İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI

İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI   	0%

İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI   	Yazar:
Grup: HADİS MET'Nİ
Sayfalar: 0

İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI

Yazar: Şeyh Saduk İbn-i Babeveyh (H. 305-381)
Grup:

Sayfalar: 0
Gözlemler: 1267
İndir: 134

Açıklamalar:

İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI
  • Uyun-u Ahbar’ir-Rэza (a.s)

  • HZ.ALЭ BЭN MЫSA’YA RIZA LAKABININ VERЭLMESЭNЭN SEBEBЭ

  • 2.BЦLЬM

  • 3.BЦLЬM

  • 4.BЦLЬM

  • HZ.MЫSA BЭN CAFER (A.S)'IN VASЭYETЭNЭN NЬSHASI

  • 6.BЦLЬM

  • 7.BЦLЬM

  • Tercьmesi

  • 8.BЦLЬM

  • 10.BЦLЬM

  • ЭMAM RIZA (A.S)’DAN TEVHЭD ЭLE ЭLGЭLЭ HADЭSLER

  • Muhammed bin Sinan: Kendi nefsini gцrьyor ve sesini de duyuyor muydu?

  • Zэndэk: Allah sana rahmet etsin, bana Allah’эn nasэl ve nerede olduрunu aзэklar mэsэn?

  • Dipnotlar

  • 51-Эmam Rэza (a.s)’эn Tevhid Hutbesi

  • 12.BЦLЬM

  • Caselik: Gьzel sцzdьr.

  • (Эmam daha sonra Caselik’e dцnerek): Ey Nasranо! Ювya kitabэ hakkэnda ne biliyorsun?

  • 13. BЦLЬM

  • BЦLЬM 14

  • 15.BЦLЬM

  • Dipnotlar

  • 16. BЦLЬM

  • 20. BЦLЬM

  • 21. BЦLЬM

  • 22. BЦLЬM

  • 23. BЦLЬM

  • DIPNOTLAR

  • 24. BЦLЬM

  • 26. BЦLЬM

  • 27. BЦLЬM

  • DIPNOTLAR

  • ЭMAM RIZA (A.S)’IN HZ. MUHAMMED (S.A.A)’ЭN SIFATLARI HAKKINDA BUYURDUKLARI

  • 30. BЦLЬM

  • DIPNOTLAR

  • KONUNUN DEVAMI

  • KONUNUN DEVAMI-1

  • DIPNOTLARIN HEPSI

Kitabın 'İçin de ara
  • Başlat
  • Önceki
  • 0 /
  • Sonraki
  • Son
  •  
  • Gözlemler: 1267 / İndir: 134
Boyut Boyut Boyut
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI

İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI

Yazar:
Türkçe
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI


Uyun-u Ahbar’ir-Rıza (a.s)

Şeyh Saduk İbn-i Babeveyh (H. 305-381)

Muhakkikin Önsözü

Allah’ın Adıyla

Değerli okuyucular, elinizde bulunan bu kitap, Uyun-u Ahbar’ir-Rıza (a.s)[1] kitabının Türkçe tercümesidir.

Bu değerli hadis kitabı Şia-i İmamiyye’nin temel kaynak kitaplarından sayılmaktadır. Adından da anlaşıldığı üzere bu kitapta sadece İmam Ali bin Mûsa er-Rıza (a.s)’dan nakledilen hadisler bir araya getirilmiştir.

Bazı biyografistlerin “Şia’nın Gururu” diye adlandırdığı Şeyh Saduk Kummî adıyla meşhur olan değerli muhaddis Muhammed bin Ali bin Babeveyh Kummî, H.K. 4. asrın ikinci yarısında bu kitabı kaleme almıştır.

Burada kitabın tercüme, tahkik ve baskısı hakkında açıklama yapmadan önce, kısa da olsa, bu büyük muhaddisin hayatıyla tanışmamızın daha iyi olacağı kanısındayız:

Şeyh Saduk’un Ailesi

Şeyh Saduk Şia aleminin köklü ve ilmî hanedanlarından biri olan İbn-i Babeveyh hanedanına mensuptur. Bu hanedandan büyük şahsiyetler ortaya çıkmıştır. Örneğin:

1- Şeyh Saduk’un babası olan ve Saduk-i Evvel diye bilinen Ali bin Babeveyh Kummi, Kum şehrinin büyük alimlerinden olup ikiyüze yakın değerli ilmî eserler ortaya koymuş ve 294’ten fazla senetlerde rivayet edilmiştir.[2]

O; Kum, Bağdat ve Kûfe’de 35’ten fazla büyük alimlerin nezdinde ilim tahsil etmiştir ki bu şahsiyetlerden bazısı bizzat İmam Hâdi (a.s) ve İmam Hasan-i Askerî (a.s)’ın öğrencilerindendi.

2- Hüseyin bin Ali bin Babeveyh, Şeyh Saduk’un kardeşidir.

3- Hüseyin bin Hasan, Şeyh Saduk’un kız kardeşinin çocuğudur.

4- Hasan bin Hüseyin, Şems’ul-İslam Haska diye de bilinir ve Şeyh Tûsi’nin öğrencisidir.

5- Şeyh Munteheb’ud-Din Razî, Şems’ul-İslam Haska’nın torunudur.

Doğumu ve Tahsili

Muhammed bin Babeveyh Kummî (Şeyh Saduk) H.K. 305 yılından sonra İmam Zaman (a.f.)’in bereketli duaları neticesinde dünyaya gelmiştir.[3]

Şeyh Saduk ilk önce Kum alimleri ve muhaddislerinin nezdinde hadis ve fıkıh ilminin temel eğitimini aldı. Daha sonra yaptığı bir çok yolculuklarda şii ve sünni bir çok fakih ve muhaddislerden ilim elde etti.

Kum’da babası Ahmed bin Ali bin İbrahim Kummî Muhammed bin Hasan bin Hüseyin bin İdris ve diğerlerinden ilim öğrendi. Gençlik yıllarında, diğer İslam ülkelerindeki büyük alimlerin ilminden de istifade etmek için bir çok yolculuklara çıktı.

Yolculukları

Şeyh Saduk’un içinde bulunduğu şartlar çerçevesinde yapmış olduğu yolculukları da gerçekten de çok ilginçtir. Şeyh Saduk Kum’dan; Meşhed, Belh, Buhara, Merv, bu yol üzerindeki şehirler, Bağdat, Kûfe, Mekke, Medine, Hamedan, Serkand, Serkaz’a kadar bir çok beldeleri gezmiştir.

H.K. 347 yılında Rey şehrinde İbn-i Cerrade’den; H.K. 352 yılında Nişabur’da Ebu Ali Hüseyin Beyhakî’den ve aynı yıl Merv şehrinde Mevrudî’den ve Ebu Yûsuf Rafî’den hadis öğrenmiştir.

354 yılında Kûfe’de Sekunî-i Kufî ve Ebu Zer Bezzaz’dan; Mekke ve Medine arasındaki Fid kasabasında da İbn-i Câfer Beyhakî’den ilim öğrenmiştir. 355 yılında Hemedan’da bulunmuş ve 367 yılında da yeniden Meşhed’e gidip Ebul Berakat’a hadis imla etmiş ve ders vermiştir. Aynı yıl Mâvera’un-Nehir ve Belh şehirlerine de yolculuk etmiştir.

Ogünlerde İlak’ta Ebu Abdullah Nîmet’in isteği üzere “Men-la Yehzuruh’ul- Fakih” kitabını telif etmiştir. Şeyh Saduk’un eserlerine ve yazmış olduğu mektuplarına baktığımızda;

sorulan sorulara verdiği cevaplarda da görüleceği gibi Mısır, Vasıt, Bağdat, Hamedan, Nişabur, Medain, Basra, Kûfe ve Kazvin’de bir çok kimsenin onun ilminden yararlanmış olduğu anlaşılmış olacaktır.

Hadis Öğretimi ve Tartışmaları

Şeyh Saduk’un eğitim ve ilmi tartışmaları hususunda da ilginç konular göze çarpmaktadır.

Şeyh Saduk Meşhed’de Salı ve Cuma günleri hadis dersi veriyordu. Burada imla ettiği (ders verdiği) hadisler “Emalî” veya “Mecalis” adıyla basılmıştır. Bu dersler, 22 Recep Cuma 367 H.K. tarihinde başlamış, 19 Şâban 368’de de sona ermiştir.

Şeyh Saduk İmamet, İmam’ın gaybeti ve Hz. Mehdî (a.f)’in ömrü hakkında da farklı mezheplerin mütekellimleriyle bir çok tartışmalar gerçekleştirmiştir ki; merhum Şuşterî bu ilmi tartışmaları “Mecalis’ul-Müminin” adlı kitapta bir araya getirmiştir.

Bu tartışmaların en önemlisi Rey Şehrinde ve Âl-i Bûye sultanlarından Rukn’ud-Devle’nin huzurunda gerçekleşmiştir.

Şeyh Saduk bu ilmi tartışmaların birinde kendisine, “Neden İmamiye taifesi hiçbir eksiltme ve artış olmaksızın sadece on iki İmam’ın imametine inanmaktadır?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir:

“İmamet de ilahi farizelerinden biridir. Her farize ise belli bir sayı ile sınırlandırılmıştır. Örneğin; gece-gündüz olmak üzere sadece on yedi rekât namaz farz kılınmıştır.

Bu esas üzere imamların sayısı da on iki ile sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla namaz rekâtlarının neden az veya çok olmadığı sorulamayacağı gibi Peygamber (s.a.a)’in halifelerinin neden on iki kişi olduğu hususu da sorulamaz.

Hakeza Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de namazın rekâtlarının sayısını belirtmediği gibi, imamların sayısını da belirtmemiştir. Sadece Ulu’l-Emr’e (emir sahiplerine) itaati emretmiştir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) imamların sayısını beyan etmiştir.”

Başkalarının Gözünde Şeyh Saduk

Gerek Ali bin Babeveyh Saduk (baba), gerekse Muhammed bin Babeveyh Saduk (oğul); her ikisi de “İbn-i Babeveyh ve Saduk” diye ün salmışlardır. Fıkıh ve hadis kitaplarında ise “Sadukeyn” diye tanınmaktadırlar.

Ama hem “İbn-i Babeveyh” ve hem de “Saduk” lakapları mutlak ve kayıtsız kullanıldığı takdirde Muhammed bin Babeveyh’in (oğlunun) lakabıdır.

Velhasıl, büyük ilmî şahsiyetler de Merhum Şeyh Saduk’u çok övmüşlerdir.

Bir vasıta ile Şeyh Saduk’un öğrencisi olan Şeyh Tusî,[4] “Rical” adlı kitabında şöyle yazmaktadır: “Şeyh Saduk çok değerli ve büyük bir şahsiyetti. Çok sayıda hadisleri ezberlemişti, 300’e yakın ilmî eser kaleme almıştır.”

İbn-i İdris, “Serair” adlı kitabında onu “hadis uzmanı, eleştirmen, rical alimi, büyük hadis hafızı” gibi kelimeler ile övmektedir.

İbn-i Şehrâşub onu “Kumlu savaşçı”, Neccaşi ve Allame Hilli onu “Şianın yüzakı” ve Allame Behr’ul-Ulum onu “Şeriatın Sütunu, Sâdık ve Muhaddislerin Reisi” diye adlandırmışlardır.

Şeyh Saduk’un Rey’de İkâmeti

Merhum Şeyh Saduk şöhretinin en üst noktasında olduğu H.K. 347 yılında Rükn’ud-Devle Deylemî’nin (Âl-i Bûye sultanlarından biri) daveti üzere hükümetinin başkenti yani Rey şehrine hicret etti ve o zamandan vefatına kadar asıl sükûnet mahalli Rey şehri oldu.

Vefatı

Şeyh Saduk’un yetmiş küsür yıl süren iftihar dolu yaşamı, uzun ve mükerrer seferleri ve üçyüz cilde yakın değerli kitapları yadigâr bırakmasından sonra H.K. 381 yılında, Rey şehrinde son buldu ve kabri Rey şehrinde olup “İbn-i Babeveyh” adı ile meşhurdur.

Başlıca Eserleri

Önceki sayfalarda işaret edildiği gibi, Merhum Şeyh Saduk 300 cilde yakın kitap yazmıştır, Merhum Neccaşî Rical kitabında onun 189 kitabının adını kaydetmiştir.

Onun kaleme aldığı eserlerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

1- Men la Yehzuruh’ul-Fakih[5]

2- Kemal’ud-Din ve Temam’un-Ni’met

3- Emalî[6]

4- Sıfat’uş-Şia

5- el-Hisal

6- İlel’uş-Şerayi

7- Tevhid

8- Uyun-u Ahbar

9- Mean’il-Ahbar

10- Velayet-i Ali (a.s)

11- Marifet

12- Uyun-u Ahbar’ir-Rıza (Elinizdeki kitap)


Uyun-u Ahbar’ir-Rıza (a.s)

Bu kitap, Merhum Şeyh Saduk’un 69 bölüm halinde kaleme aldığı iki ciltlik hadis kitabıdır. Birinci cildi 30 bölüm olup 348 hadisten oluşmaktadır. İkinci cildi ise 39 bölüm olup 604 hadisten oluşmaktadır.

Birkaç Hatırlatma

1- Şeyh Saduk’un bu kitabı yazmaktan maksadı, sadece İmam Rıza (a.s)’dan nakledilen hadis ve rivayetleri bir araya getirmek idi. Dolayısıyla sadece sahih rivayetleri bir araya toplamak istememiştir.

Maksadı, sadece ilgili hadisleri nakletmek olmuştur. Muteber hadis olup olmadığına fazla dikkat etmemiştir. Siz değerli okuyucular kitabı okurken bizzat Şeyh Saduk’un kendisinin zayıf kabul ettiği rivayetleri de naklettiğini göreceksiniz.

Ayrıca kitabın muhakkiki de gerekli yerlerde bu gibi hususlara işaret etmiştir.

2- Hadis ravileri daha çok Peygamber (s.a.a) ve tahir imamlar (a.s)’ın hadislerini olduğu gibi nakletmeye çalışmışlardır. Şüphesiz ki bir çok hadis ilk günkü sıhhat ve doğruluğu ile bizlere ulaşmamıştır. Dolayısıyla bir takım uydurma hadislerde mevcuttur ve kitaplarda yer almıştır.

Hakeza ravilerin unutkanlığı, beyan tarzı, yazı üslûbu, yanlış duyma, yanlış okuma ve nüsha almadaki yanlışlıklar gibi sebeplerden dolayı bazı hadisler tümüyle sahih bir şekilde bizlere ulaşmamıştır.

Ama herkes kendi isteği ve düşünceleri esasınca, varolan hadisleri eleştirme ve reddetme hakkına da sahip değildir. Bu önemli görev hadis uzmanlarının ve İslam bilginlerinin işidir. Bu önemli görevi büyük fakihler ve alimler üstlenmeli ve konuyla ilgili görüş belirtmelidirler.

3- Kur’an-ı Kerim muhkem, müteşabih, mutlak, mukayyet, genel, özel vs. ayetlere sahip olduğu gibi, hadisler de aynı özelliğe sahiptir. Dolayısıyla, hemen hüküm vermemek gerekir ve rivayetlere bakarken ilmî olmayan metotlardan istifade etmemek gerekir.

Bu kitapta yer alan bir hadiste de yer aldığı üzere müteşabih hadisleri muhkem hadislerle karşılaştırmalı ve mümkün olduğu kadar bu hadislerin arasını bulmaya çalışmalıyız.[7]

Tercüme işinin aşamaları

El-Mehdî (a.f) Hüseyniyesi’nin müdüriyeti, dini ve kültürel görevleri ışığında Şia’nın kaynak kitaplarını tercüme etme ve bastırma kararı almış, bu işe de elinizdeki kitapla başlamanın uygun olacağı kanaatine varmıştır.

Bu amaçla, kitap tercüme edildikten sonra güvenilir olması açısından tercümelerin, hadislerin metniyle tatbik edilmesi sürecine girildi. Tatbik aşamasından sonra da edit için editöre verildi.

Bu işle birlikte kitabın tahkik işi başlatıldı, daha sonra dizgiye verildi. Elhamdulillah sonunda elinizdeki mevcut hale getirildi.

Ayrıca hatırlatmak gerekir ki bu kitabın tercümesi Gaffari Bey’in tashih ettiği nüsha esasınca yapılmıştır ve kitabın tahkikinde de Gaffari Bey’in açıklamalarından istifade edilmiştir.

Ayrıca kitabın tahkik ve tehzibinin yanı sıra, kitapta tekrar edilmiş hususlar, ihtiyaç duyulmamış bölümler veya özel bir zamana özgü olan kısımlar da tercüme edilmemiştir. Elbette yerinde bunun sebepleri de beyan edilmiştir.

Muhterem Okuyucular!

Kitabın tahkiki ve işleminin takibi hususunda emeği geçen biri olarak, bu kitabın mevcut hale gelişinde katkısı bulunan kardeşlerimize de teşekkür etmeyi bir borç biliriz.

Davamızın nihayeti Hamd’ın, alemlerin rabbi Allah’a mahsus oluşudur.

El-Mehdi Hüseyniyesi

Müellifin Önsözü

Hamd Allah’a ki, tek ve kahredicidir, güçlü ve kuvvetlidir, merhamet eden ve bağışlayandır, yeri ve göğü yaratandır, karanlık ve ışığı icat edendir, zaman ve dehri takdir edendir, sebep ve işleri tedbir edendir, kabirdekileri (ölüleri) diriltendir, açık ve saklı olandan haberdardır, geçmiş ve geleceği bilendir, lütuf ve ihsan onundur, güç ve kudret ona mahsustur.

Her durumda Allah’a hamd ediyorum, en iyi ameller için ondan kılavuzluk istiyorum, azgınlık ve sapıklıktan ona sığınıyorum, nimetlerin artmasını hakkedecek ve vaatlerin gerçekleşmesini tamamlayacak bir şükürle ona şükrediyorum; helak ve azaptan insanları kurtaracak amelleri yapmaya muvaffak olmak için ondan yardım diliyorum.

Allah’tan başka bir ilahın olmadığına şehadet ediyorum; o öyle bir Allah’tır ki, evveldir; başlangıçlıkla tavsif edilmez, ahirdir; nihayetle vasfedilmez.[8] Öyle bir ilah ki, ezelî ve ebedîdir, gizli olan her şeyi bilendir.

Yine şehadet ediyorum ki, Muhammed (s.a.a), onun değerli kulu ve emin elçisidir, Allah’a kulluk etmekle maruftur, şefaat için seçilmiştir. Allah-u Teala eğrilikleri doğrultmak, hüccetleri nasbetmek (göstermek) ve müminlere rahmet ve kâfirlere hüccet olması için onu göndermiş ve onu müşriklerin istememesine rağmen Allah’ın dinini aşikâr ve hakim kılması için meleklerle onaylamıştır. Allah’ın salât ve selamı ona ve pak Ehl-i Beyt’ine olsun.

Yine şehadet ediyorum ki, Ali bin Ebu Talib müminlerin emiri, Müslümanların mevlası (önderi) ve alemlerin Rabb’inin elçisinin halifesidir. Yine şehadet ediyorum ki, onun evlatlarından olan İmamlar, kıyamete kadar Allah’ın hüccetleri ve Peygamberlerin ilminin varisleridirler. Allah’ın salâtı, selamı, rahmeti ve bereketi onların hepsinin üzerine olsun.

Kitabın Yazarı Ebu Câfer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Mûsa bin Babaveyh el-Kummî el-Fakih (r.a) şöyle diyor:
“Sahip Ebul Kasım İsmail bin Abbad’ın[9] (Allah ömrünü uzatsın, devletini, nimetini ve egemenliğini daimi kılsın) kasidelerinden iki kaside elime geçti; bu kasideler İmam Rıza (a.s)’a selam etmekle ilgili idi.

O; Ehl-i Beyt’i sevdiğinden, onların velayetine sarıldığından, onların itaatlerinin farz olduğuna inandığından, imametlerini kabul ettiğinden, onların soyuna ikram ve hürmet ettiğinden ve onların Şialarına ihsanda bulunduğundan ve bana yaptığı lütuf ve iyiliği karşısında kusurlarımı telafi etmek ve onun yanında mukarreb olmaktan dolayı, onun yanında Ehl-i Beyt’in ilminden daha değerli ve sevimli bir şey olmadığını bildiğimden ötürü bu kitabı onun kütüphanesi için telif ettim.

Umulur ki, özrümü kabul eder, kusurumdan geçer ve onun hakkındaki ümit ve arzumu gerçekleştirir. Allah (c.c) onun elini adaletle açsın, sözünü hak ile yüceltsin, kudretini hayır üzere sürekli kılsın ve zorlukları onun kerem ve bahşişiyle kolaylaştırsın.

Bu kitaba iki kasideyi zikretmekle başladım. Çünkü bu iki kaside, bu kitabın hazırlanmasına sebep olmuştur. Tevfik Allah’ın yardımı iledir.

Sayın Sahip İsmail bin Abbad (r.z), İmam Rıza (a.s)’a salât ve selam hediye ederken şöyle diyor:

“Ey kutsal ve tertemiz mekân olan Tus şehrine giden!

Benim selamımı Hz. Rıza (a.s)’a ilet ve toprağa verilenlerin en hayırlısı olan en değerli kabrin başına in.

Yemin olsun Allah’a, öyle bir yemin ki, Ehl-i Beyt’in velayetinde gark olan bir kimse bu yemini etmiştir.

Eğer arzularımı gerçekleştirmek kendi elimde olsaydı, (Hz. Rıza’nın) evinin yanı başı olan Tus’da konaklardım.

Ve hızlı giden develer gibi koşardım...

Öyle bir Meşhed’e (İmam’ın ziyaretine) ki, ışıkla kuşatılmış, nur ve yücelikle defnedilmiştir.

Ey efendim ve efendimin oğlu! Günlerimin yüzü, rahatsız ve asık suratlı olduktan sonra güldü.

O zaman ki, Nasibîlerin bayrakları yıkılmış oldu.

Sizin velayetiniz hakkında, hakkı açıkça beyan ettim, hak ise sürekli mübarektir.

Ey Peygamber’in oğlu! O Peygamber ki, Allah-u Teala onun vasıtasıyla kibirli zalimlerin belini kırdı.

Ey Peygamber’in vasisinin oğlu! O vasi ki, üstünlükte güçlü kahramanlardan öne geçmiştir.

Ve ey kusursuz iftiharı sahiplenen ve yüceliği karışıksız ve şüphesiz olarak kuşanan!

Nasibîlerin oğulları Yahudî gibidirler; bazen Yahudîlikleri Mecusiyetle de karışıyor.

Nice necisler, Müslümanların kabristanında defnedilmiştir; onların Hıristiyanların mezarlığına atılmaları daha iyi olurdu.

Onların alimleri ile tartıştığımda onlar, bir bakarsın ki, öküz ve manda oluyorlar (mantıksızca konuşuyorlar).

Onların alınlarına iyice baktığında, şeytanın hissesini (eserini) onda görmüş olursun!

Bunlar, makamınızın yücelmesine sebep olan ezan sesini, kilisenin çan sesinden ayırt edemiyorlar!

Siz (Ehl-i Beyt), yakînin sağlam ipisiniz; ömür boyu ona sarılacağım, o ip (insanı rahatlatan ve) üzüntüyü gideren bir iptir.

Nice fırkalar (gruplar) sizin hakkınızdaki sözlerimden dolayı beni tekfir ettiler, (ama) ben onların reislerini çekiçle (veya balyozla) hor ve hakir ettim!

Delil ve hüccet ile onları zelil kıldım, o uyumsuzlar benim karşımdan kaçıverdiler!

İbn-i Abbad, siz Ehl-i Beyt’e sığınmıştır; öyleyse bundan dolayı aslan yatağında aslandan korkmaz.

Ey efendilerim! Allah katında, Allah onu (kendisini kastediyor) Firdevs cennetine bırakması için onun şefaatçisi olun.

Sizin hakkınızda nice övgüler söylemiştir; ki sanki onlar tavusun teleğidir.

Bu methiyeleri (övgüleri), nice okuyanlar der ki; (İbn-i Abbad) incileri kâğıtlara serpmiştir.

Bu şiirleri söyleyen, Süleyman’ın Belkıs’ın tahtına malik (sahip) olduğu gibi kendi şiir defterine maliktir (onunla iftihar etmektedir).

Allah-u Teala onu dileğine kavuştursun, tâ ki İmam’ı Tus’da ziyaret etmiş olabilsin.”

İmam Rıza (a.s)’a selam ihda ettiği diğer bir kasidesinde de şöyle diyor:

“Ey kalkıp aceleyle hareket eden ziyaretçi!

Adeta şimşek gibi geçip gidiyorsun.

Benim halis selamımı Tus’taki mevlam Hz. Rıza’ya ilet.

Seçkin Peygamber’in torunu ve beğenilmiş Vasi’nin oğluna.

O kimseye ki, sabit bir izzete sahiptir; izzet ve azameti yücedir.

Velayetini kendisine farz bilen muhlisten taraf o’na de ki;

Göğsümde kalbimi yakıp eriten bir ateş vardır.

Bu ateş, dostların kalbini inciten Nasibîlerin eliyle tutuşturulmuştur!

Onlardan yüz çeviriyor, haklarında açıkça söz söylüyor ve hiçbir şeyi gizlemiyorum!

Onlarla muhalefet ediyor ve Rafizî[10] olmuştur derlerse de aldırış etmiyorum!

Rafizîliğim size (Ehl-i Beyt’e) karşı muhalefet ve buğzeden kimse için ne de güzeldir.

Eğer edebilseydim, kor ateşin üzerinde olsam dahi onu ziyaret ederdim!

Fakat (ne yazık ki), vuku bulan bazı meselelere duçar olmuşum!

Bu yüzden, ziyaret yerine methiye yazdım.

Bu şiirler emanettir, İmam Rıza’nın razı olması için ona okunacaktır.

İbn-i Abbad bu methiyesiyle bâtıl olmayan (kabul olacak) bir şefaat arzu ediyor.”

Abdullah bin Fazl el-Haşimî, İmam Sâdık (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Kim bizim hakkımızda bir beyit şiir söylerse, Allah-u Teala cennette onun için bir ev yapar.”

Yine İmam Sâdık (a.s)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Kim bizim hakkımızda bir beyit şiir söylerse, Ruh-ul Kudus ile teyit edilir.”

Hasan bin Cehm de şöyle diyor: “İmam Rıza (a.s)’nın şöyle buyurduğunu duydum:

“Kim bizim hakkımızda methedici bir şiir söylerse Allah-u Teala cennette, dünyanın yedi katından daha büyük olan bir şehir onun için yapar; her mukarreb melek ve her mürsel Peygamber onu o şehirde ziyaret ederler.”

Öyleyse Allah-u Teala, sayın Sahib bin Abbad’a bütün değerli sözleri, iyi amelleri, güzel ahlakı, uygun sîreti (tavrı) ve adaletli davranışlarından dolayı büyük mükâfat versin ve “İbn-i Abbad, bela ve zorlukları ondan uzaklaştıran kimseye sığınmıştır” (İbn-i Abbad, size (Ehl-i Beyt’e) sığınmıştır;

bu işiyle korktuğu her şeyden güvende kalacaktır)” şeklindeki şiirinin sebebine, kendilerine sığındığı kimselerin hakkı hürmetine onu arzularına kavuştursun, bela ve sevilmeyecek şeyleri ondan uzaklaştırsın, onu dilediği her hayra kavuştursun, isimleri yüzüğü kaşında olan kimseleri onun şefaatçisi kılsın. Yüzüğünün kaşındaki yazı şöyle idi:

“Şefi-u İsmail’e fi’l ahire, Muhammed’un ve’l itret’ut-tahire.” Yani: “İsmail’in ahiretteki şefaatçisi Hz. Muhammed (s.a.a) ve onun pak Ehl-i Beyt’idir.”

Allah-u Teala onun devletini kendi lütfu ve ihsanı ile uzun, sebatlı, nizamlı, sona kadar sürekli, kutlu ve bâki kılsın.”

(Merhum Şeyh Saduk, burada kitabın 69 bölümünün isimlerini zikrediyor, ama biz, o bölümlerin isimlerini kitabın fihristi bölümünde zikredeceğimizden dolayı onları burada zikretmeyi gerek görmedik. Çev.)


HZ.ALİ BİN MÛSA’YA RIZA LAKABININ VERİLMESİNİN SEBEBİ

Yazar, Rey şehrinde oturan Ebu Câfer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Mûsa bin Babaveyh-i Kummî –Allah ona itaat için yardım etsin ve onu razı olduğu şeylere muvaffak kılsın- derki:

1- Ahmed bin Muhammed bin Ebu Nasr-ı Bezentî’den şöyle dediği naklolunmuştur: İmam Cevad’a arz ettim ki; sizin muhaliflerinizden bazıları Memun’un babanızı kendi veliahdı olarak beğenip seçtiği için ona Rıza adını verdiğini sanıyorlar. Hz. İmam Cevad buyurdular; And olsun Allah’a ki bu doğru değil, yalan söylüyorlar.

Allah Tebareke ve Teala, ona Rıza adını verdi. Çünkü o göklerde Allah için, yeryüzünde Hz. Peygamber ve ondan sonraki İmamlar için razı olmuş biri idi. Bezentî der ki: Peki diğer babaların Allah, Hz. Peygamber ve İmamlar (a.s) için razı olmuş kimseler değiller miydi? diye arz ettiğimde buyurdular ki: Elbette.

Ben de: Peki neden onların içerisinde sadece babanız Rıza olarak adlandırıldı? dedim. Buyurdular ki: Çünkü dostları ve taraftarları ondan razı oldukları gibi, düşmanları ve muhalifleri de ondan razı idiler. Bu durum babalarından hiç biri için tahakkuk etmedi. Bunun içindir ki, onların arasında sadece babama “Rıza” adı verildi.

2- Süleyman bin Hafs el-Mervezî’den rivayet olunmuştur ki, Hz. İmam Kâzım (a.s), oğlu Ali’ye Rıza derdi. Örneğin: “Oğlum Rıza’yı çağırın”, “Oğlum Rıza’ya dedim”, “Oğlum Rıza bana dedi” şeklinde buyururlardı. İmam Rıza’ya seslendiklerinde ise “Ey Ebul Hasan” diye hitap ederlerdi.


2.BÖLÜM

İMAM RIZA’NIN DEĞERLİ ANNESİ HAKKINDA

1- Muhammed bin Yahya es-Suli derki: Ebul Hasan er-Rıza (a.s), Ali bin Mûsa bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebu Talib’in kendisidir. Annesi “Tuktem” adındaki Ümmü Veled idi.[11] Bu ad, İmam Kâzım’ın cariyesi olduktan sonra kendisine verildi.

2- Beyhakî, Suli’den o da Avn bin Muhammed-i Kindî’den, o da Ebul Hasan Ali bin Meysem’den (Kindî onun hakkında; İmamların tarihi konusunda ondan daha bilgilisini görmedim, diyor) naklediyor: Acemin en büyük şeref sahiplerinden olan Hz. İmam Kâzım’ın annesi Hamide-i Müseffa Tuktem adında muvellede[12] bir cariye aldı.

Tuktem akıl, din ve hatununa (Hz. Hamide’ye) saygısı bakımından kadınların en seçkinlerinden idi. Edebinden dolayı Hamide onu aldığı günden beri onun karşısında oturmamıştı. Bundan dolayı idi ki, Hamide-i Müseffa, oğlu Hz. İmam Mûsa-ı Kâzım’a “Oğlum! Tuktem’den daha üstün birini görmedim. Şüphesiz eğer ondan bir nesil dünyaya gelirse Allah (c.c) o nesli pak kılar. Onu sana hediye ediyorum, ona iyi davran” dedi.

Tuktem Hz. İmam Rıza’yı dünyaya getirdiğinde İmam Kâzım (a.s) ona “Tahire” adını verdi.

Ali bin Meysem şöyle devam ediyor: İmam Rıza çok süt emerdi, dolgun bir çocuktu. Bu yüzden “Bir süt annesi bulmakta bana yardım edin” buyurdu. Sütün azalmış mıdır? diye sorduklarında şöyle dediler: Vallahi yalan söylemiyorum, sütüm azalmadı ama, fakat kıldığım bazı namaz ve bazı zikirlerim var ki, bu çocuğu doğurduğumdan bu yana onların hepsini yerine getirmeye vakit bulamıyorum.

Hakim Ebu Ali, Suli’nin dilinden (naklen) şöyle der: Hz. İmam Rıza’nın annesinin adının Tuktem olduğuna dair delil olarak bir şairin İmam (a.s)’ı methettiği şu şiiri örnek verebiliriz:

“Bilin ki insanların en üstünü, nefs, baba, ecdad, kavim ve aşiret açısından saygıdeğer Ali’dir.

Tuktem onu doğurdu ki, ilim ve hilimde sekizinci imam olsun ve ilahi hücceti halka tamamlasın.”

Sulî derki; Bazıları bu şiiri babamın amcası İbrahim bin Abbas’a nisbet vermişlerdir. Ama böyle bir şey bana naklolunmamıştır. Bana naklolunmayan ve kimseden işitmediğim bir şeyi ne kabul ederim, ne de reddederim. Ama babamın amcası İbrahim bin Abbas’a ait olduğundan hiç şüphe etmediğim şiir şudur:

“Alimin ameli, ehli için adil bir şahit olarak yeterlidir.

Görüyorum ki, onların dikkate şayân yeni bir malları (servetleri) vardır, ama bu yeni malın eski mal ile hiçbir benzerliği yoktur.[13]

(Ey Ehl-i Beyt’in ailesi!) Kendi malınızla size minnet ediyorlar, mallarınızdan ancak yüzde birini size veriyorlar.

Düşmanlarınızı öven, Allah’a hamd-ü sena etmemiştir.

Sen, (her ikiniz de Abdülmuttalib’in sekizinci evladı olmanıza rağmen) Memun’dan üstünsün; babalarının onun babalarından üstün oldukları gibi...

Sulî derki: Bu beyitleri babamın el yazısıyla ona ait bir defterin arkasında gördüm. Babam bu şiirler hakkında şöyle demiştir: “Kardeşim bu şiirleri bana okudu ve amcamızın, Ali yani İmam Rıza hakkında o şiirleri yazdığını söyledi.”

O defterin de, okunması özlenilecek şu mahiyette bir dipnot göze çarpıyordu: “Kasimihi fi’l ku’ded”ten kasıt, Memun’dur. Çünkü Abdülmuttalib, İmam Rıza ve Memun’un sekizinci babaları oluyor.[14]

Tuktem şiirlerde çok göze çarpan Arap kadınlarının isimlerindendir. Örneğin:

Tafel hıyalani fehaca sekama

Hıyalu tukna ve hıyalu Tuktema

Sulî derki: Babamın amcası İbrahim bin Abbas, İmam Rıza hakkında övücü çok şiirler yazmıştı ki, çekinmeden onları okurdu. Ama daha sonra, onları gizlemek zorunda kaldı. Bir müddet sonra onları tekrar oradan buradan toplamaya çalıştı. Hz. İmam Rıza’nın annesinin adının “Sekenen Nevbiyye”, “Erva”, “Necme” ve “Ümmü’l Benin” olduğunu söyleyenler olmuştur.

3- Ali bin Meysem babasından naklediyor: İmam Kâzım (a.s)’ın annesi Hamide, İmam Rıza (a.s)’ın annesi Necme’yi aldığında şöyle söylüyordu. Gece rüyamda Hz. Resulullah’ı gördüm, bana; “Hamide! Necme’yi oğlun Mûsa’ya bağışla. Zira ondan yeryüzünün en hayırlı insanı dünyaya gelecek.” Ben de onu oğlum Mûsa’ya bağışladım.

Necme İmam Rıza (a.s)’ı dünyaya getirdiği zaman İmam Kâzım (a.s) ona “Tahire” adını verdi. Necme, Erva, Seken, Semane, ve Tuktem ona verilen diğer isimlerdir.

Ali bin Meysem sözlerinin devamında şöyle dedi: Babamdan; annem şöyle diyordu diye dediğini duydum: Hamide Necme’yi satın aldığında o bakireydi.

4- Hişam Ahmer, İmam Kâzım (a.s)’ın kendisine şöyle buyurduğunu naklediyor: "Acaba Mağrip (yer adı) ehlinden buraya gelen birisini tanıyor musun?"

Arzettim ki: Hayır.

Buyurdular: Kızıl tenli birisi gelmiş, gel birlikte onun yanına gidelim.
Bineğe binerek birlikte onun yanına gittik. O mağrip ehlinden birisiydi, yanında da bir çok sayıda köle vardı. İmam (a.s) ona: “Kölelerini bize göster” diye buyurdular. Adam dokuz tane cariye (kadın köle) İmam’a gösterdi. İmam (a.s) onların her birini gördükçe buna ihtiyacım yok, diyordu.

Daha sonra diğerlerini göster, buyurunca adam: Bunlardan başkası yok, diye cevap verdi. İmam (a.s): “Var, göster” buyurdular. Adam yemin ederek: Sadece hasta bir cariye var, dedi. İmam (a.s); “Onu göstermenin ne sakıncası vardır?” buyurdu.

Ama adam onu göstermekten sakındı. Daha sonra İmam (a.s) geriye döndü ve ertesi gün beni o adamın peşine göndererek şöyle buyurdular: Ona de ki, onun hakkında son düşündüğün fiyat ne kadardır? Şu kadardır derse, de ki: Kabul ediyorum, onu aldım.

Hişam diyor ki: Adamın yanına gittim ve o, filan miktardan aşağı olmaz deyince, ben de kabul ediyorum, al bu para senin dedim. O da; bu cariye de senin malın, ama söyle bakalım dün seninle gelen o şahıs kimdi? dedi. Ben de Beni Haşim’dendir, dedim. Adam; Beni Haşim’in hangi boyundandır? deyince, onların büyüklerindendir, dedim.

Adam: Biraz daha açıklama yap, dedi. Ben daha fazla bilmiyorum dedim. Adam öyleyse ben bu hizmetçi hakkında sana anlatayım, dedi: Ben bu cariyeyi Mağrib’in en uzak şehirlerinin birinden aldım ve Ehl-i Kitaptan olan bir kadın beni görünce şöyle dedi: Bu cariyenin senin yanında ne işi var? Ben: Kendim için satın aldım, dedim.

Kadın: Bu cariyenin senin gibi birisinin yanında kalması doğru değildir, o yeryüzündeki en hayırlı adamın yanında yaşamalıdır, kısa bir müddet sonra onun evinde öyle bir çocuk dünyaya getirecektir ki, doğu ve batı alemi onun karşısında boyun eğmek zorunda kalacak.

Hişam diyor ki: Onu satın aldıktan sonra İmam Kâzım (a.s)’ın yanına getirdim ve kısa bir müddet sonra Ali bin Mûsa er-Rıza (a.s)’ı dünyaya getirdi.

Bu hadisi, aynı şekilde Muhammed bin Ali Macivleveyh, amcası Muhammed bin Kasım’dan o da Muhammed bin Ali el-Kûfi’den, o da Muhammed bin Halid’den, o da Hişam-i Ahmer’den benim için nakletti.


3.BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’IN DOĞUM TARİHİ

1- Attab bin Useyd, bir grup Medine ehlinden şöyle duyduğunu rivayet etmiştir: İmam Rıza (a.s) 153. Hicri, Rebi-ul Evvel ayının onbirinde, Medine'de İmam Sâdık (a.s)'ın vefatından beş yıl sonra bir Perşembe günü dünyaya geldi. Tus’un Nevkan ilçesinin Senabat köyünde vefat etti.

Humeyt bin Kahtabet’ut-Tai’nin evinde bulunan ve Hârun’un da gömülü olduğu kubbenin altında kıble tarafına doğru gömüldü. İmam Rıza (a.s) Hicretin 203. yılı Ramazan ayının yirmibirinde (veya yirmisinde), Cuma günü vefat etti. İmam (a.s), kırkdokuz yıl, altı ay ömür sürdü. Bu müddetin yirmi dokuz yıl, iki ayını değerli babası Mûsa bin Câfer ile birlikte geçirdi ve babasından sonra kendi İmamet döneminde ise yirmi yıl dört ay yaşam sürdüler.

İmam Rıza (a.s) yirmi dokuz yaşından iki ay almıştı ki, İmamet makamına ulaştı. Onun imamet dönemi, Hârun'ur-Reşid’in hilafet dönemine rastlamaktadır. Hârun’dan sonra Zübeyde’nin oğlu Muhammed Emin, üç yıl yirmibeş gün hükümdarlık etti.

Daha sonra Emin devre dışı bırakılarak amcası İbrahim bin Şekle ondört günlüğüne iş başına getirildi. Daha sonra Emin hapisten çıkarıldı ve yeniden onun adına halktan biat alındı. Bu defasında bir yıl altı ay yirmiüç gün padişahlık etti. Emin’den sonra Abdullah Memun başa geçerek yirmi yıl yirmiüç gün padişahlık etti.

Bu müddet zarfında İmam Rıza (a.s)’ı ölümle tehdit ederek kendi rızası olmadığı halde onu veliaht yapıp bu iş için halktan biat aldı. Memun bu iş için defalarca hazrete ısrarda bulundu ama İmam (a.s), bu teklifi kabul etmekten çekindi. Fakat kendisini ölüm tehlikesiyle karşı karşıya görünce şu duayı okudu:

“Allah’ım! Sen beni, kendi elimle kendimi ölüme atmaktan nehyetmişsin. O, beni mecbur etmiştir. Eğer onun veliahtlığını kabul etmezsem ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalacağım. Yûsuf ve Danyal’ın mecbur olarak zamanlarındaki tağutların hükümetine girmek zorunda kaldıkları gibi, ben de bu işi kabullenmeye mecbur edildim.

Allah’ım! Benim için senin ahdinden başka ahit ve senin tarafından verilen velayetten başka da velayet yoktur. Allah’ım! Beni dinini ayakta tutmaya ve peygamberin Hz. Muhammed (s.a.a)’in sünnetini ihya etmeye muvaffak kıl. Şüphesiz benim mevlam ve yardımcım sensin. Sen ne güzel mevla ve ne de güzel yardımcısın!”

Daha sonra İmam (a.s) hüzünlü ve ağlar bir halde veliahtlığı kabul etti. Kabul ederken de kimseyi görevden almayacağını ve kimseyi göreve atamayacağını, hiçbir adet ve geleneği değiştirmeyeceğini, sadece uzaktan nezaret edeceğini şart koştu.

Bunun üzerine Memun hem yakınlarından, hem de halktan İmam Rıza (a.s) adına biat topladı.

İmam Rıza (a.s)’ın fazilet, üstünlük ve güzel tedbirli işleri açığa çıkınca Memun kıskanarak İmam’a karşı kalbinde kin beslemeye başladı. Nihayet bu duruma tahammül edemeyip hileye başvurarak zehirle İmam’ı şehit etti.

2- Temin bin Abdullah el-Kureşî'den şöyle rivayet edilmiştir: Ali bin Meysem'in babası, annesinden naklediyor: Hz. Rıza (a.s)'ın annesi Necme'den işittim; şöyle diyordu: Oğlum Ali'ye hamile kaldığım zaman onun ağırlığını hissetmiyordum. Uykudayken karnımdan tesbih (süphanallah), tehlil (lâ ilahe illallah) ve temcid zikirleri duyuyordum.

Bu ses beni korkutuyordu. Uyandığımda ise bir şey işitmiyordum. Onu doğurduğum zaman, iki elini yere koydu, başını göğe doğru kaldırdı, dudaklarını da hareket ettiriyordu; sanki bir şeyler söylüyordu. Babası Mûsa bin Câfer (a.s) yanına geldi ve bana "Necme! Rabbinin bu bağışı sana kutlu olsun!" diye buyurdu.

Sonra onu beyaz bir bezde İmam Kâzım'a verdim. Sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu. Sonra Fırat suyu istedi, ondan damağına sürdü, sonra onu bana geri verdi ve: Al onu. O, yeryüzündeki "Bakiyyetullah"tır (Allah'ın bâki bıraktığı hüccettir), buyurdu.


4.BÖLÜM

İMAM MÛSA BİN CAFER (A.S)'IN OĞLU İMAM RIZA (A.S)'IN İMAMETİ VE VESAYETİ HAKKINDA AÇIK BEYANI

1- Muhammed bin İsmail bin Fazl el-Haşimi'den şöyle rivayet edilmiştir: Ebul Hasan Mûsa bin Câfer (a.s)'ın huzuruna çıktım, şiddetli bir şekilde hastaydı.

Ona; Allah'ın bize göstermesini istemediğim şey (ölüm), gerçekleşirse o zaman kime başvuralım (sizden sonra İmam kimdir)? dedim. Şöyle cevap verdi: "Oğlum Ali'ye; zira onun mektubu benim mektubumdur. O benim vasim ve benden sonraki halifemdir."

2- Ali bin Yaktîn'den şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Mûsa Kâzım (a.s)'ın huzurunda idim. Oğlu Ali de yanındaydı. İmam şöyle buyurdu: Ey Ali! Bu oğlum çocuklarımın efendisidir ve ben kendi künyemi ona verdim.

(Ali bin Yaktîn diyor ki;) Hişam (Bu sözü benden işittiğinde) eliyle alnına vurdu ve dedi: "İnna lillah", Allah'a andolsun ki, bu sözle sana kendisinin ölüm haberini vermiştir.

3- Hüseyin bin Nuaym es-Sahhafî'den şöyle rivayet edilmiştir: Ben, Hişam bin Hakem ve Ali bin Yaktîn Bağdat'taydık. Ali bin Yaktîn dedi ki; ben, salih kul Mûsa bin Câfer (a.s)'ın huzurundaydım, oğlu Rıza (a.s) onun yanına geldiğinde şöyle buyurdu: "Ey Ali! Bu benim çocuklarımın efendisidir ve ben kendi künyemi ona verdim."

O sırada Hişam eliyle alnına vurdu ve dedi: "Yazıklar olsun sana! Ne dedin?" Sonra Ali bin Yaktîn dedi ki; "Allah'a and olsun ki, o bu sözüyle sana, kendisinden sonra imametin onda (Hz. Rıza'da) olduğunu haber vermiştir."

4- Ali bin Yaktîn'den şöyle rivayet edilmiştir: Mûsa bin Câfer (a.s) -ondan bir şey sormadan- bana şöyle buyurdu: "Bu, çocuklarımın en fakihi, en alimidir." Ve eliyle Rıza (a.s)'ı göstererek; "Kendi künyemi ona verdim" buyurdular.

5- Mensur bin Yûnus Buzurc'dan şöyle rivayet edilmiştir: Bir gün Mûsa bin Câfer (a.s)'ın huzuruna gittim, bana şöyle buyurdu: "Mensur! Bugün ne yaptığımı biliyor musun?" Hayır, dedim. Buyurdu ki; "Oğlum Ali'yi vasi ve kendimden sonraki halife yaptım. Onun yanına git, bu münasebetten dolayı onu tebrik et ve ona bunu benim sana emrettiğimi söyle."

Mensur, sözünün devamında şöyle dedi: Ben onun huzuruna çıktım. Onu tebrik ettim ve bunu bana babasının emrettiğini söyledim.

(Şeyh Saduk diyor ki;) Mensur sonradan Hz. Rıza (a.s)'ın imametini inkâr etti ve (İmam Kâzım (a.s)'a ait olan) onun elindeki mallara el koydu ve sattı.

6- Dâvud bin Kesir'den şöyle rivayet edilmiştir: Ebu Abdullah'a (İmam Câfer-i Sâdık) dedim ki; Canım sana feda olsun! Eğer sana bir şey olursa kime baş vuralım? Buyurdular ki; "Oğlum Mûsa'ya."

Sonra o olay gerçekleşti. Allah'a andolsun ki ben, Mûsa bin Câfer'in imameti hakkında bir an bile şüphe etmedim. Sonra yaklaşık otuz yıl geçti. İmam Mûsa Kâzım (a.s)'ın huzuruna gittim. Ona: Canım sana feda olsun! Eğer size bir şey olursa kime müracaat edelim? dediğimde; "Oğlum Ali'ye" buyurdular. Sonra o olay da gerçekleşti. Allah'a andolsun ki, Ali Rıza (a.s) hakkında bir an olsun şüphe etmedim.

7- Dâvud-u Rakkî'den şöyle rivayet edilmiştir: İmam Mûsa Kâzım (a.s)'a dedim ki; Canım sana feda olsun! Ben yaşlanmışım, senden sonra kimin imam olacağını bana söyle. İmam Kâzım (a.s), Hz. Rıza (a.s)'ı işaret ederek; "Benden sonra sizin sahibiniz budur" buyurdular.

8- Dâvud-u Rakkî'den şöyle rivayet edilmiştir: Ebu İbrahim'e, yani İmam Mûsa Kâzım (a.s)'a şöyle dedim: Babam sana feda olsun! Ben artık yaşlanmışım, seninle bir daha buluşamayacağımdan korkuyorum. Senden sonra kimin imam olacağını bana bildir. Buyurdular ki: "Oğlum Ali'dir."

9- Yezid bin Selit-i Zeydî diyor: Ben ve yol arkadaşlarım Mekke yolunda İmam Sâdık (a.s) ile karşılaştık. İmam (a.s)'a: "Anam babam size feda! Siz ve ecdadınız tertemiz imamlarsınız, ölümden kimse kaçıp kurtulamaz, o halde bana (kendinizden sonraki imam hakkında) bir şey söyle de kendimden sonrakilere (evlat ve akrabalarıma) onu söyleyeyim" diye arzettim.

İmam cevaben bana şöyle buyurdular: "Evet, bunlar benim evlatlarımdır; O ise (oğlu Hz. İmam Rıza’ya işaretle) hepsinden üstündür. O ilim, hüküm, hikmet, anlayış ve cömertlik sahibidir; halkın dini meseleler hakkında ihtilafa düştükleri meseleleri (çok iyi) bilmektedir; onda güzel ahlak, iyi komşuluk huyu vardır; O, Allah'ın (c.c) kapılarından bir kapıdır ve onda bunların hepsinden daha üstün olan başka bir özellik de vardır."

Babam İmam (a.s)'a; "Anam babam size feda olsun! O özellik nedir? diye sordu. İmam (a.s) buyurdular ki; "Allah azze ve celle, bu ümmetin yardımcısını, feryada koşanını, alemini (nişanesini), nûrunu, anlayış, hüküm ve hikmet sahibini, en iyi mevlüdü (doğan çocuğu), en iyi genci ondan vücuda getirecektir.

Allah-u Teala onun vasıtasıyla kan dökmeyi önleyecek, insanların arasını ıslah edecek, onları barıştıracak; dağınıklığı, kargaşa ve kopukluğu düzeltecek, çıplağı örtecek, açı doyuracak, korkana güven verecek, yağmuru yağdıracak, kullar onun vesilesiyle emre boyun eğecekler;

o, gençlerin ve olgunlaşmış kişilerin en hayırlısı, en üstünüdür, ergenlik çağına ermeden aşireti, onunla (onun imameti ile) müjdelenecektir. Onun konuşması hüküm ve hikmettir, susması ise ilim ve bilinç üzeredir; halkın ihtilafa düştüğü meseleleri onlara açıklayacaktır."

Yezid bin Selit sözlerine şöyle devam ediyor: Babam ona; Anam babam sana kurban olsun! Acaba ondan sonra onun bir evladı olacak mı? diye sordu. İmam (a.s): Evet, diye buyurdu ve sonra sustu.

Yezid daha sonra şöyle diyor: Bir müddet sonra Ebul Hasan (yani, İmam Mûsa bin Câfer -a.s-) ile görüştüm. Kendilerine arzettim: Anam babam sana feda olsun! (Sonraki imam hakkında) babanızın bana haber verdiği gibi, sizin de bana haber vermenizi istiyorum.

İmam (a.s), cevaben buyurdular ki: “Babam öyle bir zamanda yaşıyordu ki, bizim zamanımız öyle değil.”
Yezid diyor: İmam'a dedim ki: Sizden bu kadarına razı olan kimseye Allah lanet etsin![15]
Yezid sözünün devamında şöyle diyor:

İmam benim bu sözüme gülüp şöyle buyurdular: “Ey Eba Umare! Bil ki, ben evimden çıktım, zahirde (görünüşte) bütün oğullarıma vasiyet ettim, onları oğlum Ali ile ortak kıldım, ama gizlide sadece Ali'ye vasiyette bulundum (onu kendime vasi yaptım).

Rüyamda Resulullah (s.a.a)'ı gördüm, Emir'ul Müminin Ali (a.s) da onunla birlikte idi; Resulullah (s.a.a)'in yanında bir yüzük, bir kılıç, bir âsa, bir kitap ve bir de sarık vardı. Kendisine: Bunlar nedir? diye sordum. Buyurdular ki: Sarık Allah'ın saltanatının, kılıç izzetinin, kitap nûrunun, âsa gücünün nişanesidir; yüzük de bütün bunları kapsıyor. Sonra Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: İmamet, oğlun Ali’ye yetişecektir.”

Yezid daha sonra sözlerini şöyle sürdürdü: İmam (a.s) bana buyurdular ki: Ey Yezid! Bu konu senin yanında emanettir, öyleyse onu akıl sahibi, sadakatli ve Allah'ın, kalbini iman üzere ısındırdığı insanlar dışında kimseye söyleme ve Allah-u Teala'nın nimetlerine karşı nankörlük etme.

Eğer senden tanıklık isterlerse tanıklık et. Çünkü Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: "Allah sizlere, emanetleri ehline ulaştırmayı emrediyor." (Nisa/58) Yine Allah-u Teala buyuruyor ki: "Kendisinde olan bir şehadeti (tanıklığı) Allah'tan gizleyenden daha zalim kimdir?" (Bakara/140)

Dedim ki; Allah'a and olsun ki, kesinlikle böyle bir işi yapmayacağım. Sonra, Ebul Hasan (İmam Kâzım) sözlerini şöyle sürdürdü: “Daha sonra Resulullah (s.a.a) onun vasıflarını bana açıkladı ve şöyle buyurdular: "Oğlun Ali öyle biridir ki, Allah'ın nûruyla bakar, Allah'ın bildirmesiyle duyar, hikmetle konuşur, doğru davranır; hata yapmaz, alimdir, cahil değildir, hüküm (hikmet) ve ilimle doludur.

Onunla birlikte olacağın süre ne kadar da azdır; o kadar azdır ki, yok gibi sayılır! Öyleyse seferden dönüşünde işlerini düzenle, kendine boş vakit ayarla; çünkü sen, onlardan ayrılıp başka şeylerle birlikte olacaksın. O halde evlatlarını topla ve Allah'ı onlara tanık kıl; (şüphesiz) Allah, tanıklık için yeterlidir."

Sonra, İmam Kâzım (a.s) şöyle buyurdular: “Ey Yezid! Ben bu yıl vefat edeceğim. Ali bin Ebu Talib ve Ali bin Hüseyin'in adaşı olan oğlum Ali’ye birincisinin (Hz. Ali'nin) anlayışı, ilmi, zaferi ve heybeti verilmiştir. O, Hârun'dan ancak dört yıl geçtikten sonra konuşabilir (bu müddetten önce konuşmaya hakkı yoktur), dört yıl geçtikten sonra, istediğin her şey hakkında ondan soru sor; Allah'ın izniyle cevabını verecektir."

10- Abbas Nehhas'il Esedî şöyle diyor: Hz. Rıza (a.s)'a; Bu zamanın imamı siz misiniz? diye sorduğumda İmam (a.s): Evet, Allah'a and olsun ki, ben bütün insan ve cinlerin imamıyım, buyurdular.

11- Süleyman bin Hafs el-Nervezî diyor: İmam Ebul Hasan Mûsa bin Câfer (a.s)'ın yanına gittim ve kendisinden sonraki İmam ve Allah'ın hücceti hakkında soru sormak istiyordum. İmam (a.s), ben hiçbir şey sormadan bana bakıp şöyle buyurdular: “Süleyman! "Ali" benim oğlum ve vasimdir. Benden sonra Allah'ın insanlara olan hüccetidir.

O, benim evlatlarımın en üstün olanıdır. Eğer benden sonra yaşayacak olursan, halifemi (yerime geçeni) tanımak isteyen Şiaların ve velayet ehli kimselerin nezdinde onun (Ali bin Mûsa'nın) imamlığına tanıklık et!"

12- Ali bin Ubeydullah el-Haşimî şöyle diyor: Şia ve dostlarımızdan yaklaşık altmış kişi Resulullah (s.a.a)'in kabri yanındaydık, İmam Kâzım (a.s), oğlu Ali'nin elinden tuttuğu bir halde bize doğru gelerek şöyle buyurdu: Benim kim olduğumu biliyor musunuz? Bizler: Siz efendimiz ve büyüğümüzsünüz, dedik.

İmam (a.s): Öyleyse benim isim ve nesebimi söyleyiniz, buyurdu. Biz İmam'ın cevabında şöyle arz ettik: Siz, Mûsa bin Câfer bin Muhammed'siniz. İmam: Benim yanımdaki kimdir? buyurdular. Bizler ise; Ali bin Mûsa bin Câfer (a.s)'dır, dedik. O zaman İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Öyleyse şahit olunuz ki o, hayatımda vekilim ve ölümümden sonra da vasimdir."

13- Abdullah bin Merhum şöyle diyor: Barra'dan Medine'ye doğru hareket ettim. Yolda Basra'ya götürülmek üzere olan İmam Kâzım (a.s) ile karşılaştım.[16] İmam (a.s), birilerini yanıma göndererek beni çağırttılar ve birkaç kitap vererek bunları Medine'ye ulaştırmamı emrettiler. "Size feda olayım, bunları kime vereyim?" diye sorduğumda şöyle buyurdular: "Oğlum Ali'ye ver. O benim vasim, işlerimin sorumlusu ve evlatlarımın en üstünüdür."

14- Abdullah bin Haris -ki annesi Câfer-i Tayyar'ın neslindendir- şöyle diyor: İmam Kâzım (a.s) bizleri toparlayarak şöyle buyurdu: Acaba sizi niçin çağırdığımı biliyor musunuz? Bizler: Hayır, dedik. İmam (a.s): “Şahit olunuz ki, bu oğlum Ali, benim vasim, işlerimin sorumlusu ve benden sonra halifemdir.

Benden talebi olan ve kendisine vade verdiğim herkes bu oğluma müracaat ederek onu ondan istesinler. Benimle görüşmek zorunda olan kimseler de ancak onun mektup ve yazısı ile benimle görüşsünler.” diye buyurdular. (Yani; bütün işlerinizde oğlum Rıza'ya müracaat ediniz, eğer zaruri olarak benimle görüşülecek bir iş olursa yine, önce oğlum Rıza (a.s)'ın yanına gidiniz onun vermiş olduğu yazılı izinle benim görüşüme geliniz.)

15- Haydar bin Eyüp şöyle diyor: Muhammed bin Yezid-i Haşimî şöyle dedi: Şimdi Şialar Ali bin Mûsa (a.s)'ı kendilerine imam olarak seçecekler. Ben: Nasıl? diye sordum. Şöyle dedi: İmam Kâzım (a.s), onu (İmam Rıza'yı) yanına çağırarak vasiyette bulundu (onu kendine vasi tayin etti).

16- Yine, Haydar bin Eyüp'ten şöyle dediği naklediliyor: Medine şehrinde "Kuba" denilen yerde toplanmıştık; Muhammed bin Zeyd bin Ali de o mahallede oturuyordu. Muhammed, yanımıza her zamanki vaktinden geç gelince ona; Allah bize sana feda olmayı nasib etsin, neden bu kadar geciktiniz? diye sorduğumuzda cevaben şöyle dedi:

İmam Kâzım (a.s) bugün, Ali ve Fatıma (s.a) evlatlarından benimle beraber on yedi kişiyi toplayarak hayatında ve ölümünden sonra oğlu Ali'nin onun vasisi ve vekili olduğuna dair sözlerini, ister yararına olsun, ister zararına, tamamıyla kabul ettiği hususunda bizleri şahit tuttu. Daha sonra Muhammed bin Zeyd şöyle dedi: Ey Haydar! Allah'a and olsun ki, bugün imamet onun için karar kılındı ve Şialar ondan (İmam Kâzım (a.s)'dan) sonra Rıza (a.s)'a uyacaklardır.

Haydar diyor ki: Bu sözü ondan duyunca şöyle dedim: Bu nasıl söz? Allah onu yaşatacaktır! Muhammed ise cevaben şöyle dedi: Ey Haydar! Ona vasiyet etmesi, imameti ona bırakması demektir.Ali bin Hakem diyor ki: Haydar, İmam Rıza (a.s)'ın imamlığında şüphe ettiği bir halde dünyadan göçtü.

17- Abdurrahman bin Haccac şöyle diyor: Ebul Hasan Mûsa bin Câfer (a.s), oğlu Ali'ye vasiyet etti (onu kendine vasi kıldı) ve onun için bir yazı yazarak Medine büyüklerinden altmış kişiyi şahit tuttular.

18- Hüseyin bin Beşir şöyle diyor: Resulullah (s.a.a), Gadir-i Hum günü Hz. Ali'yi yüksek bir yere çıkararak onu kendi vasisi kıldığı gibi, İmam Kâzım (a.s) da oğlu Ali (a.s)'ı ayağa kaldırıp şöyle buyurdular: "Ey Medine (veya ey mescit) halkı! Bilin ki bu (Ali), benden sonraki vasimdir."

19- Hasan bin Ali el-Hazzaz şöyle diyor: Ali bin Ebu Hamza ile birlikte Mekke'ye doğru hareket ettik. Ali kendisiyle birlikte mal ve eşya götürüyordu. Ona: Bunlar nedir, diye sordum. O, "Bunlar salih kulun (İmam Kâzım (a.s)'ın) mallarıdır. Bunları oğlu Ali (a.s)'a ulaştırmamı emretmiştir. Çünkü onu kendi vasisi kılmıştır" dedi.

(Kitabın yazarı Şeyh Saduk) şöyle diyor: Ali bin Ebu Hamza, İmam Kâzım (a.s)'ın vefatından sonra bu meseleyi inkâr ederek malları İmam Rıza (a.s)'a ulaştırmadı.

20- Seleme bin Muhriz şöyle diyor: İmam Sâdık (a.s)'a arz ettim: İcliyye fırkasından olan biri bana şöyle dedi: Bu yaşlı adamın (Hz. Sâdık'ın) kaç yıl daha yaşaması ümit edilir?

Bir iki yıl sonra dünyadan gidecek ve artık ümit bağlayacağınız bir kimse de kalmayacak! İmam Sâdık (a.s), bu söze karşı şöyle buyurdu: "Ona neden şöyle söylemedin: Mûsa bin Câfer henüz gençtir, ona helal olan bir cariye aldık, Allah'ın izniyle (çok geçmeden) fakih bir evlada sahip olacağını göreceksin."

21- İsmail bin Hattab şöyle rivayet ediyor: İmam Ebul Hasan (Mûsa bin Câfer), sürekli oğlu Ali (a.s)'ı methedip övüyordu. Onun fazilet ve iyiliğini zikrediyordu; ondan başka kimseyi böyle övmezdi. Sanki bu tavrıyla etraftakilerin ona (Hz. Rıza'ya) ilgi duymalarını sağlamak istiyordu.

22- Câfer bin Halef diyor ki: İmam Ebul Hasan Mûsa bin Câfer (a.s)'dan işittim, şöyle buyuruyordu: "Evlat görmedikçe ölmeyen kimseye ne mutlu! (Hz. Rıza'yı işaret ederek) Allah-u Teala da benden sonra bâki kalacak bu çocuğumu bana gösterdi."

23- Hüseyin bin Muhtar diyor: İmam Kâzım (a.s) hapisteyken bazı mektupları bize yetişti. Onlarda şöyle yazılmıştı: "İmamet makamım büyük oğluma yetişmektedir (yani; benden sonra imam olacak odur)."

24- Yine, Hüseyin bin Muhtar'dan şöyle rivayet ediliyor: İmam Kâzım (a.s) Basra'dan geçtiğinde elimize mektupları ulaştı. Mektubun kenarında şöyle yazıyordu: "Ahdim (sahip olduğum imamet makamı) büyük oğluma yetişir."

25- Ziyad bin Mervan el-Kandî şöyle diyor: İmam Kâzım (a.s)'ın huzuruna vardım; yanında oğlu Ali (a.s) da vardı. İmam Kâzım (a.s) bana şöyle buyurdu: "Ey Ziyad! Bunun (Ali'nin) yazısı benim yazımdır, sözü benim sözümdür, elçisi (gönderdiği kimse) benim elçimdir, ne söylerse söz onun sözüdür."

Bu kitabın yazarı (Şeyh Saduk) şöyle diyor: Ziyad bin Mervan el-Kandi'nin kendisi bu hadisi naklettiği halde İmam Kâzım (a.s)'ın şehadetinden sonra onu (Ali’yi) inkâr etti ve Vakifîlerden oldu. İmam Kâzım (a.s)'ın onun yanındaki mallarını sahiplenerek İmam Rıza (a.s)'a iade etmedi.

26- Nasr bin Kâbus şöyle diyor: Mûsa bin Câfer (a.s)'a arz ettim ki: Babanızdan; sizden sonra imam kimdir, diye sorduğumda bize senin imam olduğunu haber verdi. Onun vefatından sonra halk sağa sola gitti (sapıttı), fakat ben ve arkadaşlarım senin imametini kabul ettik. O halde kendinizden sonra kimin imam olacağını bana buyurun. İmam (a.s): “Oğlum Ali'dir, buyurdular. "

27- Yine, Nasr bin Kâbus'tan şöyle naklediliyor: İmam Kâzım (a.s) bana şöyle buyurdu: "Oğlum Ali çocuklarımın en büyüğüdür, hepsinden daha çok sözümü dinleyip emrime itaat edendir. Benimle beraber "Cefr" ve "Camia" kitaplarına bakıyor. Peygamber veya peygamberin vasisinden başka hiç kimse bu iki kitaba bakamaz."

28- Mufazzal bin Ömer şöyle söylüyor: Hz. İmam Kâzım (a.s)'ın huzuruna vardığımda oğlu Ali (a.s) kucağında idi. Onu öpüp dilini emiyordu. Omzuna alıp sonra bağrına basarak şöyle buyuruyorlardı: "Babam, annem sana feda olsun! Kokun ne de güzeldir, tabiatın ne de temizdir, faziletin ne kadar da aşikârdır!"

İmam (a.s)'a “Size feda olayım; bu çocuğa karşı kalbimde, sizden başka hiç kimseye duymadığım büyük bir sevgi oluştu” dedim. İmam (a.s) cevaben şöyle buyurdu: "Mufazzal! Onun bana olan nispeti, benim babama olan nispetim gibidir (yani; o da benim gibi imamdır). "(Allah'ın seçkin kulları), birbirinden türeyen bir nesildir. Allah işitip bilendir." (Âl-i İmran/34)

İmam (a.s)'a: O, sizden sonra imam mıdır, diye sorduğumda İmam (a.s): "Evet, kim ona itaat ederse hidayet olur ve kim ona itaatsizlik ederse kâfir olur."

29- Muhammed bin Sînan şöyle diyor: İmam Kâzım (a.s) Irak'a götürülmeden bir yıl önce huzuruna vardım; oğlu Ali de önünde idi. Bana hitaben; ey Muhammed! diye buyurdu. Ben de: Lebbeyk! (Buyurun, hizmetinize hazırım) dedim.

İmam (a.s): "Bu yıl bir olay olacaktır, ondan dolayı sabırsızlık gösterme!" diye buyurdu. Sonra başını aşağı eğip eliyle yere vurdu. Daha sonra başını kaldırarak şöyle buyurdu: "Allah zalimleri saptıracaktır, Allah dilediğini yapar." (İbrahim/27)

Arz ettim: Size feda olayım! Olay nedir? Buyurdu ki: "Kim (benden sonra) bu oğluma hakkı hususunda zulmeder ve onun imametini inkâr ederse aynen Hz. Ali bin Ebu Talib (a.s)'a hakkı hususunda zulmeden ve Hz. Muhammed (s.a.a)'den sonra onun imametini inkâr eden kimse gibi olur."

Ravi diyor ki: İmam'ın bu sözleri söylemesiyle kendi ölümünden ve oğlunun imametliğinden haber verdiğini anladım. Bundan dolayı şöyle dedim: Allah'a and olsun ki, eğer Allah-u Teala bana uzun ömür verirse onun hakkını vereceğim, imametini ikrar edeceğim. Şehadet ederim ki o, sizden sonra Allah'ın, halkın üzerine hücceti ve onları Allah'ın dinine davet edendir.

İmam (a.s), bu sözlerime karşı şöyle buyurdu: "Ey Muhammed! Allah sana uzun ömür verecektir, sen halkı onun ve ondan sonraki imamın imametine davet edeceksin."

"Canım size feda olsun! Ondan sonraki imam kimdir?" diye sorduğumda; "Onun oğlu", buyurdular. Bunun üzerine arz ettim: Razı ve teslim oldum. İmam (a.s) buyurdu ki: Evet (doğru söylüyorsun), seni Emir el-Müminin Ali (a.s)'ın kitabında böyle buldum. Sen, bizim Şialarımız arasında zifiri karanlık bir gecede parlayan şimşekten daha aşikârsın.

Sonra şöyle buyurdular: "Ey Muhammed! Mufazzal benim üns ve rahatlığım (samimi dostum) idi, sen de o iki imama (İmam Rıza ve İmam Cevad) üns ve rahatlık sebebi olacaksın. Ateşe sana dokunması, haramdır.”
1
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI


HZ.MÛSA BİN CAFER (A.S)'IN VASİYETİNİN NÜSHASI

1- Abdullah bin Muhammed el-Haccac diyor ki: İbrahim bin Abdullah el-Câferî bir grup akrabasından şöyle naklediyor: İmam Mûsa bin Câfer (a.s), Câfer bin Salih el-Câferî, Muaviye el-Câferî (hepsi Ebu Talib soyundandır), Yahya bin Hüseyin bin Zeyd (İmam Seccad (a.s)'ın torunlarındandır), Sâd bin İmran-i Ensarî, Muhammed bin Haris-i Ensarî, Yezid bin Selid-i Ensarî ve Muhammed bin Câfer-i Esleme'yi (İmam Kâzım (a.s)'ın ashabındandırlar) kendi vasiyetine tanık kıldı.

İmam Mûsa bin Câfer (a.s), aynı grubu bir takım hak inançlarına da şahit tuttu. Mezkur inançlar şunlardan ibaret idi: "Ben şehadet ediyorum ki, Allah'tan başka bir ilah yoktur, o tektir ve ortağı yoktur, Muhammed onun kulu ve elçisidir, kıyamet gelecektir; onun geleceğinden şüphe yoktur.

Şüphesiz, Allah-u Teala kabirlerdekileri diriltecektir, ölümden sonra dirilmek haktır, hesap ve kısas haktır, (kıyamette) Allah'ın önünde dikilme haktır, Hz. Muhammed'in getirdikleri haktır, haktır, haktır, Cebrail (a.s)'ın indirdikleri de haktır. Bu saydıklarıma inanarak yaşıyorum, aynı inançlarla öleceğim ve aynı inançlarla da dirileceğim inşallah."

İmam (a.s), adı geçen şahısları bu vasiyetin kendisine ait ve kendi hattıyla yazılmış olduğuna dair şahit tuttu. Daha sonra şöyle devam etti: "Bu vasiyetten önce ceddim Emir-ul Müminin Ali (a.s)'ın, Hasan ve Hüseyin'in, Ali bin Hüseyin'in, Muhammed bin Ali'nin ve Câfer bin Muhammed'in nasihatlerini harfiyen yazdım.

Şimdi ise bu vasiyetle oğlum Ali'yi ve onunla beraber diğer çocuklarımı eğer Allah isterse, vasi karar kılıyorum. Oğlum Ali diğer kardeşlerini olgun bulup onların benim vasim olarak kalmalarına izin verme yetkisine sahip olduğu gibi diğerlerinden razı olmadığı takdirde, onları vasiyetin dışında bırakma yetkisine de sahiptir ve diğerleri onun karşısında böyle bir yetkiye sahip değildirler.

Vakıflar, mallar ve çocuklarıma Ali'yi, İbrahim'i, Abbas'ı, Ahmed'i (İmam Kâzım (a.s)'ın diğer çocukları) ve Ümmü Ahmed'i (İmam Kâzım (a.s)'ın hanımı) vasi kılıyorum. Hanımlarımla ilgili meselelerde sadece "Ali" vasimdir. Babam ve aileme ait olan vakıfların üçte birini aynı kendi malıymış gibi nerede maslahat görürse orada kullansın.

Ailem konusunda yaptığım vasiyetlere isterse uyabilir, istemezse de uymama hakkına sahiptir. Malları isterse satabilir, isterse hediye verebilir, bağışlayabilir veya bunların dışında uygun gördüğü bir yere sadaka verebilir. Bu vasiyette o (İmam Rıza), mallarım, hanımlarım ve çocuklarım hususunda benim gibidir.

Vasiyetim dışında isimlerini zikrettiğim kardeşlerini eğer kendisi uygun görürse onlar hakkındaki vasiyetimi icra edebilir, uygun görmezse onları vasilikten çıkarma yetkisine sahiptir. Hiç kimse ona itiraz hakkına sahip değildir. Eğer adı geçen çocuklarımdan birisi kız kardeşini evlendirmek isterse, onun izni olmadan böyle bir hakka sahip değildir.

Kim bu vasiyetimde zikrettiğim yetkiler hakkında onu (İmam Rıza) bir kenara iter veya ona mani olursa bu ameliyle Allah ve resulünden uzaklaşmış, Allah ve resulü de ondan uzaklaşmıştır; Allah'ın, bütün lanet edenlerin, mukarrep meleklerin, nebilerin, elçilerin ve müminlerin laneti o şahsın üzerine olsun!

Hiçbir sultan ve aynı şekilde çocuklarımın hiçbirisi onun (İmam Rıza'nın) yanında olan mallarımı ondan alma yetkisine sahip değildirler. Benim onun yanında mallarım vardır ve o, mevcut malların miktarını her ne kadar söylerse benim kabulümdür, ister az söylesin, ister çok, fark etmez. Diğer evlatlarımın ismini burada zikretmemin sebebi, onların ve küçük çocuklarımın yücelmeleri, (ihtiramla anılmaları ve tanınmaları) içindir.

Ümmü veled[17] olan hanımlarımdan hangisi evde kalmaya devam ederse, onun (İmam Rıza'nın) kabul etmesi şartıyla, ben hayattayken sahip oldukları bütün haklara sahip olacaklardır. Ama benden sonra evlenirlerse artık hayatımdaki kendileri için belirlenmiş hakkı almaya dönemezler.

Elbette Ali (İmam Rıza), maslahat bilirse onları bu hukuktan yararlandırmaya devam edebilir. Kızlarım da onlarla aynı hükümdedirler. Kızlarımı onlara anne tarafından kardeş olanlar, evlendiremezler (bu yetkiye sahip değillerdir). Kızlarımın da onun (İmam Rıza'nın) görüş ve izni olmaksızın evlenme hususunda bir iş yapmaya hakları yoktur.

Eğer kızlarımın evliliğine onlara anne tarafından kardeş olanlar, Ali'nin izni olmadan karışırlarsa, bu amelleriyle Allah ve resulüne karşı muhalefet ve itaatsizlik etmişlerdir. O (İmam Rıza) kendi kavminin evlilik meselelerinde daha bilgilidir. Eğer isterse evlendirir ve istemezse de evlendirmez.

Ben bu vasiyetnamenin evvelinde zikrettiğim şeylerin benzerini onlara (anne tarafından kızlarıma kardeş olanlara) vasiyet ettim ve Allah'ı, onlara şahit tutuyorum.

Kimsenin benim vasiyetimi açma veya onu açıklamaya hakkı yoktur. Bu vasiyet, aynı size beyan ettiğim gibidir. Kim kötülük yaparsa kendi zararına yapmıştır, kim de iyilik yaparsa kendi yararına yapmıştır. Rabbim kullara zulmeden değildir.

Hiç kimse ister sultan isterse bir başkası olsun, altını mühürlemiş olduğum bu vasiyeti açma hakkına sahip değildir. Kim bu işi yaparsa Allah'ın lânet ve gazabı onun üzerine olsun. Allah'tan sonra melekler, Müslüman ve müminler grubu benim yardımcımdır."

Daha sonra İmam Mûsa bin Câfer (a.s) ve şahitler vasiyetnameyi mühürlediler.

Abdullah bin Muhammed el-Câferî diyor ki: Abbas bin Mûsa (İmam Rıza (a.s)'ın kardeşi), İbn-i İmran adlı kadıya şöyle dedi: Bu mektubun içinde bizim için bırakılmış hazine var ve o (İmam Rıza) hepsini kendisi sahiplenmek istiyor, bize hiçbir şey vermek istemiyor. Babam her şeyi ona vermiş, bizi ise muhtaç bırakmıştır.

Bu esnada (İmam Kâzım (a.s)'ın vasiyetine şahit olanlardan) İbrahim bin Muhammed el-Câferi onun üzerine sıçrayıp ona kötü sözler söyledi. Şahitlerden bir diğeri olan amcası İshak bin Câfer de ona aynı şekilde davrandı. Bunun üzerine Abbas, kadıya: Allah seni salih kılsın, mührü aç da mektubun içeriğini oku, dedi. Kadı: Mührü açarak babanın lânetine uğramak istemiyorum, dedi.

Abbas: Kendim onu açacağım.

Kadı: Sen bilirsin.

Abbas, mührü açarak mektubu okudu ve İmam Kâzım (a.s)'ın onların hepsini vasiyetten çıkardığını, sadece Ali (a.s)'ı bâki bıraktığını ve onları, -ister istesinler ve isterse istemesinler- Ali'nin velayeti altına geçirdiğini böylece görmüş oldular ve onların hepsi yetimler gibi İmam Rıza'nın himayesi altına girmiş oldular. İmam Kâzım (a.s), onların hepsini sadaka vb. şeylerin sınırından uzaklaştırmıştı.

Daha sonra İmam Rıza (a.s), kardeşi Abbas'a dönerek şöyle buyurdu: Ey kardeşim! Zarar ve borçlarınızın sizi bu işe zorladığını biliyorum. İmam daha sonra Sâd'a: “Ey Sâd! Git bak, ne kadar borçları varsa onlardan taraf onu öde ve borç senetlerini geriye al, ayrıca borçların ödendiğine dair bir de belge al. Allah'a and olsun ki, yeryüzünde yürüdüğüm sürece size yardım ve iyilik etmeyi terk etmeyeceğim. Öyleyse istediğinizi söyleyin."

Abbas: Bize verdiklerin senin yanında olan mallarımızdan arta kalandır. Yoksa bizim senin yanındaki mallarımız bundan çok daha fazladır.

İmam: İstediğinizi söyleyin. Benim onurum sizin onurunuzdur. Allah'ım! Bunları ve işlerini ıslah et, şeytanı bizden ve onlardan uzaklaştır. Onlara sana kul olmada ve yine sana itaat etmede yardımcı ol. Allah tüm söylediklerimize şahittir.

Abbas: Söylediklerini ne kadar da güzel anlıyorum (ama cevap veremiyorum!) Artık küreğin için benim yanımda bir çamur (tamah edebileceğin hiçbir şey) kalmamıştır. Daha sonra herkes dağıldı.

2- Abdurrahman bin Haccac diyor ki: İmam Kâzım (a.s), Emir'ül Müminin Hz. Ali'nin vasiyetnamesini ve babasının vakfettiği yerlerin belgelerini bana gönderdi. Bu vesileyle kendi vakıflarını ve babasının vakıflarını beyan ettiler. (Mezkur yazının metni:)

"Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla; Mûsa bin Câfer'in vakıfları: Filan mekândaki ölçüleri belli olan yerin tamamı, ondaki hurma ağaçları, üzerinde bina olmayan kısımları, onda mevcut olan su, kenar ve köşeleri, hukuk ve sulanması, yüksek ve yüzeysel yerlerindeki mevcut bütün haklar, ormanı, istirahat edebilecek yerleri, düz alanı, su yolu, verimli ve verimsiz kısımları, bütün bunları Mûsa bin Câfer ister kız, ister erkek olan (birinci dereceden) çocuklarına vakfediyor.

Bu yerden elde edilen gelirler, oranın onarılması ve korunması için yapılan masraflar ve köyün fakirlerine dağıtılmak üzere ayrılmış otuz hurma ağacının gelirleri çıkarıldıktan sonra, oranın sorumlusunca Mûsa bin Câfer'in çocukları arasında dağıtılır.

Bu dağıtımda erkeklere kızların iki katı hak verilmelidir. Mûsa bin Câfer'in kızlarından birisi evlenirse, kocasını (ölüm veya boşanma nedeniyle) kaybetmediği sürece bu haktan yararlanamaz.

Kocasını kaybetmesi durumunda aynı evlenmemiş kızlar gibi o da pay almaya devam eder. Mûsa bin Câfer'in çocuklarından birisi ölürse onun hakkı kendi çocuklarına miras olarak kalır. Kız çocukları bir erkek çocukları iki pay alır. Eğer ölenin çocuğu yok ise onun payı diğerlerininkine eklenir. Kızlardan dünyaya gelen torunlarımın bu malda hakları yoktur. Elbette eğer babası benim çocuklarımdan olursa durum değişir.

Benim neslimden her hangi birisi sağ olduğu müddetçe başka birisi bu mülkte hak sahibi olamaz. Eğer çocuklarımın hepsi ölür de hiçbirisi sağ kalmazsa bu mal baba ve anne tarafından bana kardeş ve bacı olanlara aittir. Onlar sağ olduğu müddetçe bu yer başkasına geçmez. Eğer onların da hepsi ölürse bu mülk, aynı kendi çocuklarıma şart ettiğim gibi, babamın kız ve erkek çocuklarına, onlardan bir çocuk kaldıkça miras olarak kalır.

Eğer onlardan da hiç kimse kalmazsa varislerin en iyisi olan Allah-u Teala varis olana dek (kıyamet gününe kadar) bu mal, akrabalık bağına göre, bana en yakın olanlara miras kalır. Mûsa bin Câfer bu mülkü, sağ salim olduğu bir halde, hiçbir şek ve şüpheye yer vermeyecek bir şekilde ve bir daha da (kıyamet gününe kadar) geri dönmeme şartıyla Allah'ın rızası ve ahiret nimetleri için vakfetmiştir.

Ahirete ve Allah-u Teala'ya imanı olan hiçbir müminin, Allah-u Teala'nın yeryüzüne ve yeryüzündeki insanlara varis olana dek, bu yeri satması, alması, hibe etmesi, birine bağışlaması veya onun için belirlediğim şartları değiştirmesi, caiz değildir.

Bu vakfın sorumlusu Ali (İmam Rıza) ve İbrahim'dir. Eğer onlardan birisi ölürse Kâsım onun yerine geçecektir. Sonra tekrar onlardan birisi ölürse İsmail onun yerine geçecektir. Eğer bu ikisinden biri de ölürse, Abbas onun yerine geçecektir.

Eğer o ikisinden birisi ölürse, diğerlerinden daha büyük olan kardeş onun yerine geçecektir. Eğer benim neslimden sadece bir kişi kalırsa bu vakfın sorumluluğu onun üzerinedir."İmam Rıza (a.s) buyurdu ki: "Babam İsmail'e, Abbas'tan küçük olmasına rağmen öncelik tanıdı."

3- İmam Sâdık (a.s)'ın çocukları olan İshak ve Ali'den şöyle nakledilmiştir: İmam Mûsa bin Câfer'in tutuklandığı sene, biz Mekke'de Abdurrahman bin Eslem'in yanına gittik ve yanımızda da Mûsa bin Câfer'in kendi yazısıyla ona ait bir mektup vardı. İmam (a.s), bu mektuba ihtiyaç duyduğu şeyleri yazmışlardı.

Ona: İmam bu yolla adı geçen şeylerin yapılması için destur vermiştir; hangisi gerçekleşirse onu oğlu Ali'ye ver; çünkü o, İmam'ın halifesi ve işlerinin sorumlusudur, dedik.

Daha sonra İshak ve Ali şöyle devam ettiler: Bu sohbet, hacıların Mina'dan Mekke'ye hareket etmelerinden bir gün sonra ve İmam Kâzım (a.s)'ın tutuklanmasından takriben elli gün sonra gerçekleşti.

İmam Sâdık (a.s)'ın oğulları olan İshak ve Ali, Ali bin Mûsa (a.s)'ın kendi babasının vasi ve halifesi olduğuna dair, Hüseyin bin Ahmed el-Minkârî, İsmail bin Ömer, Hassan bin Muaviye ve Hüseyin bin Muhammed-i Sahib'ul Hatm'i kendi şahitliklerine tuttular.

Onlardan iki kişi de zikredildiği şekilde şahitlik ettiler ve diğer iki kişi de onun (İmam Rıza'nın) Mûsa bin Câfer (a.s)'ın vekili olduğunu söylediler. Netice itibariyle hepsinin şehadeti Hafs bin Gıyas adlı hakimin nezdinde kabul edildi.

4- Bekir bin Salih diyor ki: İmam Kâzım (a.s)'ın oğlu İbrahim'e babası hakkında ne söylediğini sordum. O yaşıyor, dedi. Ben; "Kardeşin Ebul Hasan (İmam Rıza) hakkında ne diyorsun?" dedim. O; "Ebul Hasan doğru sözlü ve güvenilir birisidir" dedi. "O babanın öldüğüne inanıyor" dedim. Cevaben; "O ne dediğini daha iyi bilir" dedi. Ben sözümü tekrarlayınca o yine aynı cevabı verdi.

Ben; "Acaba baban birisini kendisine vasi tayin etti mi?" dediğimde "Evet" dedi. Kimi vasi tayin etti, diye sorduğumda ise "Bizden beş kişiyi belirledi ve Ali'yi bize öncelikli kıldı" diye cevap verdi.


6.BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)'IN İMAMETİ İLE İLGİLİ NASLAR

(Bu bölümde aynı konu altında bazı hadislerin tekrar olması nedeniyle onların zikrini gerek görmeyip toplam 37 hadis zikretmekle yetindik.)

1- Ebu Nezre şöyle nakletmiştir:[18] İmam Muhammed Bâkır'ın vefat zamanı geldiğinde, ihtizar sırasında vasiyetini söylemek için oğlu Hz. İmam Sâdık'ı çağırdı.

İmam Bâkır'ın kardeşi Zeyd bin Ali, İmam Muhammed Bâkır'a şöyle dedi: Zannımca İmam Hasan'ın, İmam Hüseyin hakkında yaptığı işin benzerini sen de benim hakkımda yapsaydın kötü bir şey yapmış olmazdın.[19] İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle cevap verdi: “Ya Ebel Hasan!

İlahi emanet ve ahitler, insanlar birbirlerine benzetilerek ve mukayese edilerek onlara verilmiyor; Onun emirlerinin benzetmekle bir ilişkisi yoktur. Bu ilahi hüccetler (imamlar), doğmadan önce belirlenmiş bir meseledir.”

Sonra Cabir bin Abdullah'ı çağırtarak, kendi gözleriyle görmüş olduğu o sahifeden bahsetmesini emretti. Cabir; baş üstüne, deyip şöyle söyledi:

Bir gün, Hz. İmam Hüseyin'in doğumunu tebrik etmek için Hz. Fatıma (s.a)'ın yanına gittim. Ellerinde beyaz inciden bir sahife vardı. "Ey kadınların efendisi! Yanınızda görmekte olduğum bu sahife nedir?" diye sorduğumda şöyle buyurdular: "Onda evlatlarımdan olan imamların isimleri yazılmıştır.

" Onu verin ben de bakayım, dediğimde cevaben şöyle buyurdular: "Ey Cabir! Eğer yasaklanmamış olsaydı onu muhakkak sana verirdim. Ne var ki, ona Peygamber, Peygamber'in vasisi ve Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden başkasının dokunması yasaktır. Ancak dokunmadan üstten bakabilirsin."

Cabir diyor ki; Sahifede şöyle yazılıydı: "Ebul Kâsım Muhammed bin Abdullah el-Mustafa, annesi Amine'dir; Ebul Hasan Ali bin Ebu Talib el-Murtaza, annesi Esed bin Haşim bin Abdumenaf'ın kızı Fatıma'dır; Ebu Muhammed Hasan bin Ali el-Berr (iyiliksever), Ebu Abdullah Hüseyin bin Ali el-Taki, anneleri Muhammed'in kızı Fatıma'dır; Ebu Muhammed Ali bin Hüseyin el- Adl, annesi Yezdgird kızı Şehribânu'dur;

Ebu Câfer Muhammed bin Ali el-Bâkır, annesi Hasan bin Ali bin Ebu Talib'in kızı Ümmü Abdullah'tır; Ebu Abdullah Câfer bin Muhammed es-Sâdık, annesi Kâsım bin Muhammed bin Ebu Bekir'in kızı Ümmü Ferve'dir; Ebu İbrahim Mûsa bin Câfer, annesi Hamidet'ül Müseffa isminde bir cariyedir; Ebul Hasan Ali bin Mûsa er-Rıza, annesi Necme adında bir cariyedir;

Ebu Câfer Muhammed bin Ali ez-Zeki, annesi Hizran adında bir cariyedir; Ebul Hasan Ali bin Muhammed el-Emin, annesi Sûsen adında bir cariyedir; Ebu Muhammed Hasan bin Ali er-Refik, annesi Sümane isimli bir cariyedir ve kendisine Ümmü'l Hasan künyesi verilmiştir; Ebul Kâsım Muhammed bin Hasan, o kıyam edecek olan hüccettir ve annesi de Nergis adında bir cariyedir;

Allah'ın selamı onlarının tümünün üzerine olsun.”Kitabın yazarı (Şeyh Saduk) şöyle diyor: Bu hadiste Hz. Kaim (Mehdî) aleyhisselamın adı zikrolunmuştur. Bana göre o hazretin adını söylemek caiz değildir.” [20](2’den 6’ya kadar olan hadisler aynı konuyu içermektedir.)

7- Yine, başka bir kanaldan nakledilen rivayete göre; Hasan bin Mahbub, Ebu Cârud'dan; o da İmam Bâkır (a.s)'dan rivayet eder ki: Cabir dedi: Hz. Fatıma (s.a)'nın huzurlarına gittim. Yanında vasilerin (halifelerin) isimleri yazılı olan bir levha gördüm.

Onları saydım, on iki tane idi. Sonuncuları "Kaim" idi; onlardan üç tanesinin isimleri "Muhammed", dört tanesinin isimleri ise "Ali" idi. Allah'ın selamı onların üzerine olsun!

8- Süleym bin Kays el-Hilalî'den şöyle dediği rivayet olunmuştur: Câfer-i Tayyar'ın oğlu Abdullah'tan şöyle dediğini işittim: Ben, İmam Hasan (a.s), İmam Hüseyin (a.s), Abdullah bin Abbas, Ömer bin Ebu Seleme ve Usame bin Zeyd, Muaviye'nin yanındaydık.

Sonra aralarında geçen konuşmayı naklederek şöyle dedi: Muaviye'ye dedim ki: Ben (Abdullah), Resulullah'tan şöyle dediğini işittim: "Benim müminlere olan velayetim, onların kendilerine olan velayetinden daha üstündür; benden sonra kardeşim Ali bin Ebu Talib müminler üzerinde velayet sahibidir,

onun da müminlere olan velayeti müminlerin kendilerine olan velayetinden daha üstündür; o şehit edildikten sonra oğlum Hasan'ın müminlere olan velayeti müminlerin kendilerine olan velayetinden daha üstündür, o şehit edildikten sonra,

oğlum Hüseyin'in müminler üzerindeki velayeti müminlerin kendilerine olan velayetinden daha üstündür; o şehit edildikten sonra oğlum Ali bin Hüseyin'in müminler üzerindeki velayeti müminlerin kendilerine olan velayetinden daha üstündür.

Ey Abdullah! Sen onu göreceksin. Sonra oğlum Muhammed Bâkır bin Ali'nin müminler üzerindeki velayeti müminlerin kendilerine olan velayetinden daha üstündür. Ey Hüseyin! Sen onu göreceksin."

Böylece on iki tane isim saydı ki, dokuz tanesi İmam Hüseyin (a.s)'ın evlatlarından idi.

Abdullah diyor ki: Sonra İmam Hasan (a.s), İmam Hüseyin (a.s), Abdullah bin Abbas, Ömer bin Ebu Seleme ve Usame bin Zeyd'in bu sözüme tanıklık etmelerini istedim, onlar da Muaviye'nin yanında doğru söylediğime dair şahitlik ettiler.

Süleym bin Kays diyor ki: "Ben de Selman, Ebuzer, Mikdad ve Usame'den bu sözleri Hz. Resulullah'tan işittiklerini duydum.”

9- Kays bin Abd'dan şöyle dediği naklolunmuştur: Abdullah bin Mesud'un da aralarında bulunduğu birkaç kişiyle oturuyorduk. Bedevi Araplarından biri çıkagelip "Abdullah bin Mesut hanginizsiniz?" dedi.

Abdullah: Abdullah bin Mesud; benim, dedi. Arap adam: Peygamberiniz kendisinden sonra kaç halife geleceğini söyledi mi? diye sordu. Abdullah bin Mesud: Evet, dedi; on iki tane, Benî İsrail Nukebası sayısı kadar.[21]

10- Mesruk bin Ecda diyor ki: Abdullah bin Mesud'un yanındaydık. Kur'an'larımızı ona gösteriyorduk. O sırada bir genç ona sordu ki: Peygamberiniz kendisinden sonra kaç halife geleceğini size haber verdi mi?

Abdullah: Sen bir genç olmana rağmen bunu benden soruyorsun, senden önce benden kimse böyle bir şey sormamıştı. Evet, peygamberimiz bize kendisinden sonra on iki halife geleceğini haber verdi; onlar, Benî İsrail'in Nukebası sayısıncadır.[22]

11- Attab bin Muhammed, aşağıdaki hadisi üç yoldan Şâbi'den nakletmiştir (Elbette burada naklettiğimiz, muterref yoluyla Şâbi'den rivayet olunandır):

Şâbi, amcası Kays bin Abd'dan şöyle rivayet eder: Mescitte oturmuştuk, Abdullah bin Mesud da bizimleydi. Bedevi Araplarından biri yanımıza gelerek şöyle dedi: Abdullah sizin aranızda mıdır?

Abdullah; Evet, ben Abdullah'ım, niçin sordunuz? dedi. Göçebe Arap: Ya Abdullah! Peygamberiniz kaç tane halife geleceğini size haber verdi mi? Abdullah: Irak'a geldiğimden beri hiç kimsenin bana sormadığı bir soruyu sordun. Evet, Benî İsrail Nukebası sayısınca on iki kişi halife olacaktır.

Ebu Urabe, hadisin bu kısmını şöyle nakletmiştir: "Evet, bunlar Benî İsrail Nukebası sayısınca olacaktır"

Cerir Eş'as'tan, o da Abdullah bin Mesud'dan, o da Resulullah'tan şöyle nakletmektedir: Resulullah şöyle buyurdular: "Benden sonra halifelerim, Benî İsrail Nukebası sayısınca on iki kişidir."

12- Cabir bin Semure diyor ki: Babamla beraber Hz. Resulullah'ın yanındaydık. O hazret: “Benden sonra on iki emir gelecektir” buyurdu. Sonra sessizce bir şey söyledi. Ben babama; Resulullah sessizce ne buyurdu? diye sordum. Babam: "Hepsi Kureyş'tendir" buyurdular, dedi.

13- Yine, Cabir bin Semure'nin şöyle dediği naklolunmuştur: Hz. Resulullah'ın huzuruna gittim, o hazretin şöyle buyurduğunu duydum: "Bu iş, on iki halife hükümet etmedikçe (gelmedikçe) son bulmayacaktır." Sonra yavaşça bir şey dediler. Babamdan o hazretin ne buyurduğunu sordum. Babam: "Hepsi Kureyş'tendir" sözünü buyurduklarını söyledi.

14- Yine, Cabir bin Semure diyor ki: Hz. Resulullah'ın şöyle buyurduklarını duydum: "Benden sonra on iki halife gelecektir, hepsi de Kureyş'tendir." Eve döndüklerinde kimsenin yanında bulunmadığı bir sırada yanına giderek "Ondan sonra ne olacak?" diye sorduğumda "Kargaşalık olacak" buyurdular.(15 ve 16. hadisler de aynı konuyu içermektedir.)

17- Selman-ı Farisî diyor ki: Hz. Resulullah'ın huzurlarına gittim. İmam Hüseyin (a.s) o hazretin dizlerinin üstündeydi. Resulullah onun ağzından ve gözlerinden öpüyordu ve şöyle diyordu: "Sen efendisin ve efendinin oğlusun.

Sen imamsın ve imamın oğlusun, sen hüccetsin ve hüccetin oğlusun, sen soyundan gelecek dokuz hüccetin babasısın ve onların dokuzuncusu onların Kaim'i (kıyam edecek ve yeryüzünü adaletle dolduracak olan Mehdî)'dir."

18- Emir-ul Müminin Hz. Ali (a.s) diyor ki: Hz. Resulullah şöyle buyurdular: “Müjdeler olsun, müjdeler olsun, müjdeler olsun! Benim ümmetimin durumu yağmura benzer; öncesi mi hayırlıdır, sonrası mı belli olmaz.

Yine ümmetimin durumu bir yıl bir grubun, diğer yıl da başka bir grubun faydalandığı bir bağa benzer; umulur ki son grup, bağış açısından daha geniş, kudret ve varlık açısından daha derin ve toplanmış meyve açısından daha güzel olur.

Benim ve benden sonra mutlu ve akıl sahipleri on iki kişinin başına geldiği ve sonunda İsa bin Meryem'in geleceği bir ümmet helak olur mu hiç? Ama bu arada, kargaşa ve fitnenin doğuracağı bir nesil helak olacaktır; onlar benden değildir, ben de onlardan değilim."(19. Hadis İmam Ali (a.s)ın bir Yahudîye vermiş olduğu cevaplardır.)

20- Temim bin Bohlul diyor ki: Abdullah bin Ebu Huzeyl'den imametin kimin hakkı olduğunu ve imamın nişanelerini sordum. O, şöyle cevap verdi: Bu meseleye (imamet meselesine) kılavuzluk eden, müminlere hüccet olan, Müslümanların işlerinin sorumluluğunu üstlenmeye kalkan,

Kur'an ile konuşan ve dinin hükümlerini bilen kimse Resulullah'ın kardeşi, onun ümmet arasındaki halifesi ve onun halka olan vasisidir; onun Peygamber’e olan nispeti Hârun'un Mûsa'ya olan nispeti gibidir. Onun itaati şu ayet gereğince farzdır: "Ey iman edenler; Allah'a, resulüne ve sizden olan Ulul Emr'e itaat edin."

(Nisa/59) Allah-u Teala onun vasfında şöyle buyurmuştur: "Sizin veliniz ancak Allah, resulü ve iman edip namaz kılan ve rüku halinde zekât verenlerdir." (Maide/55)

İmam, halkın kendisine çağrıldığı ve Gadir-i Hum günü Hz. Peygamber’in Allah'ın emriyle onu halife atadığı kimsedir. Hz. Peygamber o gün şöyle buyurdular: "Ben size kendinizden daha evla (velayet sahibi) değil miyim?"

Evet öyledir, dediklerinde buyurdular ki: "Öyleyse ben kimin mevlası isem bu Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım onu seveni sev ve onunla düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et ve onu yalnız bırakanı yalnız bırak ve ona destek olana destek ol."

O, müminlerin emiri, muttakilerin imamı, nur yüzlülerin önderi, vasilerin en üstünü ve Resulullah'tan sonra varlıkların en hayırlısı olan Ali bin Ebu Talib'dir.

Ondan sonra Resulullah’ın iki torunu ve kadınların en üstününün çocukları olan Hasan ve Hüseyin'dir. Sonra Ali bin Hüseyin, sonra Muhammed bin Ali, sonra Câfer bin Muhammed, sonra Mûsa bin Câfer,

sonra Ali bin Mûsa, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ali bin Muhammed, sonra Hasan bin Ali ve son olarak Muhammed bin Hasan (a.s)'dır ki, günümüze dek birbiri ardınca gelmişlerdir. Bunlar imamet ve vasilik makamları ile tanınan Peygamber’in itreti (soyu ve Ehl-i Beyt'i)'dir.

Her asır ve zamanda, her vakit ve saatte yeryüzü onlardan hiçbiri olmaksızın hüccetsiz kalmamıştır. Onlar sağlam kulp (Urvet'ul Vuska), hidayet imamları ve Allah, yeryüzü ve gökyüzündekilere varis olana dek (dünyanın sonuna kadar) insanlara olan hüccetlerdir. Onlarla muhalefet eden herkes sapık, saptırıcı, hak ve hidayeti terk eden kimsedir. Onlardır Kur'an'ın açıklayıcıları ve Resulullah’ın yerine konuşanlar.

Kim ölür de onları (imam olarak) tanımazsa cahiliye ölümüyle ölmüştür. Bunların dini; her türlü kötülükten uzak durmak, iffetli olmak, doğru konuşmak, maslahata göre hareket etmek,

yorulmaksızın Allah için çalışıp çabalamak; emaneti, ister iyi olsun ister kötü, sahibine geri vermek, uzun secdeler yapmak, geceleri ibadetle geçirmek, haramlardan kaçınmak, sabırla Ferec'i (kurtuluşu) beklemek, çevrelerindekilerle güzel arkadaşlık ve güzel komşuluk yapmaktır.

Sonra Temim bin Bohlul dedi ki: Bu hadisin aynısını Ebu Muaviye Âmeş'ten ve o da İmam Sâdık (a.s)'dan imamet hakkında bana nakletti.

21- Ebu Hamza-i Sümalî, Hz. İmam Sâdık (a.s)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Allah, Hz. Muhammed'i insanlara ve cinlere (peygamber olarak) gönderdi. Ondan sonra on iki vasi (halife) tayin etti. Onlardan bazıları geldi geçti, bazıları ise henüz gelmemiştir. Her vasiye ilahi bir sünnet takdir edilmiştir.

Hz. Muhammed (s.a.a)'den sonra olan vasiler, İsa (a.s)'ın vasileriyle aynı takdiri paylaşmışlardır. Sünneti üzeredirler. Onlar on iki kişi idi ve Emir-ül Müminin Hz. Ali (a.s) da, Hz. İsa (a.s)'a takdir olunan sünnet üzereydi."

22- Zurare bin Âyun diyor ki: İmam Muhammed Bâkır (a.s)'ın şöyle dediğini işittim: "Biz on iki imamız. Hasan ve Hüseyin de onlardandır. Diğer imamlar ise Hüseyin (a.s)'ın evlatlarındandır."

23- Semaat bin Mihran diyor ki: Ben, Ebu Basir ve Muhammed bin İmran (İmam Bâkır (a.s)'ın hizmetçisi) bir evdeydik. Muhammed bin İmran dedi ki: İmam Sâdık (a.s)'ın "Biz oniki muhaddesiz"[23] dediğini işittim.

Ebu Basir dedi: Allah için söyle, bunu İmam Sâdık (a.s)'dan kendin mi işittin? Allah'a bir veya iki defa yemin etmesini istedi. O da kendi kulaklarıyla işittiğine dair yemin etti. Ebu Basir bunun üzerine: Fakat ben bunu İmam Bâkır (a.s)'dan işittim, dedi.

24- Zurare bin Âyun diyor ki: İmam Sâdık (a.s)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Biz imamlar Hz. Resulullah'tan sonra oniki kişiyiz. Hepimiz Muhammed'in âl'indeniz ve Ali bin Ebu Talib (a.s) da bunlardan biridir."

25- İmam Sâdık (a.s) İmam Bâkır (a.s)'dan, o da İmam Seccad (a.s)'dan, o da İmam Hüseyin (a.s)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Emir'el Müminin Ali (a.s)'dan Resulullah (s.a.a)'in "Ben sizin aranızda paha biçilmez iki değerli emanet bırakıyorum;

bunlardan biri Allah'ın kitabı, diğeri ise itretimdir" sözündeki itretten (Ehl-i Beyt'ten) kasıt kimler olduğunu sorduklarında şöyle buyurdular: "İtretten kasıt; ben, Hasan, Hüseyin ve dokuzuncusu Mehdî ve Kâim olan Hüseyin'in dokuz evladıdır. Kevser havuzunun başında Resulullah'a kavuşuncaya dek onlar Allah'ın kitabından, Allah'ın kitabı da onlardan ayrılmaz."

26- Ali bin Fazl el-Bağdadî diyor ki: Ebul Abbas-i Sa'leb'in arkadaşı Ebu Ömer'den şöyle sordular: Hz. Resulullah buyurmuşlardır ki: "Ben size aranızda iki ağır emanet bırakıyorum." Acaba neden bunlar iki ağır emanet olarak adlandırılmışlardır?

Ebu Ömer dedi ki: "Çünkü o iki emanete sarılmak çok ağır ve zordur."(27 ila 29. hadislerde on iki Ehl-i Beyt (a.s) imamlarının ismi zikrolunmaktadır.)

30- Abdullah bin Abbas diyor ki: Resulullah (s.a.a)'den şöyle buyurduğunu duydum: "Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin'in evlatlarından dokuz kişi, mutahhar (tertemiz) ve mâsumuz."

31- Metindeki senetle Abdullah bin Abbas'tan Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurmuş olduğu nakledilmiştir: "Ben peygamberlerin efendisiyim, Ali bin Ebu Talib de vasilerin efendisidir. Benden sonraki vasilerim de oniki kişidir; onların ilki Ali bin Ebu Talib, sonuncusu ise «Kâim»'dir."

32- İmam Sâdık (a.s), babaları vasıtasıyla İmam Ali (a.s)'dan Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah (c.c), Ehl-i Beyt'imden oniki kişiye benim ilim, idrak ve hikmetimi bağışlamıştır.

Onları benim tînetimden (çamurumdan) yaratmıştır. Benden sonra onları inkâr edenlere ve benimle onlar arasında akrabalık bağını görmezlikten gelenlere yazıklar olsun! Onlara ne olmuş? Allah benim şefaatimi onlara ulaştırmasın!"

33- Zeyd bin Ali, babası İmam Seccad (a.s)'dan, o da babası İmam Hüseyin (a.s)'dan Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Evveli ben, Ali ve evlatlarımdan onbir kişi olan -ki hepimiz akıl sahibi kimseleriz- ve sonuncusu da Meryem oğlu Mesih olan bir ümmet nasıl helak olur! Fakat bu arada benden olmayan ve benim de onlardan olmadığım kimseler helak olacaklardır."

34- İmam Seccad (a.s) babası İmam Hüseyin'den, o da babası Hz. Ali'den, o da Resulullah (s.a.a)'den şöyle buyurduğunu naklediyor: "Benden sonraki imamlar on iki kişidir; ey Ali onlardan ilki sensin, sonuncuları da Allah Tebarek ve Teala, yeryüzünün doğu ve batısını onun eliyle fethedecek olan Kâim'dir."

35- İmam Cevad (a.s)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: Bir gün Emir'ül Müminin Ali (a.s), oğlu Hasan (a.s) ve Selman-ı Fârisî (r.a) ile beraber, Selman-i Fârisî'nin eline yaslanmış olduğu bir halde Mescid'ül Harâm'a geldi. O sırada kılık kıyafeti güzel olan bir adam gelerek Emir'ül Müminin Ali (a.s)'a selam verdi.

İmam (a.s) da onun selamını aldı ve o adam da oturdu. Daha sonra şöyle dedi: Ey Emir'ül Müminin! Size üç soru soracağım; eğer bu soruları cevaplarsanız anlarım ki, bu halk sizin hakkınızda öyle bir iş yapmış ki, kesinlikle dünyada ve ahirette güvende olmayacaklardır. Ama eğer bu soruları cevaplayamazsanız anlarım ki, siz ve onlar eşitsiniz (sizin başkalarıyla bir farkınız yoktur).

Emir'ül Müminin Ali (a.s) ona: Ne istersen sor, buyurdular. Adam, şöyle bir soru sordu: İnsan uyuyunca ruhunun nereye gittiğini, nasıl bir sözü hatırladığını, nasıl onu unuttuğunu ve insanın evladının nasıl amcalarına ve dayılarına benzediğini bana bildir. Emir'ül Müminin Ali (a.s), İmam Hasan (a.s)'a dönerek: Sen onun cevabını ver, buyurdular.

İmam Hasan (a.s) buyurdu: İnsan uyuduğunda ruhunun nereye gittiğini sorduğun soruya gelince; cevabı şudur: İnsan uyuduğu sürece ruhu rüzgâra muallaktır, rüzgâr da havaya muallaktır. Eğer Allah-u Teala ruhun sahibine dönmesine izin verirse, o ruh rüzgârı (kendine doğru) çeker, rüzgâr da havayı çeker; derken, ruh dönüp sahibinin bedenine yerleşir.

Ama eğer Allah-u Azze ve Celle ruhun sahibine döndürülmesine izin vermezse hava rüzgârı, rüzgâr da ruhu çeker; böylece ruh, kıyamet günü haşroluncaya dek sahibine geri gönderilmez. Hatırlama ve unutma hakkındaki soruna gelince; cevabı şudur: İnsanın kalbi bir hokkadır. Hokkanın üzerinde ise bir örtü vardır.

Eğer insan Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ine kâmil bir salavat gönderirse o örtü kalkar ve kalp aydınlanır ve insan unuttuğu şeyi hatırlamış olur. Ama eğer insan, Muhammed ve Ehl-i Beyt'ine salavat getirmez veya eksik getirirse o örtü o hokkanın üzerine kapanır; derken, kalbi karartır ve insan hatırlamış olduğunu unutur.

Doğan çocuğun amcalarına veya dayılarına benzediği konusuna gelince; cevabı şudur ki: Erkek rahat bir kalp, dinlenen bir damar ve müztarip olmayan bir bedenle hanımına yaklaşır, onunla cima ederse, nutfe rahmine yerleşir ve çocuk anne ve babasına benzer.

Ama eğer erkek, rahat olmayan bir kalp, dinlenmeyen bir damar ve ıstıraplı bir bedenle hanımına yaklaşır, onunla cima ederse, o zaman nutfe ıstıraplı bir halle bazı damarlara yerleşir. Eğer amcalarla ilgili damarlardan birine yerleşmiş olursa çocuk amcalarına benzer; yok eğer dayılarla ilgili damarlardan birine yerleşmiş olursa, o zaman çocuk dayılarına benzer.

Sonra adam dedi ki: Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur, buna önceden de şehadet ederdim; şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.a) Allah'ın elçisidir, buna önceden de şehadet ederdim; şehadet ederim ki, sen (Hz. Ali'ye işaret etti) Allah resulünün vasisi ve halifesisin, buna önceden de şehadet ederdim; şehadet ederim ki, sen

(Hz. İmam Hasan'a işaret etti), onun vasisi ve halifesisin, buna önceden de şehadet ederdim; şehadet ederim ki, Hüseyin bin Ali (a.s), sizden sonra babanızın vasisidir ve onun yerine oturacaktır;

şehadet ederim ki, Ali bin Hüseyin, Hüseyin'in emriyle ondan sonra onun yerine oturacaktır; şehadet ederim ki, Muhammed bin Ali, Ali bin Hüseyin'in emriyle ondan sonra onun yerine oturacaktır; şehadet ederim ki, Câfer bin Muhammed, Muhammed bin Ali'nin emriyle onun yerine oturacaktır;

şehadet ederim ki, Mûsa bin Câfer, Câfer bin Muhammed'in emriyle onun yerine oturacaktır; şehadet ederim ki, Ali bin Mûsa, Mûsa bin Câfer'in emriyle onun yerine oturacaktır; şehadet ederim ki, Muhammed bin Ali, Ali bin Mûsa'nın emriyle onun yerine geçecektir; şehadet ederim ki, Ali bin Muhammed,

Muhammed bin Ali'nin emriyle onun yerine geçecektir; şehadet ederim ki, Hasan bin Ali, Ali bin Muhammed'in emriyle onun yerine geçecektir; şehadet ederim ki, Hasan'ın evlatlarından bir kişi,

zuhur edip yeryüzünü, önceden zulümle dolduğu gibi adaletle dolduruncaya kadar onun künyesini veya ismini dile getirmek caiz değildir, Hasan bin Ali'nin emriyle onun yerine geçecek olan vasisidir. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun ey müminlerin emiri! Adam, daha sonra kalkıp gitti.

Emir'ül Müminin Ali (a.s), İmam Hasan'a: Ya Eba Muhammed (İmam Hasan'ın künyesidir)! Onu takip et ve nereye gitmek istediğini öğren, buyurdular. Hz. Hasan (a.s) onun hemen arkasından dışarı çıktı.

Onu göremeyince şöyle dedi: O adam ayağını mescitten dışarı atar atmaz gözlerden kaybolunca Emir'ül Müminin Ali (a.s)'ın yanına döndüm ve olayı ona anlattım. İmam (a.s): Ya Eba Muhammed! Onu tanıdın mı? diye sordu. Cevaben; Allah, onun resulü ve Emir'ül Müminin daha iyi bilir, dedim. İmam (a.s); O, Hızır (a.s) idi, buyurdular.

37- Ebu Basir diyor ki; İmam Sâdık (a.s)'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Bizden oniki kişi mehdîdir; bunların altısı geçip gitti (öldü) ve altısı da bâki kalmıştır (gelecektir); Allah (c.c) altıncıları hakkında sevdiğini yapacaktır."

Şeyh Saduk (r.a) diyor: Bu konuda bana rivayet edilen hadisleri, "Kemâl'ud Din ve Tamam'un Nîme fi İsbat'il Gaybe” ve “Keşf'il Hayre" kitabında getirdim. Allah, daha iyi bilendir.


7.BÖLÜM

İMAM MÛSA BİN CAFER’İN HÂRUN REŞİD VE MÛSA GİBİ MEHDÎ[24] DEVRİNDEKİ BAZI OLAYLAR

1- Ali bin Muhammed bin Süleyman en-Nevfilî, Salih bin Ali bin Atiyye’den şöyle naklediyor: Mûsa bin Câfer (a.s)’ın Bağdat’a götürülmesinin sebebi şundan ibaret idi: Hârun'ur-Reşid, oğlu Muhammed bir Zübeyde’yi (Emin’i) yerine geçirmeye karar verdi. Hârun’un ondört oğlu vardı.

Onlar arasından üçünü seçti. Zübeyde’nin oğlu Muhammed Emin’i kendi veliahdı yaptı. Abdullah Memun’u onun halefi, Kâsım el-Mutemen’i de Memun’un halefi yaptı. Hârun bu konuyu aleni olarak herkesin vâkıf olacağı şekilde halka duyurmaya karar verdi.

Bu amaçla 179 yılında hac seferine çıktı. Bütün şehirlere mektup göndererek fakihleri, alimleri, Kur’an kârilerini, ordu komutanlarını hac günlerinde Mekke’de hazır olmalarını istedi. Kendisi de Medine yolunu tuttu.

Ali bin Muhammed en-Nefvelî sözlerinin devamında dedi ki: Babam bana şöyle nakletti: Yahya bin Halid’in (Hârun’un veziri), Hârun'ur-Reşid’in yanında Mûsa bin Câfer (a.s) aleyhinde sözler sarf etmesinin sebebi şuydu: Hârun, oğlu Muhammed Emin bin Zübeyde’yi okuması için Câfer bin Muhammed bin Eşas’ın yanına göndermişti.

Yahya ise bundan rahatsızdı. Kendi kendine şöyle diyordu: “Hârun’un ölümünden sonra hilafet Muhammed’e ulaşacak. Doğal olarak Câfer bin Muhammed bin Eşas ve oğulları işin başına geçecek, benim ve oğullarımın da kudret dönemi sona erecektir.” Bundan dolayı çare aramaya koyuldu. Yahya, Câfer’in Şia olduğunu biliyordu.

Bu yüzden kendisini ona Şia olarak tanıttı, o da buna çok sevindi. Bundan dolayı bütün sırlarını ve Mûsa bin Câfer hakkındaki inancını ona açıp söyledi. Yahya, Câfer’in inanç ve itikadından tamamen haberdar olunca Hârun’un yanında onu kötüledi. Ama Hârun, Yahya’nın ve babasının hilafeti desteklemedeki geçmişini göz önüne alıyor, onun hakkında acele etmiyor, söylenenleri de önemsemiyordu. Diğer taraftan Yahya, Câfer’in aleyhinde var gücüyle çalışıyordu.

Bir gün Câfer, Hârun'ur-Reşid’in yanına gitti. Hârun ona ikramda bulundu. Câfer ve babasının saygınlığı ve meziyetleri hususunda sohbet ettiler. Hârun, o gün Câfer’e yirmibin dinar verilmesini emretti. Yahya durumu böyle görünce Câfer hakkında bir şey söylemekten sakındı ve akşama kadar bir şey söylemedi.

Sonra Hârun’a şöyle dedi: Ey müminlerin emiri! Daha önce sana Câfer ve mezhebi hakkında bazı şeyler söyledim. Ama sen, onları tekzip ediyor, dahası onu savunuyordun. Fakat şimdi olayı bir kerecikte halledecek bir şey ortadadır!

Hârun: Nedir o?

Yahya: Câfer kendisine ulaşan her malın humusunu (beşte birini) Mûsa bin Câfer’e gönderiyor. Senin verilmesini emrettiğin yirmibin dinarda da böyle yaptığından şüphem yoktur.

Hârun: Evet, bu, meseleyi halledebilir ve her şeyi açık bir şekilde ortaya çıkarabilir.

Hârun, o gece adamlarından birini Câfer’in evine gönderdi. Câfer de Yahya’nın kendisini Hârun’un yanında kötülediğinden haberdar olmuştu. Bundan dolayı dostlukları bozulmuş, düşman olmuşlardı.

Hârun’un gönderdiği kişi Câfer’in yanına geldiğinde Câfer, Hârun’un Yahya’nın sözlerine inanmış ve kendisini öldürmek için çağırmış olduğunu zannederek korktu. Bundan dolayı bedenine biraz su döktü.

Misk ve kâfur istedi. Onunla kendini hünût[25] etti. Elbisesinin üstüne borde denilen ve kefen için de kullanılan abâya benzer bir elbise giyindi. Sonra Hârun’un yanına gitti. Hârun’un gözü ona iliştiğinde kâfurun kokusunu hissedip elbisesinin üzerine de borde giydiğini görünce; “Câfer! Durum nedir?” diye sordu.

Câfer: Ey müminlerin emiri! Senin yanında benim kötülendiğimi biliyorum. Gönderdiğin kişinin gecenin bu saatinde benim evime geldiğini görünce, bu sözlerin size tesir ettiğini, öldürtmek için beni çağırdığınızı zannettim.

Hârun: Kesinlikle hayır! Ama bana, senin eline ulaşan her paranın beşte birini Mûsa bin Câfer’e gönderdiğinin ve yirmibin dinarda da böyle yaptığının haberi geldi. Bu yüzden, bunun doğru olup olmadığını öğrenmek istedim.

Câfer: Allah-u Ekber! Ey müminlerin emiri! Hizmetçilerinden birini gönder, o parayı aynı şekilde mühürlenmiş halde getirsin.

Hârun hizmetçilerinden birine dönerek: Câfer’in yüzüğünü al, evine git ve paraları bana getir.

Câfer de paranın kendisinde olduğu cariyenin adını hizmetçiye söyledi. Cariye para keselerini mühürlendiği şekilde hizmetçiye verdi. Hizmetçi de paraları alarak Hârun’a götürdü.

Câfer: İşte benim aleyhimde konuşanın yalan söylediğini ispatlayan ilk delil budur.

Hârun: Doğru söylüyorsun ey Câfer! Evine geri dön, güvendesin artık. Bundan böyle senin hakkında hiç kimsenin sözüne inanmayacağım.

Ravi şöyle devam etti: Ne var ki Yahya, sürekli Câfer’i Hârun’un gözünden düşürmek için uğraşıyordu.

Nevfelî diyor ki; Ali bin Hasan bin Ali bin Ömer bin Ali üstatlarının birinden şöyle nakletti: Hârun’un bu haccından bir önceki hac seferinde Ali bin İsmail bin Câfer bin Muhammed (İmam Kâzım (a.s)’ın kardeşinin oğlu) beni gördü ve şöyle dedi:

Neden kendini böyle kenara çekmişsin? Neden vezirin işlerine itina etmiyor ve elinden gelebilecek şeyleri onun için yapmıyorsun? Vezir birisini bana gönderdi, ben de onun yanına gittim. İhtiyaçlarımı ondan talep ettim.

(Ravi diyor ki:) Bunun sebebi şuydu ki; Yahya bin Halid, Yahya bin Ebu Meryem’e dedi ki: Acaba bana, yaşamını genişletmek için Ebu Talib ailesinden dünyaya düşkün olan birini tanıtabilir misin?

O da cevaben: Evet, böyle birisini sana tanıtırım; o, Ali bin İsmail bin Câfer’dir, dedi. Bunun üzerine Yahya da adam göndererek onu çağırttı. Sonra ona hitaben: Amcanın ve Şialarının durumundan ve ona gönderilen mallardan bana haber ver, dedi.

Ali bin İsmail: Bunlardan haberim var, dedi ve sonra amcasının aleyhinde konuşmaya başladı. Sözlerinden bir kısmı şöyleydi: Onun servetinin çokluğuna bir örnek, otuzbin dinara satın aldığı Yesire adındaki yerdir.

Burayı satın almak için paraları getirdiğinde satıcı bu sikkeleri istemediğini, başka sikkeler istediğini söyledi. İmam Kâzım (a.s) da emir verdi, sikkeleri hazineye döktüler ve satıcının istediği vasıflardaki otuzbin sikkeyi getirdiler.

Nevfelî diyor: Babam dedi ki; Mûsa bin Câfer (a.s), Ali bin İsmail’i kendi memurlarından yapmıştı ve ona güveniyordu. Hatta bazı Şialarına yazdığı mektupları bile Ali bin İsmail’in hattıyla idi.

Fakat yavaş yavaş ondan uzaklaştı. Hârun'ur-Reşid Irak’a geri döneceği zaman İmam Mûsa Kâzım’ın kardeşi oğlu Ali’nin de onunla beraber Irak’a gitmek istediği haberi hazrete ulaştı. Bunun üzerine İmam Mûsa onu çağırtarak “Neden sultanla gitmek istiyorsun?” diye sordu.

Ali: Çünkü borçluyum.

İmam Kâzım: Ben senin borcunu öderim.

Ali: Ailemin durumu ve rızkı ne olacak?

İmam Kâzım (a.s): Onu da ben karşılarım.

Ne var ki Ali bin İsmail, İmam Kâzım (a.s)’ın sözünü dinlemedi. Bunun üzerine İmam (a.s), kardeşi Muhammed bin İsmail ile üçyüz dinar ve dörtbin dirhem göndererek şöyle buyurdu: “Bunları yol azığı olarak teçhizatlarının içerisine bırak ve benim çocuklarımı yetim bırakma!”

2- Ali bin Câfer’den şöyle nakledilmiştir: Muhammed bin İsmail bin Câfer (İmam Kâzım’ın yeğeni) benim yanıma geldi ve dedi ki; (İmam Kâzım’ın kardeşi) Muhammed bin Câfer, Hârun’un huzuruna çıktı.

Ona “halife” diye hitap ederek selamladı. Sonra da şöyle dedi: Yeryüzünde iki halife olacağını zannetmiyordum. Oysa gördüm ki, kardeşim Mûsa bin Câfer’i de halife diyerek selamlıyorlar.

3- İbrahim bin Ebul Bilad dedi ki; Yâkub bin Dâvud (Mûsa bin Câfer (a.s)’ın aleyhinde olanlardan biri de Zeydî mezhebinden olan Yâkub bin Dâvud idi) bana, kendisinin imamların imametine inanmadığını söylüyordu. İbrahim şöyle devam etti: Mûsa bin Câfer (a.s)’ın tutuklandığı gecenin ertesi sabahı, Medine’de Yâkub bin Dâvud’un yanı gittim.

Yâkub şöyle dedi: Biraz önce vezirin (Yahya bin Halid’in) yanındaydım. Bana dedi ki; “Resulullah’ın kabrinin yanı başında Hârun Resulullah’a hitaben şöyle diyordu: Annem ve babam sana feda olsun ey Allah’ın resulü! Aldığım karardan dolayı senden özür diliyorum. Ben Mûsa bin Câfer’i tutuklayıp zindana atmak istiyorum. Zira ümmetinin arasında onların kanının döküleceği bir savaş çıkaracağından korkuyorum.”

Yâkub (ya da Yahya) şöyle devam etti: “Yarın onu tutuklayacağını zannediyorum.”

Ravi diyor: O gecenin sabahında Hârun, Fazl bin Rebî’i Mûsa bin Câfer (a.s)’a göndererek tutuklanmasını ve hapsedilmesini istedi. (Fazl, İmam’ın yanına vardığında) İmam (a.s) Resulullah’ın makamında namaz kılıyordu.

4- Abdullah bin Salih, Fazl bin Rebî’in yakınlarından birinden Fazl’a şöyle dediğini naklediyor: Bir gece cariyelerimden biriyle beraber yataktaydım. Gece yarısı kapının sesini işittim. Bu ses beni korkuttu. Cariye, bunu rüzgârdan dolayı olduğunu söyledi. Biraz geçmeden bulunduğum odanın kapısı açıldı.

Mesrur’ul Kebir (Hârun’un kölesi) içeriye girdi. Bana selam bile vermeden “Emir seni istiyor” dedi. Bundan sonra kendimden ümidi kestim. Kendi kendime “Bu, izinsiz ve selam vermeden içeri giren Mesrur’dur; mutlaka Hârun beni öldürecek” dedim. O sırada cünup idim. Gusül almak için ondan vakit istemeye bile cesaret edemedim.

Cariye, benim şaşkınlığımı ve acizliğimi görünce bana; “Allah’a tevekkül et ve kalk” dedi. Derken kalktım, elbisemi giyindim ve onunla beraber evden çıktım. Bir süre sonra Hârun’un evine ulaştık. Müminlerin emiri (Hârun), yatağındaydı. Selam verdim, selamımı aldı. Kendimi yere attım.

Hârun; “Korktun mu?” dedi. “Evet, ey müminlerin emiri!” dedim. Beni bir müddet kendi halime bıraktı. Rahatladım. Sonra bana şöyle dedi: “Zindana git; Mûsa bin Câfer’i serbest bırak. Ona otuzbin dirhem ver, beş tane hediyelik elbiselerden ver ve üç tane de merkep ihtiyarına bırak. Sen de bizimle kalmakta veya istediğin şehre gitmekte serbestsin!”

Ey müminlerin emiri! Mûsa bin Câfer’i serbest bırakmamı mı istiyorsun? diye sordum. Evet, dedi. Üç kere sorumu tekrarladım. Sonunda “Evet, onu serbest bırakmak istiyorum, yoksa ahdimi bozmamı mı istiyorsun?” dedi.

“Ne ahdi?” diye sordum. “Bu yataktaydım, dedi. Aniden kendisinden daha büyük birini görmediğim, iri cüsseli bir zenci üzerime atıldı, göğsümde oturup boğazımı sıkarak “Mûsa bin Câfer’i zalimce hapsettin değil mi?” dedi. Ben de cevaben “Onu serbest bırakacağım, ona bağışta bulunacağım, hediye vereceğim” dedim. Sonra da zenci, benden söz aldı ve göğsümün üzerinden kalktı. Neredeyse canım çıkacaktı.”

Hârun’un yanından ayrıldım. Mûsa bin Câfer (a.s)’ın yanına gittim. Zindanda namaz halindeydi. Namazının selamını verinceye kadar oturdum. Sonra müminlerin emiri Hârun’un selamını ona ilettim. Emrettiği şeyleri de ona ulaştırdım ve dedim:

- Hârun’un hediyeleri hazırdır.

- Bundan başka bir memuriyetin de varsa yerine getir.

- Hayır, ceddin Resulullah’a yemin olsun ki, başka bir memuriyetim yoktur.

- Halkın hakkının üzerlerinde olduğu hediyelik giysilere, merkeplere ve mallara ihtiyacım yoktur.

- Allah aşkına bunları reddetme; Hârun’un sinirlenmesine sebep olabilir!

- Onlarla ne istiyorsan onu yap!

Sonra elini tutarak zindandan çıkardım. Bir müddet sonra:

- Ey Resulullah’ın oğlu, dedim. Bu adamdan size ulaşan ikramların sebebi nedir? Benim, senin üzerinde hakkım var; çünkü, özgürlüğünün müjdesini ben verdim. Allah bunu, benim elimle gerçekleştirdi. (O halde bu olayın sebebini bana anlat!)

- Çarşamba gecesi rüyamda Resulullah (s.a.a)’i gördüm. Bana “Ey Mûsa, zalimce mi hapsedildin?” diye sordu. Ben de “Evet, ey Allah’ın resulü! Mazlum (zulmedilmiş) olarak hapsedildim” dedim.

Resulullah bana üç kez sordu ve sonra şöyle buyurdu: “Bilmiyorum, belki de bu, sizin için bir imtihandır ve bir zamana kadar yararlanma (zevk)’dır.” (Enbiya/111) Yarın (Çarşamba), Perşembe ve Cuma günü oruç tut. İftar olunca oniki rekât namaz kıl. Her rekâtta bir kez Hamd (Fâtiha Sûresi), 12 kez “Kul huvellahu ahad” (İhlas Sûresi) oku.

Dört rekâtı tamamladıktan sonra secdeye git ve şöyle de: “Ey elinden kimsenin kaçmaya gücü olmayan kimse! Ey her sesi işiten! Ey ölümden sonra kemikleri yeniden dirilten! İsm-i Azim ve Âzam’ın hakkı için, kulun ve elçin Muhammed’e ve onun pak ehline salavat gönder ve beni içinde bulunduğum halden kurtar!” Ben de öyle yaptım ve neticesi gördüğün gibi oldu.

5- Ebu Muhammed Abdullah bin Fazl, babası Fazl bin Rabî’den şöyle naklediyor: Bir zamanlar Hârun'ur-Reşid’in teşrifatçısı idim. Hârun bir gün kızgın bir halde elinde kılıcı döndürdüğü halde bana yönelerek şöyle dedi:

- Ey Fazl! Hemen şimdi, amca oğlumu buraya getirmezsen Resulullah ile olan akrabalığıma yemin olsun ki boynunu vururum!

- Kimi buraya getireyim?

- Şu Hicazlıyı.

- Hangi Hicazlıyı?

- Mûsa bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebu Talib’i!

Fazl diyor ki; Mûsa bin Câfer’i onun huzuruna getirmek konusunda Allah’tan korktum. Ama işin sonucunu düşününce Hârun’a “bunu yaparım” dedim.

Hârun dedi: İki tane kırbaççı, iki keskin kılıç ve iki de cellat getir.

Fazl şöyle devam ediyor: İstediği şeyleri yerine getirdim. Ebu İbrahim Mûsa bin Câfer (a.s)’ın evine doğru hareket ettim. Bir harabeye ulaştım. Orada hurma ağacı dalından yapılmış bir kulübe vardı. Zenci bir gencin ayakta durmakta olduğunu gördüm. Ona “Efendinden içeri girmem için izin iste, Allah sana rahmet etsin” dedim. Cevaben: “İçeri gir, onun teşrifatçısı ve kapıcısı yoktur” dedi.

İçeri girdim. Başka bir zenci elinde makas, çok secde etmesinden dolayı Mûsa bin Câfer’in alnında ve burnunun üstünde oluşan nasırları kesiyordu.

Dedim ki; Allah’ın selamı üzerine olsun, ey Allah resulünün oğlu! Hârun'ur-Reşid seni çağırdı.

İmam: Hârun’un benimle ne işi var? Hayatının zevkleri onu benden gafil etmiyor mu? diye sordu. Daha sonra yerinden hızla kalkarak şöyle dedi: Eğer Resulullah (s.a.a)’in “Sultana takiye için itaat etmek vaciptir” şeklindeki hadisini duymamış olsaydım asla gelmezdim!

Bunun üzerine İmam’a dedim ki; Ey Ebu İbrahim! Allah sana merhamet etsin, Hârun’un cezası için hazırlan!

İmam (a.s) bu sözüme karşılık şöyle buyurdular: Dünya ve ahiretin maliki benimle beraber değil mi? İnşallah o (Hârun), bugün bana hiçbir kötülük yapamaz.

Fazl bin Rebî diyor ki: Gördüm ki, İmam (a.s) elini üç kez başının üzerinde ona işaret ederek döndürdü.

Nihayet Hârun’un yanına ulaştık. Hârun, genç yavrusunu kaybetmiş bir anne gibi, şaşkın bir şekilde ayakta idi. Beni görünce:

- Ey Fazl, dedi.

- Lebbeyk!

- Amca oğlumu getirdin mi?

- Evet.

- Onu rahatsız etmedin değil mi?

- Hayır.

- Ona, kendisine kızgın olduğumu söylemedin değil mi? Nefsim, beni istemediğim bir işe zorlamıştı. Ona içeri gelmesini söyle.

Mûsa bin Câfer (a.s) içeri girer girmez, Hârun yanına yaklaştı ve onu kucakladı. Sonra şöyle dedi: Amca oğlum, kardeşim, nimetimin varisi, hoş geldin!

Sonra onu yastığın üzerinde oturttu ve dedi ki: Benim ziyaretime gelmemenin sebebi nedir?

İmam cevaben; Saltanatının genişliği ve dünyaya olan sevgin, diye buyurdu.

Sonra Hârun esans kutusunu istedi. Getirdiklerinde kendi elleriyle ona bu esanstan sürdü. Uğurlarken de birkaç halet ve iki kese de altın verdi ve askerlerine, (İmam’a ihtiram için) hazretin önünden hareket edilmesini emretti.

İmam Mûsa bin Câfer (a.s): “Allah’a and olsun ki, bunlarla Ebu Talib oğullarının gençlerini (nesillerinin kesilmemesi için) evlendirmenin salah olduğunu görmeseydim, asla kabul etmezdim” dedi ve “Elhamdu lillahi rabbil alemin” (Alemlerin rabbi Allah’a hamd olsun) diyerek evine döndü.

Daha sonra Fazl, Hârun’a dönerek: Ey müminlerin emiri! Önce onu cezalandırmak istiyordun, ama sonra onun ihtiyaçlarını karşıladın ve ikramda bulundun, dedi.

Hârun: Sen gittikten sonra, evimin etrafını bir grup adamların sardığını gördüm. Her birinin elinde mızrak vardı. Mızrakları evin duvarlarının dibine saplamışlardı ve şöyle diyorlardı: “Eğer Resulullah (s.a.a)’ın oğluna eziyet ederse bu evi yerin dibine sokacağız, ama eğer ona iyilik ederse bu işten vazgeçeceğiz!"

Fazl diyor ki; Mûsa bin Câfer’in arkasından gittim ve ona: Ne söyledin de Hârun’un karşısında güvende kaldın, diye sordum.

İmam buyurdu ki: Ceddim Ali bin Ebu Talib’in duasını okudum; o hazret bu duayı okuduğunda karşılaştığı her orduyu hezimete uğratırdı; karşılaştığı her savaşçıya galip gelirdi. O dua, belaya karşı güvende kalma duasıdır.

Okuduğu duanın hangi dua olduğunu sorduğumda şöyle buyurdu: “Allahumme bike usaviru ve bike uhavilu ve bike uhaviru, ve bike esulu ve bike entesiru ve bike emutu ve bike ehya,

eselemtu nefsi ileyke ve fevveztu emri ileyke vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, allahumme inneke halekteni ve razekteni ve seterteni ve anil ibadi bilutfi ma hevvelteni eğteyteni ve iza heveytü rededteni ve iza aşertu kavvemteni ve iza meriztu şefeyteni ve iza deavtü ecebteni ya seyyidî irzı anni fekad erzeyteni."



Tercümesi:

“Allah’ım! Senin yardımınla saldırıyorum, senin vesilenle teşebbüs ediyorum, senin verdiğin güçle konuşuyorum, senin yardımınla hücum ediyorum, senin desteğinle zafere ulaşıyorum, senin kudretinle ölüyorum, senin yardımınla yaşıyorum. Kendimi sana teslim ettim. İşlerimin tedbirini sana bıraktım. Yüce ve azim Allah’ın gücü olmaksızın hiçbir güç ve kudret vârolmaz.

Allah’ım! Şüphesiz beni sen yarattın, bana rızık verdin, beni örttün, bana verdiğin nimetin ve lütfünle beni kullarından müstağni kıldın, düştüğümde kaldırdın, sürçtüğümde doğrulttun, hastalığımda iyileştirdin, dua ettiğimde kabul ettin. Ey efendim! Benden razı ol, şüphesiz beni kendinden razı ettin.”

6- Osman bin İsa, bazı arkadaşlarından şöyle naklediyor: Ebu Yûsuf (Abbasî sarayının kadısı), Mûsa bin Câfer (a.s)’ın huzurunda Mehdî’ye (Mensur Divanikî’nin oğlu ve Hârun'ur-Reşid’in babasına) şöyle dedi: İzin veriyor musun; ondan (İmam Kâzım’dan) bazı sorular sorayım da cevap veremesin?

Mehdî: Evet, dedi.

Ebu Yûsuf, bu kez de İmam’a dönerek: Sorayım mı, dedi.

İmam (a.s): Evet.

Ebu Yûsuf: Muhrim (Hacda ihrama bürünmüş kimse)’in gölgelenmesi hakkında ne diyorsun? (Gölgelenmesi caiz midir?)

İmam (a.s): Caiz değildir.

Ebu Yûsuf: Çadır kurarak içinde oturmasının hükmü nedir?

İmam (a.s): Sakıncası yoktur.

Ebu Yûsuf: Bu ikisinin farkı nedir?

İmam (a.s): Hayız gören kadının namazını kaza etmesi gerekli midir?

Ebu Yûsuf: Hayır.

İmam (a.s): Orucu kaza etmesi gerekli midir?

Ebu Yûsuf: Evet.

İmam (a.s): Neden?

Ebu Yûsuf: Allah’ın hükmü böyledir.

İmam (a.s): Senin sorduğun soru hakkında da Allah’ın hükmü böyledir!

Mehdî, Ebu Yûsuf’a: “Bir şey yaptığını göremiyorum!” dedi.

Ebu Yûsuf da cevaben: Mahvedici bir taşla beni vurdu! (Bu cevabıyla beni mahkum etti) dedi.
2
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI


7- Ali bin Yaktîn diyor ki; Mûsa bin Câfer (a.s)’a ehli beytinden bir kısmının da bulunduğu bir mecliste iken, Mûsa bin Mehdî (Hârun’un kardeşi)’nin kendisi hakkında aldığı kararın haberi ulaştı.

İmam ehli beytine; “Sizin bu konu üzere görüşünüz nedir?” diye sordu. Onlar; “Bize göre maslahat, kendini ondan gizlemendir; zira, bu adamın şerrinden güvende olunmaz” dediler.

Ebul Hasan (İmam Kâzım) tebessüm etti ve şu şiiri okudu (Tercümesi şöyledir):

“Sehîne kendi efendisine galip olacağını zannediyor.

Zira her zaman galip olan, mutlaka bir gün mağlup olacaktır.”

Ravi diyor ki: Sonra İmam (a.s) ellerini göğe kaldırdı ve şu duayı okudu: “Allah’ım! Nice düşmanlar bıçaklarının ağzını ve kılıçlarının ucunu bana karşı bilemiş ve keskinleştirmiştir; öldürücü zehirlerini benim için karıştırmıştır; bir an olsun gözetici gözü benden gafil olmamıştır!

Benim musibet ve felaketler karşısında zaafımı ve aczimi gördüğünde benim kudretimle değil, kendi kudretinle onu benden uzaklaştırdın; dünyadaki arzusundan ümitsiz olduğu ve ahiret için ümidinden uzaklaştığı bir halde benim için onu, kendi kazdığı kuyuya attın.

Bunlardan dolayı sana layık olduğun kadar hamd ediyorum. Allah’ım! Onu izzet ve kudretinle cezalandır! Kudretinle onun kılıcının keskinliğini bana karşı körelt. Onu kendi işleriyle meşgul et ve düşmanı karşısında aciz kıl.

Ona karşı bana yardım et! Benim için ondan intikam al ki, içimdeki hışmım yatışsın ve ona kin beslememi önlesin (başka nüshaya göre; “ondaki hakkımı alayım”). Allah’ım! Duamı icabete eriştir;

şikâyetimin değişmesini sağla; artık şikâyetim olmasın. Zalimlere verdiğin vaadi onlara göster; sıkıntıda olanların dualarını kabul etmek hakkında verdiğin vaadi ise bana göster. Şüphesiz sen, büyük fazl ve değerli nimet sahibisin.”

Ravi diyor ki: Sonra orada bulunanlar dağıldılar. Mûsa bin Mehdî’nin ölümüne kadar bir daha toplanmadılar. Mûsa bin Mehdî’nin ölümünden sonra, onun ölümünü bildiren bir mektubu okumak için hepsi Mûsa bin Câfer (a.s)’ın huzurunda toplandılar. Orada İmam’ın ehli beytinden biri şu şiiri okudu (Tercümesi şöyledir):

“Nice dualar vardır ki; gece vakti göğe yükselirler ve hiç kimse onların önünü alamaz.

Bir yere gider ki; hiçbir kervan orada hareket etmemiştir ve orası engellerle doludur.

Bu dua, gece perdesinin arkasından; bazılarının uykuda, bazılarının konuştuğu bir zamanda hareket eder.

Bu dualar, göğe ulaşmadan ve kimse göğün kapılarını açmadan o kapılar açılır.

Çünkü kafile oraya ulaşınca Allah-u Teala elçilerini oranın ehline geri çevirmez; Allah görendir, işitendir.

Ben Allah’a ümitliyim; öyle ki, hüsnü zan ile sanki Allah’ın ne yapacağını görüyorum.”

8- Ebu Ahmed Hani bin Muhammed el-Abdî babasından şöyle naklediyor: Mûsa bin Câfer (a.s), Hârun'ur-Reşid’in yanına gitti. Hârun dedi ki: Ey Resulullah’ın oğlu! Dört tabiat hakkında bana bilgi ver.

İmam (a.s): Rüzgâr şifa verici bir padişahtır. Kan, kötü bir köledir; bazen sahibini bile öldürmektedir. Balgam, güçlü bir düşmandır; nereden kapatırsan kapat, başka bir yerden kendine yol açar. Safra ise, yer gibidir; sallandığında üzerindekini de sallar.

Hârun: Ey Resulullah’ın oğlu! Allah ve resulünün hazinelerinden insanlara bağış yapıyorsun!

(9. Hadis tekrar olduğu için yazmadık).

10- Ali bin Muhammed bin Süleyman en-Nevfelî’den rivayet edilmiştir: Babamdan şöyle işittim: Hârun, Mûsa bin Câfer (a.s)’ı tutukladığı zaman o Resulullah (s.a.a)’in kabrinin başucunda namaz kılıyordu. Gelip namazını bozdular. Onu ağlar ve “Yâ Resulallah! Başıma geleni sana şikâyet ediyorum” dediği halde götürdüler.

Halk da her taraftan, ağlayarak ve feryat ederek o hazrete koşuyorlardı. Onu Hârun’un yanına getirdiklerinde Hârun İmam (a.s)'a sövüp hakaret etti. Gece olunca iki ayrı (tahtırevan) hazırlanmasını emretti. Tahtırevanlar hazırlandığında Mûsa bin Câfer (a.s)’ı ondan birine gizli olarak naklettiler. Sonra hazreti, Hassan Şerevî’ye teslim etti.

Onu Basra’ya götürmesini ve Basra emiri İsa bin Câfer bin Ebu Câfer’e teslim etmesini emretti. Diğer taraftan başka bir tahtırevanı gündüz ve açık bir şekilde bir grup ile birlikte olayı halktan gizli tutmak için Kûfe’ye gönderdi. Hassan da Terviye (Zihicce ayının sekizinci) gününden bir gün önce Basra’ya gitti.

Gündüz açık bir şekilde hazreti, İsa bin Ebu Câfer’e teslim etti. Böylece olay, açıklığa kavuştu ve her yerde haberi yayıldı. İsa, İmam (a.s)'ı meclisinin oturduğu odalarının birine hapsetti ve kapıyı kilitledi. Bayram onu öylesine meşgul etti ki, hazreti tamamen unuttu. Sadece iki şey için kapıyı ona açıyorlardı: Taharet ve yemek için.

Nevfelî şöyle devam etti: Babam dedi ki: Feyz bin Ebu Salih ki önceden Hıristiyan idi, sonraları zahirde Müslüman oldu; ama, gerçekte kâfir idi. Aynı zamanda, İsa bin Ebu Câfer’in katili ve benim de özel arkadaşlarımdan idi. (Bir gün) bana şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah! Bu salih insan, bugünlerde bu evde bulunduğu müddet içerisinde çeşitli çirkin işlere şahit oldu. Hiç şüphem yok ki, böyle bir duruma düşeceğini aklının ucundan bile geçirmezdi.

Babam devam etti: O gün Ali bin Yâkub bin Avn bin Abbas bin Rebîa, İsa’nın zindancısı Ahmed bin Useyd’in kendisine verdiği bir mektupta beni İsa’nın yanında kötülemişti. Bu şahıs, yani Ali bin Yâkub Haşimoğullarının büyüklerindendi. Yaş olarak da diğerlerinden büyüktü. Yaşlı olmasına rağmen şarap içiyordu.

Ahmed bin Useyd’i evine davet ediyor ve onun için içki meclisi düzenliyor, kadın ve erkek şarkıcılar getirtiyordu. Bununla Ahmed bin Useyd’in kendisini hakim (İsa)’in yanında iyilikle yâd etmesini umuyordu. Mektubun konularından birisi şöyleydi: “Sen Muhammed bin Süleyman’ı ikramda ve saygıda bizden öncelikli tutuyorsun.

Ona misk hediye ediyorsun. Oysa bizim içimizde ondan daha yaşlısı vardır. Ayrıca o, sizin yanınızda hapsedilmiş olan Mûsa bin Câfer’e itaatin vacip olduğuna inanmaktadır.”

Babam (Muhammed bin Süleyman) şöyle devam etti: Çok sıcak bir gün, öğle vakti evde uyuyordum. Kapı çalındı. “Kim o” dedim. Köle, “Ka’neb bin Yahya kapıda ve sizinle şimdi mutlaka görüşmek istiyor” dedi. “Bırakın gelsin” dedim. Ka’neb içeri girdi. Feyz’den naklen mektup olayını bana açıkladı ve şöyle dedi: “Feyz bu olayı anlattıktan sonra ona demiş ki, Ebu Abdullah (Nevfelî)’a bunları anlatma. Çünkü gereksiz yere onun üzülmesine sebep olursun.

Zira o şahsın mektubu, emire tesir etmedi. Ben emire sordum: “Acaba bu konuda şüphen mi var? Nevfelî’yi senin huzuruna getirtip bunların yalan olduğuna dair yemin etmesi için çağırtayım mı?” Emir “Onu çağırttırma, zira onun üzülmesine sebep olursun. Onun amcası oğlu ona hasedinden dolayı bu sözleri söylemiş” dedi.

Ben yine emire dedim ki; “Sen kendin biliyorsun ve Nevfelî ile olduğu gibi kimseye yakın sohbetin olmazdı. Acaba şimdiye kadar seni bir kimse aleyhine kışkırttı mı?” “Hayır, asla” dedi. Ben, “Eğer onun mezhebi diğerlerinin mezhebinin muhalifi olsaydı mutlaka seni kendi mezhebine çekmeye çalışırdı” dedim. Emir, “Evet, elbette; ben kendim, onu daha iyi tanıyorum” dedi.

Babam devam etti: Merkebimin hazırlanmasını emrettim. Aynı gün, öğle vakti Ka’neb ile birlikte Feyz’in yanına gittim. Girme izni istedim. Biriyle bana haber gönderdi; “Canım sana feda olsun! Şu anda ben öyle bir durumdayım ki, sizin bu durumda burada bulunmanız şanınıza saygısızlıktır.” O vakitte şarap meclisindeydi.

Ben de ona şöyle bir mesaj gönderdim: “Allah’a and olsun ki, hemen şimdi seninle görüşmeliyim.” Sonra ince bir gömlek ve kırmızı renkli bir izar (peştamal) ile meclisinden çıktı ve yanıma geldi. Ka’neb’in bana naklettiği olayı ona anlattım. Feyz Ka’neb’e dönerek: Hayır görmeyesin! Sana bu konuyu Ebu Abdullah’a (Nevfelî’ye) anlatma, onu rahatsız edersin, demedim mi? Sonra bana “Sakıncası yoktur, emirin bundan dolayı kalbinde bir şey yoktur” dedi.

Babam dedi: Bu olaydan birkaç gün sonra Mûsa bin Câfer (a.s) gizlice Bağdat’a götürülerek zindana atıldı. Sonra hazreti serbest bıraktılar. Sonra onu Sindî bin Şahik’e teslim ettiler. Sindi, hazrete çok kötü davrandı. Sonra Hârun'ur-Reşid, Sindî’ye zehirli hurma göndererek bu hurmalardan hazrete zorla yedirmesini emretti. Sindî de bu emri aynen uyguladı. Sonunda hazret vefat etti. Allah’ın selamı ona olsun.

(Bu Bölümün devamında dört hadis daha zikredilmiş olduğundan -11'den 14'de kadar- tekrarını gerek görmedik.)


8.BÖLÜM

MÛSA BİN CAFER (A.S)'IN VEFATINI DOĞRULAYAN RİVAYETLER

Sekizinci bölüm 10 hadisi kapsamakta ve İmam Mûsa Kâzım (a.s)’ın hayatta olmayıp vefat ettiğine delalet ediyor.

Merhum Şeyh Saduk (r.a) bu hadisleri “Vakfiye” Mezhebinin reddi için yazmıştır. Vakfiye Mezhebi İmam Mûsa Kâzım (a.s)’ın yaşadığına ve imametin İmam Rıza (a.s)’a ulaşmadığına inanıyorlardı. Günümüzde bu mezhepten eser kalmamıştır. Bu sebepten dolayı bu baptaki hadisleri zikretmeye gerek duymadık.

9.BÖLÜM

HÂRUN REŞİD'İN, İMAM MÛSA BİN CAFER (A.S)'I ZEHİRLE ŞEHİT ETMESİNDEN SONRA BİR GECEDE GERÇEKLEŞTİRDİĞİ TOPLU KATLİAM

1- Yaşlı birisi olan Ubeydullah el-Bezzaz en-Nîşaburî şöyle diyor: Humeyd bin Kahtaba et-Tâi et-Tûsi ile aramızda bir muamele vardı. Bundan dolayı bazen yanına giderdim. Benim gelme haberim ona ulaştığında beni hemen yanına çağırttı. Benim üzerimde yolculuk elbisesi vardı, henüz değiştirmemiştim.

Ramazan ayında öğle namazı vaktinde yanına gitmiştim. Onu içerisinde su akan bir evde gördüm. Selam verip oturduğumda leğen ile ibrik getirdiler. O ellerini yıkadı, sonra bana da ellerimi yıkamamı söyledi. Sofra açıldı, ben de Ramazan ayında oruçlu olduğumu unutmuştum. Hatırladığımda elimi sofradan çektim.

Humeyd; neden yemiyorsun, diye sorduğunda şöyle cevap verdim: Ey emir! Bu ay Ramazan ayıdır. Ben hasta değilim ve yemek yemem için de herhangi bir sebep yoktur. Herhalde sizin için bir özür vardır ki yemek yiyorsunuz.

Bu sözüme karşılık şöyle dedi: Benim için yemek yememe sebep olabilecek herhangi bir özür yoktur. Üstelik sağlığım da yerindedir. Sonra gözlerinden yaşlar aktı ve ağladı. Yemek yedikten sonra "Sizi ağlatan nedir?" diye sordum. Cevabında şöyle dedi: Hârun'ur-Reşid Tus'da olduğu zaman, gecenin bir vakti, birisini göndererek "Emirelmüminine icabet et!" diyerek beni çağırdı. Oraya vardığımda yanında yanan bir mum ve kınından çıkmış yeşil bir kılıç gördüm.

Karşısında ise kölesi (ayakta) bekliyordu. Ben de onun karşısına geçtiğimde başını bana doğru kaldırarak şöyle dedi: Emirelmüminine karşı itaatin nasıldır? Ben de: Malım ve canımla (hizmetindeyim), dedim. Başını aşağı eğdi ve sonra eve dönmem için izin verdi. Eve vardığım zaman (kısa bir süre sonra) görevlisi tekrar yanıma gelip "Emirelmüminine icabet et!" dedi.

Ben kendi kendime şöyle dedim: Herhalde o beni öldürmeye niyetlenmiş, beni görünce de utanmıştı. Tekrar yanına gittim. Başını bana doğru kaldırarak şöyle söyledi: Emirelmüminine olan itaatin nasıldır? (Bu kez) cevabında; malım, canım, ailem ve çocuklarımla (itaat ederim) dediğimde güldü, sonra tekrar dönmem için izin verdi.

Eve döndüm. Kısa bir süre geçmeden yine görevlisi gelip aynı şekilde (Emirelmüminine icabet et!) diye beni çağırdı. Ben tekrar Hârun'un yanına gittim. O yine aynı halindeydi. Başını bana doğru kaldırıp tekrar seslendi: Emirelmüminine olan itaatin nasıldır? Ben bu defasında şöyle dedim: Canım, malım, ailem, çocuklarım ve dinimle (itaat ederim). Hârun gülerek bana şöyle dedi: (O zaman) al bu kılıcı ve hizmetçinin sana emrettiği şeyleri yerine getir!

Hizmetçi kılıcı alıp bana vererek kapısı kilitli bir eve götürdü. Kapıyı açtığı zaman o evin ortasında bir kuyu, (etrafında ise) üç tane kilitli oda vardı. O kapılardan birisini açtığında, içerisinde saçları uzamış kâküllü yirmi tane zincirlerle bağlanmış yaşlı, genç (erkek) gördüm

Hizmetçi bana: Emirelmüminin bunları öldürmeni emrediyor, dedi. Bunların hepsi Fatıma ve Ali (a.s)'ın soyundan olan "seyit" evlatları idi. Onları bir bir çıkarıp bana getiriyor, ben de boyunlarını vuruyordum. Sonuna kadar hepsinin boynunu vurdum. Köle ise bu ceset ve kafaların hepsini (evin ortasında olan) o kuyuya attı. Daha sonra başka bir odanın kapısını açtı. Orada da Fatıma ve Ali (a.s)'ın soyundan olan zincirlerle bağlanmış yirmi tane seyit vardı.

(Köle) bana: Emirelmüminin bunları da öldürmeni istiyor, dedi. Onları yine tek tek getirdi, ben de sonuna kadar hepsinin boyunlarını vurdum. (Köle) üçüncü odanın da kapısını açtı. Orada da aynı şekilde, Fatıma ve Ali (a.s)'ın evlatlarından zincirlere çekilmiş yirmi tane erkek vardı. Hizmetçi bana: Emirelmüminin bunları da öldürmeni emrediyor, dedi.

(Köle) onları da tek tek getiriyor, ben de boyunlarını vuruyordum. O daha sonra cesetleri kuyuya atıyordu. Bu şekilde ondokuz tanesini öldürmüştüm, onlardan yalnızca yaşlı, uzun saçlı birisi kalmıştı. Bana şöyle dedi: Ey uğursuz adam! Allah seni kahretsin! Kıyamet günü ceddim Resulullah'ın yanına getirildiğinde nasıl bir mazeretin olacaktır?

Oysa sen, Ali ve Fatıma (a.s)'ın evlatlarından olan altmış kişiyi öldürdün. (O zaman bunları duyduğumda) ellerim ve vücudum titremeye başladı. (Bunun üzerine) hizmetçi bana sinirli bir şekilde bakarak beni bu durumdan men etti.

Ben o yaşlı adamı da öldürdüm. (Köle) onu da kuyuya attı. Şimdi benim (geçmişte) böyle bir günahım vardır. Resulullah'ın evlatlarından altmışını öldürdüm, artık oruç ve namazımın bana ne faydası olabilir? Ben cehennemde ebedi olarak kalacağımdan şüphe etmiyorum.

Kitabın yazarı Şeyh Saduk (r.a) şöyle söylüyor: Mensur Devanikî'den de Peygamber (s.a.a)'in evlatları hakkında bu çeşit davranışları yazılmıştır.

2- Hakim Ebu Ahmed, el-Enmatî en-Nîşaburî'ye bağlı bir senetle şöyle diyor: Mensur, Bağdat'ta bina yaptığı zaman çok şiddetli bir şekilde seyitleri arıyordu. Onlardan yakalayabildiğini, içi boş olan direklerin içine bırakıp tuğla ve alçıyla da kapatarak ördürüyordu.

Bir gün, seyitlerden güzel çehreli bir genci yakaladı. Saçları siyah olan bu genç, İmam Hasan bin Ali bin Ebu Talib (a.s)'ın soyundandı. Onu binayı yapan ustaya teslim edip direklerin içerisine bırakarak öldürmesini emretti. Güvendiği birisini de bu işi kontrol etmek için görevlendirdi.

Usta, genci içi boş olan direğin içerisine bıraktığında vicdanı sızlayıp merhamete geldi. O yüzden direkten havanın girebilmesi için, bir delik bıraktı.

Gence de şöyle dedi: Sana bir şey olmayacaktır, sabret. Karanlık çöktüğünde ben seni buradan kurtaracağım. Karanlık çöktüğü zaman, usta gelerek seyidi direğin içerisinden çıkarıp şöyle dedi: Kendini sakla, ben ve benimle çalışan işçilerin kanının akıtılmaması için Allah'tan kork (bizi tehlikeye sokma)!

Seni bu karanlıkta direğin içerisinden çıkardım, çünkü seni bu şekilde bıraksaydım ceddin Resulullah (s.a.a)'in kıyamet gününde Allah'ın huzurunda benim düşmanım olacağından korktum!

O gencin saçlarından, inşaat malzemesi ile mümkün olduğu kadarıyla keserek şöyle dedi: Kendini gizle, canını kurtar ve annenin de yanına dönme!

Genç (ona hitaben) şöyle dedi: Öyleyse anneme kurtulduğumu ve canımı kurtarmak için de kaçtığımı haber ver. Böylelikle biraz rahatlar ve ağlaması da azalır. Anneme, onların yanlarına dönmemin mümkün olmayacağını da söyle.

Genç oradan uzaklaştı ve nereye gittiği de bilinmedi. Usta şöyle devam ediyor: Genç, annesinin bulunduğu semti alametleriyle birlikte bana tarif etti; ben o yere gittiğimde arı sesine benzeyen bir ağlama duydum, o gencin annesinin olduğunu anladım. Yanına gidip oğlunun haberini söyleyip saçlarını vererek geri döndüm.


10.BÖLÜM

VAKIFÎLERİN, VAKIFÎ OLMALARININ SEBEBİ

1- Rebî bin Abdurrahman şöyle diyor: "Allah'a and olsun ki, Mûsa bin Câfer (a.s) çok bilgili ve alametlerden anlayan birisi idi. Kendisinden sonra kimlerin "Vakıfî" olacağını ve sonraki imamların imametini kimlerin kabul etmeyeceklerini çok iyi biliyordu.
Onlara olan öfkesini yenip (onlar) hakkında bildiklerini dışarıya vurmuyordu. İşte bu yüzden ona "Kâzım" (öfkesini yenen) denilirdi."

2- Yûnus bin Abdurrahman şöyle diyor: Mûsa bin Câfer (a.s) dünyadan göçtüğü zaman, her bir vekilinin yanında çok sayıda malı vardı. Bu mallar onların, "Vakıfî" olup (sonraki imamın imametini kabul etmemelerine), İmam'ın da ölümünü inkâr etmelerine sebep oldu.

Ziyad bin Mervan-i Kandî'nin yanında yetmiş bin dinar ve Ali bin Hamza'nın yanında da otuz bin dinar vardı. Yûnus şöyle devam ediyor: Ben durumu bu şekilde gördüğümde hak benim için aşikâr oldu ve İmam Rıza (a.s)'ın da imametini anlamış oldum.

Bu yüzden konuşup halkı İmam Rıza'ya davet etmeye başladım. O iki şahıs (Ziyad ile Ali bin Ebu Hamza) bir adamı yanıma göndererek bana şöyle dediler: Halkı neden ona (İmam Rıza'ya) davet ediyorsun? Eğer mal istiyorsan, biz seni müstağni kılarız! On bin dinar da bana sus payı vererek bu işlerden elimi çekmemi istediler.

Ama ben umursamadım, onlara cevap olarak şöyle dedim: İki imamımızdan şöyle buyurdukları rivayet edilmiştir: "Bidatler ortaya çıktığı zaman alim ilmini ortaya koymalıdır, bunu yapmazsa iman nuru ondan alınır." Ben her durumda, yüce Allah uğrunda cihadı terk edecek birisi değilim. (Sonunda) o ikisi, bana düşman olup kin beslediler.

3- Muhammed bin Cumhur, Ahmed bin Hammad'dan şöyle naklediyor: Osman bin İsa er-Revasî İmam Mûsa bin Câfer (a.s)'ın vekillerinden birisi idi. Mısır'da yanında pek çok sayıda mal ve altı tane de cariye vardı.

(Ravi şöyle devam ediyor): İmam Rıza (a.s) mal ve cariyeleri vermesi için haber gönderdi. O İmam Rıza (a.s)'a şöyle mektup yazdı: "Baban henüz ölmemiştir." İmam Rıza (a.s) da onun mektubuna cevap olarak şöyle yazdı: "Babam ölmüştür, (bırakmış olduğu) mirası ise paylaştık ve onun öldüğünü doğrulayan haberler de vardır." İmam (a.s), bu konuda ona deliller de getirdi.

Ravi diyor ki; Osman bin İsa cevap olarak "Baban ölse dahi senin için bu malda bir hak yoktur; çünkü bu malları sana vermek konusunda bir şey buyurmamıştır. Üstelik, ben cariyeleri özgür bırakıp onlarla da evlendim" dedi.

Bu kitabın yazarı (Şeyh Saduk), şöyle diyor: Mûsa bin Câfer (a.s), mal toplayacak birisi değildi; yalnız bu mal, Hârun'ur-Reşid zamanında toplanarak çoğaldı ve İmam da düşmanların çokluğu nedeniyle bu toplanan malı dağıtmaya kadir değildi. Yalnız sır saklamada güvenilir olan az bir kesime gönderebiliyordu. İşte bu mal, bundan dolayı toplanmış oldu.

Kendisi aleyhinde, Hârun'ur-Reşid'e söz taşıyanların bu amellerini engellemek, etkisiz hale getirmek istiyordu. Dalkavukluk ve ispiyonculuk yapanlar şöyle diyorlardı: Mûsa bin Câfer (a.s) için birçok mallar götürülüyor, imametin (yöneticilik makamının) kendine ait olduğu inancındadır, halkı halifenin aleyhinde kıyam etmeye kışkırtıyor!

Eğer böyle olmasaydı, İmam (a.s) toplanan o malları elbette fakirlere dağıtacaktı. Üstelik o mallar fakirlerin hakkı değildi, gerçekte İmam’a ikram ve iyilik maksadıyla dostlarından taraf ona gönderilen bir takım mallar idi.


İMAM RIZA (A.S)’DAN TEVHİD İLE İLGİLİ HADİSLER

1- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Yasir, İmam Rıza (a.s)’dan bu sözleri işittiğini naklediyor: “Kim Allah’ı onun yaratıklarından birine benzetirse müşriktir ve kim Allah’ın nehyettiği bir şeyi Allah’a nispet verirse (Mesela; Allah’a zulüm nispeti verirse) kâfirdir.”

2- İbrahim bin Ebu Mahmud diyor ki; İmam Rıza (a.s) “Nice yüzler o gün parlayacak, rablerine bakacaklar” (Kıyamet/22-23) ayetlerini şöyle tefsir ettiler: “Yani, yüzler parlayacak ve rablerinin onlara sevap vermesini bekleyecekler.”

3- Abdusselam bin Salih el-Herevî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a; “Ey Resulullah’ın oğlu! Hadis ehlinin naklettiği “Müminler cennetteki makamlarından Allah’ı ziyaret edecekler” hadisi hakkındaki görüşünüz nedir?” diye sordum. İmam şöyle buyurdular: “Ey Ebu Salt! Allah-u Teala, Hz. Muhammed (s.a.a)’i melekler ve peygamberler de dahil olmak üzere bütün yaratıklarına üstün kılmıştır.

Ona yapılan itaati kendine yapılan itaat saymış, ona uymayı kendine uymak bilmiş ve onu ziyaret etmeyi dünya ve ahirette kendi ziyareti saymıştır. Bunun delili Allah-u Teala’nın “Kim resule itaat ederse Allah’a itaat etmiştir” (Nisa/80) sözüyle “Doğrusu sana biat edenler Allah’a biat etmiştir ve Allah’ın eli sizin ellerinizin üstündedir” (Feth/10) sözüdür.

Ayrıca Resul-u Ekrem şöyle buyurmuştur: “Kim beni sağken veya ölümümden sonra ziyaret ederse Allah’ı ziyaret etmiştir.” Peygamber efendimizin cennetteki makamı herkesin makamından daha üstündür. Kim cennette kendi bulunduğu makamdan Peygamber (s.a.a)’i ziyaret ederse Allah’ı ziyaret etmiş gibidir.”

Ebu Salt diyor ki; Daha sonra İmam (a.s)’dan şu soruyu sordum: Ey Allah resulünün oğlu! “Lâ ilahe illallah demenin sevabı Allah’ın yüzüne bakmaktır” şeklindeki hadisin manası nedir?

İmam Rıza (a.s): Ey Ebu Salt! Kim Allah’ın kendi mahlukları gibi yüzü olduğuna inanırsa kâfirdir. Allah’ın yüzü, onun peygamber ve evliyalarıdır. Halk onların sayesinde Allah’a, dine ve Allah’ı tanımaya yönelir. Allah-u Teala buyuruyor ki: “Her şey fânidir. Yalnızca rabbinin veçhi (yüzü) bâkidir.”

(Rahman/26-27) Ve yine buyuruyor: “Onun veçhinden (yüzünden) başka her şey helak olucudur.” (Kasas/88) Görüldüğü gibi, Allah'ın nebi; Peygamber ve hüccetlerine makamları ve dereceleri idrak olunarak bakılması, kıyamet gününde müminler için büyük bir sevaptır. Resul-u Ekrem buyuruyor ki: “Kim benim Ehl-i Beyt ve itretime kin güderse kıyamet gününde ne o beni görecektir, ne de ben onu.” Yine buyurmuştur ki:

“Sizin aranızda bazı şahıslar vardır ki benden ayrıldıktan sonra bir daha beni göremeyecekler.” Ey Ebu Salt! Allah-u Teala’nın mekânı yoktur. Gözle görülmez ve akıllar da İlahi zatının derinliğini derk edemezler.

Ebu Salt: Ey Resulullah’ın oğlu! Acaba cennet ve cehennem şu anda yaratılmış mıdır?

İmam (a.s): Evet, Allah resulü Mirac'a götürüldüğü zaman cennete girdiler ve cehennemi de gördüler.

Ebu Salt: Bir grup, cennet ve cehennemin takdir edildiği fakat, yaratılmadığı inancındalar.

İmam (a.s): Ne onlar bizdendir, ne de biz onlardanız. Kim cennet ve cehennemin yaratılmışlığını inkâr ederse Peygamber (s.a.a)’i ve bizi yalanlamıştır. O şahıs, bizim velayetimiz üzere değildir ve ebedi olarak cehennemde kalacaktır. Allah-u Teala buyuruyor ki; “İşte bu, mücrimlerin yalan saydıkları cehennem!.. Onlar bununla kaynar su arasında dolaşırlar.” (Rahman/43-44)

4- Rayyan bin Salt diyor ki: İmam Rıza (a.s) değerli babalarından naklediyor ki, Emir’ül Müminin Ali (a.s), Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet etti: “Allah-u Teala buyurmuştur ki; “Kim benim kelamımı kendi reyine göre tefsir ederse bana iman etmemiştir; kim beni mahluklarıma benzetirse beni tanımamıştır ve kim dinimde kıyasa başvurursa benim dinim üzere değildir.”

5- Ahmed bin Muhammed bin Halid bazı ravilerimizden şöyle naklediyor: İmam Rıza (a.s) bir gün ailesinden birinin kabrinin yanından geçerken elini kabrin üzerine koyarak şöyle arz etti: “Allah’ım! Senin kudretin aşikârdır, hiçbir zaman zayıflamamıştır.

Yaratıklar seni tanımamış ve (bu halde) seni övmeye kalkışmışlardır. Oysa bu şekilde seni vasfetmeleri rububiyet inancına aykırıdır. Allah’ım! Ben seni mahluklarına benzeterek tanımaya çalışanlardan uzağım.

Senin hiç bir eşin ve benzerin yoktur. Onlar (bu mantık ve tanıyışla) hiçbir zaman seni idrak edemeyeceklerdir. Eğer seni yarattığınla tanımak isteseler, onlara vermiş olduğun zahiri nimetlerin seni tanımalarıyla ilgili onlar için yeterli delillerdir. Ey rabbim!

Onlar seni tanımaya yönelmek aşırıya gittiler; seni yarattığınla aynı gördüler ve bu yüzden seni tanıyamadılar. Senin yerine, senin bazı ayet ve nişanelerini kendilerine rab edindiler; böylece seni yanlış vasıflandırdılar. Ey rabbim! Oysa sen, müşebbihlerin seni vasıflandırdıkları şeylerden çok daha yücesin.”

6- Muhammed bin Ebu Nasr (Ebu Câfer Bezentî) diyor ki: Mâveraun Nehri’nden olan bir grup, İmam Rıza (a.s)’ın yanına gelerek şöyle arz ettiler:

“Bizler üç meseleyi sormak için senin huzuruna geldik. Eğer bu üç meseleye cevap verirsen senin gerçekten alim olduğunu anlarız.”

İmam (a.s): Sorun!

Onlar: Allah nerededir, ne şekildedir ve neye dayanmaktadır?

İmam (a.s): Allah-u Teala’nın kendisi bir şekli olmaksızın şekle şekil vermiştir; bir mekânı olmaksızın mekânı mekân yapmıştır. Onun dayanağı ise kendi kudreti üzeredir.

Onlar: Şehadet ediyoruz ki sen, alimsin.

Kitabın yazarı Şeyh Saduk (r.a), İmam Rıza (a.s)’ın “Allah’ın dayanağı kudreti üzeredir” sözünü şöyle tefsir ediyor: Yani, Allah’ın dayanağı onun künhü üzeredir. Çünkü kudret, Allah’ın zati sıfatlarındandır.

7- Muhammed bin Arefe diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a sordum: Allah-u Teala eşyayı kudretiyle mi yarattı, yoksa kudret kullanmadan mı yarattı?

İmam (a.s) şöyle buyurdular: Allah’ın eşyayı (künhünün dışındaki bir) kudret ile yarattığını söylemek doğru değildir. Çünkü Allah, eşyayı kudretle yarattı, dediğin zaman sanki kudreti Allah’ın dışında bilip onu eşyanın yaratılışı için Allah’a bir aletmiş gibi tasavvur etmiş olursun ki, bu düşünce tarzı şirktir.

Eğer Allah’ın eşyayı kudret olmaksızın (veya kudretin dışındaki bir güçle) yarattı, dersen bu sözün manası; Allah’ın eşyayı onların üzerindeki bir güç ve iktidarla yaratması demektir. Fakat (şunu bil ki) Allah-u Teala ne zayıf, ne aciz ve ne de başka bir şeye muhtaçtır. Allah-u Teala, zatı gereği kadirdir, zatının dışındaki bir kudretle değil.

8- Hüseyin bin Beşşar diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a şöyle sordum: Acaba Allah-u Teala, vârolmayan bir şeyin vârolduğunda nasıl olacağını biliyor mu?

İmam (a.s): Allah-u Teala her şeye vârolmadan önce alimdir. Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Doğrusu biz sizin yapmakta olduklarınızı yazıyorduk.” (Câsiye/29) Yine cehennem ehli hakkında buyuruyor ki: “Eğer geri çevrilselerdi, mutlaka yasak edildikleri fenalığa yine dönerlerdi.

Şüphesiz onlar, yalancıdırlar.” (Enam/28) Ayette de görüldüğü gibi, eğer onlar dünya hayatına döndürülseler yine nehyedildikleri şeyleri yapmaya koyulacaklarını Allah-u Teala biliyordu.

Allah-u Teala meleklerin; “Sen orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni hamd ile tesbih ve noksan sıfatlardan tenzih edip duruyoruz” sözüne karşılık şu cevabı verdi: “Şüphesiz ben sizin bilmediğinizi biliyorum.

” (Bakara/30) Demek ki Allah-u Teala, eşyayı yaratmadan önce daima onları biliyordu. Allah-u Teala pak ve münezzehtir. Eşyayı nasıl istemişse öyle yaratmıştır ve yaratmadan önce de onlara alim idi. İşte bizim rabbimiz alim, gören ve işitendir.

9- Fazl bin Şâzan diyor ki: İmam Rıza (a.s)’ın duasında şöyle dediğini duydum: “Allah her şeyden münezzehtir; kudretiyle varlıkları yarattı; yarattıklarını hikmetiyle sağlamlaştırdı; ilmiyle her şeyi kendi yerinde karar kıldı. Allah her şeyden münezzehtir; gözle yapılan hıyanetleri ve kalplerde saklı olanı bilmektedir. Onun gibisi yoktur. O, işiten ve görendir.”

10- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s)’ın şöyle söylediğini duydum: “Allah-u Teala her zaman alim, kadir, canlı, kadim (ezelî), işiten ve görendir.”

Ben: Ey Peygamber’in oğlu! Bir grup, Allah’ın devamlı ilimle alim, kudretle kadir, hayatla canlı, kıdemlikle (öncesizlikle) kadim, bir işitmekle işiten ve bir görmekle gören olduğunu söylüyorlar, dedim.

İmam (a.s): Kim bunları söyler ve bu söylediklerine de inanırsa gerçekte Allah ile birlikte başka ilahların var olduğuna inanmıştır ve böyle bir şahıs da bizim dostlarımızdan sayılmaz.

Allah-u Teala kendi zatı gereği her zaman alim, kadir, canlı, kadim (ezelî), işiten ve görendir. Allah-u Teala’nın şânı, müşriklerin ve teşbih ehlinin söylediklerinden çok daha yücedir.

11- Saffan bin Yahya diyor ki: “İmam Rıza (a.s)’a “Allah’ın iradesiyle mahlukların arasındaki fark nedir” diye sordum.

İmam (a.s): Mahluklar bir şeyi yapacakları zaman önce düşünürler ve daha sonra kendilerine göre en doğru olanı yapmaya karar verirler. Ama, Allah-u Teala’nın iradesi icat etmekten başka bir şey değildir.

Çünkü o, düşünme ve daha sonra karar alma sıfatlarından münezzehtir. Bu sıfatlar mahluklara aittir. Allah’ın iradesi fiilinden başka bir şey değildir. O, bir şeyin olmasını isterse ol der ve o da oluverir. Bu iş için ne bir kelimeye, ne konuşmaya ve ne de düşünüp karar almaya muhtaçtır. Allah-u Teala nitelendirilemeyeceği gibi, onun işleri de nitelendirilemez.

Allah-u Teala’nın ne şekildeliği söz konusu olamayacağı gibi onun irade ve fiillerinde ne şekilde ve nasıllığı söz konusu olamaz.

12- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a arz ettim: Halk Peygamber efendimizden “Allah Adem (a.s)’ı kendi şeklinde yarattı” buyurduğunu naklediyor.

İmam (a.s): Allah onların canını alsın! Hadisin birinci kısmını atmışlar. Hadisin aslı şöyledir: Bir gün Peygamber efendimiz, birbirine küfreden iki kişinin yanından geçiyordu.

Onlardan biri diğerine “Allah senin yüzünü ve sana benzeyen herkesin yüzünü çirkinleştirsin” dedi. Allah’ın resulü ona “Ey Allah’ın kulu! Kardeşine böyle söyleme. Çünkü Allah-u Teala Adem (a.s)’ı da ona benzer şekilde yaratmıştır” buyurdular.

13- Muhammed bin Ubeyde diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a “Ey İblis! Benim kendi elimle yarattığıma secde etmene ne mani oldu?” (Sad/75) ayeti hakkında sordum. Şöyle buyurdular: Burada “elimle”den maksat, güç ve kudrettir.

Kitabın yazarı Şeyh Saduk diyor ki: Ben Şia’nın bazı büyüklerinden şöyle dediklerini duydum: İmamlar ayeti okuyunca “halaktu” (yarattım) kelimesinde duruyor, daha sonra “biyedi” (elimle) kelimesinden devamını okumaya başlıyorlardı.

Bu durumda ayetin devamının manası şöyle oluyor: “Kendi elimle (nimetimle) bana mı kibirleniyorsun? Yoksa sen, yücelerden misin?” Burada “el” nimet ve ihsan manasında kullanılmıştır. Halk arasında bu tip tabirlere rastlanmaktadır.

Örneğin; “Benim kılıcımla benimle mi savaşıyorsun?” veya “Benim mızrağımla bana mı vuruyorsun?” gibi tabirler yaygındır. Kısaca ayet “Benim nimetimle bana mı isyan ediyorsun?” manasına geliyor.

14- Hasan bin Sait, İmam Rıza (a.s)’dan şöyle naklediyor: İmam Rıza (a.s) “O gün paçalar sıvanır, secdeye davet edilirler fakat, güçleri yetmez.” (Kalem/42) ayetini şöyle tefsir ettiler: “Nurdan olan hicap kaldırıldığında müminler secdeye kapanırlar. Ama, münafıkların sırtı düz olur, sertleşir. Artık secde edemezler.”

15- İmam Rıza (a.s), metindeki senetle Emir’ül Müminin Ali (a.s)’ın Kûfe Mescidi’nde şöyle bir hutbe okuduğunu nakletti: “Hamd Allah'a mahsustur; ne kendisi bir şeyden yaratılmıştır, ne de yaratıklarını bir şeyden yaratmıştır.

Eşyaların hâdis olmasını (sonradan yaratılmışlığını) kendi ezeli oluşuna tanık kılmıştır, mahluklarının acizlik ve zayıflığını kendi kudretinin göstergesi yapmıştır ve yaratıkların fenâsını kendi bekâsına delil kılmıştır.

Hiçbir mekân onun dışında değildir ki, onun için bir mekân düşünülsün; onun bir benzeri yoktur ki, bir nitelikle vasfedilsin; hiçbir şey onun ilminin dışında değil ki, bir haysiyetle (durumla) tanınabilsin.

O, bütün sıfatlarda yaratıklarından farklıdır. Zâtının idrak edilmesi mümkün değildir. Çünkü yaratıklar (onun emriyle) devamlı değişim halindedirler. Oysa kendisi ululuk, azamet ve büyüklüğünden dolayı her türlü değişimlerden uzaktır.

Mahir, zeki ve keskin anlayış sahiplerinin ona sınır tayin etmeleri haramdır; ince ve derin düşünürlerin onu biçimlendirmeleri yasaktır; görüş okyanusunun dalgıçlarının onu tasvir etmeleri de imkânsızdır. Mekânlar, azametinden dolayı onu kapsayamazlar; ölüler, celalinden dolayı onu ölçemezler; mikyaslar, ululuğundan dolayı onu ölçüp biçemezler; vehimlerin onun künhüne varması, kavrayışların onu kavraması, zihinlerin ona örnek getirmesi imkânsızdır.

Yüce akıllar, onun vücudunu kuşatarak keşfetmekten ümitsizdirler. Uçsuz bucaksız ilim deryaları onun künhünün hakikatine işaret etmede kurudurlar. Onun kudretini vasfetmeye kalkışan en zarif düşünceli insanlar, aciz ve zelil bir şekilde geriye dönmüşlerdir. O birdir, ama birliği sayısal değildir; daimidir, ama daimiliği zamansal değildir; kaimdir, ama kaimliği sütunlarla değildir. O cins değildir ki cinsler, onun eşi olabilsinler. O karartı değil ki karartılar ona benzemiş olabilsinler.

O eşyalar gibi değil ki bu vesileyle vasıflandırılabilsin. Akıllar, onu idrak etmenin akım dalgalarında sapmışlardır. Düşünceler onun ezeliliğinin niteliğini kavramakta şaşkındırlar. İdraklar onun kudretinin vasfını anlamakta mahsurdur. Zihinler onun melekutunun (ilahi aleminin) engin feleklerinde gark olmuştur.

O, bütün nimetlere kadirdir; ululuğuyla güçlüdür; her şeyin sahibidir. Ne devran onu yıpratır, ne zaman onu eksiltir ve ne de vasıf onu kuşatabilir (belirleyebilir). Sabit ve sert varlıklar kökü ve esasında onun için boyun eğmiştir. Sağlam kale ve dağlar, en yüksek zirveye sahip olmalarına rağmen, onun için boyun eğmiş durumdadır.

Bütün mahlukatı kendi rabliğine şahit, onların acizliğini kendi kudretine delil, hâdisliğini (sonradan oluşunu) kendi kadimliğine (ezelî oluşuna) tanık ve zevalini (yok oluşunu) de kendi bekâsına (ebedîliğine) gösterge kılmıştır. Varlıklar onun emrinden kaçıp kurtulamaz, onun kuşatma gücünden dışarı çıkamaz, onun saymasından (divan nizamından) kendilerini saklayamaz ve kendileri üzerindeki onun kudretinden kaçınamazlar.

Hilkat, nizam ve sağlamlığı bir nişane, tabiat terkipleri bir delalet, alemdeki yıpranma ve yok olma kadimliğine bir delil ve sanatının sağlamlığı ve hikmeti ise, ibret olarak yeterlidir. Onun için belirlenmiş bir sınır, örnek verilebilecek bir misil ve ondan saklı tutulmuş hiçbir şey yoktur. Allah-u Teala örnek verilmekten ve mahlukların sıfatından çok üstün ve yücedir.

Onun Rabliğine iman ederek inkârcılarına da karşı çıkarak ondan başka ilahın olmadığına şehadet ederim. Muhammed’in onun kulu ve resulü olduğuna, onu (Peygamberimizi) en hayırlı yerde karar kıldığına, en değerli soy ve en temiz rahimlerden naklettiğine, en asil kaynaktan, en üstün kökten, en değerli soydan peygamberlerini yarattığına ve eminlerini de ondan seçtiği şecereden yarattığına şehadet ederim; öyle şecere ki ağacı tertemiz, sütunu dümdüz, gövdesi yüksek, dalları yemyeşil ve parlak, meyveleri olgunlaşmış ve tatlı, içi ise kerametle doludur.

O soy ağacı kerametli bir mekâna ekildi, kutsal haremde yeşerdi, orada yayıldı ve meyve verdi, orada aziz ve güçlü oldu, derken büyüdükçe büyüdü. Öyle bir hadde ulaştı ki, Allah onu Ruh’ul Emin ile (Cebrâil) şereflendirdi. Açık bir nur ve yazılı bir kitapla iftiharlandırdı. Burak’ı onun emrine verdi ve melekler onunla el sıkıştılar.

Allah-u Teala şeytanları onun vesilesiyle korkuttu, putları ve sahte ilahları onun vesilesiyle yok etti. Onun sünneti rüşt, siyeri adalet, hükmü ise haktır. Rabbinin ona emrettiği şeyi açıkça söyledi ve ulaştırmakla görevli olduğu mesajı iletti.

Öyle ki, halkı açıkça tevhide davet etti ve “lâ ilahe illallah, vahdehu lâ şerike leh” (Allah’tan başka ilah yoktur, O tektir ve şeriki yoktur) şiarını halk arasında yaygınlaştırdı.

Öyle ki, vahdaniyeti Allah’a halis kıldı ve rububiyeti onun için sâf etti. Derken Allah-u Teala tevhidle onun delilini aşikâr etti, İslam ile onun derecesini yüceltti ve Allah-u Teala kendi katındaki rahmet ve makamı onun için seçti. Allah’ın selamı ona ve pak Ehl-i Beyt’ine olsun.”

16- İbrahim bin Ebu Mahmud diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan “Allah onları karanlıklara terk eder, görmezler” (Bakara/17) ayeti hakkında sordum, şöyle buyurdular: “Mahluklar için bırakma, terk etme tabirlerini kullanmak doğrudur ama, Allah-u Teala’yı bu tabirlerle vasıflandırmak doğru değildir. Allah-u Teala onların küfür ve dalaletten dönmeyeceğini bildiği için yardım ve lütfünü onlardan kesmekte ve onları kendi başlarına bırakmaktadır.”

Ravi diyor ki: İmam (a.s)’dan “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir” (Bakara/7) ayeti hakkında sordum, şöyle buyurdular: Allah-u Teala onların kalplerini kâfirliklerinden dolayı mühürlemiştir.

Nitekim Allah-u Teala, Kur’an’ın başka bir ayetinde şöyle buyuruyor: “Doğrusu Allah, onların kalpleri üzerine küfürleri yüzünden mühür vurmuştur. Pek azı müstesna, onlar iman etmezler.” (Nisa/15)

Ravi diyor ki: Daha sonra İmam (a.s)’a şöyle sordum: Acaba Allah kullarını günah işlemeye mecbur eder mi?

İmam (a.s): Hayır, Allah-u Teala kullarına seçme hakkı tanıyarak her istediklerini yapmalarına izin vermiştir ve mühlet vererek onlara tövbe etme fırsatı tanımıştır.

Ravi: Allah kullarını güçlerinin yetmediği bir şeyle sorumlu tutar mı?

İmam (a.s): Allah-u Teala “Rabbin kullara zulmedici değildir” (Fussilet/3) buyurduğu halde nasıl böyle yapar?

İmam daha sonra şöyle devam etti: Babam Mûsa bin Câfer kendi babası Câfer bin Muhammed’den bana şöyle nakletti: “Kim Allah’ın, kullarını günaha mecbur ettiği ve kullarını onların güçleri yetmeyecek şeylerle mükellef kıldığı zannına kapılırsa onun boğazladığı hayvanın etinden yemeyin, tanıklığını kabul etmeyin, arkasında namaz kılmayın ve zekâttan da ona bir şey vermeyin!”

17- Yezid bin Umeyr bin Muaviye eş-Şamî diyor ki: Merv’de İmam Rıza (a.s)’ın huzuruna giderek kendisinden İmam Sâdık (a.s)’dan nakledilen “Ne cebirdir, ne tevfiz; ikisinin arasıdır” hadisin manasını sordum.

İmam (a.s): Kim Allah’ın bizim işlerimizi bizzat kendisinin yaptığına ve daha sonra da o işlerden dolayı bizi azaplandıracağına inanırsa, cebre inanmış olur. Kim de Allah’ın yaratma ve rızık verme işlerini hüccetlerine (imamlara) bıraktığını söylerse tevfize inanmış olur; cebre inanan ise kâfir; tevfize inanan da müşriktir.

Ravi: Öyleyse “ikisinin arasıdır” ibaretinin manası nedir?

İmam (a.s): Manası şudur ki: Kullar Allah’ın emrettiklerini yapmakta ve nehyettiklerini de yapmamakta muhtardırlar.

Ravi: Acaba kulların yaptıkları işlerde Allah-u Teala’nın meşiyyet ve iradesi var mıdır?

İmam (a.s): Allah-u Teala’nın itaatteki iradesi; onu emretme, amele razı olma ve kullarına o işte yardım etmektir. Allah’ın günahlar karşısındaki iradesi ise; nehyetme, o amelden dolayı gazaplanma ve o amelde kullara yardımda bulunmamaktır.

Ravi: Acaba kulların amellerinde Allah'ın kaza ve kaderi var mıdır?

İmam (a.s): Evet; kulların yaptıkları bütün işlerde ister hayır olsun, ister şer, Allah’ın kazası ve kaderi vardır.

Ravi: Bu kazanın manası nedir?

İmam (a.s): Kaza; Allah-u Teala’nın kullara amellerinden dolayı dünya ve ahirette hakketmiş oldukları sevap veya azabın verilmesine hükmetmesidir.

18- Abdulaziz bin Müslim diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a “Allah’ı unuttular ve Allah da onları unuttu” (Tevbe/67) ayetinin manasını sordum. Şöyle buyurdular: Allah-u Teala ne unutur, ne de gaflet eder. Unutmak ve gaflet, mahluklara mahsustur.

Allah-u Teala’nın “Rabbin unutkan değildir” (Meryem/64) buyurduğunu duymadın mı? Yukarıdaki ayetin manası şudur: Allah-u Teala, kendisini ve kıyameti unutanları, kendileri kendi unutmakla cezalandırmaktadır.

Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unutmuşlar. (Allah da) onlara kendilerini unutturmuştur. İşte bunlar, fâsıkların ta kendileridirler.” (Haşr/19) Yine şöyle buyurmuştur: “Onlar bugüne (kıyamet gününe) kavuşmayı nasıl unuttuysalar biz de onları bugün öyle unutacağız.” (Âraf/51) Yani onları terk edeceğiz (kendi başlarına bırakacağız). Nasıl ki onlar, böyle bir güne hazırlanmayı terk ettiler.

Kitabın yazarı diyor ki: “Onları terk edeceğiz” ibaretinden maksat; onlara, kıyametin gerçekleşeceğine inananların sevabını vermeyeceğiz demektir. Çünkü terk etme, (bırakma) gibi fiiller Allah için söz konusu edilemez. “Allah onları karanlıklara terk eder, öyle ki bir şeyi göremezler” ayetinden kasıt; yani, Allah onları azaplandırmada acele etmez ve tövbe etmeleri için onlara mühlet verir.

19- Ali bin Fazzal babasından şöyle naklediyor: İmam Rıza (a.s)’dan “Hayır! Muhakkak ki onlar, o gün Rablerinden (inen) bir perde arkasında kalacaklardır (onu göremeyeceklerdir)” (Mutaffifin/15) ayeti hakkında sordum. İmam Rıza (a.s) buyurdular ki: Allah-u Teala’yı, kullar bir perdenin arkasındadır ve onu göremeyecekler şeklinde vasıflandırmak doğru değildir. Ayetin manası, onlar Allah-u Teala’nın sevabından mahrum kalacaklardır, şeklindedir.

Ravi diyor ki; İmam Rıza’dan “Rabbin ve melekler saflar halinde geldiler” (Fecr/22) ayetini sordum. Buyurdular ki: Allah-u Teala gitme ve gelme eylemiyle vasıflandırılamaz. Allah’ın şânı bundan çok daha yücedir. Ayetin manası, “Rabbinin emri gelip, melekler saf-saf olduğunda..." şeklindedir.

Yine ravi diyor ki: İmam’dan “Onlar Allah’ın meleklerle birlikte kendilerine buluttan gölgeler arasında gelivermesini mi bekliyorlar?” (Bakara/210) ayeti hakkında sordum. Buyurdular ki; Ayet şu manadadır: Yani, “Acaba onlar, Allah’ın melekleri bulutlar arasından onlara göndermesini mi bekliyorlar?”

Yine ravi diyor ki: İmam (a.s)’a “Allah onlarla alay etti” (Tevbe/79), “Allah onları istihza eder” (Bakara/15), “Hile yaptılar ve Allah da hile yaptı” (Âl-i İmran/54) ve “Münafıklar Allah’a hile yapmaktadır, Allah da onlara hile yapmaktadır” (Nisa/142) ayetlerini sordum. Cevaben şöyle buyurdular:

Allah-u Teala ne alay eder ve ne de hile yapar. Ancak, hile ve alaylarına uygun olarak onları cezalandırır. Allah-u Teala’nın şânı zalimlerin söyledikleri ve zannettiklerinden çok daha yücedir.

20- Hasan bin Ali el-Hazzaz (Veşşa) diyor ki: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdular: Kıyamet gününde Resulullah (s.a.a) Allah’ın eteğinden tutacak, bizler de Resulullah’ın eteğinden tutacağız, şialarımız da bizim eteğimizden tutacaklar. Sözlerine devam ederek buyurdular: Etekten kasıt, nurdur. Başka bir hadiste de şöyle buyurmuşlardır: Etekten kasıt dindir.

21- İbrahim bin Ebu Mahmud diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a halkın, Peygamber-i Ekrem’den naklettikleri: “Allah-u Teala her Cuma akşamı dünya semasına gelir” hadîsi hakkında görüşünüz nedir, diye sorduğumda şöyle buyurdular: Allah’ın lâneti, kelimelerin yerini değiştirerek sözün manasını tahrif edenlerin üzerine olsun.

Allah’ın resulü böyle bir şey söylememiştir. Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu şundan ibarettir: “Allah-u Teala her gecenin son üçte birlik kısmında ve Cuma gecesinin evvelinden itibaren bir meleği dünya semasına gönderir.

O melek, Allah’ın emriyle şöyle nida eder: Acaba bir şey isteyen yok mu ki, onun isteğini yerine getireyim? Tövbe eden yok mu ki, onun tövbesini kabul edeyim? Mağfiret dileyen yok mu ki, onu bağışlayayım? Ey hayrı isteyen!

Bu tarafa gel. Ey kötülük peşinde olan! Vazgeç. Bu melek fecre kadar böyle seslenmeye devam eder. Fecir zamanı geldiğinde bu melek, melekut alemindeki yerine geri döner.” Bu hadisi babam kendi babasından ve o da kendi babaları vasıtasıyla Peygamber efendimiz (s.a.a)'den benim için nakletti.

22- Dâvud bin Süleyman Kazvinî, İmam Rıza (a.s)’ın babaları vasıtasıyla Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor: Allah’ın resulü buyurdular ki: “Mûsa bin İmran Allah-u Teala ile münacat ettiğinde şöyle arz etti: Allah’ım! Eğer bana uzaksan seni yüksek sesle anayım ve eğer bana yakınsan seni alçak sesle anayım?

Allah-u Teala ona şöyle vahyetti: Ben, beni ananın yanındayım. Mûsa (a.s) arz etti: Ey rabbim! Ben, bazen öyle bir halde oluyorum ki, senin şânını seni o halde anmaktan çok daha yüce biliyorum. Allah-u Teala buyurdu ki: Ey Mûsa! Bütün hallerde beni anmaya devam et.”

23- Feth bin Yezid-i Curcanî diyor ki; İmam Rıza (a.s)’ın Allah-u Teala hakkında şöyle dediğini duydum: “O latif ve her şeyden haberdar olandır, işiten ve görendir, birdir ve ihtiyaçsızdır.

Öyle bir ihtiyaçsız ki ne doğmuştur, ne doğurulmuştur ve ne de benzeri vardır. Eşyayı icat eden cisimlere cisimlik veren ve şekilleri şekillendiren odur. Eğer dedikleri gibi olsaydı yaratanla yaratılan, icat edenle icat edilen birbirinden ayırt edilemezdi. Ancak icat eden odur. Allah'ın, icat edip cisme büründürerek şekillendirdiği ile arasında fark vardır. Çünkü hiçbir şey onun benzeri değildir ve o da hiçbir şeye benzememektedir.”

Ravi diyor ki: İmam (a.s)’a şöyle arz ettim: Canım size feda olsun, doğru söylüyorsunuz. Ama siz, “Allah birdir ve ihtiyaçsızdır” ve “Hiçbir şeye benzemez” buyurdunuz. Oysa Allah-u Teala birdir, insan da birdir. Bu yönden birbirlerine benzemediler mi?

İmam (a.s) buyurdular ki: Ey Feth! Allah seni sabit kadem kılsın, imkânsız olan bir şey söyledin. Bizim kastettiğimiz benzerlik, mânâdaki benzerliktir. İsim, bütün varlıklarda aynıdır ve isimlendirilenin nişanesidir.

İnsana “birdir” denildiğinde kasıt; onun iki değil de bir cüsseye sahip olduğudur. Ama insan, gerçek manada bir değildir. Çünkü aza ve renkleri çoktur. İnsan, birbirinden farklı olan bir grup azalardan ibarettir. Kanı etinden, eti kanından, asabı (sinir sistemi) damarından, saçı derisinden ve siyahlığı beyazlığından farklıdır.

Diğer mahluklar da böyledir. Demek ki insan, sadece isim olarak tektir. Ama manada tek değildir. Oysa Allah-u Teala öyle birdir ki, ondan başka bir yoktur. Onun kendisinde hiçbir türlü farklılık söz konusu değildir. Onda eksiklik veya fazlalık yoktur. Ama insan, birbirinden farklı azalar ve maddeler topluluğundan yaratılmıştır. İnsan, bunların toplamıyla bir şeydir.”

Ravi: Fedan olayım, beni rahatlattın, Allah da seni rahatlatsın! Allah’ın birliğini tefsir ettiğiniz gibi, onun latiflik ve her şeyden haberdar olma (habir) sıfatını da benim için izah eder misiniz? Elbette Allah’ın lütfüyle yarattıklarının lütfü arasında fark olduğunu biliyorum. Ama, ben bu farkı bana izah etmenizi istiyorum.

İmam (a.s): Ey Feth! Allah-u Teala’ya, yaratmadaki zerafeti ve en küçük varlıklara dahi ilmiyle hükmetmesi dolayısıyla latif diyoruz. Onu, büyüklü küçüklü nebatlardaki sanatının eserini, sivrisinek veya gözün zor görebildiği hatta daha da küçük, bazıları o kadar küçük ki; büyüğünü küçüğünden, erkeğini dişisinden, yeni doğanı eski doğandan ayırt etmek dahi çok zor hayvanları yaratmadaki inceliği görmüyor musun?

Halbuki onların küçüklüğünün nasıl bir zerafet dahilinde olduğunu eşleşmeye hidayet olduklarını, ölümden kaçışlarını, ihtiyaç duydukları şeyleri denizin engin yerlerinden, ağaç kavuklarından ve çöllerden toplamalarını, birbirleriyle kendilerine has dilleriyle konuşmalarını, yavrularının büyük olanların sözlerini anlamasını,

ana ve babalarının yavruları için yiyecek getirmesini gördüğümüzde, daha sonra kırmızının sarı ve beyazın yeşille karışımındaki renklerin oluşumuna, aynı şekilde gözlerimizin zor göreceği, gözlerimizle görülmeyecek, elimizle hissedilmeyecek şeylere baktığımızda bunları yaratanın latif ve dakik olduğunu anlamış oluruz.

Latif olan Allah, açıkladığımız şeylerin yaratılışını hiçbir vesile ve alete ihtiyaç duymaksızın tam bir letafet ve incelikle yaratmıştır. Şüphesiz her bir şeyi yapan, yaptığı şeyi başka bir şeyle yapmıştır. Ama halik (yaratıcı) ve latif olan (cismani olmayan) Allah-u Teala, bütün alemi yoktan var etmiştir.
3
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI


24- Muhammed bin Sinan diyor ki; İmam Rıza (a.s)’dan şöyle sordum: Acaba Allah-u Teala mahlukları yaratmadan önce kendi kendisinin farkında mıydı?

İmam (a.s): Evet.


Muhammed bin Sinan: Kendi nefsini görüyor ve sesini de duyuyor muydu?

İmam (a.s): Böyle bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Çünkü kendisi böyle bir şey istememiştir. Onun varlığı kendisi ve kendisi de varlığıdır. Onun kudreti nâfizdir. Bundan dolayı da kendisini isimlendirmeye ihtiyacı yoktur.

Ama kendisine bir takım isimler seçmiş ki, diğerleri onu bu vesileyle çağırsınlar. Zira kendi ismiyle çağırılmazsa tanınmaz. Onun kendisine seçtiği ilk isim, Aliyy’ul Azim’dir. Çünkü o, her şeyden üstündür. Onun manası ve gerçekliği Allah’tır. Adı ise Aliyy’ul Azim’dir. Zira o, her şeyden daha üstündür.

25- Muhammed bin Sinan diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan “İsim nedir?” diye sordum. Buyurdular ki: İsim, sıfatlandırılan için bir sıfattır (yani, tanımak için bir alâmettir).

26- Ali bin Hasan bin Ali bin Fazzal, babasından İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor: Allah-u Teala, insanların yazıyla tanışabilmesi için yarattığı ilk şey alfabedir. Eğer birinin başına bir darbe vurulur ve bu darbe neticesinde bazı kelimeleri fasih bir şekilde söyleyemezse bu durumda hüküm şöyle olur: Alfabenin harfleri bir bir o şahsa sunulur ve telaffuz edemediği harf sayısınca ona diyet ödenir.

Babam babasından, o da dedesinden Hz. Ali (a.s)’ın Elif-bâ harfleri hakkında şöyle buyurduğunu naklediyor: “Elif” Allah’ın nimetleri, “Bâ” Allah’ın sevinci, “Tâ” Âl-i Muhammed’in Kâimi’nin (İmam Zaman) işinin kemale ermesi, “Sâ” iyi işlerinden dolayı müminlerin alacağı sevaptır.

“Cim” Allah’ın cemal ve celali, “Hâ” Allah’ın günahkârlar hakkındaki hilmi, “Hâ” günahkârların Allah katında ad ve sanının batması, “Dal” Allah’ın Rauf ve Rahimliğini, “Zâ” kıyametteki zelzeleleri, “Sin” ise ilahi nuru simgeler. “Şin” Allah istediğini istedi ve irade ettiğini de irade etti; Allah istemedikçe siz isteyemezsiniz.

“Sâd” insanların sırata sevk edilmesi ve zalimlerin mirsatta (gözetleme yerinde) hapsedilmesi hakkındaki vaadin gerçek olmasıdır. “Dâd” Muhammed ve Âl-i Muhammed’e muhalif olan herkesin dalalet içinde olduğunu simgeler. “Tâ” müminler için hayırlı ve güzel bir akıbetin olduğunu, “Zâ” da müminlerin Allah’a hüsnü zanları, kâfirlerin ise suizanları olduğunu simgeler.

“Ayn” ilmi, “Gayn” ihtiyaçsızlığı, “Fâ” ateş şûlelerinden bir şûleyi ve “Gâf” toplanması ve okunması Allah’a ait olan Kur’an-ı Kerim’i simgeler. “Kâf” kifayeti, “Lâm” kâfirlerin Allah-u Teala’ya nispet verdikleri yalan ve boş sözleri simgeler. “Mim” Allah’tan başka hiç kimsenin malik olmadığı günde Allah’ın maliklik ve padişahlığını simgeler.

Allah-u Teala o gün; “Bugün padişahlık kime aittir” (Mümin/16) buyuracak. Daha sonra Allah’ın peygamberi, elçileri ve hüccetleri “Bir ve kahhar olan Allah’a aittir” (Mümin/16) diyecekler.

Daha sonra Allah-u Teala “Bugün herkes kazandığı ile cezalanacaktır, bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir” (Mümin/17) buyuracaktır. “Nûn” Allah-u Teala’nın müminlere vereceği bağışı ve kâfirleri düçar edeceği azaptır. “Vav” Allah’a isyan edenin vay haline! “Hâ” Allah’ın emrine uymayanın onun karşısındaki zelillik ve aşağılığıdır.

“Lamelif” (Lâ), “lâ ilahe illallah”ın simgesidir ki, ona İhlas Kelimesi denilmektedir. Her kul onu ihlas ile zikrederse cennet ona farz olur. “Yâ” Allah’ın elinin yaratıkları üzerinde açık olduğunu ve onlara rızık verdiğini simgeler. Allah-u Teala, müşriklerin onu vasfettikleri şeylerden münezzeh ve yücedir.

Daha sonra İmam (a.s) buyurdular ki: Allah-u Teala Kur’an’ı bu harflerle (Arap alfabesine göre) nazil etti ve daha sonra şöyle buyurdu: “De ki: Yemin ederim insanlar ve cinler bu Kur’an’ın benzerini getirmek için toplanmış olsalar, birbirlerine yardım da etseler, yine onun bir benzerini getiremezler.” (İsra/88)

27- Hamdan bin Süleyman Nişaburî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a “Allah kime hidayet vermeyi dilerse onun gönlünü İslam’a açar, kimi de sapıklıkta bırakmak isterse onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır; sanki göğe çıkıyormuşçasına...” (Enam/125) ayeti hakkında sordum.

Buyurdular: Allah-u Teala dünyada imanı olan birisini ahirette, cennet ve keramet evine sokmak isterse Allah’a teslim olmak, ona güvenmek ve onun vaadettiği sevaplara itimat etmek için onun gönlünü açar; böylece gönül rahatlığına kavuşur. Allah-u Teala her kimi de dünyadaki ona karşı küfür ve isyanından dolayı ahirette cennetinden ve keramet evinden mahrum kılmak isterse onun göğsünü daraltır; öyle ki küfründe şekke kapılır ve itikadından dolayı kalbi ıstıraba maruz kalır.

Adeta göğe çıkacakmış gibi zorlaşır (gökyüzüne çıkıldıkça azalan oksijenin insana verdiği zorluk gibi). İşte böylece Allah-u Teala, ricsi (pislik ve çirkinliği) iman etmeyenlerin üzerine kılar.

28- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi olan Muhammed bin Horasanî diyor ki: Zındığın biri İmam Rıza (a.s)’ın huzuruna vardı. O sırada bir takım insanlar da oradaydı. İmam buyurdu ki: Söyle bakalım, eğer senin dediklerin doğru olursa -gerçi doğru değil- biz ve siz eşit değil miyiz? Bu durumda namaz, oruç, zekât ve diğer inançlarımız bize bir zarar verir mi?

Adam hiçbir şey söylemedi ve İmam şöyle devam etti: Eğer bizim dediklerimiz doğru olursa -ki doğrudur- bu durumda siz helak, bizse kurtulmuş olmaz mıyız?


Zındık: Allah sana rahmet etsin, bana Allah’ın nasıl ve nerede olduğunu açıklar mısın?

İmam (a.s): Vay senin haline! Allah hakkında yanlış bir zanna kapılmışsın. Mekânı icat eden odur. O vârolduğunda mekân yoktu. Nasıllığı icat eden de odur. O vâr iken nasıllık yoktu. Bundan dolayı da mekân, keyfiyet ve duyu organlarıyla derk edilmesi mümkün değildir ve hiçbir şeyle de kıyas edilmez.

Zındık: Eğer hiçbir duyu organıyla onu derk etmek mümkün değilse demek ki öyle bir şey yoktur.

İmam (a.s): Vay senin haline! Duyu organların onu idrak etmekten acizdir diye onu inkâr mı ediyorsun? Oysa ki biz onu idrak etmekten aciz olduğumuzda onun bizim rabbimiz ve diğer varlıklardan da farklı olduğuna yakin ediyoruz.

Zındık: Söyle bakalım, Allah ne zaman vardı?

İmam (a.s): Sen Allah’ın ne zamandan beri olmadığını söyle de ben ne zamandan beri olduğunu söyleyeyim.

Zındık: Allah’ın vârolduğuna dair deliliniz nedir?

İmam (a.s): Kendi bedenime baktığımda enimden ve boyumdan bir şey azaltmaya veya çoğaltmaya kadir olmadığımı, zorlukları ondan defedip faydalı olan şeyleri ona cezbetmekten aciz olduğumu görüyorum. Bu durumda bu yapının bir ustasının olduğunu anlıyor ve ona iman ediyorum.

Buna ilaveten, gezegenlerin onun emri ve kudretiyle hareketine, bulutların oluşmasına, rüzgârın esmesine; ayın, güneşin ve yıldızların hareketlerine ve Allah-u Teala’nın diğer hayret verici sağlam ayetlerine baktığımda bütün bunları icat ve takdir eden birinin vârolduğu kanısına varıyorum.

Zındık: Öyleyse niçin gizlidir?

İmam (a.s): Allah’ın kullarına nispetle hicaplar arkasında olmasının nedeni onların aşırı günahlarıdır. Ama, gece ve gündüzde saklı olan hiçbir şey, Allah-u Teala’dan gizli değildir.

Zındık: Niçin gözler onu görmüyor?

İmam (a.s): Çünkü, onunla gözle görülen varlıklar arasında fark olmalıdır. Buna ilaveten, Allah’ın şânı; gözle görülmekten, fikir ve aklın onu idrak etmesinden çok daha yücedir.

Zındık: Onun sınırını benim için açıkla.

İmam (a.s): Onun sınırı yoktur.

Zındık: Niçin?

İmam (a.s): Çünkü sınırlanan her şeyin bir nihayeti vardır. Eğer onu sınırlamak mümkün olursa, çoğalıp eksilmesi de mümkün olur. Öyleyse Allah-u Teala sınırsızdır, çoğalıp eksilmez, kısımlara ayrılmaz ve akıl ile tasavvur edilmez.

Zındık: Siz, Allah’ın Latif, Semî (işiten), Hekim, Basir (gören) ve Alim olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar ne manaya geliyor? Acaba birisi gözü olmadan gören, kulağı olmadan duyan, eli olmadan latif (zarif ve dakik) veya sanat ehli olmadan hekim olabilir mi?

İmam (a.s): İnsanlar arasında latiflik sıfatı, bir kimse bir şeyi yapmak istediğinde söz konusu edilir. Hiç görmedin mi; biri bir işi yapmak istediğinde eğer çok dikkatle yaparsa, "filan şahıs işini ne kadar da dikkat ve zerafetle yapıyor" derler? Durum böyle iken, irili ufaklı bunca varlık yaratan, hayvanlarda ruhlar icat eden ve bütün cinsleri birbiriyle karışmayacak şekilde yaratan Allah, nasıl olur da latif olmaz?

Bütün varlıklar zahiri terkipleri (yapıları) itibarıyla latif ve habir (her şeyden haberdar) olan Allah-u Teala’nın lütuflarından bir lütuftur. Daha sonra biz ağaçlara ve yenilen-yenilmeyen meyvelerine dikkatle bakarak “Bizim rabbimiz latiftir ama, latifliği kullarınınki gibi değildir” dedik. Daha sonra; “O, duyandır.

Yerle gök arasındaki kara ve denizdeki en küçük karıncasından tut, en büyük hayvanlarına kadar yaratıklarının sesleri ona gizli değildir ve onların hiçbirinin dilini bir diğeriyle karıştırmaz” dedik. Bu durumda dedik ki: “O, kulaksız işiten ve gözsüz görendir.” Çünkü o, siyah bir taşın üzerindeki küçücük tohum tanesinin eserini zifiri karanlık bir gecede görüyor.

Yine, karıncanın gece karanlığındaki hareketini, onun zarar ve faydalarını, eşiyle cinsel ilişkisinin eserini ve (bu ilişkiden sonra meydana gelen) yavrularının neslini görüyor. Sonuçta; “O, görendir ama mahlukların görmesi gibi değil” dedik.

Ravi diyor ki: Bu karşılıklı soru ve cevap o zındık Müslüman oluncaya dek devam etti. Zikredilen bu meselelerden başka diğer sözler de bu hadiste vardı.

29- Feth bin Yezid el-Curcanî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan “Marifetin (Allah’ı tanımanın) yolu nedir?” diye sordum. Şöyle buyurdular: Allah’tan başka bir mâbudun olmadığına, benzeri ve misli bulunmadığına, sabitliğine, kadimliğine, varlığına, kaybolmadığına ve hiçbir şeyin onun gibi olmadığına ikrar etmektir.

30- Abdulaziz bin el-Muhtedî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan tevhid hakkında sordum, şöyle buyurdular: Kim İhlas Sûresi’ni okur ve ona iman ederse tevhidi tanımıştır. Sordum ki: Nasıl okunmalı? Buyurdular: Halkın okuduğu gibi. Daha sonra üç defa “kezalikellahu rabbi” (benim rabbim böyledir) cümlesini de ekledi.

31- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Muhammed bin Ali el-Horasanî diyor ki: Zındığın biri İmam Rıza (a.s)’dan şöyle sordu: Acaba Allah “şeydir” denilebilir mi?

İmam (a.s) buyurdular: Evet; Allah-u Teala Kur’an’da kendisini “şey” diye adlandırmıştır. Kur’an’da şöyle buyuruyor: “De ki: Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah benimle sizin aranızda şahittir.” (Enam/19) O, şeydir; ama, hiçbir şey onun gibi değildir.

32- Hüseyin bin Halid diyor ki: Bir gün adamın biri İmam Rıza (a.s)’ın yanına gelerek şöyle sordu: Ey Peygamber’in oğlu! Bu alemin hâdis (sonradan yaratılmış) olduğunun delili nedir? İmam buyurdular ki: Sen bir zamanlar yoktun. Sonra vâroldun ve kendin de biliyorsun ki sen, kendi kendini var etmedin ve kendin gibi birisi de seni icat etmedi.

33- Ebu Salt Abdüsselam bin Salih-i Herevî diyor ki: Bir gün Memun İmam Rıza (a.s)’a “O, hanginizin daha güzel amel ettiğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Daha önce arşı suyun üstünde idi” (Hud/7) ayeti hakkında sordu. İmam (a.s) buyurdular: Allah-u Teala arşı, suyu ve melekleri; göklerden ve yerlerden önce yarattı.

Melekler kendilerine, arşa ve suya bakarak Allah'ın varlığına delil getiriyorlardı. Daha sonra Allah-u Teala kudretini meleklere göstermesi ve her şeye gücünün yeteceğini meleklerin anlaması için arşını suyun üzerine koydu. Daha sonra Allah-u Teala kendi kudretiyle arşını kaldırarak yedi göğün üzerine koydu.

İşte o anda Allah-u Teala kendi arşına hakim bir halde, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Elbette Allah-u Teala dileseydi bu işi bir göz kırpmada da yapardı. Ama Allah-u Teala, zemin ve göklerdekileri bir bir yaratarak onların oluşum aşamalarını meleklere göstermesi ve böylece meleklerin bu vesileyle Allah’ın kudretine istidlal etmelerini sağlaması için onları altı günde yarattı.

Allah-u Teala arşı, ona ihtiyaç duyduğu için yaratmamıştır. Çünkü o, arştan ve bütün yaratıklarından müstağnidir. Allah-u Teala hakkında o, arşın üzerine oturmuştur denilemez. Çünkü o, cisim değildir. Allah-u Teala yaratıkların sıfatlarından çok yücedir.

Ayetin “O, hanginizin daha güzel amel ettiğini imtihan etmek için...” kısmına gelince; maksat şudur ki: Allah-u Teala onları, kendine ibadet ve itaatiyle yükümlü kılarak imtihan etmek için yaratması; Kendisinin bilmesi için değil; onların durumunu sergilemek içindir. Çünkü o, her şeyi sürekli bilmektedir.

Söz buruya ulaşınca Memun şöyle dedi: Ey Ebul Hasan! Beni rahatlattın, Allah da seni rahatlatsın. Daha sonra Memun İmam (a.s)’a; Ey Resulullah’ın oğlu, Allah’ın “Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi top yekün iman ederdi. O halde sen, mümin olsunlar diye insanları zorlayacak mısın? Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin iman etmesi mümkün değildir” (Yûnus/99-100) şeklindeki sözünün manası nedir? diye sordu.

İmam (a.s) cevaben şöyle buyurdular: Babam Mûsa bin Câfer babası Câfer bin Muhammed’den, o da babası Muhammed bin Ali’den, o da babası Ali bin Hüseyin’den, o da babası Hüseyin bin Ali’den ve o da babası Ali bin Ebu Talib’ten şöyle nakletmiştir: Müslümanlar, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e; “Ey Allah’ın resulü!

Eğer üzerinde kudret sahibi olduğun kişileri Müslüman olmaya mecbur etseydin şimdi, sayımız daha çok olurdu ve düşman karşısında da daha kuvvetli olurduk” dediler. Resul-u Ekrem buyurdular: Ben, Allah’ın bana emretmediği bir şeyi yapmış olarak Allah’ın huzuruna çıkmak istemiyorum. Ayrıca ben, zorla bir işi yaptıranlardan değilim.

Bu o esnada Allah-u Teala şu ayeti nazil etti: “(Ey Muhammed!) Eğer rabbin dileseydi şüphesiz, herkes iman ederdi.” Ayet şu mantığı içermektedir: Ahirette zorluklarla karşılaştıklarından iman getirdikleri gibi, dünyada da iman ederlerdi. Eğer ben kullarıma iman etmeleri için böyle yapsaydım, onlar benim tarafımdan sevap ve övgüyü hakketmezlerdi.

Ama ben, kullarımın zorla değil; kendi istekleriyle bana iman etmelerini istiyorum ki, böylece onlar, kendilerine ikramda bulunmayı, bana yakınlığı ve cennette daimi kalmayı hakketsinler. “Acaba sen, insanları iman etmeye mecbur mu etmek istiyorsun?”

Allah-u Teala’nın “Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez” sözüne gelince; ayet, insanların iman etmelerini haram kılmak manasında değildir. Ayet, Allah-u Teala’nın izni olmadan kimsenin iman edemeyeceğini beyan ediyor. Allah’ın izniyse, insanları teklif evi olan bu dünyada iman ve teslimiyete davet etmesinden ibarettir. İnsanlar iman etmeye, teklif onlardan kaldırıldıktan sonra mecbur edileceklerdir (yani, ölüp de Allah’ın azabını gördükleri an).

Memun: Ey Ebul Hasan! Beni rahatlattın, Allah da seni rahatlatsın. Şimdi de; “O kâfirler ki beni hatırlatan ayetlerimden gözleri perdelenmişti; işitmeye de güçleri yetmiyordu” (Kehf/101) ayetinin manasını açıklar mısın?

İmam (a.s): Perdenin gözün önünde olması, hatırlamanın (kalbi yönelişlerin) önünü alamaz ve hatırlamak gözle olmaz. Allah-u Teala, Ali bin Ebu Talib’in velayetini kabul etmeyenleri körlere benzetmektedir. Çünkü Peygamber (s.a.a)’in sözleri onlara ağır gelmekteydi ve onların bu sözleri dinlemeye tahammülleri yoktu.

Bunun üzerine Memun tekrar: Beni rahatlattın, Allah da seni rahatlığa kavuştursun, dedi.

34- Hamdan bin Süleyman diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a mektup yazarak insanların fiillerinin Allah-u Teala’nın mahluku olup olmadığını sordum. İmam (a.s) cevaben şöyle yazdılar: “İnsanların fiilleri, insanlar yaratılmadan ikibin yıl önce Allah’ın ilminde takdir edilmişti.”[26]

35- Hüseyin bin Halid İmam Rıza (a.s)’dan, onun da babaları vasıtasıyla Emir’ul Müminin Ali (a.s)’ın Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklediyor: “Kim benim havuzumun (Kevser Havuzu) varlığına iman etmezse Allah-u Teala onu bu havuza ulaştırmaz ve kim de benim şefaatime iman etmezse Allah-u Teala şefaatimi ona nasip etmez.”

Daha sonra şöyle buyurdu: “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyen kimseleri içindir. Ümmetimden güzel amellerde bulunanlara gelince; onların aleyhine bir yol yoktur (onlar kınanmaya müstahak değillerdir).”

Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a: Ey Resulullah’ın oğlu, “Allah’ın razı olduklarından başkalarına şefaat etmezler” sözünün manası nedir? İmam (a.s) cevaben buyurdular ki: Yani, (şefaatçiler) Allah’ın, dinini beğendiği şahıslardan başkasına şefaat etmezler.

Yazar diyor ki: Mümin, iyilikleri kendisini sevindiren ve günahları ise kendisini rahatsız eden kimsedir. Çünkü Resul-u Ekrem şöyle buyurmuştur: Kim iyilikleri kendisini sevindirir ve günahları da kendisini rahatsız ederse işte o, mümindir. Mümin günahlarından dolayı üzülürse pişman olur ve pişmanlık da tövbedir; tövbe eden ise şefaat ve bağışlanmaya müstahaktır. Her kim de günahlarından dolayı rahatsızlık duymazsa mümin değildir ve mümin olamayınca da şefaate müstahak olamaz. Çünkü Allah-u Teala, onun dinini beğenmemektedir.

36- Yûsuf bin Muhammed bin Ziyad ve Ali bin Muhammed bin Seyyar, babaları vasıtasıyla İmam Hasan Askerî’den, o da İmam Hâdi (a.s)’dan, o da İmam Cevad (a.s)’dan, o da İmam Rıza (a.s)’dan, İmam Rıza da babaları vasıtasıyla İmam Seccad (a.s)’dan “O Allah ki size yeryüzünü döşek, gökyüzünü ise bina yapmıştır” (Bakara/22) ayeti hakkında şöyle buyurduğunu naklediyor: “Allah-u Teala yeryüzünü sizin tabiat, huy ve bedeninize uygunluk arz edecek şekilde yarattı.

Onu ne yanacağınız kadar sıcak, ne donacağınız kadar soğuk, ne başınızı ağrıtacak kadar hoş kokulu, ne size eziyet edecek kadar kötü kokulu, ne onda gark olacağınız su gibi yumuşak ve ne de onda bina yapmayacak ve kabir kazamayacak kadar sert yaptı. Ama Allah-u Teala yeryüzünü, ondan faydalanabileceğiniz, kendiniz ve ailenizin onun üzerinde durabileceği bir sertlikte yarattı.

Allah-u Teala onu, ev yapıp kabirler kazabileceğiniz ve sizin için gerekli olan bir çok ihtiyacı karşılayacak bir tarzda yaratmıştır. İşte bütün bunlardan dolayı Allah-u Teala, yeryüzünü sizin için bir döşek gibi yaratmıştır.

Daha sonra Allah-u Teala buyuruyor ki: “Gökyüzünü de sizin için bina yaptı.” Burada binadan kasıt, tavandır. Öyle bir tavan ki; güneş, ay ve yıldızlar sizin faydanız için onda hareket halindedir. Daha sonra Allah-u Teala buyuruyor ki; “Gökyüzünden suyu indirdi...” Sudan kasıt; dağlara, tepelere ve vadilerin derinliklerine ulaşması için gökyüzünden gönderilen yağmurdur.

Allah-u Teala bu yağmuru yerleriniz onu iyice kendine alması için çisentili, şiddetli, peyderpey, iri taneli ve sağnak olmak üzere muhtelif şekillere ayırdı. Allah-u Teala yağmuru bir parça olarak, bir kerede size yağdırmayı karar kılmadı. Eğer böyle yapsaydı, bu yağmur sizin yerlerinizi, ağaçlarınızı, tarlalarınızı ve meyvelerinizi yok edip giderdi.

Daha sonra Allah-u Teala ayetin devamında şöyle buyuruyor: “O vasıtayla sizin için rızık olarak meyveler çıkardı.” Yani, yeryüzünde yetişen şeyleri sizin için rızık yaptı. “Öyleyse Allah’a eşler koşmayın!” Yani, akılları olmayan, duymayan, görmeyen ve ne de bir iş yapmaya gücü yetmeyen putları Allah’a benzetmeyin. Oysa ki sizin kendiniz de putların, Allah’ın size verdiği bunca nimeti vermeye kadir olmadıklarını biliyorsunuz.”

37- Abdulazim bin Abdullah el-Hasenî, İmam Hâdi ve İmam Cevad (a.s)’dan, onlar da İmam Rıza (a.s)’dan şöyle naklediyorlar: Bir gün, Ebu Hanife İmam Sâdık (a.s)’ın yanından ayrıldı ve yolda İmam Kâzım (a.s) ile karşılaşınca o hazretten şöyle sordu: Ey çocuk! Sence günah kimdendir?

İmam (a.s) buyurdular: Burada üç şekilde düşünülebilir: Ya Allah-u Teala’dandır; oysa kesinlikle ondan değildir. Çünkü Kerim olan Allah’a kulunu, işlemediği bir günahtan ötürü azaplandırması yakışmaz. Veya hem Allah ve hem de kuldandır; bu durumda kuvvetli olan ortağın, zayıf olan ortağa zulmetmesi doğru değildir.

Veyahut da günah kuldandır -ki doğrusu budur- eğer Allah-u Teala bu kulu cezalandırırsa bu, kulun günahından dolayıdır. Eğer kulun suçundan geçerse bu da Allah-u Teala’nın kerem ve bağışlayıcılığındandır.

38- Ali bin Câfer el-Kûfî metindeki senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babaları vasıtasıyla İmam Hüseyin (a.s)’dan, Sekûnî ve Abdullah bin Necih İmam Sâdık (a.s)’dan, o da babaları vasıtasıyla Hz. Ali’den ve İkreme de İbn-i Abbas’tan şöyle nakletmişlerdir: Hz. Ali (a.s) Sıffın Savaşı’ndan döndüğü zaman onunla savaşa katılan yaşlılardan biri ayağa kalkarak dedi ki: Ey Müminlerin Emiri! Bizim Sıffin’e hareketimiz Allah-u Teala’nın kaza ve kaderiyle mi dir?

(İmam Rıza (a.s)’ın babaları vasıtasıyla naklettiği bir başka hadiste şöyle deniyor: Irak ehlinden birisi Hz. Ali’nin yanına gelerek Şam ordusuna karşı çıkışlarının Allah-u Teala’nın kaza ve kaderi ile olup olmadığını sordu.) Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdular: Evet, ey yaşlı adam! Allah’a and olsun ki her dağa çıkmanız, her vadiye inmeniz Allah’ın kaza ve kaderiyleydi.

Yaşlı adam: Acaba benim katlandığım bu zorlukların Allah katında bir karşılığı var mı?
Hz. Ali: Sabret, ey yaşlı adam! Galiba sen, benim Allah’ın değişmez kaza ve kaderinden bahsettiğimi sandın. Eğer öyle olsaydı; sevap, azap, emir ve nehiy, müjde ve tehdit gibi şeyler boş, günahkâr kınanmaya ve iyilik yapan da övülmeye müstahak olmazdı. Hatta iyilik yapan, kınanmaya kötülük yapandan daha layık ve kötülük yapan ise övülmeye iyilik yapandan daha layık olurdu.

Bu söz putperestlerin, Allah düşmanlarının ve bu ümmetin Kaderiyecilerinin ve Mecûsilerinin sözleridir. Ey şeyh! Allah-u Teala insanları muhtar oldukları halde mükellef kılmıştır, korkuttuğu halde nehyetmiştir (nehyettiği şeyleri yapmalarına engel olmayarak sadece onları korkutmakla yetinmiştir). Kulların az amellerine karşılık büyük sevaplar bağışlamıştır.

Eğer kullar, Allah’ın kanunlarına uymazlarsa bu, Allah-u Teala’nın güçsüzlüğü ve yenilmişliğine delalet etmez. Eğer kullar, Allah-u Teala’nın emirlerine itaat ederlerse bu da mecbur olduklarından değildir. Allah-u Teala yeri, göğü ve onlar arasındakileri bâtıl (amaçsız) yaratmamıştır. “Bu, kâfirlerin zannıdır ve cehennem azabından dolayı vay onların haline!” (Sâd/27)

Ravi diyor ki: Yaşlı adam yerinden kalkarken şu şiiri okudu:

“Sen o imamsın ki, biz sana itaat ederek kıyamet gününde Allah’ın bizi bağışlayacağını ümit ediyoruz.

Bize dinimizin kapalı olan kısmını anlattın. Allah da bizden taraf sana güzel mükâfat versin.

Kötü amele karşılık hiçbir mâzeret yoktur. Eğer fâsıklık ve isyankârlığımdan dolayı onu yapmış isem.

Asla, asla! Kötülükten nehyedenin, insanı kötülüğe mecbur kıldığı inancında değilim. Ey kavmim, eğer böyle düşünürsem şeytana tapmış olurum.

Allah-u Teala kötülüğü sevmez, onu istemez de; velisinin zulüm ve düşmanlıkla kastedilmesine de kesinlikle razı olmaz.

Sünneti sahih olan arş sahibi Allah, nasıl böyle bir şeyi sevebilir? Oysa ki, kendisi bunu ilan etmiştir.”

Kitabın yazarı diyor ki: Muhammed bin Ömer, bu hadisin sonunda şiirden ancak ilk iki beyti nakletmiştir.

39- Ahmed bin Abdullah Cuybârî İmam Rıza (a.s)’dan, o da Peygamber efendimizden şöyle buyurduğunu naklediyor: “Allah-u Teala Adem (a.s)’ı yaratmadan ikibin yıl önce mukadderatı takdir etmiş ve gerekli olan tedbirleri de almıştır.”

40- Dâvud bin Süleyman el-Ferra (Kazvinî) İmam Rıza (a.s)’dan, o da babaları vasıtasıyla İmam Hüseyin (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: Yahudî’nin biri, Müminlerin Emiri Ali (a.s)’ın yanına gelerek şu soruları sordu: Hangi şeydir ki Allah’ da yoktur, sahip değildir? Yoktur? Hangi şeydir ki Allah onu bilmiyor?

Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdular: Allah’ın bilmediği şey, siz Yahudîlerin “Üzeyr Allah’ın oğludur” demenizdir ki Allah-u Teala, kendine ait bir çocuğunun olduğunu bilmiyor (tanımıyor). Allah’ın yanında olmayan şeye gelince; o da zulümdür. Allah-u Teala hiçbir zaman kullarına zulmetmez. Onun sahip olmadığı şeye gelince; o, şeriktir. Çünkü Allah’ın şeriki yoktur.
Yahudî bu cevapları duyunca şöyle dedi: Tanıklık ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine tanıklık ederim ki Muhammed (s.a.a) onun resulüdür.

41- Ahmed bin Süleyman diyor ki; Tavaf esnasında adamın biri İmam Rıza (a.s)’a “Cömert kimdir?” diye sordu. İmam Rıza (a.s) cevaben şöyle buyurdu: Senin sorun iki yönden ele alınabilir: Eğer kastın insanlarsa cömert, Allah’ın farz kıldığı şeyleri eda eden kimsedir; cimri ise Allah’ın ona farz kıldığı şeylerde cimrilik yapan kimsedir.

Eğer kastın Allah-u Teala ise; bil ki o, ister bir şeyler versin, ister vermesin, cömerttir. Eğer o, kuluna bir şey verirse kul, o verdiği şeyin maliki değildir; esirgeyip vermezse de kulun hakkı olmadığı bir şeyi esirgeyip vermemiştir.

42- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s) babaları aracılığıyla Müminlerin Emiri Ali (a.s)’dan, o da Resul-u Ekrem’den şöyle dediğini naklediyor: “Allah-u Teala buyurdu ki: Kim benim kazâma razı olmaz ve kaderime de iman etmezse kendisine başka bir ilah bulsun.” Allah resulü buyurdu ki: “Allah’ın her kazâsında müminler için bir hayır vardır.”

43- İbrahim bin Abbas diyor ki: Birisi İmam Rıza (a.s)’dan “Allah-u Teala insanlara güçlerinin yetmeyeceği bir görev verir mi?” diye sordu. İmam (a.s) şöyle buyurdular: Allah-u Teala bunu yapmama üstünlüğünden öte, daha yüce bir adalet makamına sahiptir ve böyle bir şey yapmaz.Adam; “Acaba her istediklerini yapabilirler mi?” diye sorduğunda da İmam (a.s): “İnsanlar istediği her şeyi yapabilmek konusunda daha da acizdir” buyurdu.

44- Ebu Ahmed el-Gâzi (Dâvud bin Süleyman) diyor ki; İmam Rıza (a.s) babaları vasıtasıyla Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu bize nakletti: Ameller üç kısımdır; farz ameller, müstahap ameller ve günahlar. Farzlar Allah’ın emri, rızası, kazâsı, takdiri, isteği ve ilmiyledir. Müstahaplar, Allah’ın emriyle değildir; ama onun rızası, kazâsı, takdiri, isteği ve ilmiyledir.

Günahlar da Allah’ın emriyle değildir. Ancak onun kazâsı, takdiri, meşiyeti ve ilmiyledir. Allah, daha sonra bu ameli yapanları cezalandıracaktır.

45- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a arzettim ki; “Ey Resulullah’ın oğlu! Sizin babalarınızdan nakledilen rivayetlerden dolayı bizim cebir ve teşbihe inandığımızı sanıyorlar.” İmam (a.s) buyurdular: Ey İbn-i Halid! Söyle bakalım; teşbih ve cebirle ilgili rivayetler Peygamber (s.a.a)’den mi daha çok nakledilmiş, yoksa benim babalarımdan mı?

Dedim ki: Elbette Peygamber (s.a.a)’den nakledilen rivayetler daha fazladır.

İmam (a.s): Öyleyse Peygamber (s.a.a)’in de cebir ve teşbihe inandığını söylemeleri lazım.

Dedim ki: Onlar bu hadislerin hiçbirinin Peygamber (s.a.a) tarafından söylenmediğine ve bunların Peygamber’e atılmış iftiralar olduğuna inanıyorlar.İmam (a.s): Öyleyse benim babalarım hakkında da; “Onlar bu hadisleri söylememişler, bu hadisler onlara atılmış iftiralardır” demelidirler.

46- Hasan bin Ali Veşşa diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan sordum: Allah işleri kullarına tevfiz mi etmiştir (onlara mı bırakmıştır)?

İmam (a.s): Allah-u Teala bunu yapmayacağı gibi, daha da yüce bir makama sahiptir.Veşşa: Acaba kullarını günah işlemeye mecbur mu etmiştir?

İmam (a.s): Bunlar Allah'ın adalet ve hekim sıfatlarına aykırıdır. Allah-u Teala buyuruyor ki: “Ey Ademoğlu! Senin iyiliklerinin bana nispet verilmesine ben daha layığım ve yaptığın kötülüklerin ise sana nispet verilmesine sen daha layıksın. Sen, günahları benim sana verdiğim güçle yapıyorsun.”

47- Abdusselam bin Salih el-Herevî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu duydum: Kim cebre inanırsa, ona zekâttan bir şey vermeyin, tanıklığını da kesinlikle kabul etmeyin. Allah-u Teala, hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir görevle görevli ve kaldıramayacağı bir yükle de yükümlü kılmaz. Herkesin yaptığı kendi hesabına yazılır, hiç kimsenin günahını başka biri yüklenmez.

48- Süleyman bin Câfer el-Câferî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’ın huzurunda cebir ve tevfizle ilgili sohbet edilince İmam (a.s) şöyle buyurdular: İstemez misiniz, bu meseleyle ilgili size öyle bir temel kaide öğreteyim ki, hiçbir zaman kendi aranızda ihtilafa düşmeyesiniz ve kiminle tartışırsanız ona galip gelesiniz? Dedik ki: Eğer uygun görüyorsanız buyurun. Derken İmam (a.s) şöyle buyurdular:

(Allah-u Teala'ya zor ile itaat edilmiyor, galibiyet sonucu da kendisine isyan edilmiyor. (Asilerin Allah'a itaat etmemeleri onların Allah karşısında galebe gelmelerinden değildir). Allah-u Teala kullarını kendi başlarına bırakmamıştır. O, kullarına verdiği her şeyin malikidir. Kullarını kadir kıldığı şeylere kendisi de kadirdir.

Eğer kullar Allah-u Teala’ya itaat etmek isterlerse onlara engel olmaz ve günah işleme kararı alırlarsa, Allah-u Teala isterse onların önünü alabileceği halde bunu yapmaz ve onları günaha düşüren de Allah değildir.Daha sonra buyurdular: Kim bu sözün sınırlarını zapt ederse (onları güzel ve dakik bir şekilde kavrarsa), bu konuda kendisine muhalefet eden herkese karşı galiptir.



49- Ahmed bin Muhammed bin Ebu Nas el-Bezentî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’a; “Şialardan bazıları cebre, bazıları da istitaate (tevfize) inanıyorlar” dediğimde İmam (a.s) buyurdular ki: “Yaz, Allah-u Teala buyuruyor ki: Ey Âdemoğlu! Sen, benim isteğimle istiyorsun; benim kudretimle farzları yerine getiriyorsun, benim nimetimle bana isyan etmeye güçlü olmuşsun.

Ben seni duyan, gören ve kudret sahibi kıldım. Sana ulaşan her iyilik benden, sana ulaşan her kötülük de kendindendir. Çünkü ben, iyiliklerinin bana nispet verilmesine senden daha layığım ve kötülüklerinin ise sana nispet verilmesine sen benden daha layıksın. Ben, yaptığım işlerden dolayı hesaba çekilmem ama sen, yaptığın bütün işlerden dolayı hesaba çekileceksin. Ben senin istediğin her şeyi senin için düzene soktum.”

50- Hüseyin bin Halid diyor ki: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdular: -Allah seni hayır işlere alim kılsın- Bilesin ki, şüphesiz Allah Tebarek ve Teala kadimdir. Kadimlik bir sıfattır ki, Allah-u Tealadan önce hiçbir varlığın olmadığını ve hiçbir varlığın da onunla bâki kalmayacağını akıllı insanlara anlatmaktadır.

Ehl-i Sünnetin itirafı ve kadimlik sıfatının da aklı aciz bırakmasından anlıyoruz ki, Allah-u Teala’dan önce hiçbir şey yoktu ve onunla birlikte hiçbir şey de bâki kalmayacaktır. Böylece Allah’tan önce veya Allah ile birlikte bir şeyin vârolduğunu iddia edenlerin sözlerinin bâtıllığı da ortaya çıkmış oluyor.

Eğer bir şey Allah ile birlikte vârolmuş olsaydı, Allah-u Teala’nın onun yaratıcısı olmaması gerekiyordu. Çünkü o şey devamlı Allah ile birlikteydi ve Allah-u Teala’nın sürekli kendisiyle birlikte bir şey yaratmış olması nasıl düşünülebilir? (Allah-u Teala’dan önce bir şeyin varlığı düşünülemez) Eğer böyle olmuş olursa, o zaman o şey, varlığın ilk kaynağı olurdu; bu (Allah), değil. Aynı şekilde ilk olanın, ikincinin yaratıcısı olması daha uygun olurdu.

Daha sonra Allah-u Teala kendisini bir takım isimlerle vasıflandırdı ve yaratıkları yarattığı, onları ibadete çağırdığı ve imtihana tabi tuttuğu zaman kendisini bu isimlerle anmayı onlardan istedi. Allah-u Teala kendisini duyan, gören, kadir, kahir (kahreden), yaşayan, kayyum, zahir, bâtın, latif,

habir (her şeyden haberdar), kavi (kuvvetli), aziz, hekim, alim ve buna benzer sıfatlarla sıfatlandırmıştır. Yalancılar ve gulat, bizim Allah-u Teala hakkında “Onun benzeri yoktur, onun hal ve keyfiyetine sahip kimse yoktur” dediğimizi duyduklarında şöyle dediler: Siz, hiçbir şeyin Allah gibi olmadığını söylüyorsunuz.

Nasıl oluyor da Allah’ın Esma-i Hüsnâ’sında onunla ortaksınız? Bütün bu isimlerle kendinizi isimlendiriyorsunuz? Bu da gösteriyor ki sizler, Allah’ın bütün hallerinde ya da en azından bazı hallerinde onunla ortaksınız. Çünkü hem sizler, hem de o, birtakım güzel adlara sahipsiniz.

Onlara denmelidir ki; Allah-u Teala, adlarından bazılarını kullarına isim olarak koydu, ama bunların manaları farklıdır. Aynı bir ismin iki mana taşıması gibi. Bu iddianın delili halk arasındaki yaygın anlayıştır. -Allah-u Teala da aynı tarzda kullarıyla sohbet etmektedir ki onu anlayabilsinler ta ki,

bu vesileyle zayi ettikleri emirler karşısında Allah-u Teala’nın elinde delil olsun (yani, demesinler ki biz senin söylediklerini iyi anlamamıştık)- Halk arasındaki günlük konuşmalarda birbirlerine “Köpek, Eşek, Öküz, Şeker, Acı ve Aslan” gibi isimler takıyorlar. Bu isimlerin hepsi gerçek manalarının dışında kullanılmaktadır.

Bu isimlerin hiçbirisi, insan için kullanıldığında gerçek manasını taşımamaktadır. Çünkü insan ne aslandır ve ne de köpek. Bu örneği iyice kavra, Allah sana merhamet etsin.

Biz Allah-u Teala’ya “Alim” diyoruz. Ama onun alimliğinin manası, sonradan elde edilen ve onunla, karşılaşacağı şeyleri korumak için yardım aldığı bir ilim ve varlıkları yaratırken onlar üzerinde düşünmesi gibi bir şey değildir. Böyle bir şey, Allah için söz konusu değildir. Nasıl böyle bir şey mümkün olabilir?

Oysa geçmişte bizzat kendisinin helak ettiği insanların hepsi dahi onun indinde hazırdırlar. (Kısacası) Allah-u Teala, ilim olmadığı takdirde kendisini cahil kılacak bir ilme muhtaç değildir. İnsanlarda ise durum tam tersinedir. Onlar, sahip olmadıkları bir ilmi elde ettiklerinde alim ismiyle isimlendirilirler. İnsanlar bu yeni bilgiyi edinmeden veya bu bilgiyi edindikten sonra unutmak suretiyle cahil olabilirler.

Allah-u Teala “Alim” olarak adlandırılmıştır. Çünkü o, hiçbir şeye nispetle cahil değildir. Gördüğün gibi hem yaratan ve hem de yaratılan “Alim” adıyla adlandırılmaktadırlar. Ama bu ikisi mana yönünden farklılık arz etmektedir.

Aynı şekilde bizim rabbimiz, “Semî” (işiten) olarak adlandırılmıştır. Ama bu işitme bir organ vasıtasıyla değil ki, onunla işitebilsin ama göremesin. Biz insanlarda olduğu gibi ki, işittiğimiz organla görme eylemini gerçekleştiremiyoruz. Oysa Allah, hiçbir sesin kendisine saklı olmadığını bildirmiştir.

Allah-u Teala, bizim gibi değildir. Görüldüğü gibi duyma sıfatı hem Allah için kullanılıyor, hem de bizler için. Ama bunların mana ve mısdakları birbiriyle farklıdır.

Allah-u Teala’nın “Basîr” (gören) sıfatı da aynıdır. Allah-u Teala görüyor, ama herhangi bir organ vasıtasıyla değil. Bizde ise durum tersinedir. Bizler göz denen organla görüyoruz, ama o organdan başka bir alanda yararlanamayız. Oysa Allah-u Teala görendir ve görülebilir hiçbir şeye nispetle cahil değildir. Allah-u Teala ile bu isimde de ortağız. Ama mana yönünden bu ikisi arasında fark vardır.

Allah “Kaim”dir. Ama onun kaimliği diğer varlıklar gibi ayakları üstünde durup zahmet ve zorluklara katlanarak ayakta durma şeklinde değildir. Allah-u Teala kendisinin kaim olduğunu bildirdiğinde tüm alemlere sahip ve onların koruyucusu olduğunu bildirmektedir. Bir adamın; “Filan adam bizim işlere kaimdir” dediği gibi.

Yani onun işleri, o adamın elindedir. Allah-u Teala, tüm insanların, yaptığı işlerde kudret sahibi ve koruyucudur. Kaim kelimesi “Bâki” ve “Kifayet” manalarına da gelmektedir. Örneğin; “Kum biemri filanin” (filancının işini yapmak için kalk) denildiğinde mezkur cümle burada “Onun ihtiyacını gider” manasındadır. Biz insanlardan ayak üstünde durana da kaim denmektedir. Burada da isim müşterektir, fakat mana farklıdır.

“Latif“ kelimesine gelince; az, ince ve küçük manasına gelmez. Latif; eşyaya nüfuz etme ve idrak edilmez manasındadır. Örneğin; “Letufe anni hazel emr” (filan iş bana inceldi) denildiğinde veya: “letufe fulanin fi mezhebihi ve kavlihi” (filan şahıs mezhep ve sözünde latif ve zarif davrandı) denildiğinde bu cümlenin manası şudur:

Yani, filan şahıs, söz ve davranışında zarif ve ince davrandı; aklı hayrete düşürdü; elde edilmedi; çok zarif ve dakik idi; düşünceler onu idrak edemez. Allah-u Teala da aynı şekildedir. Vasıflarla idrak edilmekten daha latif, daha zarif ve daha karışıktır. Ama biz insanlarda latifin manası azlık ve küçüklüktür. Görüldüğü gibi, bu isimde de lafzi açıdan Allah-u Teala ile müşterekiz ama, mana ve kavram açısından da farklılık söz konusudur.

“Habir”e gelince; öyle bir haberdar olandır ki, hiçbir şey ondan uzak (saklı) kalamamakta ve hiçbir şey onun elinden çıkamamaktadır. Ama bu bilme öyle bir bilgi değil ki tecrübe ve deneme yoluyla elde edilmiş olsun ve bunlar olmadığı takdirde artık bir şey bilmesin. Böyle olan bir kimse cahildir. Oysa Allah-u Teala ezelden beri yaratmak istediği her şeyi biliyordu.

Ama insanlar arasında habir, önce cahilken sonradan öğrenme peşine düşene denilmektedir. Bu isimde de bizimle Allah arasında manasal yönden farklılık vardır.

“Zâhir” sıfatına gelince; eşyanın üzerine oturarak onları üzerine çıkması manasında değildir. Allah-u Teala’ya zahir denmesinin nedeni, onun her şeye üstün, galip ve kadir olmasından dolayıdır. Örneğin; “zehertu ala âdaî” (düşmanlarıma zahir oldum) veya “ezhereniyellahu ala hasmi” (Allah beni düşmanlarıma zahir etsin) cümlelerinde zahirden kasıt, galip olmadır. Allah-u Teala’nın eşyaya olan zahirliği de bu manadadır.

Allah-u Teala’nın zahirliğinin başka bir manası da şudur ki: Kim onu çağırırsa Allah ona saklı değildir, hiçbir şeyde Allah saklı değildir ve o, görünen her şeyin müdebbiridir. Öyleyse hangi zahir, iş açısından Allah’tan daha zahir ve aşikârdır. Sen her nereye bakarsan bak Allah’ın yaratıklarını görürsün. Senin kendi vücudunda Allah-u Teala’dan öyle alametler vardır ki (sadece) onlar sana yeterlidir.

Zahir kelimesi biz insanlar arasında vücudu aşikâr ve vasıfları belli olan kişi hakkında kullanılmaktadır. Burada da isim müşterek, mana farklıdır.

Allah’ın “Bâtın” sıfatına gelince; eşyanın içinde olma ve ona nüfuz etme manasında değildir. Bâtın; Allah’a oranla ilim, hıfz ve tedbir açısından eşyanın bâtınını bilme manasındadır. Örneğin; “ebtanduhu” dendiğinde onun saklı sırrını ve özünü kavradım, manasına gelmektedir. Ama insanlar içinde “Bâtın” eşyanın içine dalıp saklanan kişiye denmektedir. Görüldüğü gibi burada da isim müşterek, mana farklıdır.

“Kahir” sıfatına gelince; tedavi etme, zorluklardan bitkin düşme, hile yapma, birbirini itme ve aldatma gibi halk arasında yaygın olan manalara gelmemektedir. Nitekim insanların bazıları, bazılarına kahir (galip) oluyor. Halk arasında mahkur (kahredilen) olan kimse dönüp kahir oluyor, kahir olan kimse ise dönüp mahkur oluyor.

Ama Allah’ın kahirliği hakkında durum böyle değildir. Allah’ın bütün yaratıkları yaratıcısı karşısında zelil ve onun iradesi karşısında ise mutîdirler. Onun saltanatından bir göz kırpmak süresi kadar bile çıkamayacak kadar güçsüzdürler. O, sadece bir kez “Ol” demiş, bütün mahlukat da oluvermiştir. Ama biz insanlar arasında kahir, yukarıda da belirttiğim gibi, bu manada değildir. Burada da isim müşterek olmasına rağmen mana farklıdır.

İşte Allah’ın bütün isimleri böyledir. Gerçi biz burada Allah’ın tüm isimlerini saymadık ama, sana saydıklarımızdan yola çıkarak diğerlerinde de aynı neticeye ulaşmak mümkündür. Allah-u Teala, irşat ve tevfikte bizim ve sizin yardımcınızdır.


Dipnotlar

-----------------------------------

1- İmam Rıza (a.s)’dan Nakledilen Rivayetler Çeşmesi.

2- Mu’cem’ur-Rical, Ayetullah Huyi Biyografisinde.

3- Ali bin Babeveyh Kummî -Şeyh Saduk’un babası- yolculuklarından birinde Bağdat’a gitmişti. O zamana kadar bir çocuk sahibi olamayan Ali bin Babeveyh, bu olaydan dolayı büyük bir üzüntü içindeydi. İmam-ı Zaman (a.f.)’in dört naibinden üçüncüsü olan Hüseyin bin Rûh’a mektup yazarak ona bu üzüntüsünü bildirdi ve İmam-ı Zaman (a.f.)’in huzuruna vardığında bu isteğini kendisine iletmesini rica etti.

Şeyh Saduk’un babası bu mektubunda çocuk sahibi olma arzusunu bildirmişti. Birkaç gün sonra İmam-ı Zaman (a.f.)’den kendisine şöyle bir mektup geldi: “Senin için dua ettim, Allah sana fakih ve temiz yaratılışlı bir çocuk ihsan edecektir.” Bu dua H.K. 311 yılında Şeyh Saduk’un doğuşu ile birlikte gerçekleşmiş oldu.

Birçok büyük şahsiyetler de bu konuyu nakletmiştir. Örneğin; bizzat Şeyh Saduk “Kemal’ud-Din” kitabında Şeyh Tûsi “Gaybet” kitabında (s. 195) ve Neccaşî de “Rical” kitabında (s. 183) bunu açıkça beyan etmiştir.

4- Şeyh Tûsi, H. K. 460 yılında vefat etmiş olup H. K. 412 yılında ölen Şeyh Mufid’in öğrencisidir. Şeyh Mufid ise Şeyh Saduk’un öğrencilerindendir.

5- Bu kitabın konusu fıkıhtır ve Şia’nın dört temel kitabından biridir. Şeyh Saduk bu kitabı Mâvera’un-Nehir’e yaptığı yolculukta Belh şehrine bağlı İlak kasabasında yazmıştır. Şeyh Saduk bu kitabın önsözünde şöyle yazmaktadır: “İlahi takdir beni gurbet ellere atınca “Nimet” diye bilinen mütedeyyin ve değerli Seyyid bana Muhammed bin Zekeriyya Razî’nin tıp ilminde yazdığı “Men la Yehzuruh’ut-Tabib” kitabından bahsetti.

Bunun üzerine benden bütün dini hükümleri; helal ve haramları kapsayan bir fıkıh kitabı yazmamı, onu “Men la Yehzuruh’ul-Fakih” diye adlandırmamı ve istediği tüm dini hükümleri onda bulabileceği, güvenebileceği bir eser olmasını istedi. Böylece ben de onun bu isteğini kabul ettim...”

6- Emalî kitabı Şeyh Saduk’un Meşhed’de söylediği hadis dersleridir. Bu hadis dersleri H. 367 yılının Recep ayında başlamış ve H. 368 yılında sona ermiştir.

7- Bir araya toplamak ve arasını bulmak reddetmekten daha evladır.

8- Eğer Allah-u Teala’yı iptida ve intihayla tavsif etmiş olursak; onu zamanla sınırlandırmış olmamız düşünülebilir, yani onu zamanın başlangıç ve sonunda tasavvur etmiş olabiliriz. Oysaki Allah, zamanla sınırlı değildir. Evvel ve ahirden maksat, onun ezelî ve ebedî olmasıdır.


4
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI

51-İmam Rıza (a.s)’ın Tevhid Hutbesi

Kasım bin Eyyub el-Alevî diyor ki: Memun, İmam Rıza (a.s)’ı kendine veliaht yapmaya karar verdiğinde Haşimoğullarını (burada Haşimoğullarından maksat Abbasoğullarıdır) etrafına toplayarak şöyle dedi: Ben kendimden sonra Rıza (a.s)’ı kendi yerime halife tayin etmeye karar verdim.

Abbasoğulları mensupları, hasetlerinden dediler ki: Sen, hilafet ve siyaset hakkında hiçbir bilgisi olmayan birisini mi kendine veliaht yapmak istiyorsun? Birisini yollayarak onu buraya getirt de onun kendi aleyhine delil olacak cehaletlerinden bazı örnekleri yakından gör!

Memun bunun üzerine İmam Rıza (a.s)’ı çağırttı. Abbasiler dediler ki: Ey Ebul Hasan! Minbere çıkarak Allah-u Teala’yı doğru tanıyıp o esasa göre ona ibadet edebilmemiz için bizi aydınlat.

İmam Rıza (a.s) minbere çıkarak başını önüne eğdi ve bir müddet sohbet etmeyerek o halde oturdu. Daha sonra hareket ederek yerinden ayağa kalktı.

(Muhammed bin Yahya bin Ömer bin Ali bin Ebu Talib de diyor ki: Ben kendim İmam (a.s)’ın o mecliste sohbetlerine şahit idim).

Allah’a hamd ve senada bulunup Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’ine selam gönderdikten sonra şöyle buyurdu: Allah’a ibadet etmedeki ilk aşama onu tanımaktır; Allah’ı tanımanın temeli ise onu “bir” bilmektir.

Allah-u Teala’yı bir bilmenin nizamı (esası) ise, onu (zatının dışındaki) sıfatları ondan nefyetmektir. Çünkü insanın aklı şahitlik etmektedir ki; sıfat ve sıfatlananın bir araya gelmesiyle oluşan her şey mahluktur. Her mahluk da şehadet etmektedir ki; kendisini yaratan bir yaratıcısı vardır ve o yaratıcı ne sıfattır, ne de sıfatlanmış olan.

Her sıfat ve sıfatlanan devamlı birlikte olmak zorundadır. İki şeyin devamlı birlikte olması; onların sonradan yaratılmış olduğuna delalet eder. Yaratılmış olmak ise, ezelî olmakla çelişmektedir. Öyleyse Allah-u Teala’yı künhünü yaratıklarına benzeterek onu tanımaya çalışan gerçekte onu tanımamıştır.

Allah-u Teala’nın künhünü kavramaya çalışan gerçekte tevhide inanmamıştır; onun benzerinin olduğuna inanan, hakikatini anlamamıştır; onun bir nihayeti olduğunu farz eden, onu tasdik etmemiştir; ona işaret etmek isteyen gerçekte ona doğru yönelmemiştir (başka bir yöne yönelmiş ve başka bir vücuda işaret etmiştir); onu tesbih eden gerçekte onu kastetmemiştir; Allah’ın cüzleri olduğuna inanan gerçekte onun karşısında boyun eğmemiştir; akli gücü ile onun hakikatini derk etmek isteyen, gerçekte Allah’ı irade etmemiştir (ona doğru yönelmemiştir).

Nefsi ve zâtı vasıtasıyla tanınan her şey yapmadır (sonradan yaratılmıştır). Başkasında kaim olan (varlığı başkasının varlığına bağlı olan) her şey mâlul (muhtaç olduğu sebeb vesilesiyle var olan) ve illete (sebebe) muhtaçtır. Allah-u Teala’nın varlığına, yaratıkları vasıtasıyla delil getirilmektedir. Akıl vasıtasıyla onu tanıma gerçekleşmekte ve fıtrat vesilesiyle de hüccet halka tamam olmaktadır. Allah’ın kulları yaratması, kendisiyle kulları arasında bir perdedir.

Allah’ın kullarından uzaklığı (maddi ve mekânsal bir uzaklık değil), onun varlığının kulların varlığının nitelikleriyle farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Yaratıkların bir başlangıcının olması, kullar için Allah’ın ezeli oluşuna bir delidir. Çünkü başlangıcı olan bir şey, başka bir şeyin başlangıç nedeni olamaz.

Allah-u Teala’nın mahluklarına vesile ve uzuvlar vermesi kendisinin bu vesilelere ihtiyaç duymadığının göstergesidir. Çünkü vesileler, sahibinin acizlik ve fakirliğinin göstergesidir. Onun isimleri tabir, fiilleri tefhim (anlatma), zâtı hakikat, künhü mahluklardan ayrılması, bekâsı ise diğer varlıkların sınırıdır.

Allah’ı vasfetmeye kalkışan onu tanımamıştır. Onu düşüncesiyle kuşatmaya yeltenen gerçekte ondan geçip (onu bırakıp) başka bir şeyi kuşatmıştır; Allah’ın künhünü kavramaya kalkışan yanılmıştır.

Kim Allah’ın nasıl olduğunu sorsa onu mahluklara benzetmiştir; kim Allah’ın niçin, nasıl, hangi yoldan, varolduğunu sorsa, onun için illet (sebep) düşünmüştür; kim Allah ne zamandan beri vardır? diye sorsa, onun için vakit tayin etmiştir; kim Allah nerededir, diye sorsa onun mekânı olduğunu zannetmiştir;

kim Allah’ın haddini -nereye kadar olduğunu- sorsa, onun için (mekân açısından) bir son düşünmüştür; kim Allah ne zamana kadar vardır? diye sorsa onun için bir süre tanımıştır (zaman açısından bir son düşünmüştür); her kim ona süre tanısa, onun için bir sınır çizmiştir; ona sınır çizen onu cüzler (noktalar, parçalar) halinde düşünmüştür; cüzlere ayıran da onu vasıflandırmıştır. Her kim onu vasfederse, sapıklığa düşmüştür.

Allah-u Teala mahlukların değişimiyle değişime uğramaz, o sınırlanmışın sınırlılığıyla da sınırlanmaz. Birdir ama, birliği sayısal değildir. O, zahirdir ama, ona dokunulamaz. Aşikârdır ama, görülmez. Bâtın ve saklıdır ama, kullarından ayrı değildir. Uzaktır ama, uzaklığı mesafe açısından değildir. Yakındır ama, mekân yakınlığı yönünden değil. Latiftir ama, cisimsel olarak değil.

Vardır ama, yokluktan sonra değil. Faildir ama, failliği mecbur olarak değildir. Takdir edendir (karar alandır) ama, fikirle değil. Tedbir edendir ama, hareketle değil. İrade edendir ama, kararla değil. İsteyendir ama, himmetle değil. İdrak edendir ama, vesileyle değil. Duyan ve görendir ama, kulak ve gözle değil.

Zamanı ve mekânı yoktur. Uyuklamaz. Muhtelif sıfatlara sahip olmak, onu sınırlayamadığı gibi vesileler de onu sınırlayamaz. O hem zaman ve hem de yokluktan önce vardı. Bütün başlangıçlardan önce vardı. Duyu organlarını yaratması, onda duyu organı olmadığının delilidir. Cevherleri yaratması, onun cevherlerden teşkil olmadığının delilidir.

Eşya arasındaki icat etmiş olduğu zıtlıktan kendisinde hiçbir zıtlığın olmadığı anlaşılmaktadır. İşler arasında icat ettiği ahenk ve birliktelikten kendisiyle birlikte olan hiçbir şeyin olmadığı anlaşılmaktadır. Aydınlık ve karanlık, açıklık ve gizlilik, kuruluk ve yaşlık, soğukluk ve sıcaklık arasında zıtlık icat etmiştir.

Birbirinden uzak şeyleri birbirlerine yakınlaştırmış ve birbirlerine yakın olan şeyleri ise birbirinden ayırmıştır. Bunların ayrılık ve yakınlığı, onları yakınlaştıran ve uzaklaştıran birinin varlığına bir delildir.

Şu ayet: “Her şeyden iki çift yarattık, ta ki düşünüp öğüt alasınız” (Zâriyat/49) bahsedilen bu meseleye işaret etmektedir. Bunlarla öncelik ve sonralık arasında ayrılık icat etti ki, kendisinin öncesi ve sonrasının olmadığı belli olsun. Yaratıklardaki içgüdüler, onlara bu güdüleri verenin güdüsüz olduğunun nişanesidir.

Varlıklar arasındaki farklılık ve eksiklikler, onları bu şekilde yaratanın her türlü eksiklikten uzak olduğunun göstergesidir. Varlıkların zamanlı oluşları, onları zamanlı yaratanın zamansız olduğunun delilidir. Varlıkların bazılarını bazılarına saklı kıldı ki kendisiyle varlıklar arasında hiçbir hicabın olmadığı anlaşılsın.

O hiçbir varlığın olmadığı zaman rab ve hiçbir mülkün olmadığı zaman malikti. O zaman ki, bilinebilecek hiçbir varlık yoktu Allah-u Teala bilendi. O zaman ki, hiçbir yaratık bu alemde yoktu o, yaratıcıydı. O zaman ki, duyulabilecek hiçbir şey yoktu o, işitendi. Allah-u Teala varlıkları yaratmaya başladığından beri değil; varlıkları yaratmadan ve icat etmeden önce de yaratıcı sıfatına sahipti.

Nasıl olur da başka türlü düşünülebilir? Oysa ki, onun başlangıcı yoktur. Onu başlangıca delalet eden “den” ekiyle anarak bazı zamanlarda yok saymak mümkün değildir. O, devamlı ve bütün zamanlarda vardı. “Kad” (-ki Arapça’da bir zamanın diğerine oranla yakınlığına delalet eder) kelimesi onun zamanının yakın olduğunun göstergesi olamaz (çünkü bütün zamanlar ister uzak olsun, ister yakın, onun için birdir).

“Lealle” (“şayet” vb. kelimeler ki, bizler arasında bir işin bir engelden dolayı olmama ihtimali olduğunda kullanılır) Allah-u Teala hakkında geçerli olamaz (çünkü onun iradesinin gerçekleşmesi kesindir).

“Metâ” ve “hîne” (ne zaman ve o zaman) kelimeleri Allah-u Teala için zaman tayin etme manasında değildir (Allah hakkında zaman kelimesini kullanma onun zamanın hudutları içinde olduğunun göstergesi değildir).

Aynı şekilde, Allah hakkında “mea” (ile, birlikte) kelimesinin kullanılması onun başka bir şeyle birlikteliği manasında değildir.

Araç ve vesileler ancak kendileri ve kendileri gibi olan şeyleri sınırlayabilirler. Araç ve vesileler, Allah-u Teala’da değil, diğer varlıklarda tesir bırakabilirler. “Moz” (zaman) Allah dışındaki varlıkların, kadim olmamasına neden oldu. “Kad” (zamansal yakınlık) onların ezeli olmalarına engel oldu. “Levla” (olmasaydı) kelimesi onları mutlak kemalden uzaklaştırdı.

Onlardaki ayrılık, onları ayıranın vücudunun delilidir. Onlardaki farklılıklar, bu farklılıkları vâr edenin varlığını açıklamıştır. Varlıkların yaratıcısı o, varlıklar vasıtasıyla insanoğlunun zihninde tecelli etmiş ve onlar vesilesiyle gözlerden saklanmıştır. Fikirler için Allah'ın varlığına delil getirmenin ölçüsü yine varlıkların kendisi olmuştur.

Varlıklarda değişimi öngörmüş; delillerini varlıkların esası üzerine bina etmiştir. Allah-u Teala bu varlıklara, kendi birliğine ikrarı, varlıkları vesilesiyle tanıtmıştır (ilham etmiştir). Allah-u Teala’nın tasdiki akıllar vasıtasıyla gerçekleşir. Allah’a ikrarla iman kemale erir. Mârifet olmadan dindarlık olmaz.

İhlas olmadan da mârifet elde edilmez. Allah-u Teala’yı yarattıklarına benzetmekle ihlas olmaz. Teşbih için sıfat ispat etmekle (Allah’ın zâtına izafi bir sıfat eklemekle nefy, teşbih inancını reddetmek) olmaz. Öyleyse yaratıkta olan her şey, onun yaratıcısında bulunmaz. Yaratıkta mümkün olan her şey, onu icat edende imkânsızdır. Onda hareket ve durgunluk tasavvur edilemez.

Nasıl olur da kendi yarattığı şey, kendisinde vârolabilir? Ya da nasıl olabilir ki, kendisinin başlattığı (yarattığı) bir şey onun kendisine dönebilir (nasıl onun bir mısdakı olabilir)? Eğer böyle olsaydı, zâtında farklılık (noksanlık) meydana gelir, künhü kısımlara ayrılır (birliği bozulur) ve ezeliliği imkânsızlaşırdı. Neticede yaratıcı, aynı yaratılan gibi olurdu.

Eğer onun için arka taraf tasavvur edilirse, ön taraf da tasavvur edilmiş olur. Eğer onun için tamam olmak düşünülse, noksanlık da düşünülür. Eğer hâdislik (sonradan vârolma) onun için imkansız olmasaydı, ezelilik nasıl onun için söz konusu olabilir? İcat olmaktan mümtenî olmayan, eşyayı nasıl icat edebilir?

Eğer böyle olmuş olsaydı mahluk olmanın alametleri onda vârolmuş olurdu. O zaman da diğer varlıklar onun nişanesi olmaz, onun kendisi (başka bir varlık için) nişane olurdu.

İmkansızlık dahilinde bir sözün, delil olabilmesi mümkün değildir; mevzuda (Allah hakkında) cevap da değildir. Aksi taktirde Allah’ın yüceliği ve saygınlığı söz konusu olmaz. Böyle bir sözü halka beyan etmemek haksızlık değildir. Gerçekte ezeli olan (onun için başlangıç söz konusu olmayan) “bir”den fazla ve bileşik olamaz; Başlangıcı olmayan da mahluk olamaz.

Ezelî olan bir varlıkta ikilik ve başlangıcı olmayan bir varlıkta başlangıç olması imkânsızdır. Yüce ve her şeyden büyük olan Allah’tan başka ilah yoktur. Allah’ın dengi olduğunu söyleyenler (ona şirk koşanlar) yalancı, yoldan çıkmış ve açık bir hüsran içindedirler. Allah’ın selamı Muhammed (s.a.a)’e ve onun pak Ehl-i Beyt’ine olsun.


12.BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’IN DİĞER DİN MENSUPLARIYLA MEMUN’UN HUZURUNDA TEVHİD HAKKINDAKİ MÜNAZARASI

Hasan bin Muhammed en-Nevfelî[27] el-Hâşimî’den şöyle nakledilmiştir: Ali bin Mûsa Rıza (a.s) Memun’un yanına gittiğinde Memun, Fazl bin Sehde, din ve kelam alimlerini örneğin; Caselik’e (Hıristiyan oskofların reisi) Res’ul Calut’u (Yahudîlerin büyük alimini) Ruus’us Saibiyn’i (melek ve yıldıza tapanlar veya Hz. Nuh,

Hz. İbrahim ve Hz. Yahya’nın dininde olanların büyüklerini), Hirbiz’ul Ekber’i (Zerdüştlerin kadısını), Nistas-i Rûmi (Rumlu tabibi) ve mütekellimleri (akait ilminde üstat olan alimleri) onun için bir araya toplamasını emretti. Böylece İmam (a.s) ve onların sözlerini duymak istiyordu.

Fazl bin Sehl bunları topladı ve Memun’a geldiklerini haber verdi. Memun onları yanına çağırtarak hoş geldiniz dedikten sonra şöyle dedi: “Ben, sizi buraya hayırlı bir iş için çağırdım. Medine’den yanıma gelmiş olan amcamın oğlu ile konuşup tartışmanızı istiyorum. Hiçbiriniz bu emirin dışına çıkmadan yarın erken vakitte yanıma geliniz.” Onlar da; “Emredersiniz ey müminlerin emiri, inşallah erken vakitte buradayız” dediler.

Hasan bin Muhammed Nefveli şöyle diyor: Biz Rıza (a.s)’ın yanında sohbetle meşgulken İmam (a.s)’ın hizmetçisi olan Yasir gelerek hazrete şöyle arz etti: “Efendim; müminlerin emiri size selam göndererek şunları söyledi:

“Kardeşin sana feda olsun, din alimleri ve çeşitli milletlerden olan kelamcılar toplanmışlardır. Onların sözlerini duymak istiyorsanız sabahın erken saatinde yanıma geliniz ve eğer bundan hoşlanmıyorsanız zahmet etmeyiniz. Yine, eğer bizlerin sizin huzurunuza gelmemizi arzu ederseniz bu bizim için kolaydır.”

İmam Rıza (a.s) cevabında şöyle buyurdu:

“Ona selam söyle ve şöyle de: Maksadınızı anladım. Ben kendim sabahın erken saatinde yanınıza geleceğim inşallah.”

Hasan bin Muhammed Nefveli şöyle devam etti: Yasir gittikten sonra İmam (a.s) bana dönerek şöyle buyurdu: “Nefveli! Sen Iraklısın ve Iraklılar zeki ve dikkatlidirler. Sana göre amca oğlumun din ve şirk alimlerini karşımıza toplamasından amacı nedir?”

Ben de şöyle arz ettim: Sana feda olayım! Sizi sınamak ve akidenizi öğrenmek istiyor. Bu işi güvenilmeyecek bir esas üzere yapıyor (tehlikeli bir iş yapıyor), yaptığı iş ne de kötüdür! İmam (a.s), “Bundan amacı ne olabilir?” diye sordular. Ben şöyle arz ettim: Kelam ehli ve bidatçiler, alimler gibi değildirler.

Alimler hakikati inkâr etmezler. Kelam ve şirk alimleri ise inkâr ve demogoji ehlidirler. Eğer onlara Allah’ın birliğinden bahsedersen, bir olduğunu ispat ederler. Eğer Muhammed (s.a.a) Allah’ın resulüdür dersen Resul olduğunu ispat ederler. Sonra demogoji ederek karşı tarafın kendi delilini ispat etmesine ve kendi sözünden dönmesine sebep olurlar. Size feda olayım, onlara karşı dikkatli olunuz.

İmam (a.s) gülümseyerek şöyle buyurdu: “Ey Nefveli! Onların benim delillerimi bâtıl etmelerinden mi korkuyorsun?” Ben ise; Vallahi hayır. Senin için bundan korkmuyorum. Allah’tan seni onlara muzaffer ve galip etmesini ümit ediyorum inşallah, dedim. İmam (a.s); “Ey Nefveli! Memun’un ne zaman pişman olacağını bilmek istiyor musun?” diye sordu.

Ben, evet, dedim. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Tevrat ehline Tevrat’tan, İncil ehline İncil’den, Zebur ehline Zebur’dan delil getirdiğimi, Sabîlerle İbrice, Zerdüştlerle Farsça, Rumlarla Rumca ve bütün alim ve konuşmacılarla kendi dilleriyle sohbet ettiğimi, delillerinin bâtıl olduğunu ve sözlerinden vazgeçerek benim sözlerimi kabul ettiklerini gördüğü zaman Memun, peşinde olduğu şeye layık olmadığını bilecek ve işte o zaman pişman olacaktır. Allah’ın verdiği güçten başka bir güç ve kudret yoktur.”

Fazl bin Sehl, sabahleyin İmam (a.s)’ın yanına gelerek şöyle dedi: Sana feda olayım, amcanın oğlu sizi bekliyor. Bütün konuşmacılar toplandılar. Siz ne zaman toplantıya şeref vereceksiniz? İmam Rıza (a.s) cevaben: “Sen önden git, ben de geleceğim inşallah” diye buyurdular.

İmam (a.s) daha sonra abdest aldı ve sevik (bir tür şerbet) içti ve bize de ikram etti. Daha sonra biz de kendileriyle beraber oradan ayrıldık ve Memun’un yanına gittik.

Toplantı salonu oldukça kalabalıktı. Muhammed bin Câfer (İmam’ın amcası), Talibî ve Hâşimîler (seyitler)’den bir grup ve ordu komutanları hazır bulunmaktaydılar. İmam Rıza (a.s) meclise girdiği zaman Memun, Muhammed bin Câfer ve beraberindekiler ayağa kalktılar. İmam Rıza (a.s) ile Memun oturdular, diğerleri de öylece ayakta kaldılar.

Daha sonra Memun onlara oturmalarını emretti, onlar da oturdular. Memun bir müddet İmam (a.s) ile karşılıklı konuştuktan sonra Caselik’e (Hıristiyan din adamlarının önderine) dönerek şöyle dedi:

Ey Caselik! Bu, amcam oğlu Ali bin Mûsa bin Câfer’dir ve kendileri Peygamberimizin kızı Fâtıma ve Ali bin Ebu Talib’in (Allah’ın selamı onların üzerine olsun) oğullarındandır. Onunla konuşmanı, delil getirmeni ve insaflı olmanı istiyorum.

Caselik: Ey müminlerin emiri! Benim kabul etmediğim kitaptan ve kendisine iman etmediğim peygamberden delil getiren bir kişiyle nasıl bahsedip tartışabilirim?

İmam (a.s): Ey Nasranî! Eğer sana İncil’den delil getirsem kabul eder misin?

Caselik: İncil’in buyruklarını ben nasıl reddedebilirim? Evet, vallahi gönül razılığıyla kabulleneceğim.

İmam (a.s): Öyleyse ne dilersen sor ve cevabını da dinle.

Caselik: Hz. İsa (a.s)’ın peygamberliği ve kitabı hakkında görüşün ve inancın nedir? Onlardan inkâr ettiğiniz şey var mıdır?

İmam (a.s): Ben İsa (a.s)’ın peygamberliğine, kitabına, ümmeti için müjdelediklerine inanıyor, Havarilerin kabullendiklerine inanıyor ve kabul ediyorum. Ama, Muhammed (s.a.a)’in peygamberliğini, kitabını inkâr eden ve bunu ümmetine müjdelemeyen bir İsa’nın peygamberliğini kabul etmiyorum.

Caselik: Acaba bütün hükümler iki adil şahitle ispatlanmıyor mu?

İmam (a.s): Evet.

Caselik: Öyleyse kendinizden olmamak şartıyla Muhammed (s.a.a)’in peygamberliğini ispatlayacak Hıristiyanların kabul ettiği iki şahit getirin ve bizden de kendimizden olmamak şartıyla iki şahit isteyin.

İmam (a.s): Ey Nasranî! Şimdi insaflı konuştun; İsa bin Meryem (a.s)’ın yanında belli bir makama sahip olan birini kabul etmiyor musun?

Caselik: Kimdir bu adam, bana ismini söyler misin?

İmam (a.s): Yuhenna Deylemî’dir. Hakkında ne diyorsun?

Caselik: Ne de güzel, Mesih’in en sevdiği birisinden bahsettin.

İmam (a.s): Acaba yemin ederek söyler misin? İncil, Yuhenna’nın şöyle dediğini buyurmuyor mu: “Mesih, Arap Muhammed’in dinini bana haber verdi ve onun, kendisinden sonra geleceğini bana müjdeledi; ben de Havarileri bununla müjdeledim. Onlar da buna iman ettiler.”

Caselik: Yuhenna bunu Mesih’ten naklediyor ve bir kişinin peygamberliğini, Ehl-i Beyt’i ve varisini müjdeliyor. Ama bunların ne zaman geleceğini ve bizim onları tanımamız için isimlerini bildirmiyor.

İmam (a.s): Eğer İncil okuyabilen birisini getirsem ve Muhammed, Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkındaki yerleri sana tilavet edecek olursa iman getirecek misin?


Caselik: Güzel sözdür.

İmam (a.s), bunun üzerine Nistas-i Rûmî’ye dönerek “İncil’in üçüncü kısmından öteye ezbere biliyor musun?” diye sordu. “Çok iyi biliyorum” dedi Nistas. İmam daha sonra Re’sul Câlut’a dönerek “İncil okumasını biliyor musun?” diye sordu.

O da; evet, dedi. İmam (a.s); “Ben üçüncü bölümü okuyorum; Muhammed (s.a.a), Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkında olursa benim için tanıklık edin, ama eğer orada bunlardan bahsetmezse tanıklık etmeyin” buyurdu. Daha sonra İmam (a.s) üçüncü bölümü, Peygamber (s.a.a)’den bahsedinceye kadar okudu ve durdu. Sonra şöyle dedi:

“Ey Nasranî! Mesih ve annesi adına yemin ederek söyle; acaba benim İncil’i bildiğimi öğrendin mi?

Caselik: Evet, dedi. İmam daha sonra Muhammed (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkındaki bölümü de okuyarak şöyle buyurdu:

“Ne diyorsun ey Nasranî! Bu Mesih bin Meryem’in sözüdür. Eğer İncil’in dediklerini yalanlayacak olursan hakikatte Mûsa ve İsa (a.s)’ı yalanlamış olursun. Ama eğer sadece bu sözleri inkâr edersen Allah’ın peygamberini ve kitabını inkâr ettiğin için katlin vacip olur.”

Caselik: İncil’den bana açıklananı inkâr etmiyor, aksine kabulleniyorum.

İmam (a.s): Ey cemaat! Onun ikrarına şahit olunuz. (Daha sonra tekrar Caselik’i muhatap alarak:) Ey Caselik, dilediğin soruyu sor!

Caselik: Bana İsa bin Meryem (a.s)’ın Havarilerinin ve İncil alimlerinin kaç kişi olduklarını söyle.

İmam (a.s): Bilirkişiden soru sordun; Havariler oniki kişi idiler. Onların en alim ve üstünü Eluka idi. Ama Hıristiyanların alimleri üç kişi idiler:

Büyük Yuhenna Ecde, Yuhenna Kırkısiyada ve Yuhenna Deylemi Reccazda idi ki, bu sonuncu kişi Hz. Peygamber (s.a.a)’in, Ehl-i Beyt’i ve ümmetiyle ilgili sözleri biliyordu ve İsa (a.s)’ın ümmetiyle İsrailoğulları ümmetine müjde veren de oydu.

Daha sonra şöyle buyurdu: Ey Nasranî! Vallahi ben Muhammed (s.a.a)’e iman eden İsa’ya inanıyorum. Ama sizin İsa’da acizlik ile oruç ve namazın azlığından başka bir eksiklik bulamıyorum.

Caselik: Allah’a and olsun ki kendi sözlerini çürüttün, kendini zayıflattın. Oysa ben seni Müslümanların bilgini biliyordum.

İmam (a.s): Bu nasıl oldu?

Caselik: İsa’nın zaafiyetini, oruç ve namazının az olduğunu söylüyorsun; oysa İsa, hiçbir gün iftar etmedi, bir gece bile uyumadı; gündüzleri sürekli oruç tutuyor, geceleri de ibadetle geçiriyordu.

İmam (a.s): Öyleyse kimin için oruç tutuyor ve namaz kılıyordu? (Caselik söyleyecek bir şey bulamayıp sustu. Sonra İmam Caselik’e hitap ederek devam etti:) Ey Nasranî! Sana bir soru sormak istiyorum.

Caselik: Sor, eğer cevabını bilirsem söylerim.

İmam (a.s): İsa (a.s)’ın, ölüleri Allah’ın izniyle dirilttiğini neden inkâr ediyorsun?

Caselik: Çünkü ölüleri dirilten, körlere ve cüzzamlılara şifa veren kimse, Allah’tır ve o, ibadet edilmeye (daha) layıktır.

İmam (a.s): Yesa da Hz. İsa’nın yaptıklarını yapıyor; su üzerinde yürüyor, ölüleri diriltiyor, körleri ve abraş hastalığına yakalananları iyileştiriyordu.

Ama ümmeti onu Allah olarak tanımadı ve Allah’ı bırakıp da kimse ona ibadet etmedi. Hızkîl Peygamber de İsa bin Meryem (a.s)’ın yaptıklarının aynını yapıyordu. Ölümlerinden altmış sene geçmesine rağmen otuz beşbin kişiyi diriltti.

Daha sonra, İmam (a.s) Re’sul Calut’a dönerek şöyle buyurdu: Ey Re’sul Calut! Acaba Tevrat’ta İsrailoğullarının şu gençleri hakkında herhangi bir konu buldun mu?

Şöyle ki; Baht’un Nasr, Beyt’ul Mukaddes’e saldırdığı zaman onları İsrailoğulları arasından seçerek Babil’e götürdü. Allah da onu (Hızkîl’i) onlar için gönderdi ve o, onları diriltti. İşte bu konular Tevrat’tandır. Sizlerden kâfir olanlardan başka kimse bunları inkâr edemez.

Re’sul Calut: Bu konuları duymuşuz ve ondan haberdarız.

İmam (a.s): Doğru söyledin ey Yahudî, şimdi dikkat et, Tevrat’tan okuduğum bu bölüm doğru mudur? (Daha sonra İmam (a.s) bizler için birkaç bölüm okudu. Yahudî imamın böyle güzel okumasına hayran olup yerinde hareket etmeye başladı. Sonra İmam (a.s) Nasranî’ye dönerek):

“Ey Nasranî! Acaba bunlar mı İsa’dan önceydi, yoksa İsa mı bunlardan önceydi?” diye sordu.

Caselik: Onlar İsa (a.s)’dan önceydiler.

İmam (a.s): Kureyş Resulullah (s.a.a)’in etrafında toplanarak ondan, ölülerini diriltmesini istediler. Peygamber (s.a.a) Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı onlarla beraber göndererek Ali (a.s)’a şöyle buyurdu:

Kabristana git, bunların dirilmesini istediği kişilerin isimlerini yükses sesle çağır. Sonra onlara; Allah’ın resulü Muhammed (s.a.a) Allah’ın izniyle kalkmanızı istiyor de! Ali (a.s) da onları aynı şekilde çağırdığında; Kalktılar ve başlarındaki toprakları temizlediler.

Kureyşliler onlara kendi işleriyle ilgili sorular soruyor ve Muhammed (s.a.a)’in peygamber olduğunu haber veriyorlardı. Dirilenler ise: Keşke bizler de onu derk edebilsek ve iman getirebilseydik, dediler.[28] Hz. Peygamber de körlere, cüzzamlılara ve delilere şifa veriyor ve hayvanlar, kuşlar, cinler ve şeytanlarla konuşuyordu.

Ama biz onu Allah diye tanımadık. Aynı zamanda bunların (İsa, Yesa, Hizkîl ve Muhammed) hiçbirinin faziletini de inkâr etmiyoruz. Peki nasıl oluyor da siz, sadece İsa’yı Allah olarak tanıyorsunuz? Halbuki Yesa ve Hızkîl’i de Allah olarak tanımalısınız. Çünkü onlar da İsa bin Meryem (a.s)’ın yaptıklarını yapıyor; ölü diriltiyor ve diğer işleri yapıyorlardı.

İsrailoğullarından binlerce kişi veba hastalığı korkusundan kendi şehirlerinden dışarı çıktılar. Ama Allah bir anda hepsinin canını aldı. Şehir halkı etrafa duvar çekerek ölüleri o şekilde bıraktılar. Kemikleri de öylece çürümeye başladı.

İsrailoğulları peygamberlerinden biri oradan geçerken çürümüş kemiklerin çokluğu dikkatini çekti. Allah da peygamberine şu şekilde vahyetti: “Acaba onları senin için diriltmemi ve böylece onlara tebliğ ederek inzar etmeyi istiyor musun?” O da:

Evet, ey Rabbim! Dedi. Allah-u Teala ona şöyle söylemesini vahyetti: “Ey çürümüş kemikler, Allah’ın izniyle kalkınız.” Daha sonra hepsi dirildi ve başlarındaki toprakları temizleyerek kalktılar.

İbrahim Halil-u Rahman (a.s) da kuşları parçalayarak her birinin parçasını bir dağın başına koydu. Sonra onları çağırdı ve onlar dirilerek İbrahim (a.s)’a doğru hareket ettiler.

Mûsa bin İmran (a.s) da İsrailoğulları içerisinden seçtiği yetmiş ashabıyla beraber dağa çıktılar. Mûsa (a.s)’a sen Allah’ı gördün, onu nasıl gördüysen aynı şekilde bize de göster! dediler.

Mûsa (a.s), ben Allah’ı görmedim, dedi. Onlar “Ey Mûsa! Biz Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayız” (Bakara/55) dediler. O anda yıldırım onlara çarparak hepsini yakıverdi. Mûsa (a.s) yalnız kaldı ve Allah’a şöyle arz etti: “Ey rabbim! Israiloğullarından yetmiş kişi seçerek kendimle getirdim. Şu an ise yalnız dönüyorum.

Benim bu olaylarla ilgili söyleyeceklerimi nasıl doğrulayıp inanırlar? Dileseydin onları da daha önce helak ederdin beni de. İçimizdeki akılsızların işledikleri suç yüzünden bizi de mi helak edeceksin?” (Âraf/155) Derken Allah-u Teala, onları ölümlerinden sonra tekrar diriltti.

İmam (a.s) daha sonra sözlerine şöyle devam etti: Sana bu söylediklerimin hiçbirini reddedemezsin. Zira bunlarıp tümü Tevrat, Zebur, İncil ve Furkan (Kur’an)’ın bildirdikleridir. Öyleyse bütün ölü dirilten; körlere, cüzzamlılara ve delilere şifa veren, iyileştiren herkes Allah olmalıdır. O halde bunları da Allah olarak tanımalısın. Ne dersin ey Nasranî?

Caselik: Söz senin sözündür. Allah’tan başka ilah yoktur.

İmam daha sonra Re’sul Calut’a dönerek şöyle buyurdu: Ey Yahudî! Seni Mûsa bin İmran (a.s)’a nazil olan on ayete yemin etmeni istiyorum ki;

Muhammed ve ümmetinin haberini Tevrat’ta görmedin mi? Şöyle ki; “Sonuncu ümmet, deve binenin takipçileri geldiği zaman ve Allah’ı yeni mabetlerde çok çok zikrettiklerinde, İsrailoğulları kalplerinin mutmain olması için onlara ve onların padişahlarına doğru hareket etmeliler.

Zira onlar ellerindeki kılıçlarla köşe bucaktaki kâfirlerden intikam alırlar.” Acaba bu, Tevrat’ta aynen yazılı değil midir?

Re’sul Calut: Evet, biz de Tevrat’ta aynen öyle bulduk.


(İmam daha sonra Caselik’e dönerek): Ey Nasranî! Şâya kitabı hakkında ne biliyorsun?

Caselik: Onu harfi harfine biliyorum.

İmam ikisini de hitaben: Şu sözlerin onun sözlerinden olduğunu kabul ediyor musunuz: “Ey kavmim! Ben merkebe binen şahsı, nurdan bir elbiseyle gördüm ve deveye binen kişiyi de gördüm. Nuru ve parlaklığı ay ışığı gibiydi.”

Caselik ve Re’sul Calut: Evet, Şâya bunları söylemiştir.

İmam (a.s): Ey Nasranî! İsa (a.s)’ın İncil’de şöyle buyurduğunu biliyor musun: “Ben sizin Allah’ınıza ve kendi Allah’ıma doğru gideceğim ve Farkilita (Ahmed) gelecektir.

Ben onun yararına tanıklık ettiğim gibi, o da benim yararıma tanıklık edecektir. O size herşeyi açıklayacaktır. Toplumların aşağılık yönlerini açıklayacak ve küfür sütunlarını kıracaktır.”

Caselik: İncil’den zikrettiğin şeylerin hepsini kabul ediyoruz.

İmam (a.s): Bunun İncil’de bulunduğunu kabul ediyor musun?

Caselik: Evet.

İmam (a.s): Ey Caselik! Önceki İncil’in kayboluşunu, kimin yanında bulunduğunu ve şimdiki İncil’i size kimin hazırladığını bana söyler misiniz?

Caselik: Biz İncil’i sadece bir gün kaybettik ve onu yepyeni olarak, Yuhenna ve Metta bizim için buldular.

İmam (a.s): İncil olayı ve alimleri hakkında ne kadar bilgisizmişsin! Eğer bu olay senin dediğin gibiyse neden İncil hakkında bu kadar ihtilafa düştünüz? Bu ihtilaf bugün elinizde bulunan İncil’dedir.

Eğer önceki gibi olsaydı, onda ihtilafa düşmezdiniz. İşte ben olayı sana anlatıyorum: Daha önce kaybolduğunda Hıristiyanlar, alimlerinin yanına toplanarak; “İsa bin Meryem (a.s) öldürüldü ve İncil’i de kaybettik. Sizlerin alim olarak yanınızda neyiniz var?” diye sordular.

Eluka ve Merkabus; “İncil bizim (göğsümüzde ve hafızamızdadır) ve her Pazar günü bir (Sıfr) bölümünü size getireceğiz. Bunun için üzülmeyiniz ve kiliseleri boş bırakmayınız.

İncil tamamlanıncaya kadar her Pazar günü onun bir bölümünü de sizlere okuyacağız” dediler. Sonra Eluka, Merkabus, Yuhenna ve Metta bu İncil’i, birinci İncil’in kayboluşundan sonra sizler için yazdılar. Bunlar ilk dört öğrencilerdir. Acaba bunları biliyor muydunuz?

Caselik: Şimdiye kadar bilmiyordum. Sizin İncil hakkındaki ilminizin bereketiyle şimdi öğrendim ve bildiğiniz diğer şeyleri sizden işittim. Kalbim bunların doğruluğuna inandı ve sizin bilginizden çok yararlandım.

İmam (a.s): Bunların tanıklığı senin yanında nasıldır?

Caselik: Doğrudur, onlar İncil alimleridir. Tanıklık ettikleri ve onayladıkları her şey haktır.

Daha sonra İmam Rıza (a.s) Memun’a, yakınlarına ve orada bulunan diğerlerine “Siz de şahit olunuz” diye buyurdu. Onlar da “Biz şahidiz” dediler. Daha sonra İmam (a.s) Caselik’e dönerek: Senin İsa (a.s) ve annesi Meryem adına yemin ederek cevap vermeni isttiyorum: Metta’nın şunları söylediğini biliyor musun: “Mesih, Dâvud bin İbrahim bin İshak bin Yâkub bin Yehuza bin Hazrun’un oğludur.”

Merkabus, İsa bin Meryem (a.s)’ın nesebi hakkında şöyle diyor: “O Allah’ın kelimesidir; onu insan bedeninde karar vermiş ve o da insan şekline dönüşmüştür.”

Eluka ise söyle demiştir: “İsa bin Meryem (a.s) ve annesi, et ile kandan oluşmuş iki insandırlar ve Ruh’ul Kudüs onlara hulul etmiştir.” Sonra, senin de kabul ettiğin Hz. İsa’nın kendi hakkındaki şu sözüne ne diyorsun: “Ey Havariler! Hak olarak sizlere diyorum; gökyüzünden gelenden ve peygamberlerin sonuncusu olan deve binicisinden başka kimse gökyüzüne çıkmayacak. O, göğe yükselip tekrar dönecektir.”

Caselik: Bu, İsa (a.s)’ın sözüdür. Biz inkâr etmiyoruz.

İmam (a.s): Hz. İsa ve onun nesebi için Aluka, Merkabus ve Metta’nın tanıklığına ne diyorsun?

Caselik: İsa’ya yalan uydurdular.

İmam (orada bulunanlara dönerek): Ey insanlar! Az önce onların doğruluk ve temizliğini kabullenmedi mi? Onların İncil alimleri olduğunu kabul etmedi mi ve sözlerinin doğruluğunu onaylamadı mı?

Caselik: Ey Müslümanların alimi! Bu dört kişi hakkında beni mazur görmeni istiyorum.

İmam (a.s): Öyle olsun, biz seni mâzur görüyoruz ey Nasranî, (yine de) dilediğini sor!

Caselik: Başkası sorsun. Allah’a andolsun ki, Müslümanların içerisinde senin gibi bir alimin olduğunu zannetmezdim.

İmam (Re’sul Calut’a dönerek): Sen mi soracaksın, yoksa ben mi sorayım?

Re’sul Calut: Ben soruyorum ve senin delillerini sadece Tevrat, İncil, Dâvud’un Zebur’u ve İbrahim ve Mûsa’nın Suhuf’undan kabul edeceğim.

İmam (a.s): Benim delillerimi Mûsa’nın Tevrat’ından, İsa’nın İncil’inden ve Dâvud’un Zebur’undan başka kabul etmeyebilirsin.

Re’sul Calut: Muhammed (s.a.a)’in peygamberliğini nasıl ispat ediyorsun?

İmam (a.s): Mûsa bin İmran, İsa bin Meryem ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi Dâvud buna şehadet ettiler.

Re’sul Calut: Mûsa bin İmran’ın sözlerini ispatla!

İmam (a.s): Ey Yahudî! Mûsa’nın İsrailoğullarına vasiyet ederek şöyle dediğini biliyor musun: “Yakında kardeşlerinizden bir peygamber gelecektir. Onu tasdik edin, sözünü dinleyin, ona itaat edin.”

Eğer İsmail ve İsrailoğullarının akrabalığını ve aralarındaki irtibatının İbrahim (a.s) tarafından olduğunu kabul ediyorsan İsrail’in İsmail soyundan başka kardeşleri olmadığını biliyor musun?

Re’sul Calut: Bu, Mûsa’nın sözleridir, inkâr etmiyorum.

İmam (a.s): Acaba İsrailoğullarının kardeşlerinden Muhammed (s.a.a)’den başka bir peygamber gelmiş midir?

Re’sul Calut: Hayır.

İmam (a.s): Acaba bu söz, size göre doğru değil midir?

Re’sul Calut: Evet, doğrudur. Ama onları Tevrat’tan ispatlamanı istiyorum.

İmam (a.s): Tevrat’ın sizler için söylediği şu sözleri inkâr mı ediyorsun: “Nûr, Sîna Dağı’ndan geldi, Sair Dağı’ndan bizi nurlandırdı ve Faran Dağı’ndan bizlere göründü.”

Re’sul Calut: Bu sözleri biliyorum ama, açıklama ve yorumunu bilmiyorum.

İmam (a.s): Ben sana açıklayayım: “Nûr, Sîna Dağı’ndan geldi” yani, Allah-u Teala’nın vahyi Sina Dağı’nda Mûsa (a.s)’a indirildi. “Sair Dağı’ndan bizleri nurlandırdı” sözlerinden amaç, Allah’ın İsa bin Meryem (a.s)’a vahyi nazil ettiği dağdır ve “Faran Dağı’dan bizlere göründü” sözlerinden maksat ise, Mekke’yle arasında bir gün mesafe olan dağdan bahsetmektedir.

Sen ve dostlarının dediklerine göre “Şâya” Peygamber Tevrat’ta şöyle diyor: “İki biniciyi görüyorum, yeryüzü onlara ışık saçıyor; onlardan biri merkebe, diğeri ise deveye binendir.” Merkep ve deveye binenler kimlerdir?

Re’sul Calut: Onları tanımıyorum, bana anlatır mısın?

İmam (a.s): Merkebe binen İsa (a.s)’dır; deveye binen ise Muhammed (s.a.a)’dir. Tevrat’ın bu konularını inkâr mı ediyorsun?

Re’sul Calut: Hayır, inkâr etmiyorum.

İmam (a.s): Haykuk Peygamberi tanıyor musun?

Re’sul Calut: Evet, onu tanıyorum.

İmam (a.s): O şöyle diyor ve aynı şeyi sizin kitap da bildiriyor: “Allah, Faran Dağı’ndan beyanı getirdi ve gökler Muhammed (s.a.a) ve ümmetinin tesbihiyle doldu.

Ordusunu karada taşıdığı gibi, denizde de taşıyor -maksat, ümmetinin kara ve denize hakim olmasıdır- Beyt’ul Makdis’in (Beyt’ul Mukaddes’in) tahribinden sonra bizim için yeni bir kitap getirdi (kitaptan maksat Furkan’dır).” Acaba bu sözleri biliyor ve iman ediyor musun?

Re’sul Calut: Haykuk (a.s) bunları söylemiştir ve biz onun sözlerini inkâr etmiyoruz.

İmam (a.s): Dâvud, Zebur’da -ki sen de onu okuyordun- şöyle diyor: “Allah’ım! Fetretten sonra sünneti dirilten birini gönder.” Acaba Fetretten sonra Muhammed (s.a.a)’den başka sünneti dirilten bir peygamber tanıyor musun?

Re’sul Calut: Bu Dâvud’un sözüdür, kabul ediyor ve inkâr etmiyorum. Ama bundan amaç, İsa (a.s)’dır ve onun dönemi Fetret dönemidir.

İmam (a.s): Yanıldın, zira İsa (a.s) sünnete muhalif değildi. Aksine, Allah onu kendi yanına yükseltinceye kadar Tevrat’ın sünnetiyle muvafık idi. İncil’de de şöyle yazılıdır: “İyi bir kadının oğlu gidiyor ve kendisinden sonra Farkilitu (Ahmed) gelecek.

O zorlukları kolaylaştıracak ve her şeyi sizlere açıklayacaktır. Benim onu doğruladığım gibi, o da beni doğrulayacaktır. Ben size Emsal’i getirdim. O da Tevil’i getirecektir.” Acaba İncil’in bu sözlerine inanıyor musun?

Re’sul Calut: Evet.

İmam (a.s): Ey Re’sul Calut! Sana peygamberin Mûsa bin İmran (a.s) hakkında soracağım.

Re’sul Calut: Sor!

İmam (a.s): Mûsa’nın peygamberliğini ispatlayacak delilin var mıdır?

Re’sul Calut: Mûsa kendisinden önce gelen peygamberlerden hiçbirinin getirmediği bir mucize getirdi.

İmam (a.s): Mesela ne gibi mucizeler...

Re’sul Calut: Denizi yarması, âsasının yılana dönüşmesi, taşa vurarak pınarlar akıtması, elini görenlerin huzurunda parlak olarak çıkarması ve diğer nişaneler ki, başkaları onları yapmaya muktedir değillerdir.

İma (a.s): Doğru söyledin, Hz. Mûsa peygamberliği için hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri delil olarak getirdi. Acaba peygamberlik iddiasında bulunan herkes, diğer insanların getiremeyeceği şeyleri getirecek olurlarsa, sizlerin onu doğrulamanız gerekmez mi?

Re’sul Calut: Hayır, zira Mûsa (a.s)’ın Allah’a yakınlığı ve Allah yanındaki makamına benzer birisi yoktur. Her peygamberlik iddia edeni, Mûsa’nın getirdiği mucizeleri getirmedikçe onaylamak ve iman etmek bize vacip değildir.

İmam (a.s): Öyleyse Mûsa (a.s)’dan önceki peygamberleri; hiçbiri denizi yarmadığı, taştan oniki pınar akıtmadığı, elini Mûsa’nın eli gibi parlak çıkarmadığı ve âsasını yılan gibi yapmadığı halde nasıl kabul ediyorsunuz?

Re’sul Calut: Az önce söylediğim gibi, peygamberliğinin ispatı için harukulade şeyleri ve mucizeleri getiren herkesi, hatta eğer Mûsa’nın mucizelerinden başka mucizeler olsa bile doğrulamak gereklidir.

İmam (a.s): Ey Re’sul Calut! O zaman İsa bin Meryem’e ölüleri dirilttiği, kör ve cüzzamlıları iyileştirdiği ve çamurdan yapmış olduğu kuşa üfleyerek Allah’ın izniyle yaşayan bir kuşa dönüştürdüğü halde, ona neden iman etmiyorsunuz?

Re’sul Calut: Onun bunları yaptığı söyleniyor ama, biz onu görmedik.

İmam (a.s): Mûsa’nın getirdiği alamet ve mucizeleri gördün mü? Acaba bunların haberleri Mûsa’nın ashabından güvenilir şahıslar vasıtasıyla size ulaşmadı mı?

Re’sul Calut: Evet.

İmam (a.s): Aynı şekilde, İsa bin Meryem’in de mucizeleri de mütevatir olarak sizlere ulaşmıştır. Öyleyse neden Mûsa’yı kabul ediyor da İsa’yı kabullenmiyorsun?

Re’sul Calut cevap veremeyince İmam tekrar devam etti: Muhammed (s.a.a)’in ve Allah tarafından gönderilen diğer peygamberlerin durumu da aynen böyledir. Bizim peygamberimizin mucizelerinden bazıları şunlardan ibarettir: Yetim ve fakirdi, ücretle çobanlık yapıyordu, okuma yazma öğrenmemiş ve bir öğretmenin yanına da gidip gelmemişti.

Bütün bunlara rağmen, peygamberlerin haberlerini harfi harfine anlatan bir Kur’an getirmiş, bundan öncekilerin ve kıyamete kadar gelecek olanların haberini vermiştir. Onların sırlarını ve evlerinde yapmış oldukları şeyleri dahi bildirmiştir, sonra sayılamayacak kadar mucizeler getirmiştir.

Re’sul Calut: Bizim yanımızda İsa ve Muhammed’in haberi doğrulanmamıştır ve doğrulanmayan bu olayları onaylamak ve iman getirmek bize göre doğru değildir.

İmam (a.s): Öyleyse İsa (a.s) ve Muhammed (s.a.a)’e tanıklık eden şahidin tanıklığı yalan mıdır?

Re’sul Calut yine cevap veremedi. Bunun üzerine İmam Hirbiz’il Ekber’i çağırarak şöyle buyurdu: Bana Zerdüşt’ten haber ver, onun peygamber olduğunu düşünüyorsun. Peki ama, peygamberliğini ispatlayacak delilin var mı?

Hirbiz: Zerdüşt, bize kendisinden öncekilerin getirmedikleri şeyleri getirdi. Kendisini görmedik ama, bizden öncekilerin vermiş oldukları haberlere göre başkalarının helal etmediği şeyleri bize helal etmiştir. Dolayısıyla biz de onu takip ediyoruz.

İmam (a.s): Size iletilen haberler vasıtasıyla onlara uymuyor musunuz?

Hirbiz: Evet.

İmam (a.s): Geçmiş ümmetlerde de aynen böyledir; peygamberlerin Mûsa, İsa ve Muhammed (s.a.a)’in dini hakkında olan haberler onlara iletiliyor, onlara iman etmemede mâzeretiniz nedir? Zira sizler Zerdüşt’e hiç kimsenin getirmediği mucizelerden dolayı mütevatir haberlere iman getirmişsiniz.

Hirbiz, bu sözleri duyunca donakaldı. Daha sonra İmam (a.s) orada bulunanlara hitaben şöyle buyurdu: Ey topluluk, eğer aranızda İslam’a muhalif olan biri varsa ve soru sormak istiyorsa hiç çekinmeden sorusunu sorsun.

Bu arada İmran-ı Sabbi (kelam alimlerinden) kalkarak şöyle dedi: Ey insanların alimi! Eğer soru sormak için davet etmeseydin sormayacaktım.

Ben Kûfe, Basra, Şam ve Ceziyre'ye yolculuk yaptım ve mütekellimlerle (kelam alimleriyle) görüştüm ama, tek olan birini -ki ondan başkasının vahid olamayacağı şekliyle- ispatlayacak kimseyi bulamadım. Acaba bana soru sorma izni veriyor musun?

İmam (a.s): Burada bulunan cemaat içerisinde İmran-ı Sabbi varsa, muhakkak sen olmalısın.

İmran: O benim.

İmam (a.s): Sor ey İmran, ama insaflı ol, bâtıl ve haktan uzaklaştıran sözlerden sakın.

İmran: Efendim, Allah’a yemin ederim ki, sadece kendisine yapışabileceğim ve ondan başkasının tarafına gitmeyeceğim bir şeyi bana ispat etmeni istiyorum.

İmam (a.s): İstediğin şeyi sor.

Bu arada mecliste kalabalık arttı ve halk iyice sıkışarak mecliste konuşanları dikkatlice dinlemeye koyuldu.

İmran: İlk vücuttan ve yarattığı şeyden bana bahseder misin?

İmam (a.s): Soru sordun, cevabını da dikkatle dinle; Vahid (bir tek vücut), beraberinde hiçbir şey olmaksızın ve hiçbir sınır ve araz olmadan her zaman mevcut idi ve her zaman da böyle olacaktır.

Sonra hiçbir örnek olmaksızın mahluku muhtelif boyutlarda onu başka bir şeyde karar vermemek, sınırlamamak, başka bir şeye benzeri olmayacak ve başka bir şeyin de ona benzeri olmayacak şekliyle yarattı.

Ondan sonra mahlukatı çeşitli şekillerde örneğin; halis, gayri halis, farklı, eşit, renk ve tatlar yönünden muhtelif ve aynı zamanda onlara hiçbir ihtiyacı olmayacak ve yine herhangi bir makam ve mevkiye yetişmek için onlara muhtaç olmayacak bir şekilde yarattı. Bu yaratılışta kendisinde bir eksiklik veya fazlalık görmedi. Ey İmran, bunları anlıyor musun?

İmran: Evet efendim, yemin ederim ki anlıyorum.

İmam (a.s): Ey İmran! Bunu bilmiş ol ki, eğer Allah yarattıklarını onlara ihtiyacı olduğu için yaratsaydı, sadece ihtiyacını karşılayacağı yaratıkları yaratır ve bu yaratıklarının birkaç katını yaratması da uygun olurdu. Çünkü, yardım edenler ne kadar çok olursa, yardım alan o kadar güçlü olur.

Ey İmran! Bu durumda ihtiyaçlar bitmezdi ve her şeyi yarattıkça diğer bir hacet onda icat olurdu (bir şeyi olup da diğer bir şeye ihtiyaç duyan insanlar gibi olurdu).

İşte bunun için diyorum ki, mahlukatı bir ihtiyaçtan dolayı yaratmadı; ama bu yaratışta ihtiyaçları bazılarından bazılarına intikal ettirdi ve üstün kıldığına hiçbir ihtiyacı olmaksızın ve aşağı kıldığından hiçbir intikam almaksızın bazılarını bazılarından üstün kıldı. İşte bu sebepten dolayı mahlukâtı yarattı.

İmran: Efendim, o mevcut kendiliğinden, kendi yanında belli miydi (kendisini tanıyor muydu)?

İmam (a.s): Bir şeyin tanınıp bilinmesi, başkalarından ayırt edilebilmesi ve varlığının sabit ve tanınmış olabilmesi içindir. Orada ona muhalif olacak bir şey yoktu ki onu belirtmekle o şeyi kendisinden nefyetmeye ihtiyaç duymuş olsun. Yani, bir tek mevcut olduğu için buna gerek yoktu. Anladın mı ey İmran?

İmran: Yemin ederim ki anladım efendim. Acaba bildiği şeyleri nasıl anlıyordu? Zamir vasıtasıyla mı, yoksa değişik bir yolla mı?

İmam (a.s): Onun ilmi zamir vasıtasıyla olursa o zamiri tanımak için belli bir sınır kararlaştırılmaz mı?

İmran: Kararlaştırılır.

İmam (a.s): Öyleyse o zamir nedir?

İmran sustu ve cevap vermedi.

İmam (a.s): Önemli değil, eğer senden bu zamiri başka bir zamir vasıtasıyla mı tanıyorsun, diye soracak olursam ve sen de evet dersen, kendi söz ve iddianı bâtıl etmiş olursun.

Ey İmran! Şunu bilesin ki Vahid (tek vücut), zamirle vasıflandırılamaz; onun için "yaptı" demekten başka şey denilemez. (nasıl-ne ile? diye sorulmaz) ve mahlukatta olduğu gibi onun hakkında yön ve cüzler düşünülemez. Bunları iyice anla ve doğru bildiklerini de bu esas üzere ayarla.

İmran: Efendim, bana onun hilkatinin sınırlarının niteliği, manaları ve çeşitleri hakkında haber verir misin?

İmam (a.s): Soru sordun, o halde dikkatlice dinle; onun hilkatinin sınırları altı kısım üzeredir: Hissedilir, ağırlıklı, görülebilir, ağırlıksız (ruh gibi) başka bir kısım görünür ama ağırlığı yoktur, hissedilmez, dokunulmaz, renk ve tadı yoktur; takdir (miktar), araz (özle ilgili bulunmayan), sûret, uzunluk ve genişliği de yoktur.

Amel ve hareket de onlardandır ki, eşyaları meydana getirir, onları halden hale sokar, artırır ve eksiltirler. Ama amel ve hareketler yok olur. Çünkü gerektikleri zamandan başka onlara ihtiyaç yoktur; iş tamamlandığı zaman hareket biter ama eseri kalır; aynen söz gibi kendisi gider fakat eseri kalır.

İmran: Efendim, eğer yaratıcı tek olur, ondan başkası ve beraberinde bir şey de olmazsa, mahlukatı yarattığı zaman değişikliğe uğramıyor mu?

İmam (a.s): Allah kadimdir (evvelden vardır), mahlukatı yaratmakla değişime uğramaz fakat, mahlukat onun değiştirmesiyle değişikliğe uğruyor.

İmran: Efendim, bizler onu nasıl ve neyle tanıdık?

İmam (a.s): Kendisinden başka bir şeyle tanıdık.

İmran: Ondan gayrisi kimdir?

İmam (a.s): Onun meşiyyeti, ismi, sıfatı ve buna benzer şeyler ondan gayridir; bunların hepsi hâdis, mahluk ve tedbir edilmiş (kararlaştırılmış) şeylerdir.

İmran: Efendim, o nedir?

İmam (a.s): O, gökyüzünde ve yerde yaratmış olduklarını hidayet eden bir nurdur. Onun vahdaniyet ve birliğini ispatlayıp açıklamaktan fazla senin benim üzerimde hakkın yoktur (ondan başka bir şeyle görevli değilim).

İmran: Efendim, Allah mahlukatı yaratmadan önce suskundu ama, mahlukatı yaratınca konuşmaya başladı öyle değil mi?

İmam (a.s): Bunun doğru olabilmesi için önceden nutuk ve konuşma olabilmeli ki, sonradan susmanın manası olabilsin. Bu aynen şuna benzer ki; lamba konuşandır ama, susmuştur denilsin; veya aydınlatıcıdan istenildiği yerde bizi aydınlatmak istiyor denilmez.

Çünkü ışık ve aydınlık lambanın işi veya özü değildir ama, lambadan başka bir şey de değildir. Bizlere ışık saçtığında bizi aydınlattı, biz de onunla aydınlandık diyoruz. İşte sen o ışıkla kendi işini görüyorsun.

İmran: Efendim ben, yaratıcının mahlukatı yarattığı zaman, halden hale geçtiğini ve değiştiğini zannediyordum.

İmam (a.s): İmkansız bir şey söyledin ey İmran! Yaratıcının bir halden bir hale geçebilmesi için onu değiştirecek bir şeyin olması gerekir. Ey İmran! Şimdiye kadar ateşin kendisini değiştirdiğini, hararet ve sıcaklığın kendisini yaktığını veya kendi bakışını gören birini gördün mü?

İmran: Hayır efendim, görmedim. Söyler misiniz, o mu yaratıkları içerisindedir yoksa yakatıkları mı onun içindedir?

İmam (a.s): O, bu gibi şeylerden münezzehtir; ne o yaratıkları içerisindedir, nede yaratıkları onun içindedir. O bu gibi sözlerden çok yücedir. Şimdi Allah’ın gücü ve kuvveti ile onu sana tanıtacağım.

Bana söyler misin, aynaya baktığında sen mi aynadasın yoksa ayna mı sendedir? Eğer hiç biri birbiri içerisinde değilse o zaman hangi şeyle aynayı kendine delil getiriyorsun ( kendini aynada görüyorsun)?

İmran:Benimle ayna arasında olan ışık ve nurla.

İmam (a.s): Acaba o aydınlığı gözünde gördüğünden fazlasıyla mı aynada görüyorsun?

İmran: Evet.

İmam (a.s): Öyleyse onu bize de göster.

İmran: ......

İmam (a.s): Ben bu nûru göremiyorum. Bu sende ve aynada olmadığı halde seni ve aynayı göstermekte yardımcı oluyor. Bu konunun daha fazla örnekleri de vardır ki, cahilin ona yolu yoktur. En yüce örnekler Allah’a aittir.

Daha sonra, İmam (a.s) Memun’a dönerek “Namaz vakti gelmiştir” buyurdular.

İmran: Efendim, kalbim yumuşamışken benim meselemi yarıda bırakmayın.

İmam (a.s): Namaz kılıp döneceğiz.

Sonra İmam ve Memun yerlerinden kalktılar. İmam (a.s) içeride, diğerleri de Muhammed bin Câfer’in imametinde dışarıda namaz kıldılar. Daha sonra İmam (a.s) meclise döndü ve İmran’ı çağırarak “Sorularını sor ey İmran!” diye buyurdu.

İmran: Efendim, Allah’ın birliği hakikatle mi yoksa vasıfla mı anlaşılır?

İmam (a.s): Vahidi (tekliği) icat eden Allah-u Teala önceden vârolan mevcudun aynısıdır. Onunla bir şey olmaksızın sürekli tekti; birdir ve ikincisi yoktur.

Ne mâlumdur, ne de meçhul; ne muhkemdir, ne de müteşabih; ne mezkurdur, ne de mensi (ne hatırlanandır, ne de unutulan). Ona kendisinden başka eşyalardan birisinin ismi verilecek bir şey de değildir; (özel) bir vakitte vârolup belli bir vakte kadar kalacak bir mevcut da değildir.

Ne bir şey vasıtasıyla ayakta durmuştur, ne de bir şeye kadar ayakta duracaktır. Hiçbir şeye dayanmadığı gibi, hiçbir şeyde de saklanmamıştır. Bunların hepsi mahlukatın yaratılmasından öncedir. Zira, kendisinden başka hiçbir şey yoktu. Ona taktığın her sıfat, bir takım hadis (yaratılmış) olan sıfatlar ve anlamaya sebep olan bir tercümandır.

Bilmelisin ki; ibdâ (icat etmek), meşiyet ve irade, üç isim olduğu halde manaları bir şeydir. Onun ilk ibdâ, irade ve meşiyeti, her şey de esas idrak edilen her şeye kılavuz ve her soruya açıklayıcı kılan harflerdir. Bu harfler vasıtasıyla hak bâtıldan, fiil mefulden ve mâna mânasızlıktan ayrılır. Bütün her şey, bu harfler üzerine toplanmıştır.

Harflere, yaratılışında kendilerinden başka sonu olan ve vücûdî bir mâna verilmemiştir. Zira onlar, icat edilerek yaratılmışlardır. Bu arada Allah’ın ilk fiili nurdur; ki onun kendisi de yer ve göklerin nurudur. İşte harfler bu fiilin sonucudur ve konuşmanın aslı bu harflerledir. Allah’ın yarattıklarına öğretmiş olduğu ibaretlerin hepsi otuz üç harftir, bunlardan yirmi sekiz tanesi Arapça’ya aittir. Yine yirmi sekiz harften yirmi ikisi Süryanî ve İbrânice’ye aittir.

Geriye kalan beş harf ise, çeşitli bölgelerde bulunan diğer acem dillerinde dağılmıştır. Bu beş harf, yirmi sekiz harften ayrılan harflerdir. İşte böylece harfler, otuz üç harf olmuştur. Bu beş harf, bazı sebeplerden dolayıdır ki söylediklerimizden fazla açıklanması caiz değildir. Sonra harfleri sayıp sayılarını sağlamlaştırdıktan sonra onları kendi fiili olarak karar verdi. Aynen Allah’ın şu buyruğu gibi: “Ol dedi, oluverdi.”

Burada “Ol” Allah’ın yaratmasıdır; onun vasıtasıyla yaratılan şey de mahluktur. Allah’ın ilk mahluku ibdâdır (yoktan vâr etmektir); onda ağırlık, hareket, işitilebilirlik, renk ve hissedilebilirlik yoktur. İkinci mahluku ise harflerdir; (onlarda da) ağırlık ve renk yoktur; işitilebilir ve vasfedilebilir bir mahiyettedirler ama, görülebilir bir kabiliyete sahip değillerdir.

Allah-u Teala’nın üçüncü mahluku ise dokunulur ve hissedilir mahiyetteki her şeydir; tadılabilme ve görülebilme özelliğine sahiptir. Allah Tebarek ve Teala ibdâdan öncedir. Zira ondan önce ve onunla beraber hiçbir şey yoktu. İbdâ da harflerden öncedir. Harfler kendilerinden başka bir şeye delalet etmezler.

Memun: Nasıl olur da kendilerinden başka bir şeye delalet etmezler?

İmam (a.s): Zira Allah-u Teala, onları mânadan başka bir şey için bir araya toplamaz (bir mâna teşkil etmeleri için birbirlerinin yanında toplar). Onlardan dört, beş, altı, daha çok veya daha az harfi bir araya getirdiği zaman önceden olmayan yeni bir mâna ortaya çıkar.

İmran: Biz bunu nasıl anlayabiliriz?

İmam (a.s): Bu konu şöyle açıklanabilir: Harfleri zikrettiğinde amacın onlardan başka bir şey değilse elif, bâ, tâ, sâ, cîm, hâ... diye tek tek zikreder ve sonuna kadar sayarsın. Böylece kendilerinden başka bir mâna bulamazsın. Ama, onları bir araya getirerek istediğin her hangi bir mâna için isim ve sıfat oluşturmak istersen kendi mâna ve sıfatlandırdığı şeye delalet ederler.

İmam (a.s): Söylediklerimi anladın mı?

İmran: Evet.

İmam (a.s): Bilesin ki sıfatlanansız sıfat, mânasız isim ve sınırsız da sınır olmaz. Bütün sıfat ve isimler, kemal ve vücûda delalet ederler. Sınırlar gibi; -üçer, dörder ve altışar da olduğu gibi-kuşatma ve kapsama delalet etmezler.

Zira Allah azze ve celle, isim ve sıfatlar vasıtasıyla tanınır; uzunluk, genişlik, azlık, çokluk, renk, ağırlık ve buna benzer sınırlamalarla idrak edilmez; bunlardan hiçbirinin Allah hakkında geçerliliği yoktur; mahlukat, onları tanımakla (bu sınırlar vasıtasıyla) Allah’ı tanımış olabilirler.

Ama Allah’ın sıfatlarıyla ona kılavuzluk edilir, isimleriyle idrak edilir ve yaratıkları vasıtasıyla ona delil getirilebilir; öyle ki, hakikat talep eden insan artık gözle görmeye, kulakla işitmeye, elle dokunmaya ve kalple kavramaya ihtiyaç duymaz.

Eğer isim ve sıfatları ona delalet etmeseydi mahlukatın ilmi onun mânasını idrak edemezdi. O halde mahlukat onun mânasına (özüne) değil, isim ve sıfatlarına ibadet etmiş olurlardı; eğer bu şekilde olmasaydı tapılacak tek vücut Allah’tan başkası olurdu. Zira onun isim ve sıfatları ondan başka bir şeydir, anladın mı?

İmran: Evet ey efendim! Daha fazla anlat.

İmam (a.s): Kalp gözleri kör ve sapık olan cahillerin sözlerinden sakın; onlar Allah-u Teala’nın ahirette sevap ve azap hususunda hesap sormak için hazır olduğunu, ama dünyada kulların itaat etmeleri ve ümitli olmaları için hazır olmadığını zannederler. Eğer Allah’ın hâzır olması onun için bir eksiklik ve aşağılık olsaydı ahirette de hiçbir zaman hâzır olmazdı. Ama böyle düşünenler şaşakalıp bilmedikleri yönden hakka karşı kör ve sağır olmuşlardır.

İşte şu ayet de buna işaret etmektedir: “Kim bu dünyada kör ise ahirette de kördür ve yol bakımından daha şaşkın bir sapıktır.” (İsra/72) Bu ayette körden maksat, hakikatleri görmekten kör olandır.

Akıl sahipleri biliyorlar ki ahirette olanlara delil getirmek, ancak bu dünyada olanlarla mümkündür. Kim onu kendi görüşüyle bilmek ve idrak etmek isterse, bu tutumuyla sadece ondan uzaklaşır. Zira Allah-u Teala, özellikle onun ilmini akıl eden, bilen ve anlayan kimselerin yanında bırakmıştır.

İmran: Efendim, bana ibdâın mahluk olup olmadığını anlatır mısınız?

İmam (a.s): Suskun bir mahluktur; (fakat) suskunlukla idrak edilmez. Hâdis olduğu için mahluk olmuş, Allah onu icat etmiş, sonuçta o da onun mahluku olmuştur. Allah ile onun arasında üçüncü bir şey yoktur. Allah’ın yaratmış olduğu şey, mahluk olmaktan dışarı çıkmaz. Yaratıkları ya suskun, ya hareketli, ya çeşitli, ya aynı, ya bilinen veya benzerdir.

Sınırlanabilen her şey Allah’ın mahlukudur. Bil ki hislerin sana bulduğu her şey, hislerle idrak edilen bir mânadır. Bütün hisler, Allah-u Teala’nın idrakında onun için karar kıldığı şeye delalet eder. Bunların hepsini kavrayış, kalpten (akıldan) kaynaklanmaktadır.

Yine şunu da bil ki; hiçbir takdir ve sınırlama olmaksızın ayakta duran o tek vücut, takdirli ve sınırlı bir mahluk yarattı. Yarattığı iki şey takdir ve mukadderdir. Bunlardan hiçbirinde renk, ağırlık ve tadılabilme özelliğine sahip bir şey yoktur.

Onlardan birini diğerlerinin idrak edilmesine vesile kıldı ve her ikisini de kendiliğinden idrak edilir bir şekilde kararlaştırdı ve kendi başına ayakta durabilen hiç bir şey yaratmadı. Çünkü böylelikle kendi varlığını ispatlamak istiyordu. Allah-u Teala eşsiz ve birdir; onu ayakta tutacak, ona yardım edecek ve koruyacak ikinci bir şey yoktur.

Ama mahlukat, Allah-u Teala’nın izni ve iradesiyle birbirini koruyorlar. Halk bu konuda ihtilafa düştü, hatta ne yapacağını şaşırdı ve hayrete kapıldı. Allah’ı kendi sıfatlarıyla vasıflandırarak karanlıktan karanlık vasıtasıyla kurtulmaya çalıştılar. Böylece haktan daha da uzaklaştılar.

Eğer Allah’ı kendi sıfatlarıyla ve mahlukatı da kendi sıfatlarıyla vasıflandırsalardı kavrayış ve yakîn ile konuşup ihtilafa düşmezlerdi. Ama içinden çıkamadıkları (şaşkınlığa kapıldıkları) şeyi talep edince karışıklığa ve içinden çıkılamaz bir keşmekeşe yakalandılar. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.
5
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI

İmran: Efendim, Allah’ın sizin vasıflandırdığınız gibi olduğuna şehadet ediyorum. Ama başka bir sorum kaldı.

İmam (a.s): Ne istersen sor!

İmran: Hekim (Allah) nerededir? Onu bir şey kuşatıyor mu? Bir yerden başka bir yere geçiyor mu veya başka bir şeye ihtiyacı var mı?
İmam (a.s): Ey İmran! Sorduğun şeyde iyice düşün; çünkü bu, halkın karşılaştığı en karışık meselelerden biridir. Aklı az ve ilmi olmayanlar bunu anlayamazlar ama, insaflı akıllılar onu anlamaktan aciz kalmazlar.

Birinci nokta şu ki, eğer Allah-u Teala mahlukatı onlara ihtiyacı olduğundan dolayı yaratmış olsaydı o zaman mahlukatına ihtiyacı olduğundan dolayı onlara doğru hareket ediyor, dememiz caiz olurdu. Ama Allah azze ve celle, hiçbir şeyi ihtiyacı olduğu için yaratmamıştır. Her zaman sabittir; ne bir şeydedir, ne de bir şeyin üzerindedir.

Ama yaratıklar, bazısı bazısını (ayakta) tutuyor, bazısı bazısına giriyor, bazısı da bazısından çıkıyor. Oysa Allah-u Teala, kendi kudretiyle bunların hepsini ayakta tutmaktadır; bir şeye girmez, bir şeyden çıkmaz, onları korumak onu yormaz, onları ayakta tutmaktan aciz olmaz.

Allah resullerinden, sırrını bilenlerden ve şeriatını koruyanlardan başka mahlukattan hiç kimse onun niteliğini anlayamazlar. Allah’ın emri bir göz kırpmak veya ondan daha çabuk bir zamanda uygulanır. Bir şeyi istediğinde ona sadece ol der, o da Allah’ın irade ve isteğiyle oluverir.

Mahlukatından hiçbir şey ona başka bir şeyden daha yakın olmadığı gibi, daha uzak da değildir. Ey İmran! Söylediklerimi anladın mı?

İmran: Evet efendim, anladım ve tanıklık ediyorum ki şüphesiz Allah-u Teala, senin açıkladığın ve birliğini vasfettiğin gibidir; yine tanıklık ederim ki Muhammed (s.a.a) onun hidayet ve hak dinle gönderilmiş olan kuludur.

İmran daha sonra kıbleye dönerek secde etti ve Müslüman oldu. Hasan bin Muhammed en-Nevfeli şöyle diyor: Diğer konuşmacılar aşırı cedel ehli olan ve o ana kadar da hiç kimsenin üstünlük sağlayamadığı İmran-ı Sabbî’yi bu şekilde görünce içlerinden hiç kimse İmam (a.s)’a yaklaşarak soru sorma cesaretini gösteremedi.

Derken akşam oldu. Memun ve İmam Rıza (a.s) kalkarak içeri gittiler ve halk da dağıldı.Ben cemaatten birkaçıyla beraberken Muhammed bin Câfer beni çağırttı. Yanına gittiğimde şöyle dedi: Ey Nevfeli, dostunun ne yaptığını gördün mü? Vallahi Ali bin Mûsa (İmam Rıza)’nın bu konulara musallat olduğunu zannetmiyordum.

Biz onu Medine’de kelamdan bahseden veya kelamcıların onun etrafına toplanan biri olarak tanımıyorduk. Ben şöyle cevap verdim: Hacılar onun yanına gelerek helal ve haramdan sorular sorarlar ve cevabını alırlardı. Bazen de hazretin yanına gelerek münazara eder ve tartışırlardı.

Muhammed bin Câfer: Ey Ebu Muhammed! Ben o adamın (Memun’un) İmam’a haset ederek zehirleyeceğinden veya başına herhangi bir bela getireceğinden korkuyorum. Ona bu gibi şeylerden sakınmasını söyle, dedi.

Ben ise: Sözümü kabul etmez; o adam İmam’ı imtihan etmek ve babalarının ilminden bir şeyler bilip bilmediğini öğrenmek istiyordu, dedim. Muhammed bin Câfer, İmam’a şunu söylememi istedi: Amcan bir takım şeylerden hoşlanmıyor ve bunlardan sakınmanızı istiyor.

İmam Rıza (a.s)’ın evine gittiğimde amcasının söylediklerini kendisine ilettim, gülümseyerek şöyle buyurdular: Allah amcamı korusun; onlardan neden hoşlanmadıklarını çok iyi biliyorum. İmam daha sonra hizmetçisine dönerek İmran-ı Sabbi’yi yanına çağırmasını emretti. “Sana feda olayım, dedim.

Ben onun şu anda nerede olduğunu biliyorum; o Şia kardeşlerimizden bazılarının yanındadır” İmam (a.s): önemli değil, ona bir binek verin, buyurdular. Ben de İmran’ın yanına giderek onu İmam’ın yanına getirdim. İmam (a.s) ona hoş geldin dedikten sonra elbise istedi ve üzerine giydirdi.

Bir binek hayvan ve hediye olarak da onbin dinar para verdi. Ben; sana feda olayım, tıpkı ceddin Emir’el Müminin gibi davrandın, dedim. İmam (a.s): Böyle olmayı seviyorum, buyurdular.

Sonra, akşam yemeğinin getirilmesini emretti. Beni sağına, İmran’ı da soluna oturttu. Yemekten sonra İmran’a şöyle buyurdu: Evine dön ve sabahleyin erkenden bize gel ki, sana Medine yemeğinden verelim.

Bu olaydan sonra, çeşitli gruplardan kelam alimleri İmran’ın etrafına toplanıyor, o da onların soru ve delillerini iptal ediyordu. Sonuç olarak ondan uzaklaştılar.

Memun ona onbin dirhem hediye etti, Fazl da mal ve binek bağışladı. Daha sonra İmam Rıza (a.s) onu Belha sadakalarının görevlisi yaptı.[29] Böylece büyük menfaatlere ulaştı.


13. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’IN HORASAN KELAM ALİMLERİNDEN SÜLEYMAN MERVEZÎ İLE MEMUN’UN HUZURUNDA TEVHİD HAKKINDA MÜNAZARASI

Hasan bin Muhammed Nevfelî’den şöyle naklediliyor: Horasan mütekellimi (kelam alimi) Süleyman Mervezî, Memun’un yanına geldi. Memun da ona saygı göstererek hediyeler verdi. Daha sonra şöyle dedi: Amcamın oğlu Ali bin Mûsa Rıza (a.s) Hicaz’dan yanıma kadar gelmiştir ve o, kelam ilmini ve mütekellimleri sever.

Bundan dolayı Terviye günü onunla münazara için yanımıza gelmende herhangi bir sakınca yoktur.Süleyman: Ey müminlerin emiri! Sizin meclisinizde ve Haşimoğulları cemaati huzurunda onun gibi bir şahsiyetten soru sormak istemiyorum; çünkü topluluk huzurunda benimle konuşurken ezik düşecektir (yenilecektir). Dolayısıyla onunla fazla tartışmam doğru olmaz!Memun: Ben, senin münazaradaki gücünü bildiğim için arkandan adam gönderdim.

Benim amacım, sadece onun bir delilini çürütmendir. Süleyman: Anlaşıldı ey müminlerin emiri! Bizleri karşı karşıya getir ve kendin şahit ol!Memun, İmam Rıza (a.s)’a haber göndererek şöyle dedi: Merv (Horasan) ehlinden kelam ilminde Horasan’da üstüne olmayan bir kişi yanımıza gelmiştir. Eğer size zahmet olmazsa ve herhangi bir mani yoksa yanımıza geliniz.

İmam Rıza (a.s) bu mesajı duyar duymaz abdest için kalktı ve bize “Siz benden önce gidiniz” buyurdular.İmran-ı Sabbi de bizimle beraber idi; hareket ederek Memun’un kapısına vardık. Yasir ve Halid elimden tutarak beni Memun’un yanına götürdüler. Selam verdiğim zaman Memun şöyle dedi: “Kardeşim Ebul Hasan nerededir? Allah onu korusun!”

Ben; “Biz geldiğimizde elbisesini giymekle meşguldü ve bize önce gelmemizi emretti” dedim. Daha sonra şöyle dedim: Ey müminlerin emiri! Dostunuz İmran da benimle birliktedir. Kapının arkasında bekliyor.

Memun: İmran kimdir? diye sordu. “Sizin vesilenizle Müslüman olan Sabbi’dir” dediğimde içeri girmesini emretti. İmran içeri girdi. Memun ona “Merhaba, hoş geldin!” dedikten sonra; “Ey İmran! Ölmedin de sonunda Haşimoğullarından mı oldun?” dedi.

İmran: Hamd o Allah’a ki, beni sizin vesilenizle şereflendirdi ey müminlerin emiri, dedi.Memun: Ey İmran! Bu Horasan mütekellimi Süleyman Mervezî’dir.

İmran: Ey müminlerin emiri! Bu, münazara yönünden Horasan’da tek olduğunu zannediyor. Kendisi de bedâ inancını inkâr ediyor.Memun: Neden onunla münazara etmiyorsun? İmran: Bu kendisine bağlıdır.

O sırada İmam Rıza (a.s) içeri girerek “Ne hakkında konuşuyorsunuz?” diye sordular.İmran: Ey Allah resulünün oğlu! Bu, Süleyman Mervezî’dir.Süleyman (İmran’a dönerek): Acaba Ebul Hasan’ın bedâ hakkında dediklerini kabul ediyor musun?

İmran: Evet, bedâ konusunda Ebul Hasan’ın sözlerini kabul ediyorum. Kendim gibi görüş sahiplerine delil göstermen için bana delil getirildiğinde kabul ederim.

Memun: Ey Ebul Hasan! Bunların bahsettikleri konu hakkında ne diyorsun?

İmam (a.s): Ey Süleyman! Neden bedâyı inkâr ediyorsun? Oysa Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “İnsan hiç düşünmez ki o hiçbir şey değilken daha önce biz yarattık onu.” (Meryem/67) Yine buyuruyor ki: “Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan odur.” (Rum/27) Yine buyuruyor ki: “Gökleri de eşsiz-örneksiz yaratan odur, yeryüzünü de.” (Bakara/117)

Yine buyuruyor ki: “O, yaratışta neyi dilerse çoğaltır.” (Fâtır/1) Yine buyuruyor ki: “İnsanı da balçıktan yaratmaya koyulmuştur” (Secde/7) Yine buyuruyor ki: “Bir başka bölük de var ki işleri Allah’ın emrine kalmış; o bunları ya azaplandırır veya tövbelerini kabul eder.” (Tevbe/106) Yine buyuruyor ki: “Ömür sürene ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır.” Fâtır/11)

Süleyman: Acaba bu konuda babalarınızdan size rivayet ulaştı mı?

İmam (a.s): Evet, Ebu Abdullah (İmam Sâdık)’tan şöyle bir rivayet bana nakledilmiştir: Allah-u Teala’nın iki gizli ve saklı ilmi vardır. Kendisinden başka hiç kimse onu bilemez. İşte bedâ da bu ilimden kaynaklanır. Diğer ilim ise, melekler ve peygamberlere öğrettiği ilimdir. Peygamberimizin Ehl-i Beyt’inin alimleri de o ilmi biliyorlardı.

Süleyman: Bu meseleyi Allah’ın kitabından açıklamanı istiyorum.

İmam (a.s): Allah-u Teala peygamberine şöyle buyurmuştur: “Artık yüz çevir onlardan, bundan dolayı da sen kınanmazsın.” (Zâriyat/54) Allah-u Teala önce onları helak etmek istedi, sonra"beda" hasıl oldu ve şöyle buyurdu: “Ve öğüt ver, gerçekten de öğüt, insanlara fayda verir.” (Zâriyat/55)

Süleyman: Size feda olayım, yine buyurun.

İmam (a.s): Babam, babalarından ve onlar da Allah resulünden şöyle rivayet etmişlerdir: “Allah-u Teala peygamberlerinden birine Falan padişaha, falan zamanda ruhunu alacağımı bildir, diye vahyetti. Peygamber de bu haberi padişaha bildirdi.

Padişah bu haberi duyunca dua etmeye ve yakarmaya başladı; öyle ki, oturmuş olduğu tahttan düştü ve Allah’a şöyle arz etti: “Allah’ım! Oğlumun büyüyüp işlerimi yapmasına kadar bana mühlet ver.”

Bunun üzerine Allah-u Teala peygamberine şöyle vahyetti: Padişaha git ve ecelini ertelediğimi ve ömrünü onbeş yıl uzattığımı bildir! Peygamber cevaben: Ey Rabbim! Benim şimdiye kadar yalan söylemediğimi biliyorsun, dedi. Allah (c.c) ona: Sen görevli bir kulsun, o halde bunu ona ilet; Allah yaptıklarından sorgulamaz, diye vahyetti.”

Daha sonra İmam (a.s) Süleyman’a dönerek: Bu konuda Yahudîlere benzediğini (onlar gibi düşündüğünü) zannediyorum.

Süleyman: Bundan Allah’a sığınırım; Yahudîler ne diyor?

İmam (a.s): Yahudîler, Allah’ın eli bağlıdır dediler. Bundan amaçları ise şu idi: Allah işini tamamlamış, artık hiçbir şey yaratmıyor. Buna karşılık Allah-u Teala da şöyle buyurdu: “Kendi elleri bağlanasılar! Söyledikleri söz yüzünden lânete uğrayasılar!

” (Mâide/64) Bazılarının babam Mûsa bin Câfer (a.s)’dan bedâ hakkında soru sorduğunu işittim. Babam şöyle buyurdu: “Halk bedâyı ve Allah’ın, bir grubun işlerini karara bağlamak için geciktirmesini nasıl inkâr edebilir?”

Süleyman: “Biz Kur’an’ı Kadir Gecesi indirdik.” (Kadir/1) ayetinin hangi konu hakkında indiğini anlatır mısın?

İmam (a.s): Ey Süleyman! Allah-u Teala bu gecede, bu yıldan gelecek yıla kadar olan hayat, ölüm, hayır, şer ve rızık gibi şeyleri takdir eder ve bu gecede takdir ettiği her şey, kati ve kesindir.

Süleyman: İşte şimdi anladım. Sana feda olayım, yine buyurun.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Bazı işler Allah’ın yanında onun idaresine bağlıdır. İstediğini ileri alır, istediğini geciktirir ve istediğini yok eder. Ey Süleyman! Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Allah katında olan ilim iki kısımdır; biri melek ve peygamberlerine öğretmiş olduğu ilimdir; bunlar gerçekleşir ve Allah kendisini, melek ve peygamberlerini yalanlamaz.

Allah katında olan diğer ilim ise gizlidir ve yarattıklarından hiç kimseye bildirmediği ilimdir. İşte bu ilimden istediğini ileri alır, istediğini geciktirir, istediğini yok eder ve istediğini gerçekleştirir.”

Süleyman Memun’a dönerek: Ey müminlerin emiri! Allah’ın izniyle bugünden itibaren bedâyı inkâr etmeyecek ve yalanlamayacağım.

Memun: Ey Süleyman! Ebul Hasan’a istediğin şeylerden sor ama, iyi dinle ve insaflı ol!

Süleyman (İmam’a dönerek): Efendim, soru sormama izin veriyor musunuz?

İmam (a.s): İstediğin şeylerden sor.

Süleyman: İradeyi tıpkı “Hay, Semî, Basir ve Kadir” gibi isim ve sıfat bilenler hakkındaki görüşünüz nedir?

İmam (a.s): Siz “Eşya yaratıldı ve birbirleriyle farklı oldu; çünkü Allah, onu öyle istedi ve irade etti” diyorsunuz. Ama “Eşya yaratıldı ve birbirleriyle farklı oldu; çünkü Allah “Semî” (duyan) ve “Basir” (gören)’dir demiyorsunuz. İşte bu, irade ve meşiyetin Semî, Basir ve Kadir gibi olmadıklarına bir delildir.

Süleyman: Şüphesiz o, sürekli (ezelden) Mürid (irade eden) idi.

İmam (a.s): Ey Süleyman! İradesi kendisinden başka bir şey midir?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Öyleyse Allah’tan başka bir şeyi onunla beraber ezeli (kadimi) olduğunu ispatladın!

Süleyman: Hayır, hiçbir şeyin onunla beraber ezeli olduğunu ispatlamadım.

İmam (a.s): İrade muhdes midir, sonradan mı meydana gelmiştir?

Süleyman: Hayır, muhdes ne demektir?!

Memun araya girerek Süleyman’a yüksek bir sesle şöyle dedi: Ey Süleyman! Onun gibi birisi aciz kalır mı? Onun gibi birisine büyüklük taslanır mı? İnsaflı ol! Etrafındaki görüş sahiplerini görmüyor musun? (Daha sonra İmam’a dönerek): Ey Ebul Hasan! Sözüne devam et; o Horasan alimidir!

İmam (a.s): Ey Süleyman! İrade hâdistir; çünkü ezeli olmayan her şey hâdistir ve hâdis olmayan bir şey ise ezeldir.

Süleyman: Allah’ın iradesi duyması, görmesi ve ilminin aynıdır.

İmam (a.s): Allah kendisini irade etti mi?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): Öyleyse Mürid (irade eden), Semî (duyan) ve Basir (gören) gibi değildir.

Süleyman: Aynen kendi sesini işittiği, kendisini gördüğü ve kendisini bildiği gibi kendisini de irade etmiştir.

İmam (a.s): “Kendisini irade etmiştir” derken neyi kastediyorsun? Bir şey olmayı mı irade etmiştir; diriliği, duymayı, görmeyi ve kadir olmayı mı irade kastetmiştir?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Acaba iradesiyle mi böyle oldu?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): Eğer kendi iradesiyle böyle olmamışsa o zaman diri olmayı, duymayı, görmeyi ve kadir olmayı irade etmesinin hiçbir manası yoktur.

Süleyman: Hayır, bunların hepsi kendi iradesiyle olmuştur.

Böyle çelişkili konuşunca Memun ve etrafındakiler güldüler. İmam (a.s) da güldü. Daha sonra şöyle buyurdular: Horasan mütekellimine yumuşak davranın (onu zorlamayın). Ey Süleyman! Sizin inancınıza göre Allah-u Teala bir halden başka bir hale geçmektedir. Oysa Allah bu gibi şeylerle vasıflandırılamaz.

Süleyman donup kaldı. Sonra İmam (a.s) şöyle devam etti: Ey Süleyman! Senden bir mesele sormak istiyorum.

Süleyman: Sana feda olayım, sorun.

İmam (a.s): Söyler misin, sen ve arkadaşların halk ile anladıklarınız ve bildikleriniz şeylerle mi, yoksa bilmediğiniz şeylerle mi konuşuyorsunuz?

Süleyman: Elbette ki anlayıp bildiğimiz şeylerle.

İmam (a.s): Halk, Mürid (irade eden)’in iradeden başka bir şey olduğu, müridin iradeden önce ve failin de mefulden önce olduğu kanısındalar. İşte halkın bu düşüncesi sizin “müritle irade aynı şeydir” şeklindeki sözlerinizi iptal edip çürütüyor.

Süleyman: Size feda olayım, bunlar halkın anlamasına ve bilmesine göre değildir.

İmam (a.s): Öyleyse marifet ve bilginiz olmadan ilim iddiasında bulunduğunuzu ve iradenin Semî ve Basir gibi olduğunu söylüyorsunuz. Böyle düşündüğünüz müddetçe inancınız akıl ve marifet esası üzere değildir.

Süleyman cevapsız kaldı.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Allah (c.c) cennet ve cehennemdeki her şeyi biliyor mu?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Acaba Allah-u Teala’nın gelecekte olacağını bildiği şeyler icat olacak mı?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Olacak şeyler olup bittiğinde ve onlardan hiçbir şey bâki kalmadığında acaba yine Allah-u Teala onlara bir şeyler mi ekleyecek, yoksa bu işten vaz mı geçecek?

Süleyman: Onlara ekleyecektir.

İmam (a.s): Senin sözüne göre, Allah-u Teala ilminde olmayan şeyleri olacak şeylere ekleyecektir. (Çünkü farz edilene göre, Allah-u Teala’nın gelecekte vârolacaklarını bildirdiği şeylerin hepsi artık vârolmuş ve geriye hiçbir şey bâki kalmamıştır.)

Süleyman: Sana feda olayım, eklenenin sınır ve sonu yoktur.

İmam (a.s): Eğer onların sınır ve sonu düşünülmezse o zaman sizin görüşünüze göre Allah-u Teala’nın ilmi, cennet ve cehennemde olacak şeyleri kuşatmıyor (onları bilmez). Eğer Allah’ın ilmi, cennet ve cehennemde olabilecek şeyleri kuşatmıyorsa o zaman onlarda olacak şeyleri onlar olmadan önce bilmeyecektir. Allah-u Teala bu tür söz ve inançlardan pek yücedir.

Süleyman: Benim, Allah’ın onlara karşı ilmi yoktur demem, onların belli bir sınırı olmadığındandır. Zira Allah-u Teala, onları ebedilikle vasıflandırmıştır. İşte biz bunun için onları sınırlandırmak istemedik.

İmam (a.s): Allah’ın onlar hakkındaki ilme sahip olması, onların sınırlılığını gerektirmez. Zira Allah-u Teala bunu bilerek onlara ekliyor ve eklediği şeyleri onlardan kesmiyor. İşte Allah-u Teala, kitabında şöyle buyuruyor: “Derileri yanıp eridikçe de azabı tatsınlar diye yerlerine tekrar tekrar deriler bitiririz.” (Nisa/56)

Cennet ehli için ise şöyle buyuruyor: “Bitmez-tükenmez bir bağıştır bu.” (Hud/108) Yine buyuruyor ki: “Ve birçok meyveler; ne kesilip eksilir ne de yasaklanır.” (Vâkıa/32-33)

Allah-u Teala bunu (eklenenleri) biliyor ve onları onlardan esirgemiyor. Acaba Allah-u Teala cennet ehlinin yeyip içtiği şeylerin yerine başka bir şey yaratıyor mu?

Süleyman: Evet, yaratıyor.

İmam (a.s): Acaba yeyilip içilenlerin yerine bıraktığı şeyleri onlardan kesiyor mu?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): İşte böylece cennette sarf edilen şeylerin yerine konan şeyler, artık onlardan kesilmeyecektir.

Süleyman: Hayır, onlardan kesilecek ve onlara bir şey eklenmeyecektir.

İmam (a.s): O zaman cennet ve cehennemde olan şeyler tükenip yok olacaklar. Ey Süleyman! Bu söz, ebediliğe ve Allah’ın kitabına aykırıdır. Zira Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Orada ne dilerlerse onlarındır ve katımızda daha fazlası da vardır.” (Kaf/35)

Yine buyuruyor ki: “Bitmez-tükenmez bir bağıştır bu.” (Hûd/108)

Yine buyuruyor ki: “Ve onlar oradan çıkarılacak değillerdir.” (Hicr/48)

Yine buyuruyor ki: “İçinde ebedi olarak kalacaklardır.” (Beyyine/8)

Yine buyuruyor ki: “Ve birçok meyveler; ne biter, ne de yasaklanır.” (Vâkıa/32-33)

Süleyman bir cevap veremedi. Daha sonra İmam (a.s) şöyle devam etti: Ey Süleyman! Söyle bakalım, irade fiil (iş) midir, yoksa fiilden başka bir şey midir?

Süleyman: Evet, fiildir.

İmam (a.s): Öyleyse hâdistir; çünkü bütün fiiller hâdistir.

Süleyman: İrade fiil değildir.

İmam (a.s): Öyleyse ezelden Allah ile birlikte başka şeyler de vardı!

Süleyman: İrade, inşa ve icattır.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Bu, sizin Zirar[30] ve ashabını kınadığınız sözün aynısıdır; Zira onlar şöyle diyorlar: “Allah’ın gökte ve yerde veya denizde ve karada yarattıkları örneğin; köpek, domuz, maymun, insan ve hayvan gibi, bunların hepsi Allah’ın iradesidir.

Allah’ın iradesi dirilir, ölür, yürür, yer, içer, evlenir, ürer, zulmeder, kötü işler yapar, kâfir olur ve şirk koşar.” Biz bu tür sözlerden uzağız ve onlarla düşmanız. İşte onun sınırı budur.

Süleyman: İrade aynen Semî, Basir ve ilim gibidir.

İmam (a.s): Yine ilk sözüne döndün! Söyler misin Semî, Basir ve ilim sonradan mı icat olmuştur?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): Öyleyse iradeyi neden nefyettiniz? Bir defasında; irade etmedi, bir defasında da irade etti dediniz ve iradeyi Allah’ın mefulü (yaptığı iş) bilmiyorsunuz.

Süleyman: Bu, aynen şuna benzer ki bazen biliyor diyoruz, bazen de bilmiyor diyoruz.

İmam (a.s): Bunlar aynı değillerdir. Zira bilinen şeyleri nefyetmek, ilmi nefyetmek değildir; oysa irade edileni nefyetmek, iradenin varlığını nefyetmektir. Çünkü eğer bir şey irade olunmazsa irade de olmamıştır.

Ama bazen bilgi olur fakat, bilinen olmaz. Bu aynen insanın görme özelliğine sahip olup görülecek bir şeyin olmamasına benzer. Bilgi vardır ama bilinen yoktur.

Süleyman: İrade icat edilmiştir.

İmam (a.s): O hâdistir; Semî ve Basir gibi değildir. Çünkü Semî ve Basir icat edilmemiştir. Ama irade icat edilmiştir.

Süleyman: İrade, Allah’ın ezeli olan bir sıfatıdır.

İmam (a.s): Öyleyse insan da ezeli olmaya layıktır. Çünkü insanın sıfatı ezelidir.

Süleyman: Hayır, çünkü o sıfatı onun kendisi oluşturmamıştır.

İmam (a.s): Ey Horasanlı! Yanlışın ne kadar çoktur! Acaba onun irade ve kelamıyla eşya yaratılmıyor mu?

Süleyman: Hayır.

İmam (a.s): Eğer Allah’ın irade, meşiyet (istek) ve emri ile değilse ve kendisi de onları yaratmamışsa o zaman bunlar nasıl icat oldular? Allah-u Teala bunlardan pek üstün ve münezzehtir.

Süleyman verecek bir cevap bulamadı.

İmam (a.s): Şu ayet hakkında ne diyorsun? “Bir şehri helak etmeyi irade edersek ileri gelenlerine emrimizi tebliğ ederiz. Buyruktan çıkar, orada isyana koyulurlar da azabı hak ederler. Biz de onları tamamıyla helak eder, orasını yerle bir ederiz.” (İsra/16) Buradaki iradeden amaç, Allah’ın iradeyi icat etmesi midir?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Eğer Allah-u Teala iradeyi icat etmiş olursa, o zaman senin “İrade Allah’ın kendisi veya ondan başka bir şeydir” şeklindeki sözün bâtıl olur. Çünkü Allah, kendisini icat etmiyor ve kendi halinden değişmiyor. Allah bundan pek yücedir.

Süleyman: Allah-u Teala onunla iradeyi icat etmeyi kastetmemiştir.

İmam (a.s): Öyleyse onunla neyi kastetmiştir?

Süleyman: Allah-u Teala herhangi bir şeyin fiilini kastetmiştir.

İmam (a.s): Vay haline, bu meseleyi ne kadar tekrarlıyorsun! İradenin hâdis olduğunu sana söyledim; herhangi bir şeyin fiil ve icadı, onun hâdis olduğunu (sonradan yaratıldığını) gösterir.

Süleyman: O zaman onun bir manası olmaz.

İmam (a.s): Size göre Allah, kendisini manasız bir şeyle (iradeyle) vasıflandırmıştır. Eğer iradenin ezeli veya hâdis manası olmazsa “Allah ezelden irade edendir” diye söylediğiniz söz bâtıl olmuş olur.

Süleyman: Amacım, iradenin Allah’ın ezeli fiillerinden olmasıdır.

İmam (a.s): Ezeli olan bir şeyin aynı anda hem meful, hem hâdis ve hem de ezeli olmasının mümkün olmayacağını bilmiyor musun?

Süleyman yine cevap vermekten aciz kaldı.

İmam (a.s): Önemli değil, sorunu tamamla.

Süleyman: İradenin Allah’ın sıfatlarından biri olduğunu söylüyorum.

İmam (a.s): Bu konuyu ne kadar tekrar ediyorsun! Allah’ın sıfatı hâdis midir, yoksa ezelî midir?

Süleyman: Hâdistir.

İmam (a.s): Allah-u Ekber! Öyleyse irade, Allah’ın ezelî sıfatlarından olsa dahi hâdistir ve Allah herhangi bir şeyi irade etmemiştir! Ezelî olan bir şey, meful ve mesnû olamaz.

Süleyman: Eşya irade değildir ve Allah herhangi bir şeyi irade etmemiştir.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Vesvese ediyorsun. Acaba Allah, yaratılmasını ve icat olmasını irade etmediği bir şeyi mi yarattı? Bu, ne yaptığını bilmeyen bir kimsenin sıfatıdır. Allah-u Teala bu gibi sözlerden münezzehtir.

Süleyman: Efendim, iradenin aynen Semî, Basir ve ilim gibi olduklarını size arz ettim.

Bu arada Memun söze karışarak: Yazıklar olsun sana ey Süleyman! Bu yanlış sözü ne kadar tekrarlıyorsun! Bunu bırak, başka konular seç; çünkü başka cevap veremiyorsun.

İmam (a.s): Ey müminlerin emiri! Bırak konuşsun, sözlerini kesmeyin; çünkü kendisinin haklı olduğuna dair delil getiriyor. Devam et, ey Süleyman!

Süleyman: İradenin aynen Semî, Basir ve ilim gibi olduklarını arz ettim.

İmam (a.s): Önemli değil, söyler misin iradenin sadece bir manası mı vardır, yoksa çeşitli manaları da var mıdır?

Süleyman: İradenin sadece bir manası vardır.

İmam (a.s): Öyleyse bütün iradelerin manası aynı mıdır?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Eğer bütün iradelerin manası aynı olursa kalkmakla oturmanın, yaşamla ölümün manası aynı olur. Eğer Allah’ın iradesi bir olursa hiçbir irade birbirinden önce ve farklı olamaz ve hepsi bir şey olur.

Süleyman: İradenin manaları birbirinden farklıdır.

İmam (a.s): Peki Mürid (irade eden) iradenin kendisi midir, yoksa başka bir şey midir?

Süleyman: Mürid, iradenin kendisidir.

İmam (a.s): Öyleyse size göre mürit muhteliftir; çünkü o, iradenin aynıdır.

Süleyman: Efendim, irade müridin aynı değildir.

İmam (a.s): O halde irade hâdistir. Böyle olmazsa Allah ile beraber başka birinin de olması gerekir. Bunu iyice anla ve sorularına devam et.

Süleyman: İrade Allah’ın isimlerinden biridir.

İmam (a.s): Acaba Allah kendisini bununla mı adlandırdı?

Süleyman: Hayır, o kendisini bununla adlandırmadı.

İmam (a.s): Öyleyse kendisini adlandırmadığı bir şeyle senin onu adlandırmaya hakkın yoktur.

Süleyman: Kendisini Mürid (irade eden) olarak vasıflandırmıştır.

İmam (a.s): Kendisini Mürid olarak vasıflandırması, kendisinin irade olduğunu veya iradenin onun isimlerinden olduğunu da bildirmek manasına gelmez.

Süleyman: Çünkü iradesi ilminin aynıdır.

İmam (a.s): Ey cahil! Allah’ın herhangi bir şeyi bilmesi, onu irade ettiği anlamına mı gelir?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Eğer onu irade etmezse bilgisinin olmadığını göstermez mi?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Bunu da nereden çıkardın? Allah’ın iradesinin, ilminin aynı olduğuna delilin nedir? Halbuki Allah bazen, her şeyi biliyor ama onu asla irade etmiyor. İşte şöyle buyuruyor: “Ve dilersek sana vahyettiğimizi senden de gideririz.” (İsra/86) Allah onu gidereceğini bilir fakat, hiçbir zaman onu gidermez.

Süleyman: Çünkü Allah işini tamamlamış ve elini ondan çekmiştir ve artık ona bir şey ekleyemez.

İmam (a.s): Bu söz Yahudîlerin sözüdür. O halde Allah, niçin şöyle buyurmuştur: “Çağırın beni, icabet edeyim size.” (Mümin/60)

Süleyman: Buna kadir olduğunu bildirmek istiyor.

İmam (a.s): Acaba Allah, vefa etmeyeceği (yerine getirmeyeceği) sözü mü vaadediyor? Öyleyse neden şöyle buyurmuştur: “Yaratışta neyi dilerse çoğaltır.” (Fâtır/1) Yine buyurmuştur ki: “Allah dilediğini bozar, dilediğini yazar ve kitabın aslı, esası onun katındadır.” (Râd/39) Acaba gerçekten Allah, elini işten çekmiş midir?

Süleyman sustu ve cevap vermedi.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Allah, insanın vârolacağını bildiği halde onu yaratmayı asla irade etmemiş olabilir mi? Ya da insanın bugün öleceğini bildiği halde onun bugün öleceğini irade etmemiş olabilir mi?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Öyleyse Allah, irade ettiği bir şeyin mi olacağını biliyor, yoksa irade etmediği bir şeyin mi?

Süleyman: Her ikisinin de vârolacağını biliyor.

İmam (a.s): O halde o, insanın aynı anda hem hayatta, hem de ölü olduğunu; hem ayakta, hem de oturduğunu; hem kör, hem de görür olduğunu biliyor. İşte bu, imkânsız bir şeydir.

Süleyman: Sana feda olayım, Allah bunlardan birinin olacağını biliyor.

İmam (a.s): Önemli değil, öyleyse hangisi vârolacak; irade ettiği mi, irade etmediği mi?

Süleyman: İrade ettiği.

İmam (a.s), Memun ve meclisteki alimler hep birlikte güldüler.

İmam (a.s): Hata ettin ve önceki sözünden döndün. Daha önce “Allah, insanın bugün öleceğini biliyor ama, onun bugün öleceğini irade etmiyor; mahlukatı yaratıyor ama, onları yaratmayı irade etmiyor” diyordun.

Sizin açınızdan irade etmediği şeyleri bilmek caiz olmadığına göre, demek ki sadece icat olmasını irade ettiği şeyleri biliyor!

Süleyman: Ben kısaca şöyle diyorum; irade ne Allah’tır, ne de Allah’tan başka bir şeydir.

İmam (a.s): Ey cahil! “İrade Allah değildir” dediğin zaman Allah’tan başka bir şey olduğunu kabul ediyorsun; “İrade Allah’tan başka bir şey değildir” dediğinde ise gerçekte onun Allah olduğunu kabul ediyorsun!

Süleyman: Allah herhangi bir şeyi nasıl yaratacağını biliyor mu?

İmam (a.s): Evet.

Süleyman: Bu, o şeyin önceden vârolduğuna delildir.[31]

İmam (a.s): İmkânsız bir şey söylüyorsun. Çünkü bir kişi usta olduğu halde bina yapmayabilir veya terzi olduğu halde dikiş yapmayabilir veyahut da bir şeyin yapılışını çok iyi bilebilir ama onu hiçbir zaman yapmaz.

Ey Süleyman! Acaba Allah, kendisinin tek olduğunu ve başka bir şeyle birlikteliğinin olmadığını biliyor mu?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Bu, kendisiyle birlikte herhangi bir şeyin olduğunu ispat ediyor mu?

Süleyman: Allah kendisiyle başka bir şeyin olmadığını ve kendisinin de tek olduğunu bilmiyor.

İmam (a.s): Sen bunu biliyor musun?

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Ey Süleyman! Öyleyse sen Allah’tan daha bilgilisin!

Süleyman: Bu imkânsızdır.

İmam (a.s): Sana göre Allah’ın tek olup onunla birlikte bir şeyin olmaması; Semî, Basir, Hekim ve Kadir bir şeyin olması imkânsızdır.

Süleyman: Evet.

İmam (a.s): Öyleyse Allah bilmediği halde nasıl kendisinin diri, tek, semî, basir, hekim, kadir, alîm ve habîr olduğunu haber veriyor? Senin bu sözün Allah’ı yalanlamak demektir. Allah (c.c), bu gibi sözlerden münezzeh ve yücedir.

Peki, yapmasını bilmediği bir şeyi nasıl yapmak istiyor? Usta, bir şeyi yapmadan önce onu nasıl yapacağını bilmezse o hakikatte şaşkına döner. Allah-u Teala bu gibi düşüncelerden pek yücedir.

Süleyman: İrade, güç ve kudretin kendisidir.

İmam (a.s): Allah-u Teala kesinlikle irade etmediği şeye dahi kadirdir. Böyle de olmalıdır ve bu kesindir. Çünkü Allah, şöyle buyuruyor: “Ve dilersek sana vahyettiğimizi senden gidermeye muktediriz.” (İsra/86) Eğer irade kudretin kendisi olsaydı, kudreti olduğundan dolayı onu gidermeyi irade etmiş olurdu.

Süleyman sustu, kaldı. O sırada Memun araya girerek: Ey Süleyman! Bu, Haşimilerin en alimidir, dedi ve daha sonra meclistekiler dağılmaya başladı.

Kitabın yazarı Şeyh Saduk şöyle diyor: Memun, İmam Rıza (a.s)’ın delil getirmekten aciz kalmasını ve münazarada mahkum olmasını çok arzu ettiğinden dolayı çeşitli fırka ve mezheplerin, dünyanın her yerinden tanıdığı ve duyduğu sapık alimlerini hazretle tartışmaya davet ediyordu. Onun bu çabası, imamın ilmi mevkisine olan kıskançlığı yüzündendi.

Ama İmam ile tartışan herkes onun üstünlüğünü itiraf ediyor, aleyhlerinde olan delillerini kabullenmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü Allah-u Teala, nurunu tamamlamayı ve hüccetine (İmam’a) yardımda bulunmayı irade etmişti.

Allah, kitabında şu şekilde vaadetmiştir: “Şüphe yok ki biz, elbette peygamberlerimize ve inananlara dünya yaşayışında da yardım ederiz, tanıkların getirileceği günde de.” (Mümin/51)

Allah, inananlarla hidayet imamlarını ve onları tanıyan ve dünyada oldukları müddetçe muhalifleri aleyhinde onlardan hüccet (delil) alan takipçilerini kastetmektedir. Allah, ahirette de onlara böyle davranacaktır. Şüphesiz Allah, verdiği vaade aykırı şey gerçekleştirmez, sözünden dönmez.



BÖLÜM 14

İMAM RIZA (A.S)’IN MEMUN’UN YANINDA ÇEŞİTLİ DİN VE MEZHEP ALİMLERİYLE YAPMIŞ OLDUĞU BİR BAŞKA TOPLANTI

İmam (a.s)’ın Ali bin Muhammed bin Cehm’e Peygamberlerin (a.s) Masumluğu Konusunda Verdiği Cevaplar:

1- Ebu Salt-i Herevî şöyle diyor: Memun, değişik İslam mezheplerinin alimlerini ve yine Yahudî, Hıristiyan, Mecusi, Sabii alimlerini, bir takım ilim ve kelam ehli kimseleri Hz. Rıza (a.s)’ın yanına topladığı sırada, mecliste soru sormaya kalkışan herkes, net bir şekilde gereken cevapları alarak boğazları tıkanmışçasına susup kaldılar. Son olarak Ali bin Muhammed bin Cehm ayağa kalkarak şöyle dedi:

- Ey Resulullah’ın torunu! Acaba siz peygamberlerin (a.s) masum olduklarına mı inanıyorsunuz?

İmam: Evet, inanıyorum.

İbn-i Cehm: Peki, o halde Allah-u Teala’nın şu ayetleri hakkında ne diyorsunuz: “Adem, rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp kaldı.” (Tâha/121), “Ve balık sahibi (Hz. Yûnus); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki, kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı.” (Enbiya/87), “Züleyha, Yûsuf’u kastetti ve Yûsuf da Züleyha’yı.” (Yûsuf/24), “Dâvud, anladı ki biz onu denemeden geçirdik.” (Sad/24)[32], “Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun.” (Ahzap/37)

İmam: Vay senin haline ey Ali (bin Cehm)! Allah’tan kork, kötülükleri peygamberlere nispet verme! Allah’ın kitabını kendi reyin ve görüşünle tevil etme. Allah-u Teala buyurmuştur ki: “Onun tevilini (yorumunu) Allah’tan ve ilimde derinleşenlerden başkası bilmez.” (Âl-i İmran/7)

Ama zikrettiğin ayetlere gelince, Allah-u Teala’nın Hz. Adem hakkındaki; “Ve Adem, rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp kaldı” şeklindeki buyruğuna gelince; şüphesiz Allah azze ve celle, Adem (a.s)’ı yeryüzünde hüccet ve beldelerinde bir halife olsun diye yarattı; onu cennet için yaratmadı.

Adem (a.s)’ın yapmış olduğu fiil yeryüzünde değil, cennette vuku bulmuştur.[33] Hz. Adem’in ismetinin (masumluk ve günahtan arı olmasının), Allah’ın takdirlerinin tamamlanması için yeryüzünde olması gereklidir. İşte yeryüzüne indirildiğinde ve Allah’ın hücceti ve halifesi olduğunda Allah-u Teala’nın şu sözüyle masum oldu: “Kesinlikle Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti.” (Âl-i İmran/33)

Sonra “Ve balık sahibi (Hz. Yûnus); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki, kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı” ayetine gelince; ayetteki “zanne” (sanmıştı) kelimesi, yakîn etti manasındadır. Yani, Allah’ın onu rızıkta sıkıntıya ve darlığa düşürmeyeceğine yakîn etti.

Ayetteki “len nakdira aleyh” cümlesi, “ona gücümün yetmeyeceğini zannetti” manasında değildir. Allah-u Teala’nın şu ayetini duymadın mı: “Ama ne zaman onu deneyerek rızkını kıssa...” (Fecr/16) Bu ayette “yekdira” rızkı kesmek anlamındadır. Eğer Yûnus (a.s) Allah’ın kendisi üzerinde kudreti olmadığını sanmış olsaydı kâfir olmuş olurdu.

Sonra Hz. Yûsuf (a.s) hakkındaki şu ayete gelince; “Züleyha Yûsuf’a meyletti ve Yûsuf da o'na.” Züleyha (Yûsuf’la) günah işlemeye meyletti; Yûsuf ise onu öldürmeye meyletti. Ancak Allah onu katle düşmesinden ve iffete aykırı işten korudu. Şu ayet: “Böylelikle biz ondan kötülüğü ve fuhuşu geri çevirmek için (ona delil gösterdik).” (Yûsuf/24) Bu ayette kötülükten maksat katletmek, fuhuştan maksat da zinadır.

Hz. Dâvud (a.s)’a gelince, sizin tarafta olanlar bu konuda ne diyorlar?

İbn-i Cehm: Diyorlar ki; Dâvud (a.s), mihrabında namaz kılmakta iken şeytan, kuşların en güzeli kılığında ona göründü. Dâvud (a.s) namazını bozarak kuşu yakalamak için ayağa kalktı. Kuş avluya çıktı, Dâvud (a.s) da onun arkasından dışarı çıktı, kuş daha sonra damın üzerine uçtu, o da damın üzerine çıktı.

Derken kuş, Urya bin Hannan’nın evine uçtu. Dâvud (a.s) kuşun gittiği yere bakınca gözü yıkanmakta olan Urya’nın hanımına ilişti; onu o halde görünce aşık oldu. Öte yandan Dâvud, Urya bin Hannan’ı bir savaşa göndermişti. Derken savaş komutanının Urya’yı Tabut’un[34] önüne geçirmesi için ona bir mektup yazdı. Komutan da Urya’yı öne geçirdi. Fakat o müşriklere galip oldu.

Bu durum Dâvud’a çok ağır geldi. Yine Urya’yı tabutun önüne geçirmesi için bir mektup daha yazdı. Komutan Uryayı tekrar öne geçirdi ve Urya da öldürüldü. Derken Dâvud (a.s) da onun hanımıyla evlendi.

Ravi diyor ki; İmam Rıza (a.s) eliyle alnına vurarak şöyle buyurdu: İnna lillah ve inna ileyhi raciûn! Siz Allah’ın peygamberlerinden birine namazı hafife almayı nispet verdiniz. Öyle ki, kuşun peşinden koşmak için namazını bozdu, diyorsunuz. Sonra da ona fuhşu nispet verdiniz, daha sonra da cinayeti!

İbn-i Cehm: Ey Resulullah’ın torunu! O halde Hz. Dâvud’un hatası neydi?

İmam(a.s): Vay haline! Dâvud (a.s), Allah’ın kendisinden daha bilgili birisini yaratmadığını sandı. Bundan dolayı Allah azze ve celle iki meleği onun yanına gönderdi. Derken onlar mihraba sıçrayarak (duvardan çıkıp Dâvud’un ibadet ettiği yere inerek) şöyle dediler: “..Biz iki hasımız. İçimizden birimiz, diğerinin hakkına tecavüz etmiştir, aramızda adaletle hükmet, hakkı aşıp adaletten çıkma ve bizi dosdoğru yola sevk et.

Şüphe yok ki şu, benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu var ve benimse bir tek koyunum; böyleyken onu da bana ver dedi ve konuşmamızda beni alt etti.” (Sâd/22-23) Burada Hz. Dâvud, acelede bulundu ve hakkında dava açılan kişinin zararına hükmederek şöyle dedi: “Senin koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle gerçekten de zulmetmiş sana.” (Sâd/24) Hz. Dâvud, (gerekli olduğu halde) iddiada bulunan şahıstan bir şahit ve delil istemedi.

Ayrıca aleyhinde iddia edilen şahısa “Bu konuda sen ne diyorsun?” diye de sormadı. İşte Hz. Dâvud’un hatası bu hakimlik usulü hakkındaki hata idi, sizin düşündüğünüz gibi değil. Allah-u Teala’nın şöyle buyurduğunu duymadın mı: “Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde halife kıldık, artık insanlar arasında adaletle hükmet ve dilediğine uyma.” (Sâd/26)

İbn-i Cehm: Ey Resulullah’ın torunu! Peki, Hz. Dâvud’un Urya ile olan hikâyesi nasıldır?

Hz. Dâvud (a.s)’ın zamanında, bir kadının kocası öldüğü veya öldürüldüğünde o kadın artık hiçbir zaman evlenmezdi. Allah (c.c)’ın, ilk olarak kocası ölmüş kadınla evlenmesini mübah kıldığı kimse Hz. Dâvud (a.s) idi. İşte Hz. Dâvud (a.s) Urya öldürüldüğünde iddeti geçtikten sonra onun hanımıyla evlendi. Urya hakkında halka ağır gelen şey, işte budur.

Ama Hz. Muhammed (s.a.a) hakkında Allah-u Teala’nın şu kelamına gelince: “Ve Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan korkuyordun ve Allah’tan korkman daha doğruydu, o daha layıktı buna.” (Ahzap/37) Allah-u Teala peygamberine, dünyadaki ve ahiretteki eşlerinin isimlerini ve onların müminlerin anneleri olduklarını o hazrete bildirdi.

O kadınlardan birisi Cehş kızı Zeyneb idi ki, o zaman Zeyd bin Harise’nin hanımıydı. Peygamber efendimiz, münafıkların; “Peygamber başkasının evinde olan bir kadını kendi eşlerinden sayıyor” dememeleri için onun ismini içinde saklayarak açıklamadı. Hazret, münafıkların böyle söyleyebileceklerinden çekindi.

Allah azze ve celle şöyle buyurdu: “Ve halktan korkuyordun, oysa Allah’tan korkman daha doğruydu.” Yani içinden bu sözün söylenmesinden korkuyordun.

Allah azze ve celle üç kimsenin dışında kullarından hiç kimseyi bizzat kendisi evlendirmemiştir; onlardan biri Hz. Âdem ile Havva’dır, diğeri Hz. Peygamber ile Zeyneb’tir ki, bu konu hakkında şöyle buyurmuştur: “Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, biz onu (Zeyneb’i) seninle evlendirmiş olduk.” (Ahzap/37) Üçüncüsü ise Hz. Fatıma (s.a) ile Hz. Ali (a.s)’dır.

Ravi diyor ki; Ali bin Muhammed bin Cehm, ağlayarak şöyle dedi: Ey Resulullah’ın torunu! Ben artık bugünden sonra sizin beyan ettiğinizin dışında Allah’ın peygamberleri hakkında bir şey söylememek üzere tövbe ediyorum.


15.BÖLÜM

PEYGAMBERLERİN MASUMLUĞU KONUSUNDA İMAM RIZA (A.S)’IN MEMUN’LA OLAN BİR BAŞKA OTURUMU

(15. Bölüm, Peygamber’in ismet sıfatını içeren bir rivayetten ibarettir. Burada daha önceki bölümlerde tekrarı olan kısımları zikretmeye gerek duymadık.)

Ali bin Muhammed bin Cehm şöyle diyor: Memun’un meclisine girdim, Hz. Rıza (a.s) da oradaydı. Memun İmam’a şöyle sordu:

“Ey Resulullah’ın torunu! Siz peygamberlerin masum olduklarını söylemiyor musunuz?”

İmam (a.s): Evet, söylüyorum.

Memun: Öyleyse Allah azze ve celle’nin şu sözünün anlamı nedir? “Gece olup karanlık basınca bir yıldız görmüş de, budur rabbim demişti.” (Enam/76)

İmam Rıza (a.s): Hz. İbrahim üç grubun içerisinde yer almıştı: Zühre (Venüs) yıldızına tapanlar, aya tapanlar ve güneşe tapanlar. Bu olay, onu sakladıkları yerden çıktığı zaman gerçekleşti. Gece olup karanlık onu sarınca Zühre yıldızını görerek inkâr ve imtihan etmek için “Bu benim rabbim midir?” dedi. Fakat yıldız kaybolunca “Ben kaybolup gidenleri sevmem” dedi.

Çünkü kaybolmak, sonradan oluşmuş yaratıkların özelliğidir; ezelî ve ebedî olanın özelliği değil. Yine, ayı (etrafa aydınlık saçarken) gördüğünde, imtihan etme amacıyla “Bu benim rabbim midir?” demiş, fakat o da kayboluverince şöyle demişti: “Eğer rabbim beni doğru yola eriştirmezse sapmışlar topluluğundan olurum.”

Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce ihbar ve ikrar üzere değil, sadece inkâr ve imtihan vechiyle: “Bu benim rabbim midir? Üstelik bu, aydan ve Zühre yıldızından daha büyüktür!” dedi. Ama o da kayboluverince yıldız, ay ve güneşe tapan üç gruba dönerek şöyle dedi: “Ey kavmim!

Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim; ben, şirk koşanlardan değilim.” (Enam/78-79)

İbrahim (a.s) bu sözleriyle, onlara dinlerinin bâtıl olduğunu açıklamak, Zühre, ay ve güneş gibi şeylere ibadet etmenin doğru olmadığını ve ibadetin sadece gökleri ve yeri yaratana has olduğunu ispatlamak istedi.

İbrahim (a.s)’ın kendi kavmine getirdiği deliller Allah-u Teala’nın ona ilham ettiği şeylerdendi. Nitekim Allah (c.c) buyuruyor: “Bu, İbrahim’e, kavmine karşı verdiğimiz kesin delilimizdir.” (Enam/83)

Memun: Allah sana çok hayır versin, ey Allah resulünün evladı! Şimdi bana İbrahim (a.s)’ın buyurmuş olduğu şu sözü açıklayınız: “Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilteceğini göster. Allah ona inanmıyor musun, deyince İbrahim; evet, inanıyorum ancak kalbimin tatmin olmasını istiyorum, demişti.” (Bakara/260)

İmam Rıza (a.s): Allah-u Teala İbrahim (a.s)’a şöyle vahyetti: “Ben kullarımdan kendime bir halil (dost) seçeceğim; eğer benden ölüleri diriltmemi istese onun bu isteğini kabul edeceğim.” İbrahim (a.s)’ın kalbine o halilin kendisi olduğu ilham oldu. Bu yüzden şöyle dedi: “Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” Allah-u Teala “İnanmıyor musun?” deyince şöyle dedi: “Evet inanıyorum, ama kalbimin tatmin olmasını istiyorum.”

Bunun üzerine Allah-u Teala şöyle buyurdu: “Öyleyse dört kuş tut, sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260) Derken, İbrahim (a.s) birer kerkenez, tavus, ördek ve horoz tuttu, sonra onları parçalayıp birbiriyle karıştırdı. Daha sonra karıştırılmış bu etlerden etraftaki on dağın üzerine bıraktı.

Sonra onların gagalarını da yanına alarak isimleriyle çağırdı. Yanına onlar için su ve yem de almıştı. (Ansızın gördü ki) kuşların parçaları birbirine doğru uçuştular ve bedenler tamamlandı ve her beden gelerek kendi boyun ve başına eklendi. Böyle olunca Hz. İbrahim (a.s) onların gagalarını elinden salıverdi, onlar da uçtular.

Daha sonra inerek yerde bulunan su ve yemden yeyip şöyle dediler: “Ey Allah’ın peygamberi! Sen bizleri dirilttin, Allah da seni diriltsin. İbrahim (a.s) da: Hayır, dirilten ve öldüren Allah’tır, o her şeye kadirdir, dedi.

Memun: Tebrik ederim sizi ey Ebul Hasan! Şimdi de bana Allah-u Teala’nın şu buyruğunu açıklayın: “Mûsa (düşmanlarından olan kişinin göğsüne) bir yumruk attı ve işini bitiriverdi; bu iş, şeytanın işlerindendir... dedi.” (Kasas/15)

İmam (a.s): Mûsa (a.s) akşam ile yatsı arası, halkın haberi olmadığı bir zamanda Firavun’un şehirlerinden birine girdi. Orada kavga etmekte olan iki kişi gördü. Onlardan birisi kendi taraftarlarından, diğeri de düşmanlarındandı. Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı yardım istedi.

Mûsa (a.s) da Allah’ın hükmüyle düşmanı olanın aleyhine hüküm verdi ve derken ona yumruk attı, o da öldü. Mûsa (a.s) bu işten sonra “Bu iş, şeytanın işidir” dedi. Mûsa’nın maksadı o iki kişi arasındaki kavgaydı, adamı öldürmesi değildi. “O, (şeytan) açıkça saptırıcı bir düşmandır.”

Memun: Peki, Mûsa’nın şu sözünün anlamı nedir: “Rabbim, ben kendi nefsime zulmettim, beni bağışla!” (Kasas/16)

İmam (a.s): Maksadı şuydu: Ben bu şehre girmekle kendimi uygun olmayan zor şartlar altında bıraktım. “Feğfir li”[35] cümlesi burada “Beni düşmanlarımdan gizle de bulup öldürmesinler” manasındadır. Allah-u Teala da onu mağfiret etti (buradaki tefsire göre onu gizledi). Çünkü o, örten ve rahmet edendir.

Mûsa (a.s) dedi: “Allah’ım! Bana verdiğin bu nimetten (yani, bir kişiyi bir yumrukla öldürebilecek güç) dolayı artık suçlu günahkârların destekçisi olmayacağım. Aksine, bu güçle razı olana dek senin yolunda cihat edeceğim.”

Hz. Mûsa, böylece o şehirde “Korku içinde (çevreyi) gözetleyerek sabahladı. Derken bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen kişi bir başkasına karşı onu (tekrar) çağırıyor.”

Mûsa ona dedi ki: “Sen gerçekten apaçık bir azgınsın.” Dün bir kişiyle kavga ettin, bugün de bir başkasıyla kavga ediyorsun, seni tedip edeceğim! O ikisinin düşmanı olanı tutmak istediğinde, diğeri aleyhinde sanıp “Ey Mûsa! Dün birisini öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.” dedi.(Kasas/19)

Memun: Ey Ebul Hasan, Allah seni peygamberleri tarafından mükâfatlandırsın! Öyleyse Mûsa’nın Firavun’a dediği şu sözünün manası nedir: “Ben o işi yaptığım zaman dallinden[36] (sapkınlardan) idim.” (Şuarâ/20)

İmam (a.s): Mûsa (a.s) Medyen’den Firavun’un yanına döndüğünde Firavun şöyle dedi: “Ve sen, yapacağın işi (cinayeti) de işledin, sen nankörlerdensin.” (Şuarâ/19) Hz. Mûsa dedi: “Ben o işi yaptım ama, o zaman şaşkınlardan idim, senin şehirlerinden birine girmekle şaşkındım (yolu kaybetmiştim). Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra rabbim bana hüküm (ve hikmet) verdi ve beni peygamberlerden kıldı.” (Şuarâ/21)

Allah azze ve celle, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a)’e de buyuruyor ki: “Seni bir yetim iken bulup da barındırmadı mı?” (Duhâ/6) Yani, seni yalnız bulup da halkı sana yöneltmedi mi? “Ve seni yol bilmez (veya şaşırmış bir durumda) iken doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duhâ/7) Yani sen, kendi kavmin içerisinde kaybolmuş ve tanınmaz durumda iken halkı seni tanımaya yöneltti.

“Bir yoksul iken seni bulup da zengin etmedi mi?” (Duhâ/8) Yani, senin duanı kabul ederek böylece seni zengin etti.

Memun: Aferin size ey Resulullah’ın evladı! Peki, Allah-u Teala’nın şu buyruğunun anlamı nedir: “Mûsa, tayin ettiğimiz vakitte gelip rabbi onunla konuşunca rabbim, demişti; bana görün de bakayım sana. Allah; beni asla göremezsin, dedi.” (Âraf/143) Nasıl oluyor da Kelimullah Mûsa bin İmran (a.s) Allah-u Teala’nın görülemeyeceğini bilemiyor ve ondan böyle bir istekte bulunuyor?

İmam (a.s): Kelimullah Mûsa bin İmran (a.s) Allah-u Teala’nın gözlerle görülebilecek olandan yüce olduğunu biliyordu. Fakat Allah-u Teala Mûsa ile konuşunca ve onu (kendisiyle) gizlice söyleşmek için yakınlaştırınca kavmine dönerek onlara Allah-u Teala’nın kendisiyle konuştuğunu ve onunla yakından münacat ettiğini haber verdi.

Mûsa’nın kavmi; “Senin duyduğun gibi biz de onun sesini duymadıkça sana inanmayacağız” dediler. Hz. Mûsa’nın kavminin nüfusu yedi yüz bin kişiydi. Onlardan yetmiş bin kişi seçti, sonra onların arasından yedi bin kişi seçti, sonra onların arasından yedi yüz kişi seçti ve son olarak onların arasından da yetmiş kişiyi rabbinin tayin ettiği vakit için seçti. Onları Sîna Dağı’na götürdü. Dağın eteğinde onları bekleterek kendisi yalnız başına dağa çıktı.

Allah-u Teala’dan kendisiyle konuşmasını ve onlara sesini duyurmasını diledi. Allah-u Teala da onunla konuştu ve topluluk Allah’ın konuşmasını yukarıdan, aşağıdan, sağdan, soldan, önden ve arkadan duydular. Çünkü Allah-u Teala ağaçtan ses çıkarttı ve o sesi her taraftan duyacakları şekilde yaydı.

Ama onlar şöyle söylediler: “Allah’ı apaçık görmedikçe duyduğumuz sesin Allah’ın sesi olduğuna inanmayacağız.” Böyle ağır bir söz konuşup azgınlık ve tekebbür gösterdiklerinde Allah-u Teala onlara bir yıldırım gönderdi de onları zulümlerinden dolayı yakalayıp öldürdü. Mûsa (a.s) dedi: Ey rabbim! İsrailoğullarının yanına döndüğümde onlar şöyle diyecekler: “Onları götürüp öldürdün mü? Çünkü Allah ile konuşman gerçek değildi!”

Böylece Allah-u Teala onları diriltip Mûsa ile gönderdi. Onlar yine dediler: “Sen eğer Allah’tan ona bakman için kendisini göstermesini istesen, o senin isteğini kabul eder ve sen onu gördüğün gibi, bize de onu anlatırsın; biz de Allah’ı gerektiği gibi tanımış oluruz.” Mûsa (a.s) cevaplarında şöyle dedi:

Ey kavmim! Allah (c.c) gözle görülmez, onun niteliği yoktur; ancak ayet ve nişaneleri ile tanınır.” Allah’tan bu dediğimizi istemezsen sana asla inanmayız, dediklerinde Mûsa (a.s) Allah’a şöyle arz etti: “Allah’ım! İsrailoğullarının dediklerini duydun. Sen onların yararına olanı daha iyi bilirsin.”

Bu sırada Allah, Mûsa (a.s)’a şöyle vahyetti: “Ey Mûsa! Onların istediklerini benden iste, seni onların cehaletinden dolayı sorgulamayacağım.” O vakit Mûsa (a.s) dedi: “Rabbim, kendini bana göster de bakayım!” Allah-u Teala da şöyle buyurdu: “Beni kesinlikle göremezsin. Fakat, şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse görebilirsin beni.”

derken rabbi dağa tecelli edince dağ, yerle bir oldu ve Mûsa bayılıp yere yığıldı. Kendisine gelince de; “Sen noksan sıfatlardan münezzehsin, sana tövbe ettim” dedi. (Âraf/143) “Tövbe ettim sana” yani, kavmimin bilgisizliğinden sana olan gerçek inanç ve bilgime döndüm. Kavmim içinde senin görülmediğine inananların ilki benim.

Memun: Allah hayrını bol etsin ey Ebul Hasan! Bana Allah-u Teala’nın şu ayeti hakkında bilgi veriniz: “Peygamberler, ümitlerini kesip tamamen inkâr edileceklerini zannettikleri zaman bizim yardımımız geldi.” (Yûsuf/110)

İmam (a.s): Yani peygamberler kendi kavimlerinden ümitlerini kesince ve kavimleri de peygamberlerini yalancı sanınca bizim yardımımız geldi.

Memun: Allah hayrını bol etsin ey Ebul Hasan! Bana Allah’ın şu ayeti hakkında bilgi veriniz: “Allah senin önceki ve sonraki günahlarını bağışlasın.” (Feth/2)

İmam (a.s): Mekke müşrikleri nezdinde Hz. Resulullah (s.a.a)’den daha günahkâr bir kimse yoktu. Çünkü onlar bîsetten önce üçyüz altmış puta tapıyorlardı. Resulullah (s.a.a) “lâ ilahe illallah” kelimesini söylemeye davet edince bu onlara çok ağır geldi. İşte bundan dolayı şöyle dediler: “İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey.

Onlardan önde gelen bir grup ‘Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) da kararlı olun; çünkü asıl istenen şey de budur’ diye çekip gitti. Biz bunu son dinlerin hiçbirinde duymadık. Bu, ancak bir yalan!” (Sâd/5-7)

Sonra Allah-u Teala, Mekke’yi Peygamberi için (s.a.a) fethedince şöyle buyurdu: “(Ey Peygamber!) Şüphe yok ki biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir.” Maksat, Mekke’nin fethidir. “Allah senin önceki ve sonraki günahlarını bağışlasın” ayetinden kasıt, yani “Mekkeli müşrikler nezdinde Allah’ın birliğine davetinle önceden ve sonradan telakki edilen günahları örtsün”dür.

Çünkü Mekke müşriklerinin bir kısmı Müslüman oldular, bir kısmı da Mekke’den dışarı çıktılar. Geri kalanlar ise Peygamber (s.a.a)’in halkı tevhide davet etmesine karşı gelebilecek yüksek bir güce sahip değillerdi. Böylece Peygamber (s.a.a)’in onlara galibiyetiyle onlar açısından günah sayılan şeyler de örtülmüş (kapanmış) oldu.

Memun: Allah hayrını bol etsin ey Ebul Hasan! Bana Allah-u Teala’nın şu buyruğu hakkında bilgi veriniz: “Allah seni affetsin, neden onlara izin verdin?” (Tevbe/43)

İmam (a.s): Bu ayet (Türkçe’deki söylenişiyle “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit!” kabilindendir.) Allah (c.c) zahirde peygamberiyle konuşmuştur ama, gerçekte onun ümmetini kastetmiştir. Şu ayet de öyledir: “Eğer şirk koşacak olursan amellerin hiç olur ve zarara uğrayanlardan olursun.” (Zümer/65) Yine, şu ayet de öyledir: “Sana sebat etme kabiliyeti vermeseydik and olsun ki birazcık onlara meyledecektin.” (İsrâ/74)

Memun: İçim rahatladı ey Resulullah’ın oğlu! Bana gizli olan şeyi açıkladınız. Allah-u Teala, peygamberler ve İslam’dan taraf seni mükâfatlandırsın.

Ali bin Muhammed bin Cehm şöyle diyor: Memun kalkıp namaza giderken mecliste bulunan Muhammed bin Câfer bin Muhammed (İmam Rıza’nın amcası)’in elinden tutarak onu da kendisiyle birlikte götürdü. Ben de onları izledim. Memun, ona: “Kardeşinin oğlunu nasıl buldun?” diye sordu. Muhammed bin Câfer de cevaben: “O Alimdir, ama onun hiçbir alim ile ilişkisinin olduğunu görmedik, dedi.

Onun bu sözü üzerine Memun şöyle dedi: Kardeşinin oğlu, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’indendir; öyle bir Ehl-i Beyt ki, Peygamber (s.a.a) onların hakkında şöyle buyurmuştur:

“Bilin ki Ehl-i Beyt’imin iyileri ve neslimin arınmışları, küçüklükte halkın en olgunları ve büyüdüklerinde de halkın en bilginleridirler. Onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın; çünkü onlar, sizden daha bilgilidirler. Onlar sizleri hidayetten çıkarıp dalalet kapısına sokmazlar.”

İmam Rıza (a.s) da kendi evine gitti. Sabah olunca İmam Rıza’nın yanına gittim, Memun’un ve İmam’ın amcasının sözlerini hazrete bildirdim. İmam gülerek şöyle buyurdu: Ey İbn-i Cehm! Ondan duydukların seni aldatmasın, o beni hile ile tuzak kurup öldürecek, Allah da benim için ondan intikam alacaktır.

Bu kitabın müellifi Şeyh Saduk şöyle diyor: Ali bin Muhammed bin Cehm’in, nasibî (Ehl-i Beyt’e küfreden) ve Ehl-i Beyt düşmanı olmasına rağmen ondan böyle bir hadisi nakletmesi garip (ilginç)’tir.[37]



Dipnotlar

-----------------------------

28- Resulullah (s.a.a)’ın bu mucizesi başka kitaplarda görülmemiştir.

29- İmam (a.s) veliahtlığı kabul ederken devlet işlerine karışmayacağını ve hiç kimsenin azlini ve atamasını yapmayacağını şart koşmuştu. Bundan dolayı İmran-ı Sabbî’yi sadaka toplama görevine ataması şüphelidir. Bu görevden maksat, İmam’a ait sadakaların toplanma görevi olabilir.

30- Zirar bin Amr el-Kadî, fasit akideye sahip olan bir Mûtezilîdir. (Lisan’ul Mîzan)

31- Süleyman, “Bir şeyi bilmek, onun vârolmasını gerektirir” görüşüne sahipti.

32- Eğer, ayetin devamından, “Rabbinden bağışlanma diledi” diye sonraki ayette de “O meseleyi onun için affettik” buyurulmuştur, bu da görünüşte bir günahın işlendiğini sonra Dâvud (a.s)'’n istiğfar ettiğini ve Allah’ın onu bağışladığını anlatıyor, denilecek olursa şöyle cevap verilir: İstiğfar etmenin kendisi bütün şeriatlarda başlı başına bir ibadettir.

Peygamber efendimiz her gün bolca mağfiret dilerdi ve Hazretin kendisi şöyle buyurmuştur: “Kalbim (halkın işleriyle meşgul olmasından dolayı) tozlanır, kararır. İşte bundan dolayı günde yetmiş kez istiğfar ediyorum.”

Hazretin istiğfardan kastı halkın işleriyle ilgilendiğinden dolayı tozlanan kalbini cilalandırmak ve Allah’tan gafil olmamak için o’ndan yardım dilemekti. Demek ki, istiğfarın ille de günah ile olması gerekmez, Allah’a yaklaşmak için de olabilir.

33- Cennetteki emir “irşadî emir” olduğu için Hz. Adem (a.s)’a herhangi bir sorumluluk yüklenmemiştir. Ve onun yapmış olduğu fiil Allah’ın emrine aykırı değildir.

34- Kur’an-ı Kerim’de Bakara sûresi 250. ayette “İsrailoğullarının Tabutu”na işaret edilmiştir. Nakledildiğine göre bu tabut, Hz. Mûsa (a.s)’ın annesinin onu içerisine bıraktığı, sonra da o hazretin ölüm zamanında levha, elbise ve nübüvvet alametlerini içerisine bırakarak vasi ve halifesi olan Yuşe bin Nûn’a verdiği sandığın aynısıdır.

İsrailoğulları bu sandıkla teberrük ederlerdi. Yine denilir ki, Hz. Mûsa hareket sırasında tabutu insanların önünde hareket ettirirdi, İsrailoğulları da onu ordunun önünde taşırdı. Yine nakledilen rivayete göre; tabuttan ileride yürüyen kimse ya öldürülüyor, ya da zafer elde ediyordu.

35- Şunu hatırlatmak gerekir ki, “gufran” kelimesinin asıl anlamı “örtmek”tir. “Igfir li” de “benim için ört” anlamındadır.

36- Arapça’da “dallin” bir kaç manadadır. Sapık, yolunu kaybetmiş vs. Bu ayetteki dallin kelimesi yolunu kaybetmiş manasındadır.

37- Bu hadisin senedi zayıftır. Çünkü Temim bin Abdullah Kureşî’yi Allame (r.a) kendi rical kitabında zayıf saymıştır. Ali bin Muhammed bin Cehm de nasibî ve Ehl-i Beyt düşmanıdır. Buna Şeyh Saduk’un kendisi de bölümün sonunda değinmiştir. (Gaffarî)


6
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI


16. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’IN ASHAB-I RESS HAKKINDAKİ SÖZLERİ[38]

Ebu Salt el-Herevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s), muhterem babaları vasıtasıyla İmam Hüseyin (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: “Hz. Ali (a.s)’ın şehadetinden üç gün önce Temim kabilesi eşrafından olan Amr adında birisi hazretin yanına gelerek Ashab-ı Ress hakkında şu soruları sordu: Ey Emirelmüminin! Ashab-ı Ress hangi zamanda yaşıyordu?

Bulundukları yer neresiydi? Hükümdarları kimdi? Allah-u Teala onlara bir peygamber göndermiş midir? Nasıl yok oldular? Kur’an’da onların zikrolunduklarını görüyor ama, onlarla ilgili bir haber görmüyorum.

Ali (a.s) cevaben şöyle buyurdular: Benden hiçbir kimsenin senden önce sormadığı bir konu hakkında soru soruyorsun. Benden sonra da bu konu hakkında hiçbir kimse sana benden duyduğunun dışında bir şey söylemeyecektir.

Allah’ın kitabında kendisini ve tefsirini dağda mı, ovada mı nazil olduğunu, gece ve gündüzün hangi saatinde indiğini bilmediğim hiçbir ayet yoktur. Şüphesiz burada (göğsünü göstererek) çok ilim vardır ama, onu arayanlar azdır. Beni kaybettiklerinde çok yakın bir zamanda pişman olacaklardır.

Ey Temimî! Onların hikâyesi şöyledir: Onlar “Şah-ı Diraht” diye adlandırılan bir çam ağacına tapıyorlardı. O ağacı Yafis bin Nuh “Dûşâb” denilen bir pınarın başına dikmişti. Bu pınar, tufanın ardından Hz. Nuh (a.s) için çıkmıştı.

Onlara Ashab-ı Ress denilmesinin sebebi de şu ki; onlar yeri kazarak evlerini yerin içinde yaparlardı (“ress” kazmak ve saklamak anlamındadır). Zamanları Dâvud oğlu Süleyman (a.s)’dan sonra idi.

Onların, dünyanın doğusunda vaki olan Ress adlı nehrin kıyısında on iki köyleri vardı. O nehir de onlardan adını almıştı. O zamanlar yeryüzünde o nehirden suyu daha çok ve daha güzel olan bir nehir ve o köylerden daha büyük, gelişmiş, güzel köy de yoktu. Onların adları şöyleydi: Âban, Âzer, Dey, Behmen, İsfendar, Ferverdin, Ordibeheşt, Hordad, Mordad, Tir, Mehr ve Şehriver.

Şehirlerinin en büyüğü ise İsfendar idi ki, padişahları orada yaşamaktaydı. O padişahın adı Terkuz[39] bin Gabur bin Yareş bin Sâzan bin Nemrut bin Kenan idi. Sonuncusu (Nemrut bin Kenan) İbrahim (a.s) zamanının Firavunu idi.

Yine o çeşme ve o çam ağacı da bu şehirdeydi. Her köye o çam ağacının meyvesinden bir tohum ekmişlerdi de yeşerip kocaman ağaç oluvermişti. O pınarın ve nehirlerin suyunu haram etmişlerdi. Ne kendileri içerdi, ne de hayvanlarına içirirlerdi. İçeni de öldürürlerdi.

Derlerdi ki: Bu bizim ilahlarımızın yaşam kaynağıdır, kimsenin ilahlarımızın yaşamından bir şey eksiltmeye hakkı yoktur. Oysa kendileri de, hayvanları da kıyısında köyleri bulunan Ress nehrinden su içmedeydiler. Yılın her bir ayında her köyde bir bayram kararlaştırmışlardı ki, köyün ahalisi toplanır köyün büyük ağacına nakışlı resimli ipek cibinlik asarlardı.

Sonra koyun ve sığırlar getirip ağaç için kurban keserlerdi. Kurbanlarının üzerine de odunlar döküp yakarlardı. Kurbanlıkların dumanı göğe yükselip gökyüzünü onların göremeyeceği derecede kaplayınca ağaca karşı secdeye kapanıp onlardan razı olması için ağlayıp sızlarlardı.

Şeytan da gelip ağacın dallarını sallayarak ağacın gövdesinden çocuk sesi gibi bir ses çıkararak yüksek bir sesle şöyle derdi: “Ey kullarım! Sizden razı oldum. Öyleyse rahat ve hoşnut olun!” derken onlar başlarını kaldırarak şarap içip ut ve tambur çalarak dans ediyorlardı. Gündüzü ve geceyi bu vaziyette devam ettirip dağılırlardı.

Acemler (Farslar) Âban ayı, Âzer ayı vs. ayların adlarını bu köylerin isimlerinden almışlardır. Çünkü o köylerin halkı birbirlerine: “Bu falan ayın bayramıdır ve bu da filan ayın bayramıdır” diyorlardı. Büyük köylerinin (İsfendar) bayramı gelince de büyüklü küçüklü herkes oraya toplanırdı.

Pınarın ve çam ağacının yanında oniki kapısı bulunan ve üzerinde çeşitli nakışları olan ipekten bir çadır kurarlardı. Her kapı bir köyün ahalisi içindi. Çadırın dışında çam ağacına secde ediyorlardı.

Ona kendi köylerindeki ağaçlar için kestiklerinin kat kat fazlasını kurban kesiyorlardı. Bu durumda İblis geliyor ve çamı hızlıca sallıyordu. Ağacın içinden yüksek sesle konuşuyor ve bütün şeytanlardan daha çok vade ve vaatlerde bulunuyordu. Onlar da başlarını secdeden kaldırıyor ve sevinçlerinin çokluğundan dolayı kendilerinden geçiyorlardı.

Şarap içmek ve müzikle uğraşmaktan konuşamayacak duruma geliyorlardı. Bu işi oniki gün, yani yıl boyunca yaptıkları bayramlar süresince devam ettirir ve sonra dağılırlardı.

Allah’ı inkâr edip Allah’tan başkasına ibadet etmeleri uzun sürünce Allah-u Teala onlara İsrailoğullarından, Yehûda bin Yâkub’un evlatlarından olan bir peygamber gönderdi.

O peygamber uzun süre onların arasında kalarak onları Allah’a ibadet etmeye ve onun rububiyetini tanımaya çağırdı. Ancak halk, ona uymadı. Peygamber de onların sapıklık ve dalalette haddi aştıklarını, hidayet ve kurtuluşa doğru davetini reddettiklerini görünce, onların büyük şehirlerinin bayramına katılarak şöyle dedi:

“Allah’ım! Senin bu kulların beni yalanlayıp seni inkâr etmekten başka bir şey yapmadılar. Yarın, hiçbir faydası ve zararı olmayan ağaca tapacaklar. Öyleyse onların bütün ağaçlarını kurut; kudret ve saltanatını göster onlara!”

Ertesi gün herkes kalktığında ağaçların tümünü kurumuş gördüler. Bu durum onları korkuttu. Acze ve ümitsizliğe kapılarak iki gruba ayrıldılar: Bir grup; “Kendisini yerlerin ve göklerin rabbi tarafından elçi gönderildiğini sanan bu adam, sizleri ilahlarınızdan döndürüp kendi ilahına yöneltmek için sizin ilahlarınıza büyü yaptı” diyordu.

İkinci grup ise; “Hayır, tanrılarınız bu adamı kendilerini kötüleyip onlar hakkında yersiz konuştuğunu, sizi onlardan başkasına ibadet etmeye çağırdığını görünce öfkelenmişler ve siz de öfkelenip bu adamdan onların intikamını alasınız diye güzellik ve değerlerini sizlerden gizlemişlerdir” dedi.

Böylece hep beraber onu öldürmeye karar verdiler. Bu iş için geniş ağızlı kurşun borular hazırladılar. Boruları nehrin dibinden suyun yüzeyine kadar künk (kanalizasyon boruları) gibi birbirine geçirdiler ve içinin (pınarın veya boruların) suyunu çektiler. Ardından onun dip kısmında dar ağızlı, derin bir kuyu kazıp peygamberlerini onun içine attılar ve o kuyunun ağzına büyük bir kaya koydular.

Daha sonra boruları sudan çıkararak şöyle dediler: “Şimdi ilahlarımız, onlara karşı kötü konuşan ve bizleri onlara ibadet etmekten men eden adamı öldürdüğümüzü ve onu kalbinin şifa bulması için büyük ilahımızın altına gömdüğümüzü görünce ümit ederiz bizden razı olurlar ve (böylece) yeşillik ve güzellikler de eskisi gibi bize geri dönmüş olur.”

Halk, gün boyunca peygamberlerinin iniltisini ve şöyle dediğini duyuyorlardı: “Ey mevlam! Yerimin darlığını ve nefesimin kesildiğini görmektesin. Güçsüzlük ve çaresizliğime rahmetip ruhumu çabuk al, duamın icabetini geciktirme!” Nihayet o (Allah’ın selamı üzerine olsun) öldü.

Bunun üzerine Allah-u Teala Cebrâil’e şöyle buyurdu: “Ey Cebrâil! Acaba sabrıma aldanan, gazabımdan kendilerini güvende hisseden, benden başkasına taparak peygamberlerini öldüren bu kullarım benim gazabım karşısında durabilecek veya hakimiyetim altından dışarı çıkabilecek bir güce sahip midirler? Nasıl kurtulabilirler?

Oysa, bana isyan eden ve azabımdan çekinmeyen kimselerden kendim intikam alacağım. İzzet ve celalime yemin ederim ki, onları bütün aleme bir ibret kılacağım!”

Allah-u Teala, onları o bayramlarında şiddetli kızıl rüzgârlarla korkuya düşürdü. Onlar tufanda şaşkınlığa uğrayıp vahşete kapıldılar. Birbirlerine sığınmaya başladılar. Daha sonra yer, ayakları altında yanmakta olan bir kibrit taşına dönüştü.

Siyah bir bulut da onlara gölge düşürdü. Üzerlerine kubbe şeklinde alevlenen bir ateş parçası attı. Bedenleri ateşte kurşun eriyiği gibi eridi.

Allah’ın gazap ve azabından yine ona sığınırız. La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.”

17 ve 18. bölümlerde İmam (a.s) Saffat/107 ayeti ve “Bu iki kurbanın evladıyım” hadisini açıklıyor.

19. Bölüm de İmamet ile ilgilidir. Ama 20. bölümde konu daha geniş ele alındığından, tekrar olmaması ve okuyucuya sıkıntı vermemesi için zikretmeye gerek duymadık.


20. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’IN MASUM İMAMIN SIFATI, İMAMETİ, FAZİLETİ VE RÜTBESİ HAKKINDAKİ SÖZLERİ

Abdulaziz bin Müslim şöyle diyor: Ali bin Mûsa-i Rıza (a.s) zamanında Merv’de idik. O şehre vardığımız ilk gün, yani Cuma günü merkez camiinde toplandık. Halk, imamet meselesini ve insanlar arasında bu konuyla ilgili pek çok ihtilafın olduğunu konuşup tartışıyordu.

Ben efendim ve mevlam İmam Rıza (a.s)’ın yanına varıp halkın konuştukları meseleyi kendilerine arz ettim. İmam (a.s) tebessüm ederek şöyle buyurdular: “Ey Abdulaziz! Halk cahil kalıp hileyle dinlerinden sapmış.

Allah Tebarek ve Teala dinini peygamberi için tamamlamadıkça ve içinde her şeyin beyanı olan Kur’an’ı ona indirip helal, haram, hudut, ahkâm ve ihtiyaç duyulan her şeyi tamamıyla açıklamadıkça peygamberinin ruhunu almadı.

Allah (c.c) şöyle buyurmuştur: “Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (Enam/38) Allah-u Teala, Resulullah (s.a.a)’ın ömrünün sonunda vaki olan Veda Haccı’nda şu ayeti nazil etti: “Bugün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım, size din olarak İslam’ı seçip beğendim.” (Mâide/3)

İmamet meselesi, dini tamamlayan ve onu kemale erdiren bir meseledir. Hz. Resulullah (s.a.a) vefatından önce, dinin nişanelerini ümmetine açıklamış, onun yollarını onlara izah etmiş, onları doğru yola iletmiş, Hz. Ali (a.s)’ı onlara bir imam ve kılavuz tayin etmiş ve halkın ihtiyaç duyduğu her şeyi açıklamıştır.

Kim Allah’ın kendi dinini kâmil etmediğini düşünürse gerçekte Allah’ın kitabını reddetmiştir; Allah’ın kitabını reddeden de kâfirdir. Acaba halk imametin kadrini ve ümmet arasındaki konumunu biliyor mu ki, onların bu konudaki seçimleri de doğru olabilsin?

İmametin, kadri ve değeri halkın kendi akıllarıyla ulaşabileceğinden veya kendi görüşleriyle anlayabileceğinden ya da kendi seçimleriyle bir imamı seçebileceğinden daha büyük; şânı daha ulu, makamı daha yüce, alanı daha engin, dibi daha derindir.

İmamet öyle bir makamdır ki, Allah-u Teala İbrahim (a.s)’ı nübüvvet ve halillik (Allah’ın dostu olma) makamından sonra üçüncü bir makam ve fazilet olarak onunla şereflendirip bu makamla onun adını yüceltmiştir.

Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Ey İbrahim! Ben seni insanlara imam kılacağım.” (Bakara/124) İbrahim (a.s) sevinçle “Benim zürriyetimden de mi?” dediğinde Allah-u Teala “Benim ahdim zalimlere ulaşmaz” buyurdu. Bu ayet kıyamete kadar her zalimin imametini iptal etmektedir.

Böylece imamet, ümmetin seçkinlerine mahsus kılınmış oldu. Sonra Allah (c.c) imameti Hz. İbrahim’in soyundaki seçkin ve temiz insanlara vererek ona ikramda bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: “Ve ona (İbrahim’e) İshak’ı armağan ettik, üstüne de Yâkub’u ve hepsini de salih kişiler kıldık ve onları kendi emrimizle hidayete yönelten önderler kıldık ve onlara hayırlı işleri; namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik ve onlar, bize ibadet eden kişilerdi.” (Enbiya/72-73)

İşte imamet böylece sürekli olarak onun neslinde bâki idi; Hz. Peygamber (s.a.a) onu miras alıncaya kadar daima asırdan asıra, nesilden nesile imameti birbirinden miras alıyorlardı. Allah-u Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “İbrahim’e gerçekten yakın olanlar, ona uyanlarla bu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah inananların dostu ve yardımcısıdır.” (Âl-i İmran/68)

Böylece imamet, Hz. Peygamber’e mahsus kılınmıştı. Hazret de onu Allah’ın emriyle -Allah’ın farz kıldığı şekilde- Hz. Ali (a.s)’ın uhdesine bıraktı; daha sonra bu makam onun, Allah’ın kendilerine ilim ve iman verdiği seçkin nesline intikal etti.”

Allah (c.c) onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Kendilerine ilim ve iman verilenlerse (kıyamet günü dünyada ve berzahta bir saatten fazla beklemediklerine dair yemin eden suçlulara cevap olarak) derler ki: Andolsun ki siz, Allah’ın kitabında (yazılı süre boyunca) diriliş gününe kadar (kabirde) yatıp kaldınız; işte bu dirilme günüdür.”

(Rum/56) Öyleyse bu (imamet), kıyamet gününe dek sadece Ali (a.s)’ın soyunda bâki kalacaktır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.a)’den sonra hiçbir peygamber yoktur. O halde bu cahil insanlar imamı (kendi reyleriyle) nasıl seçebilirler?

İmamet, peygamberlerin makamı ve vasîlerin mirasıdır. İmamet, Allah’ın ve Peygamber (s.a.a)’in hilafetidir; Emirülmüminin Ali (a.s)’ın makamı ve Hasan ile Hüseyin (a.s)’ın mirasıdır. İmamet dinin yuları, Müslümanların nizamı, dünyanın salahı ve müminlerin izzetidir.

İmamet, İslam’ın gelişen kökü ve yükselen dalıdır. İmamla namaz, zekât, oruç, hac ve cihat kâmil olur; ganimet ve sadakalar çoğalır; had ve hükümler uygulanır; hudut ve sınırlar korunur.

İmam Allah’ın helalini helal, haramını da haram kılar; şer’î hadleri (cezaları) icra eder, Allah’ın dinini savunur; hikmet, güzel öğüt ve kesin delillerle halkı rablerinin yoluna davet eder. İmam ufukta yer edinerek alemlere doğan bir güneş gibidir; öyle bir güneş ki, ne eller ona erişebilir, ne de gözler. İmam aydınlık saçan bir hilal, parlak kandil, doğan nurdur.

Karanlıkların ortasında, ıssız çölde ve engin denizlerde hidayet yıldızıdır. Susuzlar için tatlı bir su gibidir; doğru yola kılavuzluk eden ve tehlikeden kurtarandır. İmam, tepedeki ateş gibidir; soğuktan kaçıp ona sığınanı ısıtır, tehlikeli yerlerde kılavuzdur; kim ondan ayrılırsa helak olur.

İmam, çok yağmurlu bulut, sağanak yağmur, ışık saçan güneş, geniş yer, bol suyu olan pınar, su biriken büyük çukur (havuz) ve bahçe (gibi)’dir.

İmam, dost olan bir emin, şefkatli bir baba, ikiz kardeş ve zorluklarda kulların sığınağıdır.

İmam, Allah’ın yeryüzündeki emini (güvenilir kulu), kullarına hücceti, beldelerindeki halifesi, halkı Allah’a davet eden ve hürmetleri (korunması gerekli olan şeyleri) savunandır.

İmam, günahlardan arındırılmış ve ayıplardan tertemiz kılınmıştır; ilim ona mahsustur, sabırlı ve halimdir; dinin düzeni, Müslümanların izzeti, münafıkların öfkesi ve kâfirlerin yok olmasına sebep olandır.

İmam kendi zamanının eşsiz insanıdır, hiçbir kimse ona (derece ve fazilette) ulaşamaz, hiçbir alim onun dengi olamaz; onun bedeli, misli ve eşi bulunmaz. Bağışlayan Allah’ın fazlı ile hiçbir talep ve gayrette bulunmaksızın bütün faziletlerle özelleştirilmiştir (tüm üstünlükler ona verilmiştir). Öyleyse kim imamı tanıyabilir ve onu seçebilir?

Heyhat, heyhat! (Hayır. Asla! Asla!) Onun makamından bir makamı, faziletlerinden bir fazileti tarif etmekte akıllar sapmış, zihinler şaşkınlığa düşmüş, beyinler hayretler içerisinde kalmış, gözler yorulmuş, büyükler eziklik hissetmiş, hekimler hayrete düşmüş, akil insanlar küçülmüş, hatipler dilsiz kalmış, bilginler cahil duruma düşmüş, şairler usanmış, edipler acze düşmüş, fasihler yorulup güçsüzleşmiş, hepsi aczini ve güçsüzlüğünü itiraf etmiştir.

O halde onu bütünüyle anlatmak, künhünü vasfetmek, onun işlerinden bir şey anlamak ve onun yerine geçerek yerini doldurabilecek birini bulmak nasıl mümkün olabilir?! Hayır, bu mümkün müdür? Oysa imam yıldızlar gibi, kendisine ulaşmak isteyenlerin elinden ve vasfedenlerin vasfından uzaktır öyleyse halkın seçimi nerede, bu makam nerede; akıllar nerede ve bu makamı idrak etmek nerede?

Böyle bir şahsiyetin Resulullah (s.a.a)’ın hanedanının dışında bulunacağını mı zannediyorlar? Andolsun Allah’a ki, nefisleri onlara yalan söylemiş; bâtıl (söz ve düşünceler) onları boş arzulara düşürmüştür. Sonuç olarak, zor ve kaygan olan yüksek bir yere ayak basmışlardır. Ayakları kayarak oradan aşağı düşeceklerdir.

Zayıf, düşük, noksan akılları ve sapık görüşlerle imam tayin etmeye kalkışmışlardır. Hedeften uzaklaşmanın dışında bir sonuç elde edemeyeceklerdir. Allah onların canını alsın! Onlar nereye dönüp gidiyorlar?

Çok zor bir işe girişmişler; gerçeğe aykırı söz söylemişler, derin bir sapıklığa düşmüşler ve şaşkınlık içinde kalmışlardır. Çünkü onlar bilerek imamı terk ettiler; kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara süsleyip çekici kıldı. Böylece onları doğru yoldan alıkoydu. Onlar gören, basiret sahibi insanlardan da değillerdi.

Allah ve Resulünün seçiminden yüz çevirip kendi seçimlerini tercih ettiler. Oysa ki Kur’an, yüksek bir sesle onlara şöyle hitap etmektedir: “Ve rabbin dilediğini yaratır ve seçer; seçmek onlara ait bir hak değildir. Allah onların şirk koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir.” (Kasas/68) Yine şöyle buyuruyor: “Ne oldu size ki?

Nasıl hükmediyorsunuz? Yoksa size mahsus bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz? Onda; neyi beğenir-isterseniz sizindir, diye mi yazılı? Yoksa sizin için üzerimizde kıyamete dek sürecek bir yemin mi var ki, siz ne hüküm verirseniz mutlaka o sizin için olacak diye? Onlara sor, onlardan hangisi bunun savunuculuğunu yapacak?

Yoksa ortakları mı var? Doğru söylüyorlarsa ortaklarını da getirsinler.” (Kalem/36-41) Yine Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Ne diye Kur’an’ı iyice düşünüp taşınmazlar? Yoksa kalplerinde kilitler mi var?” (Muhammed/24) “Yoksa Allah kalplerini mühürlemiş de artık anlayamıyorlar mı? Yoksa duyduk dedikleri halde duymuyorlar mı? Şüphesiz ki yerde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıl erdirmez olan sağır ve dilsiz mahluklardır.

Allah, onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara duyururdu. Fakat duyursaydı da gene onlar arkalarını dönerek yüz çevirirlerdi.” (Enfal/21-23) “Ve derler; duyarız da karşı çıkarız!” (Bakara/93) “Hayır o ...Allah’ın lütfüdür, ihsânıdır, dilediğine verir onu ve Allah, pek büyük bir lütuf ve ihsan sahibidir.” (Hadid/21)

Peki, imamı nasıl seçebilirler? Oysa imam, cehaletten uzak bir alim, korkmayan bir yönetici; kutsallık, temizlik, ibadet, ilim ve kulluk madenidir. Peygamber (s.a.a)’in “Allah’ım, onu seveni sev” veya “Allah’ım, onlardan pislikleri gider” vb. duası sadece ona mahsustur. O, Betül’ün (Hz. Fâtıma’nın) tertemiz neslindendir.

Onun soy şeceresinde hiçbir kusur yoktur. Soy-sop sahibi hiç kimse onunla boy ölçüşemez. O Kureyş soyundan, Haşim boyundan ve Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’indendir. O, Allah tarafından razı olunmuş ve beğenilendir. Şereflilerin en şereflisidir, Abdumenaf neslindendir. Coşkun ilme ve kâmil hilme sahiptir.

İmamet işi için güçlü, siyaset bilen, itaati farz olan, Allah’ın emrini yürürlükte ve canlı tutan, Allah’ın kullarının hayrını isteyen ve Allah’ın dinini koruyan bir kimsedir. Allah (c.c), peygamberleri ve imamları (Allah’ın salâtı onlara olsun) delillerinde başarıya ulaştırır (veya ilham eder); başkalarına vermediği gizli ilim ve hikmetlerinden onlara verir, böylece ilimleri zamanlarındaki ilim ehlinin ilminden daha üstün olur.

Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Halkı gerçeğe sevk eden mi uyulmaya daha layıktır, doğru yola sevk edilmedikçe o yolu bulamayan mı? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Yûnus/35) Yine buyuruyor: “Ve kime hikmet ihsan edilmişse şüphe yok ki o, çok hayra nail olmuş demektir.

” (Bakara/269) Tâlut kıssasında da şöyle buyuruyor: “Şüphe yok ki Allah size onu seçti; onun bilgi ve vücut gücünü artırdı. Allah mülkünü istediğine verir. Allah’ın rahmeti boldur, her şeyi bilendir.” (Bakara/247) Resulüne de şöyle buyurmuştur: “...Allah’ın sana lütfü ve ihsanı pek büyüktür.”

(Nisa/113) Aynı zamanda Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i, itreti ve soyundan olan imamlar (a.s) hakkında da şöyle buyurmuştur: “Yoksa Allah’ın, lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir saltanat ihsan ettik. Böylece kimi ona inandı, kimi de ona sırt çevirdi. Çılgın ateş olarak cehennem yeter!” (Nisa/54-55)

Allah (c.c) bir kulu, kullarının işlerini yönetmek için seçtiğinde bu iş için onun göğsünü genişletir ve kalbine hikmet pınarları yerleştirir ve ona ilmi ilham eder. Artık ondan sonra hiçbir sorunun cevabında aciz kalmaz ve doğru olandan uzaklaşmaz. O, masum teyit edilmiş, muvaffak ve doğrudur; hata, sürçme ve kaymalardan emniyettedir.

Allah (c.c) onu, kullarına hüccet ve yaratıklarına şahit olması için böyle yaptı. İşte bu, Allah’ın lütuf ve ihsanıdır. Onu istediğine verir. Allah pek büyük lütuf ve ihsan sahibidir.

Acaba onlar böyle birini bulmaya kadirler mi ki, gelip onu seçebilsinler ve seçtikleri kimsenin bu özelliklere sahip olması mümkün mü ki, onu başkalarından öne geçirebilsinler? Beytullah’a andolsun ki, hakkı aşmışlardır. Allah’ın kitabını arkalarına almışlardır; sanki hiçbir şey bilmiyorlar.

Halbuki Allah’ın kitabında şifa ve hidayet vardır. Onu bir kenara bırakıp kendi heva ve heveslerine uymuşlardır. Bu yüzden Allah (c.c) onları yermiş, onlara gazap etmiş, helak etmiş ve buyurmuştur ki: “Allah’tan hidayet olmadan, kendi heva ve hevesine uyandan daha sapık kim vardır?

Allah zalimleri hidayet etmez.” Yine buyurmuştur ki: “Yüzüstü düşesiceler! (Allah) onların amellerini giderip boşa çıkarmıştır.” (Muhammed/8) Yine buyurmuştur ki: “Allah katında da bir nefrete ve buğza uğrarlar, inananlar katında da; işte Allah, her kibirli ve cebbar kişinin gönlünü böyle mühürler.” (Mümin/35)

Bu hadisi Muhammed bin Muhammed bin İsâm el-Kuleynî, Ali bin Ahmed bin Muhammed bin İmran ed-Dekkak, Ali bin Abdullah el-Verrak ve Hüseyin bin İbrahim bin Ahmed bin Hişam el-Müeddib (r.a) bana naklederek demişlerdir ki: Muhammed bin Yâkub-i Kuleynî bu hadisi Ebu Muhammed Kasım bin Âla’dan, o da Kasım bin Müslim’den, o da kardeşi Abdulaziz bin Müslim’den, o da İmam Rıza (a.s)’dan nakletmiştir.


21. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’IN HZ. FATIMA (A.S)’IN EVLENMESİ HAKKINDAKİ SÖZLERİ

1- Muhammed bin Sâbık şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) buyurdu: “Babam, babası Câfer bin Muhammed (a.s)’dan, o da babasından ve o da ceddinden İmam Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletti: Evlenmeye karar vermiştim ama, bu konuyu Peygamber (s.a.a)’e açmaya cüret edemiyordum. Bir süre bu mevzu gece gündüz hep aklımdaydı.

Nihayet bir gün Resul-u Ekrem’in huzuruna vardığımda hazret “Ya Ali!” diye buyurdular. Ben de: “Buyurun ey Allah’ın elçisi!” dedim. Resulullah (s.a.a); “Evlenmeye rağbetin var mı? diye sordu. Ben de cevaben: “Allah Resulü daha iyi bilir” dedim. Resulullah (s.a.a)’in Kureyş hanımlarından birini benimle evlendireceğini zannettim.

Fatıma (a.s) ile evlenme fırsatını kaçırmaktan endişeliydim. Hiçbir şeyden haberim olmadığı bir halde hazret beni yanına çağırdılar, ben de Ümmü Seleme’nin evinde huzurlarına vardım. Bana bakınca yüzü parladı (sevindi) ve tebessüm etti; öyle ki, dişlerinin parladığını gördüm. Hazret bana:

“Ey Ali, müjde! Allah (c.c) beni mahzun etmekte olan senin evlenme işini kendi üzerine aldı” diye buyurdu. Ben: “Bu iş nasıl oldu ey Allah’ın resulü, dediğimde şöyle buyurdular: “Cebrâil (a.s) cennet sümbülü ve cennet karanfili ile bana geldi ve onları bana verdi. Ben onları alıp kokladım ve Cebrâil’e; ey Cebrâil, bunun sebebi nedir, diye sordum.

Cebrâil şöyle dedi: Allah-u Teala cennette bulunan meleklere ve diğer cennet ehline bütün cennetleri; ağaç, nehir, meyve ve saraylarıyla beraber süsleyip donatmalarını emretti. Cennet rüzgârlarına çeşitli çeşitli güzel kokularla esmelerini emretti. Cennet hûrilerine de “tâ-ha”, tâ-sin” ve “hâ-mim-ayn-sin-kâf” ile başlayan sûreleri okumalarını emir buyurdu.

Daha sonra bir münadiye şöyle nida etmesini emretti: “Ey benim meleklerim ve ey cennetimin sakinleri! Şahit olun ki, Muhammed (s.a.a)’in kızı Fâtıma’yı, Ali bin Ebu Talib ile evlendirdim. Bu işten dolayı hoşnut ve razıyım; bu ikisi birbirlerinindir.”

Sonra Allah, melekler için de belagatta üstüne olmayan “Rahil” adlı meleğe bir hutbe okumasını emretti. O da yer ve gök ehlinin okuyamadığı bir hutbe okudu. Ardından bir münadiye şöyle seslenmesini emretti: “Ey benim meleklerim ve ey cennetimin sakinleri! Muhammed (s.a.a)’in habibi Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı ve Muhammed (s.a.a)’in kızı Fâtıma’yı tebrik edin.

Çünkü ben, onlara hayır ve bereket verdim.” Rahil; “Ey rabbim, dedi. Cennette ve katında gördüğümüzden başka onlara verdiğin bereket nedir?” Allah-u Teala şöyle buyurdu: “Onlara ihsan ettiğim bereketimden bazıları şudur ki, onları sevgim üzere bir araya topluyor ve yaratıklarıma hüccetim olarak kılıyorum.

İzzet ve celalime andolsun ki, onlardan öyle bir nesil ve evlatlar vücuda getireceğim ki, onları yeryüzünde hazinedarlarım ve hikmetimin madenleri kılacağım; peygamber ve resullerden sonra da onlarla yaratıklarıma delil göstereceğim.”

Öyleyse müjde ey Ali! Ben de Allah-u Teala’nın evlendirmesi üzerine kızım Fâtıma’yı seninle evlendirdim. Allah’ın onun için razı olduğuna ben de razıyım. Şimdi eşinin elinden tutuver ki, sen ona benden daha layıksın.

Cebrâil bana haber verdi ki cennet ve cennet ehli, sizi çok arzuluyorlar. Eğer Allah, sizin neslinizden halka hüccet karar kılmak istemeseydi cennet ve cennet ehlinin sizinle ilgili bu isteklerini kabul ederdi. Sen ne iyi bir kardeş, ne iyi bir dâmat ve de iyi bir dostsun! Allah’ın hoşnutluğu sana yeter.

Bu sırada Ali (a.s) şöyle dedi: “Allah’ım! Bana verdiğin nimete şükretmemi bana ilham et!” (Neml/19) Resul-u Ekrem de amin dedi.[40]”

Bu hadis (Arapça metindeki tarikle), diğer yolla da Hz. Ali bin Ebu Talib (a.s)’dan nakledilmiş, başlangıcında da şöyle denilmiştir: “Hazret buyurdu: Fâtıma (a.s) ile evlenmeye karar vermiştim ama, konuyu Peygamber (s.a.a)’e açmaya cüret edemiyordum...(hadisin sonuna kadar da aynı olarak devam eder).

Yukarıdaki hadisin bir başka rivayet yolu da var ki “Medinet’ül İlim” kitabında zikretmiştim.

2- Hüseyin bin Halid, İmam Rıza (a.s)’dan, o da muhterem babalarından ve onlar da Ali (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklederler: “Resulullah bana buyurdular: Ey Ali! Kureyş büyüklerinden bir kısmı Fâtıma’nın seninle evlenmesi konusunda beni kınadılar ve dediler: “Biz onu senden istedik ama, sen vermedin; tutup Ali ile evlendirdin!” Ben de onlara dedim ki; Allah’a andolsun, bu işi ben yapmadım.

Allah (c.c) onu size vermedi ve Ali ile evlendirdi. Cebrâil bana gelerek şöyle dedi: Ey Muhammed! Allah buyuruyor: “Eğer Ali’yi yaratmasaydım, Adem’den insanlığın sonuna kadar yeryüzünde kızın Fâtıma’ya eş olabilecek birisi bulunmazdı.”

Bu hadis (Arapça metindeki senetle) başka bir yolla da Ali bin Ebu Talib (a.s) vasıtasıyla Resulullah (s.a.a)’den nakledilmiştir. Bu konuda bana nakledilenleri “Mevlid-u Fâtıma” adlı kitapta yazmıştım.


22. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’DAN İMAN VE İMANIN TARİFİ

1- Ebu Salt Herevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) muhterem babaları vasıtasıyla Ali bin Ebu Talib (a.s)’dan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletti: “İman; kalple tanımak, dille ikrar etmek ve azalarla da amel etmekten ibarettir.”

2- Yine, başka bir senetle İmam Rıza (a.s)’dan, onun da babalarının dilinden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: İman kalple tanımak, dille ikrar etmek ve azalarla da amel etmektir.

3- Ebu Salt el-Herevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’a “İman nedir?” diye sorduğumda şöyle buyurdular: “İman; kalple inanmak, dille ikrar ve azalarla da amel etmektir. İman ancak bu şekildedir.”

4- Yine, başka bir senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da muhterem babaları vasıtasıyla Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “İman; kalple tanımak, dille ikrar etmek ve azalarla amel etmektir.”

5- Yine, başka bir senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babalarının dilinden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “İman; kalple tanımak, dille ikrar etmek ve azalarla amel etmektir.”

6- Muhammed bin Abdullah bin Tâhir de şöyle diyor: Babamın başı ucunda durmuştum. Ebu Salt-i Herevî, İshak bin Rahveyh ve Ahmed bin Muhammed bin Hanbel de oradaydılar. Babam onlara “Her biriniz bana bir hadis nakledin” dedi.

Ebu Salt şöyle dedi: Ali bin Mûsa er-Rıza (a.s) ki, gerçekten de ismi gibi hoşnut olunan ve beğenilen birisiydi, babası Mûsa bin Câfer (a.s)’dan, o da babası Câfer bin Muhammed (a.s)’dan, o da babası Muhammed bin Ali (a.s)’dan, o da babası Ali bin Hüseyin (a.s)’dan, o da babası Hüseyin bin Ali (a.s)’dan, o da babası Ali bin Ebu Talib (a.s)’dan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletti: “İman söz ve amelden ibarettir.”


23. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’IN İTRET VE ÜMMETİN FARKI ÜZERİNE MÜNAZARASI

Rayyan bin Salt[41] şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) Merv’de Memun’un meclisine hazır oldu. Mecliste Irak ve Horasan alimlerinden bir grup vardı. Memun mecliste bulunan alimlere; “Sonra kitabı, kullarımdan seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır/32) ayetinin anlamını bana söyleyin, dedi.

Alimler: Allah-u Teala bu ayette bütün ümmeti kastetmiştir.

Memun: Ya Ebel Hasan! Sizin görüşünüz nedir?

İmam (a.s): Onlarla aynı görüşte değilim. Bana göre Allah-u Teala bu ayette Peygamber (s.a.a)’in temiz itretini kastetmiştir.

Memun: Allah-u Teala nasıl ümmeti değil de sadece Peygamber (s.a.a)’in itretini kastetmiştir?

İmam (a.s): Eğer ümmeti kastetmiş olsaydı, onların hepsinin cennet ehli olmaları gerekirdi. Zira Allah (üstteki ayetin devamında) şöyle buyuruyor: “Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer. İşte bu, pek büyük bir lütuf ve ihsandır.

” Daha sonra hepsini cennet ehli olarak şöyle tanıtmıştır: “Ebedi olan Adn cennetlerine girerler, orada altın bileziklerle süslenirler.” (Fâtır/33) Bu nedenledir ki miras, tertemiz itrete mahsustur, başkalarına değil.

Memun: Tertemiz itret kimlerdir?

İmam (a.s): Onlar Allah-u Teala’nın kendi kitabında şu şekilde vasfettiği kimselerdir: “Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit ricsi (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.

” (Ahzap/33) Yine onlar, Resulullah (s.a.a)’in haklarında şu şekilde buyurduğu kimselerdir: “Ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyt’imi. Bilesiniz ki bu ikisi, havuzun başında bana gelinceye dek birbirlerinden ayrılmazlar.

Öyleyse benden sonra bu ikisi hakkında nasıl davranacağınıza dikkat edin. İnsanlar! Onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın. Zira onlar, sizden daha alimdirler.”

Alimler: Ey Ebul Hasan! Acaba “itret” dediğin “Âl”in kendisi midir, yoksa diğer kimseleri de kapsıyor mu?

İmam (a.s): Onlar “Âl”in ta kendileridirler.

Alimler: Resulullah (s.a.a)’den “Ümmetim benim Âl’imdir” diye nakledilmektedir. Ashap da inkâr edilmeyecek müstefîz (çeşitli kanallardan naklolunmuş) rivayette “Muhammed’in Âl’i, onun ümmetidir” demişlerdir.

İmam (a.s): Bana söyleyiniz; acaba sadaka (farz zekât) Âl-i Muhammed’e haram mıdır?

Alimler: Evet, haramdır.

İmam (a.s): Sadaka bütün ümmete de haram mıdır?

Alimler: Hayır.

İmam (a.s): İşte “Âl” ve “ümmet” arasındaki fark budur. Yazık sizlere! Nereye götürülüyorsunuz? Kur’an’dan yüz mü çevirdiniz? Yoksa haddi aşan bir kavim misiniz? Acaba veraset ve taharetin (miras ve tathirin) hidayet bulmuş seçkinler hakkında olup başkaları hakkında olmadığını biliyor musunuz?

Alimler: Ey Ebul Hasan! Bu konuyu neye dayanarak diyorsunuz?

İmam (a.s): Şu ayete: “Ve andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, soylarına da peygamberlik ve kitap verdik, öyle iken onlardan doğru yolu bulanlar var ve çoğuysa fasıktırlar.” (Hadid/26) Sonuçta, nübüvvet ve kitap mirası fasıklara değil, hidayet olmuşlara mahsus oldu.

Nuh’un rabbinden şöyle bir istekte bulunduğunu biliyor musunuz: “De ki: Rabbim, şüphe yok ki oğlum, ehlimdendir ve senin vaadin de doğrusu haktır. Sen de hakimlerin hakimisin.” (Hud/45) Bu dileğin sebebi şuydu ki Allah (c.c) ona, kendisini ve ehlini (ailesini) kurtaracağına dair vaatte bulunmuştu.

Rabbi de cevabında şöyle buyurdu: “Ey Nuh! O, kesin olarak senin ehlinden değil. Çünkü o, kötü bir iş yapmıştır. Artık bilmediğin şeyi isteme benden. Şüphe yok ki ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt vermedeyim.” (Hud/46)

Memun: Acaba Allah (c.c), itreti diğer insanlardan üstün mü kılmıştır?

İmam (a.s): Allah (c.c) itretin diğer insanlardan üstünlüğünü kitabında açıklamıştır.

Memun: Kur’an’ın neresinde?

İmam (a.s): Şu ayette: “Şüphe yok ki Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu seçti, alemlere üstün etti. Birbirlerinden türemiş bir soydur onlar ve Allah işiten ve bilendir.” (Âl-i İmran/33-34) Bir başka ayette de şöyle buyurmuştur: “Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar?

Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir saltanat ihsan ettik.” (Nisa/54) sonra bu ayetin ardından diğer müminlere hitap ederek şöyle buyurmuştur: “Ey inananlar! Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat edin” (Nisa/59) Yani kitap ve hikmetle birleştirdiği

(kitap ve hikmeti onlara miras olarak verdiği) kimselere itaat edin. İşte bu iki mirastan dolayı onlara haset edildi. Öyleyse şu ayetten: “Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk (saltanat) ihsan ettik” maksat, tertemiz olan seçkinlere itaat etmektir. Ayette mülkten kasıt da onlara itaat etmektir.

Alimler: Anlatınız bize; acaba Allah (c.c) seçkinleri kitabında açıklamış mıdır?

İmam (a.s): Allah-u Teala, bâtın hariç, zahirde de Kur’an’ın oniki yerinde seçkinleri açıkça beyan etmiştir. Bu, Kur’an’ın tefsirlerinin dışında kalan, bâtınında ve tevilinde olan miktardır.

Birinci ayet şudur: “En yakın akrabalarını (ve ihlas sahibi yakınlarını) korkut.” (Şuarâ/214) Bu ayet Ubey bin Kâb’ın kıraatinde böyledir (yani “ve ihlas sahibi yakınlarını” cümlesi de ilave edilmiştir).

Bu, Abdullah bin Mesud’un mushafında da sabittir. Allah-u Teala’nın bu ayette Hz. Peygamber’in Âl’ini kaydetmesi ve onu peygamberine zikretmesi (onlar için) yüksek bir makam, büyük bir fazilet ve yüce bir şereftir.

İkinci ayet de şudur: “Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten ricsi (her çeşit günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” (Ahzap/33) Bu ayet de katı düşmanın dışında kimsenin habersiz olmadığı ve inkâr etmediği bir fazilettir. Çünkü taharetten (tertemiz olmaktan) daha üstün bir fazilet düşünülemez.

Üçüncü ayet: Allah-u Teala yaratıklarından tertemiz olanları ayırdığında mübarek ayetinde peygamberine onlarla beraber mübahele (lânetleşme) yapmaya gitmesini emrederek şöyle buyurdu:

“Ey Muhammed! Artık sana gelen bunca ilimden sonra da gene bu hususta seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra da dua edelim ve Allah’ın lânetini yalancıların üstüne kılalım.”

(Âl-i İmran/61) Bu ilahi emirden sonra Resulullah (s.a.a) Ali, Hasan, Hüseyin, ve Fâtıma’yı (Allah’ın salâtı ve selamı onlara olsun) dışarı çıkarıp onları kendi yanına aldı. Ayette geçen “kendimiz” ve “kendiniz” ibaretinin anlamını biliyor musunuz acaba?

Alimler: Allah-u Teala onunla Peygamber’in kendisini kastetmiştir.

İmam (a.s): Yanıldınız; çünkü Allah-u Teala onunla Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı kastetmiştir. Bunun delillerinden birisi Resulullah (s.a.a)’in şu sözüdür: “Ya Velîaoğulları bu işlerinden vazgeçecekler, ya da kendim gibi birisini (onlara karşı koymak için) göndereceğim.” Yani Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı. Ayetteki “oğullar”dan kasıtsa Hasan ve Hüseyin (a.s)’dır.

“Kadınlar”dan kasıt da Fâtıma (s.a)’dır. İşte bu, hiç kimsenin o fazilette onlardan öne geçemeyeceği bir özelliktir. Hiç kimsenin o özellikte onlara ulaşamayacağı bir üstünlüktür ve hiçbir yaratığın o üstünlükte onları geçemeyeceği bir şereftir. Çünkü Hz. Peygamber, Ali’nin nefsini (kendisini) kendi nefsi saymıştır. Bu da üçüncü ayettir.

Dördüncü ayet: Peygamber (s.a.a) itretinin dışında herkesi camiden dışarı çıkardı. Bu duruma halk ve Abbas itiraz edip şöyle dediler: “Ey Allah’ın resulü! Neden Ali’yi bırakıp da bizi çıkardın?”

Resulullah (s.a.a) cevaben şöyle buyurdular: “Onu orada bırakıp sizi çıkaran ben değilim, bunu Allah (c.c) böyle yapmıştır.”[42] İşte bu söz, Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye buyurduğu “Ey Ali! Sen bana nispetle, Hârun’un Mûsa’ya olan nispeti gibisin” hadisini de aydınlatıyor.

Alimler: Bu mevzu Kur’an’ın neresinde geçiyor?

İmam (a.s): Bu konuda size Kur’an’dan delil getirip okuyacağım.

Alimler: Getirin!

İmam (a.s): Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Mûsa’ya ve kardeşine; Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın (onları kıbleye yöneltin)...diye vahyettik.” (Yûnus/87) Bu ayet, Hârun’un Mûsa’nın yanındaki ve Hz. Ali’nin de Peygamber (s.a.a)’in nezdindeki makamını beyan etmektedir.

Bununla beraber Peygamber (s.a.a)’in şu sözünde de (Ehl-i Beyt’inin üstünlüğüne dair) apaçık bir delil vardır: “Bu mescide Muhammed ve Âl-i Muhammed hariç, hiç kimsenin cünüp ve hayız olarak girmesi caiz değildir.”

Alimler: Ey Ebul Hasan! Bu beyan siz Ehl-i Beyt’ten başkası yanında bulunmaz.

İmam (a.s): Resulullah (s.a.a): “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır; ilim şehrini dileyen onun kapısından gelmelidir” buyururken bizim bu mevkiimizi kim inkâr edebilir?

Açıklayıp izah ettiğim sözlerdeki (mevcut olan) fazilet, şeref, üstünlük, seçkinlik ve temizliği inatçı düşmanlardan başka hiç kimse inkâr etmez. Bu makamdan dolayı Allah’a şükürler olsun. Bu da dördüncüsüdür.

Beşinci ayet: “Akrabalarının hakkını ver.” (İsra/26) Bu, aziz ve cebbar olan Allah’ın Ehl-i Beyt’e mahsus kıldığı bir özelliktir. Allah-u Teala onları bütün ümmetten seçkin kılmıştır. Bu ayet Resulullah’a nazil olduğunda Fâtıma (s.a)’yı yanına çağırdılar. Fâtıma (s.a) geldiğinde Resulullah (s.a.a): “Ey Fâtıma!” diye buyurdu.

Fâtıma (s.a); “Emredin ey Allah’ın resulü!” dedi. Resulullah buyurdular ki: “Şu Fedek, savaşsız elde edilen ganimetler arasındadır. Bu yüzden (Allah’ın hükmüne göre) bana aittir; başkalarının onda hakları yoktur. Şimdi Allah (c.c) emrettiği için onu sana bağışladım. Öyleyse onu kendin ve evlatların için al.” Bu da beşincisidir.

Altıncı ayet: Allah-u Teala’nın buyurmuş olduğu şu ayettir: “De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma sevgidir.” (Şûra/23) Bu, kıyamet gününe dek Peygamber (s.a.a)’e, bir de onun Âl’ine mahsus olan bir özelliktir; diğer kimselere değil.

Çünkü Allah-u Teala Kur’an’da Nuh (a.s)’dan şöyle dediğini naklediyor: “Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum; benim ecrim ancak Allah’a aittir ve ben, inananları kovacak da değilim.

Şüphe yok ki onlar, rablerine kavuşacaklar. Fakat ben, sizi cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum.” (Hud/29) Allah-u Teala Hud’dan da şöyle naklediyor: “De ki: Ey kavmim; ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim ancak beni yaratana ait, hâla akıl etmeyecek misiniz?” (Hud/51) Ama Allah-u Teala Peygamberi Muhammed (s.a.a)’e şöyle buyurmuştur: “De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, isteğim ancak yakınlarıma sevgidir.”

(Şûra/23) Allah (c.c) onların kesinlikle dinden uzaklaşmayacaklarını ve hiçbir zaman sapıklığa yönelmeyeceklerini bildiğinden dolayı onların sevgisini ve dostluğunu farz kılmıştır. Onları sevmenin farz olmasının diğer delili de şu ki; olabilir ki bir insan, birisini sever ama, ailesinden bazıları onunla düşman olduğu için onu tam kalpten, ihlasla sevemez.

Allah-u Teala da Resulullah’ın kalbinde müminlere karşı hiçbir kırgınlık olmasını istemediği için Resulullah (s.a.a)’in akrabalarının sevgisini müminlere farz kıldı. Öyleyse kim bu farza uyarak Resulullah (s.a.a)’i ve onun Ehl-i Beyt’ini severse Resulullah (s.a.a) artık ona kin beslemez; kim de bu vazifeyi terk edip ona amel etmez ve Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine kin güderse Resulullah (s.a.a)’in de ona kin gütmesi gerekli olur.

Çünkü böyle birisi, Allah’ın farz kıldığı şeylerden birini terk etmiştir. Şimdi bundan daha üstün veya bunun ayarında olabilecek herhangi bir fazilet ve şeref var mıdır?...

Yedinci ayet de şudur: “Şüphe yok ki Allah ve melekleri, salât ederler Peygamber’e. Ey inananlar! Siz de ona salât edin ve selam verin.” (Ahzap/56) Bu ayet nazil olduğunda halk; “Ey Allah’ın resulü! Sana selam vermeyi biliyoruz, fakat sana salât nasıl olur?” diye sordular. Resulullah (s.a.a) buyurdular ki, şöyle diyeceksiniz:

“Allahumme salli ala Muhammedin ve Âl-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahime ve ala Âl-i İbrahim, inneke hamidun mecîd” (Allah’ım! İbrahim’e ve Âl’ine salât ettiğin gibi, Muhammed ve Âl-i Muhammed’e de salât eyle. Şüphesiz sen hamit ve mecitsin.) Şimdi bu konuda ey cemaat, aranızda bu söz hususunda bir ihtilaf var mıdır?” Oradakiler hep birlikte “Hayır” dediler...

Memun: Andolsun ki, bu noktanın izah ve beyanının ancak nübüvvet madeninde olabileceğini anlamış oldum.

İmam (a.s): Sekizinci ayet de şudur: “Ve iyice bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin beşte biri, muhakkak Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın (yakınların)dır.” (Enfal/41) Allah-u Teala bu tarz beyanıyla yakınların (Peygamber (s.a.a)’in yakınlarının) payını, kendi payıyla Resulullah’ın payına yanaştırmıştır.

Bu da “Âl” ile ümmet arasında bir çeşit farklılıktır. Çünkü Allah-u Teala “Âl”i (Ehl-i Beyt’i) bir mevkide, diğer insanları da ondan aşağıdaki bir mevkide karar kılmıştır. Kendisi için beğendiğini onlar için de beğenmiştir ve bu konuda onları seçmiştir. İlk önce kendisinden başlamış, sonra peygamberini ve ardından da Peygamber (s.a.a)’in yakınlarını zikretmiştir.

Fey, ganimet vs. şeylerden kendisi için beğendiği şeyi onlar için de beğenmiştir. Nitekim (humus ayetinde) şöyle buyurmuştur: “Ve bilesiniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri, mutlaka Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın (yakınların)’dır.” (Enfal/41) İşte bu ayet, Allah’ın nâtık kitabında kıyamete kadar onlar için bâki kalacak vurgulanmış bir beyan ve eserdir.

O öyle bir kitaptır ki, “Bâtıl ona önünden de, arkasından da yaklaşamaz. (Çünkü) hüküm ve hikmet sahibi olan ve çok övülen (Allah) tarafından indirilmiştir.” (Fussilet/42)

Ama ayetin devamında zikredilen “yetimler ve yoksullar”a gelince; (onların durumları yakınlardan farklıdır; çünkü) yetimin yetimliği ortadan kalkınca (baliğ olunca) ganimetler hükümden (humus sahipleri sırasından) çıkar ve onun için bir pay olmaz. Yoksul da öyledir; o da zengin olduğunda ganimetlerden onun için bir pay olmaz, ganimeti almak da onun için helal değildir.

Ama “zilkurbâ”nın (yakınların) payı; ister zengin olsun, ister fakir, kıyamete dek onlar için sabittir. Çünkü Allah’tan ve Resulünden daha zengin olan bir kimse yoktur. Buna rağmen kendisi ve resulü için bir pay ayırmıştır. Kendisine ve resulüne beğendiği şeyi zilkurbâ (yakınlar) için de beğenmiştir.

Böylece fey (savaşmadan elde edilen mal) hakkında da kendisi ve peygamberi için isteyip razı olduğu şeyi zilkurbâ için de istemiştir. Nitekim, ganimette de onlar için pay ayırmıştır.

İlk olarak kendi hakkını, sonra resulünün hakkını, ardından da zilkurbânın hakkını zikretmiştir. Onların payını Allah ve resulünün payı ile birlikte saymıştır.

İtaat konusunda da durum aynıdır. Allah-u Teala buyurmuştur ki: “Ey inananlar! Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat ediniz.” (Nisa/59) Allah (c.c) bu ayette de kendisiyle başlamış, sonra peygamberini ve ardından da onun Ehl-i Beyt’ini zikretmiştir. Velayet ayetinde de durum aynıdır: “Sizin veliniz (yetki sahibiniz) ancak Allah’tır, onun resulüdür, namaz kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.” (Maide/55)

Allah-u Teala ganimet ve feyde, kendi payıyla Peygamber’in payını, onların payı ile birlikte zikrettiği gibi, onların itaat ve velayetlerini de Peygamber ve kendisinin itaat ve velayetiyle yanaştırarak birlikte zikretmiştir. Allah-u Teala’nın Ehl-i Beyt’e olan bu nimeti ne kadar da büyüktür.

Ama sadaka (zekât) meselesi geldiğinde Allah-u Teala hem kendisini, hem resulünü, hem de resulünün Ehl-i Beyt’ini ondan münezzeh kıldı ve şöyle buyurdu:

“Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevli olanlar, kalpleri (İslam’a) ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmışlar içindir.” (Tevbe/60)

Acaba bu söylenenler arasında Allah-u Teala’nın kendisi, resulü ve zilkurbâ (yakınlar) için bir pay zikrettiğini bulabilir misiniz? Tenzih etme sırası geldiğinde kendisini, resulünü ve resulünün Ehl-i Beyt’ini sadaka (farz zekât)’dan münezzeh kıldı; hatta sadakayı onlara haram bile etti. Çünkü sadaka Muhammed (s.a.a)’e ve onun Ehl-i Beyt’ine haramdır.

Sadaka (zekât), gerçekte insanların (malının) kiri olduğu için onlara helal değildir; zira onlar her çeşit kötülük ve kirden münezzeh kılınmışlardır. Allah-u Teala onları tertemiz kılıp seçtiğinde, kendisine beğendiği bir şeyi onlar için de beğendi ve kendisine beğenmediği bir şeyi onlar için de beğenmedi.

Dokuzuncu ayet: Biz Kur’an’ın buyurduğu zikir ehliyiz. Zira Kur’an şöyle buyurmuştur: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.” (Nahl/43) İşte zikir ehli bizleriz; o halde bilmiyorsanız bizden sorun.

Alimler: Allah bu ayetten Yahudî ve Hıristiyanları kastetmiştir.

İmam (a.s): Süphanallah! Böyle bir şey mümkün mü? Bu durumda onlar bizi kendi dinlerine çağırır ve “Bizim dinimiz İslam dininden daha üstündür” derler.

Memun: Ey Ebul Hasan! Onların dediklerinin aksini ispatlayacak bir açıklamanız var mıdır?

İmam (a.s): Evet; zikir, Resulullah (s.a.a)’dir ve biz de zikrin (onun) ehli (ailesi)’yiz. Bu konu Talak suresinde apaçık gelmiştir. Allah orada şöyle buyuruyor: “Artık çekinin Allah’tan ey aklı başında olanlar; ey iman edenler, andolsun ki Allah, size zikir olan bir peygamberi göndermiştir ki, Allah’ın apaçık ayetlerini okumaktadır size.”

Bu ayetteki zikir, Resulullah (s.a.a)’dir ve biz de onun ehli (ailesi)’yiz. Bu da dokuzuncusudur.

Onuncu ayet: Nisa suresindeki şu tahrim ayetidir: “Anneleriniz, kızlarınız ve kızkardeşleriniz... Size haram kılındı.” (Nisa/23) Şimdi söyleyiniz eğer şu an Resulullah (s.a.a) hayatta olmuş olsalardı, benim kızım ve oğlumun kızı yahut benim neslimden olan diğer kızlarla evlenmesi doğru olur muydu?

Alimler: Hayır, olmazdı.

İmam (a.s): Söyleyin bakalım, eğer Resulullah hayatta olsaydı sizin kızlarınızla evlenebilir miydi?

Alimler: Evet, evlenebilirdi.

İmam (a.s): İşte bunun kendisi, benim o hazretin Âl’inden olduğuma bir delildir, sizin değil. Eğer siz onun Âl’inden olsaydınız, benim kızlarımın o hazrete haram olduğu gibi sizin kızlarınız da ona haram olurdu. Demek ki ben, onun Âl’indenim, siz ise onun ümmetindensiniz. İşte bu, Âl ve ümmet arasındaki başka bir farktır. Çünkü Âl (Ehl-i Beyt), ondandır, fakat böyle olmadığına göre ondan değildir. Bu da onuncusudur.

Onbirinci ayet de Mümin suresinde bulunan şu ayettir: “Firavun ailesinden imanı gizlemekte olan mümin bir adam dedi ki: Siz, benim rabbim Allah’tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır.” (Mümin/28)

Bu adam Firavun’un dayısının oğluydu. Allah (c.c) onu soyundan dolayı Firavun’a nispet etmiştir, dininden dolayı değil. Böylece biz de doğum yönünden Hz. Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inden olduğumuzdan soy yönünden özelleştirilmişiz, ama din yönünden bütün insanlar gibi sayılmışız. Bu da Âl ve ümmet arasındaki diğer bir farktır. Bu da onbirincisidir.

Onikinci ayet de şudur: “Ve ehline namazı emret ve kendin de ona (namaza) karşı sabırlı ol.” (Tâha/132) Allah-u Teala bizi bu özellikle ayrıcalıklı saymıştır (üstün kılmıştır). Çünkü (bir defasında) bize ümmet ile beraber namazı emretmiş, daha sonra bize (Peygamberle birlikte namazı emrederek) üstün kılmıştır, ümmeti değil.

Resulullah (s.a.a) bu ayet nazil olduktan sonra dokuz ay boyunca her gün beş defa namaz vakitlerinde Ali ve Fâtıma (s.a)’nın kapısına gelerek şöyle buyurdu: “Namaza! Allah size rahmet etsin!” Allah-u Teala, peygamberlerin evlatlarından hiç kimseye, bize ikram ettiği derecede ikram etmemiştir; peygamberler ailesinden sadece bizi has kılmıştır.

Memun ve alimler: Allah bu ümmet tarafından siz Ehl-i Beyt’e hayır (mükâfat) versin. Biz müphem meselelerin gerekli açıklama ve izahını ancak sizin nezdinizde bulabiliyoruz.


DIPNOTLAR

-------------------------------

38- 16. Bölüm tarihtir ve toplumda kötü amel işlemenin ilahi gazaba sebep olacağını belirtiyor.

39- Ebul Futuh tefsirinde “Terkun bin Amur bin Navuş bin Şaven bin Nemrut bin Kenan” diye geçmektedir. (bkz: c.8, s.273)

40- Muhammed bin Sâbık, Ehl-i Beyte bağlı olmayan Sünnî biridir. Ahbarî (hadislere kayıtsız şartsız ve tevile, tatbike gerek görmeden bağımlı olan grup). Böyle kimselerin Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyt hakkında naklettikleri menkıbelere de fazla güvenemeyiz. Gerçi Saduk (r.a) “Emalî” adlı eserinde bu hadisi başka bir tarik (senet) ile de nakletmiştir ama, orada da hadisin ravileri meçhuldür.

Ancak, her hâlükârda hadisi şöyle yorumlayabiliriz: Hazret bu hadiste Fâtıma (s.a)’nın düğününün melekût alemindeki tecelli ve görkemliliğini anlatmıştır. Çünkü Fâtıma (s.a)’nın düğünü, görünüşte çok sade ve basit yapılmıştı. Halk bu sadeliği Peygamber (s.a.a)’in bu düğünü önemsemediğine yorumlamışlardı. Eğer hadis uydurma değilse düğünün melekûti şeklini beyan etmiştir.

41- Hadisin senedinde yer alan Ali bin Hüseyin bin Şazeveyh el-Mueddib meçhul bir şahıstır (meşhur rical kitaplarında ismi geçmemiştir). Yine hadisin senedinde yer alan Câfer bin Muhammed bin Masrur’un da durumu (güvenilir olup olmadığı) belirsizdir.

42- Başlangıçta Mescid-i Nebî’nin yapısı öyle bir şekildeydi ki ashaptan bazılarının evlerinin kapısı mescide açılıyordu ve bazı vakitler onlar cünüp olarak mescide girip oradan dışarı çıkıyorlardı. Halbuki cünüplü halde Mescid-i Nebî’nin içinden geçmek bile caiz değildir. Bu yüzden Resulullah (s.a.a), Ali (a.s)’ın kapısı hariç mescide açılan bütün kapıları kapattırdı. Bu olay tarihte “Sedd-i Ebvab” diye geçer.

Dikkat edilmesi gereken bir başka mevzu da şudur: Peygamber (s.a.a)’in amcası Abbas, bu olay sırasında daha Müslüman olmamıştı, Mekke’de yaşıyordu. Hadiste geçen Abbas, ya yanlışlıkla bir başka kelimenin yerine yazılmış veyahut da Abbas, bir başkasının ismi olarak burada kayda geçmiştir.


7
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI


24. BÖLÜM

BİR ŞAMLININ MÜMİNLERİN EMİRİ HZ. ALİ (A.S)’A SORDUĞU SORULAR

(24. Bölüm iki hadisten oluşmaktadır. Bazı isim ve meselelerin açıklamalarıyla ilgilidir ve hadisin de sahih bir senedi bulunmadığından zikrini gerek görmedik.)

25. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’DAN ZEYD BİN ALİ HAKKINDA NAKLEDİLENLER

İbn-i Ebi Ebdun babasından şöyle naklediyor: Zeyd bin Mûsa bin Câfer Basra’da kıyam edip Beni Abbas’a ait evleri yakınca yakalanıp Memun’un yanına getirildi.

Memun onun kardeşi Ali bin Mûsa er-Rıza (a.s)’ın hatırına bağışlayarak şöyle dedi: Ey Ebel Hasan kardeşin kıyam etti ve yapabileceği her şeyi yaptı. Ondan önce Zeyd bin Ali aynı şekilde kıyam etmiş ve öldürmüştü. Eğer senin hatırın olmasaydı onu öldürürdüm, çünkü onun yaptıkları hafife alınacak şeyler değil.

İmam Rıza: (Memun'a hitaben) Ey Mü’minlerin Emiri, benim kardeşim Zeyd ile Zeyd bin Ebu Ali’yi kıyaslama. O Peygamber ailesinin alimlerindendir. Allah için gazaplanmış ve Allah’ın düşmanlarıyla öldürülünceye kadar Allah yolunda savaşmıştır. Babam Mûsa bin Câfer, babası Câfer bin Muhammed bin Ali’den şöyle duyduğunu bana nakletti: Allah amcam Zeyd'e rahmet etsin.

Çünkü o; halkı Muhammed'in seçkinine davet ediyordu, kendisine değil. Eğer zafere ulaşsaydı, halkı davet ettiği şeye sadık kalacaktı. O kıyamı hakkında benimle meşveret etti ve ben ona şöyle dedim: “Ey amca! Eğer katledilip Kunase mahallesinde dar ağacına çekilmeğe hazırsan kıyam et.”

Zeyd oradan ayrıldıktan sonra Câfer bin Muhammed şöyle buyurdu: Onun feryadını duyduğu halde yardımına koşmayanın vah haline! Memun: Ey Ebul Hasan! Acaba imamet hakkı olmadığı halde imamet iddiasında bulunanların aleyhinde rivayet yok mudur?

İmam Rıza (a.s): Zeyd bin Ali kendisine ait olmayan bir hakkı talep etmemiştir. Onun Allah-u Teala karşısındaki takvası bundan çok daha yüceydi. O diyordu ki: “Ben sizleri Âl-i Muhammed (a.s)'den razı olunana davet ediyorum.”

O rivayetler, Allah’ın kendisini imamete atadığını iddia ettiği halde insanları Allah’ın dininden başka bir dine davet edip onları Allah’ın yolundan saptıranlar hakkında beyan olmuştur. Andolsun Allah’a Zeyd: “Allah için hakkıyla cihat edin o sizi seçmiştir.” ayetinin muhataplarındandır.

Elinizdeki kitabın yazarı Muhammed bin Ali bin Hüseyin (r.a) şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) dışındaki imamlardan da Zeyd bin Ali hakkında bir çok fazilet nakledilmiştir ki ben bu hadisten sonra onları naklederek bu kitabı okuyanların, Şia’nın Zeyd bin Ali hakkındaki görüşünü öğrenmelerini istiyorum:

a)- Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Hüseyin (a.s)’a hitaben şöyle buyurdu: Ya Hüseyin! Senin soyundan kendisine Zeyd denen bir şahıs çıkacak. O ve ashabı kıyamet gününde yüzleri nurlu bir şekilde halkın saflarından ayrılacak ve sorgusuz olarak cennete gireceklerdir.

b)- Ömer bin Hilit diyor: Zeyd bin Ali bin Hüseyin saçını tutmuş olduğu bir halde bana buyurdu: Babam Ali bin Hüseyin saçlarını tutmuş bir halde bana buyurdu:

Hüseyin bin Ali saçlarını tutmuş bir halde bana buyurdu: Ali bin Ebu Talib saçlarını tutmuş bir halde buyurdu: Resulullah (s.a.a) saçlarını tutmuş bir halde bana buyurdu ki: “Her kim benim saçımdan bir teli incitirse beni incitmiştir.[43] Her kim beni incitirse Allah-u Teala’yı incitmiştir ve her kimse de Allah-u Teala’yı incitirse Allah-u Teala gök ve yerin büyüklüğünce ona lanet eder.”

c)- Muammer diyor ki: bir gün mescitte İmam Sâdık (a.s)’ın yanında oturmuştum ki Zeyd bin Ali gelerek elini kapıya yasladı .İmam Sâdık (a.s) ona dönerek: Amcacığım dar ağacına asıldığın halden Allah’a sığınırım, dedi. Zeyd’in annesi İmam (a.s)’a: Andolsun, Allah’a sen bu sözü oğluma duyduğun hasetten dolayı sarf ettin.

İmam, (üç kere) Keşke hasedimden dolayı söylemiş olsaydım, dedi ve şöyle ekledi: Babam dedemden şöyle dediğini bana nakletti: Benim soyumdan adına Zeyd adında birisi gelecek.

Onu Kûfe’de katlederek dar ağacına asacaklar. Kıyamette kabrinden çıktığında göklerin kapıları Onun ruhuna açılacak. Onu ruhunun vesilesiyle yer ve göklerin ehli mutlu olacaklar. Ruhu yeşil bir kuşun göğsüne kanacak ve o cennetin neresine gitmek isterse gidecek.

d)- Cabir bin Zeydi Cufî diyor: Bir gün İmam Bakır (a.s)’ın yanına gittim. Kardeşi Zeyd de yanındaydı. Bu esnada Mâruf bin Harrabuzî Mekkî İmam (a.s)’ın yanına geldi. İmam (a.s) ona şöyle buyurdu: Ya Mâruf! Bildiğin şiirlerden birisini bana oku. Mâruf şu beyitleri okudu:

“Senin canına andolsun ki Ebu Malik zayıf değildir.

Eğer hekim birisi onu uyarırsa, konuşmada inat edip ona düşmanlık etmez.

O kendi akranlarına üstün ve yüce sıfatlara sahip birisidir ki, başkaları onu iyilikle anarlar.

Eğer ona üstün gelirsen sana itaatte kusur etmez. Ona da her ne görev verirsen o görevin hakkından gelir.”

Mâruf diyor: İmam (a.s) elini Zeyd'in omzuna koyarak: "Bunlar senin vasıflarındır ey Ebul Hüseyin" buyurdu.

e)- Abdullah bin Siyabe diyor: Biz yedi kişilik bir grup halinde Medine’de İmam Sâdık (a.s)’ın yanına gittik. İmam (a.s) bize: Acaba amcam Zeyd ile ilgili bir haberiniz var mı? diye sordu. Dedik ki: O kıyam etti.

İmam (a.s): Eğer elinize başka bir haber geçerse bana iletin, buyurdu. Biz birkaç gün Medine’de kaldırdıktan sonra Bessam Sayrufi bir haberciyle bize bir mektup gönderdi ve o mektupta şunlar yazılıydı:

“Zeyd bin Ali Sefer ayının ilk çarşambasında ayaklandı ve bu kıyam Cuma gününe kadar davet etti. Cuma günü kendisi ve beraberindeki filan şahıslar “öldürüldüler.” Biz İmam Sâdık (a.s) yanına giderek mektubu kendisine takdim ettik. İmam (a.s) mektubu okuyunca ağladı ve sonra şöyle buyurdu: Biz Allah’tanız ve Allah’a döneceğiz (inna lillah ve inna ileyhi raciun).

Amcamın musibetinden dolayı Allah’tan sabır diliyorum. Doğrusu o iyi bir amcaydı. Amcam hem dünya ve hem de ahiretimiz için yararlı birisiydi. Andolsun Allah'a amcam şehit olarak bu dünyadan gitti. O aynı Resulullah, Ali, Hasan ve Hüseyin’in (Allah’ı selamı onlara olsun) yanında savaşarak şehit düşenler gibidir.

f)- Fuzeyl bin Yesar diyor: Kıyam ettiği günün sabahı Zeyd bin Ali (a.s)’ın yanına gittim, o şöyle diyordu: Kim Şam halkıyla savaşmada bana yardım etmeye hazır?

Andolsun Muhammed (s.a.a)’i müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderen Allah’a, her kim bana onlarla olan savaşımda yardım ederse kıyamet günü Allah’ın izniyle onu kendi ellerimle cennete sokacağım.

Zeyd bin Ali öldürülünce bir merkep kiralayarak Medine’ye hareket ettim. Medine’ye vardığımda üzülmesin diye Zeyd’in öldürülüşünü İmam Sâdık (a.s)’a haber vermeme kararı almıştım.

İmam Sâdık (a.s)’ın huzuruna çıktığımda İmam (a.s) bana şöyle dedi: Amcam Zeyd ne yaptı? İmam bu soruyu sorunca beni ağlama hali tuttu. İmam: Onu öldürdüler mi? buyurdu.

Ben: Andolsun Allah’a onu öldürdüler.

İmam (a.s): Onu dar ağacına astılar mı?

Ben: Vallahi onu dar ağacına astılar. İmam (a.s) bunları duyunca ağlamaya başladı ve gözyaşları inci taneleri gibi sakalına akmaya başladı ve sonra şöyle buyurdu:

Ey Fuzayl! Amcamın Şamlılarla olan savaşında sen de var mıydın?

Ben: Evet.

İmam (a.s): Onlardan kaç tanesini öldürdün?

Ben: Altı tanesini.

İmam (a.s): Onların kanlarının dökülmesi gerektiği konusunda şüphen var mıydı?

Ben: Eğer şüphem olsaydı onları öldürmezdim. Bu esnada İmam (a.s)’ın şöyle dediğini duydum: Allah beni dökülen kanların sevabına ortak etsin. Andolsun Allah’a amcam Zeyd ve ashabı aynı Ali bin Ebu Talib ve ashabı gibi bu dünyadan şehit olarak göçtüler.

Şey Saduk buyuruyor ki: Bu hadisten sadece ihtiyaç duyulan kısmı naklettim (ve geri kalanını nakletmedim). Tevfik Allah-u Teala ‘dandır.


26. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’DAN DEĞİŞİK KONULARDA NAKLEDİLEN NADİR HADİSLER[44]

1- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Abbas bin Hilali eş-Şamî İmam Rıza (a.s)’dan şöyle dediğini naklediyor: Her kim sabah ve akşam ezanlarını duyduğunda: “Allah’ım senden; gündüzün gelmesi;

gecenin gitmesi; namaz vakitlerinin girmesi ve sana dua edenlerin sesleri hürmetine Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i beytine selam göndermeni ve benim tövbemi kabul etmeni diliyorum. Çünkü sen tövbeleri çok kabul eden ve merhameti bol olansın!” şeklinde dua ederse, o gün veya o akşam vefat ettiği taktirde tövbe etmiş bir halde ölür ve cennete girer.

2- Di’bil bin Ali, İmam Rıza (a.s)’ın baba ve dedeleri vasıtasıyla Hz. Ali’den ve o da Resulullah (s.a.a)’den kendisi için şöyle buyurduğunu naklediyor: “Dört grup insan vardır ki ben kıyamet gününde onların şefaatçisi olacağım: Benden sonra zürriyetime ikram ve ihtiramda bulunanlar, zürriyetimin ihtiyaçlarını giderenler, zor anlarında benim zürriyetime yardım etmek için çaba harcayanlar, kalbi ve diliyle benim zürriyetime sevgi gösterenler.”

3- Feth bin Yezid Cürcanî diyor: İmam Rıza (a.s)’a mektup yazarak Ramazan ayında oruçluyken kendi hanımıyla veya kendisine helal olmayan bir hanımla on kere birlikte olan bir adamın hükmü nedir?

diye sordum. İmam (a.s) buyurdular: Her defası için bir kere olmak üzere on kere kefaret vermesi lazım. Ancak yeme veya içme yoluyla orucunu bozmuş olsaydı sadece bir günlük kefaret vermesi gerekecekti.

4- Yûsuf bin Muhammed bin Ziyad babasından İmam Hasan Askerî (a.s)’ın babaları vasıtasıyla Hz. Ali (a.s)’dan şu hadisi naklediyor: Câfer bin Ebu Talib Habeşe’den döndüğünde Rasulullah (s.a.a) ayağa kalkıp ona doğru oniki adım ilerleyerek onu kucaklayıp ağladı ve şöyle buyurdu:

Bu iki olaydan hangisi benim için daha sevinç vericidir bilmiyorum. Senin dönüşün mü yoksa Allah-u Teala’nın kardeşin Ali’nin eliyle Hayber'in fethinin nasip etmesi mi? Sonra Resulullah, Câferi görmenin sevinciyle sevinç gözyaşları döktü.

5- Hasan bin Ali Veşşa diyor ki İmam Rıza (a.s)’dan dedeleri vasıtasıyla Resulullah (s.a.a)’den şu hadisi naklettiğini duydum: Beni Miraca götürürlerken arşta bir akraba gördüm ki başka bir akrabasını rabbine şikayet ediyordu. Ben ona bu şikayet ettiğin kişiyle aranızda kaç baba var, diye sordum. “Onunla kırkıncı babadan akrabalık bağımız var” dedi.

6- Abbas bin Hilal diyor ki İmam Rıza (a.s)’dan şöyle dediğini duydum: Her kim Allah için Şâban ayında bir gün oruç tutarsa Allah-u Teala onu cennete dahil eder. Her kim Şâban ayında günde yetmiş defa istiğfar ederse Allah-u Teala onu kıyamet günü Peygamber (s.a.a) ile birlikte olanlarla haşreder ve ona keramet ihsan etmeyi kendisine vacip bilir.

Her kim Şâban ayında yarım hurmayla dahi olsa sadaka verirse, Allah-u Teala onun bedenine ateşi haram eder. Her kim de Şâban ayının son üç gününü oruç tutarak Ramazan orucuna başlarsa, Allah-u Teala ona iki ay peş peşe oruç tutma sevabını yazar.

7- Zekerriya bin Âdem İmam Rıza (a.s)’dan şöyle duyduğunu naklediyor: Namazın dört bin bâbı vardır.

8- Ebu Haşim Câferî diyor: İmam Rıza (a.s)’dan darağacına çekilmiş birisinin cenaze namazını sordum, buyurdular: Ceddimin (İmam Sâdık) amcası Zeyd’e namaz kıldığını bilmiyor musun?

Ben: Bilmiyorum, meseleyi anlayabilmiş değilim.

İmam (a.s): Sana açıklayayım; eğer asılan kişinin yüzü kıbleye doğru olursa sağ omzuna doğru dur, eğer arkası kıbleye dönükse sol omzuna doğru dur, çünkü doğuyla batı arası kıbledir[45].

Eğer sol omuzu kıbleye doğruysa sen sağ omzuna doğru dur ve eğer sağ omuzu kıbleye doğruysa sen sol omzuna doğru dur. Şunu bil ki o hangi tarafa olursa olsun sen onun omuzlarından birisinin yanında durup yüzünü doğuyla batı arasına çevirmelisin. Ona tam olarak ne yüzünü çevirmelisin ne ve ne de sırtını dönmelisin.

Ebu Haşim diyor ki: İmam (a.s) Bana dönerek inşallah anlamışsındır, buyurdu.

Şeyh Saduk diyor ki: Bu ilginç hadisi hiçbir kitapta görmedim ve bundan başka bir senette bu hadis için bilmiyorum.

9- Haris bin Dilhas (İmam Rıza (a.s)’ın kölelerinden) naklediyor: İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu duydum: Üç özellik taşımadıkça mümin mümin olmaz. Bir sünnet rabbinden, bir sünnet peygamberinden ve bir sünnette velisinden (imamından) onda olmalıdır. Rabbinden alması gereken sünnet sırrı saklamaktır.

Allah-u Teala buyuruyor ki: “Allah gaybi bilendir. O gaybi resullerinden razı olduklarından başkasına aşikar etmez.” (Cin/ 26-27) Rasulünden alması gereken sünnet halkın hatalarında geçerek onları idare etmesidir. Allah-u Teala peygamberine halkla iyiliği emrederek şöyle buyurmuştur: “(İnsanları) affet, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.


” (Â’raf/ 199) Velisinden alacağı sünnet ise zorluklar ve problemler karşısında sabretmektir. Allah-u Teala buyuruyor ki: “Zorluklar ve problemler karşısında sabrederler.”(Bakara/ 177)

10- Süleyman bin Câfer Câferî İmam Rıza (a.s)’ın babaları vasıtasıyla Hz. Ali (a.s)’dan onun da Resulullah (s.a.a)’den şöyle naklettiğini buyuruyor: Kargadan üç sıfatı öğreniniz:

Eşiyle gizli bir yerde ilişkiye girmesi, sabah erkenden rızık peşine düşmesi ve ihtiyatlı olmasını (Her an bir tehlikeyle karşı karşıya kalacakmış gibi korku halinde olmasını).

11- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçisi Yasir, İmam (a.s)’dan şöyle naklediyor: “İnsanın en çok korktuğu an üç yerdir: Annesinin onu doğurmasından sonra dünyayı gördüğü an; ölüp de ahireti ve ehlini gördüğü an; yeniden dirilip dünya görmediği, kıyametteki uygulamaları gördüğü an.

Allah-u Teala bu üç yerde Hz. Yahya (a.s)’a selam göndererek Onun korkusuna gidermiş ve şöyle buyurmuştur: “Ona (Yahya’ya) doğduğu günde, öldüğü günde ve diriltileceği günde selam olsun.” (Meryem/15)

İsa bin Meryem de (aleyhima es-selam) bu üç yerde kendisini selamlayarak şöyle buyurmuştur: “Doğduğum günde öleceğim günde ve tekrar dirileceğim günde selam olsun bana.” (Meryem/33)

12- İmam Rıza (a.s)’ın hizmetçilerinden Hüseyin bin Ali Deylemî diyor: İmam Rıza (a.s)’dan şöyle söylediğini duydum: Her kim üç tane mümini hacca gönderirse, şüphesiz o parayla kendi nefsini Allah-u Teala’dan satın almıştır. Allah-u Teala artık ondan malını helal yoldan mı yoksa haram yoldan mı elde ettiğini sormayacaktır.

Şeyh Saduk bu hadisi şöyle yorumluyor: Yani Allah-u Teala onun malındaki şüpheli malların hesabını ondan sormayacak ve onun düşmanlarını ondan razı edecek (onlara bir takım nimetler vererek.)

13- Haris bin Dilhas, babası vasıtasıyla İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: Allah-u Teala üç şeye emretmiştir ki diğer üç şey devamlı onlarla birliktedir. Allah namaz ve zekâta emretmiştir.

Her kim namaz kılar zekât vermezse onun namazını da kabul etmez. Kendisine ve anne babaya şükretmeyi (teşekkür) emretmiştir. Her kim Anne babasının şükrünü yerine getirmezse Allah-u Teala’nın da şükrünü eda etmemiştir. Son olarak da takvayı ve sıla-i rahîmi (akrabaları ziyareti) emretmiştir. Her kim sıla-i rahimi terk ederse Allah-u Teala’nın ona emrettiği takvada riayet etmemiştir.

14- Ebu Nasır Bezentî, İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: İlim, hilim (yumuşak huyluluk) ve sükût fakih birisinin alametlerindendir. Doğrusu sükût hikmetin kapılarından bir kapıdır. Sükût muhabbeti celbeder. Bu da bütün hayırların alametidir.

15- Hemdan-ı Divanî, İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu naklediyor: Her insanın dostu aklı, düşmanıysa cehaletidir.

16- İmam Rıza (a.s), babaları vasıtasıyla Ali bin Ebu Talib (a.s)’dan şöyle naklediyor: Birisi Ali (a.s)’ı evine yemeğe davet edince ona şöyle buyurdular: Eğer üç konuda bana söz verirsen gelirim.

Adam; o üç şey nedir? dedi. Buyurdular: Evin dışından benim için bir şey getirmeyeceksin, evinde olanı bana sunmaktan çekinmeyeceksin ve hanımını da zahmete sokmayacaksın. Adam söz veriyorum, dedi ve bunun üzerine Ali (a.s) onun davetine icabet etti.

17- Dâvud bin Süleyman, İmam Rıza (a.s)’ın dedeleri vasıtasıyla Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklediyor: Dört grup insan vardır ki eğer bütün yeryüzü ehlinin günahlarını işlemiş olsalar dahi kıyamet gününde onlara şefaat edeceğim:

1- Ehli Beyt’ime yardım edenler

2- İhtiyaç duyduklarında onların hacetlerini giderenler

3- Onları gönülden sevip dilleriyle bu sevgiyi izhar edenler

4- Kendi elleriyle onları savunanlar.[46]

(18. Hadis uzun bir hadistir. Benî İsrail hikâyeleri ile ilgilidir.)

19- Ali bin Fazzal babasından şöyle dediğini naklediyor: İmam Rıza (a.s)’dan “Bismillah”ın manası hakkında sordum. Şöyle buyurdular: Bir kişi “Bismillah” deyince manası budur ki: Ben Allah’ın alametlerinden bir alametle kendimi damgalıyorum ve o alamet kulluktur. İmam (a.s)’a isim (simet) nedir, dedim. Buyurdular: Alamet.

20- İmam Rıza (a.s) buyurdu ki: Babam dedeleri vasıtasıyla Ali (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletti: Allah-u Teala’nın yarattığı her Hüthüt kuşunun kanadından Süryanîce şu yazı yazılıdır: Yaratılmışların en hayırlısı Muhammed (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’idir.

21- İmam Rıza (a.s) dedeleri vasıtasıyla Ali (a.s)’dan o da Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklediyor: Ya Ali, ne mutlu seni seven ve doğrulayan kimseye, vay sana düşman olup yalanlayanın haline. Seni sevenler yedi kat gök ile yedi kat yerde ve o ikisinin arasında olanlarca tanınmaktadırlar.

Onlar; dindar, takvalı, güzel davranışlı, rableri karşısında mütevazi, başları aşağı ve kalpleri Allah’ı hatırlamakla titreyen kişilerdir. Onlar; senin vilayetini hakkıyla tanıyan, senin faziletlerini anlatmakla meşgul, sana ve soyundan gelenlere duydukları muhabbetten dolayı gözleri yaşlı insanlardır.

Onlar; Allah’a kendi kitabında emrettiği şekilde dindarlık eder, sünnetten delili olanlarına amel eder ve kendilerinden olan Emir sahiplerinin desturlarına itaat ederler.

Onlar; parçalanmayacak şekilde birbirlerine kenetlenmişlerdir ve bir daha nefret etmeyecek şekilde birbirlerine sevgi duyuyorlar. Doğrusu melekler; onlara selam gönderir, dualarına amin der, günahları için istiğfar eder, ölüm anlarında baş uçlarına gelir ve onların yokluğundan dolayı kıyamete kadar yalnızlık acısı çekerler.

22- Abdusselam bin Salihi Herevî İmam Rıza (a.s)’dan, o dedeleri vasıtasıyla Ali (a.s)’dan ve o da Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklediyor: Allah-u Teala benden daha üstün birisini yaratmamış ve hiçbir yaratığına da benden daha çok ikramda bulunmamıştır.

Ali (a.s) diyor ki: Resulullah (s.a.a)’e dedim ki: Siz mi daha üstünsünüz yoksa Cebrail mi? Buyurdular: Ya Ali! Allah-u Teala peygamberlerini mukarrep (yakın) meleklerinden daha üstün kılmıştır. Beni ise bütün peygamberlerine üstün kılmıştır. Ya Ali! Üstünlük benden sonra sende de ve senin soyundan gelen imamlardadır.

Ya Ali; Melekler bizim ve bizi sevenlerin hizmetçileridirler. Ya Ali! Allah’ın arşını taşıya ve arşın etrafında rablerini tesbih eden meleklerin hepsi bizim vilayetimize iman edenler için istiğfar ederler. Ya Ali! Eğer biz olmasaydık Allah-u Teala, Adem'i, Havva'yı, cenneti, cehennemi, gökleri ve yeri yaratmazdı. Nasıl olurda biz meleklerden daha üstün olmayız.

Biz Allah’ı tanıma, tesbih etme, kendisinden başka ilahın olmadığına ikrar etme ve takdis etme faziletlerine onlardan önce sahiptik. Çünkü Allah-u Teala’nın ilk yarattığı varlık bizim ruhlarımızdır. Allah-u Teala ruhlarımızı yarattıktan sonra onları kendi birlik ve hamdına ikrar ettirdi ve daha sonra melekleri yarattı.

Melekler bizim nurlarımızı bir tek nur halinde görünce bize tazim ettiler. Daha sonra melekler bizlerin mahluk olduğumuzu ve Allah-u Teala’nın bizim sıfatlarımızdan münezzeh olduğunu bilsinler diye biz Allah-u Teala’yı tesbih ettik. Bunun üzerine melekler de Allah-u Teala’yı tesbih ettiler ve onu bizim sıfatlarımızdan tenzih ettiler.

Melekler bizim şanımızın yüceliğini görünce bizler, Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ettik ki melekler Allah’tan başka ilah olmadığını bizlerin onun kulları olduğunu, onunla birlikte veya onsuz kendisine ibadet edilen varlıklar olmadığımızı anlasınlar. Bunun üzerine melekler “lâ ilahe illallah” dediler.

Melekler bizim makamımızın büyüklüğünü gördüklerinde bizler, Allah’ın büyüklüğüne ikrar ettik ki melekler büyüklüğün ancak Allah vasıtasıyla başka varlıklara ulaştığını anlasınlar. Melekler Allah-u Teala’nın bize verdiği izzet ve kudreti görünce, bizler: “la havle ve la kuvvete illa billah” (bütün güç ve kuvvetler Allah’tandır.) Dedik ki melekler bizlerin Allah-u Teala’nın verdiği kudret ve kuvvetten başka bir şeye sahip olmadığımızı anlasınlar.

Melekler Allah-u Teala’nın bize verdiği nimetler ve itaatimizi vacip ettiğini görünce, bizler: “Elhamdulillah” dedik ki Melekler Allah-u Tealanın nimetleri karşısında bizim görevimizin onu hamd etmek olduğunu anlasınlar. Bunun üzerine melekler: “Elhamdulillah” dediler.

23- Aynı senetle İmam Rıza (a.s) buyuruyor ki: "Haya imandandır."


27. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’DAN HÂRUT VE MÂRUT HAKKINDA HADİSLER[47]

Ali bin Muhammed bin Cehm şöyle diyor: Memun İmam Rıza'dan halkın naklettiği şu rivayeti sordu: “Zühre yıldızı Hârut ve Mârut'un aşık oldukları bir kadın idi. Süheyl yıldızı ise Yemen'de vergi toplayan bir tahsildar idi.”

İmam Rıza (a.s): Bu ikisinin yıldız olduğu yalandır. Bunlar suda yaşayan iki canlı idi. İnsanlar yanlışa düşüp o ikisinin yıldız olduklarını söylüyorlar. Allah düşmanlarını kıyamete kadar parlayacak bir ışık haline asla getirmez. Ayrıca meshedilenler (şekli değiştirilenler) üç günden fazla yaşayamaz ve asla üremezler.

Bu gün yeryüzünde meshedilmiş (şekli değiştirilmiş) hiç bir canlı yoktur. Meshedilmiş diye meşhur olan maymun, domuz, ayı ve benzeri hayvanların kendisi meshedilmiş değildir. Allah'ın, tevhidini inkâr ve Peygamberi tekzip ettikleri için lanet ve gazap ettiği, o şekle soktuğu şeylere benzemektedirler. Hârut ve Mârut ise sihirden korunmak ve onu bozmak için insanlara sihri öğreten iki melek idiler.

İnsanlara bu konuda bir şey öğrettiklerinde şöyle derlerdi: “Biz sadece imtihan aracıyız, sakın küfretmeyin” (Bakara/102) Ama bir grup sakınmakla emrolundukları şeyi kullanarak kâfir oldular, öğrendikleri şeyler vasıtasıyla karı-kocayı birbirinden ayırmaya çalıştılar. Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Onlar Allah'ın izni olmadan onunla hiç kimseye zarar veremezler.” (Bakara/102) Ayetteki izinden maksat da Allah'ın ilmidir.

28. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)’IN ÇEŞİTLİ KONULARDAKİ BEYANLARI[48]

1- Muhammed bin Fazl şöyle diyor: “İmam Rıza (a.s)’dan sordum: “Acaba yeryüzü vârolduğu müddetçe yeryüzünde bir İmam'ın olmaması mümkün müdür?” İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Hayır, böyle olduğu taktirde (yani yeryüzü imamsız kalırsa) yeryüzü ehlini dibe batırır.”

2- Ahmed bin Ömer şöyle diyor: “İmam Rıza (a.s)’dan sordum: “Acaba yeryüzü imamsız baki kalır mı?” İmam Rıza, “Hayır” diye cevap verdi. Bunun üzerine ben şöyle dedim: “Bize İmam Sâdık (a.s)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Yeryüzü baki kalmaz; meğer ki Allah kullarına gazap etmiş olsun.” Bunun üzerine İmam Rıza (a.s) buyurdu: “Yeryüzü bâki kalmaz, bu taktirde ehlini yerin dibine geçirir.”

3- Hasan bin Ali Veşşa şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’dan sordum: Acaba yeryüzü imamsız bâki kalır mı? İmam Rıza (a.s) “Hayır” diye buyurdu. Bunun üzerine ben şöyle dedim: Bize İmam Sâdık (a.s)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah’ın gazap ettiği kimse kalmadıkça yeryüzü baki kalmaz.” İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Yeryüzü baki kalmaz, aksi taktirde ehlini yerin dibine geçirir.”

4- Süleyman bin Câfer Câferî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)'a sordum: Acaba yeryüzü hüccetsiz kalır mı? İmam (a.s) buyurdu: “Yeryüzü göz açıp kapayıncaya kadar bile hüccetsiz kalacak olsa ehlini yerin dibine batırır.”

5- Abdsusselam bin Salih Herevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)'a şöyle arz ettim: İmam Sâdık'dan nakledilen şu rivayet hakkındaki görüşünüz nedir: “Hz. Mehdî kıyam edince Hüseyin (a.s) katillerinin evlatlarını, babalarının yaptıkları sebebiyle öldürecektir.” Bunun üzerine İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu:

“Evet öyledir.” Ben de bunu üzerine şöyle dedim: “O hâlde şu ayetin manası nedir: “Hiç kimse bir başkasının günah yükünü taşımaz.” (Enam/164) İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Allah tüm sözlerini doğru söylemiştir.

Ama Hüseyin (a.s)'ın katillerinin çocukları da babalarının yaptığından hoşnuttur, onunla iftihar ediyorlar. Her kim bir işten razı olursa onu yapan kimse gibidir.

Eğer bir kişi doğuda öldürülürse, batıda birisi bundan razı olursa Allah nezdinde katiliyle ortak olur.[49] Hz. Mehdî de kıyam edince onları babalarının yaptıklarından hoşnut olduklar için öldürür.” Ben şöyle dedim: Hz. Mehdî kıyam edince ilk işi ne olacaktır? İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Evvela Benî Şeybe'nin ellerini kesecektir. Zira onlar Allah'ın evinin hırsızlarıdır.”

6- Hasan bin Ali bin Fazzal İmam Rıza (a.s)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Adeta Şiileri görüyorum ki evlatlarımdan üçüncüsünü[50] arıyorlar da bulamıyorlar. Birisinin işlerini eline almasını ve yürütmesini istiyorlar, ama onu bulamıyorlar.” Ben şöyle dedim: Neden ey İbn-i Resulillah? İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Zira imamları gaybete çekilecektir.”

Ben; neden, diye sorunca da şöyle buyurdu: “Çünkü böylece kılıcıyla kıyam ettiğinde boynunda hiç kimsenin biati olmasın.” (Zorla ve zulümle kendi zamanındaki zalimlere biat etmemiş olsun.)

7- Safvan bin Yahya İmam Rıza'nın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Peygamber (s.a.a) tuvaletteyken işi bitmedikçe her hangi bir kimseyle sohbet etmeyi veya birine cevap vermeyi yasaklamıştır.”[51]

8- İmam Rıza (a.s), babası İmam Kâzım (a.s)'dan şöyle rivayet etmiştir: “İmam Sâdık (a.s)'dan “Ölümü bizim için izah ediniz” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Ölüm mümin için en güzel kokulu bir gül gibidir. Onu koklar, güzel kokusundan kendinden geçer, yorgunluk ve dertleri biter. Kâfir için ise ölüm zehirli bir yılanın veya akrebin sokması gibidir.

Hatta ondan daha zordur.” Kendisine şöyle soruldu: “Bazılarının dediğine göre, ölüm testereyle parça parça olmak, makasla doğranmak, taşla ezilmek, göz bebeğinin değirmen taşının altından kalmasından daha zordur, bu konuda sizin görüşünüz nedir?” İmam Sâdık (a.s) şöyle buyurdu: “Bazı kâfirler ve günahkarlar için ölüm dediğiniz gibidir.

Bu insanlardan bütün bu zorlukları çeken kimseyi görmediniz mi? Bundan daha şiddetlisi ahiret azabıdır. Zira ahiret azabı dünya azadından daha zor ve şiddetlidir.” Kendisine, “O halde neden bazı kâfirlerin rahat can verdiğini, can verirken güldüğünü ve konuşarak öldüğünü görüyoruz? Ama öte yandan bazı müminlerin de aynı şekilde olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bazı müminler ve kâfirler ise ölüm anında bu zorluklara duçar oluyorlar” diye sorulunca da İmam şöyle buyurdu: “Müminin o halde rahat olması kendisine çabuk erişen sevabıdır. Ölüm anında zorluk görmesi onun günahlardan temizlenmesi ve temiz bir halde ahirete girmesi içindir. Hiçbir engel olmaksızın, ebedi sevaba hak kazanması içindir. Ama o halde kâfirin rahatlığı iyiliklerin karşılığını dünyada görmesi ve ahirette azap dışında hiç bir nasibinin kalmaması içindir.

Kâfirin ölüm anındaki zorluğu da azabının başlangıcıdır. Bu da Allah adil olduğu içindir.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Bir grup için azap, bir grup için de rahmettir.” Kendisine, “Nasıl olur da rahmet azap olabilir?” diye sorulunca da şöyle buyurdu: “Bilmiyor musunuz; cehennem ateşi kâfirler için azap, kâfirlerle orada olan cehennem bekçileri için ise rahmettir.”

9- Ali bin Esbat şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)'a şöyle dedim: Bazen hükmünün bilinmesi zaruri olan (ve sabredemediğim) bir meseleyle karşılaşıyorum ve yaşadığım şehirde kendisinden sorabileceğim dostlarınızdan biri (yani Şii'ler) de yok. İmam şöyle buyurdu: “Şehirdeki bir fakihin yanına gir ve meseleyi ona sor. Eğer fetva verirse aksiyle amel et, zira hak odur.”[52]

10- İmam Rıza (a.s) babalarından (a.s) Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Başın ön kısmındaki beyazlık uğur ve iyi talihin, başın yan tarafındaki beyazlık ise cömertliğin alametidir. Alnın karşısındaki beyazlık cesaretin, başın arkasındaki beyazlık ise uğursuzluğun ve kötü talihli olmanın göstergesidir.”

11- Ebu Selt Herevî diyor ki: İmam Rıza (a.s)'ın şöyle buyurduğunu duydum: Allah-u Teala peygamberlerinden birine şunları buyurdu: “Yarın sabah gördüğün ilk şeyi ye, ikincisini sakla, üçüncüsünü kabul et, dördüncüsünü yapma, beşincisinden kaç.”[53]

Ertesi gün, sabah yola düştü. Yolda siyah ve büyük bir dağa rastladı. Kendi kendine şöyle dedi: “Rabb'im bana bunu yememi emretti.” (Bu emir karşısında) şaşkınlığa düştü. Sonra, “Rabb'im bana gücümün yettiği şeyi emreder.” dedi ve o dağa doğru onu yemek için hareket etti. Gittikçe yaklaşıyor ve dağ küçülüyordu. Yanına varınca onu bir lokma gibi gördü.

Onu yedi ve yemekten lezzetli aldı. Daha sonra hareket etti, leğen dolusu altın gördü. “Rabbim bana bunu saklamamı emretti.” diyerek bir çukur kazdı ve o leğeni gömdü. Üzerini toprakla örttü ve yoluna devam etti. Arkasına bakınca leğenin gözüktüğünü gördü. Kendi kendine, “Ben Rabbimin dediğini yaptım” dedi. Sonra yine yoluna devam etti. Aniden arkasında bir kartal olan bir kuş gördü. Kuş o peygamberin etrafında dönüp duruyordu, peygamber; “Rabbim bana bunu kabul etmemi emretti.” dedi. Kollarını açtı, kuş elbisesinin kolundan içeri girdi.

Kartal, “Kaç gündür peşinde olduğum avımı aldım” dedi. Peygamber, “Rabbim bana bunu ümitsiz kılmamamı emretti” dedi. Sonra bacağından bir parça koparıp ona doğru attı ve yoluna devam etti. Yolda kurtlanmış kötü kokulu bir leşe rastladı. Kendi kendine, “Rabbim bana bundan kaçmamı emretti” dedi ve ondan kaçtı. Geri döndü. Rüyasında kendisine şöyle söylendi: “Sen emredildiğin şeyleri yaptın, onların ne olduğunu biliyor musun?” “Hayır” dedi.

Kendisine şöyle denildi: “O dağ gazap sembolüydü, insan gazaplanınca kendini görmez, aşırı gazaptan dolayı kendi değerini unutur. Ama kendini koruyup, değerini tanıyıp gazabına hakim olunca akıbeti yiyeceği tatlı bir lokma gibi olur.

O altın leğeni ise salih amelin sembolüdür. İnsan onu gizleyince Allah onu açığa vurur. Böylece, Allah'ın kendisine hazırladığı sevap yanı sıra o amelle de bunu süsler. O kuş ise sana nasihat eden kimsenin sembolüdür. Onu ve nasihatini kabul et. O kartal ise yanına gelen muhtaç biridir. Asla böyle birini ümitsiz etme. O kötü kokulu leş ise gıybetin sembolüdür. Ondan sürekli kaç.”

12- Muhammed bin İsmail bin Bezî, İmam Rıza (a.s)'dan şöyle işittiğini naklediyor: “Servet, sadece şu beş şeyle biriktirilir: Aşırı cimrilik, uzun emel, aşırı ve galebe çalan bir hırs, sıla-ı rahîmi terk etmek ve dünyayı ahirete tercih etmek.”

13- İmam Rıza (a.s) babalarından, onlar da Hz. Ali (a.s)'dan Peygamber (s.a.a)’in şu beş hayvanı öldürmekten nehyettiğini nakletmektedir: “Sured'us-Sevvam (serçeleri avlayan, başı iri bir hayvan.), Hüthüt (çavuş kuşu), bal arısı, karınca ve kurbağa. Ayrıca şu beşini de öldürmeyi emretmiştir: Karga, bir tür atmaca, yılan, akrep ve kuduz köpek.”

Kitabın yazarı Şeyh Saduk (r.a) şöyle diyor: Bu hadisteki emir bir ruhsattır; farz değil.


14- Muhammed bin İsa Yaktinî İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor: “Beyaz horoz, peygamberlerin beş hasletine sahiptir: Namaz vakitlerini tanımak, gayret, cömertlik, cesaret ve kararlılık.”

15- Yasir'ul Hadim şöyle diyor: İmam Rıza babalarından Peygamber’in şöyle buyurduğunu bana naklettiler: “Ey Ali ben senin hakkında rabbimden beş şey istedim ve Rabbim bunları bana ihsan etti: Birincisi; Allah'tan kabrim yarılıp toprak başıma dökülünce yanımda olmanı istedim ki Allah da kabul etti.

İkincisi; Allah'tan beni amellerin tartıldığı yerde karar kıldığında senin de yanımda olmanı istedim ki bu da kabul edildi. Üçüncü olarak; rabbimden seni benim bayraktârım yapmasını istedim, o bayrak Allah'ın büyük bayrağıdır ve üzerinde şu yazı vardır: ‘Cennete girenlerdir kurtuluşa erenler.’

Bu isteğim de kabul edildi. Dördüncü olarak; Allah'tan senin ümmetime havuzumdan su vermeni istedim, bu da kabul edildi. Beşinci olarak; Allah'tan seni ümmetimi cennete sevk eden bir önder kılmasını istedim, o da kabul edildi. Beni bu vesileyle minnettar eden Allah'a hamd olsun.”

16- İmam Askerî (a.s) babalarından, onlar da İmam Rıza (a.s)'dan, o da babalarından, onlar da Hz. Ali (a.s)'dan şöyle nakletmişlerdir: “Cebrail Peygamber’e (s.a.a) Neccaşî'nin öldüğünü haber verince Peygamber üzülerek ağladı ve şöyle buyurdu: Kardeşiniz Eshame (Neccaşî'nin adıdır) ölmüştür. Sonra sahraya çıkarak yedi tekbir getirdiler. Allah bütün yükseklikleri peygamber için dümdüz hale getirdi, öyle ki Peygamber Neccaşî'nin cenazesini Habeşistan'da müşahede ediyordu.”

17- Câferî, İmam Rıza (a.s)'dan şöyle işittiğini naklediyor: “Tırnaklarınızı Salı günü kesiniz, Çarşamba günü banyo yapınız, Perşembe günü hacamatçıya gidiniz, Cuma günü de en güzel kokuları sürünüz.”

18- Muammer bin Hallad, İmam Rıza (a.s)'dan şöyle buyurduğunu naklediyor: “İnsanın her gün, güzel kokular sürmesi gerekir. Eğer her gün mümkün değilse en azından gün aşırı güzel kokular sürmesi gerekir. Bu da mümkün değilse haftada bir gün (veya her cuma) güzel kokular sürmelidir. Bu işi asla terk etmemelidir.

19- Di'bil-i Huzaî, İmam Rıza (a.s)'dan, o da babalarından, onlar da Hz. Ali'den şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Peygamber (s.a.a) şu ayeti tilavet buyurdular: “Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir.

Kurtuluşa ermiş kimseler cennetliklerdir.” (Haşr/20) Daha sonra şöyle buyurdular: Cennet ehli bana itaat edenler ve benden sonra Ali'nin karşısında teslim olup velayetini kabul edenlerdir. Cehennem ehli ise velayete karşı kin ve buğz içinde olanlar, ahdini bozanlar ve benden sonra onunla savaşanlardır.”

20- Süleyman Mervezî şöyle diyor: Ebul Hasan bana bir mektup yazdı ve o mektubunda şöyle buyurmuştu: “Şükür secdesinde yüz defa “şükren şükren” (Allah'ım sana şükürler olsun, şükürler olsun) veya “affen affen” (Allah'ım beni affet, affet) deyiniz.”

Bu kitabın yazarı Şeyh Saduk ise şöyle diyor: Süleyman Mervezî hem İmam Kâzım’ın, hem de İmam Rıza'nın huzuruna müşerref olmuşlardır. Bu yüzden bu hadisi, bu iki İmam’dan hangisinden naklettiğini bilemiyorum.

21- Hasan bin Ali Veşşa şöyle diyor: “İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “İnsan secde halinde uyursa Allah Tebarek ve Teala şöyle buyurur: Kulumun ruhunu itaat ve kulluk haletindeyken aldım.”

22- Dâvud bin Süleyman şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) babalarından, onlar da Hz.Ali (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Dünya bütünüyle cehalettir; ilim mevzileri dışında... İlim de insan için hüccettir; meğer ki onunla amel etmiş olsun.[54] Amel de bütünüyle riya doludur; meğer ki halisane olsun. İhlas da tehlike içindedir; ta ki insan akıbetinin ve işinin nereye vardığını görmüş olsun.”

23- Muhammed bin Halid Berkî şöyle diyor: Efendim İmam Cevad babası İmam Rıza'dan, o da babası İmam Kâzım'dan şöyle nakletmişlerdir: Eclah'ul Kindî Ebu Bureyde'den, o da babasından İmam Kâzım (a.s)'ın şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir ki Peygamber (s.a.a) buyurmuşlardır ki: “Benden sonra Ali (a.s) bütün müminlerin imamıdır.”

24- Hasan bin Ali bin Fazzal, İmam Rıza (a.s)'dan şöyle rivayet etmiştir: “Farz namazlardan sonra yapılan secde, farzı yerine getirmek için kuluna başarı ve tevfik veren Allah'ın dergahına şükür anlamını taşır. Şükür secdesinde yapılacak en az zikir üç defa “şükren lillah” (şükür Allah'a mahsustur) demesidir.”

Ben kendisine, “şükren lillah”tan maksadın ne olduğunu sorunca da şöyle buyurdu: “Yani, bu secdem gerçekte bana farzı eda ve hizmet başarısını veren Allah'ın dergahına mahsustur. Şükür artış nedenidir. Eğer farz namazlarında bir eksiklik varsa ve bu eksiklik nafilelerle telafi edilememişse bu secdelerle telafi edilmektedir.”

25- İmam Rıza (a.s) babasından, o da ceddinden naklettiği üzere İmam Zeyn'ül Abidin (a.s)'a şu soru soruldu: “Neden gece namazı kılanlar insanların en güzel yüzlü olanlarıdır?” İmam Zeyn'ül Abidin şöyle buyurdu: “Zira onlar Allah'a yakarışta bulunmuşlardır. Allah da onları kendi nuruyla nurlandırmıştır.”

26- Abdulazim Hasenî, İmam Cevad (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Babam Ali bin Mûsa Rıza, Mûsa bin Câfer’den şöyle nakletmektedir: “Amr bin Ubeyd Basri, İmam Sâdık (a.s)’ın yanına gitti, selam verip İmam’ın huzuruna oturduktan sonra şu ayeti tilavet etti: “Büyük günahlardan sakınanlar...” (Necm/31) Sonra sustu.

İmam (a.s) “Neden sustun?” diye sordu. O şöyle dedi: “Büyük günahları Allah’ın kitabından öğrenmek istiyorum. İmam Sâdık (a.s) şöyle buyurdu: Ey Amr! En büyük günah Allah’a şirk koşmaktır, Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur”

(Mâide/72) Daha sonra en büyük günah Allah’ın rahmetinden ümidini kesmektir. Zira Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; doğrusu kâfirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yûsuf/87)

Hakeza, kendini Allah’ın düzeninden amanda görmek de büyük günahlardandır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor “Onlar Allah'ın düzeninden güvende miydiler?Allah'ın düzeninden ancak hüsrana uğrayan kavim güvende olur.” (Âraf/99)

Yine, büyük günahlardan biri de Anne babaya iyi davranmamaktır. Nitekim Allah-u Teala İsa’nın dilinden anne babasına kötülük edenleri bedbaht ve zorba diye nitelendirmiştir: “Anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı.” (Meryem/32)

Büyük günahlardan bir diğeri de haksız yere bir insanı öldürmektir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir.” (Nisa/94)

Yine iffetli kadınlara iftira atarak zina isnat etmek de büyük günahlardandır. Zira Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “İffetli, habersiz, mümin kadınlara zina isnat edenler dünya ve ahirette lânetlenmişlerdir.” (Nûr/23)

Büyük günahlardan biri de yetim malı yemektir. Zira Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.” (Nisa/10)

Düşman saldırıları karşısında kaçmak da büyük günahlardandır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!” (Enfal/15)

Faiz yemek de büyük günahlardandır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar” (Bakara/275)

Sihir ve büyü de yine büyük günahlardandır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Andolsun ki, onu satın alanın ahiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı.” (Bakara/102)

Zina büyük günahlardandır. Zira Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “...Zina etmezler. Bunları yapan günaha girmiş olur. Kıyamet günü azabı kat kat olur, orada, alçaltılarak temelli kalır. Ancak tövbe eden başka” (Furkan/68-70)

Yalan üzere yemin etmek de büyük günahlardandır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir değere değişenlerin, işte onların, ahirette bir payları yoktur.” (Âl-i İmran/77)

Hıyanet-haksızlık etmek de büyük günahlardandır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Kim haksızlık yaparsa, kıyamet günü yaptığı ile gelir.” (Âl-i İmran/161)

Farz olan zekâtı vermemek de büyük günahlardandır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, “Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın, denecek.” (Tevbe/35)

Yalan üzere şahadette bulunmak ve şahadeti örtmek de büyük günahlardandır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Onlar yalan yere şahadet etmezler” (Furkan/72)

Hakeza şöyle buyurmaktadır: “Onu kim gizlerse Şüphesiz kalbi günah işlemiş olur.” (Bakara/283)

Şarap içmek de büyük günahlardandır ve Allah-u Teala onu putperestlikle eş değer kabul etmiştir: “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, saadete eresiniz.” (Mâide/90)

Namazı veya başka bir farz ameli bilerek terk etmek de büyük günahlardandır. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim namazı bilerek ve delilsiz olarak terk ederse Allah ile irtibatını kesmiştir. Allah’ın da onunla hiçbir ahdi kalmamıştır.”

Ahdi bozmak ve sıla-i rahimde bulunmamak da büyük günahlardandır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “İşte lânet onlara ve kötü yurt, cehennem, onlaradır.” (Râd/25)

Ravi şöyle diyor: Amr bin Ubeyd yüksek sesle ağlayarak oradan dışarı çıktı. Kendi kendine şöyle diyordu: “Allah’a yemin olsun ki her kim üstünlük ve ilim konusunda sizinle tartışırsa ve kendi görüşüne uyarsa helak olmuştur”.[55]

27- Abdulazim Hasenî şöyle diyor: İmam Hadi (a.s) babalarından, onlar da İmam Sâdık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “İnsanın her ayın başında, ortasında ve sonunda cimada bulunması mekruhtur.”

28- İmam Rıza (a.s)’dan şöyle nakledilmiştir: “Her kim elinin diyetinden daha az bir şey çalarsa Allah onun bu günahını örter (yani, ona had uygulanmaz). Ama elinin diyeti kadar hırsızlık yaparsa Allah onun bu günahını açığa çıkarır (ona had uygulanır).”

29- Ebu Hayyun İmam Rıza (a.s)’dan şöyle rivayet etmiştir: Cebrail Peygamber’in huzuruna vararak şöyle arz etti: Ey Muhammed! Allah sana selam ediyor ve şöyle diyor: “Bakire kızlar ağaç meyveleri gibidir.

Meyve yetişince onu toplamaktan başka çare yoktur. Aksi taktirde güneş ve rüzgâr onu yok eder. Bakireler de buluğa erişince onları evlendirme dışında bir çare yoktur. Aksi taktirde fitneye düşmesi muhtemeldir.” Daha sonra Peygamber (s.a.a) minbere çıktı, konuşma yaptı ve Allah’ın emrini tebliğ etti. Halk, “Kime kocaya verelim?” diye sordu.

Peygamber, “Onların dengi olan kimselere” diye buyurdu. Halk, “Kimler denk sayılır?” diye sorunca da Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Müminler birbirinin dengidir.” Daha sonra orada minberin üzerinde Zubeyr bin Abdulmuttalib’in kızı Zubaa’yı Mikdad bin Esved ile evlendirdi ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar amcam kızı Zubaa’yı Mikdad ile evlendirdim ki evlilik işi kolaylaşsın.”

30- Ebu Hayyun İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Her kim Kur’an’ın müteşabihatını, muhkematına döndürürse doğru yola hidayet olmuştur.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Bizim rivayetlerimizde de Kur’an’da olduğu gibi muhkem ve müteşabih sözler vardır. Bu yüzden müteşabihatını muhkematına döndürünüz. Sadece müteşabihlerin peşinden gitmeyiniz ki sapıtırsınız.”

31- İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim Recep ayının ilk günü Allah’tan sevap ümidiyle oruç tutarsa cennet ona farz olur. Her kim Recep ayının ortasında oruç tutarsa Rabia ve Muzer kabilesi sayısınca bir çok insan hakkında şefaati kabul edilir.

Her kim de Recep ayının son günü oruç tutarsa Allah onu cennetin sultanlarından kılar ve baba, anne, oğul, kız, bacı, kardeş, amca, hala, dayı, teyze, tanıdıklar ve komşuları hakkında şefaatini kabul eder; her ne kadar bunlar arasında ateşi hak eden kimseler olsa da.

32- İmam Askerî (a.s) babalarından şöyle rivayet etmiştir: “Peygamber (s.a.a) bir gün ashabından birine şöyle buyurdu: “Allah için sev, Allah için buğz et, Allah için dost ol ve Allah için düşman ol.

Zira Allah’ın velayetine sadece bu yolla erişmek mümkündür. Birinin her ne kadar namaz ve oruçları çok olsa da böyle olmadıkça imanın tadını alamaz. Bu gün insanların bir çok kardeşlik ve dostlukları dünya içindir. Dünya için birbirini sever ve dünya için birbirinden buğz ederler. Ama bunun kendilerine hiç bir faydası yoktur.”

O şahıs, “Dost ve düşmanlığın Allah için olup olmadığını nereden anlayacağım? Kendisiyle dost olmam gereken Allah’ın velisi ve etmem gereken edeceğim Allah’ın düşmanı kimdir?” diye sorunca da Peygamber Ali’ye işaret ederek şöyle buyurdu: “Acaba bunu görüyor musun?” Adam, “Evet” deyince de şöyle buyurdu: “Her kim onu severse Allah’ın velisidir.

O halde ona dost ol, onun düşmanı Allah’ın düşmanıdır. O halde onun düşmanına düşman ol ve dostuyla da dost ol; hatta babanın ve evlatlarının katili de olsa. Düşmanıyla düşman ol; hatta baban ve evladın da olsa.”

33- İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim Şâban ayında yetmiş defa istiğfar ederse günahları yıldızlar sayısınca da olsa Allah onu affeder.”

34- İmam Rıza (a.s) babalarından, onlar da Allah Resulü’nden şöyle buyurduğunu naklediyor: “Kim kurtuluş gemisine binmek istiyorsa ve kim sağlam bir kulpa yapışırsa ve Allah’ın sağlam ipine bağlanmak istiyorsa benden sonra Ali’yi sevmesi ve Ali’nin düşmanlarını kendi düşmanları bilmesi gerekir. Onun evlatlarından olan hidayet imamlarına uymalı, onları kendine imam tayin etmelidir.

Zira onlar benim halifelerim, vasilerim ve benden sonra Allah’ın, kulları üzerindeki hüccetleridir. Onlar ümmetin efendisi ve takva sahiplerini cennete götüren rehberdir. Onların hizbi, benim hizbim ve benim hizbim ise Allah’ın hizbidir. Onların düşmanlarının hizbi ise şeytanın hizbidir.”

35- İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyor: Mûsa bin Câfer Hârun'ur-Reşid’in yanına varmıştı. Hârun birine oldukça öfkelenmişti, İmam (a.s) ona şöyle buyurdu: “Eğer Allah için öfkelendiysen, Allah’ın bu konuda öfkelendiğinden daha çok öfkelenme.”[56]

36- İbn-i Fazzal şöyle diyor: “İmam Rıza (a.s)’a Şâban ayının on beşinci gecesini sordum. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Şâban ayının on beşinci gecesi ateşlerden kurtuluş ve büyük günahların bağışlandığı gecedir.”

O gecenin diğer gecelerden ayrı özel bir namazı var mıdır? diye sorunca İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Özel bir namazı yoktur. Ama istiyorsan o gece müstahap amellerde bulun. Câfer-i Tayyar namazını kıl. Allah’ı çok zikret, dua ve istiğfar et. Zira babam şöyle buyuruyordu: “O gece yapılan dualar kabul olur.”

Ben, “Bazıları o gecenin her şeyin yazıldığı, taktir edildiği gece olduğunu söylüyorlar” deyince; İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Her şeyin yazıldığı gece Ramazan ayındaki Kadir gecesidir.”

37- İmam Rıza (a.s) babalarından, onlar da Hz. Ali (a.s)’dan, o da Allah Resulü’nden şöyle buyurduğunu naklediyor: “Ramazan ayı yüce bir aydır. Allah-u Teala bu ayda iyilikleri artırır, kötülükleri ise yok eder, dereceleri ise yükseltir. Her kim bu ayda sadaka verirse Allah-u Teala onun günahlarını af eder. Her kim bu ayda güzel ahlaklı olursa Allah-u Teala onu affeder.

Her kim de bu ayda öfkesini yenerse Allah onu affeder. Her kim bu ayda sıla-i rahimde bulunursa Allah onu affeder.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Bu ay diğer aylar gibi değildir. Bu ay, her ne zaman size gelirse rahmet ve bereketle gelir. Sizden ayrılacağı zaman günahlarınız bağışlanmış olarak ve mağfiretle ayrılır. Bu ayda iyilikler çoğalır, iyi ameller bu ayda kabul olur.

Sizden her kim iki rekât nafile namazı kılarsa Allah onu bağışlar.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Asıl bedbaht bu ay gelip geçtiği halde günahları bağışlanmayan kimsedir; iyilik edenler ise yüce Allah’tan karşılıklarını aldığında kendisi ziyan ve zarara uğrayan kimsedir.”

38- İmam Rıza (a.s) babalarından, onlar da Emir’el Müminin Ali (a.s)’dan Resul-u Ekrem (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: “Ey Ali! Sen dünya ve ahirette kardeşim, vezirim, bayraktarımsın ve sen havuzumun sahibisin. Her kim seni severse beni sevmiştir. Her kim senden nefret ederse benden nefret etmiştir.”[57]

39- İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyor: “Her kim bizim çektiklerimizi hatırlar ve ağlarsa veya başkalarının ağlamalarını sağlarsa; bütün gözlerin ağladığı o günde ağlamayacaktır. Her kim de bir yerde oturup, orada bizim bir işimizi ihya ederse, bütün kalplerin öldüğü o günde onun kalbi ölmeyecektir.

O Hazret: “Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş olursunuz; kötülük ederseniz de yine kendinize etmiş olursunuz.” (İsra/7) ayeti hakkında şöyle buyurdu: “İyilik etmişseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz, eğer kötülük etmiş olsanız (tövbe ve pişmanlıktan sonra) sizi bağışlayan bir rabbiniz vardır. Yine, “Şimdilik onlara güzel muamele et” (Hicr/85) ayeti hakkında da şöyle buyurdu: “Amaç azarlamadan affetmektir.”

Daha sonra, “O size korku ve ümit içinde şimşeği gösteriyor.” (Râd/12) ayetinin tefsirinde ise şöyle buyurdu: “Yolcu için korku, ikamet eden içinse umut vardır.”

Ardından da şöyle buyurdu: “Her kim günahlarına kefaret olarak verebilecek bir şeye sahip değilse, Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’ine bol bol salavat göndersin. Zira salavat günahları tamamıyla ortadan kaldırır.” Hakeza Muhammed’e ve Al-i Muhammed’e salavat göndermek, Allah katında tesbih, tahlil (lâ ilahe illallah) ve tekbir değerindedir.” diye buyurdu.



DIPNOTLAR

--------------------------------------
43- Resulullah (s.a.a)’in bu sözünden Zeyd’in de Resulullah’ın bir parçası olduğunu anlıyoruz.

44- Nadir hadis: Doğru sözlü bir tek raviden nakledilen ve nakledilen diğer hadislerle mana itibarıyla çelişen hadislere verilen addır. Ahkâmda bu hadislerle amel etmek doğru değildir.

Elbette bazen de kendine özgü oluşu veya sayıları az oluşu, ya da tek başına ayrı bir başlık altında toplanması mümkün olmayan dağınık rivayetler için de "nadir" tabiri kullanılmaktadır.

Şeyh Saduk da "Men la Yahzuruh'ul Fakih" kitabında "nadir" kelimesini bu manada kullanmıştır. (Telhis'ul Mikbas s.161) Dolayısıyla, burada da "nadir”den bu ikinci anlam kastedilmiş olabilir.

45- Bazı mıntıkalarda kıble, doğu ve batı arasında yer alıyor. Bu hadiste işaret edilen kıble de has bir mıntıkaya mahsus olup, doğu ve batı arasında olduğuna dikkat çekilmiştir.

46- Hadisin senedinde zikredilen raviler, Dâvud bin Süleyman dışında tanınmayan (mühmel) kişilerdir.

47- Bu bölümde iki benzer hadis zikredilmişir. Konunun uzamaması ve tekrar edilmemesi açısından sadece bu hadislerden birine yer verdik.

48- Bu bölüm aslında 86 hadisten oluşmaktadır. Bazı hadislerin mefhumu bu bölüm ve diğer bölümlerde zikredildiğinden dolayı tekrardan kaçınmak için 68 hadisi nakletmeyi uygun gördük.

49- Kur’an-ı Kerim’in mübarek Bakara suresinde Yahudîler’e hitaben “Peki sizler neden peygamberlerinizi öldürüyorsunuz?” buyurulmaktadır. Oysa peygamberleri onlar değil ataları öldürüyorlardı. Onlar ise atalarının bu yaptıkları amellere razı olmaları sonucunda bu hitaba muhatap olmuşlardır.

50- İmam Rıza’nın üçüncü evladı, İmam Askerî (a.s)’dır. bu yüzden hadisin metninde bir yanlışlık olmuştur. İmam’ın dördüncü evladı olmalıdır; üçüncüsü değil.

51- Buradaki yasaklama “mekruh” anlamındadır.

52- Bu hadis “Huzmuhalefe el-Amme” hadislerinden olup usul ilminin “Taadul ve Teracih” konusunda tartışılıyor ve özel şartlara haizdir.

53- Temsil babındandır ve benzetme yapmak için söylenmiştir.

54- Yani, insan bir şeyi öğrenince artık kendisine hüccet tamamlanmış olur ve aleyhine dönüşür. Bildikleri hususunda sorguya çekilecektir. Ama bu bildikleriyle amel etmişse o zaman o bildikleri lehine dönüşür.

55- Amr bin Ubeyd meşhur zahitlerden ve Mutezilî’nin büyük şahsiyetlerinden biridir. Amr aslen İranlıdır ve birçok kitapları vardır. H. 144 yılında vefat etmiş ve Mekke yakınlarında Mirran adlı bölgede defnedilmiştir.

56- Yani, Allah’ın bu konudaki gazabından daha çok gazaplanma.

57- Havuzdan maksat, Kevser Havuzu’dur.



8
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI

40- İmam Rıza (a.s) babalarından, Emir’el Müminin Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor: “Bir gün Allah Resulü şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah’ın ayı bereket, rahmet ve mağfiretle size gelmiştir.

Bu ay Allah katında bütün aylardan daha değerli ve yücedir, günleri bütün günlerden üstündür, geceleri bütün gecelerden daha faziletli ve saatleri ise bütün saatlerden daha değerlidir. Bu aya Allah’ın misafiri olarak çağırıldınız ve bu ayda ilahi keramet ve yücelik sahibi karar kılındınız. Nefesleriniz bu ayda tesbih ve uykularınız bu ayda ibadettir. Amelleriniz bu ayda makbul ve dualarınız ise bu ayda müstahaptır.

O halde sadık bir niyet ve temiz bir kalple Allah-u Teala’dan sizlerin oruç tutmanızı ve Kur’an ayetlerini tilavet etmenizi muvaffak kılmasını dileyin. Zira bedbaht, bu yüce ayda Allah’ın gufranından mahrum kalan kimsedir.

Bu ayın susuzluğu ve açlığı ile kıyametin susuzluğunu ve açlığını hatırlayın. Fakirlere ve miskinlere sadaka verin. Büyüklerinize saygılı davranın. Çocuklarınıza karşı yumuşak olun. Kendi akrabalarınızla ilişkinizi koparmayın, dillerinizi ve gözlerinizi bakması haram olan şeylerden koruyun.

Kulaklarınızı ise işitilmesi caiz olmayan şeylere karşı tıkayın. Başkalarının yetimlerine karşı iyi davranın ki sizin yetimlerinize de iyi davransınlar. Günahlarınızdan dolayı Allah’ın dergahında tövbe edin. Namaz vakitlerinde ellerinizi dua için kaldırın.

Zira o vakitler en güzel saatlerdir. Allah-u Teala o vakitte rahmet nazarıyla kullarına bakar ve her ne zaman onunla münacat ederse karşılığını verir. Her ne zaman seslenirse sesine cevap verir. Her ne zaman o’ndan bir şey isterse dualarını kabul eder.

Ey insanlar! Nefisleriniz yaptıklarınızın ipoteğindedir. Tövbe ve istiğfarla onları özgürlüğe kavuşturun. Sırtınız günahlardan ağırlaşmıştır, uzun secde yaparak sırtınızı hafifleştirin.

Şunu biliniz ki Allah-u Tela kendi izzetine yemin ederek namaz kılanları ve secde edenleri kıyamet gününde -her şeyin sadece Allah için dirildiği günde- kendisine azap edilmeyeceğini ve ateşle korkutulmayacağını bildirmiştir. Ey insanlar her kim bu ayda oruç tutan müminlere iftar yemeği verirse; bu iş ile Allah katından bir köleyi azat etmiş sayılır ve geçmiş günahları affedilmiş olur.”

Halk: “Ya Resulullah! Hepimiz bu güce sahip değiliz” deyince de Hazret şöyle buyurdu: “Bir hurma ile de olsa kendinizden ateşi uzaklaştırın. Bir yudum suyla da olsa ateşi kendinizden uzaklaştırın.

Ey insanlar! Her kim bu ayda güzel ahlaklı olursa ayakların sırat köprüsünden kayacağı gün oradan güven içinde geçer. Her kim bu ayda kölelerini sıkmaz ise, Allah da onu hesaba çekerken sıkmaz.

Her kim bu ayda insanlara kötülük etmezse, Allah da kendisiyle görüştüğü gün gazabını ondan uzak kılar. Her kim bu ayda bir yetime ikram ederse, Allah da kendisiyle görüştüğü gün kendisine ikram edecektir. Her kim bu ayda sıla-i rahimde bulunursa Allah da kendisiyle görüştüğü gün onu rahmetine mazhar kılar.

Her kim bu ayda sıla-i rahimde bulunmayı terk ederse, Allah da kendisiyle görüştüğü gün ondan rahmetini keser. Her kim bu ayda nafile namaz kılarsa, Allah da onu kesin olarak azabından uzak kılar. Her kim bu ayda bir farzı eda ederse diğer aylarda yetmiş farz eda edenin sevabını elde eder.

Her kim bu ayda bana çok salavat gönderirse, amel terazilerinin hafif geldiği gün amel terazisi ağır gelir. Her kim bu ayda Kur’an’dan bir ayet okursa, diğer aylarda Kur’an’ı hatmeden kimsenin sevabını elde eder.

Ey insanlar cennet kapıları bu ayda açıktır, rabbinizden onu yüzünüze kapatmamasını isteyiniz. Cehennem kapıları da bu ayda kapalıdır, rabbinizden onu yüzünüze açmamasını dileyiniz. Bu ayda şeytanlar zincire vurulmuştur, rabbinizden onların size musallat olmamasını dileyiniz.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Ben kalkıp şöyle dedim: “Ey Resulullah! Bu ayda en faziletli amel hangisidir?” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Ebel Hasan bu ayda en faziletli amel ilahi haramlardan sakınmaktır.” Peygamber daha sonra ağladı, Peygamber’e şöyle arz ettim: “Ya Resulullah neden ağlıyorsun?”

Peygamber şöyle buyurdu: “Ey Ali bu ayda başına gelecekler için ağlıyorum, adeta sen namaz kılarken ilkten sona kadar yaratılan insanların en kötüsü ve Semud kavminin devesini kesen kimsenin kardeşi-meslektaşı olan bir şahsın, senin başının tam ortasına darbe indirdiğini ve sakalını kana boyadığını görür gibiyim.”

Emir’el Müminin (a.s) şöyle buyurdu: “Bunun üzerine Peygamber’e şöyle dedim: “Ey Allah’ın Resulü bu durumda dinim sağlam mıdır?” Peygamber şöyle buyurdu: “Evet dinin sağlamdır” daha sonra Peygamber şöyle devam etti : “Ey Ali! Seni katleden beni katletmiştir. Sana buğz eden bana buğz etmiştir. Sana söven bana sövmüştür.

Zira sen bendensin, benim gibisin; ruhun benim ruhumdan, toprağın benim toprağımdandır. Allah beni ve seni yarattı, beni ve seni seçti; beni peygamberliğe seçti, seni ise imamlığa. O halde her kim senin imametini inkâr ederse benim nübüvvetimi inkâr etmiştir. Ey Ali sen benim vasim, torunlarımın babası ve damadımsın.

Sen hayatımda ve hayatımdan sonra benim ümmetim arasındaki halifemsin. Senin emrin benim emrimdir ve senin nehyin benim nehyimdir. Beni nübüvvete seçen ve insanların en üstünü kılan Allah’a and olsun ki sen Allah’ın insanlara hücceti, esrarının emini ve kullarının halifesisin.”

41- İmam Hasan Askerî (a.s) babalarından, onlar da İmam Seccad (a.s)’dan Emir’el Müminin (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bir çok gafil insan vardır ki kefeni olacağını bilmediği halde kendisine elbise diker. Kendisine mezar olacağını bilmeden ev yapmaya kalkar.”

42- Emir’el Müminin Ali (a.s)’a şöyle soruldu: “Ölüm için hazırlık nedir?” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Farzları eda etmek, haramları terk etmek ve güzel ahlaka sahip olmak. Böyle bir insan için ölüme gitmesi veya ölümün ona gelmesi hiç fark etmez. Allah’a and olsun ki Ebu Talib’in oğlu için ölüme gitmenin veya ölümün kendisine gelmesinin hiçbir farkı yoktur.”

43- Hz. Ali (a.s) hutbelerinin birinde şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar dünya fena yurdudur. Ahiret ise beka yurdudur. Bu geçiş mahallinden ebediyet yurdu için kendinize azık alınız.

Esrarınızın gizli olmadığı kimse (Allah) karşısında çirkin amellerinizi açığa vurmayınız. Bedenleriniz dünyadan çıkmadan gönüllerinizi dünyadan çıkarınız.

Dünyada yaşıyorsunuz; ama ahiret için yaratıldınız. Dünya zehire benzer, onu tanımayan yer. İnsan ölünce melekler, “Önceden ne gönderdi?” der; insanlar ise, “Geride ne bıraktı?” diye sorarlar. O halde size faydalı olacak iyilikleri önceden gönderin. Hasret duyacağınız amelleri geride bırakmayınız. Zira mahrum, malının hayrından mahrum olan kimsedir.

Hasret duyulacak kimse, sadaka ve hayırlarla amellerinin kefesini ağırlaştıran, cennetteki yerini ve sırat köprüsünden geçişini güzelleştiren, kolaylaştıran kimsedir.”

44- İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim Aşûra günü işlerinin ve ihtiyaçlarının peşine gitmezse Allah da onun dünya ve ahiret ihtiyaçlarını giderir. Her kim Aşûra gününü musibet hüzün ve ağlama günü kabul ederse Allah da kıyamet gününü sevinç günü karar kılar.

Cennette gözleri bizi görmekle aydınlanır. Herkes Aşûra gününü bereket günü kabul eder ve evi için o gün bir şey stok ederse, stok ettiği şeylerin bereketi olmaz. Kıyamet gününde Yezid, Ubeydullah bin Ziyad, Ömer bin Sâd -Allah hepsine lanet etsin- ile birlikte cehennemin en alt tabakasında haşrolur.”

45- Rayyan bin Şebib şöyle diyor: “Muharrem ayının ilk günü İmam Rıza (a.s)’ın huzuruna vardım, bana, “Oruç musun?” diye sordu. Ben hayır, deyince de şöyle buyurdu: “Bugün Zekeriyya (a.s)’ın Allah’a şöyle dua ettiği gündür:

“Allah’ım! Bana katından temiz bir soy ver, şüphesiz ki sen duaları hakkıyla işitensin.” (Âl-i İmran/38) Allah da onun duasını kabul etti ve meleklere Zekeriyya’ya -ki mihrapta namaz kılıyordu- “Allah sana Yahya’yı müjdeliyor” diye söylemelerini emretti.

O halde kim bugün oruç tutar ve Allah’a dua ederse Allah da Zekeriyya’nın duasını kabul ettiği gibi, onun duasını da kabul edecektir.”

İmam (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: “Ey İbn-i Şebib Muharrem ayı cahiliye ehlinin bile saygısından dolayı zulüm ve savaşı haram kıldığı bir aydır. Ama bu ümmet bu ayın saygınlığını ve peygamberlerinin ihtiramını korumamışlardır. Bu ayda onun evladını öldürdüler, kadınlarını esir aldılar, mallarını yağmaladılar. Allah asla onların bu işini affetmeyecektir! Ey İbn-i Şebib! Eğer ağlamak istiyorsan Hüseyin bin Ali bin Ebi Talib için ağla.

Zira onu bir koyun gibi kestiler. Ailesinden on sekiz kişiyi onunla birlikte şehit ettiler. Onların yeryüzünde bir benzeri yoktur. Yedi kat gök ve yer onların şahadetine ağladı. Dört bin melek onlara yardım için yeryüzüne indi. Ama onlara (müdahale için) izin verilmemişti. Bu melekler Hz. Mehdî (a.s) kıyam edinceye kadar da Hz. Hüseyin’in kabri başında perişan ve toz toprak içinde matemli bir halde öylece baki duracaklardır. Onlar Hz. Mehdî’nin yardımcılarıdır ve şiarları “Ya lesarat’il Huseyn”dir.[58]

Ey İbn-i Şebib, babam babasından, o da ceddinden bana şöyle haber vermiştir: “Ceddim Hüseyin (a.s) şehit olunca gökten kan ve kırmızı toprak yağdı.” Ey İbn-i Şebib eğer Hüseyin için göz yaşların yanaklarından dökülecek kadar ağlayacak olursan Allah küçük veya büyük az veya çok, tüm günahlarını affeder.

Ey İbn-i Şebib eğer tertemiz ve günahsız bir şekilde Allah ile görüşmek istersen Hüseyin (a.s)’ı ziyaret et. Ey İbn-i Şebib eğer Peygamber-i Ekrem ile birlikte cennette olmak istersen Hüseyin’in katillerine lanet et.

Ey İbn-i Şebib! Hüseyin (a.s) ile birlikte şehit olanların sevabı kadar sevaba sahip olmak istiyorsan onları hatırladığında şöyle de: “Keşke ben de onlarla birlikte olup büyük kurtuluşa erseydim.” Ey İbn-i Şebib cennette yüce makamlarda bizimle birlikte olmak istiyorsan hüzünlerde bizimle hüzünlen ve sevinçlerde bizimle sevin, velayetimize sarıl. Zira eğer bir insan bir taşı bile sevse Allah kıyamette onu o taşla birlikte haşreder.”

46- İmam Hasan Askerî (a.s) babalarından, onlar da Hz. Ali’den Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Allah-u Teala şöyle buyuruyor: Fatihayı kendimle kulum arasında ikiye böldüm. Yarısını kendime, diğer yarısını kuluma ayırdım. Kulum neyi talep ederse elde edecektir. Kul “Bismillahirrahmanirrahim” deyince Allah-u Teala şöyle buyurur: “Kulum işine benim adımla başladı, o halde işlerini yapmam ve halini bereketlendirmem bana farzdır.”

Kul “elhamdulillahi rabbil alemin” (Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur) deyince de Allah-u Teala şöyle buyurur: “Kulum beni övdü, yanında olan nimetlerin benden olduğunu, uğradığı belaların benim kudretimle olduğunu bildi.

Siz de şahit olun ki ben de uhrevi nimetleri dünyevi nimetlerine eklerim ve dünyevi belaları defettiğim gibi ondan uhrevi belaları da def ederim” kul, “er-Rahman’ir-Rahim” deyince de Allah-u Teala şöyle buyurur: “Kulum benim rahman ve rahim olduğuma şahadette bulundu, ben de onu rahmetimden daha çok nasiplendirir ve ihsanlarımdan daha çok faydalandırırım.

” Kul, “Malik-i yevmiddin” (din gününün sahibi) deyince de Allah-u Teala şöyle buyurur: “Siz de şahit olun ki o benim kıyamet gününün maliki olduğumu itiraf ettiği için ben de kıyamette hesabını kolaylaştırır ve kötülüklerini affederim.” Kul, “İyyake na’budu” (sadece sana ibadet ederiz) deyince de Allah-u Teala şöyle buyurur: “Kulum doğru söylüyor, sadece bana ibadet ediyor.

Şahit olun ki bu ibadetleri sebebiyle kendisine bu ibadetten muhalif olanların gıpta edeceği, imreneceği sevapları veririm.” Kul, “İyyake nestaîn” (sadece senden yardım dileriz) deyince de Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Kulum benden yardım istiyor ve bana sığınmıştır.

Şahit olun ki bende işlerinde ona yardımcı olacağım, zorluklarda imdadına yetişeceğim ve zor günde elinden tutacağım.” Kul, “İhdin’as sırat’el mustakîm” (bizi doğru yola hidayet et) deyince ve surenin sonuna kadar okuyunca da Allah-u Teala şöyle buyurur: “Bu istekleri kabul edilmiştir. Kulum neyi dilerse o olacaktır. Kulumun dualarını kabul ettim, arzu ettiği şeyleri ona ihsan ettim. Onu korkulacak şeylerden güvende kıldım.”

İmam Hasan Askerî (a.s) şöyle buyurdu: “Emir’el Müminin (a.s)’a, “Besmele Fatiha sûresinden midir, değil midir?” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Evet, Peygamber de onu kıraat ediyor ve sûrenin bir cüzü sayıyordu. Ayrıca şöyle buyuruyordu: “Fatiha sûresi Seb’ul Mesanî’dir.”[59]

47- İmam Hasan Askerî babalarından, onlar da Hz. Ali (a.s)'dan şöyle nakletmişlerdir: “Besmele, Hamd (Fatiha) sûresinden bir ayettir. Hamd sûresi yedi ayettir ve besmeleyle kemale ermektedir. Peygamber’den şöyle buyurduğunu işittim: “Allah-u Teala bana şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammed) and olsun biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı verdik.” (Hicr/87) Önce Hamd sûresi ile beni minnettar kıldı, onu Kur’an ile yan yana zikretti.

Hamd sûresi, arş hazinelerinde olan en değerli şeydir. Allah-u Teala onu Muhammed’e özgü kıldı ve kendisini onunla şereflendirdi. Süleyman dışında hiç bir peygamberi bu fazilete kendisiyle ortak kılmadı.

Zira Allah-u Teala Süleyman’a “Besmele” ayetini ihsan etti. Nitekim Allah-u Teala Belkıs’ın dilinden şöyle buyurmaktadır: “Sebe melikesi: Ey ileri gelenler! Bana, Bismillahirrahmanirrahim diye başlayan ve 'Sakın bana karşı baş kaldırmayın ve teslim olarak gelin' diyen Süleyman'dan gönderilen önemli bir mektup bırakıldı, dedi.

” (Nahl/29-31) Her kim Muhammed ve Ehl-i Beyt'inin velayetine inanarak okur, onların emrine itaat eder, zahir ve batınına iman ederse, Allah da her harfine karşılık kendisine tüm dünyadan, hayır ve mallarından daha üstün olan iyilikler verir. Her kim onu okuyan kariyi dinlerse, kendisine onu okuyan karinin sevabı verilir. O halde size verilen bu hayırdan hakkıyla istifade etmeye çalışınız, bu sizler için bir ganimettir. Sıkın vakit geçip de kalpleriniz hasret içinde kalmasın.”

48- İmam Rıza (a.s) babalarından, onlar da İmam Hüseyin (a.s)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: “Hz. Ali uzun bir aradan sonra oldukça yaşlanan ve yolda yürümekte zorlanan bir dostunu görünce ona şöyle buyurdu:

“Bayağı yaşlanmışsın ey adam!” Adam ise, “Senin itaatinde yaşlandım ey Emir’el Müminin” dedi. Hz. Ali, “Henüz sende bir gücün olduğunu görüyorum” diye buyurunca da adam şöyle dedi: “O da sana aittir, ey Emir’el Müminin!”

49- İbrahim bin Ebu Mahmud İmam Rıza'dan, o da babalarından, onlar da İmam Hüseyin’den Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Ey Ali sen benden sonraki mazlumsun.

Sana zulmedene ve haksızlıkta bulunana eyvahlar olsun. Ne mutlu sana uyana ve başka kimseyi sana tercih etmeyene! Ey Ali sen benden sonra başkalarının kendisiyle savaşacağı kimsesin. Seninle savaşana eyvahlar olsun.

Ne mutlu seninle birlikte savaşanlara. Ey Ali, sen benden sonra benim sözlerimle konuşan ve benim dilimle hitabeden kimsesin. Senin sözlerini reddedene eyvahlar olsun. Ne mutlu sözlerini kabullenenlere! Ey Ali, sen benden sonra bu ümmetin efendisisin! Sen onların imamı ve halifesisin. Her kim senden ayrılırsa kıyamette benden ayrılacaktır.

Her kim seninle olursa kıyamette benimle olacaktır! Ey Ali, sen bana iman eden, beni tasdik eden, işlerimde bana yardımcı olan, benimle birlikte düşmanlarla savaşan ve insanların cehalet gafletinde olduğu bir zamanda benimle birlikte namaz kılan ilk kimsesin! Ey Ali, sen kıyamette benimle birlikte topraktan başını kaldıracak ilk kimsesin.

Sen benimle birlikte sırattan geçecek ilk kimsesin. Rabbim izzetine yemin etmiştir ki sırattan; elinde sadece senin ve neslinden olan imamların velayetiyle ateşten kurtuluş beraatı bulunan kimseler geçecektir! Sen havuzda yanıma gelecek ilk kimsesin. Dostlarına o havuzdan su verecek ve düşmanlarını ondan uzaklaştıracaksın.

Makam-ı Mahmud'da olduğumda benimle olacak kimsesin. Dostlarımıza şefaat edeceksin ve onlar hakkında şefaatin kabul edilecektir. Sen cennete girecek ilk kimsesin. Elinde hamd bayrağı olacaktır. Bu bayrak yetmiş parçadır her parçası ay ve güneşten daha geniştir. Sen cennetteki Tûba ağacının sahibisin; bu ağacın kökleri senin evinde, dalları ve yaprakları ise seni sevenlerin ve Şiilerinin evindedir.”

İbrahim bin Ebu Mahmud (bu hadisin ravisi) şöyle diyor: “Ben İmam Rıza (a.s)’a şöyle arz ettim: “Ey İbn-i Resulillah! Emir’el-Mü’minin ve siz Ehl-i Beytin faziletleri hakkında muhaliflerinizden nakledilen ve sizden menkul rivayetler arasında olmayan bir takım rivayetler vardır. Onlara inanalım mı?”

İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Babam babasından, o da değerli atasından Peygamber’in şöyle buyurduğunu bana nakletti: Her kim bir konuşmacıyı dinlerse ona ibadet etmiş sayılır. Eğer o konuşmacı Allah adına konuşuyorsa dinleyen Allah’a ibadet etmiş sayılır; eğer iblis adına konuşuyorsa, iblise ibadet etmiş sayılır.” Daha sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Ey İbn-i Ebi Mahmud! Muhaliflerimiz bizim hakkımızda üç tür rivayet uydurdular:


1- Aşırı, ifrat

2- Hakkımızı yemek ve tefrit


3- Düşmanlarımızın kötülüklerini beyan etmek ve onlara sövmek.

İnsanlar onların naklettiği aşırı rivayetleri duyunca Şiilerinizi tekfir ediyor ve şöyle diyorlar: Şia imamların uluhiyetine inanmaktadır. Tefrit ve hakkımızın çiğnendiği rivayetleri işitince de ona inanıyorlar.

Düşmanlarımızın kötülüklerini beyan eden ve onlara sövülen rivayetleri işitince de bize sövüyorlar. Halbuki Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler.” (Enam/108)

Ey İbn-i Ebi Mahmud insanlar sağa sola gidince sen bizim yolumuzdan ayrılma, zira her kim bizimle olursa biz de onunda oluruz. Her kim bizden ayrılırsa biz de ondan ayrılırız.

İnsanı imandan çıkaran en küçük şey çakıl taşlarına, “Bu çekirdektir” deyip ona inanmak ve muhaliflerinden uzak durmaktır. Ey İbn-i Ebi Mahmud! sana dediklerimi sakla, zira dünya ve ahiret hayrını senin için bu sözlerimde topladım.”

50- İmam Rıza (a.s) babasından şöyle rivayet etmiştir: Mensur Devanıkî adamlarını, İmam Sâdık (a.s)’ı getirtmek için gönderdi. Mensur İmam Sâdık (a.s)’ın şehit etmek istiyordu. Kılıcını ve öldürüldüklerinde mahkumların altına serilen postu hazırladı ve Rebî’e şöyle dedi: “Ben onunla konuşurken el çırptığımda sen boynunu vur.”

İmam Sâdık (a.s) Mensur’un yanına gelince uzaktan ona baktı ve dudaklarıyla bir şeyler söyledi. Mensur kendi yerine oturmuştu. İmam’ı görünce şöyle dedi: “Hoş geldiniz, biz borcunuz için sizi buraya çağırdık.” Daha sonra yumuşak bir dille İmam (a.s)’ın ailesinin hal hatırını sordu ve şöyle dedi: “Allah borcunuzu ödedi ve ödülünüzü belirledi.

Ey Rebî üçüncü işi yapma. Câfer ailesine geri dönsün.” İmam (a.s) dışarı çıkınca Rebî şöyle dedi: “Ey Eba Abdullah! O kılıcı ve sizin için yere serilen o postu gördünüz mü? Siz elbisenizi silkeleyince kendi kendinize ne söylüyordunuz?

İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Evet, yüzünde kötülüğü görünce şöyle dedim: “İnsanlar yerine rabbim bana yeter, yaratıklar yerine yaratıcım bana yeter, rızk verilenler yerine rızk veren bana yeter, alemlerin rabbi olan Allah bana yeter. Kâfi olan Allah bana kâfidir, her zaman kâfi olan rabbim bana kafidir. Ondan başka ilah olmayan Allah bana kâfidir, ona tevekkül ederim. O büyük arşın sahibidir.”

51- İmam Askerî (a.s) babasından, o da İmam Sâdık’tan, “Bizi doğru yola hidayet et.” ayetinin tefsiri hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bizi doğru yola hidayet et; yani, bizi senin sevgine ve dinine ulaştıran yola koy. Bizleri helakete sebep olan nefsanî arzulardan ve yokluğa sebep olan şahsi görüşlerden koru, bizleri irşad et.”

52- Hüseyin bin Halid şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’a, “Doğrusu biz; emaneti göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir.” ayetinin tefsirini sordum. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Buradaki emanet velayettir. Her kim haksız yere velayet iddiasında bulunursa kâfir olur.”

53- Ubeyd bin Hilal şöyle diyor: “İmam Rıza (a.s)‘dan şöyle buyurduğunu işittim. “Mümin kulun muhaddes olmasını isterim.” Ben, “Muhaddes nedir?” diye sorunca da, İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Yani, müfehhem olmasını isterim.”[60]

54- Abdusselam bin Salih Herevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)‘dan şöyle buyurduğunu işittim: “İşimizi ihya edene Allah rahmet eylesin.” Ben, “Sizin işinizi nasıl ihya edilmiş olabilir?” diye sorunca İmam (a.s) şöyle buyurdu: “İlmimizi öğrenir ve insanlara öğretir. Zira eğer insanlar sözlerimizin güzelliğinden haberdar olurlarsa bize uyarlar.”

Ravi şöyle diyor: “İmam Sâdık (a.s)’dan bizlere şöyle rivayet edildiğini aktardım: “Her kim cahillerle cedelleşmek, alimlere karşı övünmek ve bir cemaatin ilgisini kazanmak için bir şeyi öğrenirse o kimse cehennem ehlidir.” İmam Rıza (a.s) bunun üzerine şöyle dedi: “Ceddim doğru buyurmuşlardır. Sen cahillerin kim olduğunu biliyor musun?” Ben, “Hayır, ey Resulullah’ın evladı” deyince de İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Onlar muhaliflerimizin hikâyecileridir.

Alimlerin kim olduğunu biliyor musun?” Ben, “Hayır, ey Resulullah’ın evladı” deyince de İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Onlar Allah’ın sevgi ve itaatlerini farz kıldığı Al-i Muhammed’in alimleridir.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Acaba İmam Sâdık (a.s)’ın, “Bir cemaatin teveccühünü kazanmak” şeklindeki sözünden maksadının ne olduğunu biliyor musun?” Ben, “Hayır” deyince de şöyle buyurdu: “Allah’a and olsun ki İmam Sâdık (a.s)’ın maksadı haksız yere İmamlık iddiasında bulunanlardır. Her kim böyle yaparsa cehennem ehli olur.”

55- Hüseyin bin Halid şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’a şunu sordum: “Adamın biri malının bir bölümünü falan yere harcanmasını vasiyet ederse malının ne kadarını oraya masraf etmek gerekir?” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Üçte birinin yedide birini.”

56- Câfer bin İbrahim şöyle diyor: Babam vasıtasıyla İmam Rıza (a.s)'a şöyle bir mektup yazdım: “Fedan olayım. Şiiler sa' konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları, fitrenin Medine sa'ı ile verilmesi gerektiğine inanıyor; bazıları ise, Irak sa'ı ile verilmesi gerektiğini iddia ediyor.” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Sa' altı Medine ritli ve dokuz Irak ritlidir.”

Ravi şöyle diyor: İmam (a.s) “vezn” hakkında da şöyle buyurdu: “Bir vezn, bin yüz yetmiş dirhemdir.”

57- Bezentî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)'a Hz. Fatıma (a.s)’ın kabrini sordum. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Hazret-i Zehra (a.s) kendi evine defnedildi. Ben-i Ümeyye mescidi büyütünce Hz. Zehra (a.s)'ın kabri de mescidin içinde yer aldı.”

58- Hasan bin Cehm şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: Emir’el Müminin (a.s) sürekli şöyle diyordu: “İkram ve saygıyı eşekten başka hiç kimse reddetmez.” Ben, “Ne demek istemiştir?” diye sorunca da şöyle buyurdu: “Yani; yer açmak, otururken yer vermek ve güzel koku ikram etmek.”[61]

59- Ali bin Cehm şöyle diyor: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “İkram ve saygıyı eşek dışında hiç kimse reddetmez.” Ben, “Hangi tür saygıyı kastediyorsunuz?” diye sorunca da İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Güzel koku ve bir insanın diğer bir insana gösterdiği saygı.”

60- Ebu Zeyd Malikî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)'dan şöyle buyurduğunu işittim: “Saygı ve ikramı eşekler dışında hiç kimse reddetmez.” İmam (a.s)'ın maksadı güzel koku ve oturmak için verilen yastıktır.

61- İmam Rıza (a.s)’a “Sonra kirlerini giderip (tırnaklarını kesip, pisliklerden arınıp ve ihramdan çıkıp) temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kâbe'yi tavaf etsinler.” ayeti hakkında sordum. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “(Ayette geçen) “nefes” kelimesi; (burada) tırnakları kesmek, pisliklerden arınmak ve ihramdan çıkmak manasındadır.”

62- İbn-i Fazzal İmam Rıza (a.s)’dan şöyle rivayet etmiştir: “Babam babalarından, onlar da Ali (a.s)’dan Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Geçmiş ümmetlerin hastalıkları size bulaşmıştır, (bunlar) kin ve hasettir.

63- İmam Rıza (a.s) babası İmam Kâzım’dan o da İmam Sâdık (a.s)’dan şöyle rivayet etmiştir: Allah-u Teala Dâvud (a.s)’a şöyle vahiy etti: Bazı kullarım iyi bir iş yapar da o işi sebebiyle onu cennete koyarım.” Dâvud (a.s) şöyle dedi: “Allah’ım o iyi iş nedir?” Allah-u Teala şöyle buyurdu: “Bir hurmayla da olsa bir müminin kalbinden hüznünü gidermektir.” Bunun üzerine Dâvud (a.s) şöyle buyurdu: “Her kim seni tanırsa senden ümidini kesemez.”

64- Hasan İbn-i Bint İlyas şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kendisinden bir hades zuhur edene veya bir muhdise (hadesi gerçekleştiren) sığınak verene Allah lanet etsin.” Ravi şöyle diyor: Hadesten maksadın ne olduğunu sordum, İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Cinayet ve öldürmedir.”

65- İmam Rıza (a.s) babasından, o da İmam Sâdık (a.s)’dan şöyle nakletmektedir: “Allah-u Teala etten ve şişman kimseden hoşlanmaz.” Oradakilerden biri İmam (a.s)’dan şöyle sordu:

Ey Resulullah’ın evladı, biz eti seviyoruz, evimizde et eksik olmuyor; o halde ne yapmamız gerekir. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Düşündüğünüz gibi değildir; maksat, gıybet edilerek insanların etinin yenildiği (Müslümanın gıybetinin yapıldığı) evlerdir. Şişmandan maksat da mütekebbir ve yolda gururlu yürüyen kimsedir.”

66- Abdusselam bin Salih Herevî şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’a arz ettim: “Ey Resulullah’ın evladı, Ramazan ayında ilişki kuran veya orucunu bâtıl eden kimse hakkında babalarınızdan üç kefaret vermeleri gerektiği nakledilmiştir.

Başka bir rivayette ise bir kefaret vermeleri yeterli görülmüştür. Bu iki rivayetten hangisiyle amel edelim? İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Her ikisine de amel ediniz, şöyle ki eğer Ramazan ayında haram ilişkide bulunur veya haram bir şeyle orucunu bozarsa üç kefaret vermelidir, yani bir köle azat etmeli, iki ay aralıksız oruç tutmalı ve altmış fakiri doyurmalıdır.

O günün kazasını da ayrıca eda etmelidir. Ama eğer helal ilişkide bulunmuş veya helal bir şeyle orucunu bozmuşsa bir kefaret vermelidir ve bir günde kaza tutmalıdır. Unutarak böyle yapmışsa, kaza da kefaret de gerekmez.”

67- Ahmed bin Eşyem şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’a arz ettim: Fedan olayım, neden Araplar çocuklarını kelb (köpek), nemir (kaplan) ve feht (panter) olarak adlandırmaktadır?

İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Araplar savaşçı bir millettir, bu isimlerle düşmanlarını korkutmak istiyorlardı. Kendi kölelerini de fereç (rahatlık, genişlik) mübarek, meymun (bereketli) olarak adlandırıyor ve bunu iyiye yoruyorlardı.”

68- Abdusselam bin Salih Herevî diyor ki: İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu işittim: “İnsanların amelleri mahluktur.” Ben “Ne demek?” diye sorduğumda şöyle buyurdular: “Yani, takdir edilmiştir.”


İMAM RIZA (A.S)’IN HZ. MUHAMMED (S.A.A)’İN SIFATLARI HAKKINDA BUYURDUKLARI

İmam Rıza (a.s) babalarından, onlar da İmam Hasan Mücteba’dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Peygamber’i sıfatlarıyla, etraflıca tarif eden dayım Hind bin Ebu Hale’den Peygamber’in sıfat ve zahirini sordum. O şöyle dedi: “Hz. Resul çok heybetliydi, onun yüzü ayın on dördüncü gecesi gibi parlıyordu; orta boylu insanlardan biraz uzunca, zayıf ve uzun insanlardan biraz kısaca boyu vardı, büyük bir kafaya sahipti.

Hazret’in saçları ne çok kıvırcık, ne de tümüyle düz ve yumuşaktı. Örgülü saçları çözülünce ortadan ikiye ayırıyordu.[62] Aksi takdirde onu kendi haline bırakıyordu. Velhasıl, saçlarını uzatınca saçları kulak memesinden aşağı inmiyordu; parlak bir rengi, geniş bir alnı vardı; kaşları çekik ve keman gibiydi.

Aynı zamanda tam ve doluydu, ama çok sıkı değildi. Kızınca kaşları arasındaki damarı şişiyordu; burnu ince, ortası hafif çıkıktı. Yüzündeki bur hiç eksik olmazdı. Onu tanımayanlar mütekebbir olduğunu zannederdi.

Sakalı kısa ve gürdü, yanakları düz ve kemikliydi, ağzı büyük,[63] dişleri beyaz ve berraktı, boynundan veya göğsünden karnına dek uzanan ince bir kıl çizgisine sahipti, boynu gümüş renkli bir sürahiyi andırıyordu.

Düzgün yaratılışlı, hafif şişman, aynı zamanda göğsü ve karnı aynı hizadaydı. Geniş omuzlu, pazılı, beyaz ve nûrani bir bedene sahipti. Boğazından göğsüne uzanan bir çizgiyi andıran kıldan çizgiler vardı.

Mübarek karnı ve diğer bölümleri kılsızdı. Öte yandan kolları, omuzları ve göğsünün üstü kıllıydı. Kolları uzun, avuçları iri, mübarek elleri ve ayakları kalındı. [64] El ve ayakları uyumlu, kemikleri düz ve saftı.

Ayak tabanı çukur, ince kemiklerden aşağısı (-ki genelde ayakkabının içinde yer almaktadır) etli değildi. Öyle ki ayaklarının üzerinde su durmuyor, dökülüyordu.

Yürüyünce güçlü ve heybetli hafif eğilimli, oldukça vakarlı ve çabuk yürürdü. Adeta yokuştan iner gibiydi, sağa ve sola dönünce bütün vücuduyla dönerdi, gözleri aşağıya düşük, bakışları göklerden çok yere bakıyordu. Gözlerini bir şeye dikmiyor ve gördüğü herkese selam veriyordu.”

İmam Hasan (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: Kendisine, “Bana onun sözlerini anlat” deyince de şöyle dedi: “Peygamber sürekli mahzun ve düşünceliydi, rahat ve huzuru yoktu, ihtiyaç olmadığı yerde asla konuşmazdı, tartılı ve ölçülü konuşurdu, ne az ve ne de çok konuşurdu, sözleri sağlamdı, basit ve çirkin söz söylemezdi.

Başkalarının ne kadar az da olsa nimet ve muhabbetini büyük görürdü. Onlardan hiçbir şeyi kınamazdı, yiyeceklerden hiç birini ne över ne de beğenmemezlikte bulunurdu, dünya onu kızdıramazdı; hak söz konusu olunca hakkı üstün kılarak herkese tanıtıyor, hiçbir şey gazabı karşısında dayanamıyordu.

İşaret için bütün eliyle işaret ediyor, şaşkınlık anında ellerini çeviriyorlardı. Sohbet esnasında sağ elini sol eline yaklaştırıyor, sağ baş parmağıyla sol elin ayasına vuruyordu. Gazap anında kızgınlıkla yüzünü çeviriyor, mutluluk anında gözlerini yere çeviriyordu. Gülmesi daha çok tebessümdü, oldukça güzel tebessüm ediyor, gülerken beyaz dişleri gözüküyordu.”

İmam Hasan (a.s) şöyle diyor: Bu hadisi bir müddet Hüseyin (a.s)’dan gizledim, sonra ona söyledim sonra benden önce onun da sorduğunu öğrendim, daha sonra Hz. Hüseyin’in Peygamber’in girişi, çıkışı, oturuşu ve şekli hakkında babasına da sorduğunu ve tüm her şeyi ondan öğrendiğini fark ettim.

İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurdu: Babamdan, Peygamber’in girişi hakkında sordum, şöyle buyurdu: “Peygamber’in girişi serbestti, eve gidince vaktini üçe ayırıyordu.

Bir bölümünü Allah-u Teala’ya, bir bölümünü ailesine, bir bölümünü ise kendisine ayırıyordu, kendisiyle ilgili bölümü de iki ayırıyor, bir bölümünü halka tahsis ediyordu, evvela seçkin insanlar giriyor, sonra da halkla görüşüyordu.[65] Onlar hakkında hiçbir şeyini esirgemiyordu. Ümmete ayırdığı bölüm hakkındaki adeti de fazilet ehline dindeki faziletleri ölçüsünce izin vererek başkalarına tercih etmesiydi.

Onlardan bazısının bir, bazısının iki, bazısınınsa daha fazla ihtiyacı vardı. Onlara ihtiyacını veriyor ve onları, kendilerinin ve ümmetin ıslahına neden olan (bu cümleden hal ve hatırlarını sorma ve kendilerine lazım olan bilgileri verme) işleriyle meşgul ediyor ve şöyle buyuruyordu:

“Hazır olanlar, olmayanlara duyursun, Kim bana ulaşamıyorsa, ihtiyacı olduğunu iletsin. Zira her kim hakime ihtiyacını ulaştıramayan bir muhtacın ihtiyacını hakime ulaştırırsa Allah da kıyamet gününde onun ayağını sabit kılar, kaydırmaz.

Peygamber’in huzurunda sadece bu konular söz konusu ediliyor ve hiç kimseden bunun dışında bir şey kabul etmiyorlardı. Yanına gelenler eli dolu, dini bilen ve başkalarını hidayet edebilen kimseler olarak ayrılıyordu.”

İmam (a.s) şöyle buyuruyor: Peygamber’in çıkışı ve çıktıktan sonra neler yaptığı hakkında babama sordum, şöyle buyurdular: “Peygamber kendisini ilgilendiren hususlar dışında ağzını açmazdı. İnsanlarla ülfet eder, hiç kimseyi kendinden uzaklaştırmazdı. Her kavmin büyüğünü o kavmin başkanı karar kılıyordu.

İnsanlardan güzel yüzlülüğünü ve güzel ahlakını esirgemeden sakınırdı. Ashabını sorar, onları yoklardı. İnsanlar arasındaki ilişkileri sorardı. İfrat ve tefrite düşmeden iyiliği över, teyit eder, kötülüğü ise kötüler ve değersiz kılardı. İşlerinde orta yolu takip eder ve değişmez bir yapıya sahiptir.

İnsanlar gaflete düşmesin veya usanmasın diye sürekli dikkatli davranırdı. Halktan asla geri kalmaz ve haktan ileri gitmezdi. Peygamber’in etrafındakiler en hayırlı, hayır sahibi kimselerdi. Peygamber’e göre en üstün ve yüce şey herkese hayrının dokunmasıydı. Başkalarının dertleriyle dertlenenlerin ve başkalarına yardım edenlerin peygamber nezdinde büyük bir makamı vardı.”

İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyuruyor: Peygamber’in oturmasını sordum babam şöyle buyurdu: “Otururken ve kalkerken sürekli zikirle meşgul idi. Umumi mekânlarda oturmaz, bu işten sakındırırdı.

Bir meclise girince meclisin en arkasında oturur, her zaman insanlara bunu emrederdi. Hiç kimse birinin kendi nezdinde daha değerli olduğunu düşünmesin diye oradakilerin hepsine aynı davranırdı. Birisiyle oturunca o kalkıp meclisi terk edinceye kadar sabrederdi. Kim ondan bir şey isterse, ya eli dolu döner, ya da en azından tatlı ve yumuşak sözler işitirdi. Herkese güzel ahlakla davranırdı. Halk için merhametli bir babaydı. Hak hususunda herkes gözünde eşitti.

Meclisleri hilim, haya, sadakat ve emanet meclisiydi. O meclisten yüksek bir ses duyulmaz, hiç kimsenin hürmeti çiğnenmezdi. Hiç kimsenin hatası konuşulmazdı. Hepsine karşı takva üzere birbiriyle eşit, aynı ve mütevazi davranırdı. Büyüklere saygı gösterir, çocuklara sevgi gösterir, muhtaçları kendine tercih eder, garip insanları korur, gözetirdi.

İmam Hüseyin (a.s) şöyle diyor: “Kendisiyle oturanlara karşı nasıldı?” diye sorunca da babam (a.s) şöyle buyurdu: “Sürekli güler yüzlü, yumuşak ve güzel davranırdı.

Sıkı tutmaz, kaba davranmaz, bağırıp çağırmazdı. Ne kimseyi kınar ve ne de kimseyi överdi. Sevmedikleri şeyler hususunda görmezlikten gelir. Hiç kimse ondan ümidini kesmez, arzu edenleri mahrum kılmazdı. Şu üç şeyi bir kenara bırakmış, terk etmişti: Tartışma (cedel), aşırılık ve kendisini ilgilendirmeyen konular.

İnsanlar hakkında şu üç şeyi yaparlardı: Hiç kimseyi kınamaz, eleştirmezdi. İnsanların hatalarını ve gizli işlerini takip etmezdi; sadece sevap ümit ettiği hususlarda konuşmayı tercih ederlerdi.

Konuşunca herkes susar, hiç kimse en küçük bir harekette bulunmazdı. O susunca diğerleri konuşurdu. Peygamber’in huzurunda birbirinin sözünü kesmezlerdi. Eğer birisi Peygamber’in huzurunda konuşuyorsa diğerleri susuyor, sözünün bitmesini bekliyordu. Sonra ilk sözlerine geri dönüyorlardı.

Başkalarını güldüren söze Peygamber de gülüyor, başkalarını şaşırtan sözü Peygamber de şaşırıyordu. Söz ve davranışları iyi olmayan yabancılar karşısında sabrediyordu. Hatta Peygamber’in ashabı bu tür insanları arıyor, bulup Peygamber’in huzuruna getirmeye çalışıyorlardı.

Peygamber onlara şöyle buyuruyorlardı: “Bir ihtiyacını gidermeye çalışan muhtaç bir insanı gördüğünüzde ona yardım edin.” İmanı zayıf ve münafık kimselerin övgüsünü kabul etmiyor, hiç kimsenin sözünü kesmiyordu. Ya bizzat o şahsın kendisi konuşmasını kesiyor, ya da vakit geçmişse bu takdirde ya nehyederek veya meclisten kalkarak bizzat sözünü kesiyordu.”

Hz. Hüseyin (a.s) şöyle buyuruyor: Peygamber’in sükût ve sessizliği hakkında babama sordum, şöyle buyurdu: “Peygamber dört hususta susardı: Hilim (sabır), ihtiyat, değerlendirme ve tefekkür. Peygamber’in değerlendirmesi halka eşit gözle bakması ve sözlerini eşit şekilde dinlemesiydi. Tefekkürü baki ve fani olan işlerdeydi. Hilmi sabrındaydı, hiçbir şey onu kızdırmaz, gazaplandırmaz, aşırı davranmaya sevk etmezdi.

Dört hususta da dikkatli ve ihtiyatlı davranırdı: İyi işleri yapmada; ta ki diğerleri de ona uysunlar. Çirkin işleri terk etmede; ta ki diğerleri de onu terk etsin. Ümmetin ıslahıyla ilgili çalışma ve dikkatte, herkes için dünya ve ahiret hayrına sebep olan işleri yapmada. Allah’ın selam ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyt’ine olsun.”

Bu hadis bana büyük şeyhlerden farklı senetlerle rivayet edilmiştir ve bunu “Nübuvvet” kitabında zikrettim. Burada da farklı yollar arasından imam Rıza yoluyla nakledileni seçtim. Zira bu kitap İmam Rıza (a.s)’dan nakledilen rivayetler kitabıdır. Bu hadisin tefsirini ise “Meani’l-Ahbar” kitabında zikrettim.


30. BÖLÜM

İMAM RIZA (A.S)'DAN ÇEŞİTLİ KONULARDA NAKLEDİLEN HADİSLER[66]

1- Curcanî aynı senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babası Mûsa bin Câfer’den şöyle rivayet etmiştir: İmam Sâdık (a.s)’ın dostlarından bir grup mehtaplı, aydın bir gecede Hazret’in etrafına toplanmıştı.

İmam (a.s)’a şöyle dediler: Ey Resulullah’ın evladı! Şu gök ne kadar güzel; şu yıldızlar, gezegenler ne kadar parlak!” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Siz böyle diyorsunuz; ama müdebbir dört melek Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail gökten size ve kardeşlerinize bakıyor, sizin göklere ve onlara yansıyan nûrunuz bu gezegenlerin ve yıldızların nûrundan daha iyidir. Onlar da sizin gibi şöyle diyorlar: Bu müminlerin nuru ne kadar da güzel!”

2- Curcanî aynı senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babası Mûsa bin Câfer’den şöyle rivayet etmiştir: Adamın biri İmam Sâdık (a.s)’ın yanına gelerek şöyle dedi: Yaşamaktan bıktım usandım. Allah’tan ölüm diliyorum.

İmam (a.s) ona şöyle buyurdu: “Allah’tan itaat için hayatı dile, isyan için değil. Eğer yaşarsan Allah'a itaat et, senin için isyan etmeden ve itaat de etmeden ölmenden daha iyidir. Dolayısıyla yaşayıp itaat etmen, isyan ve itaat etmeden ölmenden daha hayırlıdır.”

3- Cürcanî aynı senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babası Mûsa bin Câfer’den, İmam Sâdık (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Şüphesiz bazen insan ile cennet arasındaki mesafe günahlarının çokluğu sebebiyle yer ile arş arasındaki mesafe kadar uzak olur.

Ama eğer insan Allah korkusundan günahlarından pişman olur ve ağlarsa kendisiyle cennet arasındaki uzaklık göz kapakları ile göz bebeği arasındaki uzaklık kadar olur.”

4- Aynı senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babası İmam Mûsa bin Câfer’den şöyle nakledilmektedir: “İmam Sâdık (a.s)’a, “Bize taun (veba) hakkında neler diyeceksiniz?” dediklerinde İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Taun kimi için ilahi azap, kimi için de rahmettir.”

İmam (a.s)’a, “Nasıl olur da bir grup için azap olan şey başka bir grup için rahmet olabilir?” diye sorduklarında da şöyle buyurdu: “Bilmiyor musunuz; cehennem azabı ehli için azaptır, cehennemlilerle birlikte olan cehennem bekçileri içinse ilahi rahmettir.”

5- Aynı senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babası Mûsa bin Câfer’den şöyle nakletmektedir: “Bir çok insan vardır ki dünyada oyun ve şaka üzere çok güler, kıyamette ise çok ağlar. Bir çok insan da vardır ki dünyada günahlarının korkusundan çok ağlar, kıyamet günü ise cennette çok sevinir, güler.”

6- Aynı senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babası İmam Mûsa bin Câfer’den şöyle nakletmektedir: İmam Sâdık Câfer bin Muhammed (s.a.a) meclise gelmeyen dostlarından birinin halini sordu. Onun hasta olduğunu söylediler.

İmam (a.s) hemen kalkıp onu ziyaret etti. Hasta yatağının başında oturdu. Onun çok hasta olduğunu görünce ona şöyle buyurdu: “Allah hakkında hüsn-ü zanda bulun.” Hasta şahıs şöyle dedi: Kendim hususunda elbette hüsn-ü zannım vardır.

Benim gamım daha çok kızlarım içindir. Ben de zaten onları düşünmekten böyle hastalandım. İmam Sâdık (a.s) ona şöyle buyurdu: “İyiliklerini arttıracağını ve kötülüklerini yok edeceğini ümit ettiğin kimseden kızlarının durumunun ıslahı hususunda da ümidin olsun.”

7- Aynı senetle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babası Mûsa bin Câfer’den şöyle rivayet etmektedir: İmam Sâdık (a.s) birine mektup yazarak şöyle buyurdu: “Akıbetinin ve ölünceye kadar amellerinin hayırlı olmasını istiyorsan Allah’ın hakkını büyük say.

Onun nimetlerini isyanlarında kullanma. Allah’ın sana gösterdiği hilim ve sabır karşısında gururlanma. Bizi anan herkese saygı göster. İster doğru söylesin, ister yalan, senden sorulmaz. Senin niyetin sana, onun yalanı da onadır.”

8- Aynı isnatla İmam Rıza (a.s)’dan, o da babası Mûsa bin Câfer’den şöyle rivayet etmektedir: İmam Sâdık (a.s) yanında mal bulunan bir grupla yolculuk ediyordu, kendilerine yolda silahlı soyguncuların olduğunu ve mallarına el koyacaklarını haber verdiler. Onlar korkudan titreyip, dehşete kapıldılar. İmam Sâdık (a.s) onlara “Size ne oldu?” diye sordu.

“Yanımızda mal var, bunları bizden almalarından korkuyoruz. Bu malları bizden alır mısın? Hırsızlar belki de malın senin olduğunu görünce, vazgeçer rahatsız etmezler” diye cevap verdiklerinde de İmam şöyle dedi: “Nereden biliyorsunuz? Belki de onlar sadece bana kastetmişlerdir. Böylece beni tehlikeye atıyorsunuz.”

Onlar şöyle dediler: O halde ne yapalım? Malları gömelim mi? İmam şöyle buyurdu: “Bu daha kötü olur, zira yeni gelen birisi onu bulup alabilir, ya da siz bir daha burayı bulamazsınız.” Onlar şöyle dedi: O halde ne yapalım, bize yol göster.

İmam şöyle buyurdu: “Onu tümüyle kollayacak, bakacak, çoğaltacak, her birini dünyadan ve içindekilerinden daha büyük kılacak, sonra da ihtiyacınız olduğunda size onu fazlasıyla geri verecek birine teslim edin.” Onlar: Bu kimdir, deyince de İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Bu Allah-u Teala’dır.” Onlar: Ona nasıl teslim edelim?

İmam onlara şöyle buyurdu: “Fakir Müslümanlara sadaka veriniz.” Onlar: Şimdi Müslümanların fakir olanlarına nasıl ulaşabiliriz? O halde ne yapalım? İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Siz üçte birini sadaka vermeye niyetlenin ki Allah da geriye kalanını korusun ve korktuğunuz şeyden kurtarsın.” Onlar, “Kabul ettik ve böyle yapacağımıza söz veriyoruz” dediler. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Şu anda Allah’ın amanındasınız.

Hareket ediniz.” Hep birlikte yola düştüler, aniden hırsızlar ortaya çıktı, herkes korkmaya başladı. İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Neden böyle korkuyorsunuz? Siz Allah’ın amanındasınız. Asla korkmayınız.” Atlı hırsızlar yaklaşarak atlarından indiler ve İmam Sâdık (a.s)’ın yanına gelerek onun mübarek ellerinden öptüler ve şöyle dediler: “Rüyada Resulullah (s.a.a)’i gördük.

Kendimi size tanıtmamı istedi, şu anda sizin emrinizdeyim. Hepinizi korumadıkça ve gideceğiniz yere ulaştırmadıkça sizden ayrılmayacağız.” İmam (a.s) onlara şöyle dedi: “Bizim size ihtiyacımız yok, bizi sizin şerrinizden koruyan kimse, bize yardımcı olacak ve düşmanların şerrinden de koruyacaktır.”

Ardından hepsi güvenle oradan ayrıldılar ve gitmek istedikleri yere vardılar. Söz verdikleri üzere mallarının üçte birini sadaka olarak fakirlere dağıttılar. Orada yaptıkları ticaretten kar ettiler.

Bir dirhemleri on dirhem oldu. Kendi kendilerine şöyle dediler: “İmam Sâdık (a.s) ile birlikte olmak ne kadar bereketlidir.” İmam (a.s) onlara şöyle buyurdu: “Şimdi Allah ile ticaret yapmanın ne kadar kârlı olduğunu anladınız mı? O halde bunu yapmaya devam edin.”

9- Aynı senetle İmam Rıza (a.s) babası Mûsa bin Câfer (a.s)’dan şöyle rivayet etmektedir: İmam Sâdık (a.s) çocuğunun ölümüne sabırsızlık gösteren birini görünce şöyle buyurdu: “Ey adam, sen küçük musibete bile böylesine sızlayıp sabırsızlık gösteriyorsun, ama büyük musibetten gaflet ediyorsun, eğer çocuğunun ölümüne önceden hazırlanmış olsaydın böylesine sabırsızlık göstermezdin. O halde hazırlıklı olmama musibeti, çocuğunun musibetinden daha büyüktür.”

10- Muhammed bin Hasan bin Velid metindeki mezkur senetle Muhammed bin Senam’dan, o da İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Şüphesiz, besmele İsm-i Âzam’a, gözdeki siyahlığın beyazlığa yakınlığı kadar yakındır.” Ravi yine İmam’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Babam evden çıkınca sürekli şöyle diyordu:

“Bismillahirrahmanirrahim, herectu bihavlillah ve kuvvetihi vela bihavli ve kuvveti bel bihavlike ve kuvvetike ya rabbi mutearrızen bihi lırızkıke fe’tini bihi fi afiyetin.” (Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla; ben kendi gücümle değil, Allah’ın gücüyle çıkıyorum, senin kuvvetin ve gücünle çıkıyorum ya rabbi, ben senden rızık, nasip ve kısmet talep etme makamındayım, o halde onu selamet ve afiyetle bana nasip et, beni rızıklandır)

11- Metindeki mezkur senetle Hasan bin Velid, İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Babam, babasından (İmam Sâdık’tan) şöyle rivayet etmektedir: “Nazil olan ilk ayet “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla; yaratan rabbinin adıyla oku!” ayetidir. Nazil olan son sûre de “Allah’ın yardımı ve fethi gelip çattığında...” (Nasr) sûresidir.”

12- Soyu Ali bin Hüseyin (a.s)’a ulaşan Hamza bin Muhammed Kum’da H. 329 yılının Recep ayında babasından, o da Yasir-i Hadim’den, o da İmam Rıza(a.s)’dan, o da babasından, o da Hüseyin bin Ali (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Resulullah (s.a.a) Ali bin Ebu Talib’e şöyle buyurmuştur:

“Ey Ali sen Allah’ın hüccetisin, sen Allah’ın kapısısın, sen Allah’a giden yolsun, büyük haber sensin, doğru yol sensin, mesel’ul- âla sensin, Ey Ali sen Müslümanların İmamısın, müminlerin emirisin, vasilerin en hayırlısısın, sıddıkların efendisisin! Ey Ali, büyük Faruk sensin, büyük sıddık sensin!

Ey Ali! Sen ümmetime benim halifemsin, sen benim borçlarımı ödeyensin, sen vaatlerimi yerine getirensin! Ey Ali! Benden sonraki mazlum sensin! Ey Ali benden sonra terk edilen sensin! Ey Ali benden sonra evine kapanan sensin!

Ey Ali burada olan herkese Allah’ı şahit tutuyorum ki senin hizbin benim hizbimdir, benim hizbim Allah’ın hizbidir, senin düşmanlarının hizbi ise şeytanların hizbidir!”

13- (Bu hadis 28. bölümdeki 6. hadisin aynısı olduğundan zikredilmemiştir.)

14- Babam metindeki mezkur senetle Hasan bin Ali Veşşa’dan şöyle nakletmektedir: “İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyordu: “Kulun Allah’a en yakın olduğu hali secde halidir. Nitekim şu ayette buna işaret etmektedir: “Secde et ve yaklaş.”

15- Babam metinde mezkur senetle Muhammed bin Fuzeyl’den, o da İmam Rıza (a.s)'dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Her muttakînin Allah’a yakınlık yolu (kurbanı) namazdır.”

16- Babam metinde geçen mezkur senetle Süleyman Câferî’den şöyle dediğini nakletmektedir: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ben secde halindeyken aniden şiddetli bir rüzgâr esti. Herkes bir köşeye sığındı. Ben secde halinde kaldım, sürekli dua ediyordum. Böylece (bir müddet sonra) rüzgâr dindi.”

17- Muhammed bin Hasan bin Velid metindeki mezkur senetle Muhammed bin İsmail bin Bezî’den şöyle nakletmektedir: “İmam Rıza (a.s)’ı gördüm; secdeye giderken üç parmağını birbiri ardınca yavaşça hareket ettiriyordu. Adeta yaptığı tesbihleri sayıyordu.

Daha sonra da başını secdeden kaldırıyordu. Rükûsunu gördüm, rükûsunu gördüğüm herkesin rükûsundan daha kısaydı. Rükû esnasında iki kolunu adeta iki kanat gibi açıyor, bedeninden ayırıyordu.

18- Babam (mezkur senetle) Hasan bin Veşşa’dan şöyle dediğini nakletmektedir: İmam Rıza (a.s) şöyle buyuruyordu: “Kul secdede iken uyursa Allah-u Teala meleklerine şöyle der: “Şu kuluma bakın; benim itaatimle uğraşırken ruhunu aldım.” (Yani, onu uyuttum)

19- Babam ve üstadım İbn-i Velid metindeki senetle Ahmed bin Muhammed Bezentî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İmam Rıza (a.s), oğlu Ebu Câfer’e gönderdiği bir mektupta şöyle buyurmuştur: “Ey Eba! Câfer bineğine binmek istediğinde kölelerinin seni evin küçük kapısından çıkardıklarını duydum, şüphesiz ki bu onların cimriliğindendir.

Birine hayrının dokunmasını istemedikleri için böyle davranıyorlar. Senin üzerinde olan hakkım için girip çıkarken o büyük kapıdan girmeni ve çıkmanı istiyorum. Dışarı çıkmak ve bineğine binmek isteyince yanına dinar veya dirhem kesesini de al. Senden bir şey isteyene ver.

Yakınlarından biri senden bir şey isterse ona elli dinardan aşağı verme. Fazlasını kendin bilirsin. Kuzenlerinden bir kadın senden bir mal isterse ona da yirmi beş dinardan aşağı verme; fazlasını yine de kendin bilirsin. Ben Allah’ın seni yüceltmesini diliyorum. O halde infak et. Fakir olurum diye, Allah’tan gaflet etme.”

20- Beyhakî metinde mezkur isnatla Ebu Ahmed Dâvud bin Süleyman Taî’den şöyle rivayet etmektedir: H. 194 yılında Medine’de idim. İmam Rıza (a.s) babasından o da babalarından onlar da Hz. Ali’den Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etti:

“Kızım Fatıma (a.s) kıyamet günü mahşer yerine gelince kendisiyle kanlı bir gömlek getirir, Arşın sütunlarından birine sarılarak şöyle der: Ey hükmedenlerin en iyi hükmedeni, benimle oğlumun katili arasında sen hükmet!”

Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Kâbe’nin Rabbine andolsun ki Allah (c.c) kızım Fatıma için hüküm verecektir.”


DIPNOTLAR

--------------------------------------------

58- Ya lesarat’il Huseyn: “Ey Hüseyin’in intikam alıcıları, neredesiniz?” manasındadır.

59- Seb’ul Mesanî; Kur’an’dan yedi ayettir.

60- Mufehhem: Akıl ilhamıyla kısa sözlerden muhatabın bütün maksadını ve hedefini anlayan akıllı kimse demektir.

61- Açıklama: Yani, eğer bir mecliste birisine yer verilirse veya kendisine güzel koku ikram edilirse reddetmemelidir.

62- İbn-i Esir “Nihaye”nin “akese” maddesinde şöyle diyor: “Bu cümlede yer alan “akikatuhu” lafzı “akisetuhu lafzından daha meşhurdur. Çünkü O Hazret saçlarını örmüyordu (veya arkada örülmüş şekilde yapmıyordu.) Mütercim’e göre ise kafada toplanan saçlar manasınadır.

63- Ağız büyüklüğü Arap'lar arasında bir güzellikti. (Meani’l-Ahbar, s. 85)

64- El ve ayakların kalın olması Arap'lar arasında erkeğin güzelliklerinden sayılıyordu. (Meani’l-Ahbar s. 87)

65- Veya peygamber seçkin insanların ilim ve âdabını halka da öğretmesini istiyordu. (Meani’l-Ahbar s. 88-89)

66- Bu bölümde bazı hadisler aynı mefhum ya da aynı lafızlarla 28. bölüm ve diğer bölümlerde de naklolunmuştur. Bu yüzden biz onları tekrar zikretmeyi gerek görmedik. Bu bölümün aslı 52 hadistir.



9
İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI İMAM RIZA(a.s)'DAN HADİS PINARI

KONUNUN DEVAMI

21- Ebu Said Ensarî mezkur isnatla Hasan bin İshak Alevî’den şöyle nakletmektedir: Amcam Ali bin Mûsa (a.s) babalarından, onlar da Hz. Ali (a.s)’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Allah (c.c) duyması gereken şeyleri duymadan bir dine girenleri yok eder. Allah (c.c)’un kulları için açtığı kapıdan başka yerden duyarak dini kabul edenler de müşriktir. Allah’ın vahyine açılan en güvenilir kapı Muhammed (s.a.a)’in kapısıdır.”

22- Muhammed bin İbrahim bin İshak metindeki mezkur senetle (ki bir kaçı meçhuldür) Yahya bin Said Belhî’den şöyle rivayet etmiştir: Ali bin Mûsa (a.s) babasından, o da babalarından, onlar da Hz. Ali (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Peygamber (s.a.a) ile birlikte Medine sokaklarında yürürken aniden uzun boylu, iri yapılı ve gür sakallı birine rastladık.

Bu adam Peygamber (s.a.a)’e selam verdi ve saygı gösterdi. Daha sonra bana dönerek şöyle dedi: “Ey dördüncü halife, Allah (c.c)’un selam rahmet ve bereketi sana olsun!” Sonra Peygamber (s.a.a)’e dönerek şöyle buyurdu “Ya Resulullah, öyle değil mi?” Peygamber (s.a.a): “Evet öyledir” diye buyurdu. Sonra o adam gitti ve ben Peygamber (s.a.a)’e şöyle arz ettim: “Bu adamın bana dediklerinin ve sizin de tasdik ettiğiniz o sözlerin anlamı ne idi?”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah (c.c)’ya andolsun ki sen o adamın dediği gibisin, Allah-u Teala kitabında şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki ben yeryüzünde bir halife var edeceğim.” Allah (c.c)’un bu ayette işaret ettiği ve yeryüzünde halife karar kıldığı kimse Adem (a.s)’dır. Hakeza şöyle buyurmuştur: “Ey Dâvud! Şüphesiz ki biz, seni yeryüzünde halife kıldık.

” Dâvud (a.s) da ikinci halife karar kılındı. Hakeza Allah-u Teala Mûsa (a.s)’ın kardeşine şöyle dediğini beyan etmektedir: “Kavmimin içinde benim yerime geç, onları islah et.” (Âraf/142) Bu da Mûsa (a.s)’ın kavmi arasında halifesi olan Hârun idi ve Hârun ise üçüncü halifedir. Hakeza Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Hacc-ı Ekber (en büyük Hac) gününde Allah (cc) ve Resulünden insanlara bir bildiridir.” (Tevbe/3) Bu ayeti Allah ve Resulü tarafından tebliğ eden sendin.

Sen benim vasimsin, vezirim, borçlarımı ödeyen, vaatlerimi yerine getirensin. Sen bana oranla Hârun’un Mûsa’ya olan oranı gibisin. Şu farkla ki benden sonra peygamber gelmeyecektir. O halde sen dördüncü halifesin. Nitekim o yaşlı adam da sana öyle selam verdi. Onun kim olduğunu biliyor musun?” Ben, hayır, deyince de şöyle buyurdu: “Bil ki o, kardeşin Hızır (a.s) idi.”

23- Ali bin Abdurrezzak metinde mezkur senetle Abdulazim Hasenî’den o da İmam Cevad (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Babam babalarından, onlar da Hz. Ali (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ben ve Fatıma, Resulullah (s.a.a)’in yanına gittik. Peygamber, şiddetle ağlıyordu, ben şöyle dedim:

“Annem babam sana feda olsun ya Resulallah, neden böyle ağlıyorsunuz?” Peygamber şöyle buyurdu: “Ey Ali! Beni miraca götürdükleri gece ümmetimin kadınlarının şiddetli bir şekilde azap içinde olduğunu gördüm, bu bana çok ağır geldi, onların durumunu gözlerimle gördüm, onların şiddetli azabına ağlıyorum.

Bir kadını saçlarından asmışlardı, beyni kaynıyordu, başka bir kadını gördüm; dilinden asılmıştı, boğazına ateş döküyorlardı, başka bir kadını gördüm; memelerinden asmışlardı, başka bir kadını gördüm; bedeninin etini yiyordu, altından ateşler alevleniyordu, başka bir kadını gördüm; ayaklarını ellerine zincirlemişlerdi, yılanlar ve akreplerin istilasına uğramıştı.

Bir kadın gördüm; kör, dilsiz ve sağır idi, ateşten bir tabuta konmuş, beyni burnundan dökülüyordu, tüm bedeni cüzzam ve pisi hastalığından parça parça olmuştu. Başka bir kadını gördüm; ateşten bir tandıra ayaklarından asılıydı. Bir kadın gördüm; bedeninin etini yiyor, önünden ve arkasından ateşten makaslarla kesiyorlardı.

Başka bir kadın gördüm; el ve yüzü ateşte yanıyor, kendi bağırsaklarını yemekle meşguldü. Bir kadın gördüm; başı domuz başı, bedeni eşek bedeniydi, milyonlarca çeşit azap görüyordu. Köpek sûretinde bir kadın gördüm; arkadan karnına ateş döküyorlardı, ağzından dışarı boşalıyordu. Melekler ateşten topuzlarla başına ve bedenine vuruyorlardı.”

Hz. Fatıma (a.s) babasına şöyle arzetti: “Ey habibim, ey göz nurum, bunların ne yaptığını ve neden bu azaba çarptırıldıklarını bana söyle!”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey kızım, saçlarından asılan kadın, saçlarını nâmahrem karşısında örtmeyen kadındı. Dilinden asılan kadın, diliyle eşine eziyet eden kadındı. Memelerinden asılan kadın ise eşiyle ilişkide bulunmaktan çekinen kadındı. Ayaklarından asılan kadın ise eşinin izni olmadan evinden dışarı çıkan kadındı.

Bedeninin etini yiyen kadın ise kendini nâmahrem için süsleyen kadındı. Elleri ayaklarına zincirlenen, yılan ve akreplerin istilasına uğrayan kadın ise doğru dürüst abdest almayan, necis olan elbisesini temizlemeyen, cenabet ve hayız guslünü almayan, kendini temiz tutmayan ve namaza önem vermeyen kadındı.

Kör, sağır ve dilsiz olan kadın ise eşinden başkasından çocuk sahibi olan ve çocuğunu eşine isnat eden kadındı. Bedeni ateşten makaslarla kesilen kadın ise kendini yabancı erkeklere teslim eden kadındı. Başı ve yüzü ateşler içinde yanan ve bağırsaklarını yiyen kadın ise kadın tüccarlığı yapan kadındı.

Başı domuz başı ve bedeni eşek olan kadın ise laf taşıyan, yalancı kadındı. Köpek yüzlü olan, arkasından ateş dökülen ve ağzından boşaltılan kadın ise şarkıcı ve hasetçi kadındı.”

Peygamber (s.a.a) daha sonra şöyle buyurdu: “Kocasını gazaplandıran kadına eyvahlar olsun! Ne mutlu kocası kendinden razı olan kadına!”

24- Babam metindeki mezkur senetle Muhammed bin Arefe’den şöyle rivayet etmektedir: İmam Rıza (a.s) bana şöyle buyurdu: “Ey İbn-i Arefe, ilahi nimetler nehir kenarındaki yerine bağlanan deveye benzer; bu hayır ve nimetler, ona iyi davrandıkları ve değerini bildikleri müddetçe geçerlidir. Ona kötü davranır ve değerini bilmezlerse kendilerinden uzaklaşır, gider.”

25- Babam metindeki mezkur senetle Yasir’ul Hatim’den şöyle rivayet etmektedir: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Cömert insan kendi yemeğinden yesinler diye insanların yemeğinden yiyen kimsedir. Cimri insan ise insanlar yemeğinden yemesin diye insanların yemeğinden yemeyen kimsedir.”

26- Muhammed bin Câfer bin Mesrur metindeki mezkur senetle Hasan bin Ali Veşşa’dan şöyle rivayet etmektedir: İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Cömert kimse Allah’a yakındır, cennete yakındır, insanlara yakındır ve cehennemden uzaktır. Cimri kimse ise cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır ve cehenneme yakındır.”

Veşşa şöyle diyor: Yine, İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu işittim: “Cömertlik Cennette bir ağaçtır ki dalları dünyaya sarkmıştır. Onun dallarından birine tutunan cennete girer.”

27- Üstadım İbn-i Velid metindeki mezkur senetle Ali bin Esbat ve Haccal’dan şöyle rivayet etmektedir: Her ikisi de İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu işitmişlerdir: “İsrailoğullarından bir âbit on yıl susmadıkça sürekli bir ibadete başlamazdı.”

28- Müfessir Curcanî metindeki mezkur senediyle İmam Rıza (a.s)’dan, o da babalarından, onlar da Hasan bin Ali’den şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: Babam Emirel Müminin (a.s), “Yerde olanların hepsini; sizin için yaratan o’dur.

Sonra, göğe doğru yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir.” (Bakara/29) ayetinin tefsirinde şöyle buyurdu: “Allah düşünesiniz, Allah’ın rızasına erişesiniz ve cehennem azabından korunasınız diye yeryüzünde olan her şeyi sizin için yarattı. “Göğe doğru yönelerek...” Yani, gökleri yaratmaya ve sağlam kılmaya koyuldu.

Gökleri yedi kat olarak yarattı. “O her şeyi bilir.” Zira onun ilmi her şeyi kapsamıştır. Her şeyin maslahatını bilir. Yeryüzünde olan her şeyi sizin maslahatınız için yarattı ey Ademoğlu!”


KONUNUN DEVAMI-1
29- Babam metindeki senetle Bezentî’den nakletti: “İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu işittim: “İsrailoğullarından biri yakınlarından birini öldürdü, sonrada cenazesini İsrailoğullarının en iyi boylarından birinin yolu üzerine bıraktı, sonrada kan davasında bulundu. İsrailoğulları Mûsa (a.s)’a, “Falan kabile falan kimseyi öldürdü, onu kimin öldürdüğünü bize söyle” dediler. Hz. Mûsa (a.s), “Bana bir sığır getirin” dedi. “Onlar:

Bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. Mûsa (a.s), “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” dedi. Onlar herhangi bir sığırı da getirmiş olsalardı kifayet edecekti ama işi zorlaştırdılar. Allah da onlara işlerini zorlaştırdı. Dediler ki, “Rabbine bizim adımıza yalvar da onun mahiyetini bize bildirsin”, “O, onun ne pek kart, ne pek körpe, ikisi ortası bir sığır olduğunu söylüyor; size emredileni yapın, dedi.” Onlar da bunun üzerine her hangi bir sığırı getirmiş olsalardı kifayet edecekti.

Ama yine işi zorlaştırdılar ve Allah da işi onlara zorlaştırdı. Bu defa şöyle dediler: “Rabbine bizim adımıza yalvar da ne renk olduğunu bize bildirsin!” , “O; onun, bakanların içini açan parlak, sarı renkli bir sığır olduğunu söylüyor, dedi.” Herhangi bir sığırı getirmiş olsalardı yine kifayet edecekti, ama bu defa da işi zorlaştırdılar. Allah da onlara işi zorlaştırdı: “Rabbine bizim adımıza yalvar da, mahiyetini bize bildirsin; çünkü sığırlar, bizce birbirine benzemektedir.

Allah dilerse biz şüphesiz hidayeti bulmuş oluruz, dediler. (Mûsa:) Yeri sürüp, ekini sulayarak boyunduruk altında ezilmemiş, kusursuz, alacasız bir sığır olduğunu söylüyor, dedi. “Şimdi hakkı bildirdin” deyip sığırı boğazladılar; az kalsın bunu yapmayacaklardı.” Bunun üzerine araştırmaya koyuldular o sığırı İsrailoğullarından bir gencin yanında buldular. Genç adam onlara, “Ağırlığınca altın vermedikçe onu size satmam” dedi.

İsrailoğulları Hz. Mûsa (a.s)’ın yanına gelerek durumu kendisine ilettiler, Mûsa (a.s)’da onlara şöyle buyurdu: “Çaresi yok, onu alınız.” Mecburen onu aldılar ve Hz. Mûsa’nın emri üzere onu boğazladılar. Sığırın kuyruğundan bir parçayı ölünün bedenine vurmalarını emretti. Emredileni yapınca ölü dirildi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü! Beni kuzenim öldürdü, itham edilen kimse değil.” Böylece katilini tanıdılar.

Hz. Mûsa (a.s) ashabından bazısına şöyle buyurdu: “Bu sığırın ilginç bir hikâyesi vardır.” Ashabı: “O nedir?” diye sorunca da Hz. Mûsa (a.s) şöyle buyurdu: “İsrailoğullarından bir genç babasına çok iyi davranıyordu, küçük bir buzağı alıp evine getirdi. Babası yatıyordu. Ahırın anahtarı da babasının başının altındaydı, genç adam babasına acıdı ve onu uyandırmadı.

Buzağıyı kendi haline bıraktı. Babası uyanınca olayı ona anlattı. Babası onu överek kendisine şöyle dedi: Bunun yerine al şu sığır senin olsun. Böylece, ona bir sığır bağışladı.” Daha sonra Mûsa (a.s) şöyle buyurdu: “Bakın iyi amel ve iyilikler, ehlini ne kadar da yüceltiyor!”

30- Ahmed bin Ziyad Câfer Hamedanî metindeki mezkur senetle Rayyan bin Salt’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Horasan’da İmam Rıza (a.s)’a, “Hişam bin İbrahim Abbasî, sizin kendisine şarkı dinlemek için izin verdiğinizi söylüyor, bu doğru mu?” diye sordum.

İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Zındık yalan söylüyor, benden şarkı dinlemenin hükmünü sordu, ben de ona şöyle dedim: Adamın biri İmam Bakır (a.s)’a bu meseleyi sordu. İmam Bakır (a.s) ona şöyle buyurdu: “Allah hakkı bâtıldan ayırınca şarkı hangisinde karar kılacaktır? Adam; bâtılda, diye cevap verince İmam şöyle buyurdu: O halde hükmünü sen kendin verdin.”

31- Hakeza Rayyan’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: İmam Rıza (a.s)’dan şöyle buyurduğunu işittim, “Allah-u Teala her peygamberi şarabın haram olduğuna dair hüküm, Allah’ın istediğini yapacağına dair ikrar ve güçlü bir bedenle gönderdi.”

Hakeza şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’dan şöyle dediğini işittim: “Akşam eve dönerken mutlaka yanınızda bir kandil bulundurun.”

32- Babam mezkur senetle Hasan Veşşa’dan şöyle rivayet ediyor: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Zilhicce ayı gözükür de biz Medine’de olursak Hac için ihrama girmemiz gerekir.

Zira biz Medine ehlinin mikatı olan Mescid-i Şecere’den ihrama girmeliyiz. Peygamber orayı mikat karar kılmıştır. Siz Irak tarafından geldiğiniz için Zilhicce ayında iseniz umre yapmalısınız. Zira Peygamber size de Zat-i Irk ve diğer mikatları takdir etmiştir. Burası önünüzde ve Mekke’ye yakındır.”

Fazl bin Sehl Zu’r-Riyaseteyn şöyle dedi: Acaba şimdi Beytullah’ı tavaf ettiği halde ihramdan çıkıp Temettü Haccı’nı yerine getirebilir mi? İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Evet yapabilir.”

Muhammed bin Câfer, bu meseleyi Sufyan bin Uyeyne ve Sufyan’ın ashabıyla tartıştı ve onlara şöyle dedi: Falan şahıs şöyle böyle diyor. Sufyan bunu Ebu Hasan (a.s)’dan kabul etmedi ve reddetti.

Kitabın yazarı diyor ki: Süfyan bin Uyeyne İmam Sâdık (a.s)’ı görmüş ve ondan hadis rivayet etmiştir. İmam Rıza (a.s) zamanına kadar da yaşamıştır.

33- Muhammed bin Hasan bin Velid metindeki mezkur senetle İbn-i Ebi Nasr Bezentî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ebul Hasan İmam Rıza (a.s)’a, “Geçen yıl ne yaptın?” diye sordu. İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Recep ayında umre yaptım. Hac günlerinde de Temettü Haccı için ihrama girdim. Umre yaptığım her zaman böyle yapıyorum.”

34- Babam metindeki mezkur senetle Sâd bin Sâd’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Ebul Hasan (a.s) ile birlikte Kâbe’yi tavaf ediyorduk.

Rükn-ü Yemanî karşısında kendisine ulaşınca İmam (a.s) durdu, ellerini kaldırarak şöyle buyurdu: “Ey Allah’ım, ey afiyetin velisi, ey afiyetin yaratıcısı, ey afiyet rızkını veren, ey afiyet nimetini ihsan eden, ey afiyet ihsan eden; bana ve bütün yaratıklarına afiyet ihsan et.

Ey dünya ve ahiretin rahman ve rahimi, Muhammed’e ve Ehl-i Beyt’ine rahmet gönder bizleri afiyetle, afiyetin devamıyla, bütün afiyetle ve afiyet şükrüyle dünya ve ahirette rızıklandır. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi!”

35- Muhammed bin Mûsa bin Mutevekkil mezkur senetle Mukatil bin Mukatil’den şöyle rivayet etmektedir: Ben İmam Rıza (a.s)’ı Cuma günü, öğlen vakti ihramda olduğu halde, cadde kenarında hacamat yaparken gördüm.

Kitabın yazarı şöyle diyor: Bu rivayette bir kaç fayda vardır. Birisi; Cuma gününde de hacamat yaptırmanın sakıncalı olmadığıdır. Cuma günü hacamat yaptırmanın mekruh olduğunu gösteren rivayetler ihtiyar (irade) halinde geçerlidir, zaruret halinde değil.

İkinci faydası; zeval vaktinde hacamatın yapılabileceğidir. Üçüncü faydası; ihrama girmiş bir insanın da mecburiyet anında hacamat yaptırabileceğidir. Ama hacamat yaptırdığı yeri kazımamalıdır.

36- Babam metindeki mezkur senetle Hasan bin Fazzal’dan şöyle nakletti: İmam Rıza (a.s)’ı Medine’de gördüm. Umre yapmak istiyordu. Veda için akşam namazından sonra Peygamber’in kabrinin başına geldi. Selam verdi, kabre dokundu, döndü, kabrin başına geldi, namaz kıldı, sol omzunu bir sonraki sütuna yasladı, ayakkabısı ayağında olduğu halde altı veya sekiz rekât namaz kıldı.

Rüku ve secdeleri; üçer defa veya daha fazla tesbihte bulunacak kadardı. Namazı bitince secdeye kapandı. Secde uzun sürdü. Öyle ki secde ettiği taşlar terinden ıslandı.

Ravi şöyle diyor: İmam (a.s)’ın ashabından bazısı şöyle dedi: “İmam (a.s) mübarek yanaklarını da secde ettiği yere yasladı .”

37- Babam mezkur senetle Mûsa bin Sellam’dan şöyle rivayet etmiştir: İmam Rıza (a.s) umre yaptı, Beyt’e veda edip çıkmak için Hennatin kapısına doğru yürüdü. Mescidin içinde Kâbe’nin arkasında durdu. Ellerini dua için kaldırdı ve bize şöyle buyurdu: “Burası insanın Allah’tan hacetini dileyeceği en iyi yerdir.

Burada kılınan namaz başka yerde altmış yıl veya ay yapılan ibadetten daha faziletlidir.” İmam (a.s) kapıya yaklaşınca şöyle dua etti: “Allah’ım, ben senden başka ilahın olmadığına inanarak evinden dışarı çıkıyorum.”

39- Babam ve Muhammed bin Hasan bin Velid metindeki mezkur senetle Ahmed bin Meysemî’den şöyle rivayet etmişlerdir: Bir grup ashap İmam Rıza (a.s)’ın etrafında toplanmış, Peygamber’den bir konu hakkında nakledilen, birbiriyle çelişikli gözüken iki hadis hakkında tartışıyorlardı.

Bu ihtilaf konusunu İmam (a.s)’a sorunca da İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Allah-u Teala bazı şeyleri helal kılmış, bazı şeyleri haram kılmış ve bazı şeyleri de farz kılmıştır. Allah’ın haram kıldığını helal kılan, Allah’ın helal kıldığını haram kılan veya Allah’ın kitabında hükmü zikredilen, sünnette delili apaçık ortada olan ve bir neshedicisi de olmayan bir farzı ortadan kaldıran rivayetle amel edilemez.

Zira Resulullah Allah’ın helal kıldığını haram edici, haram kıldığını helal edici ve Allah’ın farzlarını ve ahkâmını değiştirici konumda değildi. Bu konuda tümüyle Allah’a itaat eden, teslim olan ve Allah tarafından bir elçi konumundaydı. Nitekim Kur’an-ı Kerim'de buyurulmuştur: “Ben sadece bana vahyolana tâbi olurum.” Peygamber bu konuda Allah’a itaat ediyor ve Allah adına onun emrettiği hükümlerini tebliğ ediyordu.”

Ben şöyle arzettim: Bazen sizden bir konuda Peygamber’den bir hadis naklediliyor ki sünnette var, ama Kur’an’da yok. Sonra da sizden onun aksi nakledilmekte!

İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Bazen Resulullah bir şeyi haram olarak nehyetmiştir. Bu konuda Resulullah’ın nehyi Allah’ın nehyi ile uyum içindedir. Bazen de bir şeyi emretmekte; bu emir farz ve lazımdır. Bu da Allah’ın emirleriyle uyum içindedir.

O halde Peygamber’den haram düzeyinde bir nehiy varsa, sonra aksi bir hüküm bildiren rivayetler naklediliyorsa o rivayetlerle amel etmek caiz değildir. Emrettiği hususlarda da durum aynıdır. Zira biz bir zaruret olmaksızın Resulullah’ın izin vermediği hususlarda izin vermeyiz ve emrettiğinin hilafına da bir şeyi emretmeyiz.

Hakeza Resulullah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kılmayız. Peygamber Allah’ın emirlerine tabi ve teslim olduğu gibi biz de Resulullah’ın emirlerine tabi ve teslimiz. Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun; Allah'tan sakının, doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir.” (Haşr/7)

Bazen de Peygamber bazı şeylerden nehyetmiştir. Ama bu nehiy haramdan değil, mekruhdan nehiydir. Bazen de bazı şeyleri emretmiştir. Ama bu emri farz olan emir değildir. Dinde fazilete ve tercih edilen şeye delalet eden bir emirdir. Böylece insanları mazur olsun veya olmasın onunla amel edip etmeme noktasında özgür bırakmıştır.

O halde Peygamber kerahet olarak bir şeyden nehyedince veya müstahab olarak bir şeyi emredince Peygamber onu yapıp yapmama noktasında ruhsat vermiş demektir. Bizden, biri bir şeyi emreden ve diğeri onu reddeden iki rivayeti de bir kişi nakletmişse onu inkâr etmeyin. Bu rivayetler ravisi bir, sahih ve meşhur rivayetler ise o zaman onların biriyle, ya ikisiyle ya da istediğin ile amel etmen gerekir.

Bu konuda Resulullah’a teslim olma veya kesin bir ilmi olmadığı hasebiyle bizden veya Peygamber’den olduğunu reddetme noktasında ruhsatınız vardır. Bunu inat, küfür ve Peygamber’e teslim olmamak üzere terk eden kimse azim olan Allah’a şirk koşmuş sayılır.

O halde birbiriyle çelişen iki rivayetle karşılaşınca her şeyden önce onları Allah’ın kitabına takdim edin. O halde Allah’ın kitabındaki helal ve haramlarla uyum arzediyorsa amel edin, değilse Peygamber’in sünnetine takdim edin. O halde Resulullah’ın sünnetinde hükmü var ise, örneğin haram şeklinde bir nehiy veya farz olan bir emir varsa o sünnetle uyum arzeden rivayetlerle amel edin.

Yok eğer mekruh şeklinde bir nehiy varsa, ayrıca bir de muhalif (çelişen) ayrı bir rivayet varsa o halde Resulullah’ın nehyettiği, haram değil kerih gördüğü şey hususunda ruhsat vardır demektir.

Burada her iki rivayetle de amel etmek mümkündür. İnsan burada teslim, tabi olma veya Resulullah’a irca etme noktasında ihtiyar ve irade sahibidir. Bunlar dışında kalan şeylerin ilmini bize irca edin. Biz ona daha evlayız. Kendi görüşünüzü belirtmeyin. Şüpheli şeyler hususunda ihtiyat ve dikkat ediniz. Nezdimizden bir beyan ve açıklama buluncaya kadar araştırın, kendi aranızda mevzu bahis ediniz.”

40- Babam metindeki mezkur senetle İbrahim bin Ebu Mahmud’dan şöyle rivayet etmiştir: İmam Rıza (a.s)’a; kusma, burun kanaması, irin ve kanın abdesti bozup bozmadığını sordum, şöyle buyurdu: “Bunların hiç birisi abdesti bozmaz.”

41- Babam mezkur senetle Zekeriyya bin Adem’den şöyle rivayet etmiştir: İmam Rıza (a.s)’a makattaki sivilcelerden çıkan irinin abdesti bozup bozmadığını sordum şöyle buyurdu: “Abdesti bozan üç şeydir: İdrar, dışkı ve yellenme”[67]

42- Babam metindeki mezkur senetle Hasan bin Ali Veşşa’dan şöyle nakletmektedir: İmam Rıza (a.s)’a şöyle sordum: Birinin elinde bir yara varsa ve yaranın üzerine de merhem sürmüşse abdest alırken o merhem sürdüğü yeri yıkama yerine meshetmesi caiz midir? İmam şöyle buyurdu: “Evet, üzerine meshederse yeterlidir.”

43- Babam metindeki mezkur isnatla Ahmed bin Muhammed bin İsa’dan, o da babası Muhammed bin İsa’dan şöyle nakletmektedir: İmam Rıza (a.s)’a şunu sordum: Adamın birisi abdestini aldıktan sonra yüzünün bir bölümüne suyun değmediğini anlarsa ne yapmalıdır? İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Abdest alırken ıslattığı uzuvlarındaki ıslaklıkla orayı ıslatırsa yeterlidir.”

44- Abdulvahid Nişaburî metindeki mezkur isnatla Fazl bin Şazan’dan nakletmektedir: İmam Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu işittim: “İmam Hüseyin (a.s)’ın kesik başını Şam’a götürdüklerinde Yezid (Allah lanet etsin) onu bir kenara bırakmalarını emretti. Sonra da yanına bir sofra kurdurttu, arkadaşlarıyla o sofrada yemek yedi ve şarap içti.

Ardından İmam Hüseyin (a.s)’ın kesik başını bir leğen içinde tahtının yanına koymalarını emretti. Leğenin üzerine de satranç tahtasını koyup üzerinde satranç oynadılar. İmam Hüseyin'i, babası ve dedesini alayla anıyor, ihanette bulunuyorlardı. Satrançta yenince şarabını alıyor ve üç defa yudumluyordu. Bardağından geri kalanı da İmam Hüseyin (a.s)’ın kesik başının bulunduğu leğenin yanına döküyordu.”

İmam (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: “O halde bizim Şiilerimiz şarap içmemeli ve satranç oynamamalıdır. Şarap ve satrancı görünce İmam Hüseyin’i hatırlayan ve Yezid ve Al-i Yezid’e lanet eden kimsenin günahları yıldızlar sayısınca da olsa Allah affeder.”

45- Babam babasından, o da babalarından, onlar da Ali bin Ebu Talib’den, o da Peygamber’den şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Düşmanlarımızın elbisesini giymeyin, düşmanlarımın yemeğini yemeyin, düşmanlarımın yolundan gitmeyin. Aksi taktirde onlar benim düşmanım olduğu gibi siz de benim düşmanım olursunuz.”

46- Abdulvahid bin Muhammed bin Ubdus Attar metindeki mezkur senetle Fazl bin Şâzan’dan şöyle dediğini nakletmektedir: “Adalet ve ihsan üzere davranmak nimetin devamının ilanıdır. Güç ve kuvvet sadece Allah’ındır.”

Rey şehrinde ikamet eden Ebu Câfer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Mûsa bin Babeveyh el-Kummî Fakih’in (Allah taatine yardımcı, rızasına muvaffak kılsın) yazdığı “Uyun-u Ahbar’ir Rıza” kitabının birinci cildi burada bitti. Kitabın bir sonraki cildinde de İmam Rıza (a.s)’dan toplanan rivayetler yer alacaktır.


DIPNOTLARIN HEPSI

--------------------------------------------

1- İmam Rıza (a.s)’dan Nakledilen Rivayetler Çeşmesi.

2- Mu’cem’ur-Rical, Ayetullah Huyi Biyografisinde.

3- Ali bin Babeveyh Kummî -Şeyh Saduk’un babası- yolculuklarından birinde Bağdat’a gitmişti. O zamana kadar bir çocuk sahibi olamayan Ali bin Babeveyh, bu olaydan dolayı büyük bir üzüntü içindeydi. İmam-ı Zaman (a.f.)’in dört naibinden üçüncüsü olan Hüseyin bin Rûh’a mektup yazarak ona bu üzüntüsünü bildirdi ve İmam-ı Zaman (a.f.)’in huzuruna vardığında bu isteğini kendisine iletmesini rica etti.

Şeyh Saduk’un babası bu mektubunda çocuk sahibi olma arzusunu bildirmişti. Birkaç gün sonra İmam-ı Zaman (a.f.)’den kendisine şöyle bir mektup geldi: “Senin için dua ettim, Allah sana fakih ve temiz yaratılışlı bir çocuk ihsan edecektir.” Bu dua H.K. 311 yılında Şeyh Saduk’un doğuşu ile birlikte gerçekleşmiş oldu. Birçok büyük şahsiyetler de bu konuyu nakletmiştir.

Örneğin; bizzat Şeyh Saduk “Kemal’ud-Din” kitabında Şeyh Tûsi “Gaybet” kitabında (s. 195) ve Neccaşî de “Rical” kitabında (s. 183) bunu açıkça beyan etmiştir.

4- Şeyh Tûsi, H. K. 460 yılında vefat etmiş olup H. K. 412 yılında ölen Şeyh Mufid’in öğrencisidir. Şeyh Mufid ise Şeyh Saduk’un öğrencilerindendir.

5- Bu kitabın konusu fıkıhtır ve Şia’nın dört temel kitabından biridir. Şeyh Saduk bu kitabı Mâvera’un-Nehir’e yaptığı yolculukta Belh şehrine bağlı İlak kasabasında yazmıştır.

Şeyh Saduk bu kitabın önsözünde şöyle yazmaktadır: “İlahi takdir beni gurbet ellere atınca “Nimet” diye bilinen mütedeyyin ve değerli Seyyid bana Muhammed bin Zekeriyya Razî’nin tıp ilminde yazdığı “Men la Yehzuruh’ut-Tabib” kitabından bahsetti.

Bunun üzerine benden bütün dini hükümleri; helal ve haramları kapsayan bir fıkıh kitabı yazmamı, onu “Men la Yehzuruh’ul-Fakih” diye adlandırmamı ve istediği tüm dini hükümleri onda bulabileceği, güvenebileceği bir eser olmasını istedi. Böylece ben de onun bu isteğini kabul ettim...”

6- Emalî kitabı Şeyh Saduk’un Meşhed’de söylediği hadis dersleridir. Bu hadis dersleri H. 367 yılının Recep ayında başlamış ve H. 368 yılında sona ermiştir.

7- Bir araya toplamak ve arasını bulmak reddetmekten daha evladır.

8- Eğer Allah-u Teala’yı iptida ve intihayla tavsif etmiş olursak; onu zamanla sınırlandırmış olmamız düşünülebilir, yani onu zamanın başlangıç ve sonunda tasavvur etmiş olabiliriz. Oysaki Allah, zamanla sınırlı değildir. Evvel ve ahirden maksat, onun ezelî ve ebedî olmasıdır.

9- İsmail bin Abbad, “Sahib bin Abbad” olarak meşhurdur, “Kafi’l Kufat-i Şia” lakabını almış ve Âl-i Bûye vezirlerindendi. O fazilet, kemal ve ilimde kendi asrının yegâne şahsiyeti idi. Seyyid, Alevî ve alimlerin, onun yanında özel bir makamı vardı. Bir grup alimler, onun için bir takım kitaplar telif etmişlerdir.

Örneğin; Şeyh Saduk, “Uyun-u Ahbar’ir-Rıza” kitabını onun kütüphanesine hediye olarak telif etmiştir. Sahib bin Abbad, Şiilik ve Ehl-i Beyt’i sevmede eşsiz bir kimse idi. Arzettiğimiz gibi ona “Sahib” ve “Kafi’l Kufat” lakabını vermişlerdir. Ona “Sahip” demelerinin sebebi, Rukn’ud-Devle”nin veziri olan Muhammed bin Amid ile musahib (arkadaş) olduklarından dolayıdır.

“Kafi’l-Kufat” (Kifayet edenlerin kifayet edeni) demelerinin sebebi de “Sultan Fahr’ud-Devle”nin veziri olduğundan dolayıdır; devletin önemli olan bütün işlerinin sorumluluğu onun üzerine idi.

Tüm sorun ve müşkülatları o hallediyordu. Bir çok eserleri ve büyük bir kütüphanesi de varmış. Bu sözler, Şeyh Abbas-i Kummî’nin “Fevaid’ur Razaviyye” (c.1, s.4) kitabından alınmıştır.

10- Rafizî, “Refeze” kökünden olup terk etmek manasına gelmektedir. Şialara “Rafizî” demelerinin sebebi de “Şeyheyn”i terk edip Hz. Ali (a.s)’ı İmam bildiklerinden dolayıdır.

11- Ümmü Veled: Sahibinden çocuk sahibi olan cariyeye denir.

12- Muvellede: Araplar arasında doğmuş ve onların çocuklarıyla beraber gelenek ve görenekleriyle büyümüş olan cariyeye denir.

13- Yeni maldan (Tarıf) kasıt Hz. İmam Rıza, eski maldan (Talid) kasıt ise Memun’dur.

14- Kuded’den kasıt, şahsın büyük ceddine oranla olan mesafesidir.

15- Soru soranın maksadı şöyle olabilir: Ben bu miktar sözle yetinmek istemiyorum, daha fazla açıklama yapmanızı ve açıkça beyan etmenizi ümit ediyorum. Yani; hükümetin görevlileri böyle bir sözü söyleyebilme hakkını İmam'dan almışlarmış. Yezid'in sözü de buna işarettir.

16- Bu olay, Hicri 179 yılının sonlarında İmam'ın, Hârun'un emri ile Medine'de yakalanması ve Basra'ya gönderilmesi zamanında vuku bulmuştur.

17- Ümmü veled; efendisinden çocuk doğuran cariyeye denir.

18- Merhum Şeyh Saduk (r.a) meşhur olan bu hadisi değişik şekilde ve değişik ravilerden nakletmiştir. Bu rivayetlerde Ehl-i Beyt imamları ve Resulullah (s.a.a)'ın on iki vasisinin isimlerini zikretmiştir.

Bu rivayetlerde Cabir İbn-i Abdullah'ın bu isimleri Hz. Fatıma (s.a)'nın elinde olan nurlu bir sayfada gördüğü ve Hz. Bâkır (a.s)'a söylediği nakledilmiştir.

19- Yani; İmam Hasan'ın, kardeşi Hüseyin'i kendisinden sonra İmam yaptığı gibi, sen de beni kendinden sonra İmam yapmış olsaydın fena olmazdı.

20- İmam Mehdî (a.f)'nin isminin zikrolunmasının caiz olmadığı hakkında değişik görüşler vardır. Bazıları, İmam'ın ismini zikretmenin caiz olması hakkındaki rivayetleri Gaybet-i Kübra döneminden önceki döneme bağlıyorlar. Zira İmam'ın hayati tehlikesi söz konusuydu.

21- Oniki Ehl-i Beyt imamı hakkında olan hadisler öyle hadislerdir ki Ehl-i Sünnet ve Şia üzerinde ittifak etmişlerdir. Geniş bilgi için bkz:

Sahih-i Buhari: Ahkâm Kitabı 1148. bab, 2034. hadis, C.9, s.729 el-Kalem, Beyrut.

Sahih-i Müslim: İmaret Kitabı c.12, s.201, Dar’ul-Kitap el-Arabi, Beyrut. 9. hadisi yazmıştır.

Sünen-i Ebu Dâvud: c.4, s.106

Nevevî: Sahih-i Müslim’in Şerhi

Bihar’ul Envar: 36, cildinde 226.sayfasından cildin sonuna kadar sekiz babda 234 hadis Peygamber (s.a.a)’den 52 hadis Masum İmamlardan (a.s) bu konu hakkında naklediyor. Toplam 286 hadistir.

22- Abdullah bin Mesud, Hz. Resulullah’ın ashabından idi. O, çok Kur’an okuyan biri olup “Kur’an Kâri’si ve Öğretmeni” olarak meşhur idi. Ömer onu hilafeti sırasında Kur’an öğretmesi için Kûfe’ye göndermişti.

23- Muhaddes: Meleklerin dediklerini işiten ama onları görmeyen kimseye denir.

24- Mûsa bin Mehdî, Hârun'ur-Reşid’in kardeşi olup ondan sonra takriben bir yıl, iki ay hüküm sürmüştür.

25- Hünut: Kişinin öldüğünde yıkandıktan sonra, secdede yere temas eden uzuvlarına (avuç içleri, alın, diz kapakları ve parmak uçları) kafur dürülmesi olayına denir.

26- İnsanın fiillerinin Allah (c.c)’un ilminde var olması demek, insanın o fiilleri işlemesinde mecbur olduğu (cebir) anlamında değildir. Çünkü, ilim bir şey fiilse başka bir şeydir.

Allah-u Teala insanın kendi isteğiyle bu işi sonradan yapacağını biliyor anlamındadır. “İki bin seneyle sınırlandırmak” uzun bir zaman dilimini göstermek için söylenmiş olabilir.

27- Bu hadisin senedinde olan raviler, Nevfelî hariç rical kitaplarında zikredilmemişlerdir.

28- Resulullah (s.a.a)’ın bu mucizesi başka kitaplarda görülmemiştir.

29- İmam (a.s) veliahtlığı kabul ederken devlet işlerine karışmayacağını ve hiç kimsenin azlini ve atamasını yapmayacağını şart koşmuştu. Bundan dolayı İmran-ı Sabbî’yi sadaka toplama görevine ataması şüphelidir. Bu görevden maksat, İmam’a ait sadakaların toplanma görevi olabilir.

30- Zirar bin Amr el-Kadî, fasit akideye sahip olan bir Mûtezilîdir. (Lisan’ul Mîzan)

31- Süleyman, “Bir şeyi bilmek, onun vârolmasını gerektirir” görüşüne sahipti.

32- Eğer, ayetin devamından, “Rabbinden bağışlanma diledi” diye sonraki ayette de “O meseleyi onun için affettik” buyurulmuştur, bu da görünüşte bir günahın işlendiğini sonra Dâvud (a.s)'’n istiğfar ettiğini ve Allah’ın onu bağışladığını anlatıyor, denilecek olursa şöyle cevap verilir: İstiğfar etmenin kendisi bütün şeriatlarda başlı başına bir ibadettir.

Peygamber efendimiz her gün bolca mağfiret dilerdi ve Hazretin kendisi şöyle buyurmuştur: “Kalbim (halkın işleriyle meşgul olmasından dolayı) tozlanır, kararır.

İşte bundan dolayı günde yetmiş kez istiğfar ediyorum.” Hazretin istiğfardan kastı halkın işleriyle ilgilendiğinden dolayı tozlanan kalbini cilalandırmak ve Allah’tan gafil olmamak için o’ndan yardım dilemekti. Demek ki, istiğfarın ille de günah ile olması gerekmez, Allah’a yaklaşmak için de olabilir.

33- Cennetteki emir “irşadî emir” olduğu için Hz. Adem (a.s)’a herhangi bir sorumluluk yüklenmemiştir. Ve onun yapmış olduğu fiil Allah’ın emrine aykırı değildir.

34- Kur’an-ı Kerim’de Bakara sûresi 250. ayette “İsrailoğullarının Tabutu”na işaret edilmiştir. Nakledildiğine göre bu tabut, Hz. Mûsa (a.s)’ın annesinin onu içerisine bıraktığı, sonra da o hazretin ölüm zamanında levha, elbise ve nübüvvet alametlerini içerisine bırakarak vasi ve halifesi olan Yuşe bin Nûn’a verdiği sandığın aynısıdır.

İsrailoğulları bu sandıkla teberrük ederlerdi. Yine denilir ki, Hz. Mûsa hareket sırasında tabutu insanların önünde hareket ettirirdi, İsrailoğulları da onu ordunun önünde taşırdı. Yine nakledilen rivayete göre; tabuttan ileride yürüyen kimse ya öldürülüyor, ya da zafer elde ediyordu.

35- Şunu hatırlatmak gerekir ki, “gufran” kelimesinin asıl anlamı “örtmek”tir. “Igfir li” de “benim için ört” anlamındadır.

36- Arapça’da “dallin” bir kaç manadadır. Sapık, yolunu kaybetmiş vs. Bu ayetteki dallin kelimesi yolunu kaybetmiş manasındadır.

37- Bu hadisin senedi zayıftır. Çünkü Temim bin Abdullah Kureşî’yi Allame (r.a) kendi rical kitabında zayıf saymıştır. Ali bin Muhammed bin Cehm de nasibî ve Ehl-i Beyt düşmanıdır. Buna Şeyh Saduk’un kendisi de bölümün sonunda değinmiştir. (Gaffarî)

38- 16. Bölüm tarihtir ve toplumda kötü amel işlemenin ilahi gazaba sebep olacağını belirtiyor.

39- Ebul Futuh tefsirinde “Terkun bin Amur bin Navuş bin Şaven bin Nemrut bin Kenan” diye geçmektedir. (bkz: c.8, s.273)

40- Muhammed bin Sâbık, Ehl-i Beyte bağlı olmayan Sünnî biridir. Ahbarî (hadislere kayıtsız şartsız ve tevile, tatbike gerek görmeden bağımlı olan grup).

Böyle kimselerin Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyt hakkında naklettikleri menkıbelere de fazla güvenemeyiz. Gerçi Saduk (r.a) “Emalî” adlı eserinde bu hadisi başka bir tarik (senet) ile de nakletmiştir ama, orada da hadisin ravileri meçhuldür.

Ancak, her hâlükârda hadisi şöyle yorumlayabiliriz: Hazret bu hadiste Fâtıma (s.a)’nın düğününün melekût alemindeki tecelli ve görkemliliğini anlatmıştır.

Çünkü Fâtıma (s.a)’nın düğünü, görünüşte çok sade ve basit yapılmıştı. Halk bu sadeliği Peygamber (s.a.a)’in bu düğünü önemsemediğine yorumlamışlardı. Eğer hadis uydurma değilse düğünün melekûti şeklini beyan etmiştir.

41- Hadisin senedinde yer alan Ali bin Hüseyin bin Şazeveyh el-Mueddib meçhul bir şahıstır (meşhur rical kitaplarında ismi geçmemiştir). Yine hadisin senedinde yer alan Câfer bin Muhammed bin Masrur’un da durumu (güvenilir olup olmadığı) belirsizdir.

42- Başlangıçta Mescid-i Nebî’nin yapısı öyle bir şekildeydi ki ashaptan bazılarının evlerinin kapısı mescide açılıyordu ve bazı vakitler onlar cünüp olarak mescide girip oradan dışarı çıkıyorlardı.

Halbuki cünüplü halde Mescid-i Nebî’nin içinden geçmek bile caiz değildir. Bu yüzden Resulullah (s.a.a), Ali (a.s)’ın kapısı hariç mescide açılan bütün kapıları kapattırdı. Bu olay tarihte “Sedd-i Ebvab” diye geçer.

Dikkat edilmesi gereken bir başka mevzu da şudur: Peygamber (s.a.a)’in amcası Abbas, bu olay sırasında daha Müslüman olmamıştı, Mekke’de yaşıyordu. Hadiste geçen Abbas, ya yanlışlıkla bir başka kelimenin yerine yazılmış veyahut da Abbas, bir başkasının ismi olarak burada kayda geçmiştir.

43- Resulullah (s.a.a)’in bu sözünden Zeyd’in de Resulullah’ın bir parçası olduğunu anlıyoruz.

44- Nadir hadis: Doğru sözlü bir tek raviden nakledilen ve nakledilen diğer hadislerle mana itibarıyla çelişen hadislere verilen addır. Ahkâmda bu hadislerle amel etmek doğru değildir.

Elbette bazen de kendine özgü oluşu veya sayıları az oluşu, ya da tek başına ayrı bir başlık altında toplanması mümkün olmayan dağınık rivayetler için de "nadir" tabiri kullanılmaktadır. Şeyh Saduk da "Men la Yahzuruh'ul Fakih" kitabında "nadir" kelimesini bu manada kullanmıştır. (Telhis'ul Mikbas s.161) Dolayısıyla, burada da "nadir”den bu ikinci anlam kastedilmiş olabilir.

45- Bazı mıntıkalarda kıble, doğu ve batı arasında yer alıyor. Bu hadiste işaret edilen kıble de has bir mıntıkaya mahsus olup, doğu ve batı arasında olduğuna dikkat çekilmiştir.

46- Hadisin senedinde zikredilen raviler, Dâvud bin Süleyman dışında tanınmayan (mühmel) kişilerdir.

47- Bu bölümde iki benzer hadis zikredilmişir. Konunun uzamaması ve tekrar edilmemesi açısından sadece bu hadislerden birine yer verdik.

48- Bu bölüm aslında 86 hadisten oluşmaktadır. Bazı hadislerin mefhumu bu bölüm ve diğer bölümlerde zikredildiğinden dolayı tekrardan kaçınmak için 68 hadisi nakletmeyi uygun gördük.

49- Kur’an-ı Kerim’in mübarek Bakara suresinde Yahudîler’e hitaben “Peki sizler neden peygamberlerinizi öldürüyorsunuz?” buyurulmaktadır. Oysa peygamberleri onlar değil ataları öldürüyorlardı. Onlar ise atalarının bu yaptıkları amellere razı olmaları sonucunda bu hitaba muhatap olmuşlardır.

50- İmam Rıza’nın üçüncü evladı, İmam Askerî (a.s)’dır. bu yüzden hadisin metninde bir yanlışlık olmuştur. İmam’ın dördüncü evladı olmalıdır; üçüncüsü değil.

51- Buradaki yasaklama “mekruh” anlamındadır.

52- Bu hadis “Huzmuhalefe el-Amme” hadislerinden olup usul ilminin “Taadul ve Teracih” konusunda tartışılıyor ve özel şartlara haizdir.

53- Temsil babındandır ve benzetme yapmak için söylenmiştir.

54- Yani, insan bir şeyi öğrenince artık kendisine hüccet tamamlanmış olur ve aleyhine dönüşür. Bildikleri hususunda sorguya çekilecektir. Ama bu bildikleriyle amel etmişse o zaman o bildikleri lehine dönüşür.

55- Amr bin Ubeyd meşhur zahitlerden ve Mutezilî’nin büyük şahsiyetlerinden biridir. Amr aslen İranlıdır ve birçok kitapları vardır. H. 144 yılında vefat etmiş ve Mekke yakınlarında Mirran adlı bölgede defnedilmiştir.

56- Yani, Allah’ın bu konudaki gazabından daha çok gazaplanma.

57- Havuzdan maksat, Kevser Havuzu’dur.

58- Ya lesarat’il Huseyn: “Ey Hüseyin’in intikam alıcıları, neredesiniz?” manasındadır.

59- Seb’ul Mesanî; Kur’an’dan yedi ayettir.

60- Mufehhem: Akıl ilhamıyla kısa sözlerden muhatabın bütün maksadını ve hedefini anlayan akıllı kimse demektir.

61- Açıklama: Yani, eğer bir mecliste birisine yer verilirse veya kendisine güzel koku ikram edilirse reddetmemelidir.

62- İbn-i Esir “Nihaye”nin “akese” maddesinde şöyle diyor: “Bu cümlede yer alan “akikatuhu” lafzı “akisetuhu lafzından daha meşhurdur. Çünkü O Hazret saçlarını örmüyordu (veya arkada örülmüş şekilde yapmıyordu.) Mütercim’e göre ise kafada toplanan saçlar manasınadır.

63- Ağız büyüklüğü Arap'lar arasında bir güzellikti. (Meani’l-Ahbar, s. 85)

64- El ve ayakların kalın olması Arap'lar arasında erkeğin güzelliklerinden sayılıyordu. (Meani’l-Ahbar s. 87)

65- Veya peygamber seçkin insanların ilim ve âdabını halka da öğretmesini istiyordu. (Meani’l-Ahbar s. 88-89)

66- Bu bölümde bazı hadisler aynı mefhum ya da aynı lafızlarla 28. bölüm ve diğer bölümlerde de naklolunmuştur. Bu yüzden biz onları tekrar zikretmeyi gerek görmedik. Bu bölümün aslı 52 hadistir.

67- Bu hadiste İmam’dan, ön ve arkadan çıkan şeyler hakkında soru soruluyor. İmam da ön ve arkadan çıkan üç şeyi söyleyerek görüş belirtiyor. Elbette ki abdesti bozan başka şeyler de vardır.



10