olduğu takdirde ise bu, borcun borçla satılması anlamına gelir ki, Şer'ân batıldır... Karşılığın sonradan ödenmesi istenirse, alım akdinin dışında olmak suretiyle, bu konuda anlaşmak da mümkün olur.

Dış Ülkelere Banka Havaleleri:

Banka müşterisinin alacaklısını, adına bir çek yazmak suretiyle bankaya havale etmesi veya alacaklısının bulunduğu yere onun adına belirli bir meblâğda havale çıkartması için emir vermesi mümkün olduğu gibi; bankanın kendisinin de havale isteminde bulunması mümkündür.

Banka havalesi en emin ödeme yollarından kabul edilmektedir. Meselâ, ithalâtçı tüccar, yabancı bir ihracatçıya borçlu olduğu taktirde, bankaya müracaat eder ve bankanın ihracatçı yararına bir havale çıkartmasını ister. Banka da alacaklının bulunduğu yerdeki şubesi veya irtibat bürosu ile gereken ilgiyi kurar ve bunu gerçekleştirir.

Bu tür havaleleri yerine getirebilmek için de banka, normal olarak şubelerinde veya irtibat bürolarında gerekli hesapları açar ve bu hesaplardan da havalelerin kıymetini düşer.

Havale çıkartılmasını isteyen müşteri —yani borçlu— havalenin kıymetini kendi memleketinin parasıyla öder veya kendi hesabından düşülmesini ister. Banka da havale karşılığında ücret alır.

Böyle bir banka havalesi, Şer'ân câîzdir. Böyle bir havale işlemini fıkhı bakımdan —dahilî havalelerde geçtiği gibi— dört şekilde müşahhaslaştırabiliriz. Ancak, bununla birlikte bu haricî havale ile dahilî havale arasındaki bir farkı nazar-ı itibara almak gerekir. O da: dahilî havalelerde havale çıkartılmasını emreden kişinin banka zimmetinde sahip olduğu kıymet de yerli paradır, havale yoluyla alacaklısının alacağını ödemek istediği miktar da aynı şekilde yerli paradır.

Burada ise dış ülkeye havale çıkartılmasını isteyen kişinin bankada bir alacak bakiyesi mevcuttur. Çoğunlukla bu alacağı kendi memleketinin parasıyladır. Ancak müşteri dış ülkelerdeki yabancı ihracatçısına olan borcunu yabancı para ile ödemek istemektedir.

Şimdi bu esastan hareket ederek havaleyi, bankanın, müşterisinin kendisinden alacağını, müşterinin borcunu ödemek suretiyle vermek istemesi şeklinde yorumlayacak olursak; bu ödeme borcun ayrı cinsten ödenmesi şeklinde olur. Böyle bir ödeme alacaklısının rızası şartıyla Şer'ân câîzdir.

Eğer havale işlemini, müşterinin alacaklısını bankaya havale etmesi şeklinde yorumlarsak, o zaman bu, borcu olmayanın üzerine bir havale olur. Çünkü banka, kendi müşterisine yabancı bir devletin parasıyla borçlanmamıştır. Oysa bu durumda böyle bit havale ülkenin içinde yapılacak olursa, borçlu üzerine yapılan, bir havale olmaktadır.

Böyle bir havalenin borçlu üzerine yapılan bir havale olması da mümkündür. Şöyle ki, daha önce havale çıkartılmasını isteyen banka müşterisinin bir alış - veriş akdi bulunabilir. Bu akdin sonucunda müşterinin bankanın zimmetinde yabandı devlet parasıyla alacağı olmuştur. Onun alacak bakiyesi de budur.

Böyle bir durumda havale çıkartılmasını isteyen müşteri, bankadan yabancı devlet parasıyla alacaklı olur. Bu durumda onun yabancı ihracatçıyı banka üzerine havale etmesi, borçlu üzerine yapılan bir havaledir.

Nitekim dış ülkelere yapılan banka havaleleri işlemlerini şöyle de yorumlayabiliriz: Banka bu işlemde —havalenin de yerinde— dış ülkedeki irtibat bürosunun zimmetinde sahip olduğu yabancı parayı müşterisine satar. Bu satışı da müşterisinin kendi zimmetinde malik olduğu ve onun değerinde olan dahili para ile satmaktadır.

Bunun üzerine sözü geçen bu satış hükmünce müşteri kendisiyle irtibat kurulan bankadan alacakta olur. Bu alacağı da havale kıymetindeki yabancı paradır. Bundan sonra müşteri, kendisinde alacağı bulunan ihracatçıyı bankaya havale eder. Bu şekildeki dış ülkeye yaptırılan bir banka ^havalesi iki ayrı işlemden ibaret olur. Birincisi alacağın satılması, diğeri ise borcun havale edilmesidir.

Bütün bu işlemler Şer'ân sahîh ve caizdir.

Nitekim bunlar için bir ücret almak da Şer'ân caizdir. Bu •ücretin fıkhı, dayanaklarını da daha önce geçen dahilî havalelerden ücret almayı câîz gösteren esaslardan çıkartmak mümkündür. Burada şunu da ekleyelim: Eğer dış ülkeye havale çıkartmayı önce alacağın satılması, sonra da havale edilmesi şeklinde anlayacak olursak; bankanın alacağı ücreti, müşterisine sattığı yabancı paranın karşılığı olan paraya ekleyerek ondan alabilir.

Dışarıdan Gelen Banka Havaleleri:

Dış ülkelere yapılan havalelerin aynıdır. Bu havaleler irtibat bürosu veya banka şubesi tarafından beklenmektedir. İthalatçının bankası, müşterisinin isteği üzerine, büroya veya şubeye havale çıkartılmasını istemiştir.

Bu tür banka havaleleri, havale çıkartılan şube veya büroya vardıklarında, bu havalelerin kıymeti adına havale çıkartılana nakden ödenir veya carî hesabına kayıt edilir veya onun isteği üzerine başka bir bankadaki hesabına aktarılır. Bütün bunlar, adına havale gelen ihracatçının yalnızca kabulü dolayısıyla, havaleyi gönderen bankadan —havale gereğince— alacaklı kabul edilen hallerde; fıkıhta söz konusu olan «Havale» işlemiyle açıklanmaları mümkün olduğu sürece Şer'ân caizdirler.

Ki bu taktirde adına havale çıkartılan için, havaleyi gönderen bankanın zimmetinde malik olduğu alacak için istediği kararı alması mümkün olur. Havalenin ödenmesi için mücerret bir emirden ibaret olması halinde ise, ihracatçı, kendisine havale gönderilen bankanın zimmetindeki havaleyi teslim almadıkça veya onun adına başka bir kişi veya hiç olmazsa bankanın kendisi onun adına kabz etmedikçe ona malik olamaz. —Bu durumdaki— havale miktarını ihracatçı kabz etmedikçe carî hesabına kayıt edilmesini emir edemez veya başka bir bankadaki hesabına kaydırılmasını isteyemez.


BANKA ÇEKLERİ:

Bankadaki carî hesabı bulunan bir müşteri, bankadan alınmak üzere çek yazabildiği gibi, müşterisinin yararına olmak üzere bankanın kendisi de başka bir memleketteki irtibat bürosundan veya şubesinden alınmak üzere de çek yazabilir. Müşteri kendisinden ödenmek üzere çek yazılan bankaya gider ve çeki tahsil eder, onun kıymeti de, çeki ödeyen banka tarafından, çek yazan bankanın hesabından düşülür... Bankanın verdiği çekten yararlanan müşterinin ise ya bankada, memleketinin parasıyla bir alacak bakiyesi vardır, ya da çek onun için bankanın açık hesaptan sağladığı bir kolaylık olur... Birinci halde banka çekini, fıkhı açıdan aşağıdaki şekillerden birisinde somutlaştırmak mümkün olur:

Çek ya alacaklı olan müşterisine borçlu durumdaki banka tarafından verilmiş ve kendisine çek verilenin irtibat kurulan bankadan kıymetini tahsil etmesi istenmiştir. Böylelikle müşteri, çeki veren bankanın zimmetindeki kıymeti almış olacaktır. Böyle bir ödeme, borcun ayrı cinsten ödenmesi kabul edilir. Çünkü başka bir parayla ödeme yapılmıştır. Bu ise alacaklısının razı olması şartıyla caizdir.

Ya da, çek veren bankanın, adına çek yazdığı kimseyi irtibat kurduğu bankaya havale etmesidir. Böyle bir havaleden daha önce ise zımnen bir satış akdi vardır. Bu satış akdinde banka da, adına çek yazılan da memleketlerinin parasını, yabancı ülke parasıyla değiştirmektedirler. Ki böylelikle banka, adına çek yazılanı, kendisine borçlu olan irtibat kurduğu bankaya, yabancı ülke parası almak üzere havale edebilsin.

Çek alacağın satımı esası üzerinde de düşünülebilir. Şu anlamda ki, banka çeki kıymetinin sınırları içerisinde, irtibat kurduğu bankanın zimmetinde maliki bulunduğu yabancı pare karşılığında satmaktadır. Bu satım da adına çek yazılanın, çeki veren bankanın zimmetinde malik olduğu miktar karşılığında olmaktadır.

İkinci halde ise; çek veren banka tarafından çeki ödeyecek bankaya, adına çek yazılan müşteriye çekin değerinin borç olarak verilmesini emir etmesi olarak kabul edilir. Bu emirle birlikte çek veren banka ayrıca borcu da garanti etmektedir. Veya çek veren bankanın, çeki ödeyecek bankaya adına çek yazılana çekin kıymetinde borç vermesi için emri olarak da düşünülebilir.


Veya satış akdi olarak da düşünebiliriz. Bu akid gereğince çek veren banka, —çekin miktarı dahilinde— çeki ödeyecek bankanın zimmetinde malik olduğu yabancı devlet parasını, adına çek yazılana belirli bir fiyattaki yerli para ile satar.[47]

Bütün bunlar Şer'ân caizdir. Ücret alınması da Şer'ân câîzdir. Çünkü her iki halin de, herhangi bir şekilde dayanağının bulunması mümkündür.

Şahsî İtimat Mektuptan:

Şahsî itimat mektuplarında banka, yararına mektup çıkarttığı müşterisinin mektupla belirttiği irtibat bürolarında mevcut olan hesabından para çekmek suretiyle tasarrufta bulunabileceğini ifade eder. Bankalar çoğunlukla mektupta belirtilen kıymetin tümünü mektubu çıkarttığı vakit ister. Ve bu mektup için de özel ücret tahsil eder.

Mektup aldığı bankada bir alacak bakiyesi bulunan veya mektup çıkartılmasını istediğinde, alacağı miktarın karşılanabilmesi için yeni hesap açmak durumunda kalan adına mektup çıkartılan kimseye nispetle, fıkhı bakımdan bu mektup şu şekilde nazarı itibara alınır.

Bu mektup ya onun bankadaki alacağını, bankanın dışarıdaki irtibat bürolarında bulunan hesabından tahsil etmesi için ona bankanın vekâlet vermesidir; bu şekildeki borç ödemesi ise, borcun ayrı cinsten ödenmesidir, alacaklının razı olması halinde caizdir. Yada; müsterihin istediği zaman bankadaki alacağını, aynı değerde olmak üzere yabancı devlet parasına çevirebileceğine dair bankanın ona müsaade etmesi ve itimat mektubunda belirtilen bankalardan herhangi birisinden alacağının karşılığı olan yabancı parayı alabileceğini kabul etmesidir.

İtimat mektubu almak isteyen bazen, mektubun söz gelimi yalnızca Sterlin gibi bir yabancı devlet parasıyla ilgili olmasını isteyebilir. Mektubun çıkartılması sırasında onun yerli para karşılığı ile bozdurulma fiyatı da bu mektupta belirtilir. Böylelikle adına mektup çıkartılan müşteri Sterlinin fiyatının yükselmesi karşılığında zarar etmekten kurtarılır. O zaman bunu şu şekilde yorumlamak mümkün olur. Mektup fiilen gerçekleşmiş bir satış akdini ihtiva etmektedir.

Bu akid gereğince banka —mektubun değerinin sınırları içerisinde olmak üzere— yerli paraya eşit olan belirli miktarda Sterlini satmış ve adına mektup çıkartılan müşterisini, mektupta belirtilen miktardaki Sterlinin havale edilmesini kabul etmesi nedeniyle, yine mektupta belirtilen bankalardan istediğine havale etmiş ve ona tasarruf yetkisini de vermiştir.

Şahsî itimat mektuplarını çıkarttığı için bankanın bir ücret alması da mümkündür. Bu ise aşağıdaki şekillerden birisiyle olur:

1—İtimat mektubu isteyenin bankadan bir alacağı varsa —yani itimadın karşılığı bankada mevcutsa— banka, borcunu başka bir yerde ödemeyi kabul etmesinin karşılığında ücret alır.

2—Eğer itimat mektubunun karşılığı yoksa ve banka, mektup isteyene o miktardaki parayı bir bankacılık kolaylığı olmak üzere borç vermek durumunda ise; o taktirde bu akdin yapıldığı yerin dışında gerçekleşen bir borç muamelesi olur. Çünkü borç, kabz olmadıkça gerçekleşmez. Mektup alan da bu meblağı dışarıda teslim almakla bankaya borçludur. Banka borçlusuna, bu borç akdinde borç aldığı meblağı borç aldığı yerde ödemesini şart koşabilir.

Mektup alan için bu elverişli olmadığına, aksine borcu teslim aldığı yerde değil de kendi memleketinde ödemek onun için daha kolay olacağına göre; banka ondan borç aldığı miktarı borç aldığı yerde ödememesi karşılığında bir ücret alabilir. Başka bir açıdan bakacak olursak; mektup alan, borcunu ayrı bir cinsten ödemek durumundadır. Çünkü o, yabancı para alacak bundan sonra da kendi memleketinin parasıyla bankanın alacağını ödeyecektir. Banka bu tür bir ödemeyi belirli bir meblağ karşılığı olmadan kabul etmeyebilir.

3 —Eğer itimat mektubunu müşterinin (mektupta belirtilen miktarda), mektubu veren bankanın hesabından almak üzere, diğer bankalardan yabancı devlet parasını, kendi devletlerinin parasıyla satın alabilmesi için bir müsaade olarak yorumlarsak, bu müsaade karşılığında bankanın ücret alması mümkün olur.[48]

Artık durum ne olursa olsun, ücret alabilmek için bu işlemin fıkhı bakımdan müşahhaslaştırılma imkânı çoktur. Sonucu ise birdir. O da, ücret almanın Şer'ân câîz olduğudur.

BOZDURMA HÜKÜMLERİNDE PARA ÇEŞİTLERİNİN FARKLILIĞA

Şimdiye kadar yabancı para bozdurma hükümlerini, bankacılıkta ödeme yollarını, yabancı paraların alım - satım işlemlerini incelemekte idik. Bu incelememizde yabancı paraların zorunlu olarak bir fiyat taşıdıklarını, varsayıyorduk. Çünkü İslâm fıkhında para bozdurma işlemlerinde nakitlerin farklılığına göre, ilgili hükümler de değişmektedir... Şimdi paraların farklı olmaları halinde bozdurma işlemlerini ele almamız gerekiyor. Şöyle ki:

Birinci olarak: Altın veya gümüş olan madenî paralar.

İkinci olarak: Onları çıkartan tarafın hazinelerinde, fiilen; altın karşılıkları bulunan ve her birimi bu karşılığın bir miktarını ifade eden, altın yerine geçerli paralar.

Üçüncü olarak: Onları çıkartanlar tarafından, getirildikleri taktirde karşılıkları olan altının ödeneceği taahhüt edilen paralar.

Dördüncü olarak: Paranın istendiği zaman kıymeti olan altınla değiştirilemeyeceğini bildiren bir kanunun çıkmasından, sonraki paralar.

Birinci Kısım: Altın ve Gümüş Paralar:

Birinci kısmın, Şer'an altın ve gümüş alım-satımının otonu içerisine girdiğini bilmemiz gerekir. Altın ve gümüşün alım - satımı ise, fukahâ arasında meşhur olan şekliyle iki şarta bağlıdır:

Birinci şart: Altının altınla veya gümüşün gümüşle mübadelesi halinde değiştirilenler arasında kemiyette eşitlik olacak. Eğer alınanın veya satılanın birisi, diğerinden fazla al ursa bu, faiz olur ve zorunlu olarak haramdır. Alınanın veya satılanın birbirinden ayrı olması halinde ise, meselâ biri altın öbürü gümüş ise, birinin diğerinden fazla olmasında herhangi bir mani yoktur.

İkinci şart: Muamelenin bütün merhaleleriyle fiilen ortaya konmasıdır. Yani parayı para ile satan ile alan arasındaki karşılıklı teslim etme ve teslim alma, akid meclisinde tamamlanmış olacak. Eğer her birisi satın almış olduğu nakdin tümünü kabz etmeden ayrılırsa, satış, bâtıl (geçersiz) kabul edilir. Bu şartı meşhur fakihler.

Altın veya gümüşün gerek kendi misilleriyle, gerekse başka türleriyle satılsın, fark gözetmeksizin, iki şekilde de göz önünde bulundurmuşlardır. Fakat görüşüme göre bu şart, yalnız altının gümüşle veya gümüşün altınla satılması işleminde göz önünde bulundurulmalıdır. Altının altınla, gümüşün de gümüşle satılması hallerinde ise her iki tarafın da aldıklarını kabz etmeleri gerekmemektedir. Bu olmadan da satış olabilir.[49]

Bu ışığın altında altın veya gümüşle teamül tek bir şarta bağlı olmaktadır. Çünkü altın veya gümüş olan değer ye karşılığı eğer bir arada ise kabzın hemen olması gerekmiyor. Ancak değer ditin veya gümüş, karşılığı ise başka çeşit olursa, karşılıklı kabzın hemen olması şarttır. Bununla birlikte değer ite karşılığı olan şeyin kemiyet bakımından birbirlerine eşit olmaları gerekmiyor.., Buna göre paranın altın veya gümüş olması halinde bu şarta bağlı olması gereklidir.


İkinci Kısım: Altın Yerine Gecen Paralar:

Eğer para altın yerine gecen nakitler ise, onlarda öngörülen tek şart: Belirli bir miktar altın karşılığı olan ve satılan paranın kemiyeti ile belirli bir miktar altın karşılığı olan ve satın alınan paranın kemiyeti arasında herhangi bir farkın bulunmamasıdır. Bu tür paralarla yapılan alım-satımda karşılıklı kabzın hemen olmasına itibar edilmez. Çünkü hepsi de altını temsil etmektedirler. Dolayısıyla onların alış - verişi altının altınla satılması gibidir.

Altının gümüşte satılması gibi değildir Nakit paraların mübadelesinde değiştirilen iki altın kemiyeti arasında eşitlik şartının uygulanması şu anlama gelir. Çeşitli etkenlere bağlı olarak ve birçok zorluklara sebep olan bu nakitlerin bozdurulma değerlerinin inip yükselmelerine ayak uydurmak câîz değildir.[50] Şurası, bunun geniş bir şekilde açıklanmasını ve şartlara bağlanmasının yeri değildir. Bunun önemi de yoktur. Çünkü altın veya gümüş madenî paralar veya onların yerine geçen paralar, dünya para piyasasında fiilen mevcut değildir.



Üçüncü Kısım: Karşılıklarının Ödeneceği taahhüt Edilen Nakitler:



İstendiği taktirde değeri olan altınla bozdurulacağı, onları çıkartanlar tarafından taahhüt edilen nakit paralara gelince, bunları ayrı iki esasa bağlı olarak yorumlamak mümkündür:

Birincisi: Onları çıkartanlar tarafından bu nakit paraların değerleri olan altın miktarının istendiğinde ödeneceğinin taahhüt edilmesi, çıkartanlarca isteğin yerine getirileceği anlamındadır. Bu işe güvenilirliği ve onu çıkartanların taahhütlerini yerine getirmeleri nedeniyle, bu nakitlere toplum nazarında bir kıymet kazandırır.

İkincisi: Bu nakit paraları çıkartan makamların altın kıymetini ödeyeceklerine dair olan taahhütlerinin anlamı: onları çıkartan makamların zimmetinde o paraların kıymetinde altın bulunduğudur. Buna göre nakit para, ancak bu kadarlık bir alacağın bulunduğuna dair bir vesika ve bir senet olmaktan başka bir şey değildir ve bu nakitlerin aslî hiçbir kıymetleri yoktur.

Bu iki ayrı tasavvur arasındaki fark çok büyüktür. Birincisine göre, ilgili makamlar nakit para çıkarttıklarında ve onların altın karşılıklarını taahhüt edip bir malın veya bir hizmetin karşılığı olarak onları verdiklerinde; gerçekte bu makamlar malların veya hizmetlerin karşılığında zimmetlerinde gerçekleşen altın değerinde senet veriyorlar demektir.

Böyle bir nakdi elinde bulunduran bir kimse bir şey satın alacak olursa, gerçekte onunla değil de, onu çıkartanların zimmetinde kendisinin sahip olduğu (altın) borcu ile satın almaktadır; bu para ise bu borç için bir senetten başka bir şey değildir. Bu ise bankaların bu türden çıkardığı nakitlerin, kanunî yapıları itibariyle adî senetlerden ayrı olmadıkları anlamına gelmektedir.

İkincisinin durumu ise bundan ayrılmaktadır. Çünkü bu nakit paraları çıkartan makamlar, bunları malların ve hizmetlerin değeri olarak verdiklerinde; bu makamlar bu değerlerin karşılığını bu paralarla gerçekten ödemektedirler. Bu parayla mal satın alan bir kimse, bu para ile satın almaktadır; onu çıkartanın zimmetinde sahip olduğu olacağıyla değil.

Diğer taraftan nakit paraya malî kıymetini kazandıran, toplum bireylerinin, istendiğinde değeri olan altının verileceğine dair banka taahhütlerine güvenmeleridir.

Şu veya bu tasavvura göre bu tür nakitlerin yapılan şekillendirmelerine bağlı olarak, bu nakitlere dair Şer'i hüküm de değişmektedir. Eğer birinci tasavvuru ele alacak olursak, bu tür nakitlerle teamülün anlamı, onları çıkartanların zimmetinde bulunan altın kıymetleriyle yani altınla teamülde bulunmak demek otur.

Bu taktirde satış akidlerinde her iki karşılığın (alınan ve satılanın) da eşit olması gerekir. Buna göre, onları çıkartanların zimmetinde belirli bir miktar altın karşılığı olan bir miktar banknotla, daha çok veya daha az miktardaki bir banknot satın alınamaz. Bu da şu anlama gelir: çeşitli etkenlere bağlı olarak yükselip alçalan bu nakitlerin bozdurulma değerlerinin değişmesine itibar etmek câîz değildir.

İkinci tasavvuru ele alacak olursak, bu tür nakitlerle teamül, altınla teamül demek olmuyor. Dolayısıyla altınla teamül ile ilgili hükümler ona uygulanmaz. Bu taktirde onlara, bozdurma işlemlerinde, bildiğimiz nakit paralara uygulanan hükümlerin uygulanması mümkün olur.

Değerlerinin altınla değiştirileceğine dair taahhüt bulunan paraların, birinci esasa göre değil de, ikincisine göre şekillendirmenin daha doğru olduğunu pekiştiren gerçeklerden birisi de; birinci esasa göre paranın borç karşılığı bir senet olarak kabul edilmesidir.

Senedin yok olması veya itibardan düşmesi halinde ise borcun ortadan kalktığı anlamına gelmediği açıktır. Oysa biz görüyoruz ki, elindeki nakit parayı çürütüp tanınmaz hale getiren veya hükümet tarafından tedavülden kaldırılan ve sahibi tarafından yeni paralarla değiştirilemeyen paralara, bizzat onu çıkartan makamlar itibar etmemekte, çürüyen veya değiştirilmesinde geç kalınan paralara karşı kendini mesul kabul etmemektedir...

Sanki bu durumda, paranın altın karşılığının ödeneceğine dair olan taahhüt, elinde para bulunduranlar için geçerlidir. Yoksa onu çıkartanların zimmetinde altın alacağı olana, bu para veriliyor demek değildir. Bu nedenle kanun, senet ve çek gibi ticarî evraktan parayı ayrı mütalaa etmektedir. Öyle ki kanuna göre, bu tür ticarî evrakın karşılığı olan paranın ödenmesi gerekir. Ancak yalnızca bir senet olmaktan öteye gitmeyen diğer kâğıtlar (paralar), böyle değildir.

Dördüncü Kısım: Paralar:

Değerinin altınla değiştirilmesi özel bir kanunla muaf tutulan paralara gelince; bunların durumu, bir öncekilerin durumuna bağlıdır. Eğer biz bir önceki kısmın ikinci esasından hareket edecek olursak ve karşılarında belirli miktarda altın taahhüt edilen nakitleri, kendiliklerinden bir değer ifade eden (il-zamî) nakitler gibi kabul edersek, hükümlerinin de aynı olduğu sonucuna varırız. Yani bunların da altınla değiştirilmeleri halinde, sarf işlemlerinde değer ile karşılığı olan altın miktarları arasında eşitlik şartı uygulanmaz.

Önceki kısmın birinci esasından hareket eder, altın karşılığı taahhüt edilen paralarla teamülü, altınla teamülde bulunmanın sınırlan içerisinde kabul edersek, muaf tutma kanununu yorumlamaya ve bunu fıkhı bakımdan şekillendirmeye gerek duyarız... Eğer muaf tutma kanunu, nakit parayı, senet olarak kabul ettiğimiz borçların ilgası ve onların kendiliklerinden bir değer ifade eden (ilzamı) nakitlere değiştirilmesi anlamına geliyorsa; bu onlarla teamülün altınla teamülden ayrı bir şey olduğunu ifade ediyor demektir. Bu durumda onlar ilzâmî nakitlerin hükümlerine bağlı kalır.


Muaf tutma kanunu altının muhafaza edilmesi gayesiyle, iç piyasa alanlarında nakit paraların temsil ettiği borcun, bu nakitleri çıkartanlarca ödenmemesine müsaade edilmesi anlamına geliyorsa ve böylelikle altının dış piyasada kullanılması düşünülüyorsa. Bütün bunlarla birlikte nakit paranın ifade ettiği borçların var olduğu kanunen kabul ediliyorsa; bu durumda bu paralar, muaf tutulmadan önceki hükümlerinden başkaca bir hükme tabi olmuyorlar demektir.


BANKANIN İKİNCİ TÜR GÖREVLERİ:


Kredi ve Kolaylıklar Sağlamak:


Bankalar daha önce sözü geçen hizmetlerin yanında, bazı kolaylıklar ve kredi de sağlarlar.

Bankacılık kolaylıklarının, banka hizmetlerinden ayrılmaz olmalarına veya onlarla bir arada olmalarına rağmen, şimdi biz, bankacılık kolaylıklarını, bankacılığın hizmetlerinden ayrı olarak ele alacağız. Böylelikle onları bağımsız bir şekilde etüt etmemiz mümkün olacak... Meselâ kredi mektupları, banka mektupları ve şahsî itimat mektupları —daha önce geçtiği gibi— bankaların sağladıkları kolaylıklar arasındadır.

Fakat bunlarda belirtilen miktarlar tamamıyla bankada yatırılmamışsa, aynı zamanda hesaptan açık kalan miktar kadar bir kolaylık olarak görülür. Buna göre bu gibi işlemler kolaylık olarak kabul edildikleri oranda, bankanın müşterilerine sağladığı kredi olarak ele alınır veya öyle alınması beklenir.

Bankaların dilinde «bankacılık kolaylığı» terimi, «kredi» teriminden daha geniş kapsamlıdır. Çünkü banka mektupları ve itimatlar gibi bankacılık kolaylıkları bazen fiilen kredi olmak durumuna gelirler, bazen da hiç o duruma gelmeyebilirler.

Mektup ye itimatları da bazen —bankanın müşterisine bunlarda kredi verip vermediğine bakmaksızın müşterinin itibarını artırıcı özelliğiyle ele alıyor, bazen da müşterinin borcundan bir miktarını bankanın ödemek durumunda kalması gibi hallerde ise, bankanın sağladığı kolaylıklar olarak görürüz...

Bunlar ilk özellikleriyle—görüşümüze göre— bir bankacılık hizmetinden başka bir şey değildir. Bunlardan ve bunlardan alınacak ücretlerden bankanın birinci tür hizmetlerini ele alırken söz etmiştik. Bunları ikinci özellikleriyle kabul ettiğimiz taktirde ise, bunların hükmü ile diğer borçların hükmü aynıdır ve basit borçlar ile sonradan borca dönüşen kolaylıklar arasında her hangi bir fark yoktur. Bütün bunlardan aşağıda söz edeceğiz

Bankalar kredileri normal olarak, kısa süreli, orta süreli ve uzun süreli olmak üzere kısımlara ayırırlar ve bu tür krediler bazen müşterinin bankaya gelip borç istemesi ve belirli bir miktardaki parayı testim almak suretiyle normal kredi (borç) şeklini alırlar; bazen da bir itimat veya teminat hesabı açma şeklini alırlar.

Bunlarla da bankanın müşterisinin tasarrufu altında belirli bir miktar parayı belirli bir süre için bulundurması anlatılmak istenir, Müşteri tasarrufu altında bulundurulan bu miktardan istediği zaman alır. Bu tür hesapların açılması ise gerçekte artarda olacak şekilde kredi verileceğine dair bir vaattir...

Bütün bu durumlarda faizli bankalar borçlar karşılığında faydalar tahsil etmektedir. Bu tür faydalar ise İslâm’da haram olan faiz faydalar olarak kabul edilir. Faizsiz bankaya düşen ise faizsiz banka tezinde borçlarla ilgili olarak belirlediğimiz genel politikayı izleyip, onları tekâmül ettirmektir. Bu politikanın esasları ise şunlardı:

Birincisi: Mümkün olan kredileri (ve mevduatı) mudâraba akdine dönüştürmek. Bu akidde banka amil (mudârab) ile mal-sahibi yani üretici ile mudî arasında aracılık yapar.

İkincisi: İstenen kredinin mudâraba akdine dönüştürülmesinin mümkün olmadığı hallerde —daha önce tezde açıkladığımız belirli sınırlar içerisinde— bankanın borç vermesidir.

Üçüncüsü: Banka borçlusuna, borcun yazılması, kayıtlarının yapılması ve ona bağlı yükümlülüklerin yerine getirilmesi karşılığında ecri misil ödemesini şart koşacak ve fayda unsurlarından bundan fazla olanını kaldıracaktır, borç karşılığında ayrıca bir fayda istemeyecektir.

Dördüncüsü: Banka, müşteri borcunu ödediğinde (önceki şart gereğince aldığı miktarı düşerek) tahsil ettiği faydayı, bir kaç sene süreyle kendisine verilmiş bir kredi olarak kabul edecek.

Beşincisi: Eğer müşteri ödediği faydadan vazgeçecek ve bu miktarı bir borç olarak değil de bir bağış olarak bankaya verecek olursa, banka da onu birinci dereceden müşteri olarak kabul eder. Onun ikinci sefer kredi istemesi halinde bu isteğine, sözü edilen miktardan vazgeçmeyip onu bankaya bağışlamayan ve bankadan atacak kabul edenlerin isteğine nazaran bir öncelik tanır ve öncelikle ona kredi verir.

Ticarî Evrakın Ödenmesi:

Ticarî evrakın ödenmesi de bankacılığın bir süre için borç verme şekillerinden biridir. Adına böyle bir ticarî (kıymetli) evrak yazılmış olan, elinde bulunan belirli bir süre için yazılı evrakı —tahsil edileceği süre dolmadan— getirir ve tahsil süresi dolmadan değerini almak ister. Banka, müşterisine istediği bu değeri, belirli bir miktarı düştükten sonra öder.

Söz konusu düşülen bu miktar ise, değerin ödenmesi ile tahsil tarihi arasındaki süre için alman faydadan, bankanın yaptığı hizmet karşılığında aldığı ücretten ve ticarî evrakın bulunulan yerden başkasında tahsilinin yapılacağı hallerde bankanın alacağı tahsîl masraflarından oluşur.

Evrakın tahsîl edilme zamanı geldiğinde banka, evrakın kıymetini, onu yazandan ister ve tahsîl edilen değer bankanın hakkı olur. Borçlunun ödemesi gereken bu miktarı ödememesi halinde, banka ödemeyi yaptığı kişiyi kendi karşısında o miktarı ödemekten sorumlu kabul eder... Ödeme süresinin gelmesine rağmen ödemenin gecikmesi halinde ise, banka borç karşılığı alman fayda yüzdesine uygun olarak gecikilen süre için fayda tahsil eder. Bunu da senedi yazan borçludan alır.

Kıymetli evrakın tahsîl süresinden önce ödenmesinin gerçekte bankanın —meselâ— adına senet yazılana bir borç vermesi olduğu açıktır, aynı zamanda adına senet yazılan kimse de, alacaklı olan bankayı, senedi yazana havale etmektedir. Böyle bir havale alacaklıya borcun havale edilmesi gibidir.

Fakat burada borç verme ve havale etmenin yanında üçüncü bir unsur daha vardır: O da evrakı süresinden önce tahsîl eden adına evrak yazılanın, evrakın süresinin dolması halinde, onu yazanın borcunu ödeyeceğine dair taahhüdüdür. Borç işlemi gereğince, adına senet yazılan, bankanın senet karşılığında ödediği miktara malik olur.

Havale gereğince de banka bu senedi verenden alacaklı olur. Adına senet yazılanın, ödemenin zamanı gelince yapılacağına dair taahhüdü gereğince de, zamanı geldiği halde senet verenin onu ödememesi halinde banka, senedin ödenmesini ondan isteyebilir. senet verenin havale sonucunda bankaya borçlu olması gereğince de, süresi dolduğu taktirde senedi ödememesinin karşılığında banka ondan bazı «fayda»lar tahsil eder;

Buna göre, senedi ödeyen bankanın, senedin ödenmesini isteyen adına senet yazılana borç vermesi karşılığında, bankanın tahsil ettiği faydayı ifade eden ve senedin süresinin dolmasından önce ödenmesi karşılığında kıymetinden düşülen miktar, haramdır; çünkü faizdir. Hizmetleri karşılığında veya ödeme başka bir yerde yapılmakta ise gerekli ödemenin yapılması karşılığında aldığı ücrete gelince bu, câîzdir. Çünkü görülen hizmet karşılığında alınan ücret, —daha önce bankanın her verdiği borçta alabileceğini belirttiğimiz— borcun yazılması karşılığında alınan bir ücrettir.

Meblağın başka bir yerde tahsil edilmesi karşılığında alınan ücret de yine bankanın hakkıdır. Çünkü banka, senedi ödemekle, borç akdiyle kıymeti kendisine ödenen adına senet yazılandan alacaklı olur. Borcun verildiği yerde ödemenin yapılmasını istemek de borç verenin haklarındandır, Borç alanın, bu borcu başka yerde bulunan birisine havale etmesi için bu şartı bozması karşılığında, bir ücretin (alacaklı tarafından) istenmesiyle kabul edilebilir. Çünkü ödemenin yapılmasını isteyen ancak bu şartı bozmakla senedin ifade ettiği borcu havale edebilir ve ödemenin yapılacağı, yeri değiştirebilir.

Buna göre, fiilen gerçekleşen senedin erken ödenmesi işleminden Islâma aykırı şeyleri kaldırmak istediğimizde,-bankanın senedin değerinden düştüğü miktarları da kaldırmamız gerekecektir- Ancak bir hizmet karşılığı veya belirli bir yerde ödemenin yapılması karşılığı alınan miktarlar bunun dışındadır.

Fakat alınan bu karşılıklar, bankanın haklarını korumak için yeterli değildir. Çünkü bankanın senedi kırmak isteyene —bazen bağışlanabilecek—aynı miktardaki bir borcu kendisine vermesini şart koşabilirse de; aynı şeyi adına senet yazılanın bankayı senedi verene zımnen havale etmesi sonucunda bankanın ondan alacaklı olması halinde şart koşmamaktadır... Çünkü banka ile senet yazan arasında herhangi bir akit yapılmıyor ki banka ona şartlarını koşabilsin.

Bu nedenle senedi kırma işleminin fıkhı açıdan şekillendirilmesinin tekâmül ettirilmesi gerektiği görüşündeyim. Daha önceki açıklamalarımızda bu işlemin üç unsurdan meydana geldiğini belirtmiştik. Bunlar: Borç, Havale ve Taahhüttür. Bu işlemin başka bir esasa göre de şekillenmesi mümkündür.

Bu işlemde adına senet yazılan, senedi kırarken teslim aldığı miktarda gerçekleşen bir borcun var olduğu, senedi kıranın da süre gelince kıymetinin tahsili için bankayı vekil tayin ettiği ve adına senet yazılanı fiilen aldığı borcun değerinin kesildiği (yani ona ödendiği) kabul edilir. Senedin değerinden, borcun yazılması karşılığında ecri misli, gerekli harcamaları ve senedin ifade ettiği borç miktarının senedi yazandan tahsil edilmesi karşılığında bir miktarı düşmesi bankanın hakkıdır.

senet kırma işlemi için yaptığımız bu şekillendirmeye göre; senet veren, senedi kıran ve adına senet yazılana borçludur, bankaya değil; banka ise adına senet yazılandan alacaklıdır ve süresi gediği taktirde senedi yazandan kıymetini tahsil etmek konusunda onun vekilidir.

Bu durumda banka senedi kıran ve adına senet yazılana: —Faizsiz banka tezinde açıkladığımız şekle uygun olarak— ödemenin yapılacağı vakit bir bağışa da dönüşebilen aynı miktardaki bir borcu kendisine, vermesi şartını koşar.
10
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2



Senet Kırma İşlemini Satış Esası Üzerine Şekillendirmek:

Burada senet kırma işleminin satış esası üzere şekillendirilmesi için bir yol daha vardır. Bunu açıklamak için şöyle bir varsayımda bulunalım:

Senedi kırmak isteyen adına senet yazılan kişi meselâ 100 TL. lık olan alacağını, peşin 90 TL sına satmaktadır. Bunun üzerine banka, fiilen ödediği para karşılığında, adına senet yazılanın senedi verenin zimmetindeki alacağına sahip olur. Bu işlem, borcun daha düşük bir fiyatla satılması kabilinden olur.

senet kırma işleminin bu şekillendirilmesine göre, fukahanın çoğu Şer'ân onun câîz olacağı görüşündedirler. Çünkü alacağı asıl kıymetinden daha düşük bir fiyatla satmak Şer'ân caizdir.

Ancak alacağın altın veya gümüş veya ölçülebilir ver ya tartılabilir cinsten olmaması gerekir. Kırma işleminde daha düşük bir fiyatla satılan alacak, altın veya gümüş olmadığına ve nakdî evrak (para) olduğuna göre, onun kıymetinden daha aşağı bir fiyata satılması câîz olur. Senedi kırma işleminin fıkhı kaynağını satış akdinde bulmanız mümkün olunca, senet verenin borcu ödememesi halinde, senetten yararlananın borcu ödemek konusunda bankaya karşı sorumlu olacağını da ortaya koymak mümkün olur.

Bunu da şu esastan hareket ederek söylüyoruz: senetten yararlanacak olan, alacağını satmanın yanında onun ödenmesini de taahhüt etmektedir. Veya banka, ondan alacağını satın alınca, senedi yazanın borcunu ödememesi halinde kendisinin ödemesini şart koşması esasına da bağlayabiliriz...


Birinci esas, yani taahhüt, senedi yazanın borcunu ödememesi halinde adına senet yazılanı banka önünde sorumlu halde bırakmaktadır. İkinci esas yani şart da, adına senet yazılanı, gereğinde borcu ödemek zorunda bırakabilir, öyle ki banka doğrudan ona başvursa ve borçlunun borcunu ödeyip ödemeyeceğini açıkça anlamasa da durum böyle olur.

Fakat sözkonusu, senet kırma işleminin asıl fıkhı dayanağı, borcun kıymetinden aşağı bir fiyata satılmasıdır. Çünkü her ne kadar satılan alacak altın veya gümüş türünden olmasa ve alınan bu meblâğ faiz olmasa da; burada özel bir takım rivayetler vardır ki şuna delâlet etmişlerdir.

Eğer alacaklı alacağını kıymetinden daha az bir fiyata satacak olursa, onu satın alan, satana ödediği meblâğdan fazlasına hak kazanamaz ve fazlalık, doğrudan doğruya borçlunun zimmetinden düşer. Bu demektir ki, eğer bankada senet kırmayı, alacağın banka tarafından daha düşük bir kıymetle satın alınması şeklinde yorumlarsak alacaklıdan.

Ancak senedi kırdıranın verdiği kıymet kadarına hak kazanır ve alacaklının fazlasını vermemesi de her zaman için borçlunun yararına olarak kabul edilir alacaklı bunu kast etse bile bunun, müşterinin yararına olduğu kabul edilmez.

Bu konuya dair rivayetlerden biri de: Ebu Hamza'nın İmam Muhammed b. Ali el-Bâkır (A.S.) dan rivayetidir. Dedi ki: Ona bir adamdan alacağı olan bir kişiye birisi gelir, bir şey karşılığında alacağını ondan satın alır, sonra da aynı kişi borçluya gider, «filânın sendeki alacağını bana ver.

Çünkü ben bu alacağını ondan satın aldım.» derse; bu durumda hüküm ne olur? Diye sordum. İmam dedi ki: «Borçlu, yalnız alacaklıdan alacağı satın aldığı malı, ona geri verir.»

Muhammed b. el-Fuaayl'ın haberi: Dedi ki: Ali b. Musa er-Rıdâ'ya sordum: Bir kişi başkasından alınacak borcu (alacağı) satın alsa, sonra borçluya gitse ve: «Filânın sendeki alacağını bana ver, ben onu satın aldım...» dese durum ne olur? İmam dedi ki: «Alacaklıya ödediği şeyin değerini öder ve böylelikle de borçlu, üzerindeki borcun tümünden kurtulur.»

Bu İki rivayetle istidlal edebilmek için bir takım boşlukların bulunmasına rağmen, şahsen ne fıkhı acıdan, ne de ruhî bakımdan aksini ifade eden görüşlerin alınmasına taraftar değilim. Ruhumda ve fıkhı bilgimin sınırları içerisinde, bu iki rivayeti bırakıp, onların aksini anlatan görüşleri kabulü açıkça uygun gösterecek bir şey de bulamıyorum.

Buna göre. Faizsiz Banka, senet kırdırma işlemini, borcun daha az kıymetle satın alınması esası üzerine ki kıramaz ve sonra da aradaki farkı kendi adına alamaz. Çünkü alacağın daha aşağı kıymetle satılmasından yukarıdaki rivayetler gereğince her zaman şu sonuç çıkar: Fazla miktar düşer ve borçlu bu miktardan kurtulur.


BANKANIN ÜÇÜNCÜ TÜR GÖREVLERİ:

Üretim:

Bununla bankanın, kendi özel mallarından veya mevduat olarak yatırılan mallardan bir kısmını kıymetli evrak ve çoğunluğu senet şeklinde olan evrak alımında —kâr sağlamak amacıyla— kullanması kastedilir. Çoğu zaman bu evrakın süratli bir şekilde paraya dönüştürülmesi mümkün olduğu için bu evrakın akıcılık sağlaması amacıyla da alındığı olur.

Bankanın senet (tahvîl) ticareti yapması fıkhı açıdan herhangi bir kimsenin senet (tahvîl) alım-satımı yapması gibidir.

Bankalar teknik açıdan bu yollarla üretimde bulunmakla krediler arasında çeşitli bakımlardan ayırım yapar. Meselâ kredide —çoğunlukla—malın nispeten kısa bir süre için kullanılması söz konusudur. Ancak bu yollarla kâr sağlamak malın uzun bir süre kullanılmasını gerektirir, fakat bazen bunların aksi de olabilir...

Diğer bir fark: Bu şekilde üretimde bulunmakla kredi vermekte bankanın oynadığı roller birbirlerinden ayrıdır. Üretimde ilişkiyi kuran ve malın uzun bir süre kullanılması amacıyla onu üretime arz ederek piyasaya giren bankanın kendisidir. Kredi işleminde ise ilişkiyi kredi alan müşteri kurar. Diğer taraftan kredi vermekte bankanın rolü çok önemlidir.

Çünkü kredi verenlerin en önemlisi bankadır ve üretimdeki önemi de bu derecede değildir. Nedeni ise bankanın üretim için, kıymetli evrak piyasasına herhangi bir üretici gibi girmesidir.

Bunlar, teknik açıdan kredi ile üretim arasındaki farklılıklardır.

fıkhı açıdan ise senet (tahvîl) alış - verişini iki esasa göre şekillendirmek mümkündür:

Birincisi: İşlemi borç esası üzerine yorumlamamızdır. senet (tahvîl) çıkartan müessese meselâ 1000 TL kıymetinde çıkartır ve bir sene süreyle 950 TL ye satar. Böyle bir işlem gerçekte bir kredi işlemidir. Yani tahvil çıkartan müessese, tahvili satın alandan —gerçekte— 950 TL sı borç almakta ve belirlenen süre sonunda onun borcunu (1000 TL olarak) ödemektedir.


Verdiğimiz bu örnekteki 50 TL. lık fazlalık ise, borca karşılık verilen ve gerçekte faiz olan bir fayda olarak kabul edilir.

İkincisi: Bu işlemi, belirli bir süre için yapılan alım - satım akdi olarak yorumlamamızdır. Geçen misalde tahvil çıkartan müessese, bir sene sonra bedeli ödenecek olan 1000 TL. nı peşin 950 TL. na satmaktadır.

Satış akdinde alman ve satılanın —aynı cinsten olmaları halinde— değerin, satılan şeyden az veya çok olmasında bir sakınca yoktur. Yeter ki bu cins. ölçülebilen veya tartılabilen bir şey olmasın.

Gerçek şu ki: bu işlemi satış akdi esası üzerine yorumlamak, işlemin gerçeğinin dille örtülmesinden, yani sadece başka bir isimle adlandırılmasından öte bir şey değildir.

Bu işleme ne ad verilirse verilsin, kredi (borç) işlemi olma karakterini gizlemek mümkün değildir. Çünkü borç işleminde ana unsur, bir kişinin başka bir kişiden bir mala sahip olması ve o malın miktarında aynı kişiye borçlu olmasıdır. Bu ise tahvillerin alınması işleminde de ortaya çıkmakta olan durumun aynısıdır.


Başka bir deyimle: Tahvilleri çıkartan taraf, peşin 950 TL. karşılığında tahvillerin mülkiyetini vermekte, diğer taraftan daha fazla bir miktarda onlara —tahvillerin karşılığında— borçlu olmaktadır.

Buna göre bu işlem, bankanın kredi vermesi işlemidir ve fıkhı bakımdan bankanın kredi isteyen müşterilerinden herhangi birisine borç vermesi ile bunun arasında herhangi bir fark yoktur. Tahvilin gerçek değeri ile bankanın ödediği değer arasındaki farktan doğan fazlalık ise faizdir.

Bunun hükmü ise, bankanın verdiği diğer borçları için tahsil ettiği faydaların hükmünün aynıdır. Buna göre faizsiz banka bu faizli işleme girişemez. Ancak bu senetleri çıkaranlar, —faizsiz bankanın birinci bölümde sözkonusu edilen genel siyasetinin dördüncü noktasına uygun olarak— gayri İslâmî hükümetler veya bankanın faiz alabileceği müesseseler ise, o taktirde bu tahvillerin alım -satımını yapabilir.

Buna göre faizsiz banka, faiz alması câîz olan cihetler veya hükümetler tarafından çıkartılan kıymetli evrak alım-satımı için servetinin bir kısmını ayırabilir. Ancak bu sınırların dışında kalan tahvillerin alım - satımını yapamaz.

[46] Bu faydanın fıkhı dayanakları ile ilgili geniş bilgi ve ilmî bakımdan tartışması için Ek: 11'e bakınız.

[47] Burada, satış akdinde değerin müeccel olmaması gerektiği göz önünde bulundurulur. Ki borcun veresiye satılması durumu ortaya çıkmasın. Ancak bunun tecili, satış akdinin sınırları dışında ayrı bir anlaşma ile mümkündür.

[48] İlmi açıdan bunun tartışması ile ilgili geniş bilgiler için ek 12’ye bakınız.

[49] Çünkü kabzın şart olduğuna delâlet eden rivayet ve hadisler, altının gümüşle (dirhemin dinarla) satımı ile ilgilidir. Altının altınla veya gümüşün gümüşle satılmasına gelince, karşılıklı kabzın vacip olduğuna delâlet eden herhangi bir nass yoktur. Buna göre asıl olan, umumî ve mut lak esaslara bağlı kalmak suretiyle karşılıklı kabzın gerekmediğine hüküm vermektir.

Birisi, Bize altının gümüşle satılması halinde karşılık kabz gerektiği gibi, aynı şekilde, altının altınla satılması halinde de karşılıklı kabz gereklidir, çünkü aralarında fark yoktur dese; bizim cevabımız şu olur: Hayır, aralarında fark olduğu ihtimali vardır. Çünkü altının altında satılması halinde değerlerden birisinin diğerine fazla olduğu varsayılamaz. Çünkü bu sözü gecen şartlardan birincisine aykırıdır.

Altının gümüşle satılmasında ise birinin diğerine fazlalığı mümkündür. Eğer alış-verişi yapanlar hemen alıp sattıklarını kabz etmek zorunda olmazlarsa, iki taraftan birisinin teslimde gecikmesi ve bunun karşılığında bir fazlalık olması mümkün olurdu... Muhtemeldir ki şairin bu kapıyı kapatmak istemesi nedeniyle, altının gümüşle satımında karşılıklı kabz vacip kılınmış, fakat altının altınla satımında vacip kılınmamıştır.

Evet, gümüş kakmalı kılıçların satılması ile ilgili rivayetlerin bazısında gümüşün veya altının nispeti karşılığında değiştirilmesinin şart koşulabileceği anlaşılabilir. Ancak bu tür rivayetleri düşündüğümüzde, kakmaların oranından fazla olmayacak şekilde nakit para ödemenin şart koşulamayacağı anlaşılır...

Kabzın akdin meclisinde şart koşulacağına dair bir anlam çıkartılamaz. Bu konuda geniş açıklamalar ait oldukları yer ide yapılmıştır.

[50]Mütercimin Notu: Muhterem müellif karşılıklı Kabzın meşhut fakîhler tarafından şart kabul edildiğini bildiriyor ki, durum bundan ibarettir (Ayrıca bak. A. Rahman el-Cezîrî. Kitâbu'lFıkh Ala'l Mezâhibi'l-Arbaah, II. 270-1). Ancak notta: «altının altınla satılması halinde karşılıklı kabzın gerektiğini bildiren» ifadelerin hadîslerde ve rivayetlerde yer almadığı bildiriliyor ki; durum Ehl-i sünnet kaynaklarında aksidir:

Müslim'deki şu hadîsin mealini kayıt edelim: «Altını altınla, gümüşü gümüşle, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla, hurmayı hurmayla, tuzu tuzla sattığınızda, birebirlerinin aynı olsunlar, eşit olsunlar ve elde ele (yani karşılıklı kabz) olsun. Bu sınıflar değiş liginde, karşılıklı kabz olduğu taktirde, istediğiniz gibi salınız.» (Mişkatu'l Mesâbîh, 2808 no'lu Hadîs) Aynı konuda; Age, 2809. 1810, 1811, 1812 no' lu v.s. hadîslere bakılabilir.



EKLER(Hukuki Gerekçeler)

EK:(1)

Bu ekte, faydanın (faizin) helâl bir kazanca dönüştürülmesini hedef alan çeşitli fıkhı dayanaklar geniş bir şekilde —bu dayanakların tartışılması yapılarak— verilmeye çalışılmıştır.

Faizsiz bankanın, borçlar üzerinden alınan faizli faydalar karşısındaki siyasetini ortaya koyarken, onun İslâm'da haram kılınan faiz düşüncesinden yapısıyla ve ruhuyla uzak kalması için bir mülâhazada bulunduk.

Eğer biz, bu mülâhazayı göz önünde bulundurmasak bile, diğer tarafta çeşitli fıkhı dayanaklar vardır ki, faydanın meşru bir hale dönüştürülmesi imkânını vermektedir. Bu araştırmanın fıkhı unsurlarının tamamlanabilmesi için, bu dayanaklar beyanında söylenebilecek veya söylenmiş olan görüşleri tartışmalarıyla birlikte hatırlatacağız:

(1)

Borçta iki unsur vardır. Biri: Alacaklıdan borçluya ödüne verilen mal. Diğeri: Alacaklıdan doğan bir iş olarak borç verme işinin kendisi. Faiz ise: Borç alınan mal karşılığında ona konan bir fazlalıktır.

Borç alınan mal karşılığında konan bir fazlalık olduğu takdirde fayda, haram kılınmış olan bir faiz olur. Fakat fayda, bizzat borç verme işi karşılığında borç verenin ortaya koyduğu bir fiil olması hesabiyle ona karşılık verilen bir ücret kabul edilirse; bu takdirde faiz olmaktan çıkar.

Bir borç almak isteyen bir kişi, borç için belirli bir ücret ortaya koyarak der ki: Bana bir dinar borç verene, ücret olarak ona bir dirhem vereceğim. Bu ücret, elinde bir dinar bulunanı teşvik eder, onun yanına gider ve ona o dinarı borç verir. Bunun karşılığında da borç alanın ona bir dirhem vermesi gerekir.

Borç verenin bir dinara hak kazanması ise bu borç işlemini faizli bir ilişki haline sokmaz. Çünkü borç akdi gereğince ona hak kazanılmıyor. Ona. Ücret vadi gereğince hak kazanılıyor. Bu nedenle, eğer ücretin herhangi bir şekilde batıl olduğu farz edilse, bu durumda borç verenin —borç akdi sabit kalsa da— dirheme hak kazanmasından söz edilemez. Oysa dirheme ücret vadi dolayısıyla hak kazanmış bulunuyor, borç akdinden dolayı değil.

Ücret olarak ortaya konan dirhem, bir iş olarak görülen «borç verme» karşılığında verilmektedir, mal olarak borç alınan meblâğ karşılığında verilmemektedir. Bu ise kendisine evini satana belirli bir ücret koyanın durumunu andırmaktadır. Birisi: «Bana evini satana bir dirhem vereceğim.» dese, evini ona satan ondan bir dirhem almaya hak kazanır.

Fakat buna satış akdi gereğince değil, ücret vadi gereğince sahip olmaktadır. Bu dirhem bizzat satış akdi ve bedel karşılığında evin temliki işleri karşılığında verilmektedir, satılan ev karşılığında değil. Bu nedenle alış - verişteki iki ayrı bedel ile ilgili hükümler, ücret olarak konan dirhem için söz konusu olamaz. Bununla ilgili olarak iki bakımdan söz edilecektir.

Birincisi: Burada bir dirhemin ücret olarak konması, bizzat borç işlemi karşılığındadır, borç alınan mal karşılığında değil. Fakat burada şunun söylenmesi mümkündür: Akıl bu dirhemin borç alınan mal karşılığında verildiğini kabul etmektedir, bizzat borç verme işlemi karşılığında değil. Dirhemi borcu verme işlemi karşılığında bir ücret olarak görmek, yalnızca bir sözden ibarettir.

Buna göre burada bir ücretin varlığını düşünemeyiz. Çünkü ücret bir iş için verilir, mal için değil. Artık bundan sonra dirhemin mal karşılığında verildiğini akıl kabul ettiğine göre, burada bir mükâfatın varlığından söz edilemez. Aksine dirhem faiz olur, çünkü alınan mal üzerine verilmiş bir fazlalık durumundadır.

İkincisi: Biz borç verenle alanın bundan kurtulup, borç alan da verdiği fazla dirhemi —gerçekten de— borç işlemi karşılığında verecek olursa, böyle bir ücret sahih olur mu olmaz mı?

Bunun cevabını bilmek için, ücretin gerçeğinin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Bununla ilgili olarak şu ileri sürülebilir: Ücrette hak kazanılan belirli bir miktar, gerçekte başkasının bir işi yapmasının emir edilip, emir edilenin de o işi yapmasının karşılığı olmaktan başka bir şey değildir ve bu miktar bağış olarak verilmemektedir.

Sen terziye bir elbise dikmesini ondan istesen, o da bu isteğini yerine getirse, onun yaptığı işin değerini ödemen gerekir ve ecri misil kadar senin zimmetinden alacaklı olur. Bu yapılan işin tazminatını ödemek türlerinden bir tanesidir. Malların tazminatım ödemek gibidir.

Bu durumda terzinin ücretini ta başından belirli ecri misli, belirli bir miktara dönüştürmek imkânın da vardır. Dersin ki: Bana elbise dikene bir dirhem Vereceğim veya bana elbise dikersen sana bir dirhem vereceğim. Bu durumda ödeme belirlenen ücret kadar yapılır, buna da «ücret» adı verilir. Buna göre ücret, aklen iki kısımdan meydana gelmiştir.

Birisi, bir işin yapılması (meselâ, dikim) için özel veya umumî bir istek; ikincisi, bunun karşılığında belirli bir miktar tayin etmek. Ücretin birinci kısmı, ödemenin sebebidir. Buradaki ödeme de, borçlu kalman miktarın ödenmesi şeklindedir, karşılığı bulunan bir ödeme değildir.

İkinci kısmı ise yapılacak işin değerini, ödenecek miktar dâhilinde sınırlandırmaktadır. Öyle ki ecri misil, ödenmesi gereken miktar için asıldır. Tabiî bu, başka bir ücret üzerinde anlaşılmadığı sürece böyledir.

Durum bu olunca, buna bağlı olarak, ücret ancak kendi yapısı gereği ecri misile hak kazandıran ve dikmek, traş etmek gibi istekle yerine getirilen işler için düşünülebilir. Kendi yapısı gereği bir ödeme gerektirmeyen ve kendisi için bu işin yapıldığı kimseyi borçlu kıldığını gösteren delilleri kapsamayan durumlara gelince, onun için ücret sahih olmaz.

Çünkü ücret olarak belirlenen miktarın kendisi ödemenin aslını gerektiren değildir, o yalnızca miktarı belirleyebilmektedir. Buna göre, bir iş olarak kabul edilen borç verme işlemi için ücret sahih olamaz. Çünkü borç vermenin maliyeti, borç almanın maliyeti kadardır.

Borç işlemi ise —yapısı gereği— ayrıca fazla bir maliyeti gerektirmiyor. Borç alman malın maliyeti borç- olduğu için ödenmesi kabul edilmekle beraber, bizzat borç verme işlemi için ayrı bir maliyet (ücret) ödemek, aklen düşünülemez.

Açık bir ifade ile: Bize göre aklen, yalnızca bir maliyet söz konusudur. O da borç alınan malın maliyetidir. Bu malın nazarı itibara alınması halinde, bizzat borç verme işlemi de buna bağlı olmaktadır. Bu durumda burada yalnızca bir şeyin ödenmesi sözkonusudur. Burada aklen biri yapılan iş için, diğeri borç alınan miktar ipin iki ayrı ödeme bir arada düşünülemez.


Borç alman mal, borç akdi gereğince ödenmesi teminat altındadır. Borç akdi gereğince ortaya çıkan bu «teminat», borcun ödemesi için gerekli teminat türündendir, karşılığı = misli bulunan bir ödeme değildir. Bizzat borç verme işlemiyle birlikte ödemeyi gerektiren ayrı bir şey de yoktur.

Buna göre, borç verme karşılığında ücret vermek, sahih olmaz. Çünkü ücret, her zaman, kendisi için ücret belirlenen İş için ödemenin yapılmasını gerektiren delillerin kapsamı içerisine girmektedir,

(2)

Borç karşılığında alınan fayda, özelliği gereği borcun faizli olması sonucuna götürür. Faizli olan bir borç ise haramdır. Biz bu işlemi borçtan başka bir isleme dönüştürecek olursak, bu sefer fayda borç için alınan bir faiz olmaktan çıkar. Dolayısıyla caiz otur. Bu işlemi borçtan başka bir şeye dönüştürebilmek ise aşağıdaki iki hali birbirinden ayırt edebilmemize bağlıdır.

Birincisi, Zeydin Halide 100 TL borçlu olduğunu ve vadesin de bu borcunu ödemesinin istendiğini farz edelim. Bu durumda, Zeyd, bankaya gider, oradan 100 TL borç alır ve Halid'e olan borcunu öder.

İkincisi, bu varsayımda Zeyd, bankaya başvurmakta ve Halid'e zimmetindeki borcun ödenmesi için ona 100 TL. nın verilmesini emr etmektedir.

Her iki durumda da sonuç birdir. Zeyd, Halid'e olan borcundan kurtulacak ve bu sefer de bankaya 100 TL borçlu olacaktır. Fakat fıkhı bakımdan bu iki hal arasındaki fark şudur: Birinci durumda Zeyd, değeri kadar bankaya borçlu olmak üzere belirli parayı bankadan temellük etmektedir. İşte, borcun anlamı da budur: Borç aynen ödenmek şartıyla temliktir.

İkinci halde ise, Zeyd, herhangi bir şeyi temellük etmemekte, ancak bankanın Halid'in alacağını ödemesinden itibaren bankaya 100 TL borçlu olmaktadır. Onun bu şekilde bankaya borçlu olması; bankanın kendi özel malından Zeyd'in borcunu ödemesi, bu malı yitirmesi sonucunu doğurmuş olması dolayısıyladır.

Bu yitirme, Zeyd'in emriyle olduğuna göre, Zeyd, telef edilen malın değerini ödeyecektir. Bankanın, Zeyd'den alacağı olana ödediği 100 TL, Zeyd'in mülkiyetine girmemiştir. Bu miktar bankanın mülkiyetinden, direkt olarak Zeyd'den alacağı olan (Halid)in mülkiyetine geçmiştir.

Çünkü bir kişinin başkasına olan borcunun ödenmesi için emir vermek makul bir şeydir. Nitekim bunu ilgili yerde belirtmiştik. Bu ise ikinci halde borç verme işleminin gerçekleşmediği anlamındadır. Bu durumda gerçekleşen, ödenmesi şartıyla belirli bir malın telef edilmesi için emir vermektir.

Eğer Zeyd'in borcunu ödemesi için bankaya emir vermesi halinde, banka ona bir fazlalık ödemesini şart koşarsa, Zeyd de şartı kabul ederse, bu fazlalık, faiz karşılığında bir borç işleminin ortaya çıkmasını gerektirmiyor. Çünkü bu ödeme, borcun ödenmesi değildir. Bu ödeme ve fazlalık, belirli bir malın telef edilmesi için emredilmesi dolayısıyladır.

Diğer bir ifade ile: Haram kılınmış olan faiz, borç, satış akdi, sulh ve bu gibi muamelelerde sözkonusu olur. Belirli bir malın telef edilmesine dair emir verilmesi dolayısıyla ödeme gereğinin doğmasına gelince, bunda temlik sözkonusu değildir. Dolayısıyla onda haram kılınan faiz sözkonusu olamaz. Buna göre bu halde Zeyd'in bankaya bir fayda vermesi, borç için haram kılınan faiz türünden değildir.

Bunu iki bakımdan tartışmak mümkündür.

Birincisi: Alacaklının kendisine borçlu olanı, borçlanma yoluyla hâsıl olan alacağına bir fazlalık vermek zorunda bırakmasının haram olduğunu ifade eden delil; alacağın borçlanma nedeniyle değil de, itlaf için emir verilmesi halinde sözkonusu olduğu takdirde de fazlalığın haram olduğuna delâlet etmektedir.

Çünkü bu iki hal arasında ayırım gözetmek, borçlu borç işleminde herhangi bir şeyi temellük edecek olursa onu borçtan fazlasını ödemek zorunda bırakmanın caiz olmadığı; ancak hiç bir şeyi temellük etmeksizin borçlu düşerse bu durumda ondan bir fazlalık almanın caiz olduğu anlamına gelir. Bir şeyi temellük etmekle ondan fazlalık almak haram olursa, aynı şekilde ikinci halde de fazlalık almak haram olmalıdır.

İkincisi: Eğer biz, bu borç akdinde sözkonusu olan bir fazlalık değildir, gerekçesiyle, ikinci halde alman fazlalığın haram olmayacağını kabul edersek; borçluyu bir fazlalık ödemek zorunda bırakan işleme ait bir nedenin bulunması kaçınılmazdır. Varsayım ise, borç akdinin var olmadığı şeklinde olmalıdır ki; bu akdin içerisinde borçlu olana, fazla bir miktar ödemesi şart koşulabilsin.

Bu sebebin Zeydin belirleyeceği bir ücretle ortaya konulması istenebilir. Bu durumda Zeyd, bankaya der ki: Eğer 100 TL. lık borcumu ödeyecek olursan sana 10 TL. vereceğim. Bu durumda banka borcunun karşılığında 100 TL ve yaptığı işin —ki o da borcunu ödemektir— karşılığında da 10 TL. na hak kazanır. Bu ücret ise, daha önce gördüğümüz ücretten ayrıdır.

Çünkü daha önceki ücret, borç verme işlemi, yani ödenmek üzere temlik esası karşılığında alınmakta idi. Bu ise temlik karşılığında alınan ücret değildir. Çünkü -daha önce de geçtiği gibi- şu anda görmekte olduğumuz ikinci halde banka, Zeyd'e herhangi bir şeyi mülk olarak vermemektedir.

Buradaki ücret, yalnızca bankanın, Zeydin borcunu ödemesi karşılığındadır. Çünkü bu ödeme saygıya değer bir iştir. Onun için bir ücret belirlemek mümkündür.

Fakat buna rağmen, daha önceki açıklamalarda sözkonusu edilen ücrete yapılan itiraz buradakine de yapılabilir. Çünkü bankanın Zeyd'in borcunu ödemesi işleminin, Halid'e, Zeyd'in borcunu ödemek adı altında yapılan tediyenin ötesinde bir maliyeti yoktur. Varsayım, bankanın ödediği bu miktarı, Zeyd'in ona ödeyeceği, fakat bizzat ödeme işlemi için ayrıca bir tediye yapmayacağı şeklindedir. Eğer bu tediye söz konusu değilse ücret de gerçekleşemez.

Evet, eğer bankanın Zeyd'in borcunu ödemesinin, ödenen miktardan fazla mali bir kıymeti varsa, burada fazlalığın ödenmesi gerekir. Dolayısıyla da burada ücret sahih olur. Meselâ bankanın Zeyd'in Halide olan borcunu ödemesi, ödeme işleminden ayrı olarak ek bir takım çalışmaları gerektirmesi buna örnek olabilir.

Bu ek çalışmalar da, meselâ, Zeyd'den alacaklı olanın başka bir memlekette olması gibi durumlarda sözkonusudur. Zeyd bankaya bu meblâğı o memlekete yollayıp kendisinden alacaklı olana verilmesini emir eder. Bankanın bu işlemi yerine getirmesinin, ödenen miktara ek olarak mali bir yükü vardır. Bu ek kıymeti ise Zeyd’in ödemesi gerekir.

Çünkü borcunu ödemesi ve bu borcu kendisinden alacaklı olana havale etmesi emrini o vermiş bulunuyor. Bu gibi durumlarda Zeyd’in belirli bir ücret ödemesi mümkün olur. Bunun üzerine havale ve ödeme işleri karşılığında Zeyd, bankaya belirli bir ücret öder.

— 3 —

Bazı borçlanmalara has bir durum daha vardır. Memleket sınırları dışındaki alacaklıya ödenen borç, bu kabildendir. Meselâ, bir kişi Bağdat’taki bankaya gider, Hindistan'daki temsilcisine hitaben, kendisine belirli bir miktar borç verilmesi için bir mektup yazmalarını ister. Banka da ona böyle bir mektup verir.

Bundan sonra o kişi, bu mektubu, bankanın Hindistan'daki temsilcisine verir ve bu mektup gereğince de belirli miktarı borç alır. Bu örnekteki borçlanma akdi, Hindistan'da gerçekleşmiş bulunmaktadır. Borçlanma akdi gereğince borç alanı, ödemeyi borcu kabz ettiği yerde yapmaya mecbur tutması, borç verenin hakkıdır.

Çünkü ödemenin yapılacağı yer sınırlandırılmamış ise, asıl olan ödemenin borç alınan yerde yapılmasıdır. Buna göre Hindistan'daki temsilcisi aracılığıyla verdiği borcun aynı yerde ödenmesini borçlusundan isteyebilir. Oysa borçlu bunun için hazırlıklı değildir. Çünkü o, borcunu Hindistan'dan döndükten sonra Irak'ta ödemek istiyor, Hindistan'da değil.

Bu durumda banka, borç verdiği mal karşılığında değil de, belirli yerin dışında ödemenin yapılmasını kabul etmesi karşılığında bir fayda isteyebilir; bu ise faiz değildir. Çünkü banka, verdiği borcun aynı yerde, aynı miktarda ödenmesini kabul etmeye hazırdır. O, fazlalığı ödemenin başka yerde yapılmasını kabul ettiği için istemektedir.

Bu durumda borç alan iki şıktan birini tercih etmekle karşı karşıyadır: Ya aynı miktarı borçlanma akdinin gerçekleştiği yerde ödeyecektir, ya da alacaklının borç akdinin yapıldığı yerde ödemenin yapılmasını istemek hakkından feragat etmesi karşılığında ona bir fazlalık vermeyi kabul edecektir... Borç alan ise, -büyük bir ihtimalle- ikinci şıkkı tercih edecektir.

Gerçekte -ileride geniş bir şekilde ele alınacağı gibi- bankanın havale için ücret almasını caiz kabul ettiğimiz şekil budur. Fakat faizsiz bankanın bu şekli kullanması, ödemenin borç alınan yerde yapılması şartının yerine getirilmemesi karşılığında fayda miktarının tümünü istemesi, borç muamelesi faizli bir ilişkiye dönüşmeden mümkün olamamaktadır.

Çünkü banka ya borç alınan miktarın, alındığı yerde fazlasız olarak ödenmesini kabul edecektir; ya da aynı yerde ödense bile borç alınan miktarın fazlasız ödenmesini kabul etmeyecektir. Eğer banka borcun -aynı yerde ödenmesi halinde bile- fazlasız ödenmesini kabul etmiyorsa, bu durumda borç faizli olur.

Banka eğer fazlasız ödemenin yapılmasını kabul ediyorsa; borçlunun borcunu ödeme zamanı kendisi Irakta iken gelir ve borç miktarı-da kendisinde varsa, diğer faizli bankalarla gerekli ilişkiyi kurar ve borç değerinin borç alınan yere -ki örnekte Hindistan'dır- havale edilmesini ister. Bu takdirde faizli bankalar havale için ancak çok düşük bir ücret isterler. Çünkü o, borcun değeri olan miktarı bankalara nakden ödeyecektir.

— 4 —

Bazı fıkhı görüşlerde borcun satış akdine dönüştürülmesi İmkânı yaygındır. Bu durumda borç, faizli olmaktan çıkar. Ancak bu, nakit paraların altın veya gümüş karşılığı olmadığı ve onların ölçülebilir ve tartılabilir türden olmadığı durumlarda sözkonusudur...

Buna göre banka sekiz dinarı, on dinar almak üzere borç vermesi ve bunun faiz olması yerine; banka sekiz dinarı, mesela iki ay sonra ödenecek on dinar karşılığında satabilir.

Burada değer satın alınana aynı cinsten olmalarına rağmen, fazla gelmekle birlikte, satış akdinde haram kabul edilen faiz gerçekleşmemektedir. Çünkü alınan ve satılan iki cins de ölçülebilir veya tartılabilir değildir. Dinar da, ölçülebilir veya tartılabilir değildir. Bu yolla banka, satış akdi yoluyla, faizli borcun sonucuna varmaktadır.

Bunun haram kılınmış olan faizin sağladığı kârların tümünü sağlayamadığı ileri sürülebilir. Çünkü meselâ, iki ay sonra ödenmek üzere sekiz dinar ödünç almış olan kişi, eğer bunu faizli bir borç esası üzerine almış olsaydı, ona kredi vereni banka bu esastan hareketle, iki ay sonra borcunu ödemeyecek, olursa onu yeni bir fayda ödemek zorunda bırakabilirdi.

Yok, eğer bu kişi sekiz dinarı satın almışsa, yani iki ay sonra ödenmek üzere sekiz dinarı on dinara satın almışsa; satın alan ödemeyi iki aydan sonra yapsa bile banka ondan on dinardan başka bir şey isteyemez. Eğer gecikme dolayısıyla ondan bir fayda isteyecek olursa, bu borcu geciktirmek nedeniyle alınan bir fayda olur. Bu takdirde ise faiz yine sözkonusu olur.

Fakat bundan da kurtulmak mümkündür. Şöyle ki sekiz dinarı ona satan, müşteriye satış akdinde, ödeme süresinin dolması ve borcun ödenmemesi halinde, gecikilen her ay için -meselâ- bir dirhem ödemesini şart koşar ve bu da faiz olmaz... Çünkü bu durumda ona bir dirhem ödemesini şart koşması, satış akdi hükmünce olmaktadır, borç akdi hükmünce ve süre karşılığında değil.

Satıcının müşteriye bir sene boyunca kendisine her ay birer dirhem ödemeyi şart koşması ve müşterinin de bu şartı kabul etmesi halinde, müşteri bu ödemeyi yapmak zorunda olduğu gibi; ödemeyi geciktirdiği her bir ay için kendisine bir dirhem ödemeyi şart koşması da mümkündür...

Bu şart, faizde olduğu gibi, gecikme karşılığında öne sürülen bir şart değildir. Burada satıcı, ödemeyi geciktirmesi halinde her ay bir dirhem ödemesini alıcıya şart koşmaktadır. Bu şart, satış akdinde öne sürüldüğüne göre, yerine getirilmesi gereklidir.

Sonuç şu ki; borç akdinde borç verilen miktardan fazla bir-şeyin ödenmesini şart koşmak caiz değildir. Çünkü bu şart, borcu faizli yapar. Nitekim geçen süre karşılığında da bir fazlalığın şart koşulması da caiz değildir.

İsterse bu şart satış akdi dâhilinde koşulmuş olsun. Çünkü bu, faize götüren şartlardan olacaktır. Burada ise sözkonusu edilen şart, borç akdinde sözkonusu değildir ki böylelikle faizli bir borç husule gelsin; zaman aşımı karşılığında bir şeyin ödenmesinin şart koşulması, diye bir şey de yoktur ki,

böylelikle haram olan faizli şartlardan olduğundan söz edilebilsin. O halde bu şartın uygulanmasını engelleyen bir durum yoktur. Bu şekilde kredi veren banka, tüm faizli kazançlar değerinde bir kâr sağlayabilir.

Tahkik: Sekiz dinarı veresiye on dinar karşılığında satmak es-Seyyid el-Üstâz'a -Allah onu eksik etmesin- göre caiz değildir. Çünkü bu gerçekte de, örfe göre de borçtur, ona satış kılığı geçirilmiştir. Bu nedenle böyle bir şey haram kılınmış olan faizli borç olur.

Fakat bu, örnek olarak verdiğimiz işleme «satış» denemeyeceği anlamında değildir. Satış akdinde değer ile karşılığı arasında aykırılığın olması gerekir. Burada ise aykırılık yoktur. Çünkü burada değer ile karşılığı arasında, birisinin fazlalığı ile birlikte uygunluk vardır. Fakat burada örnek olarak verdiğimiz misalde değerin ayrı haricî, karşılığının ise veresiye olması, gerekli aykırılık için yeterlidir.

Yalnızca değerin, karşılığının cinsinden olması, bu işleme «satış» diyebilmemizi gerektiren miktar ayrılığına aykırılık teşkil etmez. Aksi takdirde değerlerin kendi cinsleri karşılığında bir fazlalıkla birlikte veresiye satılamayacağı görüşünden hareket etmemiz gerekecekti.

Bir atı, veresiye iki ata satmak gibi. Bununla birlikte bazı rivayetlerde böyle bir satışın caiz olduğu bildirilmiştir... Bundan açıkça anlaşılıyor ki satış akdi için bu kadarlık bir ayrılığın varlığı yeterlidir. .Buna göre cinsler arasında bir ayrılık bulunup bulunmadığı konusunda anlaşılmayan bir şey yoktur.

Ancak burada önemli olan, «satış» adı altında yapılsa da bu işleme, «borç» denilip denilemeyeceğidir. Bu ise örfe başvurmakla anlaşılır. Ya bu ilişkiyi kuranların ciddi maksatlarının ne olduğunu anlamalıyız. Bu durumda, karine ile bu işlemi yapanların gerçek maksatlarının borç olduğu ileri sürülür. Onların bunu «satış» adı altında gerçekleştirmeleri ise yalnızca isim değiştirmekten ibarettir, denir. Ya da örfe göre, borç işleminin alanları genişletilerek, gerçekten «satış»ta bulunmak maksadı olsa bile o da borç işleminin sınırları içerisine alınır.

Birinci durumda bu ilişkide bulunanların ciddî maksatlarının teşhisi ile ilgili olarak; bunu ret etmek için şunlar söylenebilir: Gerçek maksatlarının ortaya çıkarılması halinde; alanın da, satanın da bu işlemden gerçek maksatlarının borç olduğu anlaşılsa bile, bu işlemi bir «satış» akdi olmaktan çıkarmaz. Çünkü işlemde bulunanların gerçek maksatları, çeşitli muamelelerde herhangi bir değer taşımaz.

Muamelede bulunurken kast edilen cidden yeni bir (satış) ilişkisi kurmak ise; açıktır ki, ciddi maksat kolaylıkla belli olur. Çünkü bu maksat, itibar edilen esaslara bağlıdır. Ve ilişkide bulunanların maksatları sözkonusu iken, haricî bir nazar-ı itibarı ele almak doğru olmaz. Çünkü ücret makamında olacak şekilde bir ivaz karşılığında (karşılıklı) bir temlik muamelesi ortaya koymak, satıcı ile alıcının imkânları içerisindedir.

Bunu da ödeme garantisi olan borç işlemi yerinde yapabilirler. Bir ivaz karşılığında temlik makamında bulunan sekiz dinarı veresiye satmak ve bunun ödenmesinin şart koşulmasının bu nedenle «borç» olduğu iddiası şu şekilde ret edilebilir. İvaz karşılığındaki temlik, ivazî bir garantiyi (teminat) de kapsamaktadır. Bu nedenle bizzat bu akid de temlik ve temellük (karşılıklı mülk edinme) hâsıl olmaktadır. Garantili bir temlik, ivazî teminatı kapsamamaktadır.

Bu işlem sadece borçluluğun garantisini kapsamaktadır ki, yeri burası değildir. Bu nedenle bu işlemin borç olabilmesi, kabz (teslim alma)'m varlığına bağlıdır. Borç akdi ise karşılıklı ivazı kapsamamaktadır... Böylelikle ivaz karşılığı temlik ile teminat şeklindeki temlikin itibarî bakımdan farklı oldukları açıklık kazanmış oluyor. Her ne kadar sekiz dinarın veresiye, kendi misilleriyle değiştirilmeleri konusunda sonuçta birleşseler de, durum budur.

Bu nedenle, örfî telâkkiyi ele alıp, onu hakem kabul etmek daha iyidir. Buna göre denilebilir ki: Borç aklen, bir malın, benzeri olan bir malla veresiye olarak değiştirilmesi olduğuna göre, -onu değerli olan şeyleri de kapsayacak şekilde genelleştirmek ise, aslında bir nevi dikkatliliktir- bu değiştirmeyi ortaya çıkartan işleme «borç» demek doğru olur.

İsterse ilişki, ivaz karşılığında temlik şeklinde görünsün, fark etmez... Örf, borç kelimesinde ancak bu tür bir değişmeyi anlatır. Bu nedenle sekiz dinarı, benzeri olan dinarlarla satmak örfen borç olmaktadır. Dolayısıyla buna da borç ahkâmı uygulanır. Ödenen miktar ile alınan miktar arasında fazlalık bulunmaması da bu hükümlerden birisidir.

—5 —

Borç işlemini satışa dönüştürme fikrinden hareketle denilebilir ki: Geçen örnekte sözü edilen sekiz dinar, iki dinar fazlasıyla yani on dinara satılamaz. Bu örfen borç kabul edilir. Çünkü bir şey kendi cinsinden veresiye olmak üzere değiştirilmektedir... Fakat sekiz dinar başka bir parayla satılabilir ve karşılığı olan yabancı paranın değeri onunkinden fazla olabilir. Ki bu fazlalık da, on dinarın sekiz dinara olan fazlalığı kadar olabilir.

Meselâ, sekiz dinar, veresiye iki yüz tümen karşılığında satılır. Bu tür nakit paralara İslâm Hukukundaki «sarf» hükümleri uygulanmadığına göre de her iki tarafın da satıp aldığı şeyi teslim alması gerekmemektedir. Aksine alınan şeyin karşılığı olan değerin meselâ, iki ay sonra teslim edilmesi mümkün olur.

İki ayın sonunda satıcının alıcıdan 200 tümen veya buna eşit miktardaki Irak dinarını istemesi mümkün olur. Ki bu tür isteme ve Ödeme de, (veresiye satılan şeyin) borcunun başka bir cinsten ödenmesi şeklindedir. Böylelikle faiz karşılığında borç vermek isteyenin elde etmek istediği sonuca da ulaşılmış olur.

Her ne kadar sekiz dinarın on dinar karşılığında satılmasının borç Olduğu ileri sürülebilirse de, aynı şey sekiz dinarın 200 tümene satılması hakkında söylenemez. Çünkü arada benzerlik yoktur. Dolayısıyla bu işlemin tek bir özelliği bulunur. O da satıştır.

Fakat bu da, aynı şekilde örfen bu işlemin bir borç işlemi olduğunu ileri sürmememiz halinde gerçekleşir. Böyle bir iddia ileri sürüldüğü takdirde, daha önceki telâkkiye yeni birisini eklemiş olacağız. Daha önceki telâkkinin özü de şuydu: Bir şeyin veresiye olarak bir şeyle değiştirilmesi sonucunu doğuran her işlem örfen borç işlemi olarak kabul edilir. Eklenmesi kaçınılmaz olan yeni telâkki ise, nakitlerin özelliklerini göz önünde bulundurmaksızın maliyetini ele almaktır.

Bu telâkkinin anlamı o zaman şu olur: Sekiz dinarı şu kadar tümene satmak, örfen bir maliyeti başka bir maliyete değiştirmektir. Bu takdirde de daha önceki telâkkide ele almış olduğumuz «borç» adının bunu da kapsadığı görülür. Çünkü bir şeyin veresiye olarak misliyle değiştirilmesi durumunu bu işlemde de görebilmekteyiz.

Örfî telâkki, satılan şey ve değeri olarak karşımıza çıkan dinar ve tümenlerde yalnız maliyetleri göz önünde bulundurulacak olursa satılan şey ile onun karşılığı olan değer arasında hiçbir farkı kalmamış olur. Bir şeyi, kendi misliyle veresiye değiştirmenin anlamı da zaten budur. Bu da yine bazı satışları da kapsayan en geniş anlamıyla «borç işlemi» demektir.

Kendisine değinilen esaslar gerçekleştiğinde bile bu örnek de istenen sonucu vermemektedir. Aksi takdirde sekiz dinarı iki yüz tümenle değişmek için ortaya konan yeni bir irade bulunduğunda bunun tashihi mümkün olurdu: Tümenler de sözde bir değer olarak kalmaz veya asıl amaç olan oh dinarı ele geçirmek arzusunu örten, ciddî olmayan bir telâkki ile ele alınmaktan ileriye gitmeme durumundan çıkarlardı.

—6 —

Mallarından başkalarına borç vermek konusunda banka kendisini mudilerin vekili olarak görebilir. Banka, kendisindeki mevduattan borç verince; bu mevduatın ilk sahiplerinin mülkiyet haklarını muhafaza eder ve onlardan -bu konuda mevduat sahiplerince yetkili kılınması hesabiyle- borç verir. Böylelikle gerçek borç veren ve alacaklı mudi olmuş olur, banka değil.

Banka bu konuda yalnızca alacaklının vekili olur ve uygun göreceği şekilde malını borç olarak vermek konusunda ona yetki verilmiş olur. Bu durumda banka, borç alana borç akdi sırasında, borç alman miktardan fazlasını borç ödendiği sırada vermeyi şart koşabilir. Bu fazlalık ise alacaklı olan mudiye değil, bankanın kendisine ödenecektir. Bu ise faiz değildir.

Çünkü faiz (ribâ), borç veren mal sahibinin borç alanın kendisine ödemeyi şart koştuğu fazlalığın adıdır. Bu varsayımdaki ise borç verenin, borç miktarı üzerine alınan fazlalıkta herhangi bir hakkı yoktur.

Burada borç alana fazlalığın, alacaklıdan başka bir kişiye ödenmesi şart koşulmaktadır. Böyle bir şey, Zeyd'in Halid'e bir dinar borç verip, borcunu ödeyeceği sırada fakire de bir dirhem vermesini şart koşmasına benzer.

Böyle bir şey, faizli borcu haram kılan delillerden, borç verenin ancak kendisine fayda sağlamasını şart koşmayı anladığımız takdirde caiz olabilir. Bazı rivayetlerdeki: «Borçta yalnız borcun değeri şart koşulur» ve benzeri rivayetleri anlarsak; yani ancak borç alınan miktarın misli geri verilecektir şartı dışındaki hiçbir şartın caiz olamayacağım kabul edersek o zaman borç akdinde, borç miktarına malik olandan başkasına bir fayda vermek şartının geçerlilik kazanmayacağı ortaya çıkar.

— 7 —

Bu şekil, borç alandan, borç için sigorta ücretlerinin alınmasının tashih edilmesini hedef almaktadır; mutlak olarak fayda almayı değil. Şu anlamda ki, bütün bankalar bir takım borçlarının ödenmeyecekleri idraki içinde bulunurlar. Bunlar ise «ölü borçlar» diye adlandırılmaktadır.

Bu nedenle faizli bankalar, bu ölü borçlar karşılığında faydanın belirli bir miktarını tayin eder. Yani banka, karşılaştığı ölü borçların yükünü bütün kredi alanlara yüklemektedir. Bunun ise faiz olduğu malumdur. Bu nedenle faizsiz banka tezinde, bu bankanın bütün alacaklarını belirli sigorta şirketlerinde sigorta etmesi tezini ortaya koyduk.

Ki böylelikle verdiği bütün borçların geri gelmesini garantileyebilsin. Ancak sigorta şirketi ise, sigorta karşılığında bir ücret tahsil etmektedir. Peki, borç alana bu ücretin yükletilmesi caiz olur mu, olmaz mı?

Bu konudaki açıklamalar şöyledir: Eğer banka, borç alana, sigorta ücreti miktarına eşit olan bir meblağı kendisine temlik etmeyi şart koşar, fakat bankanın kendisi alacağını sigorta edip bu miktardan sigorta ücretini öderse bu hiç tartışmasız faizdir ve haramdır. Banka, kendi faydası için, borç alanın kendisinin borcu sigorta ettirmesini de isteyebilir.

Buna göre sigorta ücreti, bankanın mülkiyetine geçmemekte, aksine borç alandan direkt olarak sigortanın mülkiyetine geçmektedir. Eğer borç alanın bu ücreti, bankaya ödediği farz edilirse bile, sigorta şirketiyle varılan anlaşmada borç alanın vekili olarak ona ödenmiş olacaktır ve banka da borcun sigorta ücretini şirkete borç alanın vekili olarak ödeyecektir.

Bu esasa göre banka, kendisi için harç verdiği miktarda fazla bir miktarın ödenmesini borç alana şart koşmamış oluyor. Bankanın borç alana koştuğu şart, borcun sigorta şirketinde sigorta edilmesinden ibarettir... Yalnızca böyle bir şartın koşulması, borcun faizli bir borç olması sonucunu doğurur mu, doğurmaz mı?

Bunun cevabına gelirice, borcun sigorta edilmesi bir taraftan, akid ve muamelenin garanti altına alınmasıdır deriz. Bu garantiyi, sigorta şirketi sağlamakta ve garanti gereğince de borçlunun borcunu ödeyeceğini taahhüt etmektedir... Diğer taraftan: Sigorta akdinin «ivazlı hibe»ye raci olduğunu söyleriz.

Şu anlamda ki: Sigorta yapan, sigorta şirketine belirli bir malı hibe etmektedir. (Bu mal, sigorta ücreti adı altında ödenen miktardır). Bu hibede de, sigorta şirketine belirli bir durumda belirli bir malı ödemeyi şart koşmaktadır...

Eğer borcun sigorta edilmesi, «işlemin teminat altına alınması» türündendir dersek, bankanın borç alana borcu sigorta etmesini şart koşmasının, anlamı su olur: Banka ona, kendisine kefil olacak belli birisini göstermedikçe borç vermiyor. Bu belli kişilik ise sigorta şirketidir.

Bu ise caiz bir durumdur ve borcu faizli bir borç haline dönüştürmez. Çünkü her borç verenin borç alandan, güveneceği bir kimseyi kefil olarak göstermesini istemesi ve borç alanın böyle bir kefil göstermemesi halinde onun borç vermekten kaçınması hakkıdır. Ve borç alanın böyle bir kefil göstermesi yalnızca, bir takım harcamaları gerektirmesi, bu borç işlemini faizli borca dönüştürmez.

Ancak bu harcamaların da borç verene, borcun ödeneceğinin teminat altına alınmasından başka bir fayda sağlaması sözkonusu olmadığı sürece böyledir.

Sigorta etmenin «ivazlı bir hibe» olduğunu söylersek —ki varsayım, borcu sigorta ettirenin borç alanın kendisi olduğu şeklindedir— bu durumda, bankanın borç alana şart koştuğu borcun sigorta edilmesi şartının neleri kapsadığını görmemiz kaçınılmaz olmaktadır. Eğer bu sigorta etme işleminin anlamı:

Borç alan sigorta şirketine bir mal hibe etmekte ve ona borcu, ödemediği takdirde, kendisinin bankaya borcu ödemesini şart koşması ise (ki bankanın yararına borcun sigorta edilmesinin anlamı budur), şu iddiada bulunulabilir: Bu anlamda bir sigorta yapma şartının koşulması, banka için faiz olur.

Çünkü bu sigorta yapma şartı bankaya bir fayda sağlayacaktır. Öyle ki banka eğer sigortadan bir şey alacak olursa, bunu borç karşılığı olarak değil, başlı başına bir hibe olarak alacaktır. Eğer borç alan, kendi yararına borcu sigorta etmekte ise, bunun anlamı da şu olur: Borç alan sigorta şirketine belirli bir mal hibe etmekte ve borcu ödememesi halinde belirli bir malı, bankaya değil de bizzat kendisine hibe etmesini şart koşmaktadır.

Bunun herhangi bir sakıncası yoktur. Bu anlamdaki bir sigorta yapmayı şart koşmak ise, borç veren banka açısından faiz almayı gerektirmemektedir. Böyle bir şartın bankaya sağlayacağı faydaya gelince: Verdiği borcun (alacağının) ödenmemesi halinde bu malı, borç alana vekâleten kabz etmekte, sonra da (bunu mukâssa (borcun takas edilmesi) yoluyla borcunun ödenmesi olarak saymaktadır. Böylelikle banka alacağını tahsil etmiş olur.



Bankanın İthalâtçı Tüccardan Alacakları:

Bankanın borçlarını ödemek için istekleri dolayısıyla kendileri için dışarıdaki ihracatçıların borçları karşılığında bir kredi açtığı ithalâtçı tüccardan alacakları; daha önce sözü geçen bir takım yararlan ile birlikte ele alınacak ve tartışılacaktır.

Bankanın ithalâtçılardan tahsil edeceği alacaklarının faydalarının ne olduğu ile ilgili geniş bir tartışma için Ek 11'e bakınız ki bu eki bu faydalan etüt etmeye ayırdık. Bu bakımdan bu ekteki konunun bir tamamlayıcısı olmaktadır.




EK:2

Tezde, mal sahibinin kâra ortaklığı ile birlikte mudaraba yapar çak olan amil’e sermayeyi (malı) da teminat altında bulundurmasını şart koşamayacağını söyledik. Bu ekte geniş bir şekilde fıkhı bakımdan mudaraba amil’ine veya diğer güvenilir kimselere böyle bir şartı koşmanın hükmünü ele alacağız. Böylelikle bu konudaki Şer’i hükümler açıkça idrak edilmiş olacaktır.

Bir yandan (sermayeden yapılan) zararın mudaraba amiline genel kaidelere göre yükletilmesi ve zararı ödemesinin şart koşulmasını etüt edeceğiz. Sunu bu şartın «emin» adı affında ele alınabilmesi esasına göre yapacağız ki emine ödeme şartını koşmanın hükmünü bilelim.

Diğer yandan zararın ödenmesini mudaraba amil’ine yükleyip bunu ona şart koşmayı, mudaraba ile ilgili gelen haberler ve bu şart karşısında mudarabanın sıhhat ve butlanı açısından ele alacağız. Bununla ilgili olarak söyleyeceğimiz sözler ise, iki hususla ilgilidir.

Birinci husus genel kaideler, genel anlamıyla emin = güvenilir kişiye zararı ödetmenin cevazım gerektirmekte midir, gerektirmemekte midir.

«Genel anlamıyla emin kavramıyla kendisine iğreti verilen müstecirleri bir mal taşımak için ücretle tutulanları, mudaraba amillerini ve diğerlerini kast ediyoruz, «özel anlamıyla emin» kavramıyla ise, mal sahibinin bir akitle emin tayin ettiği kişiyi anlatmak istiyoruz. Ve de (emanet)lerde olduğu gibi emanet alandan, vedia akdiyle malı sahibinin koruması istenmektedir. Bu anlamıyla emin ise, genel anlamı içerisindedir.

Genel anlamıyla mudaraba amiline ve diğer eminlere malın garantisinin şart koşulmasının cevazı ile ilgili olarak söylenebilecekler ikiye ayrılır: Çünkü bir taraftan malı telef edecek olursa, ettiği oranda ona ödettirmekten söz edeceğiz.

Yani telef ettiği mala benzeyen şey ona ödettirilecektir, çünkü borcun ödettirilmesi ile ilgili gelirlerde sabit olan şekil budur. Diğer taraftan yalnız maldan telef ettiği veya eksilttiği kadarının kıymetini ödettirmekten değil de, aynı şekilde malın piyasa değerinden de söz edeceğiz... Bu ise yaygın olan (görüşe) göre zimmetteki kıymetin ödetilmesinde ele alınmamıştır.

Zimmetteki malın ödetilmesi kapsamı içerisinde bulunan gasıbın elindeki malın kıymeti, piyasa fiyatlarının değişmesi sonucu düşecek olursa, gasıp malın kıymetini tedarik etmekle mükellef tutulmaz.

Oysa biz, burada, mudâraba malının değerinin düşmesi ve malın maliyetinin amile verilen sermayeden fiilen düşük olması hallerinde, amil’e eksilen miktarı tedarik etme şartının koşulup koşulamayacağı konusunu ele almak istiyoruz.

Böylece burada ödettirme veya garantinin iki yönü bulunduğunu ve bunları mudâraba amiline veya başka herhangi bir emine ödettirmenin ve onlara bu şartı koşmanın cevazı üzerinde konuşmamız gerektiğini öğreniyoruz. Bu yönlerden birisi: telef edilen miktarın kıymetiyle (eminin) zimmeti altına girmesi gerektiğidir. Diğeri ise, malın değerinin düşmesi halinde tedariki gereken kıymetin ödetilmesidir.

Birinci Anlamda Malın Ödettirilmesinin Şart Koşulması:

Telef edilen miktarın takdir edilen kıymeti kadar borçlanmayı gerektiren anlamıyla malın garanti edilmesine gelince; çeşitli konularda emine böyle bir garantiyi şart koşmanın caiz olduğunu, bir grup fukahâ müşkül {tartışılabilir) görmüşlerdir. Bu nedeni maruf (doğru olarak bilinen), müstecir için garanti şartının geçerli olmamasıdır.

Bu esastan hareketle bir grup fakih, garanti şartının yerine; isticar edilen aynın telef olması halinde, onun değerine eşit bir malı ödemesi şartını koşmuşlardır. Çünkü bu, işin şartlarındandır ve sahih olduğu açıktır.

Garanti şartının geçerli olmadığını açıklamak için ortaya konabilecek en önemli şekiller aşağıdakilerdir:

Birinci: Garanti şartı, sonuç ile ilgili olarak koşulan şartlar türündendir. Sonuç ile ilgili şart koşmak ise batıldır. Çünkü fiilin şartının kaynakları karinesinden hareketle, şart koşmanın anlamı: Şartı, kendi lehine şart koşulana temlik etmektir. Sonuçlar ise, bir malike dit olamazlar. O halde onlar şart koşulamazlar...

Diğer bir ifade ile: Fiilin şartının kaynakları ile ilgili şartı koşmakla, sonuçla ilgili şart koşmak birdir. Fiilin şartının kaynaklarında şartın anlamının, —meselâ elbise dikmek şartı gibi— kendi lehine şart koşulana -örfen— dikme işini temlik etmek olduğunu bilirsek, sonuç ile ilgili şart koşmanın —meselâ— mülkiyet ve tazmin gibi olduklarını anlarız.

Ki bunlar sonucun temlik edilmesi demektir. Sonucun temlik edilmesi mümkün olmayınca, onu şart olarak koşmak da makul olamaz.

Bu şekilde üzerinde durulması gereken birkaç yer vardır. En önemlileri: Fiilin şart koşulmasından, aklî olarak, lehine şart koşuları fiilin (işin) temliki anlaşıldığını kabul edersek; bunun anlamı: şart koşmakta, şartın temliki sözkonusu değildir ki; sonuç ile ilgili olduğu takdirde şartın temliki «akla uygun değildir» denilebilsin...

Bunu başka türlü ortaya koymak mümkündür. Ö da şudur: Şart koşmanın kaynağı, şart ile lehine şart koşulan arasında bir münasebet kurmak olmalıdır. Şöyle ki, şartın anlamı, şart koşulurken söylenen sözün anlamı ne ise o olmalıdır. Meselâ; «Senin üzerindeki şartın, elbisenin dikilmesidir veya kitabın mülkiyetidir» derken ne anlaşılıyorsa, şartın anlamı da o olmalıdır.

Bu sözde fiilin şartının kaynağı söylenirken «senin» kelimesinin delâlet ettiği nispet; şartın, kendi lehine şart koşulana temlik edilmesi şeklindedir. Çünkü «dikme» ile kendisi lehine şart koşulan arasındaki gerçek nispet, ortaya konulamaz. Ancak iş olarak meydana getirilebilir.

Yani dikmeyi meydana getiren çalışma ile ortaya konabilir.[1] Dikme ile kendi lehine şart koşulan arasındaki münasebet kurulurken bu münasebeti kurmak isteyenin amacına bağlı olarak karine He ortaya çıkan: Gerçekleştirilebilen bu münasebetin itibari varlığı şart koşulmaktadır, anlamına gelir. O da: Göz önünde bulundurulan mülkiyettir.

Bu mülkiyet ise söylenen sözden çıkmaktadır. Mülk edinilen şey ile malik olan arasındaki ilişkiyi de ortaya koymaktadır. Böylelikle şart koşmaktan, şartın mülkiyeti anlaşılmış oluyor.

Sonuç ile ilgili olarak koşulan şartta söylenen sözlerde şart ile kendi lehine şart koşulan arasındaki münasebetle, yani «senin» kelimesiyle ilgilidir. Üstelik şart ile kendi lehine şart koşulan arasındaki münasebette gerçek şahsın bu durumda iş ısmarlaması da kabildir. Çünkü şart, özünde bu anlamı taşımaktadır.

Her bir iş ısmarlamanın ise kendi mevzuuna nispet edilmesi, işin arzı ite kabildir. Çünkü bu mananın bunu sağlaması mümkündür. Bu durumda nispetin kurulmasından gaye, onun gerçek yapısını ortaya çıkarmaktır yani şartın gerçekleşmesini sağlamaktır.

Bu esasa göre; eğer geçen örnekle ilgili olarak: Fi'lin şartı ile sonucun şartı konularındaki sözlerin ilgili olduktan husus; kullanılma amaçlarına göre birbirlerinden ayrı değildir; filin şart koşulmasında sözü anlamı, şartın temliki anlamındadır; sonuçlar ise mülkiyet altına alınamaz, o halde sonuç ile ilgili şartlar makul değildir; denilirse, bu iddianın cevabı şu olur:

Fi'lin veya sonucun şart koşulmalarında aynı şekilde söylenen sözün ifade ettiği anlam ile kendimizi —itiraza mahal olan şeylerden— koruyoruz. Bizim istediğimiz şartın mülkiyeti değildir. Bilakis, şart ile lehine şart koşulana nispetle «senin» kelimesinin ifade ettiği anlam üzerinde durmaktayız...

Eğer geçen örnekle şart ile lehine şart koşulan arasındaki münasebette, gerçek amacın her zaman için bir olması kaçınılmaz olduğu ortaya konmak isteniyorsa; bu doğru olamaz. Çünkü fi'lin şartı ile ilgili olarak mevcut münasebetler, «bitişik karine» gibi bir durumda olurlar. Şu anlamda ki, şart ile kendi lehine şart koşulan arasında kurulan münasebetten gerçek amaç, ondan, istenen «itibari kişi» dir. Yani «senin» kelimesinden anlaşılan mülkiyettir.

Neticenin şartı ile ilgili durumlarda ise bu karineye benzer bir şey bulunmamaktadır. Ki münasebet nedeniyle bu, gerçek kişiye hamledilsin ve onun bizzat ısmarlaması münasebetin taraflarından birisini ortaya koysun. Bununla da netice ile ilgili şart koşmak ile ilgili tartışılabilir bir durum daha bertaraf edilmektedir.

O da: Şart koşmanın anlamı, eğer şartın temliki ise, eğer şart neticelerden birini teşkil ediyorsa, bizzat onu ortaya çıkartan söz nerede?... Cevabı: Şart koşmaktan anlaşılan, bu türde şartın temliki değildir. Bilakis bu, şart ile lehine şart koşulan arasındaki münasebeti gerçekleştiren «senin» sözünün ifade ettiği anlamdadır. Bu münasebette onun «itibarî kişiliği» ne zaman kast edilmek istenirse; bu münasebet, şartın temliki demek olur.

Nitekim fi'lin şartında da durum budur... Bu münasebetle «gerçek kişiliği» ne zaman anlatılmak istenirse de; o zaman bu münasebetin kendisi, şartı koşmak demektir.

Bütün bunlar, fi'lin şartı ile ilgili hususlarda şart koşmanın şartın temliki anlamına geldiğini kabul etmeye bağlıdır. Bunu kabul etmeyip, şart koşmada «senin» sözü, şartı yerine getirmekle ilgilidir dersek (yani, satıcının, Zeyd için dikiş yapmak zorunda kalması anlamında ve fakat Zeyd için dikiş yapmak zorunda kalıyor,

bu zorunluluk dolayısıyla da dikiş yapıyor anlamında değil), o zaman az önce verdiğimiz örnekle ilgili (tartışılacak) herhangi bir konu kalmamaktadır.

İkincisi: Garanti şartı, emin’in ödeme yapmamasına delâlet eden (delillere) aykırıdır. Dolayısıyla bu şort, Kitaba aykırı şartlardan olur... Gerekmediği için ödeme ve garantide bulunmaması nedeniyle bu durumda şart kitaba aykırı olmaz, iddiasına gelince; «Elin (kişinin) teslim aldığı şeyi ödemesi...

görevidir.» genel hükmüyle bu iddianın geçerliliği olamaz. Bu ifade «emin kişinin elini» de kapsadığına göre; onun elinde bulunan şeyleri garantilemesi gerektiği konusunda açıktır... Dolayısıyla, garantilememesi, (garantinin) yokluğu gereği olmasıdır.

Burada, bu konuda garantinin gerekmediğine delâlet eden hususların tahkiki iki kısımda olur:

Birinci kısım: Bu ad altında emin’in de ödeme yapmayacağına, emanet edilenin de ödenmeyeceğine delâlet eden şeyler. İkinci kısım ise: Meselâ, müstecir ve ecir’in bizzat herhangi bir tazminat ödememelerine delâlet eden şeyler. Bu delâlet ise, Ödememe konusunda emin ve isti'mân (emanet etme) den söz etmeksizin ele alınır.

Birinci kısma gelince; garantinin (zararın ödenmesine) ret edilmesi ile ilgili delillerden biri de onun emin ve mü'temen unvanlarının yerlerine kullanılıp kullanılamamasıyla ilgilidir.

Vedia (emanet) akdinde malik açısından sözkonusu olan, onun emin birisine emanetini vermesi ve bunu kendi yerine korumasını istemesi mülahazasıyla, bu (zararın ödenmesi) unvanın doğru olacağı acıktır, genel anlamıyla «emin» kelimesinin kapsamına girebilen diğer kişilere gelince, mal sahibinin mala el koymak için emine izin vermesi ve onu mal üzerinde görevlendirmesi mülahazasıyla, bu özellik ondan kalkmış olur.

Bu arada şu görüşü ileri sürersek bu nitelik, mutlak olduğu takdirde müsaade ve tasarruf izni anlaşılır, fakat mukayyet olduğunda müsaade ve tasarruf izni anlaşılamaz yani ona verilen müsaade ve tasarruf İzni, verilen zararı ödemek koşuluyla olduğu anlaşılır;

dersek, bu esasa göre garanti (zararı ödeme) şartı, emin ve mü'temenden ödeme şartını kaldıran delilleri de kapsamış olacaktır. Çünkü bu şart, malda tasarruf yetkisinin sınırlandırılmasını gerektirmektedir. Fakat bununla birlikte, «emin» unvanı da kaybedilmemektedir. Dolayısıyla ödeme şartını kaldıran deliller, «emin» kapsamamaktadır...

Hatta bu takdirde koşulan şart, fıkhı anlamıyla gerçekte şart olamamaktadır. Yani öyle bir şarta uymak gerekmemektedir. Böyle bir şartın sınırı, malda tasarruf yetkisine yapılan sınırlamaya bağlıdır. Buna göre, telef edilen malın ödenmesi, şartla ortaya çıkmamakta, «elde bulundurmak» kaidesiyle sabit olmaktadır.

Şartın ifade ettiği en uzak anlam, malda tasarruf için verilen mutlak müsaadeyi sınıflandırmaktır. Ki böylelikle «elde bulundurmak (ki elde bulunduran «emin» dir) kaidesinin dışında kalan hususlar da uzak tutulmuş, ilgili hususlar da bu kaidenin kapsamına girmiş olsun.

Dersek ki: Garanti şartını koşmak, müsaade ve tasarruf yetkisinin i'timan ve isti'man unvanlarını ortadan kaldırmak için bir dayanak olamaz. Hatta meselâ, işçiye (ecîre) garanti şartını koşacak olsak bile, ona «emin» denilebilir.

Dolayısıyla emin’in tazminat ödememesini ve mü'temenin de tazmin edilmemesini ret eden deliller onu da kapsayacaktır. Bu takdirde de, tazminat ödememe iddiasının bu delillere aykırı olduğu ortaya çıkar ve bu esasa göre de batıl olduğu düşünülebilir.

(Yapılan zararın) tazminatını ödemeyi şart koşmanın müsaade ve tasarruf yetkisinden i'timan niteliğini ortadan kaldırıp, kaldırmadığı hususunu araştırmaya gelince; bu konuda söylenecek sözlerin özeti şudur:

Meselâ ecîrin taşımak üzere tutulduğu malı telefi halinde yapılan zararın ona ödetilmesi, «elde bulunan mal...» kaidesinde olduğu gibi yalnızca telefin ödetilmesi şeklinde ise; bu durum malın ecir’e emanet olarak verilmiş olduğu gerçeğine aykırı düşmez.

Çünkü bu anlamdaki bir ödetme, malikin malı açısından emniyet içerisinde olmasına aykırı çünkü telef olması ihtimali dâhilinde olmasaydı tazmin edilmesini şart koşmayacaktı olsa da, mal sahibinin ecîre güvenmesine ve rahatlıkla malını ona teslim etmesine aykırı değildir

Çünkü yalnızca mal sahibinin ecîre olan güveni, semavî (yani ecîrin iradesi dışında kalan) bir afetle malı telef olmaktan korumak için yeterli olmadığı açıktır.

Buna göre i'timan (güven duyma) unvanı, malik olunan şeyin tesliminden kaynaklanıyor. İsterse semavî bir afetle telef olma mülahazasıyla, yapılacak zararın tazmini şart koşulmuş olsun.

Malın saldırıya uğraması veya ecîrin onu korumakta kusur göstereceği mülahazasıyla ecîre tazminat şart koşulmuşsa, böyle bir tazminatın şart koşulması, i'timan (güvenmek) unvanının verilmesine ve malın ona tam anlamıyla teslim edilmiş olmasına mani olur. Bu anlamdaki bir tazminat, kervancı, hamal ve kiralama konuları ite ilgili olarak bize kadar gelmiş olan nassların delâlet ettiği bir şekildir. Bunlarda emmin itham altında olduğu mülâhazası vardır, öyle ki, o bunlarda meydana gelen teleflerin semavî olduğunu iddia ederse, delil getirmedikçe bu iddiası kabul edilmez.

Böylelikle, telef ihtimaline tazminatın şart koşulması ve malın maliyetinin semavî afetlere karşı—bu şekilde korunması— i'timan unvanının doğru ve yerinde kullanıldığı gerçeğine aykırı düşmeyeceğini eminin tazminat ödememesi gerektiğine dair delil olduğunu ortaya koyamayacağını bilmiş oluyoruz.

Fakat «elde bulunan mal...» kaidesiyle tazminatın sabit olduğuna bakılarak bunun aklî olduğu söylenebilir; aynı şekilde eminin tazminat ödemesini kabul etmeyen delillerin de aklî olduğu ileri sürülebilir. Çünkü bu hususlar aklî ölçüler içerisinde ortaya konmaktadır. Akıl ise tazminatı engelleyen bir durumun var olduğunu kabul etmektedir. Bu da mala el koymak için izin ve müsaadedir, fakat kayıtsız, şartsız bir izin ve müsaade değildir.

Bunların hepsi, tazminat ödemeyi ret eden yani eminin tazminat ödememesine delâlet eden delillerin birinci kısmının durumunu ortaya koymaktadır.

Eğer yine de bu kısmın tazminat şartı ile ilgili hükümleri kapsadığı varsayılsa, şartı da kapsadığında şüphe olmayan tazminat ödemeyi ret eden delillerden ikinci kısım delillerin durumunda ve müstecirin herhangi bir tazminat ödemeyeceğine delâlet eden delillerin benzen olur.

Çünkü tazminat şartının müsteciri, müstecir olmaktan çıkarmadığı açıktır. Dolayısıyla birinci kısma etkili olduğu kabul edilebilse de, ikinci kısmın olumsuz delillerine herhangi bir etkisi yoktur.

Her halükârda, her iki kısmıyla veya yalnızca ikinci kısmıyla tazminatı ret eden delillerin mutlak olması dolayısıyla onlara aykırı düştüğü için, tazminat şartının kitaba aykırı olduğu iddiası ileri sürülecek olursa, biz de deriz ki. Araştırma yapılacak olursa anlaşılır ki; Bu şartı ret eden delillerden anlaşılanlar ile tazminat şartından anlaşılan arasında herhangi bir aykırılık yoktur.

Çünkü nefiy makamındaki bu deliller, akıllıların ve hukukçuların zihinlerindeki «teslim olan el...» kaidesi ile ilgili bulunmaktadır ve durum müstecir veya emin’in bu kaidenin dışına çıkıp çıkmamasına bağlıdır. Bu nedenle bu kaide, elde bulunanın tazmin edilmemesi konusunda açıktır.

Şu anlamda ki, başkasına aykırı olarak, emin ve müstecirin «el»i tazminat ödemeye sebep olarak kabul edilmemektedir. Burada şart koşulan tazminat ödemek, elin tazminat ödemeye sebep olduğu anlamını taşıyorsa, bu emin’in tazminat ödememesi delillerine aykırı olur.

Fakat tazminat ödememe şartının koşulması ise bunu ifade etmemektedir. Onun ifade ettiği, muamele ile ilgili tazminattır. Yani telef edilen miktarın takdiri üzere bunun ortaya konmasıdır.

Anlaşılıyor ki: Malın telef olması halinde malı teslim alan elin tazminat ödemesini şart koşmak ile baştan beri takdir edilen telef miktarının ödenmesinin tekeffül edilmesi arasında büyük bir fark vardır... Emin’in tazminat ödememesine dair delillere ayları düşen durum ise, birinci şekildir, ikincisi değildir.

Çünkü bu deliller yalnızca teslim alan elin tazminat ödemesini ret etmekte, haddi zatında şartın ve akdin geçerliliğini gösteren delilleri de kapsayan muamele ve akitlerdeki tazminatı ise ret etmemekte, onlara aykırı düşmemektedir.

Bu zikrettiklerimizle araştırmacı Nâînî'nin (K.S.) ifade ettiği görüşün hareket noktası ortaya çıkmış oluyor. O, müste'cire veya mürtehine veya emanet alana veya ecîre ve benzeri eminlere koşulan tazminat ödeme şartı konusunda açıklamalar yapmıştır... Bu şartın müste'cire koşulması batıldır. Çünkü bu.

Kitap’a aykırıdır. Çünkü müstecirin eli altındaki mal, mülk hakkından ortaya çıkmaktadır. Mülk hakkından kaynaklanan bir teslim alış ise, Şeriatta tazminatın kaynağı olmamaktadır. Rehin alanın durumu da budur. Emanet alana gelince, malike vekâlet etme dolayısıyla onun eli altında bir emanet bulunmaktadır.

Malikin eli ise tazminatın kaynağı olmamaktadır. Ücretle tutulanın eli altındaki mala —meselâ belirli bir mal taşımak için ücretle tutulanda olduğu gibi— gelince, mal sahibinin izni altında olsa da, bu izin tazminatı mutlak olarak nefyediyorsa da, bizzat nefy etmemektedir; tazminat şartı ise bu mutlaklığı ortadan kaldırmaktadır.

Tahkik: Tazminat şartı, teslim alan elin tazminata sebep olmasını şart koşmak anlamında ise bu batıl (geçersiz) bir şart olur. Kitaba da aykırıdır. Çünkü müstecir gibi malik olmak hakkından doğan teslim almak ile malikten yalnızca izin alındığı için elde bulundurmak arasında fark gözetilmeksizin, tüm kısımlardan tazminatın kaldırılmasına delil olan hükümlerin varlığı sözkonusudur.


Ancak tazminat şartının anlamı, bunun ilk olarak şartla öngörülmesi ise; bu müstecir ile ilgili konularda bile caiz olur. Çünkü bu, onun tazminat ödemesine aykırı bir durum teşkil etmemektedir.

Denilirse ki: Sonuç ile ilgili olarak koşulan şartlarda, sonuçla ilgili olarak şart koşulan tazminattan maksat eğer, tazminat akdinde akid ile ortaya konan tazminatın bir neticesi ise; bu, böyle bir durumda koşulması düşünülemeyen bir şarttır. Çünkü bu anlamdaki bir tazminat, bir şeyin bir zimmetten başka bir zimmete aktarılması demektir.

Dolayısıyla haricî bir mal için düşünülemez. Bu nedenle şartın bağımlı olduğu şey, malı elinde bulunduran elin tazminat ödemesidir, akid ile ortaya çıkan tazminat değildir. Buna göre anlaşılmazlık tekrar geri döner.

Bizde deriz ki: Muamelelerle ilgili ve akitle ilgili tazminatı iki türlü düşünüyoruz. Biri: Borcun bir zimmetten başka bir zimmete aktarılmasıdır. Aklen tazminat akdinden anlaşılan da budur. Diğeri ise, bir şeyi taahhüt edip onu, belirli bir kişinin sorumluluğuna tevdi etmektir. Bu taahhüt ise, o belirli kişinin, sorumluluğuna tevdi edilen maldan telef olan miktar kadar borçlanması sonucunu doğurur.

Bu da tazminat için aklen yapılan başka bir yorumdur. Hem borçlanmalarda, hem de haricî olan ayn'larda düşünülebilmektedir. Böyle bir tazminat borçla ilgili olduğa takdirde borcun, alacaklının zimmetinden tazminat ödeyecek olanın zimmetine, aktarılması gerekmez. Tazminat ödeyeceğini taahhüt edenin bu borcu ödemesi yeterlidir. İnşallah bunun açıklaması bu kitaptaki eklerin 9'uncusun-da geniş bir şekilde ele alınacaktır.

Bu mana ise, tazminattan kast ettiğimiz şeydir. Malik olunan şeyin sahibinden başkasının uhdesine raci olması anlamına gelen böyle bir tazminat şekli, tazminat ile mülkiyet arasındaki kopmaz ilişkiye aykırı düşmektedir.

Çünkü mal mülkiyetinin gerçeği, sorumluluğun ve zararın malik üzerine olması demektir. Bu anlamdaki bir gerçeği malikten başkası için öngörmek mümkün değildir. Nitekim muhakkik Nâînî de aynı görüştedir; şeklindeki iddiaya gelince; böyle bir iddiayı şöyle ret ederiz: Bir kişinin bir mala malik olması halinde, bu malın telefi onun zarar görmesini gerektiriyor.

Çünkü mülkünde bir eksiklik meydana getirmektedir. Fakat malın telef olması, malik için yapılan zararın kendisine yükletilmesi ve onu tedarik etmek için mükellef tutulması anlamına da gelmez. Malın telef olması, mal sahibi (malik) için bir zarar kabul edilir. Bu zarar da malik için zarar olması hasebiyle, onu tedarik etmeyi ve tazminatını ödemeyi taahhüt eden kimseye yükletilmelidir.

Buna göre, bu anlamda olmak üzere tazminat şartının yürürlük kazanmasını engelleyen bir durum yoktur. Ve bu, Kitaba da aykırı değildir.

Evet, şöyle bir şey söylenebilir: Şart koşmak, ödenecek tazminatı meşru kılmıyor. Onun yürürlük kazanacağına dair delillerden anlaşılan, bizzat meşru olan sonuçlara, bu şart dolayısıyla ulaşıldığı için onun yürürlük kazanabileceğidir. O halde, zararı ödenecek olan (tazminat altındaki) malın kendi yapısı içerisinde meşruluğunun —başka genel mülâhazalarla dahi olsa— ispat edilmesi kaçınılmazdır.

Bu konuda genel mülâhazalara, şu özel rivayetler nedeniyle başvurmaya gerek yoktur: Yakup b. Şuayb'ın Ebû Abdullah (A.S.) dan yaptığı rivayet gibi. (Yakup) dedi ki: «O'na, belirli bir ücret karşılığında ve telef olacak miktarın tazminatını ödemek şartıyla, bir grubun malını satan kişinin bu işinin hükmünü sordum.» Dedi ki: «Kendilerine gelecek zararın daha fazlasını ona ödetirler korkusuyla bunu hoş görmüyorum. Eğer o, bunu gönül hoşluğuyla kabul ediyorsa sakıncası yoktur.»

el-Abdu's - Salih'den Musa b. Bekir’in yaptığı rivayet de böyledir: Dedi ki: «Ona bir gemiciyi ücretle tutup onun gemisine yiyecek yükleyen ve eksildiği takdirde gemicinin bu eksilen miktarı ödemeyi şart koşan kişinin hükmünü sordum.» Bana dedi ki: «Eksilirse, eksiğini ödemek gemiciye düşer.»... Bunları da bir malı iğreti alana yapacağı eksiklikleri onun ödeyeceğini şart koşmanın sahih olacağına delâlet eden rivayetlere ek olarak veriyoruz.

Şüphesiz ki bu rivayetler, eksikliği ödenmek üzere yapılan taahhüdün meşru' olduğuna delâlet etmektedir. Bir malı başkasının uhdesine vermenin de Şer'âri caiz olduğunu göstermektedir. Tazminat şartının geçerliliğine dair gerçek hükümlerden ayrı olarak, geçen bazı rivayetler bile konu He ilgili delil olarak yeterlidirler.

İkinci Anlamda Malın Garanti Edilmesini Şart Koşmak:

Şimdiye kadar anlatılanlar, telef olması halinde telef olan miktarın kıymetinin tedarik edilmesi ile ilgili idi. Şimdi de ikinci anlamda malın tazminat altında olmasından söz edeceğiz. Bu ise malın —yalnız ayniyle değil—maliyetiyle ve değeriyle birlikte başka bir kişinin uhdesine verilmesi şeklidir.

Öyle ki malın değeri düşecek olursa, uhdesine alan kişi bu azalan kıymeti ödeyecektir, isterse ayniyle mal hiçbir değişikliğe uğramasın. Diğer bir ifadeyle: Ticarî açıdan hiçbir zarar yapmamanın şart koşulmasıdır.

Böyle bir tazminat şeklini, birinci anlamdaki tazminat şeklini düşündüğümüz gibi düşünüyoruz. Birinci şekilde, nihayet taahhüt altında bulundurulan, malın aynıdır. Burada ise hem malın maliyeti, hem de kıymeti taahhüt altındadır. Bu ise tazminat türleri için meşru bir anlamdır. Bunun ayrı olarak şart koşulması mümkündür. Aynı şekilde sonuç ile ilgili olarak koşulan şartlar türündeki bir akid de de şart koşulabilir.

Buna delil, Halebî'nin Ebû Abdullah (A.S.)dan ortaklık kuran iki kişi ile ilgili rivayetidir: Bunlar bir malda ortak olur ve kâr sağlarlar. Malın bir kısmı da borç olduğu gibi, ikisinin de (bu ticaretten) borçları vardır. Biri diğerine der ki: Bana ticaretin sermayesini ver, kâr da, zarar (ödenecek borçlar) da senin olsun... Bunun hükmü nedir? Der ki; «Şart koşarlarsa, sakıncası yoktur. Eğer bir şart Allah'ın Kitabına aykırı ise, o şartla ilgili olarak Allah (C.C.) in Kitabına başvurulur.»

İmam (A.S.), sakıncayı şart koşmakla ortadan kaldırmış oluyor... Her ikisinin şart koşmaktan maksatlarının, —bir grup fakihin iddia ettiği gibi- meselâ sulh (anlaşma) akdi gibi akitlerle ilgili konularda zikredilen hususlar üzerinde anlaşmak olması ile iki kişi arasında kurulmuş bir ortaklık akdinde bu şart koşmak olması arasında herhangi bir fark yoktur... Her iki halde de onun kendi özünde meşru olduğuna delalet etmektedir ve bu durumda sonuç ile ilgili olarak koşulan şart gibi olması mümkün görülmektedir.

Şimdi geriye rivayette zikredilen hususu tahlil etmek kalıyor. Böylelikle burada tazminatla anlatılmak istenen manaya uygun düşüp düşmediğini anlamış olacağız.Bunun açıklamasına gelince, rivayetin çeşitli ihtimalleri vardır:

11
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2
1 — Birincisinin sermayeyi almasının, ikincisinin ise karı alıp borçları ödemesinin anlamı şu olur: Birincisi ayrı bir akitle veya bir şartla, hak kazandığı müşterek ayn'lar karşılığında diğer ortağın zimmetindeki sermayeye eşit bir miktarı almak üzere anlaşmıştır. Bu durumda mal, ortak olmaktan çıkar.

Kârıyla, zararıyla ve zatiyle diğerinin olur ve karşılığı da onun -zimmetinde bulunur. Bu ise hiç bir tartışmaya yer olmaksızın, kaideler ve genel hükümler gereğince sahihtir. Fakat bu konuda bizim anlatmak istediklerimizden uzak kalır. Çünkü biz burada, haricî olan malın mülkiyetinin malikten başkasına geçmesini kast etmiyoruz. Bizim burada anlatmak istediğimiz: Sahibinin mülkiyetinde kalmakla birlikte haricî malın maliyetinin malik olandan başkası tarafından tazmin edilmesi ödenmesidir.

Ancak rivayetten bu anlamı çıkartmak, zahire aykırıdır. Çünkü onun: «Bana sermayeyi ver» sözünün zahirinden anlaşılan, onun haktanırı ortaklığın ayn'larıyla henüz ilgili olduğudur ve o, ortaklıktan sermayesine henüz hak kazanmış bulunmaktadır.

2— «Cehâhir» adlı eserin müellifinin (K.N.) rivayette sözü geçen kararı tasvir ederken ortaya koyduğu anlamdır, Şöyle ki: Birisi malda sermayenin tümüne hak kazanır, diğeri ise kâr veya zarar olsun geri kalana sahip olur; mal ise ortak olmak üzere baki kalır. Bunun malın tümüyle ilgili bulunduğunu ve başkasına da hak kazanmadığını zikretmiştir. İsterse mal olduğu gibi kalsın, ayn'ların kıymeti artsın, isterse öyle olmasın.

Bu şekilden anlaşılan: Ortaklardan birisi, özettikleri göz önünde bulundurularak, bu karar nedeniyle şirketin bütün ayn'larda malik olur. Diğer ortak ise, bu ayn'ların toplamındaki, sermaye kıymetine malik olur. Kaide ve umumî esaslar gereğince böyle bir anlaşma (sulh) sahih olursa da, üzerinde durulması gereken: Birinci ortağın, kârın tamamını nasıl alacağıdır.

Çünkü aynı zamanda diğer ortak, bu ayn'ların hepsindeki sermaye kıymetine malik bulunmaktadır. Diğer taraftan satıştaki muhafaza kanununun gereği olarak; eğer ortak mal bir değere satılırsa ve bundan da kâr sağlanırsa, ilk ortağın değerde, küllî nispetine oranla bir payı olur. Bu pay da onun şirketin malında sahip olduğu özel malına oranladır... İşte onun kârda ortak olmasının anlamı da budur.

Buna göre Cevahir müellifi (K.N.) nın, kaideye uyarak ikinci ortağa kârı vermek şeklinde yorumlamak isteyişinde, iki iddiadan birisini ileri sürmek zorunda kalacaktır: Ya değerdeki mülkiyette, —meselâ rehinde olduğu gibi— karşılıkta satıcıdan başkasının hakkının sabit olmasıdır. (Yanına rehin bırakılan, rehin bırakılan aynı, kıymeti rehin bırakana ait olacak şekilde satmasının mümkün olduğu söylenmişse, durum böyledir}.

Satılan malda sabit olan hakkın karşılığında değerden bir şey bulunmadığı, aksine değerin tümü malikin mülküne girdiği ve bu hak daha önceden satılan şeyle ilgili olduğu şekilde, şimdi de değerde nasıl sözkonusu oluyorsa... Satılan şeyde sabit olan şeyler, hakkında da denebilir ki: Küllinin karşılığında değerden herhangi bir şey bulunmamaktadır. Onunla olan ilgisi, satılan şeyle ilgili olduğu kadardır. Fakat bu iddiaya bağlanıp kalmak mümkün değildir ve kabul edilen durumlara da aykırıdır. Küllî mülkiyetin hak ile kıyasında ise fark vardır.

Cevahir müellifinin ileri sürebileceği ikinci iddia da şudur: İkinci ortağın kârı alması, öne sürülen şartla olur. Yani o, aralarında vardıkları kararda, şirketin sermayesinden artakalacak değerin kendisinin olmasını şart koşmaktadır... Eğer bu şartla, değerden fazla olan miktarın doğrudan doğruya mülküne girecek şekilde kendisinin (ikinci ortağın) alması isteniyorsa; o zaman bu ilgili kaideye göre geçersiz olan bir şarttır.

Bu konuda anlaşılmış bile olsa, bu şart yürürlük kazanamaz. Çünkü Şer'ân muâvâza kanununa aykırıdır. Eğer bu şartla, sonuçla ilgili olarak koşulan şart gibi, değerden fazla olan miktarın, diğerini mülküne geçmesi isteniyorsa; bunda herhangi bir sakınca yoktur. Bu şartın mutlak olmasının veya yalnızca şartlarla ilgili olmasının ise herhangi bir sakıncası yoktur.

Durum ne olursa olsun, bu şekil, kaidelere ister uygun olsun, ister olmasın, rivayetin zahirine aykırıdır. Çünkü şirketin malından, birinci ortağın sermayesinden başka bir şey almaması haliyle ilgilidir. Birinci ortak şirketin malından geri kalan kısmından, ikinci ortaktan bir şey isteyemez.

Her ne kadar rivayetteki: «zarar da senin üzerine» sözünün zahirinden zararın tümünün onun üzerine olduğu anlaşılıyorsa da bu, böyledir Bu sözden, bu sözü söyleyenin, alacağı mal, şirketin sermayesinden aşağı olduğu takdirde zararı diğer ortaktan alacağı anlaşılıyor. Ancak (yukarıda da söylendiği gibi ikinci ortaktan sermayenin dışında bir şey isteyemez) zarar olduğu takdirde zarara yalnız ikinci ortak yüklenmez, ikisi birlikte yüklenirler.

3 — Burada kast edilen ve rivayette zikredilen karardan anlaşılan şudur: Ortaklardan birisi, diğer ortağının malının kıymetini ödemek ve zararını üzerine almak istemektedir... Şirketin malı iki ortağın da mülkiyeti altındadır, birinin mülkünün diğerinin zimmetine geçmesi sözkonusu değildir.

Ancak ortaklardan birisi diğerinin malının maliyetini ödemekte ve zararı karşılamayı da üzerine almaktadır. Buna karşılık ise diğeri, sonuç ile ilgili olarak koşulan şarta benzer bir şekilde, kendisine ait olan kârı ona temlik etmektedir... Böylece gerçekte ortaklardan, birisi tarafından, diğer ortağının payının maliyeti ödenmek istendiği için kast edilen anlamda tazminat ödemek üzere karar alınmış oluyor. Ortaklardan birisinin diğerine şart koşması ise, sonuç ile ilgili koşulan şart gibidir. Çünkü şirketin ana malından artan değerlere malik olacaktır. Başından artan değerin kendisine intikal etmesi anlamı burada yoktur; çünkü bu durum muâvaza kanununa aykırı olur.

Bu tasvir (yorum) rivayette sözkonusu olan ifadelerin anlamını bütünüyle ortaya koymaktadır. Çünkü bu takdirde birisinin sermayeyi alması, diğerinin ise kârı alıp borçları ödemeyi üzerine alması sözkonusu olabilmektedir. Daha önce geçen iki şekilde ise durum hiç de öyle değildi.

Böylelikle bu rivayet, başkasının malında görülecek zararın, yani maliyetinin tazminatını ödemenin meşruluğuna delil olabilmektedir. Bu nedenle böyle bir şeyi bir sulh akdinde veya asıl akdin içerisinde şart koşmak sahih olur.[2]

Yine buna delâlet eden rivayetlerden biri de «Cariye» ile ilgili rivayetlerdir. Rifâa'nın rivayeti gibi. Dedi ki: Kendine ait olan bir cariyede başkasını da ortak yaparak, ortağına: «Eğer bunda kâr sağlarsak, kârın yarısı senin olsun, sermayesinden aşağısına satarsam, sen bir şey ödeme» deyip onunla anlaşan kişinin hükmünü sordum...

Bana dedi ki: Cariye sahibi bunu gönül hoşluğuyla yapıyorsa, bence bir sakıncası yoktur... Yine bu rivayetin anlamı şu ki: Ortaklardan birisi, diğer ortağının malının maliyetini garantilemiş ve şirketin devamı ile ortakların mülkiyetleri olduğu gibi bırakılarak; zararını da üzerine almıştır. İşte bu nedenle, iki ortağın da mülkiyeti varmış gibi, kârın ikiye bölünmesi de kabul edilmiştir. Buna göre, geçen rivayetten çıkardığımız üçüncü ihtimal burada daha bir açıktık kazanmış oluyor.

Şimdiye kadar anlatılanlardan, kaidelere göre taahhütten anlaşılan anlamda mudâraba amiline malın tazminatını ödeme şartının koşulmasının ve matı bu şekilde uhdesine almasının caiz olduğu anlaşılmıştır. Bunun ayrı, bağımsız bir akitle olması ile sonuçla ilgili koşulan şart gibi akdin zımnında olması arasında da herhangi bir fark yoktur. Diğer eminlerle ilgili hususlarda da durum böyledir.

Fakat mudâraba amil’i ile ilgili olarak özel bazı rivayetler de bize kadar gelmiş bulunuyor. Ebû Cafer (A.S.) dan, Emîru'l Mü'minîn (A.S.) demiş ki: «Bir malın ticaretini yapıp kârın yarısını da şart koşarsa, onun üzerinde herhangi bir tazminat yoktur.»... Yine buyurmuştur ki: «Bir tacire tazminat ödeten, sermayesinden başkasını alamaz, kârdan da bir şey ona verilmez.»

Bu rivayetin zahirinden anlaşılan: Şeriatta, mal sahibi için tazminat ödeme şartı ile birlikte kârın bir kısmının ona verilmesi şartı bir arada olamaz. «Bir tacire tazminat ödeten...» sözü, borç işlemi ile ilgili olarak da görülebilir. Çünkü borç verme, tazmin edilmek üzere bir temliktir. O zaman bu söz, borç işleminde borç verenin (verdiğinden çok) herhangi bir şeye hak kazanamayacağına delâlet eder. Çünkü bu fazlalık faiz olur. Tazminat şartı ise bir takım fazlalık ödemeyi gerektirmiyor. Ancak bu yorum, mümkün olmakla birlikte, rivayetin zahirine aykırıdır.

Rivayet mutlak olduğuna göre: Örfen malın tazminat altında olduğu söylenebilen her şey, aynı zamanda Şer'ân kârdan bir miktarına hak kazandırmakla bir arada bulunmaz. O halde bu borcun dışında kalan tazminat ödeme şekillerini yani şartlı tazminatı kapsamaktadır. Hatta onun, sonuçla ilgili şartı değil de fi'li şarta benzer tedariki şart koşmayı da kapsadığı ileri sürülebilir. Çünkü bu, ince anlamıyla bir tazminat ödeme olmasa da ona örfen bu unvan verilebilecek şeylerdendir. Bu nedenle mudâraba amil’ine, zarar olduğu takdirde, zarara eşdeğerde bir miktarı ödemeyi şart koşan mal sahibi için: «malını tazminat altına aldı» denir.

Nitekim bu rivayet mudâraba işlemine girişenlerin (malik ve amil’in) gerçek maksatlarının anlaşılması ve tazminatı şart koşmaktan amaçlarının gerçekte borçlanma olduğu, tacir için yalnızca kârın yarısını şart koşmakla da gerçek amaçlarının mudâraba olduğu hususunu açıklığa kavuşturmakla da ilgili olabilir.

Bu nedenle her bir şartla ilgili olarak, zikredilen şekilde açığa çıkartılan gerçek maksatlarına uygun hükümler verilmiştir. Fakat her ne kadar rivayeti bu şekle hamletmek mümkün ise de, nassın zahirinden ilk anda anlaşılan hususlarla bağlantılı olmayabilir: Malik, kârdan hiçbir şeye hak kazanmadığı için tazminatın varlığı ile amil üzerinde tazminat ödeme yükümlülüğü olmadığı için (malikin) kârın bir kısmına hak kazanması söz konusu olamaz. Çünkü bunun anlamı, Şer'ân her iki durum arasında çelişki bulunduğudur.

Mudâraba Amil’inin Dışındaki Kimselere Malın Garantisini Şart Koşmak:

Malın garanti edilmesini (tazminatını) mudâraba amiline şart koşmakla birlikte, malik’in kârda ortak olamayacağı hükmünden hareketle, tezde demiştik ki: Malın zararının tazminatını ödemeyi üçüncü bir şahıs üstüne alır, o da: Bankadır. Bankanın sermayeden olacak zararı yüklenmesi ise ya Özel bir akitle olur, ya da başka bir akitle sonuç ile ilgili koşulan şart türünden olmak üzere şart koşulabilir.

Banka —genel anlamda— sahiplerinden aldığı mevduatın emini olmakla ve tacirlerle birlikte onlara vekâleten mudâraba akdini yapmakla beraber, kaide gereğince ortaya koyduğumuz şekilde malın garantisini ona şart koşmanın sahih olduğunu ve sonuçla ilgili olarak koşulan bir şart gibi önü şart koşmanın yürürlükte olacağını açıklamış bulunuyoruz. Kaidelere göre malın tazminatını şart koşmanın hükmünü geniş bir şekilde açıkladık ki, ilgili yerde bize yarasın.

Tahlil ettiğimiz anlamda tazminatın, makul olmadığı, kaideler gereğince emine tazminatı şart koşmanın da sahih olmadığı, ancak ariyet (iğreti) de olduğu gibi ancak nassın söz konusu olduğu yerlerde bu şartı koşmanın caiz olduğu farz edilse ve bundan hareket edilse; o zaman burada akdin zımnında fiil şartı gibi bir şartı bankaya koşmak mümkün olur. Bu da, akid sırasında mudinin mevduatı mudârabaya katılıp zarar ettiği takdirde, zararına eşdeğerde bir miktarı kendisine ödemesini şart koşmasıyla mümkün olur.

-------------------

[1] Dikme ile lehine şart koşulana nispette, burada gerçek bir şahıs bazen Bulunmayabilir. Sathının, müşteriye, başka bir şahsa »elbise dikmesini şart koşma halinde olduğu gibi. Bu durumda dikme ite müşteri arasındaki şartın yerine getirilmesi, gereği varsayılırsa, işin istenmesi kaçınılmaz olur. Bu iş de sözkonusu olan mülkiyettir.


[2] Şöyle denilebilir: Her hâlükârda ortaklardan birisinin diğerinin sermayesini ödemeyi üzerine alması, kast ettiğimiz anlamda tazminat şekilde anlama imkânını bize vermektedir. Yani malın maliyeti ile birlikte taahhüt edilmesinde, eğer bu taahhüt ortaklığın başladığı sırada yapılmışsa, yani diğer ortağın malının maliyeti ile birlikte korunması halinde olmuşsa, onu bu anlamda almak imkânını elde ederiz. Rivayetin zahiri, iki ortak arasındaki mukavelenin şirketin feshi sırasında yani kâr veya zarar sözkonusu olduktan sonra ortaya çıkmaktadır.

Bu durumda ortaklardan birisinin diğer ortağının maliyetinin —bu anlamda— tazminatın ödemesinin anlamı olmaz. Çünkü o, tazminat taahhüdü atımdaki malın bir feri durumundadır. Bununla birlikte, malda zarar veya telefat da olmuş olabilir. O zaman, mukaveleyi sulha dönüştürmek kaçınılmaz bir durum olur. Şöyle ki Ortaklardan biri, şirketin tüm malından, kendisinin koymuş olduğu ve şu anda mevcut olan sermayesi miktarında hak ettiği ayrı ve borçların toplamından kendisine düşen miktar üzerinde diğeriyle anlaşmaktadır. Bu takdirde ortak, kast edilen anlamda tazminat ödemekten uzak katar.

Bu rivayete bu şekilde uyguladığımız sulh, metinde zikrettiğimiz üç vecihden birincisine uygun değildir. Çünkü şu anda düşündüğümüz şekildeki anlaşma, ortağın payının ümmete (kitapta da öyle) intikalini kapsamamaktadır ki, «sermayeyi bana ver» sözünden açıkça anlaşılana aykırı olduğu söylenebilsin.

Fakat insaflıca düşünecek olursak, İmam (A.S.): «Şart koşarlarsa sakıncası yoktun sözündeki şart koşmanın, gerçek anlamda şart koşmak olduğu anlaşılır. Yani mukavelede koşulacak olan şart, akdin içerisinde vardır. O zaman yine bundan anlaşılan şu olur: İki ortak, ortaklık akdinde bu anlamda karşılıklı şart koşarlarsa bunun herhangi bir sakıncası olmaz... Bunun anlamı da şu olur: Bu başından beri ortaklardan birisi, diğerinin malının maliyetini ödemeyi kabul etmektedir. Bu kabul etme ise kasıt ettiğimiz anlamdaki tazminata uygun düşmektedir.



EK:3

Tezde bankanın aldığı vadeli hesapları, mudâraba akitleri için kredi olarak vermesi işleminde mal sahibinin mudi, amil’in ise bankadan kredi alan olduğunu söylemiştik. Banka ise bu mudârabada aracı olup, mudâraba akdinin gerçekleşmesinde ve ortaya konmasında mal sahibi (mudi)nin vekilidir. Bu esastan hareketle bankaya kârdan belirli bir payı öngördük. Bu ekte de-bankanın amil veya malik olmamasına rağmen ona kârdan pay ayırmanın fıkhı dayanakların» ele alacağız.

Faizsiz bankaya kârdan ayırdığımız belirli yüzdenin, mudâraba akdi gereğince ona verilmesi mümkün değildir. Çünkü mudâraba akdi gereğince ancak kârın toplamından amile bir pay ayrılması gerekir. Banka ise bu durumda mudâraba amili değildir. Amil bankadan kredi olarak belirli bir malı alan tacirdir.

İki ayrı mudârabanın bulunduğunu varsaymak da mümkün değildir. Şöyle ki: Bu mudârabalardan biri mudi ve banka arasında yapılmaktadır. Diğeri ise banka ile tacir arasında yapılmaktadır. Bu varsayım, mudâraba amilinin, başka bir amille mudarabaya katılmasının mümkün olması esasına göre kuruludur.

Buna göre bankanın kârdan alacağı pay, ilk mudârabada amil olması üzerine kuruludur. Burada iki ayrı mudârabanın varlığını düşünemeyişimizin nedeni şudur: Mudârabada bankayı mal sahibi ile birlikte amil kabul etmek, ona malı tazmin etmek mükellefiyetini yükletmemeyi gerektiriyor. Çünkü daha önce de geçtiği üzere mudâraba amili, herhangi bir tazminat ödemez. O halde bankayı mudârabadan uzak bir kişi olarak kabul etmek kaçınılmazdır ki böylelikle malın tazmin edilmesini üzerine almaşı mümkün olabilsin ve akid deki rolü, yalnızca bir aracı rolünden ibaret kalabilsin.

Nitekim söz konusu payın, mudâraba akdini gerçekleştirmesi ve bunun için gerekli girişimlerde bulunması karşılığında, mudinin bankayı bir icar akdiyle ücretli tutup kârdan ona belirli bir yüzde vermesi şeklinde düşünülmesi de mümkün olamamaktadır. Şöyle ki:

Birinci olarak: Çünkü ücret belli değildir... İcâre akdinde ise, ücretin belli olması şarttır. Ücretin belli olmadığını söylerken onun şüpheli olduğunu kast etmiyorum. Çünkü tezde, normal şartlar altında çoğunlukla kâr yapmanın kesin olduğunu söylemiş ve bu konuda gerekli açıklamaları yapmış idik... Burada ücretin belirsiz olduğunu söylemekle, ücret miktarının belli olmadığını anlatmak istiyoruz. Bu bakımdan ücret batıl olur.

İkinci olarak: Ücretli, doğrudan ücret akdinin gereği olarak ücrete sahip olur. Dolayısıyla ücretin, akid sırasında malik olunmaya elverişli olması kaçınılmazdır. Ücret ya ücretle tutanın fiilen haricî bir mülkü olur, ecir de akitle ona sahip olur. Ya da onun, ücretlinin, ücretle tutanın zimmetinde sabit bir şey olmasıyla olur. Burada ise, ileride gerçekleşecek olan kârın belirli yüzdesi, mudiinin fiilen malik olduğu haricî bir şey değildir ki, mudi bunu icâre akdiyle bankaya mülk olarak verebilsin. Zimmetine geçtiği kabul edilen bir şey de değildir. Aksine burada mudiinin alacağı kâr yüzdesi, istikbalde malik olacağı bir şeydir. O halde bunun ücret olarak kabul edilmesi makul değildir.

Bankanın kârdan hak ettiği bu payın fıkhı dayanaklarını aşağıdaki şekillerden birinde bulmak mümkün olur:

1 — Mükâfat. Bankanın aldığı payı, mudiinin bankaya verdiği bir mükâfat olarak kabul etmek. Bankaya mudârabayı gerçekleştirip, bunun için gerekli temasları kurduğu için; —mudâraba yapıldığından süresi sona erene kadar— bu mükâfatı vermek. O zaman icâre akdinde sözkonusu olan iki müşkülden de burada söz edilemez... Bu müşküllerin birincisi: Alınacak payın miktarının belli olmaması. Bu icâre akdinde bir engeldir ama mükâfat için engel değildir.

İkincisi ise; pay, ne mudiinin zimmetinde olan bir şeydir, ne de fiilen mudiinin malik olduğu haricî bir şeydir ki bunu bankaya ücret olarak vermesi sözkonusu olabilsin, Bu itiraz da aynı şekilde mükâfat için yapılamaz. Çünkü kendisi için mükâfat verilen kişi, yalnızca mükâfat verenin vereceğini bildirmekle, o mükâfata malik olmaz. Buna ancak işin yapılmasından sonra malik olabilir... Bu zaman zarfın da belirlenen mükâfatın temlik edilebilir olması kaçınılmazdır.

Burada sözkonusu olan ise, mudârabayı gerçekleştirdiği ve sonuna kadar onu kontrol ettiği takdirde, mudiinin bankaya kârdan bir pay ayırmasıdır. O zaman, kârdan bankaya verilecek olan pay, onu veren için, haricî bir mal ve malik olunan ve kendi tarafından mülk olarak da verilmeye elverişli bir değer olur. Mükâfatın sıhhati için ise bu kadarı yeterlidir.

Buna benzer bazı haberler de gelmiştir. Muhammed b. Müslim'in, Ebû Abdullah (A.S.) dan yaptığı rivayete göre: Bir adama: «Bu elbisemi on dirheme sat, artanı da senin olsun» diyen başka bir adamın bu işinin hükmü hakkında, Ebu Abdullah dedi ki: «Bunda herhangi bir sakınca yoktur.»

Zürare'nin rivayeti, dedi ki: Babam Abdullah (A.S.) a sordum ki: «Birisine (satmak üzere) bir mal verip, şu kadardan fazlaya satarsan, artan senin olsun, diyen kişi hakkında ne dersin?» Babam dedi ki: «Bir sakıncası yoktur.»

Belirtilen değerden fazlasının mükâfat olarak verilebileceğini ifade eden bu iki rivayete benzer başka rivayetler de vardır. Bu rivayetlerdeki mükâfata da fi'len malik olunmamıştır. Buna ancak işin gerçekleştirilmesinden sonra malik olunmaktadır. Tıpkı burada sözkonusu olan mudiinin bankaya verdiği payda olduğu gibi.

2 — Bunu akdin içerisinde koşulan şart esasına dayandırmak.

Bu şartı biz ya sonuçla ilgili olarak koşulmuş kabul edeceğiz. Bu da bankanın, kâr sağlandığı takdirde kârdan belirli bir paya malik olmayı herhangi bir akid de mûdiye şart koşması şeklinde olur... Şartta, koşulan şartı herhangi bir şeye bağlamayı (tâ'liki) engelleyen bir şey yoktur. Nitekim mudiinin kâra malik olmaması, koşulan şartla onu temlik etmesine engel değildir. Çünkü kârı temlik etmesi, kârın sağlanmasına ve kendi mülküne geçmesine tâ'lik edilmiştir. Bir kişinin başkasına yapacağı temlikte itibar ise, temliki öngörülen şeye sahip olacağına veya olmasınadır.

Sonradan malik olacağı şeyi temlik edebilmesi için ona, temliki söylediği vakit malik olması gerektiğine dair herhangi bir delilde yoktur. Bu sebeple muhakkik Nâînî (K.S.), ortaklardan birisinin diğerine, gerçekleştiği takdirde kârdan ona düşecek paya malik olmayı şart koşmasının sahih olduğunu söylemiştir. Diğer ortak şartın koşulması esnasında kâra malik olmamakla birlikte bunu kabul etmiştir... Bu hüküm ise bu konuda delil bulunmamasından başka bir nedenle değildir.

Ya da şartı, fiil ile ilgili şart gibi düşüneceğiz. Yani temlik şartı olarak göreceğiz. Ona ileride malik olmak şartı olarak değil. Bunda ise tartışılabilir veya anlaşılmaz bir durum yoktur.

EK:4

Tezde demiştik ki: Mudaraba amil’i bankaya karşı bazen gerçeği söylemeyip malın telef olduğunu, ya da kâr sağlamadığını yalan yere iddia edebilir. Bu nedenle bankanın onunla birlikte genel bir esas üzerinde ittifak etmesi gerektiğini öne sürdük. Buna göre banka, belirli delillerle aksi ispatlanmadıkça sermayenin olduğu gibi kalmakla birlikte asgarî bir kârın sağlandığını varsayar. Bu ekte bu esasın fıkhı dayanağını ortaya koymak istiyoruz.

Bu esas, malikin emme verip onunla ticaret yapmasına izin verdiği malla ilgili olarak eminin söylediği sözün kabul edilmesi gerektiğini ortaya koyan kaideye aykırıdır. Buna göre bu esasın dayanakları şöyle belirlenebilir: Ya bankanın amil’e akdin zımnında fiil ite ilgili bir şart koşmasıyla olur. Şöyle ki, amil zarar ettiğini ileri sürecek ve banka da bunun, belirli karinelerle böyle olup olmadığını araştıramayacak durumda olursa, zarar ettiğini iddia-ettiği miktar kadarını kendisine ödemeyi amile şart koşar. Ya da mükâfat vermesiyle olur.

Şöyle ki: Onunla mudaraba yapmak üzere amil kendine ait olan bir sermayeyi tahsil etmek üzere bankaya müsaade eder. Bunun miktarı ise, yapacağı farz edilen en düşük kâr, tezde belirlediğimiz şekilde sabit ücretin karşılığı* olan fazlalık ile sermayeye eşit olan miktarın toplamından; sermayeden ve asgarî kârından geriye kalanı iddia edeceği veya zarar ettiğine dair ortaya koyacağı delillerle belgeleyeceği miktar düşülerek hesaplanır.


EK:5

Günümüzde faizli bankaların mudilerden kabul ettiği ve bunlar için fayda (faiz) ödediği mevduat, «vadeli mevduat» diye bilinir. Bunlar gerçekte ise mevduat (emanet) değildirler. Bilakis bunlar tezde açıkladığımız şekilde, faizli birer borçturlar... Bu ekte ise şunu ele almak istiyoruz: Fıkhı bakımdan nazarî olarak bunları, bankanın tasarruf edebilme yetkisi bulunmakla birlikte mevduat (emanet) olarak kabul etmek mümkün müdür? Böylece mudilere mevduatları karşılığında ödenen faydalar, borç için ödenen faizli faydalar olmaktan kurtarılabilsin.

Faizli bankalara yatırılan mevduat, fıkhı anlamıyla gerçekte —ne tam, ne, de eksik—hiçbir şekilde emanet değildirler. Bunlar aslında sadece borçturlar. Bu nedenle de mudilerin aldıkları faydalar, borç karşılığında alınan faiz faydalarıdır.

Fakat bu, onlara karşılık verilen faydaları, borç için verilen faydalar olmaktan çıkartacak şekilde, onları fıkhı anlamıyla mevduat (emanet) olarak tasavvur edemeyiz, anlamına gelmemektedir. Bilakis, böyle bir tasavvur, yalnızca nazarî bile olsa, mümkündür.

Bundan anlaşılıyor ki biz, bu konuda bazı ileri gelenlerle aynı görüşü paylaşmıyoruz. Bu konu ile ilgili olarak özetle şunları söylemişlerdir: Mevduata ödenen faydaları borca karşılık ödenen faizli faydalar olmaktan çıkartacak şekilde, bankaya yatırılan mevduatı, gerçek emanet (mevduat) mis gibi düşünmek mümkün değildir. Çünkü banka mevduatının sahipleri, bankaya onlarda tasarruf etmek için izin verirler.

Fakat bankaya verilen bu tasarruf izniyle, mevduatın sahiplerinin mülkünde baki kalmaları düşüncesi yoktur. Çünkü o takdirde emanet bırakılan değerin kârıyla birlikte malike ait olması gerekir. Bilakis adı geçen izin ile kast edilen, karşılığını ödeme garantisi ile mevduatı mülk edinmek için bankaya müsaade etmektir. Bu ise borcun aynısıdır. Dolayısıyla bankanın mûdiye ödemiş olduğu faydalar, borç karşılığında ödenen faizden başka bir şey olmuyorlar.

Bunun tahkikine gelince, bu mevduatı gerçek mevduat (emanet) olacak, faydaları da faizli faydalar olmaktan çıkartacak şekilde tasavvur edebilmek birkaç şekilde olabilir.

Bu şekillerden biri: Mevduatı, sahibinin mülkünde baki, kaldığını varsaymak ve mevduatta tasarruf yapabileceğine dair bankaya yerilen izni, sahibinin mevduatını mülkiyeti altında bulundurması İle birlikte kabul etmektir. Bununla birlikte burada, bankanın vadeli mevduatla ilgili olarak yaptığı muamelelerde üzerinde durduğu üç esası da kabul ediyoruz. Bunlar: Mevduatın garantisi, kârını (bankanın) kendisine ayırması, mûdiye belirli bir miktarı ödemesi.

Mevduatın garantisi, faizden kurtulmak amacıyla, borç dolayısıyla düşünülmemektedir. Ek: 2'de açıkladığımız şekilde tazminat akdi gereğince düşünülmektedir. Akitle tazminatın,, yalnızca borca ait olmayan bir anlamının bulunduğunu açıklamış idik. Bunun aynı zamanda haricî malları da kapsadığını belirtmiştik.

Bu anlam ise, yalnızca borçlanmalarla ilgili tazminat (garanti) anlamından başkadır ve bu, «bir zimmetten, başka bir zimmete taşımak...» diye ifade edilir... Buna göre bankanın garanti vermesi ve bunun üzerine mudi ile anlaşmasıyla, mevduat mudiinin mülkü olarak kalmakla birlikte, bankanın uhdesine geçmiş bulunuyor.

Böylelikle birinci esas gerçekleşmiş oluyor. İkincisine gelince, bu ise bankanın kârları kendisine ayırması-dır. Bunun, tazminat akdinde veya ortaklık akdinde veya banka ile mudi arasında yapılacak herhangi bir akitle şart koşularak gerçekleştirilmesi mümkündür. Banka bununla mûdiye; değerin doğrudan doğruya kendisine intikal etmesiyle değil de, sonuçla ilgili olarak koşulan bir şartla kendisinin (mudiinin) mülkü olarak kalmasını şart koşar.

O takdirde bu, Şer'ân muâvaza kanununa aykırı olarak koşulmuş bir şart olur. Hatta intikali sözkonusu olduğu sürece değer, mûdiye intikal eder. Muhakkik Nâînî, şartlarla ilgili araştırmasında böyle bir şartın caiz olduğu görüşünü belirtmiştir. Daha önce bu konuda gerekil açıklamalar yapılmıştı.

Üçüncü esasa gelince ki bu, bankanın belirli bir meblağı mûdiye ödemesi idi. Bunu, daha önce sözü gecen sonuç ile ilgili olarak koşulan şartın bir istisnası olarak yorumlamak mümkündür. Şu anlamda ki, banka, mûdiye ödeyeceği kârdan artacak olan miktara kendisi malik olmak şartını koşacak. Çünkü banka bilmektedir ki, kâr diye ifade edilen değer, normal olarak mudilere ödediği miktardan daha fazla olacaktır. Bu bakımdan banka, sonuç ile ilgili olarak koşulan şarta benzer seklide, bu miktardan artacak kâra malik olmayı şart koşar.

Burada tazminat (garanti) düşüncesine başka bir yolla da varmak mümkündür. O da: Banka ve mudiinin anlaşarak, mudinin malik olduğu şahsî meblağını, muayyendeki küllî miktara tahvil etmeleridir. Meselâ, bin dinar yatırmış olan, kişisel olarak malik olduğu bu bin dinarı, bankanın malik olduğu bütün malların[3] toplamı içerisindeki küllî bin dinara tahvil eder. Bu ise Cevahir müellifinin daha önce, ikinci ekte gecen ortaklardan birisine sermayenin, diğerine ise kârın ve borçların ait olması üzerine anlaşan iki ortak ile ilgili rivayete yaptığı yoruma benzemektedir.

Cevahir müellifi (K.S.) yaptığı bu yorumda şunları söylemişti: İki ortaktan birisi, maliki bulunduğu malı muayyen içerisinde küllîye tahvil etmektedir. Bundan anlaşılan ise: Muayyen içerisindeki külliyi, şahsî bir ayn'a tahvil etmek mümkün olduğu gibi, şahsî ayn'ın da muayyen içerisindeki küllîye değiştirilmesi mümkündür... Bu da ya küllî aslın korunmasıyla birlikte hususî olarak temlik edilmesi ile olur, ya da bir nevi mübadele ile olur.

Mevduatı, muayyen içerisindeki külliye tahvil etmek üzere yapılacak bu ittifakın etkisi şu olun Muayyen içerisindeki küllî mülkiyetin kaidelerinin gerektirdiği şekilde, bu küllînin karşılığında bankanın mallarından arta kalan şeylerde telef söz konusu olduğu müddetçe mudi, bu telefin hiç bir şeyini yüklenmeyecektir.

Yanında bulunan mallardan herhangi bir şey için muâvaza (karşılık verme) isteğinde bankanın bunu yerine getirmek zorunda olması anlamında ve muayyen içerisindeki küllî olan mevduatının maliyetinin korunmasıyla ilgili olarak yaptıkları anlaşmada, mudi bankaya şu şartı da koşar. Banka belirli bir miktar değeri, bu küllî miktarın karşılığında koyacaktır ve bu miktar sözkonusu bu küllî'nin maliyetinden aşağı olmayacaktır.

Bankanın, zarar ederek on bin dinarı beş bin dinara sattığı varsayılırsa ve mudiinin de bu toplam içerisinde bin dinarı varsa, âdil paylaştırmanın gereği eksikliğin kapsamının kendisine de ait/ olmasını gerektiriyorsa da, bankayı (akid esnasında koşulan) şartı yerine getirmek zorunda bırakmak da mümkündür.

Şöyle ki: Satılan her bin dinarın onda biri ona ait olmakta ve her bin dinarın beşte biri kadar zarar etmektedir. Dolayısıyla bu on bin dinarlık malın birimleri beş bine satılmış bulunmaktadır. Bu şart sayesinde, mudiinin mülkünün maliyeti muhafaza altında olacaktır. Öyle ki bankanın zarar etmesi halinde bile durum değişmemektedir.

Nitekim bu esasa göre, mudiinin kârdan belirli bir payı da bulunmaktadır. Çünkü malin muayyeninde küllî bir hisseye maliktir... Bu takdirde banka sonuçla ilgili olarak koşulan şart türünden olmak üzere şöyle bir şart ileri sürebilir: Muayyen maldaki bu küllî malın sağladığı kârlardan, ödenmesi belirlenen miktardan bir şey artacak olursa, bu artan miktara banka sahip olacaktır. —Bilindiği gibi— sonuçla ilgili olarak koşulan bu şartla, küllîye isabet eden payın doğrudan bankaya intikal etmesini kast etmiyoruz. Bilakis bu, kârın bankaya intikali süresi boyunca, intikal eder.

Böylece mevduatın, sahiplerinin mülkü olarak kalması ve onların borç olmasının tasavvurunun mümkün olduğu ortaya çıkmış oluyor. Yine buna göre mudilere ödenen faydalar borç karşılığında ödenen faizler olmaktan da çıkmış oluyor.

EK:6

Bu ekte, çekin yazıldığı bankadan değil de başka bir bankadan tahsil edilmesi için tasavvur ettiğimiz fıkhı dayanaklar açıklanacaktır. Çekin, yazıldığı bankadan başka birisinden tahsil edilmesi şu demektir: Bir kişi alacaklısına bir çek verir. Alacaklı da bu çeki alır ve başka bir bankaya giderek, onun değerini o bankadan tahsil eder.

Çekin tahsil edilmesi gereken bankadan başka bir bankaya giden, adına çek yazılan kişinin, çekin tahsil edilmesi gereken bankanın zimmetinde çek değerinde alacağı vardır, demektir. Bu alacağı ise, ona çek verenin, bankaya onu havale etmesinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Adına çek yazılanın, doğrudan çekin tahsil edileceği, borçlu bankaya gitmeyip, çeki tahsil etmek için başka bir bankaya gitmesi eylemi, fıkhı bakımdan birkaç şekilde yorumlanabilir.

1—Adına çek yazılanın, çekin değerinin banka tarafından tahsil edilmesini istemesi. Şu anlamda ki: Çeki tahsil edilmek üzere verdiği bankadan, çekin asıl tahsil edilmesi gereken banka ile temas kurmasını ister ve adına çek yazılanın, çekin kıymetinin tahsil edileceği bankanın zimmetindeki alacağının, tahsil edecek bankanın zimmetine geçmesini teklif eder O vakit iki ayrı havale sözkonusudur: Biri, çekin ifade ettiği havale. Bu ise çek verenin, tahsil edileceği banka üzerine havalesidir. Diğeri ise, çekin asıl tahsil edileceği bankadan alacaklı olanın (yani adına çek yazılanın), çeki tahsil edecek olan bankaya havale edilmesidir.

Bu durumda çeki tahsil edecek olan bankanın ücret alması caiz olur. Bu ücreti, çekin tahsil edileceği banka İle temas kurması ve bu alacağın üzerine havale edilmesini teklif etmesi karşılığında olur.

2 — Adına çek yazılanan, başka bir bankadan tahsil edilmek üzere verilen çekin kıymetinin tahsil edilmesine dair olan isteği; onun çek gereğince başka bir bankanın zimmetinde malik olduğu alacağı satması anlamına gelir. Çeki tahsil edecek olan banka da bu alacağı, nakden değerini ödemek suretiyle satın alır. Bu durumda kendisi, çekin tahsil edileceği bankaya, çekin değerinde borç vermiş olur.

Bu varsayımla ilgili olarak denebilir ki: Çeki tahsil edecek olan bankanın, çekin tahsil edilmesi gereken bankadan çekin değerini tahsil etmesi karşılığında, adına çek yazılandan herhangi bir ücret almaya hakkı yoktur. Çünkü o, adına çek yazılandan, çekin ifade ettiği alacak miktarını satın aldıktan sonra alacağın maliki kendisi olur. Dolayısıyla çekin kıymetini kendisi adına tahsil etmiş oluyor, adına çek yazılan için değil. Bu durumda adına çek yazılandan (yani alacağını satandan) herhangi bir ücret istemenin anlamı olmaz.

Bu varsayımda ücret almak, çekin bu şekildeki tahsilini alacağın satılması şekline irca' ettikten sonra, adına çek yazılanın onu sattığı değerden ücret miktarının düşülmesiyle veya bu miktarın satın aldığı değere eklenmesiyle sahih olur. Şu anlamda ki: Borcunu tahsil edecek olan bankaya alacağını ve ücret miktarını, çekin değeri karşılığında satmaktadır.

Fakat bu, alacağın değerinden daha aşağıya satılmasının caiz olmasına bağlıdır. Caiz değilse o takdirde bu da caiz olmaz. Ancak alacağın değerinden daha aşağı bir fiyata satılamayacağı esasından hareket etsek bile alacağın değerinden daha düşük bir fiyata satılması sözkonusu olmaksızın ücret almanın tashih edilmesi mümkündür.

Şöyle ki: Çek sahibinden alacağını satın alan banka, ona satış akdinde alacağı, çek sahibi için tahsil etmeyi şart koşar. Böylelikle banka alacağı, değerinden daha aşağı bir fiyata almaktan kurtulmuş olur. Elindeki çekin ifade ettiği alacağını satan, alacağını bizzat kendisi tahsil etmek istemediğine göre —ki isteseydi doğrudan çekin tahsil edileceği bankaya giderdi— alacağını ondan satın alan bankanın, sözkonusu şartla belirli bir mal karşılığında borcunu istemekten vazgeçmesini istemek hakkıdır.

3 — Adına çek yazılmış olanın, başka bankadan çekilmek üzere verilmiş çekin kıymetinin tahsilini diğer bir bankadan istemesi, onun çekin tahsil edilmesi gereken bankanın zimmetindeki alacağını kabz etmek üzere diğer bankayı vekil olarak tayin etmesi olarak da görülebilir. Böyle bir varsayımda, çekin tahsil edilmesi karşılığında, bankanın belirli bir ücret alması caiz olur.

Kendisinden çekin tahsil edilmesi istenen banka, bu durumda, birinci şekilde olduğu gibi, adına çek yazılana borçlanmıyor. İkinci şekilde olduğu gibi çekin tahsil edileceği bankadan da alacaklı olmuyor. Bilakis alacaklı (adına çek yazılan) da, borçlu (çekin tahsil edileceği banka) da oldukları gibi kalıyorlar, durumlarında herhangi bir değişiklik olmaz. Çeki tahsil eden banka ise, borçludan çekin karşılığını nakden teslim almak üzere aracılık görevini yerine getirmektedir.

Çeki tahsil etmekle görevlendirilen bankadan, çekin kıymetini tahsil etmeden önce, adına çek yazılan kişi çekin kıymetine eşit bir miktarı teslim alırsa; bu miktarın banka tarafından adına çek yazılana verilen bir borç olarak görülmesi mümkündür. Çeki tahsil edecek olan banka, bu alacağını, çekin tahsil edileceği bankadan çeki tahsil ettiği vakit alır. Bunun üzerine, çeki tahsil etmekle görevli bankanın aldığı ücret ise, borç karşılığında alman bir fayda olarak görülemez ki böylelikle bu ücret de faiz olamaz.

Bu fıkhı açıklama, çekin tahsil edilmesi işleminin, çekin tahsil edileceği bankadan çek miktarının teslim alınması ile sıkı bir şekilde bağlı öldüğünü ortaya koyuyor.

4 — Çekin tahsil edilmesi işleminin bir borç verme ile bir havale işleminden oluştuğunu var saymak. Şöyle ki: Adına çek yazılan, çekin tahsil edileceği bankanın dışındaki bir bankayla temas kurar, ondan çekin değerine eşit miktardan borç alır; böylelikle adına çek yazılan temas kurduğu bu bankaya çek değerinde borçlanmış olur.

Bundan sonra da adına çek yazılan, bankayı, çekin tahsil edileceği diğer bankaya havale eder. O zaman bu, borçlunun alacaklısını, alacaklı olduğu diğer bir kişiye havale etmesi demek olur... Bu da Şer'ân sahih olan bir havaledir. Böyle bir varsayımda bankanın ücret alması caizdir. Çünkü banka, adına çek yazılana borç vermekle, ondan alacaklı olur. Adına çek yazılan ise, bankayı, çekin tahsil edilmesi gereken başka bir bankaya havale etmek istiyor.

Hâlbuki o (borç veren banka), alacaklı olarak böyle bir havaleyi kabul etmek zorunda değildir. Aksine, adına çek yazılandan alacağını nakden ödemesini istemek hakkına sahiptir... Durum bu olunca, adına çek yazılan, alacağının nakden ödenmesinden vazgeçmesi ve havaleyi kabul etmesi karşılığında bankaya belirli bir ücret verebilir.

Bu ücret ise alacaklının, alacağının bir süre kalması karşılığında alınmamaktadır, bu bakımdan faiz olmaz. Biz burada alacaklının alacağı karşılığında herhangi bir mal istemediğini kabul ediyoruz. O, havale ile alacağının bir zimmetten başka bir zimmete geçmesi karşılığında belirli bir mal istemektedir; bizim kabul ettiğimiz budur.

Böylelikle yaptığımız tahkikten, çekin tahsil edilmesi gereken bankadan değil de başka bir bankadan tahsil edilmesi işlemim, sözü geçen dört şekilden birisiyle fıkhın yorumlamama mümkün olduğu anlaşılıyor... Yine bütün bu şekillerde fıkhı açıdan bankanın ücret almasının da mümkün olduğu anlaşılıyor.

Bu tahkikimiz, sözkonusu edilen şekliyle çekin tahsilinin havale türlerinden birisi olduğunu ileri süren bazı ileri gelenlerin görüşlerinin durumunu da ortaya çıkarmış oluyor. Çünkü çekin hâmili, onu satın alanı {yani çeki tahsil edecek olan bankayı), sözü geçen meblağı teslim almakla, çekin tahsil edileceği bankaya havale etmiş oluyor.

Bu nedenle bu işleme de havale ile ilgili hükümler uygulanır. Havale işleminde, bir kişinin bankadan bir miktar mal alıp, aldığı bu miktarı ondan teslim almak üzere bankayı başka bir tarafa havale etmesi halinde bankanın ücret almasının caiz olmadığını, tercih etmişlerdir. Çünkü banka bu durumda alacaklı olur. Dolayısıyla onun bir ücret alması, faiz artışı demek olur.

Çekin tahsili işlemi için şu varsayım ileri sürülürken fıkhı dayanağının ne olduğu bilinmemektedir: Çeki tahsil eden banka, çeki sahibinden satın alır çek sahibi de onu çekin tahsili edileceği bankaya havale eder.

Eğer çek sahibinin elindeki çeki sattığı düşünülüyorsa, bu, onun çekin tahsil edileceği bankanın zimmetindeki alacağını, satıyor demektir. Çünkü çekin kendisinin, bizatihi herhangi bir değeri yoktur. Bir vakit banka, satış akdi gereğince, çek sahibinin çekin tahsil edileceği bankanın zimmetindeki alacağına malik oluyor...

Bu şekildeki bir işlemi havale olarak kabul edebilmenin imkânı yoktur. Çünkü çekin tahsil edileceği bankanın zimmetindeki alacağa, tahsil edecek olan banka, satışla malik olmaktadır, havale yoluyla değil. Satış akdini varsaydıktan sonra, havale akdinin varlığından söz etmenin ne anlamı olur ki?...

Eğer çek sahibinin önce bankadan bir miktar mal borç aldıktan sonra onu çekin tahsil edileceği bankaya havale ettiği düşünülüyorsa, bu durumda çekin satın alınması diye bir şey yoktur. Bilakis banka tarafından borç verilmekte, sonra da borç alan, bankayı diğer bir kişiye havale etmektedir.

Çekin bu şekilde tahsil edilmesi işlemi için fıkhı dayanak ine olursa olsun; bankanın adına çek yazılandan ücret alabileceği ve daha önce geçen fıkhı bütün şekillerde de fıkhı babımdan bunun açıklanabileceği anlaşılmış oluyor.


EK:7

Faizsiz banka tezini ele alırken, havale işlemleri için normal olarak alınan ücretleri incelemiş ve bunun sahih olduğunu belirtmişidik. Bu ek ise bu ücreti simanın meşruluğu ile ilgili yaptığımız araştırmanın bir uzantısıdır ve burada diğer noktai nazarlar geniş bir şekilde ele alınmıştır.

Zikrettiklerimizle, ileri gelenlerden birinin tavrıyla ilgili görüşümüz açıkça ortaya konmuştu. Bu zat, bankanın almış olduğu ücreti, bazı haltere ait özel durumlarda olduğu gibi ele almış ve havalenin iki şeklinin bulunduğunu ifade etmişti. Biri: Herhangi bir ikisinin Necef'teki bankaya bir miktar mal verip, aynı miktarı havale yoluyla Bağdat'taki bankadan alması şeklidir. Bu havale işlemi karşılığında banka, havale çıkartandan belirli bir ücret alır.

Diğeri: Bu kişi Necef'teki bankadan belirli meblağı alır ye bu meblağı teslim alabilmesi için bu kişi, Necef'teki bankayı, Bağdat'taki bankaya havale eder. Bunun üzerine Necef'teki banka bu meblağı, Bağdat'taki bankadan teslim almak üzere, o kişiye verir; bunun karşılığında da belirli bir ücret alır.

Birinci şekildeki havale işlemi için ücret almak caizdir. Çünkü banka bu şekilde borçlu durumundadır (alacaklı değil). Bu durumda bankanın ücret alması, borçlunun yararına oluyor, alacaklının değil. O halde bu ücret faiz olmaz. İkinci şekle gelince, bunda banka borç veren (alacaklı) durumundadır. Buna göre bu durumda bankanın ücret alması, haram olur; çünkü bu, faizdir. Konu ile ilgili olarak yapılan açıklamaların özeni bundan ibarettir.

Tahkik’ine gelince: Ücret almak her iki durumda da sahihtir ve caizdir. Çünkü ikinci şekilde bile bu durumları, fıkhen bazı esaslara bağlamak mümkündür. Nitekim metinde verdiğimiz açıklamalardan bu durum açıkça anlaşılmıştır. Buna göre ücret, borçlunun, alacaklısına olan borcunu belirli bir yerde ödemeyi ona kabul ettirmesi veya alacaklının, borçlusunu belirli bir yerde ödemeye mecbur etmesi karşılığında alınmaktadır...

İkinci şekilde, Necef'teki banka her ne kadar alacaklı ve borç veren ise de; borç verme işlemi Necef'te gerçekleştiği için, belirli bir yerde ödeme yapma şartıyla borç alınmadığı için borcun ödenmesi gereken tabiî yen Necef’tir Dolayısıyla, bankanın borçluyu, borcunu Necef'te ödemek zorunda bırakması hakkıdır. Varsayım ise borç alanın borcunu başka yerde ödemeyi teklif etmesi şeklinde olduğuna göre; belirli bir miktardaki mal karşılığında olmadan bankanın böyle bir ödemeyi kabul etmemesi mümkündür. Bunda ise kesinlikle faiz yoktur.

Böyle bir fikri dayanak bulmakta esas düşünce şudur: Alacaklı veya borçlu, diğer tarafı, borç akdinin yapıldığı, ödemenin yapılması gereken tabiî yerin dışında ödemenin yapılmasını ona kabul ettirmek istediğinde, diğer tarafın bunu kabul etmesi karşılığında belirli bir mal alabilir; bu, onun hakkıdır.

EK:8

Tezde, senedin tahsili karşılığında bankanın ücret almasının Şer'ân caiz olduğunu gördük. Bu ekte ise bankanın ücrete ne zaman hak kazandığını ele almak istiyoruz.

Banka yalnızca borçludan senedin kıymetini istemekte, alacaklıdan ücret almaya hak kazanır mı, yoksa onun ücrete hak kazanması, borcu fiilen tahsil etmesine mi bağlıdır?

İleri gelen âlimlerden birisi bu konuyu ele almış ve bunu, mükâfat veya icâre olup olmadığına göre çözümlemeye çalışmıştır. Ona göre, eğer bankanın ücret alması, mükâfat türünden ise, bankanın malı, borçludan tahsil etmesi kaçınılmazdır.
Aksi halde bunu alamaz. Banka bunu eğer mükâfat kabilinden alıyorsa, şuna benzer: Bir kişi: «Benim kaybettiğim malı bulana on dinar var» derse; bu dinarlara hak kazanabilmek, bu kayıp malın bulunmasına bağlıdır. Yok, eğer bunu icâre esasına dayandırırsak, bankanın borçludan borcu istemesi karşılığında, alacaklıdan ücret almak hakkı doğar; alacağı tahsil etsin veya etmesin, durum değişmez.

Tahkikine gelince: Bankanın yalnızca alacağı istemesi veya fiilen bu meblağı tahsil etmesine bağlı olarak ücrete hak kazanabilmesi; onun mükâfat veya icâre türünden olmasına bağlı olan bir şey değildir. Bilakis, mükâfatın veya icârenin dayalı olduğu kaynağın teşhisine bağlıdır.

Bunun tahkikine gelince: Bankanın alacağı tahsil edebilmesi, banka için ya mümkün olabilen bir şeydir. İsterse bu, bankanın alacağı ısrarla istemesine veya mahkemeye başvurmasına ve bu gibi yolları denemesine bağlı bulunsun. Ya da senedin tahsil edilmesi için yapılan istemenin fayda vermemesi hallerinde, bankanın senedi tahsil etmekten aciz olduğunun farz edilmesi...

Bankanın senedi tahsil etmesinin mümkün olduğu farz edilirse; tahsil edebilmesi halinde, alacaklının bankaya bir miktar mükâfat vaat etmesi mümkün olduğu gibi; fiilen borcu tahsil edebilmesi karşılığında onu bir ücret karşılığında tutması da mümkündür... Bu durumda banka, yalnızca borcun tahsilini istemek karşılığında, mükâfata da, icâre (ücret) ye de hak kazanamaz. Çünkü banka borcu tahsil edememiştir; mükâfat ve ücret, senedin tahsil edilmesi karşılığında konmuştur, yalnızca bankanın alacağı istemesi karşılığında değil.

Bankanın atacağı fiilen tahsil edemeyeceği, ancak borcu isteyebilmek, imkânına sahip olduğu varsayılacak olursa; alacaklının, borcunun borçludan istenmesi karşılığında bankayı ücretli tutması mümkün atabildiği gibi; yalnızca atacağının istenmesi karsağında da bankaya bir mükâfat ortaya koyabilir... Bu durumda, banko yalnızca alacağın tahsilini istemek karşılığında hem ücrete, hem de mükâfata hak kazanır. Çünkü mükâfat da, ücret de yalnızca alacağın istenmesi karşılığında ortaya konmuştur.

Borcun fiilen tahsili karşılığında değil. Bundan açıkça şu ortaya çıkıyor: Mükâfata, ancak tahsil ile hak kazanılabilecek şekilde, tasavvur edilebildiği gibi; ücrete de hak kazanabilmek için yalnızca istemenin yeterli olamayacak bir şekilde tasavvur edilebilmesi de mümkündür.

Bundan sonra geriye, bankanın bazen tahsil edebileceği, fakat ancak istemek imkânına sahip olabildiği durumu görmemiz kalıyor. Ki bazen banka bu durumlarda senedi tahsil de etmeyebilir. Çünkü onun, senedin karşılığını tahsil edebilip veya edememesi, borçlunun borcunu ödeyebilecek durumda olup olmamasına bağlıdır... Şimdi böyle bir varsayımda, mükâfatı ve ücreti, fiilen tahsilin gerçekleşmesine bağlı şeyler olarak düşünmemiz mümkün olur mu, olmaz mı?

İcâreye gelince; onun ecir’in (ücretle tutulanın) ücretle tutulan işe kadir olabilmesine bağlı olduğu apaçıktır. Aksi takdirde icâre akdi batıl olur. Çünkü icârenin sıhhati, ücretlinin menfaate malik olmasının bir dalıdır. Ki böylelikle bu menfaatin temliki, icâre akdiyle müstecire (ücretle tutana) mümkün olabilsin. Eğer ücretle tutulan, meselâ dikiş dikemiyorsa; dikiş onun malik olduğu faydalardan bir tanesi olamaz ki bunu başkalarına temlik edebileceği menfaatlerden biri olarak kabul edebilelim. Buna göre, alacaklının, alacağını tahsil edip bu alacağı teslim etmeye gücü yetenden başkasını böyle bir işi yapmak üzere ücretle tutması sahih olmaz.

Tabiî ki bu borçlunun, borcu istendiği takdirde ödeyebilecek durumda olması halinde böyledir... Bu gibi durumlarda alacağın borçludan tahsil edilip alacaklıya teslim edilmesi karşılığında ücretin sözkonusu olması caiz bir durum olur. Çünkü borçlu istendiği takdirde bunu ödeyecek durumda olduğuna göre, ecir de bu işi yapabilecek durumdadır. Borcun istenmesi halinde, borçlunun onu ödeyemeyecek durumda olmasına ve ecir’in de onu ödemeye zorlayamayacak halde olmasına gelince; o takdirde borcun tahsil edilip, alacaklıya teslimi, ecir için mümkün olmaz... Dolayısıyla bu iş için sözkonusu olan icâre batıl olur. Ecir’in ise kadir olup olamaması konusunda şüphe edilen durumlara gelince ki üzerinde durduğumuz bu konuda durum böyledir, çünkü istendiğinde, borçlunun borcunu ödemeye hazır olup olmadığının şüpheli olduğunu düşünmekteyiz, buna göre ecir’in borcu tahsil edip alacaklıya teslim edebilmesi şüpheli olur...

Ecir'in mutlaka yerine getireceği şüpheli olan işleri görmek üzere yapılan icâre akitleri batıl olur mu, yoksa akdin sahih veya batıl olması, işin neticesine mi bağlıdır? Eğer ecir, ücretle tutulduğu işi yapabilecek kudrette ise, icâre akdi sahih olur. Çünkü bu durumda ecir, ortaya koyacağı ise fiilen maliktir, onun o işi (ücretle tutana) temlik etmesi gerçekleşebilir. Eğer ecir’in ücretle tutulduğu işi yapmaya kudreti sabit değilse, gerçekte icâre akdi batıl olur. Çünkü bu durumda ecir, malik olmadığı faydalan (isleri )başkalarına temlik etmiş oluyor. Fakat bu, icâre akdinin batıl olmasını gerektiren talik (bir şarta bağlamak) türünden değildir. Bunun nedenine gelince, ilk olarak: Bir defa ecîrin değer karşılığında fiilen gerçekleşecek bir şekilde menfaati temlik edebileceğini varsaymak mümkündür.

Çünkü ecir’in kadir olup olmadığında şüphelenmekten dolayı filan faydayı temlik edebileceğine dair olan şüphe, onun gerçekleşebilecek bir şekilde ivaz karşılığında o faydayı temlik edeceğine dair bir akid yapmaya engel değildir. Böyle bir akid şuna benzer: Herhangi bir mala malik olup olmadığında şüpheli olmakla birlikte bir kimse bunu, satar. Şimdi burada sözkonusu olan talik, icâre akdinin sahih olup olmayacağı ile ilgili olan hükme dair bir taliktir.

Ecir ve müstecir (ücretle tutan) in, icâre akdinde belirli bir ücret belirlemeleriyle ilgili değildir. İkinci olarak: Ecir ve müstecir'in anlaştıkları konularda talik’in sözkonusu olduğu kabul edilse bile bu, batıl olan talik türünden değildir. Çünkü bu talik, akdin sıhhati için gerekli rükünlerin tamamlanmasıyla ilgili bulunuyor. Hacıların döneceği vakit veya yağmurun yağacağı zaman gibi, akitle ilgisi olmayan herhangi bir haricî talik de değildir. Ki bu tür haricî taliklerin akitleri iptal ettiğinde icmâ vardır.

Eğer biz, ecir’in o işi yapıp yapamayacak durumda olduğunda şüpheli olduğumuzdan —isterse bu işi yapabileceğine dair kudreti sabit olsun— icârenin batıl olduğuna hüküm verirsek; bu hükmümüz ya talik dolayısıyla şüpheye düştüğümüzden dolayıdır, ya ğarar (= teslimi umulmayan şeylerin satışı) dolayısıyladır, ya da buna benzer başka bir sebep dolayısıyladır...

Fakat burada —varsayımdan hareketle bankanın bu işe kadir olup olamayacağı şüphelidir diye— icâre akdinin, bizzat borcun tahsil edilip, alacaklıya verilmesi şeklinde yapılması mümkün değildir. Buna göre, bankanın yalnızca senedin tahsilini borçludan istemesi karşılığında ücrete hak kazandığının kabul edilmesi kaçınılmazdır. Banka, yalnızca borcu istemekle ücrete hak kazanır.

Eğer biz, şüphe ile birlikte yapılan icârenin sıhhatinin sonuca bağlı olduğundan hareket edecek olursak; o zaman icâre akdi, o işin gerçekleşmesi halinde sahih, gerçekleşmemesi halinde ise batıl olur. İcâre akdini o zaman şu şekilde tasavvur etmemiz mümkün olur: Ecir (banka), fiilen borcu tahsil etmedikçe ücrete hak kazanamaz. Bu ise ücreti, bizzat borcun tahsil edilip alacaklıya teslim, edilmesi karşılığında şart koşmakla mümkün olur...

Bu durumda banka, yalnızca senedin tahsilini istemekle ücrete hak kazanamaz. Fiilen borcu tahsil etmedikçe ona ücret yerilmez. Çünkü banka, borcu tahsil edemeyince, .ücretle tutulduğu işi yerine getiremediği, buna bağlı olarak da icâre akdinin batıl olduğu, açıkça ortaya çıkmış oluyor. Dolayısıyla ücret almayı gerektiren bir durum ortada kalmıyor... Diğer taraftan banka, borcu ister ve tahsil edebilirse, o zaman ücrete, hak kazanır. Çünkü böylece bu işi yapabildiği, buna bağlı olarak da icâre akdinin sahih olduğu ortaya çıkmış oluyor. Dolayısıyla banka, ücrete akid dolayısıyla malik olur ve ücret karşılığında tutulduğu işi teslim etmekle ücretini de teslim almaya hak kazanır.

Meseleyi ikinci şekil, yani şüphe ile birlikte yapılan icâre akdinde sonuca bakılır şekli üzerine kurmak, uzak bir ihtimal değildir.

Ecir’in ücretli tutulduğu işi görmeye kadir olması, icârenin sıhhati için göz önünde bulundurulur, iddiası iki şarta bağlıdır. Bunlardan biri: İcâre akdinde müstecirin lehine malik olduğu menfaat, ecîrin mülkiyetinde bulunabilmelidir. Eğer ecir, meselâ, dikiş dikemiyorsa, o böyle bir menfaate malik değildir demektir. Dolayısıyla onun böyle bir menfaati temlike kalkışması sahih olamaz... Diğeri: İcâre akdinde, (menfaati) teslim edebilmeye kadir olmak şarttır; bu, malî menfaatlerle ilgili bile olsa böyledir. Buna göre ecir’i n ücretle tutulduğu işi yapamaması, teslim edebilme şartının yerine getirilmemesini gerektirir. Bu esasa göre; şüpheli olmakla birlikte menfaati teslim edebilmeye kadir olmak, böyle bir icâre akdinin batıl olduğunu ret etmek için, birinci şartta işe yarar.

Çünkü gerçekte öyle bir gücün varlığının Ortaya çıkması, ecir’i n sonuçta menfaate malik olması için yeterlidir. İcâre akdinin sıhhati ise, ücretle tutanın menfaate malik olmasına bağlıdır, kendisinin ona malik olacağını bilmesine bağlı değildir. Butlanın diğer şartına gelince; ecir’in kadir olup olmadığında şüphe etmekle birlikte, sonuçta ortaya çıkacak olan kudreti varsaymakla bu ortadan kalkmaz. Çünkü teslime kadir olmayı şart koşmanın anlamı ğarar (teslimi umulmayan şeyin satışı) dır. Ğarar ise teslim edilebileceğine dair bir bilgi hâsıl olmadıkça ortadan kalkmaz...

Bu itiraz şöyle geri çevrilebilir: Varsayıldığı şekilde, işin teslim edilebilir olmasının şart olması, icârenin sıhhati için gereklidir ve ö olmadan icâre batıl olur hükmünde gaye, ğârar'ın nehy edilmesi değildir. Çünkü burada matlûb olanın senet ve delâlet bakımından ispat edilmesi zordur. Ki yerinde bu tahkik edilmiştir. Bilakis bu konuda icmâ ve kesin inanılan husus: Kudretin bulunmadığının varsayılması şeklindedir.

Bütün bu açıklamalar, icâre ile ilgilidir.

Mükâfata gelince, onu, banka, borcu fiilen tahsil etmedikçe hak kazanamaz şeklinde tasavvuf etmek mümkündür. Bu da iki şekilden birisiyle olur.

Birincisi: Mükâfatın, yalnızca borcun istenmesi için değil de; borcun tahsil edilip, alacaklıya teslim edilmesi karşılığında ortaya konmuş olması. Aralarında bilinen, kendisi için mükâfat vaat edilenin yapacağı belirti işi yapabilecek durumda olmasının şart koşulmasıdır, burada varsayılan ise yapabilecek durumda olmamasıdır, şeklindeki iddiaya karşı da şöyle denebilir: Mükâfat, yapılan işin menfaatini ortaya mükâfat koyana temlik etmeyi tekeffül etmediğine göre, daha önce icârede sözünü ettiğimiz birinci şart burada sözkonusu değildir.

Bu şarta göre ecir’in ücretle tutulduğu işe kadir olması gerekiyordu ki, sağlaması gereken menfaate malik olabilsin. Ki onun bu malik oluşu, bu menfaati temlik etmenin geçerliliği için şarttır. Kendisi için mükâfat vaat edilen kişi bu mükâfatın gerektirdiği işi yapmadıkça, mükâfat koyanın fiilî bir sorumluluğu olmaz. Çünkü mükâfattan anlaşılan, onun şarta bağlı olduğudur, Ondan önce, istenen işin görülmüş olması gerekir. Bunun karşılığında ise mükâfata hak kazanılır. Burada icâre için ileri sürülen ikinci şart da sözkonusu olamaz. Ki o şart da; istenen işin yapılamaması halinde ğarar'ın söz konusu olması şeklinde idi... Burada ise mükâfat veren açısından ne bir sakınca vardır, ne de ğarar. Çünkü kendisi için mükâfat öngörülen ancak yaptığı işten başka bir şeye hak kazanmamaktadır.

Bu esasa göre Mükâfatta, kendisi için mükâfat vaat edilenin bu işe kadir olmasını şart koşan herhangi bir delil yoktur. Ancak, kendisi için mükâfat vaat edilen kişi işi yapmaya kadir değilse, mükâfat vermek akıllıca bir iş değildir, bir beyinsizliktir. Bu sakınca ise kendisi için mükâfat vaat edilenin işi yapamayacağını bilinmesinin sözkonusu olması halindedir. İşi yapabileceği ihtimali varsa, o takdirde mükâfat ortaya koymak aklî bir iş olur ve onun yürürlüğüne engel bir şey yoktur. Buna göre, burada alacaklının bankaya alacağının fiilen tahsil edilmesi karşılığında bir mükâfat belirleyip, ona veya istediği kimseye teslim etmesi mümkündür. İsterse bankanın alacağını tahsil edebileceğine dair bir şüphe bulunsun.

İkincisi: Mükâfatın borcun istenmesine karşılık ortaya konduğunun varsayılmağıdır. Ki kendisi için mükâfat konulanın bu kadarlık bir işi yapabileceği bilinen bir şeydir. Ancak mükâfat burada kayıtsız, şartsız ortaya konmuyor. Bilakis borçlunun borcunu ödeyebilecek durumda olmasına bağlıdır...

Alacaklı bankaya der ki: «Eğer borçlu, alacağımı ondan istediğinde, borcunu ödeyebilecek durumda ise; alacağımı ondan istersen ben; sana bir dinar vereceğim.» Böyle bir şey ise, «talik edilen mükâfat» türündendir. Mükâfat konusunda bu tür talikin ise sakıncası yoktur. Bu tahkik edilirse, daha önce geçtiği şekilde borçluluğu gerektiren hallerin bir sınırlamasından başka bir şey değildir. Buna göre, banka ancak borçlunun borcunu ödemeye hazır olduğu hallerde mükâfata hak kazanabilir. Bu hazır oluş ise, isteme sonunda borcun tahsili sonucunu verir.

Böylelikle geçen bütün açıklamalardan açıkça anlaşılıyor ki: Bankanın istemekle veya fiilen borcu tahsil etmekle ücrete hak kazanması; verilen bu ücretin icâre akdi karşılığında verilmesine veya mükâfat olarak ortaya konmasına bağlı değildir... Bilakis o, karşılığında mükâfat ortaya konan veya ücret belirlenen işin yapılan teşhisine bağlıdır.


EK:9

Bu ekte, banka tarafından kabul edilen senedin fıkhı açıdan hükmünün ne olduğu geniş bir şekilde ele alınmıştır.

Bankanın senedi kabul etmesi, banka tarafından borcun bir nevi taahhüt edilmesidir. Borçlu borcunu ödemeyi kabul etmeyecek olursa, banka bu borcu alacaklıya ödemeyi kabul eder. Tezde de bankanın senet kabul etmesinin sahih olduğunu söylemiştik. Çünkü bu, meşru olan bir taahhüttür. Şimdi bu taahhüdün anlamını sınırlandırmak ve fıkhı dayanaklarını ortaya koymak istiyoruz.

Bu taahhütle bilinen fıkhı anlamıyla «tazminat akdi»ni kast etmiyoruz. Çünkü tazminat akdi, —fıkhımız olan İmamı fıkhında meşhur olan görüşe göre— borcun, bir zimmetten diğer bir zimmete nakledilmesi sonucunu doğurur. Zimmetin zimmete veya mesuliyetin mesuliyete eklenmesi sonucunu vermez. Bankanın senedi kabul etmekle, senedin ifade ettiği borcu, borçlunun zimmetinden kendi zimmetine taşımayı kastetmediği açık bir şeydir. Senet kabulüyle tazminat akdi yapılmak istenirse ve bununla bir zimmetin diğer bir zimmete katılması amaç edinilirse bu, Şer'ân batıl olur.

Bu bakımdan biz, bankanın senet kabul etmesini, fıkhen bilinen anlamıyla tazminat akdi olarak yorumlamak istemiyoruz. Fakat biz burada bunun borcun, asıl borçlunun zimmetinden başka bir zimmete taşınması ve mesuliyetin diğer mesuliyete katılması suretiyle, borçlunun sorumlu olması gereken meblağdan başkasının sorumlu olması şeklindeki anlamların dışında bir anlamın daha bulunduğu görüşündeyiz. Bu üçüncü anlam ise, diğer bir şahsın, borcun alacaklıya ödenmesinden sorumlu olması demektir. Meselâ, bu diğer şahıs, alacaklıya şöyle der: «Borcunun sana ödeneceğini ben taahhüt ediyorum.» Buradaki teminat, borçlu yerine veya onunla birlikte borç miktarının tazmin edileceği anlamında değildir... Buradaki teminat, borcun «asıl borçlunun zimmetinde kalması ve onun borcun sorumluluğunu yüklenmesi ile birlikte ödeneceğine dair teminat yermekten başka bir şey değildir.

Şöyle bir iddia ileri sürülerek, bu üçüncü anlamın da zimmetin zimmete veya mesuliyetin mesuliyete eklenmesi anlamına geldiği ileri sürülemez: «Asıl borçlu ile borcu taahhüt eden kişilerden her biri, borcun sorumluluğunu yüklenmektedir. Bu ise «eklemesinin ta kendisidir!...» Çünkü böyle bir yanlış anlamaya cevabınız, bu üçüncü anlam ile «ekleme»nin ifade ettiği anlam arasındaki farkı ortaya koymakla verilecektir. Zimmet ve mesuliyetlerin eklenmesi anlamındaki tazminat, borçlunun da, borcu tazmin etmeyi kabul edenin de bu meblağdan (diyelim ki: on dinardır), alacaklı önünde sorumlu olmaları demektir, iki ayrı mesuliyet, bir şey için sözkonusudur. O da belirli miktardaki borçtur. Bu nedenle alacaklı bunlardan istediğine başvurabilir.

Üçüncü anlama gelince; borçlunun ve taahhütte bulunanın birlikte mesuliyet yüklenmeleri anlamı burada da sözkonusu olmakla beraber, mesuliyetin sözkonusu olduğu mevzu ayrıdır. Taahhütte bulunanla borçlunun zimmetleri, bu üçüncü anlamda, sözkonusu meblağda meşgul değildir ve sorumlu da değildirler. Bilakis yalnız borçlu bu meblağda sorumludur ve zimmeti de meşguldür; taahhütte bulunan ise bu meblağın ödenmesinden sorumludur. Yani o, borçlunun sorumluluğunu kabul etmeyip zimmetindeki borcu ödeyememek durumlarında mesuldür...

Buna göre, bu üçüncü anlam sözkonusu olduğunda, alacaklı doğrudan doğruya taahhütte bulunana başvurup, borç alınan meblağı ondan isteyemez. Çünkü bu anlamıyla taahhüt eden, borç alınan miktardan ilk olarak sorumlu değildir. O, borçlunun, alacaklısına olan borcunu ödemesinden ve böylece bu borçtan kurtulmasından sorumludur. Taahhüt edenin bu gibi taahhütlerinin doğurduğu sonuç şudur: Eğer borçlu, alacaklısına olan borcunu ödemekten kaçınırsa, alacaklı bu borcu, taahhütte bulunandan istemek hakkını elde eder.

Borçlunun borcunu ödemekten kaçınması halinde; taahhütte bulunanın verdiği taahhüdün gerçekleşmemesi anlamındadır. Çünkü o, borçlunun borcunu ödeyeceğini taahhüt etmiş bulunuyordu. Bizzat ödemenin yapılması işlemi, malî bir kıymet ifade ettiğine ve varsayım da borçlunun borcunu ödememesi dolayısıyla, alacaklının bu değerinin telef olması demek olduğuna göre; taahhüt edenin bulunduğu taahhüdü yerine getirmesi gerekir. Bu takdirde taahhütte bulunan, ödenmesi gereken borcun kıymetinde, zimmetli olur.

Böylelikle üçüncü anlamdaki tazminatın, ödemenin yapılacağına dair bir taahhüt olup, borçlunun sorumluluğu olan meblağın taahhüt edilmesi demek olmadığı açıkça ortaya çıkmış oluyor. Böyle bir taahhüt ise, borçlunun borcunu ödememesi nedeniyle borç miktarının telef olması halinde, kıymetinin tazmin edilmesi sonucunu verir. Borcun ödenmesinin ancak ödenen meblağın maliyeti göz önünde bulundurularak malî bir kıymeti bulunduğuna göre; alacaklının borcun kıymetini bizzat taahhütte bulunandan alması, borcun değerinin alınmasıdır. Böylelikle borç düşer

Bu üçüncü anlamdaki tazminat, ilk olarak aklın hükmüne göre sahihtir, ikinci olarak «akitleri (nizi) yerine getiriniz» mealindeki ayetin ifade ettiği genelliğe göre Şer'ân sahihtir. Fakat «akid (erinizi yerine getiriniz» mealindeki ayetin ifade ettiği genel hükümden hareket etmeden önce, aklen böyle bir taahhüt ve tazminatın akid olduğunu ispatlamamız gerekmektedir. Yani bunun iki tarafın yerine getirmek zorunda oldukları bir muamele olduğunu ortaya koymalıyız ki burada akdin ifade ettiği anlamın varlığı belli olsun. Çünkü akid, iki tarafın betti yükümlülükler altına girmesi demektir. Öyle ki biri diğerine böylelikle akd edilmiş (bağlanmış) olsun. Eğer bu taahhüt ve tazminat, aklen her iki tarafın uymak zorunda olduğu karşılıklı yükümlülükler ifade etmiyorsa; ona «akid» demek doğru bir şey olmaz; o vakit bu îkâ' olur ve «akitlerinizi yerine getiriniz» mealindeki âyetin kapsamına girmez.

Bu muameledeki tazminat bir tarafın kabul etmesiyle mi var olur, yoksa iki tarafın kabul etmesiyle mi var olur, sorusunun cevabını nasıl bileceğimize, gelince bu, şunu göz önünde bulundurmakla olur: Muameledeki tazminat, bir kişinin tasarrufu altına mı verilmiştir, yoksa «ekleme» suretiyle iki kişinin tasarrufları altına mı konmuştur? Eğer böyle bir muamele, birinci türden ise bu îkâ' olur, akid olmaz. Çünkü bu muamele de, tazminat verme durumunda olan kişilerden yalnızca birisinin iltizamı vardır. Köle azad etmekte ve boşamada durum böyledir.

Şayet böyle bir muameledeki tazminat (taahhüt) ikinci türden ise; o zaman bu akid olur. Çünkü karşılıklı, birbiriyle ilgili iki iltizamla gerçekleşmektedir. Satış, nikâh ve benzeri durumlarda olduğu gibi buna göre burada, açıklamış olduğumuz anlamda tazminat dolayısıyla bir kişinin başkasının borcunu ödemekten —aklen— sorumlu olması; taahhüdü dolayısıyla yalnızca taahhütte bulunan için mi söz konusudur, yoksa taahhüt eden için de, kendisi lehine taahhüt verilen için de birlikte mi söz konusudur? Eğer birinci şekilde ise, «akitlerinizi yerine getiriniz» şeklindeki genel hükme göre yürürlülüğüne delil çıkarmak, sahîh olmaz. İkinci şekilde ise sözkonusu taahhüt aklen akid olur ve «akitlerinizi yerine getiriniz» genel hükmünün kapsamına girer.

Bu anlamıyla taahhüdün akid olmasının mümkün olmadığı ve taahhüt verenden ayrı olarak yararına taahhüt verilenin de bunu kabul etmesi gerektiği iddiasına gelince... Bu iddiaya göre lehine taahhüt verilen kişi ile ilgili durumlarda tasarruf edilemez. Çünkü bir kişinin yalnızca taahhüt altındaki bir borca sahip olması, onun mâlik olduğu şeylerde tasarruf etmesi değildir. Dolayısıyla bu, terim olarak borcun bir zimmetten başka bir zimmete aktarılması anlamındaki «tazminat akdi»ne kıyas edilemez...

Bu iddiayı şöyle cevaplandırabiliriz: Bu tazminatın (taahhüdün) akid olması ve iki kişinin bunu kabul etmesine muhtaç olması, onun bu iki kişinin birlikte tasarruf etmesine bağlı olarak kalması zorunluluğu aklen yoktur... Bilâkis bazen ancak bunlardan birisinde tasarruf sözkonusu olabilir. Bununla birlikte de aklen, her ikisinin de birlikte tasarrufları altında olduğu kabul edilir. Nitekim akitlerden kabul edilen hibede de durum böyledir. Oysa hibe'de yalnız hibe edenin malında tasarrufta bulunması sözkonusudur.

Her halükârda üçüncü anlamıyla taahhüt (tazminat), sahîhtir. Tazminat akdinin, borcun zimmetten zimmete geçmesi sonucunu verdiğine delâlet eden rivayetlere gelince; onlar burada düşündüğümüz şekliyle taahhüdün geçersizliği için delil olarak gösterilemezler. Bu konuda bu rivayetlerin delil olamamalarının nedeni ise şudur: Bu tür rivayetler, bizzat borcun ödenmesinin taahhüt edildiği akitlerle ilgilidir, yalnızca ödemenin yapılacağına dair bir taahhütten ibaret değildir bu akitler dolayısıyla bu rivayetler göz önünde bulundurularak, üçüncü anlamdaki bu taahhüt şekli iptal edilsin.

Bankanın senet kabulünü, şimdiye kadar yapılan açıklamaların ışığında bu anlamdaki taahhütle yorumlamaktayız. Bunun sonucunda bankanın zimmeti senet kıymetinde iştigal eder. Fakat borçlunun zimmeti boyunca ve onun yerine olmamaktadır bu iştigal- Bilâkis bankanın zimmetinin iştigali —açıkladığımız şekilde— borçlunun borcunu ödemekten kaçındığı sürece olur.

12
Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-1 Muhammed Bakır es-Sadr CİLT-2


EK:10

Bu ekte, fıkhı açıdan «Banka Mektubu»nun hükmünün ne olduğu geniş bir şekilde ele alınmıştır. Mukavele yapacak olanlar, herhangi bir devlet dairesine ve benzeri bir yere gidip, yaptırılacak işleri üzerlerine almak istediklerinde/orası onlara, yapılacak işin tamamlanmaması halinde belirli miktarda bir mali; vermelerini şart koşar...

Söz konusu bu makamların, şart koşulan miktarların ödenmesinden emin olmaları için. mukavele yapacak olan, bankaya başvurur ve kendisine bir mektup vermesini ve bu mektupta, sözü gecen makama, belirli miktardaki meblâğı taahhüt etmesini ister.

Bankanın müşterisi için banka mektubu vermesi sözkonusu olduğu mevzularda, müşteri belirli bir makamla akid yapmış ve bu akdin zımnında ona: Akdin gereklerini yerine getirmediği takdirde şu miktarda para ödemek şart koşulmuştur. Eğer akdin gereklerinin yerine getirilmemesi, akdin aslının bâtıl olması anlamına gelmiyorsa, bu şart özü itibariyle sahihtir. Meselâ, akid eğer bir icâre akdi ise, icârenin sağlayacağı fayda zimmete ait değil de.

Haricî bir fayda ise ve akdin sonunda da ecîr'in İstenen işi yapamayacağı ortaya çıkarsa, bunun anlamı; bizzat icâre akdinin bâtıl olmasıdır. Çünkü akitle sağlanmak istenen, ecîr'in vermesi gereken menfaatin bulunmadığı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla icâre akdinde şart koşulan hususlar da bâtıl olur... O halde, bu gibi durumlarda koşulan şartın ilzam edici olabilmesi için, ihtiyaten başka bir şekilde olması gerekir.

Fakat durum ne olursa olsun şart sahîh ve geçerli olduktan sonra ücretle tutan makamın ücretle tuttuğu ve mukavele yaptığı kimsenin taahhütlerini yerine getirmemesi halinde,, belirli bir meblâğı ödemesini istemek hakkı olur. Böyle bir şartı koşabilmek üç şekilde düşünülebilir:

Birinci şekil: Bu şartın sonuçla ilgili koşulan şart türünden olması. Şöyle ki: Belirli makam, mukavele yapana, taahhütlerini yerine getirmediği takdirde zimmetinde şu kadar miktara mâlik olmayı şart koşması.

İkinci şekil: Fiil (yapılacak işiyle ilgili koşulan şart türünden olması. Şart koşulan, fiil ise, belirli makama (makamın ona mâlik olması şeklinde değil de) şu miktarın temlik edilmesi.

Üçüncü şekil: Yine fiil ile ilgili koşulan şart türünden olmasıdır. Şart koşulan fiil ise, mukavele yapanın belirli makama şu miktarı temlik etmesidir. Her ikisinde de koşulan şart, fiil şartı olmakla birlikte, bu şekil ile önceki şekil arasındaki fark, şudur: Bu şekilde şarttaki fiil, özel bir iştir. O da, mukavele yapanın belirti makama bir miktar malı temlik etmesidir, önceki şekildeki şartla da söz konusu olan —her ne kadar— temlik ise de, ondan gaye: Temlik edilen şey, hem mukavele yapan, hem de başkası tarafından temlik edilebilme özeliklerini bir arada taşımaktadır...

Bu iki şekil arasındaki fark: Mukavele yapanın isteğine veya vekil tayin etmesine gerek kalmaksızın, başka bir kişinin —kaideye uygun olarak— şartı teberru olarak yerine getirmesine imkân verip vermemesindedir. Eğer şart, mukavele yapan tarafından temlîk edilen özel payı tahsîs ediyorsa; başka bir kişinin şartı teberru olarak ortaya koymasına imkân veremez.

Ancak şart, mukavele yapanın payını ve ondan başkasının da payını bir arada tutabiliyorsa, başkasının bunu ortaya koyması o zaman mümkün olur. Başkasının bunu ortaya koymasıyla, ödeme gerçekleşmiş olur ve mukavele yapandan bir şey istenmez. Bu şekil ise, borçlunun borcunu ödemeyi başkasının üzerine alması kabilinden olur.

Mukavele yapana koşulan şartın, yalnız onun ortaya koyacağı payı kapsaması gerekir, bundan daha geniş olamaz, çünkü bir kişiye başkasının yapacağı işi şart koşmanın anlamı yoktur, diye düşünülemez. Çünkü böyle bir düşünce su şekilde ret edilir. Şart koşmak, kendisine şart koşulanın o şartı yerine getirebilecek durumda olmasını gerektiriyor; öyle ki bu şart onun uhdesine ve sorumluluğunun altına girebilmelidir.

Bir kimsenin kendi fi'li ile başkasının fi'lini ortaya koyabileceği ise bilinen bir şeydir. Bu nedenle «el - Ahkâmu't - Teklîfiyye» babında denir ki: Emrin, mükellefin fi'li ile başkasının fi'line birlikte taalluk etmesi makuldür.

Şartın bu üç şekli açıklık kazandığına göre, diyoruz ki: Birinci şekil (yani netice ile ilgili olarak koşulan şart) burada sahîh değildir. Çünkü burada şart koşulan sonuç, mukavele yapanın şu kadar dirhem değerinde baştan beri zimmet altında olması demektir. Bu ise, kendi yapısı içerisinde meşru olan muamelelerden değildir:

Şartın geçerli olmasının delilleri de, garanti edilen şeyin aslı İçin meşru değildir. Burada sözkonusu olan ise, şartın elverişli öldüğünü açıklamak için teklif edilmesidir. Ki böylelikle kendi yapısı içerisinde meşru olan garanti (teminât)tar yapılabilsin... Bunlarla ilgili açıklamalar ise «Şartlar» la ilgili bahislerde verilmiştir.

Şartın ikinci ve üçüncü şekilleri ise mâkuldür.

Son iki şekilden birisi ile mukavele yapan kişiye şart koşmanın makul olduğunu anladıktan sonra şimdi de, bankanın mukavele yapana verdiği banka mektubundan ve bu mektupla, mukavele yapana sözü edilen şartı koşan makama bu şartın garantisini vermesinden söz edelim. Diyoruz ki: Bu banka mektuplarını, Bankanın senet kabulünü yorumlarken kabul ettiğimiz taahhüdün üçüncü anlamını esas alarak yorumlamamız mümkündür.

Aradaki fark şudur: Bankanın senet kabulünde yerine taahhüt edilen borçludur; burada ise yerine taahhüt edilen kişi, kendisine şart koşulan kimsedir. Bankanın alacaklıya alacağının ödeneceğini taahhüt etmesi sahih olduğu gibi, .şart koşana da koştuğu şartın yerine getirileceğini taahhüt etmesi sahih olur. Çünkü bütün bunlar akılen uygun olan şeylerdir. Diğer taraftan taahhüt verenden (yani, meselâ bankadan) borcun Ödenmesinin veya şartın yerine getirilmesinin istenmesine, —şart gereğince— hak kazanmak; iki şekilden birisi ile açıklanabilir:

Birincisi: Denebilir ki: Taahhüdün üçüncü anlamı olarak kabul ettiğimiz bu taahhüt borcun Ödeneceğine veya şartın yerine getirileceğine dair bir taahhüdüdür. Böylece borcun ödenmesi veya şartın yerine getirilmesi, verdiğimiz örnekte bankanın uhdesinde olur.

Bankanın uhdesindeki bu oluş, gasp edilen bir malın gasıbın uhdesinde olması gibidir, sınırları birbirlerine benzer. Aradaki fark: Malın gasıbın eline geçmesi ve onun uhdesinde bulunması zorla olmaktadır, borcu ödemenin veya şartı yerine getirmenin bankanın uhdesinde bulunması ise; aklen geçerli ve Şer'an yürürlüğü olan, varsaydığımız böyle bir şartı kabul etmesi dolayısıyladır.

Gasp edilen malın gasıbın uhdesinde bulunması, onun o maldan sorumlu olması anlamına geldiği gibi; yani malın varlığı yine devam ettikçe gasıp onu sahibine teslim etmekle yükümlü olduğu ve telef olmuşsa, değerince sahibine karşı borca Dönüştüğü gibi (ki bu konudaki, açıktama ve tahkikleri yapmanın yeri burası değildir burada da istekle ortaya konan sözkonusu taahhüt (yani bankanın borcu ödeyeceğine veya şartı yerine getireceğine dair olan taahhüdü) de, bankanın uhdesine düşen şeyleri teslim etmekten sorumlu olması anlamına gelir.

Bu ise (bizzat borcun değil de) maliyeti olan bir fi'il olmak niteliğiyle, borcun ödenmesi veya şartın yerine getirilmesidir. Gasp edilen mal telef olduğu takdirde, zorla uhdede bulundurulan mal, değerince gâsıbın borçlanması sonucunu verdiği gibi; borçlunun borcu ödememesi veya kendisine şart koşulanın o şartı yerine getirmemesi dolayısıyla borcun veya şartın telef olması da böyledir. Ki bu telef, örfen hak sahibine karşı fi'lin telefi gibi kabul edilir.

İşte böyle bir telef sözkonusu olduğu takdirde de (gaspta olduğu gibi), bu fi'lin (yani borcun ödenmesi veya şartın yerine getirilmesi) değerince Zimmet iştigâl eder (borçlanılır). Çünkü telef olduğu takdirde telef olan malın kıymetinde borçlanmak aktın gereklerindendir, nedeni ise malın, o kimsenin Uhdesine girmesidir. İster aynî, isterse de fi'lî olsun, bir kişinin uhdesine girebilen malın bir maliyeti vardır.

Yine bu uhdeye giren ister gasıpta Olduğu gibi zorla uhdeye girsin, isterse telef edildiği takdirde değeriyle uhdesinde olduğu kimseyi borçlandırsın» fark etmez. Şartla veya taahhütle uhdeye alınan şeyle ilgili hükümler akten ve Şer'an geçerli olduktan sonra; telef edilen miktarın değerinde borç altına girmek bunun ayrılmaz bir parçasıdır.

Bu esasa göre şartın taahhüdü olmak niteliğiyle, burada bankanın, banka mektubu vermesi sahih olur. Bu ise fi'il olmak niteliğiyle değeri kadar borçlanma sonucunu doğuran şu kadar meblağı ödemeyi taahhüt etmektir. Tabiî bu miktar, şart koşan açısından telef olduğu takdirde ödenecektir.

Bu konuda, mukavele yapana koşulan şartın ikinci veya üçüncü şekilden olması arasında fark gözetilmez. Yani şartın, yalnızca mukavele yapanın temlik etmesi ile şart şekillerini tahkîk ederken açıkladığımız şekilde topluluğun temlik etmesi arasında fark gözetilmez... Çünkü her iki durumda da, şartın bankanın uhdesine girmesi mümkün olur. Buna bağlı olarak şart koşan açısından bunun telef olması halinde şart değerinde banka borçlanmış olur.

«Eğer şart yalnızca mukavele yapanın temliki demekse, bunun bankanın uhdesine girmesi imkânsız olur. Çünkü bunun bankanın uhdesine girmesi, şart koşulanın banka tarafından teslim edilmesinin istenebilmesini gerektirir. Oysa mukavele yapanın bir işi olduğu için, mukavele yapanın temlîk etmesi, banka tarafından teslim edilebilir bir şey olması mümkün değildir ki, bankanın uhdesine girebilsin.

Bununla birlikte şart, mukavele yapanın ve başkasının temlik etmesini bir arada ihtiva ediyorsa, bunun bankanın uhdesine girmesi imkânını verir, çünkü teslim edilmesi mümkündür.» şeklindeki iddia ise şöyle ret edilir: Başka bir şahsın isteği ile vukuu mümkün olduğu hallerde işin teslim edilmesi gereğine bağlı olacak şekilde; bir kişinin işi, başka bir kişinin uhdesine girebilir. Bu, kefalet ile ilgili konularda taahhüde bulunmak kabilinden olur.

Kefil, kefil olunanın hazır olmasıyla birlikte taahhüde bulunur. Onun hazır olması ise, kefil olunan içindir... Bu şekilde burada, bankanın taahhüdü, şartın yerine getirilmesini, taahhüt edilenden ısrarla istemesi sonucunu verir. Banka kendisi için taahhüde bulunduğu kimseyi şartı yerine getirmeye teşvik etme imkânını kaybedince; bu sefer taahhüt şartın kıymeti kadar borçlanmaya dönüşür.

İkincisi: Denebilir ki, taahhüdün üçüncü manası olarak ele aldığımız böyle bir şekildeki uhdeye geçiş, telef olduğu takdirde bir şeyin kıymetini tedârik etmeyi yüklenmekten ibarettir. Bizzat böyle bir yüklenme( bu şeyin taahhüt edilmesi anlamındadır ve aklen bu geçerlidir.

Bu şeyin telef olması halinde, onun değerinde zimmetin iştigali (borçlanmak), doğrudan doğruya böyle bir taahhüdün medlulü olur. Burada da sözkonusu edilen banka mektupları, mukavele yapanlara koşulan şartların banka tarafından taahhüt edilmeleri demektir. Bir iş olmak özelliğiyle bankanın şartı taahhüt etmesi, maliyeti olan bir şeydir ve şu anlama gelir: Mukavele yapan, gerekli şartları yerine getirmediği için telef sözkonusu olursa, bu işin kıymetinde banka (şart koşanlara karşı) borçlu duruma düşecektir.

Uhde'nin aklî anlamına bu şekilde yapılan yorum ile daha önce geçen şekildeki yorum arasındaki fark şudur: Şartı koşan cihet, —son yaptığımız yoruma göre— bankadan mukavele yapan kişiyi şartlarını yerine getirmesi için ikna etmesini isteyemez. Onun yapabileceği, mukavele yapan eğer koşulan şartları yerine getirmeyecek olursa, bankadan taahhütte bulunduğu değeri almaktır... Daha önceki yorumda ise, şart koşan taraf, bankadan mukavele yapanı, şartları yerine getirmesi için ikna etmesini isteyebilir.

Tahkik ettiğimiz şekilde taahhüdün üçüncü anlamından ve mukavele yapanın şartını yerine getireceğine dair bankanın taahhüdü olarak gördüğümüz banka mektubu için yaptığımız fıkhı dayanak bulmak (tahrîc)dan hareket ederek, bazı ilim adamlarının, fukahânın «kefâlet»ten anladığı şekli buna uygulamaya kalkışmalarının durumu ortaya çıkar. Yani bunlar bu işlemi: Bankanın, banka mektupları için bizzat kefaleti ve mukavele yapanlara kefaleti olarak gördükten sonra, bu kefaletin bu malı ödemeyi gerektirdiğini müşkül kabul ederler ve kefalet, yalnızca kefil olunanın rızasıyla ilgili bir şeydir, iddiasını ortaya koyarlar.

Bankanın kefaletlerine «malî tazminat» şeklini uygulamak imkânımız bulunduğuna göre, bütün bunlara herhangi bir ihtiyacımız kalmaz. Çünkü nihayet bu taahhüt, borcun bir zimmetten başka bir zimmete aktarılması veya bir zimmetin diğer zimmete eklenmesi anlamına değildir. Bilâkis bu, ya borcun veya alacaklının veya şart koşanın şartlarının yerine getirileceğinin taahhüt edilmesinden ibarettir.

Bu anlamdaki bir taahhüt ise, daha öncesinden de anlaşıldığı gibi akla uygundur. Bundan hareketle, pek çok fukahâ gasp edilen malların tazminatının ödenmesi gerektiği görüşünü benimsemişlerdir. Bunların tazminatlarının ödenmesi ise, bir zimmetten başka bir zimmete aktarılması anlamında değildir. Çünkü gasp edilen mal mevcut oldukça, zimmetin meşguliyeti sözkonusu olmaz. Gasp edilen malların tazminat altında olmalarının anlamı tahkik edilirse, gasp edilen malların ödeneceğinin taahhüt edilmesinden başka bir anlam çıkmaz.

Borcun veya şartın veya gasp edilen malın ödeneceğine ve yerine getirileceğine dair taahhüde bulunmak şeklinde, tazminatın tasavvur edilmesinin fıkhen ve aklen mümkün olduğu böylece anlaşılmış oluyor. Ki sözkonusu taahhüt, telef olması halinde onun değerinde zimmetin iştigal edeceği anlamına gelir.

Şimdi bunu böylece anladıktan sonra, bankanın taahhütlerini, fakîhlerce malî tazminatın karşıtı olarak anlaşılan kefaletle ilgili olarak görmeyi gerektiren herhangi bir durum olmadığı ortaya çıkmış oluyor. Dolayısıyla, zimmetin yalnızca kıymetle meşgul olması sonucuna varmaktan da söz edilemez... Çünkü malî tazminatın karşıtı olan kefalet, nefsî kefalete hastır ve meşhur olana göre kefîl olunanın ihzarından başka bir şeyi de gerektirmez.

Denilse ki: Fiil ile ilgili olarak koşulan şartlarda, şart koşan, kendisine şart koşulanın zimmetinde herhangi bir şeyin mâliki olmamaktadır. Fiil şartı gibi bir şartı kendisine koşmak üzere şart koşan cihetin mukavele yapanla anlaşması misalinde, ona şartını yerine getirmediği takdirde meselâ yirmi dinar ödemesi istenir.

Böyle bir durumda şart koşan taraf, onun zimmetinde yirmi dinara mâlik olmamaktadır. O halde bankanın şartı yerine getireceğine dair taahhüde bulunması; şart koşan, şart dolayısıyla kendisi için taahhüde bulunulanın zimmetinde hiçbir şeye mâlik olmadığı halde; şart koşan tarafın bankanın zimmetinde herhangi bir şeye mâlik olduğu nasıl varsayılabilir?

Biz de deriz ki: Fiil ile ilgili olarak şart koşulması ile ilgili olarak, lehine şart koşulan, kendisine şart koşulan kişinin yapacağı fi'lin kendisine mâlik olmaktadır, denilebilir...

Anılan örnekte belirli taraf mukavele yapanın zimmetinde yirmi dinara mâlik olmamaktadır ama onun fi'line mâlik olmaktadır. Bunun da malî bir kıymeti vardır ve bu, yirmi dinarın temliki anlamındadır. Varsayım ise, bu fi'ile mâlik olan tarafa bankanın bu fi'ili taahhüt etmesi şeklindedir. Buna bağlı olarak da, fi'ilin kıymetine mâlik otur. Bu ise, bankanın fi'lin garantilemesi ve onun için taahhüde bulunmasının gereğidir.

Eğer lehine; şart koşulanın fi'ile mâlik olduğunu kabul etmeyecek otursak; o zaman bu örnekte geçtiği gibi, mukavele yapanın anlaşma yaptığı taraf, ne onun zimmetindeki yirmi dinara mâlik olur, ne de maliyeti olun bir fi'lîn kendisine temliki sözkonusu olur... Fakat bu, şartın taahhüt edilmesi makul değildir, anlamına gelmez.

Bilâkis şunları söyleyebiliriz: Kendisine şart koşulan, yirmi dinarın temlîki veya elbise dikmek veya maliyeti olan herhangi bir işi yapması şeklindeki şartı yerine getirmeyecek olursa, şartın değeri ne ise onun tazminatını öder. Çünkü lehine şart koşulanın menfaatini erteleniştir, dolayısıyla bu fi'ilin değerinde zimmeti meşgul olur (borçlanır), Çünkü telef edilen ve ertelenen şeyin yalnızca mülk altında bulunması hallerine tazminatın tahsis edilmesini gerektiren herhangi bir şey yoktur.

Aksine bunun, menfaati erteleyen veya telef edenden başkasına izafe edilmesi yeterlidir. İsterse bu, örfen maliyeti olan bir hak şeklinde olsun. Ki böylelikle aklen bu, tazminatın kapsamına girebilsin. Buna göre; telef edilen miktar kadarıyla zimmetinin meşgul edilmesine bağlı olacak şekilde bankanın, şartın yerine getirileceğine dair taahhüde bulunmasını engelleyen herhangi bir durum yoktur.

EK:11

Bu ek, faydayı helâl kazanca dönüştürmek için ortaya konan fıkhı dayanakları ortaya koymak için birinci ekte sözü geçen bilgilerin bir tamamlayıcısı olarak görülebilir. Çünkü bu ek de bizzat o konu ile ilgilidir. Fakat bu ilgili ithalâtçıların ithal ettikleri malların borçlarını ödemesi yoluyla bankanın, ithalâtçılarda sözkonusu olan alacaklarının çerçevesi içerisinde kalmaktadır... Burada bu konu He ilgili fıkhı tartışma genişletilecektir.

İstekleri üzerine kendilerine teminat hesabı açtığı ve onların dış ülkelerdeki ithalatçılara olan borçlarını ödemesi sonucunda ortaya çıkan, bankanın ithalâtçı tacirlerdeki alacaklarının faizli faydaları için, borcun faydalarında öngörülen ve birinci ekte geçen dayanakların bir kısmı burada da öngörülebilir. Bunlarla ilgili tartışmalar ise daha önceden geçmişti.

Meselâ, bu şekillerin ikincisini uygulamak için söyle denebilir:

Banka, malın değerini ihracatçıya ödeyip, ithalâtçının borcunu eda etmekle, ithalâtçıya borç verme işleminde bulunmuş olmuyor ve malın değerini borç akdiyle ilk anda ithalâtçının mülkiyetine de vermiş olmuyor. Fakat (borç) ödeme adı altında bu değer, ihracatçının mülkiyetine giriyor. Daha doğrusu banka, kendi özel malından ithalâtçının borcunu ödemektedir. Fakat bu ödeme ithalâtçının isteğiyle olduğundan, değeri kadar onun tarafından garantilenmiş oluyor.

Çünkü bankanın ödediği meblağı telef eden kendisidir. Böylece, mülkiyetine hiçbir şey girmediği halde, yapılan bu ödeme değerinde ithalâtçı zimmet (borç) altına girmiş oluyor. Yani bu, «telef etme kanunu» gereğince yapılan bir ödemedir, «borç akdi kanunu» gereğince değil.

Buna göre, bankanın, ithalâtçıdan ödediği miktardan fazlasını istemesi, faizli bir borç anlamına gelmez. Buradaki fazlalığın, faizli borç sonucuna götüreceği şüphesi ise bu iki tür ödemeyi (yani «telef kanunu» gereğince yapılan ödeme ile «borç akdi kanunu» gereğince yapılan ödemeyi) birbirinden ayırt etmekle ortadan kalkar..

. Telef için emir vermenin varlığı mülahazasıyla ödeme yapılması, zımnî bir borcun gerçekleşmesini ve telef emrini verenin (yani ithalâtçının) mülkiyetine herhangi bir malın girmesini gerektirmediği bilindiğinden, burada alınan fazlalık da, borç alınan malın karşılığında olmaz.

Fakat birinci ekte de geçtiği gibi böyle bir açıklama tam bir açıktama değildir.

Faydayı, borç akdini satış akdine dönüştürmek esası üzerine dayandırmak da mümkündür. Banka, ihracatçının, ithalâtçı tacirdeki alacağını yabancı devlet parası ile ödediğine göre; bankanın şu kadar yabancı parayı, veresiye şu kadar yerli paraya ithalâtçıya sattığını varsaymak mümkündür. Bu durumda banka, yerli paraya fayda miktarına eşit miktarda fazlalık ekler. Değer ve onun karşılığı, nevi ve cins itibariyle birbirinden ayrı şeyler olduğuna göre, bunlardaki satış özelliği, tek cinsten olanlara nazaran daha belirgindir... Yine birinci ekte bunun da tahkiki geçmişti.

Bankanın ithalâtçı tacirlerden aldığı miktarları incelerken, fayda ile ücret arasında gerekli ayırımı yapmamız, bunları birbirine karıştırmamamız ve hüküm bakımından aynı görmemiz gerekiyor... Bazı rivayetlerdeki, bankanın ithalâtçı tacirin borcunu ödemesi, ona borç vermek şeklinde ise, onun için ne fayda alabilir, ne de ücret, şeklindeki ifadeler, eğer bunlarla her ikisinin de özleri itibariyle haram oldukları kast ediliyorsa, eksiktirler.

Çünkü faydanın da, ücretin de özleri itibariyle haram oldukları şeklindeki ifadenin anlamı, bu işlemin borç işlemi olduğunu varsaymamıza göredir: Yani bu, borç için fayda almak, borcun faizli olmasını gerektirdiği gibi ücret almak da aynı şeyi gerektirir, demek olur. Oysa durum hiç de öyle değildir. Bilâkis bankanın ücret alması câîz olur. Onun yalnızca ücret alması, borcun faizli olmasını gerektirmez. Çünkü banka ithalâtçı tacire malın değeri kadar parayı borç verip, sonra da bu esasa göre ondan alacaklı olur.

Banka, bu alacağını ona öderse; ithalâtçının isteğiyle ihracatçının hakkını vermekle ona teslim etmiş sayılır; böylelikle istediği borcu da ona vermiş olur Banka bunu ithalâtçının isteğiyle kullandığı için, ücret almak hakkına da sahiptir. Çünkü banka, tacire belirli bir meblâğ borç verirken, bu meblâğda tasarruf etmekle ilgili olarak borç alan tacirin emirlerini yerine getirmek ve onun harcanması konusunda arzularına boyun eğmek zorunda değildir...

Borçlu, ithalâtçı tacir, herhangi bir şekilde başka bir ülkede bulunan ihracatçıya olan borcunu ödemesini bankadan isteyecek olursa; bunun karşılığında belirli bir ücret almak da bankanın hakkı olur. Borçlu bu ücreti vermemeyi kendi yararına bir iş olarak hiçbir zaman kabul etmez. Çünkü o, bu borcun, karşılığı olan meblağı, bu bankadan alıp, başka bir bankaya giderse ve o bankadan bu parayı havale çıkartmasını isterse; bu diğer banka da ondan belirli bir ücret isteyecektir. Böylece ücret almanın, borcu faizli hale dönüştürmediğini görüyoruz.

Borcun —faydaya dayalı olmak gibi başka bir durumda olduğu için— faizli olduğu varsayılırsa; açıkladığımız şekilde bankanın ithalâtçı adına ihracatçının alacağını ödemesi karşılığında ondan belirli bir ücret alması câîz olur mu, olmaz mı?...

Bu sorunun cevabı şudur: Eğer faizli borçlar konusunda, bâtıl olan yalnızca fazlalıktır, bununla birlikte asıl paranın borç olması sahihtir, hükmünden hareket edecek olursak; burada ücret almanın sakıncası yoktur, deriz. Buna daha önce sözünü ettiğimiz fıkhı dayanak da uygun düşer. Çünkü burada alınan ücret, borç alınan miktarda borç alanın isteğine uygun olarak borç miktarında, borç verenin tasarrufu karşılığında alınmaktadır.

Fazlalığın şart koşulduğu konularda borcun bâtıl olduğu görüşünü benimsersek; dışarıdaki ihracatçının ithalâtçının zimmetinde gerçekleşen borcunu banka; ödememiştir demek olur. Çünkü bu durumda banka bu ödemeyi, bu malın ithalâtçının mâlik olduğu bir mal kabul ederek yapmıştır. Varsayım ise borcun bâtıl olduğudur. Dolayısıyla bu miktar ithalâtçının mülkiyetine geçirilmiyor. Bunun sonucunda ise ödeme-gerçekleşmemektedir. O halde eğer ücret, gerçekten de ödeme karşılığında alınıyorsa, câîz değildir.


EK:12

Bankanın banka mektubu verdiği kimselerden aldığı ücretin fıkhı dayanaklarını daha Önce tez'de ete almıştık. Bu ek, tezdeki o açıklamaların bir uzantısıdır.

Ücretin fıkhı dayanaklarını ele alırken, bankanın ücret almasının onun borçlu olmasına bağlı olmadığı, daha önce zikrettiklerimizden anlaşılmıştır. Nitekim ileri gelenlerden biri şöyle demiştir: Bankaya mektup için başvuran, önce belirli bir meblağı bankaya nakden ödüyor, sonra da ondan banka mektubunu alıyorsa, bu kişi bankaya o meblâğda borç vermiş, banka da ona borçlanmış oluyor. Bu durumda bankanın ücret alması câîz olur.

Çünkü bu, borç verenin değil de, borçlunun kendisi için sağlamış olduğu bir menfaattir. Haram olan ise, borç verenin, borç verdiği miktar için herhangi bir fayda sağlamasıdır.

Tahkike gelince: Tezden de anlaşıldığı gibi, bankanın borç veren olduğu farz edilse bile, ücret alması câîzdir... Çünkü borç verenin, borç verdiği mal karşılığında aldığı şey haram olur. Fakat borç verenin yaptığı herhangi bir iş karşılığında veya alacağım isteme hakkı dışında kalan özel haklarından herhangi birisinden vazgeçmesi karşılığında bir şeyler alması haram olmaz. Konu ile ilgili olarak farz edelim ki:

Banka, müşterisine bir banka mektubu verir ve şu kadar meblâğı, —ondan herhangi bir miktar teslim almaksızın— başka bir ülkedeki vekilinden almasını kabul ederse; bunun anlamı, banka mektubunda belirtilen kıymetin sınırları içerisinde dış ülkedeki vekilinden borç almasına müsaade etmek olur.

Banka mektubu alan müşterisinin dış ülkedeki vekilinden borç alması halinde banka, borcun gerçekleştiği yerde yani dış ülkede borcunu ödemesini istemek hakkıdır... Müşterinin bu miktarı dışarıda değil de, kendi memleketinde ödemek istediğine bakılırsa; müşteri, kendisine mektup veren ve istediği borcu veren bankaya bir meblâğ öder. Fakat bu ödemeyi aldığı borç karşılığında yapmaz.

Çünkü o takdirde bu, faizli bir borç işlemi olur. Bunu, alacaklı bankanın borcun gerçekleştiği özel yerde ödemesini istememesi karşılığında öder.

----------------------

[3] Bankanın mâlik olduğu mallarla: Faiz ödemediği carî mevduatla birlikte asli mallarını kast ediyoruz. Bu tür mevduat, ribâ mahzuru söz konusu olmaksızın, borç kabul edilirler.

Çünkü onlar için herhangi bir fayda ödemek sözkonusu değildir. Onlar için bazı faydalar ödemek durumunda olduğu mevduat ise, bu malların toplamı içerisinde küllî mala tahavvül ederler.
13