Türkçe alhassanain Özel İslami Düşünce ve Kültür Yayın Sitesi

ZÜHT

ZÜHT

Züht; insanın doğal olarak ilgi duyduğu bir şeye karşı kendi ‎özgür iradesiyle ilgisiz olması ve onun güzelliklerini değersiz kabul ‎etmesine denir.‎ Kur-an’ı kerim, Yusuf’un kardeşleri onu köle olarak az bir ‎değere sattıkları zamanki durumları konusunda şöyle ‎buyurmaktadır:‎

Onlar ona karşı zahit (isteksiz) idiler.‎ Onlar çekememezlik ettiklerinden dolayı Yusuf’u kendi ‎aralarında görmek istemiyorlardı. Bundan dolayı babalarını yıllarca ‎ayrılığa müptela kıldılar.‎ Yar satma dünyaya çünkü çok yararlanmadı.‎

O Yusuf kıymetsiz altına satılmış idi.‎ Züht kelimesi konusunda olan bu anlam doğal sözlerde ‎kullanılan geleneksel ve sözlüksel bir açıklamadır. Ancak Züht ‎kelimesinin ariflerin dilinde ahlaksal ve manevîsel olarak çok yüce ‎bir anlamı bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle züht; kalpten dünyayı ‎çıkarmak ve ahiret menzillerine doğru hareket etmektir.

Bu ince ve ‎zarif kelimenin anlamı bir kelimeye ve kitaba sığmaz. Bundan ‎dolayı ariflerin ve ahlak âlimlerinin kelimelerinde onun ‎boyutlarından yalnızca bir boyutuna işaret eden çeşitli ve benzer ‎açıklamalar görülmektedir. Ancak bu kelimenin dinsel ve irfansal ‎bir anlamı içerdiğine dikkat ederek onun anlamı konusunda vahiy, ‎mezhep imamları ve dinsel irfan dilinden ilham almamız ve ‎sınırlarını da bu çerçeve içerisinde belirlememiz daha doğru ‎olacaktır.‎

Kur-an’ı kerim, bu konuda bir dünya hikmete ve marifete ‎sahip olan iki kısa cümle ile genel ve kapsayıcı bir açıklama ‎yapmıştır.‎ Şöyle buyurmaktadır:‎ Elinizden çıkana üzülmeyiniz ve size verdiğiyle sevinip ‎şımarmayınız. Çünkü Allah kendini beğenip övünen kimseleri ‎sevmez.‎ Ali (a.) şöyle buyurmaktadır:‎ Züht, Kur-an’ı kerimdeki iki kelimede özetlenmiştir; ‎‎“Elinizden çıkana üzülmeyiniz ve size verdiğiyle sevinip ‎şımarmayınız.

Çünkü Allah kendini beğenip övünen kimseleri ‎sevmez.” Kim böyle olursa zühdü ve iki özelliğini kavramış ‎demektir.‎ Bu iki cümleden zühdün, iki özellikle (elden çıkan şeylere ‎karşı üzülmemek ve elde edilen şeyler karşısında da şımararak ‎sevinmemekle) birlikte tanınan kalpsel bir konu olduğu bütünüyle ‎anlaşılmaktadır.‎

Dolayısıyla, gerçek zahit; dünyanın aldatıcı güzellikleri ‎kendisini aldatamayan, kalbini onlara bağlamayan, arzu edilen ‎dünyanın maddesel olgularından ilgisiz bir şekilde geçebilen ve ‎daha yüce hedeflere yönelen kişiye denir.‎ Yüzü toprağa çevirelim ki ondan yaratılmışız.‎ Kalbi, niçin vefasızlara bağlamışız.‎ Zühdün Şartları Bu noktada zühdün üç şarta bağlı olduğunu söylemek ‎mümkündür.‎

İlk şart: İnsanda doğal içgüdüsel ilgi ve rağbet duyguları ‎bulunmalıdır. Yani hastalığın etkisinden dolayı yemek, meyve, ‎yiyecekler, içecekler gibi şeylere iştahı olmayan bir hastanın ‎ilgisizliğinin züht ile hiçbir alakası yoktur.‎ İkinci şart: İnsanın maddesel olgulara ulaşma imkânı ‎olmalıdır.

Dolayısıyla dünyayı acizlik ve güçsüzlükten dolayı terk ‎ederse bu terk etmenin de zühdün ölçütleriyle hiçbir ilgisi yoktur.‎ Üçüncü şart: İnsan maddesel olanaklar, şehvetler ve cazibeler ‎içinde bulunmasına karşın yüce hedeflerden dolayı dünyaya karşı ‎ilgisiz kalmış ve dünyanın görünen güzelliklerine bağımlılıktan ‎kendini kurtarmış olmalıdır.‎

Züht, işte böyle şartlar içinde gerçek ölçütünü bulacaktır.‎ Bu açıklama ile birlikte, zühdün aslı; maddesel olguların ‎bulunmaması değil maddesel olgulara bağımlılıktan ve ilgiden ‎kurtulmak olarak anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, kim belli bir ‎noktaya kadar maddesel imkânlara sahip de olsa kalbini dünyaya ‎kaptırmışlıktan kurtarırsa zahit olacaktır.‎ Burada peygamber efendimizin (s.a.a.) buyruğunu ‎dinlememiz çok uygundur. Şöyle buyurmaktadır:‎ Ey Usame! Bu grup (zahitler) helal yiyecekler ve içeceklere ‎yüce hedefler ve sonsuz ahiret yurdundan dolayı göz ‎yummuşlardır.

Kurtların ve vahşi köpeklerin hırsla leşleri yemek ‎için biri birlerinin üstlerine çıktıkları ve biri birlerine karşı pençe ‎biledikleri gibi dünyaya ilgi göstermemişlerdir. Onlar az bir yemek ‎ve eski bir elbiseyle yetinerek bedenlerini süslemeye ‎uğraşmamışlardır.

İnsanlar onları gördükleri zaman hasta sanırlar. ‎Ancak hasta değildirler. İnsanlar onları deli sanırlar. Ancak deli ‎değildirler. Bunlar kendi nefislerinde büyük bir üzüntü ile ‎mücadele etmektedirler. Bundan dolayı insanlar onların akıllarını ‎yitirdiklerini sanırlar.

Hâlbuki akılları sağlıklı ve yerindedir. ‎Kuşkusuz onlar basiret gözüyle akıllarını yitirtecek ve onları ‎sarhoşa çevirecek bir şey görmüşlerdir de ondan dolayı bütün ‎dünyadan kopmuşlardır. Böyle bir durumda onlar, insanlara göre ‎normal olmayan ve davranışları mantıksız olan kişiler olarak ‎görünür. Ey Usame! Bilmelisin ki; insanlar aklılarını yitirdikleri ‎zaman onlar akıl ve basiret sahibidirler. Kuşkusuz gerçek akıllılar ‎yalnızca onlardır. En güzel şeref ve en yüksek konak da onlarındır.‎

Müminlerin Emiri Ali (a.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:‎ Ey dünya! Ey dünya! Benden uzaklaş. Kendini bana mı ‎sunuyorsun? Yoksa bana rağbet (ilgi) mi gösteriyorsun? Artık senin ‎benim önümde süslenmenin zamanı değildir. Benim sana hiçbir ‎şekilde ihtiyacım yoktur.

Ben seni geri dönüşü olmayan üç talak ‎‎(boşama) ile boşadım. Senin yaşanacak günlerin çok kısa, kıymetin ‎değersiz ve sana umut beslemek de yararsızdır.‎ Başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır:‎ Eğer isteseydim saf bal, buğday‎ ‎ ve ipek elbiseden ‎yararlanabilirdim.

Ancak nefsanî arzuların bana galip gelmesi ve ‎hırsın beni mide düşkünlüğüne zorlaması çok uzaktır… Ben, ‎şişmanlaması için (ahıra) bağlanan ve yemekten başka hiçbir hedefi ‎olmayan dört ayaklılar gibi, güzel yemekler yemek için ‎yaratılmadım.‎ İmam Sadık (a.) şöyle buyurmuştur:‎ Züht, dünyadaki malını yok etmek ve helal olanı haram ‎kılmak değildir.

Züht, dünyada sahip olduğun şeye Allah katında ‎olan şeyden daha bağımlı olmamandır.‎ Yani, dayanağın yalnızca yüce Allah olursa ve ondan başka ‎hiçbir şeye de dayanmazsan zahit bir kimsesin demektir.‎ Zühdün Etkileri Peygamber efendimiz (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır:‎

Kim dünya konusunda zahit (isteksiz) olursa yüce Allah ‎hikmeti ve basireti kalbine sokar. Dilini hikmetli konuşmaya ‎yönlendirir. Dünyanın derdini dermanını ona tanıtır. Ve onu ‎dünyadan sağ salim selamet yurduna (cennete) çıkarır.‎

Züht bu sözlerde; hikmet, tanıma ve kalbin sağ salim ‎olmasıyla birleşmiş ve bu etkilerle tanıtılmıştır.‎ Peygamberimiz (s.a.a.) başka bir hadiste de şöyle ‎buyurmuştur:‎ Kim cenneti arzuluyor ise hayırlara doğru koşar, kim ‎cehennemden korkuyor ise şehvetlerden sakınır, kim ölümün ‎beklentisi içinde ise lezzetleri terk eder ve kim dünya konusunda ‎zahit olur ise musibetler ona kolaylaşır. ‎ Müminlerin Emiri Ali (a.) şöyle buyurmuştur:‎

Ey insanlar! Züht; arzuları kısaltmak, nimetler karşısında ‎şükür etmek ve günahlardan sakınmaktır. Dolayısıyla, eğer bu ‎özelliklerin hepsine sahip olamaz iseniz, haram, sabrınıza galip ‎gelir. Nimetler karşısında şükür etmeyi unutursanız yüce Allah ‎aydın delillerle, açık kitaplarla hüccetini size tamamlayarak sizin ‎için hiçbir özür kapısı bırakmamıştır.‎ Ali (a.) başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır:‎ Kuşkusuz dünya konusunda zahit (isteksiz) olan kişiler ‎görüntü olarak gülüyor olsalar da onların kalpleri ağlar.

Görünürde ‎sevinçli olsalar da çok üzgündürler. Başkaları, onlara yüce Allah ‎tarafından rızk olarak verilen şeyler karşısında haset etseler de ‎onlar sürekli kendi nefisleriyle mücadele içindedirler.‎ Burada, züht için yapılan açıklamada olduğu gibi şu konunun ‎zikredilmesi de yararsız olmayacaktır:‎ Züht, maddesel lezzetlerden kayıtsız şartsız uzak durmak ve ‎sakınmak demek değildir. Ancak dünyanın geçici süsüne ilgisizlik ‎ve önem vermemek aynı zamanda nefsi sakındırmak ve kanaat, ‎etmek ile birliktedir.

Yani, zühdün mal ve makam varlığıyla ‎birlikte gerçekleşmesi de mümkündür. Nitekim peygamber ‎efendimiz (s.a.a.), Süleyman (a.), Davut (a.), imam Ali (a.), Hatice ‎validemiz (s.) ve diğer veliyullahların çoğu mal, mülk, servet ve ‎hükümet sahibi olmakla birlikte Allahın kullarının da en zahitleri ‎idiler.‎ Ancak genellikle zühdün özü, insanı yeterli olan miktara ve ‎fazlasından sakınmaya kani etmektedir. Zahitler kendilerini ondan ‎fazlasına müptela kılmamaktadırlar.

Eğer bir şeylere sahip olsalar ‎da onları kendileri için kullanma konusunda sakınmakta ve az bir ‎kısmından yararlanmaktadırlar. Hatta onları Allah yolunda ‎insanların ihtiyaçlarını gidermek için kullanarak da başkalarını ‎kendi nefislerinin önüne geçirmektedirler. Kur-an’ı kerim bu ‎konuda şöyle buyurmaktadır:‎ Kendilerinin ihtiyaçları olsa da (başkalarını) öz canlarına ‎tercih ederler.‎ Kuşkusuz kanaat etmek, zühdün aşamalarından birisidir. ‎Ondan sonra sıra hayır yapmaya ve özveride bulunmaya geliyor.

‎Son aşama ise Allah dışında olan her şeyi terk etmektir.‎ Nehcul Belağa’ya Göre Peygamberlerin (a.) ‎Debdebeli Bir Yaşamdan Uzak Olmaları Peygamberler ve veliyullahlar güç, kudret, mal ve servet ‎sahibi olmalarına karşın sürekli kendi zamanlarının en gösterişsiz ‎yaşayan ve zühdün en seçkin örnekleri olan kişileri idiler.‎ Müminlerin Emiri Ali (a.) hutbelerinin yanı sıra, ‎peygamberlerin zahitçe yaşamlarından da kısa örnekler vererek ‎şöyle buyurmaktadır:‎ Kuşkusuz Allah Rasulünde (s.a.a.) senin için çok güzel bir ‎örnek vardır.

Senin için dünyanın yerilmiş olması, eksikleri, ‎rezillikleri ve kötülükleri de kanıt konumundadır. O (dünyaya ‎gönül bağlamadı. Ve sonuç olarak) dünyanın her şeyinden mahrum ‎oldu. Başkaları (dünyaya gönül bağladıkları) için ise dünyanın her ‎şeyi amade oldu. Yüce Allah onu dünyanın memesinden aldı. Ve ‎onun süsünden ve ziynetinden uzaklaştırıldı.‎ Eğer istiyorsan, sana Musa Kelimullahı (a.) ikinci örnek ‎olarak tanıtayım? Şöyle söylüyor: “Ya Rabbi! Bana hayır olarak ‎indireceğin her şeye ihtiyacım var.

”‎ ‎ Allah’a yemin ederim ki; (o ‎gün Musa) yüce Allah’tan bir lokma ekmekten başka hiçbir şey ‎istememiştir. Çünkü o (günlerdir) yerin bitkilerinden yiyordu.‎ Eğer istiyorsan, sana hoş sesler sahibi ve cennetliklerin ‎okuyucusu Davut’u (a.) üçüncü örnek olarak göstereyim? O kendi ‎elleriyle hurma lifinden sepet yapıyor ve toplantıda oturanlara ‎şöyle söylüyordu: “Hanginiz bunları benim için satabilir?” Onun ‎yiyeceği onların gelirinden elde edilen yalnızca bir lokma arpa ‎ekmeği idi.‎ ‎ ‎

Eğer istiyorsan, Meryem’in oğlu İsa (a.) hakkında anlatayım? ‎O taşı (uyku zamanı) kendine yastık yapardı. Kalın elbise giyerdi. ‎Kuru ekmek yerdi. Katığı açlık idi. (Acıktığı zaman yemek yerdi. ‎Ve başka bir yemeğe ihtiyacı olmaması için kuru ve katı ekmeği ‎çok iştahlı bir şekilde yerdi.)

Gece lambası ay, kışın ortasındaki evi ‎doğu ve batı tarafındaki güneş ışınları idi.(Yani belirli bir evi yoktu. ‎Soğuktan korunmak için, öğleden önce batı tarafında ve öğleden ‎sonra da doğu tarafında giderek güneş ışınlarının vurduğu ‎noktalara sığınırdı.)

Meyvesi yerin hayvanlar için yetiştirdiği ‎bitkiler idi. Onun ne aldatacak karısı, ne üzecek oğlu, ne ‎kendileriyle uğraşacağı mal ve serveti, ne de boyun eğeceği (dünya ‎ve ehline) bir hırsı vardı. Bineği ayakları idi.(Gideceği yere ‎yürüyerek giderdi.) Kendi işini kendisi yapardı.‎ Artık (yüce peygamberinin (s.a.a.) dünyaya karşı ‎davranışlarıyla tanıştın. Gel… ) tertemiz peygamberini (s.a.a.) izle. ‎O, izlemek isteyen kişi için izlenilmeye en uygun kişidir.

O, tabi ‎olmak isteyen kişi için uyulmaya en uygun kişidir. Allah katında ‎kullarının en sevilenleri, kendi peygamberlerine uyanlar ve ‎ayaklarının izlerine ayaklarını koyan kişilerdir.‎ ‎(Dünyaya karşı davranışları şöyle idi:) Dünya lokmasını ‎dişinin kenarıyla yerdi. Dünyaya gözünün kenarıyla hatta yüzeysel ‎olarak bile bakmazdı.

(Peygamberimizin (s.a.a.) dünyaya olan ‎ilgisizliği ve onun (s.a.a.) gözünde dünyanın değersiz oluşundan ‎dolayı dünya ne lezzetleri ve tatlılarıyla Habibullah’ın (s.a.a.) ağzını ‎doldurabilmiştir ne de süsleri ve ziynetleriyle gözünün ucuyla da ‎olsa kendine bakmasını sağlayabilmiştir.) Beden olarak insanların ‎en zayıfı ve karın olarak insanların en açı idi. (Eli ulaşmadığı ve ‎elde edemediği için değil; tam tersine) Dünya (Allah tarafından ne ‎isterse seçmesi ve alması için) ona önerildi.

Ancak O, onu kabul ‎etmekten kaçındı.‎ Yüce Allah’ın bir şeye düşman olduğunu anlayınca, o da ‎düşman oldu. Allah bir şeyi hor ve değersiz sayınca, o da hor ve ‎değersiz saydı. Allah bir şeyi küçük ve önemsiz bilince, o da küçük ‎ve önemsiz bildi.‎ Eğer bizim, yüce Allah’ın ve Rasulünün düşman olduğu bir ‎şeyi sevmemiz dışında, Allah’ın ve Rasulünün küçük saydığı bir ‎şeyi büyük saymamız dışında hiçbir günahımız da olmasaydı; ‎Allah’a karşı gelme konusunda ve Allah’ın emirlerine isyan etme ‎hususunda yalnızca bunlar yeterli olurdu.‎

‎ ‎ Peygamber efendimiz (s.a.a.) yerin üstünde (yani, halısız ya ‎da yemek örtüsü olmaksızın) yemek yerdi. Köleler gibi (alçak ‎gönüllü bir şekilde) otururdu. Kendi elleriyle ayakkabısının ‎yırtığını dikerdi. Elbisesini yamardı. Eyersiz eşeğe binerdi. ‎Arkasına da (bir kişi) bindirirdi.

Odasının kapısında resimli bir ‎perde asılıydı. Eşlerinden birine şöyle buyurdu: Onu benden ‎gizleyiniz. Çünkü onu gördüğüm zaman dünyayı ve süsünü ‎hatırlıyorum.‎ Evet, O bütün kalbiyle dünyadan yüz çevirmiştir. Kendi ‎nefsinde onu anmayı öldürmüştür. (Dünya ve onun süsü ‎peygamberin (s.a.a.) ruhunda asla yeri yoktu. Dünya etkisiz bir ölü ‎gibi idi.)

Güzel elbiseler almamak, sürekli olan bir konak ‎sanmamak ve her zaman kalınacak bir yerleşim yeri umudunu ‎taşımamak için dünyanın süsünün gözünün önünden gizlenmesini ‎isterdi.‎ Bundan dolayı, onu (vücudunun derinlerinden) nefsinden ‎çıkardı. Kalbinden uzaklaştırdı.

Gözünden gizledi. (Evet) Bir şeyi ‎düşman olarak kabul eden bir kimse, ona bakmayı ve onu ‎hatırlamayı da düşman olarak kabul eder.‎ Kuşkusuz Allah Rasulünün (s.a.a.) hayatında seni dünyanın ‎kötülüklerine ve ayıplarına karşı haberdar kılan işaretler vardır. O ‎ve akrabaları dünyada aç idiler. (Hiçbir zaman karınlarının ‎doyduğunu görmediler.) Onun (s.a.a.) yüce Allah katında büyük bir ‎makamı olmasına karşın, Allah ondan dünyanın süsünü ‎uzaklaştırmıştır.‎ Bundan dolayı, her akıllı akıl gözüyle baksın.

(Ve cevap ‎versin.) Acaba yüce Allah bu davranışıyla peygambere saygısızlık ‎mı etmiştir yoksa ona saygı mı göstermiştir? Eğer “Ona saygısızlık ‎etmiştir.”derse, Allah’a yemin ederim ki; yalan söylemiş ve Allah’a ‎iftira etmiş demektir. Ve eğer “Ona saygı göstermiştir.”derse, ‎bilmelidir ki; diğerlerine (dünya nimetlerine sahip olanlara) ‎saygısızlık etmiştir. Çünkü dünyayı onlar için sermiştir. Ve ‎kendisine en yakın olan insanları ondan uzaklaştırmıştır.‎

Dolayısıyla, eğer bir kimse (gerçek mutluluğa ve saadete ‎ulaşmak için) tabi olmak istiyorsa kendi peygamberine tabi ‎olmalıdır. Onun peşinden giderek ayak bastığı yerlere ayağını ‎basmalıdır. Onun girdiği bütün kapılardan girmelidir. Eğer böyle ‎yapmazsa (sapıtarak) helak olmaya karşı güven içinde olmayacaktır. ‎Çünkü yüce Allah Muhammedi (s.a.a.) kıyamet için alamet, cennet ‎için müjdeci ve azap (cehennem) için de uyarıcı olarak karar ‎kılmıştır.‎ ‎

(Dolayısıyla, O yaşamın hayırlı yolunu bildiği için) Dünyadan ‎aç karnına gitti. (Dünyanın lezzetlerinden ve tatlılarından ‎yararlanmadı.) Huzurlu olarak (dünyanın bütün pisliklerinden ‎uzak bir şekilde) ahirete girdi. (Dünyada) Taş üstüne taş koymadı. ‎‎(Gerekli olana ilave olarak bir ev ya da bina yapmamıştır.

‎Yaşantısını bu şekilde sürdürdü.) Nihayet yolunu tamamladı. ‎‎(Ömrü sona erdi.) Ve Rabbinin çağrısını kabul etti.‎ Dolayısıyla, yüce Allah, onu bize, uymamız gereken bir imam ‎ve arkasında yola düşmemiz gereken bir önder olarak gönderdiği ‎için üzerimize ne kadar büyük bir minnet bırakmıştır.‎ Allah’a yemin ederim ki; ( Ben, ona tabi olmak ve süslenmeyi ‎terk etmek için) Bu cübbeyi, yamacısından utanacak kadar çok ‎yamadım. Bir söyleyen bana söyle dedi:

“Artık (bunca yamadan ‎sonra) onu kedinden uzaklaştırmayacak mısın?” “Uzaklaş benden. ‎Çünkü gecenin insanları sabah övülürler.”dedim.‎ ‎ ‎ İmam Humeyni’nin (r.a.) Zühdü‎ İmam Humeyni (r.a.) de atası peygamber efendimiz (s.a.a.) ‎gibi masrafı az ve işi çok bir insandı.‎ ‎ Hayatın zorunlu ihtiyaçları ‎için harcama konusunda örneğin; kendisinin ve ailesinin yiyecek, ‎içecek ve elbiseleri gibi şeyleri hususunda sonsuz bir kanaate ve ‎dikkate sahipti. İmam Humeyni ekmeği, peyniri ve çayı severdi. ‎Kahvaltısının çoğu ve hatta ramazan aylarının sahuru da işte bu ‎sade yemek türüydü. Genellikle çay içmek için semaveri kendisi ‎hazırlardı. Ve sahurluğunu yerdi. Öğrencilerden biri şöyle ‎naklediyor:

“Necef’te olduğum dönemde imamın buzdolabında ne ‎var ne yok diye meraklandım. Mutfağa gittim. Buzdolabını açınca ‎gördüm ki, bir tabak peynir ve bir parça karpuz konmuş.”‎ ‎ İmam ‎Humeyni yağlı ve ağır yemekleri yemekten kaçınırdı.

Kendisi için ‎gelenek üzere dikilmiş ve dikilmemiş parçalar olarak birçok hediye ‎getirmelerine karşın, onun elbiselerinin sayısı ikiyi geçmezdi. ‎Kendisi için getirilen hediyeleri başkalarına hediye verirdi. ‎Yakınlarına şöyle söylerdi: “Öğle ve akşam yemeği konusunda bana ‎hiçbir şey sormayın. Ne istiyorsanız onu hazırlayın.

Ben de sizin ‎gibi ne varsa onu yiyeceğim.” İmam Humeyni, sağlık konularına ‎dikkat etme ve temizlik hususunda özel bir titizliğe sahip olsa da ‎yemeğin azlığı ve nasıllığı konusunda görüş belirtmezdi. ‎Yakınındaki insanlardan da habersiz değildi. Bu konuda bulaşık ‎görevlisi bacıyı uyarmıştır. Görevli bacı şöyle nakletmiştir: “Bir ‎gece konukların çokluğundan ve yerin yokluğundan mutfakta ‎uyudum. İmam olayın farkında idi. Şöyle buyurdu: ‎Üşütebileceğiniz endişesinden dolayı gece uyuyamadım.”‎

Çeviri: Mahmut ACAR

-----------------------------

[1] Yusuf: 20

[1] Hadid: 23

[1] Nehcul Belağa: Kelimati Kısar 439

[1] El-Hemedani Abdussamed; Bahrul Maarif, Be Nakl Ez Kitab ut Tahsin, S.35

[1] Nehcul Belağa: Feyz ul İslam, Hikmeti 74

[1] İmam Ali (a.) hayatı boyunca buğday ürünlerini yememiştir.(çevirmen)

[1] Nehcul Belağa: Feyzul İslam, Namei 45

[1] Feyzi Kaşani, Molla Muhsin, Muhaccet ul Beyza; C.7,S.353

[1] Feyzi Kaşani, Molla Muhsin, Muhaccet ul Beyza; C.7,S.356

[1] Nehcul Belağa: Suphi Salih, Hutbei 81

[1] Nehcul Belağa: Suphi Salih, Hutbei 113

[1] Haşr: 9

[1] Nehcul Belağa: Hutbei 159

[1] Kasas: 24

[1] Nehcul Belağa: Hutbei 159

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] Nehcul Belağa: Bir önceki kaynak.

[1] İmam Humeyni (r.a.) peygamberimizin (s.a.a.) kızı Hz. Fatıma’nın (s.a.) torunlarındandır.

[1] Pa Be Payi Aftab: C.4,S.262

[1] Ruz Namei Keyhan: Şumarei 16462

Görüş ve önerileriniz

Kullanıcı Yorumları

Yorum yok
*
*

Türkçe alhassanain Özel İslami Düşünce ve Kültür Yayın Sitesi