Türkçe alhassanain Özel İslami Düşünce ve Kültür Yayın Sitesi

erenler_sayi_2



Ehl-i Sünnet Hadislerinde Hz.Mehdi

Hidayet KOŞACA

Ehl-i Sünnet’in hadis, siyer, tarih ve tefsir kaynaklarında ahir zaman kurtarıcısı İmam Mehdi (a.s) hakkında sayısız hadisler yer almıştır. Bu hadislerin tetkik edilip incelenmesi ciltlere varan kitapların yazılmasını gerektirmektedir.

Biz burada o hadislerden sadece bazı örnekler vermekle yetineceğiz; isteyen kardeşlerimiz bu hadisleri ilgili kaynaklarda özellikle de ahir zaman alametlerini içeren eserlerde görebilirler. Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan hadislerden bazıları şöyledir:

1- Ali (a.s)’dan; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Dünyanın sonuna bir gün kalsa dahi, Allah zulüm ve kötülükle dolmuş olan yeryüzünü adaletle doldurması için, bizden (veya benim Ehl-i Beyt’imden) bir kişiyi gönderecektir.”[1]

2- Ebu Hüreyre’den; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Eğer dünyanın ömründen sadece bir gün kalmış olsa dahi, Allah o günü Mehdi’nin hükûmete ulaşması için uzatacaktır.”[2]

3- Ebu Said Hudrî’den; dedi ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolmadıkça kıyamet kopmaz.” Sonra buyurdu ki: “Sonra benim itretimden -veya (tereddüt ravidendir) Ehl-i Beyt’imden- bir kişi zuhur edecek ve yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır.” [3]

Bu hadisi Hâkim, el-Müstedrek kitabında yer verdikten sonra, onun Şeyheyn’in (Buharî ve Müslim) şartına göre sahih hadis olduğunu, ancak bu hadisi Onların kitaplarında yer vermediklerini kaydetmiştir.

4- Huzeyfe’den nakleden rivayet şöyledir: Resulullah (s.a.a) bize hutbe okudu ve bizim için kıyamete kadar olacak olayları anlattı. Sonra da şöyle buyurdu:

“Eğer dünyanın sonuna sadece bir gün kalsa dahi, Allah Tealâ o günü, evlâtlarımdan birini gönderene kadar uzatacaktır; onun ismi, benim ismimdir.”

Selman; “Ey Allah’ın Resulü! Hangi oğlundan olacak?” diye sorduğunda, eliyle Hüseyin’in omzuna vurarak: “Bu oğlumdan.” buyurdu.[4]

5- Abdullah’tan; dedi ki: Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurdu: “Benim Ehl-i Beyt’imden, ismi benim ismim olan biri hükümete ulaşmadıkça kıyamet kopmaz.”[5]

6- Ebu Hüreyre’den; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Eğer dünyanın ömründen sadece bir gün kalsa dahi, Allah onu o kadar uzatır ki, benim Ehl-i Beyt’imden bir kişi Deylem dağına ve Kostantaniye’ye hâkim olur.” [6]

7- Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Doğrusu, Ali benden sonra ümmetimin imamıdır ve (onun soyundan olan) Kaim Muntazar zuhur ettiği zaman yeryüzünü, zulüm ve kötülük ile dolduğu gibi adalet ve doğrulukla dolduracaktır. Beni müjdeleyici ve korkutucu olarak seçene andolsun ki, onun gaybetinde kendini yitirmeyenler, bulunmaz ilâç gibi azdırlar.”

Bu sırada Cabir kalkarak: “Ey Allah’ın Resulü, evlâdın Kâim’in bir gaybeti mi vardır?” diye sordu.

Hazret: “Evet, Rabbime andolsun, müminler imtihan olup kötülüklerden arınacak, inanmayanlar helâk olacaklar. Ey Cabir, bu Allah’ın kullarından gizlediği ilâhî işlerden bir iş ve Onun esrarından bir sırdır; onda şüphe etmekten kaçının. Çünkü aziz ve yüce olan Allah’ın işlerinde şüphe etmek küfürdür.” dedi.[7]

8- Hz. Ali (a.s), Hz. Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Hüseyin’in evlâtlarından biri ümmetim arasında kıyam etmedikçe dünya yok olmaz. O, yeryüzü zulümle dolduğu gibi onu adaletle dolduracaktır.” [8]

9- Selman-i Farisî der ki: “Allah Resulü (s.a.a)’inin yanındaydık, Hz. Hüseyin (a.s)’ı dizlerinin üzerinde oturtmuş, onun göz ve dudaklarını öpüyordu. Bu sırada şöyle buyurdu:

“Sen efendisin, efendinin oğlusun ve efendinin kardeşisin. Sen imamsın, imamın oğlusun, imamın kardeşisin. Sen Allah’ın hüccetisin, Allah’ın hüccetinin oğlusun, Allah’ın hüccetinin kardeşisin. Sen dokuzuncusu Kaim olan, Allah’ın dokuz hüccetinin babasısın.” [9]

10- Emir’ül-Müminin Ali (a.s) buyurmuştur ki:

“Allah bir grubu getirecek ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever ve onların arasında gaip (gizli) olan bir kişi ilâhî saltanata ulaşır. O, vadedilen Mehdi’dir.

O, hiçbir zorlukla karşılaşmadan yeryüzünü adalet ve eşitlik ile dolduracak, küçük yaşta ana-babasından uzak düşecektir. Müslümanların şehirlerini fethedecek, zaman onun (kıyamı) için müsait olacaktır. Sözü dinlenecek; ihtiyar ve genç herkes ona itaat edecek; zulüm ve küfürle dolan yeryüzünü adalet ve eşitlikle dolduracak.

O zaman onun imameti kemale erişecek ve hilâfeti yeryüzünde tespit olacak ve... yeryüzü Mehdi (a.s)’ın varlığıyla bayındır ve mutlu olacaktır; nehirler akacak; fitneler, karışıklıklar ve yağmalamalar ortadan kalkacak, hayır ve bereketler çoğalacaktır... Ondan sonrası hakkında bir şey söylememe gerek yok... Benden o günün dünyasına selâm olsun.”[10]

11- Ebu Said Hudrî, Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

“Sizlere Mehdi’yi müjdeliyorum. Halkın ihtilâf ve çekişme zamanında ümmetime gönderilecek ve yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır. Gökte ve yerde olanlar, ondan razı olacaklardır. O, malları sahih olarak taksim edecektir.”

Adamın birisi: “Sahih olarak nasıl taksim edecek?” diye sorduğunda: “Halkın arasında eşit olarak (dağıtacaktır).” buyurdular.

Sonra şöyle eklediler: “O zamanda Allah Tealâ, Muhammed ümmetinin kalbini zenginlikle dolduracaktır ve onun adaleti onların hepsini kapsayacaktır. Öyle ki nida eden; ‘Mala ihtiyacı olan var mıdır?’ diye nida edecek, bir kişiden başka hiçbir kimse kalkmayacaktır. Bunun üzerine ona; ‘Git hazinedara;

‘Mehdi bana mal vermeni emrediyor’ de.’ denilecek. Hazinedar ona; ‘Seç’ diyecek, adam onu kendi evine getirip açınca pişman olup; ‘Ben Muhammed ümmetinin en ihtiraslısı mı oldum, yoksa onlara yeterli olan bana kifayet etmedi mi?’ diyecek. Bunun üzerine o malı geri getirecek, ancak ondan geri alınmayacak ve; ‘Biz verdiğimiz bir şeyi geri almayız’ denilecek. Böylece yedi, sekiz veya dokuz sene devam edecektir, bundan sonra yaşantının bir hayrı yoktur.” [11]

12- Cabir bin Abdullah-i Ensarî şöyle diyor: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:

“Mehdi benim evlâtlarımdandır; onun ismi benim ismimdir; künyesi de benim künyemdir; ahlâk ve yaratılış olarak da insanların en çok bana benzeyenidir. O gaybete çekilecek ve o dönemde halk şaşkınlık içinde kalacak, ümmetler sapıklığa düşecektir. Sonra Mehdi, parlak bir yıldız gibi ortaya çıkacak, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır.” [12]

13- Huzeyfe’den; dedi ki: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:

“Mehdi zuhur ettiğinde İsa bin Meryem de gökten inecektir; saçlarından sular damlarken Mehdi ona diyecek ki: ‘Öne geç ve halka namaz kıldır.’ İsa da cevaben şöyle diyecektir: ‘Namaz senin için ikame olunmuştur.’ Böylece İsa benim evlâtlarımdan birinin arkasında namaz kılacaktır.” [13]

14- Cabir bin Abdullah’tan; dedi ki: Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu duydum:

“Kıyamete kadar ümmetimden bir taife hak üzere olup savaşacak ve muzaffer olacaktır.” Sonra buyurdu ki: “İsa bin Meryem gökten nazil olacak ve onların amiri ona: ‘Gel bize namaz kıldır’ diyecek. İsa cevaben: ‘Hayır, sizin bazılarınız, diğer bazılarınıza amirlerdir; Allah’ın bu ümmete verdiği bir üstünlüktür bu’ diyecektir.” [14]

15- Ebu Hureyr’den; dedi ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“İsa bin Meryem nazil olup imamınız da sizden olunca ne yapacaksınız?” [15]

16- Ali (a.s) dedi ki: Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Mehdi bizdendir; Allah onun işini bir gecede doğrultur.” [16]

17- Ümmü Seleme’den; dedi ki: Allah Resulü şöyle buyurdu:

“Mehdi benim itretim ve Fatıma evlâtlarındandır.” [17]

18- Enes bin Malik’den; dedi ki: Hz. Resulullah’ın şöyle buyurduğunu duydum:

“Biz Abdulmuttalib evlâtlarından yedi kişi cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi.”[18]

19- İbn-i Abbas’tan; dedi ki: Hz. Resulullah şöyle buyurdu:

“Mehdi cennet ehlinin tavusudur.” [19]

20- Ebu Said Hudrî’den dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolacak, sonra benim soyumdan birisi zuhur edecek ve yeryüzünde yedi veya dokuz yıl hükûmet edecek, yeryüzünü adalet ve eşitlikle dolduracaktır.” [20]

21- Kays bin Cabir, dedesinden; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Benden sonra halifeler, halifelerden sonra da emirler gelecek; emirlerden sonra da zorba hükümdarlar gelecek; sonra Ehl-i Beyt’imden biri çıkacak, yeryüzünü zulümle dolduğu gibi, onu adaletle dolduracaktır.” [21]

22- Ali (a.s)’dan; dedi ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Ümmetimde Hüseyin’in evlâtlarından biri kıyam etmedikçe dünya yok olmaz. O, yeryüzünü zulüm ile dolduğu gibi, onu adaletle dolduracaktır.” [22]

23- Huzeyfe’den, dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Mehdi benim evlâtlarımdandır; yüzü inci gibi parlayan yıldıza benzer.” [23]

24- Ebu Said Hudrî’den; dedi ki: Peygamber’den sonra birtakım istenmeyen durumun ortaya çıkmasından korktuk; durumu Allah Resulü’ne sorduk. Allah Resulü şöyle buyurdu:

“Ümmetim içerisinde Mehdi vardır. O zuhur edip, beş, yedi veya dokuz yıl yaşayacak. (Süredeki tereddüt, hadisin senedinde olan Zeyd’in tereddüdünden dolayıdır) Allah Resulü sonra şöyle devam etti: “Gök yağmurunu yağdıracak, yer bitkisinden bir şeyi saklamayacak, mal yığın gibi çoğalacak; bir kişi gelip ona: ‘Ey Mehdi, bana bağışta bulun, bana bağışta bulun’ diyecek. Bunun üzerine, Mehdi ona taşıyabileceği kadar mal verecektir.” [24]

25- Ebu Said Hudrî’den; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Mehdi bendendir; açık alınlı ve doğan burunludur; yeryüzünü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır.” [25]

26- Taberanî, Avf bin Malik’ten Resulullah (s.a.a.)’ın şöyle buyurduğunu tahriç etmiştir:

“Ey Avf, ümmet yetmiş üç fırkaya bölündüğünde durumunuz nasıl olacak? Onların biri cennetlik, geri kalanı ise cehennemliktir.”

Sonra ahır zamanın fitnelerinden bazılarını zikretti. Sonra da şöyle buyurdu:

“Sonra çok karanlık ve dehşetli bir fitne gelecek ve onu diğer fitneler izleyecek. Sonunda benim Ehl-i Beyt’imden Mehdi denilen biri çıkacak. Eğer onu görürsen, ona tâbi ol ki, hidayete erenlerden olasın.” [26]

27- Ebu Said Hudrî’den; dedi ki: Allah Resulü şöyle buyurdu: “Ahır zamanda ümmetime sultanları tarafından çok ağır bir belâ inecektir. Öyle ki, ondan daha ağır bir belâ duyulmamıştır; hatta bu geniş yeryüzü onlara dar gelecektir. Yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolacaktır. Mümin bir kimse zulümden sığınacağı bir sığınak bulamayacaktır.

Sonra Allah Azze ve Celle benim itretimden bir kişiyi gönderecek. O, yeryüzünü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır. Ondan göğün de ehli, yeryüzünün de ehli razı olacaktır. Yer, tohumundan hiçbir şeyi saklamadan yeşertecektir; gökte bulunan bütün yağmuru Allah, onlara bol bol yağdıracaktır.

O, onların arasında yedi, sekiz veya dokuz sene yaşayacaktır. O zaman öyle bolluk ve esenlik ortamı olacaktır ki, ölen insanlar bile Allah’ın yer halkına olan hayrından dolayı tekrar dirilmeyi arzulayacaklardır.” [27]

Hâkim, bu hadisi naklettikten sonra onun sahih olduğunu, ancak Şeyhyan’in onu tahriç etmediklerini kaydetmiştir. Bu hadisi el-Beyan’ın sahibinin de naklettiğini, Taberanî’nin Mu’cem adlı kitabında, Ebu Nuaym’in de Menakıb’ül-Mehdi adlı kitabında tahriç ettiğini kaydetmiştir.

28- Huzeyfe el-Yemanî’den; dedi ki: Allah Resulü’nün şöyle dediğini duydum:

“Zalim hükümdarlar elinden bu ümmetin vay hâline! Kendilerine itaat edenler hariç, Müslümanları katledecekler, sürgün edecekler. Mümin kimse onları mülâkat ettiğinde diliyle onlara yağcılık yapacak, ama kalbiyle onlardan kaçacaktır. Ancak Allah İslâm dinini tekrar izzetine kavuşturmak istediğinde bütün tuğyancı zalimleri helâk edecek ve ümmeti fesadından sonra tekrar ıslâh edecektir. Allah dilediğine kadirdir. Ey Huzeyfe, eğer dünyanın ömründen sadece bir gün kalmış olsa dahi,

Allah o günü o kadar uzatacak ki, benim Ehl-i Beyt’imden bir kişi, hükûmete kavuşup İslâm’ı muzaffer kılacaktır. Allah vaadine hilâf etmez. O, vaadini gerçekleştirmeye kadirdir.” [28]

29- Katade’den; dedi ki: “Said bin Musayyib’e: ‘Mehdi hak mıdır?’ dedim. O: ‘Evet, o haktır, Fatıma’nın evlâtlarındandır.’ dedi. Ben: ‘Fatıma’nın hangi evlâdındandır?’ dedim. Said: ‘Şimdilik bu kadarı yeter.’ cevabını verdi.”

El-Burhan Fî Alâmat-i Mehdiyy-i Ahir’iz-Zaman kitabının ikinci babında da Nuaym bin Hammad, Katade’nin şöyle dediğini tahriç etmiştir: “Said bin Museyyib’e: ‘Mehdi hak mıdır?’ dedim. O: ‘Evet.’ dedi. Ben: ‘O kimdendir?’ dedim. O: ‘Fatıma’nın evlâtlarındandır.’ dedi.” [29]

30- Abdullah’tan; dedi ki: Bizler Resulullah’ın huzurunda bulunduğumuz bir sırada Haşim Oğulları gençlerinden bir grup çıka geldi. Resul-i Ekrem onları görünce, gözleri yaşla doldu ve rengi kaçtı. Abdullah diyor ki: Bu arada ben: “Yüzünüzde bizi üzen bir durumun olduğunu görmekteyiz.” dedim. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu:

“Biz Ehl-i Beyt için Allah dünya yerine ahireti seçmiştir. Benden sonra Ehl-i Beyt’im, doğudan ellerinde siyah bayraklar olan bir kavim gelinceye kadar belâ, avarelik ve sürgünle karşı karşıya kalacak.

Onlar hayır talep edecekler, ancak onlara verilmeyecek. Onlar savaşacak ve zafere kazanacaklar. Bunun üzerine onlara, istedikleri verilecek, fakat onlar onu, benim Ehl-i Beyt’imden bir kişiye verinceye kadar razı olmayacaklar. O, diğerleri yeryüzünü zulümle doldurdukları gibi, onu adaletle dolduracak. Kim o zamanı idrak ederse, buz üzerinde emekleyerek olsa bile onlara katılsın.” [30]

Bu hadisin benzerini el-Burhan Fî Alâmat-i Mehdiyy-i Ahir’iz-Zaman kitabında da nakletmiş ve sonunda da “Emekleyerek bile olsa katılın; çünkü o Mehdi’dir.” ibaretini eklemiştir.

31- Ali (a.s)’dan; dedi ki:

“Ey Resulullah! Acaba Mehdi biz Ehl-i Beyt’ten midir? Yoksa diğerlerinden mi?” diye sordum. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Mehdi bizdendir. Allah bizimle başlattığı gibi bizimle de sona erdirecek. Bizimle insanları şirkten kurtardığı gibi, bizimle de onları fitneden kurtaracaktır.

Bizimle insanların kalbini şirk düşmanlığından sonra birleştirerek kardeş kıldığı gibi, fitne düşmanlığından sonra da onların kalbini bizimle birleştirerek kardeş kılacaktır.”

el-Beyan kitabının yazarı bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: Bu hadis hasan ve âlidir. Onu güvenilir hadisçiler kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Taberanî, onu Mucem’ül-Evsat adlı kitabında, Ebu Nuaym, onu Hilyet’ül-Evliya adlı kitabında ve Abdurrahman bin Hatem, onu el-Evalî adlı kitabında nakletmiştir.[31]

32- Abdullah bin Ömer’den; dedi ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Mehdi zuhur ettiğinde başının üstünde bir bulut olacak ve oradan bir münadi şöyle seslenecek: Bu Mehdi, Allah’ın halifesidir, ona tâbi olun.”

Yine Abdullah bin Ömer’den; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Mehdi zuhur ettiğinde başının üstünden bir melek: ‘Bu Mehdi Allah’ın halifesidir, ona tâbi olun.’ diye nida edecek.” [32]

33- Abdurrahman bin Avf babasından naklen Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Şüphesiz Allah benim itretimden dişleri aralıklı olup açık alınlı olan bir kişiyi gönderecek; o, yeryüzünü adalet ve eşitlikle dolduracak ve malı bol bol dağıtacaktır.” [33]

34- Ebu Said Hudrî ve Cabir bin Abdullah’tan; dediler ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Ahır zamanda sizin bir halifeniz olacak ki, o malı saymadan (başka nakillerde de saymadan serpercesine) dağıtacaktır.” [34]

35- Ebu Veddak’tan; dedi ki:

Ben Ebu Said Hudrî’ye: “Andolsun Allah’a ki, başımıza hiçbir yönetici geçmiyor ki, öncekinden daha kötü olmasın ve hiçbir yeni yıl gelmiyor ki, önceki yıldan daha kötü olmasın.” dedim.

Bunun üzerine Ebu Said şöyle dedi: “Eğer Allah Resulü’nden duyduğum bir şey olmasaydı, ben de dediğin gibi derdim. Ancak ben Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu duydum:

“Sizin yöneticilerinizden bir yönetici olacak ki, malı serpercesine saymadan dağıtacaktır. Bir kişi gelip ondan bir talepte bulunacak; o da ona ‘Al!’ diyecek; kişi eteğini açacak, o da malı serpercesine onun eteğine dökecektir.” [35]

36- Ebu Nazre’den; dedi ki:

Cabir bin Abdullah’ın yanında oturuyorduk. Bu arada Cabir: “İleride Irak ehline ne bir ölçü, ne de bir dirhem götürülemeyecek.” dedi. Biz: “Bu engelleme nereden olacak?” dedik.

Cabir: “Acem tarafından; onlar bunu engelleyecektir.” dedi. Sonra şöyle dedi: “İleride Şam ehli için de ne bir dinar, ne de bir ölçek götürebilecek.” dedi. Biz: “Bu engelleme nereden olacak?” dedik. Cabir: “Rum tarafından engelleme olacak.” dedi. Sonra da biraz sustu. Sonra şöyle dedi: Allah Resulü (s.a.a) buyurdu ki:

“Ümmetimin sonunda bir halife olacak, o malı saymadan serpercesine dağıtacaktır."

Bu hadisi nakleden Cerir diyor ki: “Ben Ebu Nazre ve Ebu’l-Alâ’ya: “Acaba o halifenin Ömer bin Abdulaziz mi olduğunu düşünüyorsunuz?” dedim. Onların her ikisi de: “Hayır.” dediler.

Ayrıca İbn’ül-Müsenna, Abdulvahhab’tan, o da Cerir’den aynı senetle bu hadisin benzerini nakletmiştir.” [36]

37- İbn-i Abbas’tan; dedi ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Allah bu dini Ali ile başlattı. Ali katledilince, bozulacak ve onu Mehdi’den gayri hiç kimse doğrultamayacaktır.” [37]

38- İbn-i Abbas’tan; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Bir ümmet ki, ben onun başında, İsa onun sonunda ve Mehdi de onun ortasındadır, nasıl helâk olabilir?” [38]

39- Abdullah bin Haris bin Cazî Zabidî’den; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Doğudan bir grup insan çıkacak ve Mehdi için -yani hükümdarlığı için- ortamı hazırlayacaklardır.” [39]

40- Abdullah İbn-i Ömer’den; dedi ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Bu iş, -imamet ve İslâm toplumunun önderliği- insanlardan iki kişi kalıncaya kadar daimî olarak Kureyş’te olacaktır.” [40]

[1]- Müsned-i Ahmed bin Hanbel, c.1, s.99, hadis: 734; Sünen-i Ebî Davud, hadis: 3734; İtikad-ı Beyhakî, s.105; Yenabî’ül-Mevedde, s.432; Nur’ül-Ebsar, s.145.

[2]- Sahih-i Tirmizî, hadis: 2157; Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.6, s.30; Mesabîh’üs-Sünne, Eşrat’us-Sâa babı; Sünen-i Ebî Davud, hadis: 3733.

[3]- Müsned-i Ahmed, c.3, s.36, hadis: 10887; el-Müstedrek, c.4, s.557; Yenabî’ül-Mevedde, s.186.

[4]- Zehair’ul-Ukba, s.136, Mısır basımı; Yenabî’ül-Mevedde, s.488-490. Bu hadisi Ebu Nuaym de Erbaune Hadisen Fî Zikr’il-Mehdi kitabında nakletmiştir.

[5]- Sünen-i Tirmizî, hadis: 2156. Tirmizî, bu hadisi naklettikten sonra onu Hz. Ali, Ebu Said Hudrî, Ümmü Seleme ve Ebu Hüreyre’nin de naklettiklerini ve sahih olduğunu kaydetmiştir. Ayrıca bkz. Müsned-i Ahmed, hadis: 3390, 3391, 3392, 3890, 4054.

[6]- Sünen-i İbn-i Mace, hadis: 3769; Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.6, s.30, es-Savaik’ul-Muhrika, on ikinci ayet; Ebu Nuaym, Erbaune Hadisen Fî Zikr’il-Mehdi, 36. Hadis; el-Beyan Fî Ahbar-i Ahir’iz-Zaman, s.97; Kurtubî, Tezkire, s.619; el-Fusul’ül-Mühimme, s.280, Ebu’l-Alâ Attar, el-Erbaun, s.301; Cami’us-Sağir, c.2, s.377; el-Havî Li’l-Fetava, s.64, İsaf’ur-Rağibîn, s.150, ve...

[7]- Yenabî’ul-Mevedde, s.494,

[8]- Yenabî’ul-Mevedde, s.285, 445.

[9]- a.g.e. s.492.

[10]- a.g.e. s.467.

[11]- Müsned-i Ahmed, c.3, s.37, hadis: 10898, 11061. Ayrıca bkz. Müsned-i Ahmed, hadis: 10780, 10791, 10887, 10706, 11238, Müntehab-u Kenz’ül-Ummal, c.6, s.29; İs’af’ür-Rağibîn, s.137; Nur’ül-Ebsar, s.155, Yenabî’ül-Mevedde, s.469.

[12] - Feraid’us-Simtayn, c.2, s.334.

[13]- Sünen-i İbn-i Mace, hadis: 4067.

[14]- Sahih-i Müslim, hadis: 225, Müsned-i Ahmed, hadis: 14193, 14595, 19007.

[15]- Sahih-i Buharî, hadis: 3193, Sahih-i Müslim, hadis: 222, 223, 224, Müsned-i Ahmed, hadis: 7355, 8077.

[16]- Müsned-i Ahmed, hadis: 610, Sünen-i İbn-i Mace, hadis: 4075; Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.6, s.30; Cami’us-Sağir, hadis: 9243, Yenabî’ül-Mevedde, s.488; Cevahir’ül-Ikdeyn, s.432 ve...

[17]- Sünen-i Ebî Davud, hadis: 3735; Sünen-i İbn-i Mace, hadis: 4076, Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.5, s.96; et-Tac’ül-Camiu Li’l-Usul, c.5, s.364; Mesabîh’üs-Sünne, Eşrat’us-Sâa babı; İs’af’ür-Rağibîn, s.134; Yenabî’ül-Mevedde, s.432, ve..

[18] - Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 4077, Yenabî’ül-Mevedde, s.435, Savaik-ül Muhrika, s.309, Zehair-ül Ukba, s.15, Metalib-üs Sual, ikinci bab, el- Burhan fi Alamat-ül Mehdi, ikinci bab ve..

[19] - el-Fusul’ül-Mühimme, s.295; İbn-i Şirveyh-i Deylemî, el-Firdevs, Elif ve Lâm babı; Yenabî’ül-Mevedde, s.181, 435 ve 489; Nur’ül-Ebsar, s.154.

[20] - Müstedrek’üs-Sahihayn, c.4, s.558, el-Müsned, c.3, s.28, 70, hadis: 10791, 11238; Ebu Nuaym, Erbaune Hadisen Fî Zikr’il-Mehdi, 2. Hadis; Telhis’ul-Müstedrek, c.4, s.558, ve el-Havî Li’l-Fetava, c.2, s.63.

[21]- Üsd’ül-Gabe, c.1, s.259; Erbaune Hadisen Fî Zikr’il-Mehdi, 37. Hadis; Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.6, s.30; el-Beyan Fî Ahbar-i Ahir’iz-Zaman, s.98; es-Savaik’ul-Muhrika, s.99; el-Havî Li’l-Fetava, c.2, s.64; Cami’us-Sağir, c.2, s.33; el-Fusu’ül-Mühimme, s.280; el-İsabe, c.4, s.31; Mecma’uz-Zevaid, c.5, s.190; el-Erbaun, s.299; el-Kureb Fî Muhabbet’il-Arab, s.134; Nur’ül-Ebsar, s.231; el-Feth’ül-Kebir, c.2, s.164.

[22]- Yenabî’ül-Mevedde, s.445, Meveddet’ül-Kurba, s.96.

[23]- Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.6, s.30; Cami’us-Sağir, hadis: 9245; Yenabî’ül-Mevedde, s.188.

[24]- Sünen-i Tirmizî, hadis: 2158. Tirmizî, Ebu İsa’dan naklen bu hadisin hasen olduğunu kayderek, onun birçok kanaldan Ebu Said’den rivayet edildiğini de kaydetmiştir. Ayrıca bkz. Müsned-i Ahmed, hadis: 10737; et-Tac’ül-Cami Li’l-Usul, c.5, s.364.

[25]- Sünen-i Ebî Davud, hadis: 3736; el-Müstedrek, c.4, s.557; et-Tac, c.5, s.364; Nur’ül-Ebsar, s.145; Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.6, s.30 ve...

[26]- el-Havî Li’l-Feteva, c.2, s.67; Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.5, s.404.

[27]- Müstedrek’üs-Sahihayn, c.4, s.1334; İs’af’ür-Rağibîn, s.134; Yenabî’ül-Mevedde, s.341, ve...

[28]- Yenabî’ül-Mevedde, s.448, el-Burhan Fî Alâmat-i Mehdiyy-i Ahır’iz-Zaman, ikinci bab.

[29]- Yenabî’ül-Mevedde, s.432.

[30]- Sünen-i İbn-i Mace, hadis: 4072.

[31]- Yenabî’ül-Mevedde, s.491; Nur’ül-Ebsar, s.155; el-Burhan Fî Alâmat-i Mehdiyy-i Ahır’iz-Zaman; el-Melâhim ve’l-Fiten, 191. bab.

[32]- Ebu Nuaym, Erbaune Hadisen, 16. Ve 17. hadis.

[33]- Yenabî’ül-Mevedde, s.423; İs’af’ür-Rağibîn, s.135.

[34]- Sahih-i Müslim, hadis: 5190, 5191; Müsned-i Ahmed, hadis: 10589, 10911, 11030, 11152, 11478; Yenabî’ül-Mevedde, s.182, 230; et-Tac’ul-Cami Li’l-Usul, c.5 s.363.

[35]- Müsned-i Ahmed, hadis: 11502.

[36]- Sahih-i Müslim, hadis: 5189; Müsned-i Ahmed, hadis: 13886.

[37]- Yenabî’ül-Mevedde, s.445, 259.

[38]- Tarih-i İbn-i Asakir, c.2, s.62; Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.6, s.30-31; es-Siret’ül-Halebiyye, c.1, s.227.

[39]- Sünen-i İbn-i Mace, hadis: 4078.

[40]- Sahih-i Buharî, hadis: 324 ve 6607; Sahih-i Müslim, hadis: 3392; Müsned-i Ahmed, hadis: 4519, 4600 ve 5847.
----------------


Edebiyat

Yaşamış ve Yaşayan Alevî Bektaşi Ozanları

NOKSANÎ

Tarık ÇİMEN

Elazığ’ın Sün köyünün Ağuçan ocağından, kendisine isim babalığı yapmış Sadık Dede müridi ve asıl adı İsmail olan Noksanî, Erzurum’da dünyaya gelmiş ve 19. yüzyıl başlarında yaşamıştır.

Tarihe adını yazdırmış Noksanî ve emsallerinin, Ehlibeyt mektebini yaşatmak uğruna çektikleri zahmetlerin günümüze dek aktarılmış olması, bir şans eseri değildir.

Ehlibeyt mektebinde yetişmiş bu yüce insanların varlıkları, tarih boyunca hep bağnaz toplulukların korkulu rüyaları olmuş, despot yönetimler tarafından çeşitli entrikalarla susturulmaya çalışılmıştır.

Bu yüzden, tarihe adını yazdırmış bu tür şahsiyetleri sıradan bir ozan olarak görmek, onlara yapılan bir haksızlık olur. Gerçekte bu yüce insanlar, mevlâları İmam Zeynelabidin (a.s)’ın yöntemi ile yola çıkmış dava adamlarıdırlar.

Emevî sultanlarının baskısı altında kalan İmam Zeynelabidin (a.s), Ehlibeyt öğretilerini dua yolu ile insanlara ulaştırmış, insanları bu yolla terbiye etmişti. İmam Zeynelabidin’in yüce yaratana olan yakarışlarından bir kısmı Sahife-i Seccadiye adı eserde toplanmıştır. Bu duaları okuyan herkes, İmam’ın ilmi, irfanı ve üstün feraseti karşısında hayran kalmaktadır.

Ehlibeyt mektebini bizlere ulaştıran, günümüzde halk ozanları olarak tarif edilen bu yüce şahsiyetler de, aynı metot ve yöntemle, ilim ve irfanı şiir kalıbına sığdırarak bu yüce mektebin unutulmamasını sağlamışlardır.

Eğer Noksanî ve benzeri şahsiyetlerin Ehlibeyt aşkı yüklü olan ilim ve irfan dolu şiirleri olmasaydı, bu yüce değerler günümüze kadar bizlere ulaşmayacak ve çeşitli entrikalarla karşı karşıya kalan insanlarımız belki de Ehlibeyt mektebinden soyutlanacaktı.

Umarım, onların izlediği bu akıl dolu yolu sıradan bir ozan kalıbına sığdıranlar, yanlışlarından döner ve tarihi detaylı bir şekilde inceleme fırsatını yakalarlar. Tarihin silemediği bu yüce şahsiyetleri biz de bu küçük makalede hayırla yâd ediyor ve önlerinde saygıyla eğiliyoruz.

Ehlibeyt dergâhında, kendisine bırakılan irfan mirasını gelecekteki aşıklara en güzel şekilde aktaran bu gönül adamının şiirlerinden siz değerli okuyucularımıza bir kesit sunuyoruz.


GEL YETİŞ

El-aman mürüvvettir kapına geldim

Muhammed Ali gel yetiş

İsyan deryasına gark oldum kaldım

Hünkâr Hacı Bektaş Veli gel yetiş

Tamah aldatmaktır her bar

Hırsa nefse fırsat verme ya Cabbar

Sana sığınmışım Vahid’ül-Kahhar

Car günüdür İmam Zeynel gel yetiş

Yezidler elinde müşkül hâlimiz

Münkir münafık feshetti yolumuz

Ya Muhammed Bâgır sen al elimiz

İmam Cafer kaldır gel yetiş

Dağlarca günahım vurma gül yüze

Cehennem narını gösterme bize

Musa-i Kâzım ile pirim İmam Rıza

Taki, Naki, İmam Ali gel yetiş

Tevbekârım muhabbetim var bu yolda

Mürüvvete gelmişim kusurum var elde

Göster cemalini eyleme darda

Hasan’ül-Askerî şahım gel yetiş

Noksanî arzu eder didar-ı cennet

Masum-i paklardan erişe himmet

El-aman mürüvvet Mehdi Muhammed

Sarı Saltuk, Kızıl Deli gel yetiş

Noksanî’nin söylediği bu şiir âdeta, günümüzü yorumlayan bir üslûptadır. Sanki zamanımızın bu karanlık çağını yaşıyormuş gibi ifade etmiştir. İsyanın çoğaldığı, şeytan hilelerinin arttığı, manevî değerlerin çöktüğü, insanî değerlerin kalmadığı, maddî çıkarcıların ön plânda olduğu bir ortamda, “Yetiş ya Muhammed! Yetiş ya Ali!” feryatları bizlerin kurtuluş parolası olacaktır.

Onların, öğretilerine sahip çıkmak, o yolda yürümek, insanlığın tek kurtuluş yolu olduğuna inanmak mistisizm olmasa gerek. Çünkü Ehlibeyt, hem dünya, hem de ahiret işleriyle birlikte, ekonomi ve siyaset gibi dünya ilimlerini de bizlere öğretmiştir. Ama biz garip insanlar, bu kutsal yolu bırakıp kendi nefsi isteklerimizi ön plânda tuttuğumuz için hep hüsrana uğramaktayız.

Noksanî anlamaz adlı şiirinde de bizim eksiklerimizi dile getirip ismini taşıdığımız değerlere sahip çıkmamız gerektiğini şöyle dillendirmiştir.


ANLAMAZ

Bezirganım deyip kervanına gelir

Kalkıp gideceği yoldan anlamaz

İple sarrafım der çuhacı olur

Satarım cevheri maldan anlamaz

Şirin şerbetinden kanayım deyü

Pervaneyim oda yanayım deyü

Bülbülüm gülşana konayım deyü

Bülbülüm der ama gülden anlamaz

Hak için bu yola emek çekmemiş

Gönlünden kinle kibri atmamış

Gözünden hasret yaşın dökmemiş

Yanmamış yüreği selden anlamaz

Hak için bu yolda bir emek çekmez

Gönlünden kin ile kibri atmaz

El etek yandırıp ikrara yetmez

İkrar bilir ama yoldan anlamaz

İmam Zeynel, Bâgır, Cafer’e ermez

Kâzım Musa, Rıza darına durmaz

Taki’ye, Naki’ye meylini vermez

Arifim der ama hâlden anlamaz

Noksanî Şah Askerî’den seçile

Mehdi gele hülle donu biçile

Özün öldürmez ki gözü açıla

Gözü açık ama kuldan anlamaz

Noksanî, “Korktuğun Yerlerden Aşırır Seni” adlı şiirinde gerçek bir insan-ı kâmile olan hizmet erbaplığından gerçek bir mürşid-i kâmil peşinde gitmenin insanı kurtuluşa götüreceğini; elinden, belinden, dilinden zarar gelmeyenin insan sayılacağını vurgulamaktadır.

Yalancıya, kalleşe hizmetin insanı felâkete, bataklığa götüreceğini, zahirî ilimlere bakılmamasını, şeytanın da hilesinin bu olduğunu, dilin söylediği ama kalbin inanmadığı inancın hiçbir faydası olmadığını vurgulamaktadır. En son beytinde de, kusuru her insanın kendinde araması gerektiğini, nefsî arzu ve isteklerin ön plâna alınmamasını, yoksa insanın bu doğru yoldan sapacağını söylemektedir. Noksanî’nin adı geçen şiiri şöyledir:


KORKTUĞUN YERLERDEN AŞIRIR SENİ

Bir kâmile candan hizmet eylesen

Nar-ı aşka salup bişürür seni

Teslim olup her sırrını söylesen

Korktuğun yerlerden aşırır seni

Yalancı, kalleşe hizmet eyleme

Mutlak münafıktır ülfet eyleme

Harf ile üstüne gelse söyleme

İblisten eşeddür şaşırtır seni

Zahir ilmi çoktur mahluka satar

Ellerin bağrında şakıyıp öter

Yakınına varma yakanı tutar

Hakkın dergâhlarından düşürür seni

Dilde kavlü ikrar muhabbet çoktur

Zerrece hak nişanı kalbinde yoktur

Batılımı görmezsen demek ki haktır

Dar kapta kaynama taşırır seni

Noksanî sakınıp uyma her cana

Bin can içre, bir can yeter irfana

Kusuru sende bul düşme yabana

Nefse uyma yoldan düşürür seni


Bayram Özden

EMANET VERDİN

Nuru ilahi yarattığın günden beri

Elif lam mim dedi Muhammed Ali

Bir cevher yarattın bu güzel aklı

Emanet verdin ruhu, can u bedeni

Enel hak dedi yarattın sen Hallac’ı

Manayı bilmez astı onu birkaç kadı

Sırrı sen verdin abdesti oldu kanı

Emanet verdin ruhu, can u bedeni

Sen yarattın gönül bendimi ya Rabbi

Sensiz gönülde sevgi olur mu Yani

Var eden sensin güneşi yıldızı ayı dünyayı

Emanet verdin ruhu, can u bedeni

Kalbi mekan eyledin senindir tahtı

Cemaline maşuk Bayram görürse ahireti

Nesimi yüzüldü son sözü bildi enel Hakk’ı

Emanet verdin ruhu, can u bedeni



HAK NURU BİR MUHAMMED BİR ALİ

Sen öyle bir bilinmez kudretsin ya Rabbi

Sana her cismi canlı cansız varlık tabi

Hem ismi alemsin hem kudreti ilahi

Nurun Şit’ten zuhur etti biri Muhammed bir Ali

Hem bu fani dünyayı hem gerçek ahireti

Sen var ettin Musa’yı, İsa’yı, hem Muhammed’i

Sevsin Muhammed ümmeti unutmasın Ehil-i Beyt’i

Nurun Şit’ten zuhur etti biri Muhammed biri Ali

Hatice-tül Kübra göz bebeği Fatıma-tüz Zehra’yı

Ali-yül Murtaza’yı, Hasan-ül Müçteba’yı Hüseyn-i şehid-i Kerbela’yı

Taktir senindi Yezit kesmedi Zeyn-el Abid’ini

Nurun Şit’ten zuhur etti biri Muhammed biri Ali


Meleklerin varken sen yarattın Beni Adem’i

Hem akıl verdin hem zeka bir de kalbi beyni

Fırsat verdin kula bilmez kul kendini

Nurun Şit’ten zuhur etti biri Muhammed biri Ali


Söylettin dilimi Bayram maşuktur deli

Selman’ı Farisi, Hallac-ı Mansur’u, seyit Nesimi

Ahmet Yesevi, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli

Nurun Şit’ten zuhur etti biri Muhammed biri Ali



BİR BEN BİLİRİM BİR MEVLAM BİLİR

Sırr-ı alemdir bu Adem Oğlu

Kâhi yanlış kâhi doğruyu

Kur’an gerçek Hakk’ın yolunu

Bir ben bilirim bir Mevlam beni

Cihana geldiğim günden beri

Tartar dururum dostlar kendimi

Kahi helal yedim, kahi haramı

Bir ben bilirim bir Mevlam beni

Çardarım kurulduğu günü

Kıblemdir insani kamil Adem Oğlu

Alınca felek can u ruhumu

Bir ben bilirim bir Mevlam beni

Varsa sende insanın soyu

Bilir yanlışı insan hem doğruyu

Bayram yemez haram yetim tüyü

Bir ben bilirim bir Mevlam beni



BEKLERİM SENİ ALİM

Cemaline kurban olayım Ali’m

Sevgi nuruna maşuk olan benim

Sensin benim dinim hem imanım

Hüzünlendim beklerim seni Ali’m


Arzuladım göreyim imam Hasanı

İçirdi zehri Yezit yazdı fermanı

Ona kast edenler benim düşmanım

Hüzünlendim beklerim seni Ali’m


Yoldaş oldu yetmiş iki bin can

Döndü geri kaldı yetmiş iki canan

Şah Hüseyn’e kast eyledi o Mervan

Hüzünlendim beklerim seni Ali’m


Mahşer günü davacı ol Bayram

Fatıma anayı sardı acı figan

Hüseyin’in kanı Yezid’e olsun haram

Hüzünlendim beklerim seni Ali’m



BÜLBÜL GİBİ

Ehli kamil hanesine niyet eyledim

Gül bahçesi göründü gözüme dostum

Has bahçede kızarmış gül gördüm

Bülbül gibi söylendim lal oldum


Ol bahçeye seyr-u nazar eyledim

Güle baka kaldım hayli yoruldum

Ehli kemal ile pazar eyledim

Bülbül gibi söylendim lal oldum


Gülün kıymeti pahadır sorma dedi

Yoksa sende gül sevgisi, yorulma dedi

Bahçıvan görmesin burada durma dedi

Bülbül gibi söylendim lal oldum


Bayram Ehli kemal ile sohbet eyle

Bu yol incedir has otur pazar eyle

Diken ile gülü sev de bir eyle

Bülbül gibi söylendim lal oldum



SEMAH DÖNEN

Farkında olmadan dönüp duran

Pervane gibi durmadan dönen

Kâhi geceyi kâhi gündüzü getiren

Semah dönen dünya değil mi?

Doğdu o da senin benim gibi

Okudu ilimi Fars idi dili

Döndü etrafında buldu pirini

Semah dönen Selman değil mi?

İkrar ile bağladı kendi bendini

Şemsi Tebriz’e verdi elini

Gerçek Hakk’a bağladı özünü

Semah dönen Mevlana değil mi?

Turnalar göç eder durur

Kanatları çırpa çırpa vurur

Havada pervane eder durur

Semah dönen Turna değil mi?

Bayram ne bilir neler söyler

Dünya fanidir bir gün göç eder

Hacılar her yıl Mekke’ye gider

Mahber etrafında dönen semah değil mi?



SEN KENDİNİ TOPARLA BİRLİK OL

Ne yapsan da seni sevmez bilmezler

Sen kendini toparla birlik ol

Yeter sana kem küm etmesinler

Sen kendini toparla birlik ol

Asırlar sana bir anı olmaz mı?

Tarih aslını kökünü yazmaz mı?

Yavuzlar’ın yaptığını aklın almaz mı?

Sen kendini toparla birlik ol

Saklandık ormanda dağda mağarada

Hor göründük şehirde köyde kasabada

Vurun dediler vurun kızıl baş bi namaza

Sen kendini toparla birlik ol

Oku Kerbela’yı unutma hiçbir zaman

Davayı verdik halleylesin ulu divan

İnkar edenin yoktur derdine derman

Sen kendini toparla birlik ol

Oku Bayram hem düşün hem de yaz

Asırlardır Aleviyim diyorlar kimse anlamaz

Sen onları sevsen de onlar sana inanmaz

Sen kendini toparla birlik ol

-----------------



ALİ’DİR

Fethi Erdoğan

İlmin kapusun sorarsan

Ebu Turab ol Ali’dir

Fazilet pîri ararsan

Ebu Turab ol Ali’dir.


Evvel ü ahir olan

Cahili gümana salan

Nefs kalesin teslim alan

Ebu Turab ol Ali’dir.

Nebilere oldu yoldaş

Resûl’e müsahip gardaş

Evliyaya odur sırdaş

Ebu Turab ol Ali’dir.


Ol İncil’de vasfı olan

Hem onu anlatır Kuran

Cimcime’ye geçit soran

Ebu Turab ol Ali’dir.


Vasfını söyler âşıklar

Muhabbeti gönül pâklar

Ona yakındır...uzaklar

Ebu Turab ol Ali’dir.


Muhammed hak Resûl oldu

Müşriklerin benzi soldu

Putlar kırıp, iman buldu

Ebu Turab ol Ali’dir.


Resûl’ün yerine yatan

İslâm’a cevherler katan

Mazlumun elinden tutan

Ebu Turab ol Ali’dir.


İslâm ilkesi “dört kapı”

“Kırk makam”dır ana yapın

Bu ilmin hem “usturlabı”

Ebu Turab ol Ali’dir.


Arıya sırrını veren

Bir sırrı da ipek düren

Muhammed’i Arş’ta gören

Ebu Turab ol Ali’dir.


Aslan olup hatem alan

Kırklar ile deme dalan

Hem koluna neşter çalan

Ebu Turab ol Ali’dir.


Ol hatemi geri veren

Hak birliğin ispat eden

Kırklar ile semah giden

Ebu Turab ol Ali’dir.


Hatice, Fatıma ile

Hasan, Hüseyin’le bile

Yâr oldular ol Habib’e

Ebu Turab ol Ali’dir.


Kul diye kendini satan

Fazlı’nın elinden tutan

Hâk olup turaba yatan

Ebu Turab ol Ali’dir.


Türlü donda gelip giden

Nurdan halk olunan beden

Karanlığı aydın eden

Ebu Turab ol Ali’dir.


Ümitsizlerin ümidi

Ledün ilminin kilidi

Er meydanının yiğidi

Ebu Turab ol Ali’dir.

İmam oldu şeriatta

Rehber oldu tarikatta

Önder oldu marifette

Ebu Turab ol Ali’dir.


Hakikatin kemaleti

Zorlukların selameti

Muhammed’in emaneti

Ebu Turab ol Ali’dir.


Sahibidir Zülfikârın

Fatihidir ol Hayber’in

Velinimetidir Kamber’in

Ebu Turab ol Ali’dir


Bedir, Uhud, Huneyn’in

Hendek, Fedek hem Yemen’in

Fatihi, çok kalelerin

Ebu Turab ol Ali’dir.


Feth olmayan baş-belâsı

O da inkârın kalesi

Mertlik onun felsefesi

Ebu Turab ol Ali’dir.


Âdem’den Hatem’e gelen

Levh ile kalemi bilen

Hak yolunda serin veren

Ebu Turab ol Ali’dir.


Serdarıdır şehitlerin

Ulusudur ariflerin

Ser-tacıdır abidlerin

Ebu Turab ol Ali’dir.


Bâtında gördüm kâmetin

Öğrettiler çok hikmetin

Akıla sığmaz kudretin

Ebu Turab ol Ali’dir.

FETHİ yolunda yorulmaz

Vasfıdır dillere sığmaz

Cömertlikte eş bulunmaz

Ebu Turab ol Ali’dir.



Kısaca İmam Mehdi’nin Hayatı

Mehdi AKSU

Adı: Ehl-i Beyt İmamları (a.s), İmam Mehdi (a.s)’ın adını anmayı izleyicilerine yasaklamışlardır ve “Onun adı, Peygamber’in adıyla ve künyeleri, Peygamber’in künyeleriyle aynıdır;[1] zuhur edinceye kadar onun özel ismini anmak doğru değildir”[2] buyurmakla yetinmişlerdir.

Lakabı: En meşhur lakapları “Mehdi”, “Kâim”, “Hüccet” “Ebu’l Kasım” ve “Bakıyyetullah”tır.

Babası: On birinci İmam Hasan Askeri (a.s)’dır.

Annesi: Roma imparatorunun kızı Nercis hanımdır.

Doğum Tarihi: 15 Şaban 255 Hicri’dir.

Doğum Yeri: Irak’ın Semarra şehridir.

Ömrü Şerifleri: Şimdiye kadar ömrü şeriflerinden bin yüz altmış dokuz yıl kadar bir süre geçmektedir; Allah Teala istediği sürece de devam edecek ve nihayet bir gün Allah'ın emriyle zuhur ederek zulüm ve haksızlıkla dolmuş olan dünyayı adalet ve eşitlikle dolduracaktır.


İmamın Doğumu

Yukarıda da belirttiğimiz üzere On ikinci İmam Hz. Mehdi (a.s), Hicri 255 -M. 867- yılı Şaban ayının on beşinde cuma gecesi tan yeri ağarırken Irak'ın “Samerra” şehrinde on birinci İmam’ın evinde dünyaya mübarek gözünü açmıştır.[3]

Babası, on birinci İmam Hz. İmam Hasan Askeri (a.s); annesi, Hz. İsa’nın havarisi “Şem’un”un neslinden olan Rum Kayseri’nin oğlu “Yuşa”nın değerli kızı, “Saykal” ve “Susen” adlarıyla da çağırılan “Nercis” hatundur. Nercis hatun öyle bir fazilete sahipti ki, imamet sülâlesinin büyük hatunlarından olan İmam Hâdi'nin (a.s) kız kardeşi Hekime hatun ona kendisinin ve ailesinin seyyidesi (hanımefendisi), [4] kendisine ise, onun hizmetçisi hitabını kullanmıştır. [5]

Nercis hatun ülkesinde olduğu zaman hayret verici rüyalar görürdü; bir defasında Hz. Muhammed (s.a.a) ile Hz. İsa (a.s)’ın kendisini İmam Hasan Askeri (a.s)’a nikahladıklarını gördü.

Şaşırtıcı rüyalarından birinde de, Hz. Fatıma-i Zehra (a.s)’ın daveti üzerine, Müslüman oldu, ama İslam’ı kabul ettiğini ailesi ve çevresinden gizledi. Rüyasında, sınıra giden ordunun, hizmetçi ve cariyeleriyle birlikte gizlice sınıra gitmesi söylenmişti. Öyle de yaptı ve sınırda İslam ordusunun öncü birlikleri onları esir aldılar ve onu da, Kayser’in ailesinden olduğunu bilmeden diğer esirlerle birlikte Bağdat’a götürdüler.

Bu olay, onuncu imam Hz. Ali Hâdi (a.s)’ın imametinin son zamanlarında oldu [6] ve İmam Ali Hadi (a.s)’ın tarafından görevlendirilmiş güvenilir bir şahıs, İmamın yazdığı Rumca bir mektubu, Bağdat’a götürüp “Nercis”e ulaştırdı ve onu köle tüccarından satın alarak, Samerra’ya İmam Ali Hadi (a.s’ın yanına getirdi.

İmam, Nercis’in rüyada gördüğü şeyleri ona hatırlattı ve on birinci İmamın hanımı ve bütün dünyayı adalet ve eşitlikle dolduracak olan bir evladın annesi olacağını müjdeledi. Sonra İmam Ali Hadi (a.s), İslam’ın adap ve ahkamını öğretmesi için, Nercis’i imamet sülalesinin büyük hatunlarından olan kız kardeşi “Hekime”ye teslim etti. Bir müddet sonra da Nercis, İmam Hasan Askeri’nin eşi oldu.[7]

Hekime İmam Hasan Askeri’nin huzuruna gittiği zaman, ona bir evlat vermesi için Allah’a dua ediyordu. O der ki: “Bir gün her zamanki gibi İmam Hasan Askeri (a.s)’ı görmeye gittim, aynı duayı tekrarladığımda buyurdular ki: “Allah’tan bana vermesini istediğin evlat bu gece dünyaya gelecek.” [8]

Bur arada Nercis benim ayakkabımı ayağımdan çıkarmak için ileri gelerek "efendim, ayakkabınızı çıkarayım" dedi.

Ben: "Sen benim efendimsin aslında... Vallahi ayakkabımı çıkarmana ve bana hizmet etmene izin vermem. Ben sana hizmet etmeliyim" dedim.

İmam (a.s) benim bu sözümü duyarak “Allah sana hayır versin hala” buyurdular.

Ben güneş batıncaya kadar onun yanındaydım. Bu arada hizmetçi kızlardan birine: “Benim elbisemi getir de gideyim.” dedim. Bunu duyan İmam (a.s) buyurdu ki: “Hala, bu akşam bizim yanımızda kal, çünkü bu akşam Allah’ın, kendisi vasıtasıyla ölümden sonra yeryüzünü dirilteceği, Allah Teala’nın indinde değerli olan bir bebek dünyaya gelecek.”

Bunun üzerine ben: “İyi ama annesi kim? Ben Nercis’te doğum alameti görmüyorum” dedim. İmam: "Annesi, Nercis’ten başkası değil” buyurdular. Ben ayağa kalkarak Nercis’i iyice kontrol ettim.

Ama onda hiç bir doğum alameti göremedim. İmam’ın yanına gidip durumu anlattım. İmam (a.s) tebessüm ederek şöyle buyurdu: “Tanyeri ağarırken onun evladı olduğunu göreceksin. Çünkü o da Musa Kelimullah’ın annesi gibidir. Onun da hamile olduğu belli değildi ve doğuma kadar hiç kimse bilmiyordu. Çünkü Firavun Musa’yı ararken (böyle bir çocuğun dünyaya gelmemesi için) hamile kadınların karınlarını deşiyordu.

Bu (akşam dünyaya gelecek bebek) Musa aleyhi’s-selam gibidir. (Firavunların iktidarını o yıkacaktır; bu sebeple) Firavunlar şimdi onu aramaktalar.”

Ben, tanyeri ağarana kadar Nercis’i gözetliyordum, yanımda sakin bir halde, hareketsiz bir şekilde uyuyordu. O gecenin sonunda şafak sökerken ansızın korkarak yerinden sıçradı. Hemen onu kucakladım ve ism-i a’zam’ı okudum. Bu sırada İmam yan odadan: “Ona Kadir suresini oku”! diye seslendiler, ben de okudum. Nercis’ten durumunu sordum, “Mevlamın sana bildirdiği şey açığa çıktı” dedi.

Ben İmam’ın buyurduğu gibi Kadir suresini okumaya devam ettim, bebek annesinin karnında bana eşlik etti ve o da Kadir sûresini okuduktan sonra bana selam verdi. Çok korktum, bu sırada imam: "Allah-u Teala'nın işine şaşırma. Allah-u Tela biz imamları küçük yaşta hikmet ile konuşturur ve büyüdüğümüzde yeryüzünde hüccet eder" dedi.

İmam henüz sözünü tamamlamamıştı ki Nercis gözümden kayboldu; sanki benimle onun arasına bir perde çekmişlerdi, onu göremiyordum, bağırarak İmama koştum.

İmam: "Hala, geri dön, yerinde bulacaksın" buyurdu. Ben geri döndüm çok geçmeden benim ile Onun arasındaki perde aradan kalktı. Nercis'i öyle bir nura bürünmüş olarak gördüm ki nurun şiddetli parlaklığı onu net olarak görmemi engelliyordu. Doğan erkek çocuğun secdede olduğunu, sonra dizleri üzerine oturup şehadet parmağını kaldırıp şöyle dediğini gördüm:

"Şehadet ederim ki, bir ve tek olan Allah'tan başka ilah yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed sallâ’llâhu aleyhi ve alih ceddim ve Emirülmûminin babamdır." Sonra tek tek kendine kadar olan bütün imamların imametlerine şehadet verdi ve dedi ki: "Allah'ım! Müddetime amel elbisesi giydir ve işimi sona ulaştır adımı sağlam et ve yeryüzünü benim vasıtamla adalet ve eşitlikle doldur.” [9]


İmamın Doğumunun Gizli Olması

Ümeyye oğulları ve Abbas oğulları devri, özellikle altıncı İmam Hz. Cafer Sadık (a.s)’ın zamanı ve sonrası, halifelerin Ehl-i Beyt İmamları’na karşı çok hassas oldukları bir devirdi. Bu hassasiyetin temelinde toplumun Ehl-i Beyt imamları’na karşı olan ilgilerinin gün geçtikçe daha ileri boyutlara varması, toplumdaki etkinliklerinin artması ve halkın onlara yönelişinin fazlalaşması yatmaktaydı. Bu durum karşısında Abbasi halifeleri kendi iktidarlarını tehlikede görüyorlardı.

Özellikle de vadedilen Mehdi’nin Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in neslinden olup, İmam Hasan Askeri (a.s)’ın soyundan geleceği ve bütün zalimleri devirerek dünyayı adalet ve eşitlikle dolduracağının meşhur olması sebebiyle İmam Hasan Askeri (a.s) sıkı bir şekilde Samerra’da gözaltına alınmıştı. Abbasiler, geleceği vadedilen bu bebeğin dünyaya gelmesini engellemeye çalışıyorlardı,

ama şundan gafil ki, bu doğumun gerçekleşmesinde Allah’ın iradesi söz konusudur ve zalimler istemese de Allah kendi nurunu tamamlayacak ve bütün peygamberlerine vadettiği ahir zaman kurtarıcısını bizatihi kendisi koruyacaktır. Dolayısıyla Abbasilerin çalışmaları neticesiz kaldı ve Allah Teala, Musa (a.s) gibi onun doğumunu da gizli kıldı.

Bununla birlikte İmam Hasan Askeri (a.s)’ın özel ashabı, vadedilen bu imamı babası hayatta iken defalarca gördüler. İmam Hasan Askeri (a.s) dünyadan göçtükleri zamanda da açığa çıkarak halkın gözü önünde babasının cenaze namazını kıldırdı. Ama ondan sonra Hz. Resulullah’ın ve Ehl-i Beyt imamları’nın belirttiği şekilde gözlerden kayboldu.

Hz. Mehdi (a.s)’ın doğumundan, babaları Hz. İmam Hasan Askeri’nin şahadetine kadar on birinci İmamın yakın akraba ve dostlarından bir çoğu, ya onu görmeye muvaffak olmuşlar, ya da onun İmam’ın evinde olduğunu bilmişlerdi.

Genelde İmam Hasan Askeri (a.s) değerli evladının varlığını gizlemekle birlikte, uygun zamanlarda onun varlığını kendi takipçilerine bildiriyor, kendisinden sonra sapmamaları için de güvenilir dostlarına onu gösteriyordu. Biz burada örnek olarak birkaçına değiniyoruz:

1- Ehl-i Beyt mektebi takipçilerinin büyüklerinden ve İmam Askeri (a.s)’ın yakın dostlarından biri olan Ahmed bin İshak bin Sa’d el- Ensari der ki: "İmam Askeri (a.s)’ın huzuruna gittim, kendilerinden sonraki imamın kim olduğunu sormak istiyordum. Ama İmam (a.s) benden önce söze başlayarak şöyle buyurdular:

“Ey Ahmed, doğrusu Allah'u Teala Hz. Ademi yarattığı andan itibaren yeryüzünü hüccetsiz bırakmadı ve kıyamete kadar da bırakmayacaktır. Allah, hüccetinin hürmetine yeryüzündekilerden belaları defeder, yağmur yağdırır ve topraktan bereketleri çıkarır.”

Ben bunun üzerine ben:

“Ey Resulullah'ın evladı, sizden sonra yerinize geçecek imam kimdir?” diye sordum.

Hazret ayağa kalkıp acele adımlarla odaya girdi ve kısa bir süre sonra omzunda taşıdığı yüzü dolunay gibi parlayan üç yaşındaki bir çocukla çıkageldi ve şöyle buyurdular:

“Ey Ahmet bin İshak! Eğer Allah Teala'nın ve onun hüccetleri yanında aziz olmasaydın bu oğlumu sana göstermezdim, doğrusu onun adı Resulullah'ın adı, künyesi Resulullah'ın künyesidir. O öyle bir kimsedir ki zulüm ve kötülükle dolan dünyayı adalet ve eşitlikle dolduracaktır.

Ey Ahmed bin İshak! O, bu ümmette "Hızır" aleyhi’s-selâm ve "Zu'l -Karneyn" gibidir. Allah'a andolsun ki, o gaybet edecektir. Öyle ki, onun gaybetinde Allah'ın onun imametine itiraf etmesi için adımını sabit kıldığı ve zuhurunun acil olması için dua etmeğe muvvafak kıldığı kimseler dışında, hiçbir kimse helak olmaktan kurtulamayacaktır.”

Ben: “Ey mevlam! Kalbimin mutmain olacağı bir alameti var mıdır?” diye sorduğumda, O çocuk fasih bir Arapça’yla şöyle buyurdu: "Allah düşmanlarından intikam alacak yeryüzündeki son hücceti benim! Ey Ahmed bin İshak! Gözünle gördükten sonra başka bir delil arama!.."

Ahmed bin İshak şöyle ekliyor: Sevinç ve ferahla dışarı çıktım; ertesi gün İmam (a.s)’ın yanına dönerek şöyle arz ettim: “Ey Resulullah’ın oğlu! Bana minnet ettiğin için çok mesrur oldum. Hızır ve Zülkarneyn’nin O’nda zahir olacak olan sünneti nedir?" İmam (a.s); “Gaybetinin uzunluğudur” buyurdular. “Ey Resulullah’ın oğlu! O’nun gaybeti çok mu sürecektir?” dediğimde ise şöyle buyurdular:

“Rabbime andolsun ki, evet uzun sürecektir; öyle ki, O’na inananların çoğu bu inançlarından vazgeçecek ve Allah’ın bizim velayetimiz üzerine kendilerinden ahit aldığı ve kalbine iman yazdığı ve rahmetiyle desteklediği kimseler dışındakiler buna bağlı kalmayacaklardır.

Ey Ebu İshak! Bu, Allah’tan gelen bir emirdir ve Allah’ın gizli esrarından bir sırdır. Sana dediklerimi al, gizle ve şükredenlerden ol. Böylece yarın en yüce makamda bizimle olursun.” [10]

2- “Ahmed bin Hasan bin İshak-ı Kummi der ki: “On birinci İmam (a.s)’ın yerine geçecek olan İmam Mehdi (a.s) dünyaya geldiği zaman, İmam Hasan Askeri (a.s)’dan ceddim Ahmed bin İshak için bir mektup geldi. Onda İmam’ın el yazılarıyla şöyle yazılmıştı:

“Benim bir evladım oldu, onun doğum haberini gizli tutman ve kimseye söylememen gerekiyor; biz onun doğumunu yakın akrabalara, akrabalık bağı olanlara ve dostlara söyledik, başka hiç kimseye bildirmiyoruz. Allah Teala onunla bizi sevindirdiği gibi, seni de sevindirmesi için, onun doğumunu sana bildirmek istedik. Vesselam.” [11]

3- İmam’ın takvalı ve değerli halası Hekime, İmam Hasan Askeri (a.s)’ın hizmetçisi Nesim, Ebu Cafer Muhammed bin Osman Emir, Hüseyin bin Hasan-ı Alevi, Emr-i Ahvazi, Ebu Nasr-ı Hadim, Kamil bin İbrahim, Ali bin Asim-i Kufi, Abdullah bin Abbas-i Alevi, İsmail bin Ali, Yakub bin Yusuf-u Serraf,[12] İsmail bin Mus’ab bin Cafer, Ali bin Mutahhar, İbrahim bin İdris, Tarif-i Hadim[13] ve Ebu Sahl-i Nevbahti[14] vadedilen İmam Mehdi (a.s) haberleri olan ve ondan haber veren kimselerdir.

4- Cafer bin Muhammed bin Malik der ki: “İmam Hasan Askeri (a.s) kendisini ziyarete gelen bir grup Ehl-i Beyt dostuna şöyle buyurdular:

“Benden sonra kimin hüccet olacağını sormaya geldiniz değil mi?”

Oradakiler “Evet efendim.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine o sırada İmama çok benzeyen ay parçası gibi bir çocuk içeriye girdi. Bunun üzerine İmam şöyle buyurdular:

“Bu, İmam ve benden sonra yerime oturacak kimsedir. Buyruklarını yerine getirin, dağılmayın; çünkü helak olursunuz. Bilin ki bundan sonra ömrü kamil oluncaya kadar onu görmeyeceksiniz “Osman bin Said”in[15] söylediği şeyleri kabul edin ve emrine itaat edin. Çünkü o sizin İmamınızın vekilidir ve işler onun elindedir.” [16]

5- “İsa bin Muhammed-i Cevheri” diyor ki: “Ben bir grupla birlikte Hz. Mehdi (a.s)’ın doğumunu tebrik etmek için İmam Hasan Askeri’nin huzuruna gittim, kardeşlerimiz Hz. Mehdi (a.s’ın Cuma akşamı Şaban ayında tanyeri ağarırken dünyaya geldiğini bize bildirmişlerdi. İmam Hasan Askeri (a.s)’ın huzurlarına gittiğimiz zaman önce onu tebrik ettik.

Biz hiçbir soru sormadan İmam (a.s) buyurdular ki: “İçinizden biri oğlum Mehdi’nin nerede olduğunu içinden geçiriyor. Musa aleyhi’s-selâm’ın annesinin onu sandığa koyarak denize atıp, Allah’a emanet ettiği ve sonunda Allah Teala Musa’yı ona geri gönderdiği gibi ben de onu Allah’a emanet ettim.” [17]


[1] - Kemaluddin-i Saduk, c.1 s. 403, 404 ve c.2, s. 49, 159 ve 160.

[2] - Bihar-ul Envar, c. 51, s.31-34, Kafi c.1, s.332, 333 isimden nahiy babı, Kemaluddin c.2- s.2, 8, 49, 361, 362. İmam-ı Zaman’ın (Ervahuna lehu feda) hususi isimini anmanın menine dair gelen hadisleri yorumlamada Ehl-i Beyt alimleri ihtilaf etmişlerdir. Şeyh Ensari gibi bazıları, bu hadislerin kerahete delalet ettiğini kabul ederken, Şeyh Tusi gibi eski alimlerden bir grubu, bu hadislerin hürmete delalet ettiğini savunmuşlar,; Hacı Nuri gibi bazıları da bu hadislerin imamın isminin toplantı gibi aleni yerlerde anılmasının haram olduğunun anlaşıldığını kabul etmişlerdir. Bkz. Necm-us Sakib, s.48.

[3] - Usul-u Kafi, c.1, s.514. İrşad'u -Mufid. s.326 bazı rivayetlerde imamın doğumu hicretin 256'sında zikredilmiştir. Kemal'uddin c.2 s.97 ve 106'ya ve Bihar-ul Envar, c. 51 s.15 ve 16 müracat edilsin.

[4] - Bihar-ul Envar, c.51. s.2.

[5] - Bihar-ul Envar, c. 51. s12.

[6] - "Mehdi-u Mevûd" kitabının önsözünde s. 152'de şöyle yazar: “Ünlü tarihci Mes'udi’nin "Muruc'uz-Zeheb" adlı tarih kitabındaki rivayeti gereğince onuncu imam Ali Hâdi (a.s) hicri 235 yılında Muteveekkil tarafından Medine'den Samırra'ya getirilmiştir.

On birinci imam Hz. Askeri ise 232 yılında Medine de dünyaya gelmişlerdir. İslam tarihçileri ve yabancı tarihçilerin yazdığına göre o zaman İslam ordusuyla doğu Roma veya şimdiki Türkiye olan "Bizans" ve Batı Roma (İtlaya) ve onu tasaruf edenler arasında savaş başladı, İbn-i Esir'in Kamil'inde ve diğer kaynakların yazdıklarına göre hicretin 240, 244, 245, 247, 248, 253 yıllarında İslam kuvvetleri ile doğu Roma arasında savaşlar oldu ve bu arada iki tarafın esirleri değiştirildi,

Nazilif'in derlediği ve doktor Muhammed Abd'ul Hâdi Şeiri'nin tercüme ettiği "El Arab ve’r- Rum" Tarihinde şöyle yazar: Hicretin 247. yılında Müslümanlar ve Rumlar arasında savaşlar başladı ve birçok ganimetler Müslümanların eline geçti ve yine 248 yılında Müslümanların lideri "Balkocur" ile Rumlular arasında savaş oldu.

O savaşta Romalıların ileri gelenlerinden bir çoğu esir düştü. (El- Arab ve’r- Rum Tarihi s. 225...) Îbn-i Esir'de hicretin 249. yılında vuku bulan olaylarla ilgili şöyle yazar: Ömer bin Abdullah-i Ek'te ve Cafer bin Ali Saifeh, komutanlığında Müslümanlar ile (Kayser'inde katıldığı) Rum kuvvetleri arasında bir savaş oldu.

Eğer İmam-ı Zaman'ın (a.s) değerli anneleri 248 yılında esir düşen bu Roma eşrafı arasında esir olmuşsa, bu, Hz. Ali Hadi (a.s)'ın Samırra'da bekletilişinin on üçüncü yılı ve İmam Askeri (a.s)ın on altı yaşlarına rastlıyor demektir.

[7] - Bihar-ul Enva, c.51, s.6-11. Şeyh Tusi’nin “Gaybet” adlı eseri, s.124-128. Kemal-ud Din, c.2, s.90-96.

[8] - Bihar-ul Envar, c.51, s.25.

[9] - Bihar-ul Envar, c.51. s. 12-14; İkmal'ud -Din, c.2. s.100

[10] - Kemal-üd Din c. 2 s. 384

[11] - Kemal-ud Din, c.2, s.107.

[12] - Kemal-ud Din, c.2, s.104-114. İsbat’ul Hudat, c-7, s.15-35 ve s.143, Bihar-ul Envar, c.51, s.5.

[13] - İrşad-i Müfid, s.330.

[14] - el-Küna ve’l-Elkab, c.1, s.91.

[15] - İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın dört özel naibinden ilki.

[16] - İsbat-ul-Hudat, c.7, s.25.

[17] - İsbat-ul-Hudat, c.7, s.143.


Hz.Fatıma’nın Çileli Hayatı İkinci Bölüm

İsmail BENDİDERYA

Sevgili Resul! Eve geldiğinde kırk karanlık geceden sonra âdeta güneş doğmuş gibi oldu. Evim ışıl ışıl aydınlandı birden. Yüreğim aydınlanıverdi hâsılı. Asıl, senin varlığını damarlarımda hissetmeye başladığım o an, yaşadım kendimdeki “nur”u ben.

Aklımın köşesinden dahi geçiremezdim bunu. Nasıl tasavvur edebilirdim ki bir çocuğun, henüz rahimdeki bir ceninin, annesiyle konuşacağını?! Allah’ı tesbih ve takdis edeceğini?! Allah’ın selâmı ona ve sevgili eşime olsun;

Hz. İsa Peygamber’in kundaktayken konuştuğunu, Allah’ın birliğini ve kendisinin de O’nun Resulü olduğunu kundaktan haykırdığını duymuştum ve bunu belleğime sığdırabileceğim en büyük mucize olarak düşünürdüm her zaman.

Ama bir ceninin, henüz ana rahmindeki bir bebeğin, annesiyle konuşacağını, ona teselli vereceğini ve babasının peygamberliğini tasdik edip şahadet getireceğini nasıl düşünebilirdim ki?!

Hem sonra; onun benim bebeğim olması, beni muhatap alması... Anlatabilmek kabil değil bu heyecanı; bu mutluluğu dile getirebilmek mümkün değil inan...

Bu sonsuz mutluluğu nasıl yüreğimde saklı tutacağım şimdi ben?!

Bu muazzam bebeği karnımda nasıl taşıyabiliyorum ben sahi?!

Benim vücudumla birlikte olduğun o birkaç ay, hayatımın en güzel günleriydi yavrum... Canlara can veren o latif sesini duyacağım lahzaları ve o berrak sözlerini söylemeye başlayacağın anları gece gündüz iple çekerdim.

O birkaç ayın nasıl geçtiğini ve doğum sancısının ne zaman gelip çattığını fark etmedim bile... Ama bütün hamile kadınları korkutan o lahza gelip çatınca ben de Mekke kadınlarını yardıma çağırdım doğrusu... Ne var ki Kureyş ve Haşimoğulları kadınları yüz çevirdiler benden, ümidimi kestiler kendilerinden...

Acılar içinde kıvrandığım, yapayalnız ve yardıma muhtaç olduğum o lahzalarda azarladılar hatta beni: “Abdullah’ın yetimiyle evlenme demedik miydi sana? Seninle evlenmek isteyen bir sürü zengin var, demedik mi?!

Soyluluk ve eşraflığın kurallarını çiğneme! O göz alıcı servetini yetim Muhammed’in fakirliğiyle birleştirerek Kureyş’in görkemine halel getirme, demekten dilimizde tüy bitmedi mi?” dediler ve eklediler acımasızca:

“Yine de bildiğini yaptın sen... Çek şimdi bakalım! Tat acısını yapayalnızlığın şimdi! Git de bebeğini inziva ebesi doğurtsun bakalım; aklın başına gelir belki o zaman!”

Çok kırıldım doğrusu... Ama, ne diyebilirdim ki onlara! O karanlık kadınlar, peygamberlik nurunun ne olduğunu nereden bilebilirler ki?! Ahmedî bir evliliğin ne olduğunu ne bilsin onlar?! Muhammed’in ahlâk ve kişiliğini nasıl anlayabilirlerdi ki hem?! Muhammedî huy ve tıynetin büyüklük ve azametini nasıl idrak edebilirdi o zavallı bedbahtlar?!

O yeryüzü kadınları, semavî bir kocanın ne demek olduğunu nereden bileceklerdi?!

Eve döndüm. Doğum sancısıyla gittiğim yerlerden, doğum ve yalnızlık adlı iki sancıyla döndüm... Bir yerine, iki sancıyla kıvranıyordum şimdi.

Ama Peygamber... Zerrece telâş yoktu onda. İki ayağı yerde, iki eli göklerdeydi öylece...

Ben ne kadar tedirgin ve telâşlıysam o, bir o kadar sâkin ve huzurluydu. Onun sâkin ve huzurlu oluşu bana da huzur veriyordu.

Birden kapının açıldığını gördüm. Selvi boylu, buğday tenli, nurânî yüzlü dört güzel ve saygın kadın girdi içeri.

Aman Allah’ım! Kim bu kadınlar böyle?!

İçimden geçenleri okumuşçasına konuşmaya başladı içlerinden biri:

— Korkma Hatice! Rabb’inin sana gönderdiği dostlarız biz, senin bacılarınız hepimiz...

Ben biraz sakinleştikten sonra sözlerini sürdürdü:

— Ben Sârâ’yım... İbrahim Halilullah’ın zevcesi...

Dudaklarından tebessümü hiç eksilmeyen öteki nur yüzlü, hâlâ kulaklarımda çınlayan o unutulmaz sesiyle kendisini tanıttı:

— Ben de Meryem’im... İmran’ın kızı ve İsa Ruhullah’ın annesi...

Pek sevecen ve samimî bakışları olan üçüncüsü:

— Ben Asiye’yim, dedi... Mezahim’in kızı, Firavun’un eşi ve Musa’ya gönülden inanmış olan...

İstisnaî bir salâbet ve metanete sahip dördüncüsünün de Musa Kelimullah’ın sevgili ablası “Gülsüm Hâtun” olduğunu anlamıştım.

“Rabb’imiz, her kadının diğer kadınların yardımına muhtaç olduğu zor anlarında sana yardım etmemiz için gönderdi bizi.” dediler.

Sârâ sağıma, Meryem de soluma oturdu. Asiye karşımda, Gülsüm de başucumda durdu.

Kendimin değil, senin Yüce Allah indindeki makamının ne kadar büyük ve önemli olduğunu işte o zaman anlayarak: “Hatice!” dedim içimde, “Karnındaki şu bebeği Yüceler Yücesi Rabb’ul-âlemîn çok seviyor olmalı ki, dünya kadınlarının en ulularını ona ebe olarak göndermiş, baksana!”

Annelerin bebeklerini herhangi bir doğumla ebeye bırakır bir yükten kurtulurcasına değil, bir ananın kucağından diğer bir ananın kucağına aktarırcasına o dört büyük kadına bıraktım seni.

Ve, derken sen tertemiz ve pırıl pırıl bir hâlde geldin şu dünyaya. Temiz mi temiz, mutahhar mı mutahhar, pâk mı pâk... Mekke senin dünyaya gelişinle aydınlandı; yeryüzü senin nurunla nura gark oldu o an...

Bugün bile diğer cennetliklerden çok daha büyük bir özlem ve hasretle seni görmeyi bekleyen on hurî vardı odamda; melih gözler, çarpıcı bakışlarla; ellerinde ibrik ve leğenlerle...

Kevser suyunu ilk kez orada gördüm ben; ancak onlar söyledikten sonra anlayabildim onun su olduğunu, Kevser olduğunu... Keza, Peygamber (s.a.a) senin “Zühre” olduğunu ve Rabb’ul-âlemîn senin “Kevser” olduğunu buyurmadan öncesine kadar Zühre ve Kevser’in sen olduğunu da bilmiyordum ben.

Peygamber-i Ekrem; “Güneşe uyun, onda arayın hidayeti.” buyuruyor ve; “Güneş batınca aya, ay batınca Zühre’ye, Zühre de batınca iki kutup yıldızına uyun.” diyordu.

Bu hidayet nurlarının kimler olduğunu sorusuna da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) cevabı şu olmuştu:

— Ben güneşim, Ali aydır, Fatıma Zühre (Venüs) ve Hasan ile Hüseyin de iki kutup yıldızı.

Ve Allah Teala sevgili Resulüne; “Biz sana Kevser’i verdik.” buyurunca Kevser’in sen olduğunu anladım. Benim kızım gibisini doğurmuş değildir hiçbir ana...

O muhterem hâtunlar seni Kevser suyuyla yıkadılar ve cennetten getirdikleri o sütten beyaz, misk ve amberden daha hoş kokulu iki elbiseye bürüdüler seni.

Cennete geri dönüşüne hazırlanman için Esma’yı o cennet kâfurunu getirmeye gönderdiğin, Rabb’inle görüşmeye hazırlanmak için en güzel elbiselerini giydiğin, kıbleye doğru uzanıp beyazlara büründüğün ve Esma’ya bir süre sonra gelip sana seslenmesini, cevap vermeyecek olursan sevgili babana kavuştuğunu bilmesini söylediğin şu sırada, senin için cennetten gönderilen o doğum elbiseleriyle

o Kevser suyunu ve o unutulması imkânsız, tatlı lahzaları hatırladım birden... Birkaç günlük bir ikâmet için cennetten gelmiş olduğun o yeryüzünden, dertler ve kederlere boğulmuş bir hâlde ayrılmaya hazırlandığın şu sıralarda, tıpkı on sekiz yıllık kafesinden kurtulup bize doğru kanatlanmaya can atan yaralı kuş gibisin...

Kızım! Canım Yavrum benim! Ey kadınlar içinde Allah’ın en üstün ve emsalsiz kıldığı Betül’üm! Ey dünyadan yaka silkmiş olan, dünyevî bağlardan kendisini kurtarmış bulunan biricik yavrum! Ey benim ahiret kızım! Sen, ey cennetlik yavrum benim! Ey Allah’ın her nevi çirkinlik ve pisliklerden münezzeh kılmış olduğu Betül’üm! Canım yavrum!

Dünya ehlinin “kadının yaratılış sırrının ne olduğu”nu bilmesi için Allah Teala seni birkaç günlüğüne emanet gönderdi onlara. Kadının yaratılış sırrı neydi? İnsanoğlunun yüceliş sınırları nereye kadardı? Bunları insanoğluna anlatabilmek için gönderdi seni. Biliyorum kızım! Evet, haberim var, insanların Allah’ın emanetine neler ettiklerinden;

Allah Resulü’nün (s.a.a) biricik yavrusunun başına neler getirdiklerinden... Vücudumun parçasına, ciğerpâreme, biricik yavrucuğuma ne eziyetlerde bulunduklarından, seni nasıl incittiklerinden haberim var. Biliyorum kızım, hepsini biliyorum! Gel artık! Gel de acı ve keder dolu şu ömür yükünden kurtul artık!

Melekler saf durmuş, senin gelişin için dakikaları saymada.

Hurîler bütün cenneti gözyaşlarıyla çırağan etmişler.

Gel! Gel de cennet ve ehlini şu hasretle bekleyişine bir son ver artık!

Gel de babanın kollarında huzur ve sükuna kavuş artık!

Selâm sana! Selâm yılmak bilmeyen eşine!

-----------------


Hadis



Ehl-i Beyt Hadislerinde Hz. Mehdi(a.s)

Suca KARAKUŞ

Ehl-i Beyt kaynaklarında Ahir zaman kurtarıcısı on ikinci imam Hz. Mehdi (a.s) hakkında Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan sayısız hadis gelmiştir. Bizim bütün bu hadisleri ele alıp inceleme imkanımız yoktur. İsteyen kardeşlerimiz bu hadisleri ilgili yerlerinde inceleyebilir. Ancak örnek olarak bu hadislerden bazılarına işaret ediyoruz:

1- İmam Sadık (a.s) buyurdu ki: "Halk imamlarını yitirecek, ama o hac mevsiminde hazır olacak ve halkı görecek, halk ise onu görmeyecektir." [1]

2- Esbağ bin Nebate şöyle der: "Emir’ül-Müminin Ali (a.s)'ın huzurlarına gittim, hazretin düşünceye daldığını ve mübarek parmaklarıyla yeri kazdığını görünce: "Sizi düşünceli görüyorum dedim, yere rağbetiniz mi var?" dedim.

İmam: “Hayır vallahi, hiçbir zaman yere ve dünyaya rağbet göstermedim. Dünyaya benim soyumdan gelecek on birinci evlâdım hakkında düşünüyorum. O Mehdi’dir, zulüm ve küfürle dolu olan yeryüzünü adaletle, eşitlikle dolduracak; onun bir gaybet dönemi olacaktır ki insanlar o dönemde şaşkınlık içinde olacaklar; kimileri bu dönemde sapar, kimileri de hidayet bulur.” dedi.[2]

3- İmam Sadık (a.s) buyurdular ki: “Size bu işin sahibinin (yani zamanın imamının) gaybete çekildiğini bildirdiklerinde onu inkâr etmeyin.” [3]

4- Hz. İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki: “Kaim (Hz. Mehdi) için iki gaybet vardır, biri kısa müddetli, diğeri ise uzun müddetli. Birinci gaybette, özel takipçilerinden başka hiç kimse onun yerini bilmeyecek, ikinci gaybette ise hususi dostlarından başka hiç kimse onun yerini bilmeyecektir.” [4]

5- Ve yine buyurdular ki: “Kaim kıyam ettiğinde kimseye karşı bir taahüdü, bir anlaşması, bir biati olmayacak.” [5]

6- Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Mehdi (a.s) benim soyumdandır; ismi benim ismim ve künyesi benim künyem, şekli benim şeklim, sünnet ve tavrı benim sünnet ve tavrımdır, halkı benim şeriatım ve dinime teşvik ve Rabbimin kitabına davet eder. Ona itaat eden bana itaat etmiştir ve ona muhalefet eden bana muhalefet etmiştir, onun gaybetini inkâr eden beni inkâr etmiştir.” [6]

7- İmam Zeynelabidin (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bizim Kaimimiz ile Allah’ın resulleri arasında birtakım benzerlikler vardır. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Eyyub ve Muhammed (s.a.a) peygamberlerin her biri ile bir benzerliği vardır.

Nuh ile uzun ömürlü olmasında, İbrahim ile doğumunun gizli olması ve halktan uzak durmasında; Musa ile korku hâli ve gaybette yaşamasında; İsa ile halkın onun hakkındaki ihtilâfa düşmesinde; Eyyub ile belâdan sonra kurtuluşun yetişmesinde; Muhammed (s.a.a) ile de kılıçla kıyam etmesinde benzerliği vardır.” [7]

8- İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki: “Bu emrin sahibi (Mehdi) için bir gaybet vardır, Allah’a kulluk eden (o zaman) takvalı olmalı ve Allah’ın dinine bağlanmalıdır.” [8]

9- Yine şöyle buyurmuştur: “Halk için öyle bir zaman gelecek ki, imamları onlardan gizli olacak.” Zürare, “Halkın o zaman vazifesi nedir?” diye sorur ve şu cevabı alır: “İmam zuhur edinceye kadar meşgul oldukları işe -dinî görevlerine- sarılsınlar.” [9]

10- Yine buyurmuştur: “Bu iş (İmam’ın zuhuru ve kıyamı), hiç kimsenin ‘Eğer biz olsaydık, adaletle hükmederdik’ diyememesi için halktan, millete hükmetmemiş hiçbir grup ve sınıf kalmayıncaya kadar gerçekleşmeyecektir. Sonra Kaim (a.s) hak ve adalet üzere kıyam edecektir.” [10]

11- Esbağ bin Nebate diyor ki, Emir’ül-Müminin Hz. Ali (a.s), Hz. Mehdi (a.s) hakkında söz ederken şöyle buyurdular:

“O (Mehdi), öyle bir gaybete çekilecek ki, sonunda cahiller, ‘Allah’ın Âl-i Muhammed’e ihtiyacı yoktur’ diyeceklerdir.” [11]

12- Ebu Said şöyle diyor: Hasan bin Ali (a.s), Muaviye bin Ebu Süfyan ile sulh ettiği zaman, bazıları onu bu işten dolayı kınayınca buyurdular ki:

“Yazıklar olsun size! Ne yaptığımı biliyor musunuz? Vallahi güneşin üzerinde doğup battığı her şeyden daha hayırlısını ben takipçilerim için yaptım. Benim, sizin imamınız olduğumu, sizin bana itaat etmeniz gerektiğini ve Resulullah’ın buyurduğu cennet gençlerinin efendilerinden biri olduğumu biliyor musunuz?” “Evet biliyoruz.” diye cevap verdiler.

İmam Hasan (a.s) bunun üzerine şöyle buyurdular: “Biliyor musunuz Musa bin İmran, Hızır (a.s)’ın gemiyi delmesine, duvarı düzeltmesine ve çocuğu öldürmesine neden o kadar kızdı?

Çünkü bu işlerin hikmetini bilmiyordu. Halbuki bu işler zikri yüce Allah’ın yanında doğru ve hikmet üzereydi. Arkasında İsa bin Meryem’in namaz kılacağı Kaim dışında biz Ehl-i Beyt’ten olan hepimizin boynunda zamanın tağutunun biati olacağını bilmiyor musunuz? Yüce Allah onun velâdetini gizleyecek ve şahsını saklayacaktır. Böylece o, zuhur ettiğinde kimsenin biati onun boynunda olmayacaktır.

O, tüm kadınların en üstünü olan birinin oğlu olan kardeşim Hüseyin’in dokuzuncu oğludur. Onun gaybetinde Allah Tealâ, onun ömrünü uzatacak, sonra kendi kudreti ile onu kırk yaşından daha genç görünümlü olarak aşikâr edecektir ve bu Allah’ın her şeye kadir olduğunun bilinmesi içindir.” [12]

13- Abdurrahman bin Selit diyor ki, İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyurdu:

“On iki hidayet imamı bizdendir; birincisi Emir’ül-Müminin Ali bin Ebu Talip’tir; sonuncusu ise dokuzuncu evlâdımdır. Hak üzere kıyam edecek olan odur. Yeryüzü öldükten sonra, Allah onun vasıtasıyla tekrar onu ihya edecektir ve müşrikler istemese de Allah hak dini diğer dinlere muzaffer kılacaktır.

Onun gaybete çekildiği dönemde bazı kavimler mürtet olacak, bazıları ise dine bağlı kalacaktır; onlara eziyetler olacak ve onlara denilecek ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, bu vaat ne zaman vuku bulacaktır?’ Biliniz ki, onun gaybetindeki eziyetlere ve tekziplere sabretmek, Resulullah ile beraber kılıçla cihad etmek gibidir.” [13]

14- Salih bin Ukbe babasından, o da İmam Muhammed Bâkır (a.s)’dan, o da babaları vasıtasıyla Resulullah (s.a.a)’den, şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Mehdi benim evlâtlarımdandır, onun gaybet dönemi olacaktır. Bu dönemde ümmetten birçoğu delâlete düşecektir. O, peygamberlerin nişaneleriyle gelecek, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır.” [14]

15- Mufazzal bin Ömer, İmam Cafer-i Sadık (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Yüce Allah, varlıkları yaratmadan on dört bin yıl önce, on dört nur yarattı. İşte o nurlar, bizim ruhlarımızdır.” “Ey Allah Resulünün oğlu, bu on dört nur kimdir?”diye sorduklarında şöyle buyurdular:

“Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin’in evlâtlarından olan imamlar. Onların sonuncusu Kaim’dir; gaybetten sonra kıyam edecek, Deccal’ı öldürecek ve yeryüzünü her türlü zulüm ve haksızlıktan temizleyecektir.” [15]

16- Yunus bin Abdurrahman diyor ki: İmam Musa bin Cafer (a.s)’ın huzuruna çıkarak, “Ey Resulullah’ın oğlu! Hak üzere kıyam edecek olan Kaim sen misin?” diye sorduğumda İmam (a.s) şöyle buyurdular:

“Hak üzere kıyam eden benim. Ama yeryüzünü Allah’ın düşmanlarından temizleyecek, onu zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracak olan Kaim, benim evlâtlarımın beşincisidir. Öldürülme korkusu olduğu için gaybeti o kadar uzayacak ki, bazı kavimler onun hakkında irtidada düşecek, bazıları ise ona bağlı kalacaklardır.”

Sonra şöyle ekledi: “Bizim Kaim’imizin gaybetinde bizim sevgimize sarılan, velâyetimize bağlı kalan ve düşmanlarımızdan uzaklaşan takipçilerimize ne mutlu! Onlar bizdendir, biz de onlardanız. Bizlerden imamları olarak razıdırlar, biz de onlardan takipçilerimiz olarak razıyız. Ne mutlu onlara! Allah’a andolsun ki onlar, kıyamet günü bizimle aynı derecede olacaklardır.” [16]

17- Hasan bin Halid, İmam Ali Rıza (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Benim evlâtlarımın dördüncüsü, cariyelerin en üstününün oğludur, Allah onun vesilesiyle yeryüzünü bütün zulüm ve haksızlıklardan temizleyecektir. Halkın, doğumunda tereddüt ettiği gaybet sahibi odur.

O, zuhur ettiğinde yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanacak, halkın arasında adalet ölçüsünü kuracak, böylece hiç kimse başkasına zulmetmeyecek ve yeryüzü ona itaat edecektir. Onun gölgesi de olmayacaktır. Gökten bir münadi onun adına nida edecek ve yeryüzündeki bütün halk ona doğru yapılan şu çağrıyı işitecek:

‘Bilin ki, Allah’ ın hücceti Beytullah’ın yanında zuhur etti, ona tâbi olun; şüphesiz hak onunladır ve ondadır.’ Bu konuda Allah’ın ayeti şöyle geçer: ‘Eğer istersek onlara gökten bir ayet nazil ederiz de hepsinin boynu onun karşısında eğilir.’[17] ‘Yakın bir mekândan bir münadi, o gün nida eder ve onlar da o hak sesi duyarlar. İşte o gün huruç günüdür.’[18] Yani oğlum Kaim Mehdi’nin huruç günüdür.” [19]

18- Abdulazim bin Abdullah şöyle diyor: İmam Muhammed Takî (a.s)’ın yanına giderek Mehdi’nin Kaim mi, başkası mı olduğunu sormak istedim. Ama İmam (a.s) söze başlayarak bana şöyle buyurdular:

“Ey Ebu’l-Kasım! Doğrusu bizden olan Kaim, Mehdi’dir. Gaybetinde onu beklemek ve zuhurunda ona itaat etmek farzdır. O, benim evlâtlarımdan üçüncüsüdür. Muhammed (s.a.a)’i peygamber olarak gönderen ve imameti bizlere mahsus kılan Allah’a andolsun ki, eğer dünyanın sonuna sadece bir gün kalsa dahi, Allah o günü o kadar uzatacak ki o, o günde zuhur edecek, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır.” [20]

19- Sakr bin Ebu Delf, İmam Ali Naki (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Benden sonraki imam, oğlum Hasan’dır; ondan sonraki imam ise onun oğlu Kaim’dir. O, yeryüzünü zulüm ve haksızlıkla dolduktan sonra adalet ve eşitlikle dolduracak olandır.” [21]

20- İmam Mehdi (a.s) da gaybetiyle ilgili şöyle buyurmuştur:

“Benim gaybetim döneminde benden faydalanmaya gelince; bu dönemde benden faydalanmak, bulutlarla örtülen güneşten yararlanmaya benzer. Ben yeryüzü ehli için kurtuluş ve emniyet vesilesiyim. Nitekim yıldızlar da gök ehli için emniyet vesileleridir. Öyleyse sizi ilgilendirmeyen şeyleri sormayın. Sizden istenilmeyen şeyleri bilmek için kendinizi zahmete düşürmeyin. Ferecin yakın olması için çok dua ediniz. Çünkü dua sizin kurtuluş vesilenizdir.” [22]

Şimdi mümin kardeşlerimin, Hz. Mehdi (a.s) ile ilgili nakledilen hadis ve rivayetlerin mevcudiyeti hakkında daha fazla bilgi edinmeleri için, Ayetullah Safî-i Gulpayganî’nin “Müntehab’ul-Eser”[23] adlı kitabındaki Hz. Mehdi (a.s) hakkındaki hadislerin istatistiğini aziz okuyuculara sunuyoruz, umulur ki istifade etmiş olurlar.

Hz. Mehdi (a.s) hakkındaki hadislerin istatistiği:

1- “İmamlar on iki tanedir” diyen hadislerin sayısı: 271.

2- “İmamların sayısı, İsrail Oğulları’nın nakîblerininin (başkanlarının) sayısı miktarıncadır” diyen hadislerin sayısı: 40.

3- “On iki imamın ilki, Hz. Ali (a.s)’dır” diyen hadislerin sayısı: 133.

4- “On iki imamın ilki Hz. Ali (a.s), sonuncusu ise Hz. Mehdi (a.s)’dır” diyen hadislerin sayısı: 91.

5- “İmamlar on iki tanedir; onların sonuncusu Mehdi’dir” diyen hadislerin sayısı: 94.

6- “İmamlar on iki tanedir; onlardan dokuzu İmam Hüseyin’in evlâtlarındandır” diyen hadislerin sayısı: 139.

7- “İmamlar on iki tanedir; onlardan dokuzu İmam Hüseyin’in evlâtlarındandır; dokuzuncusu ise onların Kaimidir” diyen hadislerin sayısı: 107.

8- On iki imamın isimlerini açıklayan hadislerin sayısı: 50.

9- Hz. Mehdi’nin zuhurunu müjdeleyen hadislerin sayısı: 657.

10- “Mehdi, Ehl-i Beyt’tendir; Mehdi’nin ismi, Resulullah’ın isminin ve künyesi de onun künyesinin aynısıdır” diyen hadislerin sayısı: 389.

11- “Mehdi, insanlar arasında Resulullah’a en çok benzeyen kimsedir” diyen hadislerin sayısı: 48.

12- Mehdi (a.s)’ın yüz ve boyunu tarif eden hadislerin sayısı: 21.

13- “Mehdi (a.s), Hz. Ali (a.s)’ın evlâtlarındandır” diyen hadislerin sayısı: 214.

14- “Mehdi (a.s), Hz. Fatıma’nın evlâtlarındandır” diyen hadislerin sayısı: 192.

15- “Hz. Mehdi, İmam Hüseyin (a.s)’ın evlâtlarındandır” diyen hadislerin sayısı: 185.

16- “Hz. Mehdi, İmam Hüseyin (a.s)’ın imam olan dokuz evlâdındandır” diyen hadislerin sayısı: 160.

17- “Hz. Mehdi, İmam Hüseyin’in dokuzuncu evlâdıdır” diyen hadislerin sayısı: 148.

18- “Hz. Mehdi, Ali bin Hüseyin’in evlâtlarındandır” diyen hadislerin sayısı: 185.

19- “Hz. Mehdi, İmam Muhammed Bâkır (a.s)’ın evlâtlarındandır” diyen hadislerin sayısı: 103.

20- “Hz. Mehdi, İmam Sadık (a.s)’ın evlâtlarındandır” diyen hadislerin sayısı: 103.

21- “Hz. Mehdi, İmam Sadık (a.s)’ın altıncı evlâdıdır” diyen hadislerin sayısı: 99.

22- “Hz. Mehdi, İmam Musa bin Cafer (a.s)’ın evlâtlarındandır” diyen hadislerin sayısı: 101.

23- “Hz. Mehdi, İmam Musa bin Cafer (a.s)’ın beşinci evlâdıdır” diyen hadislerin sayısı: 98.

24- “Hz. Mehdi, İmam Ali bin Musa er-Rıza (a.s)’ın evlâtlarından dördüncüsüdür” diyen hadislerin sayısı: 95.

25- “Hz. Mehdi, İmam Muhammed Takî’nin evlâtlarından üçüncüsüdür” diyen hadislerin sayısı: 90.

26- “Hz. Mehdi, İmam Ali Nakî (a.s)’ın evlâtlarındandır” diyen hadislerin sayısı: 90.

27- “Hz. Mehdi, Ebu Muhammed Hasan Askerî (a.s)’ın oğludur” diyen hadislerin sayısı. 146.

28- “Babasının ismi Hasan’dır” diyen hadislerin sayısı: 147.

29- “Cariyelerin hanımefendisinin oğludur” diyen hadislerin sayısı: 9.

30- “Hz. Mehdi, On iki imamın sonuncusudur” diyen hadislerin sayısı: 136.

31- “Hz. Mehdi, yeryüzünü adaletle dolduracaktır” diyen hadislerin sayısı: 123.

32- “Onun (Mehdi -a.s-) iki gaybeti olacaktır” diyen hadislerin sayısı: 10.

33- “Onun uzun bir gaybeti olacaktır.” diyen hadislerin sayısı: 91.

34- Gaybetinin nedenini açıklayan hadislerin sayısı: 7.

35- Gaybeti döneminde halkın ondan yararlanması hakkındaki hadislerin sayısı: 7.

36- “Gerçekten o, (Mehdi -a.s-) uzun ömürlüdür.” diyen hadislerin sayısı: 318.

37- “Görünümü gençtir” diyen hadislerin sayısı: 8.

38- “Doğumu gizli olacaktır” diyen hadislerin sayısı: 14.

39- “Onun üzerinde hiç kimsenin biati olmayacaktır” diyen hadislerin sayısı: 10.

40- “Allah’ın düşmanlarını öldürecek, yeryüzünü şirk vs.’den temizleyecektir” diyen hadislerin sayısı: 19.

41- “O, Allah’ın emrini aşikâr edecek, İslâm’ı yeryüzünde yayacak ve dünyaya hâkim olacak...” diyen hadislerin sayısı: 47.

42- “O, insanları Kur’an’a ve sünnete sevk edecektir” diyen hadislerin sayısı: 15.

43- “O, Allah’ın düşmanlarından intikam alacaktır” diyen hadislerin sayısı: 4.

44- “Peygamberlerden onda birtakım sünnetler vardır” diyen hadislerin sayısı: 23.

45- “O, kılıçla kıyam edecektir” diyen hadislerin sayısı: 7.

46- “Onun siyeri ile ilgili hadislerin sayısı: 30.

47- Onun zühdü ile ilgili hadislerin sayısı: 4.

48- Adaleti ve devletindeki emniyetin yaygınlığıyla ilgili hadislerin sayısı: 7.

49- İlmi hakkındaki hadislerin sayısı: 5.

50- Cömertlik ve bağışıyla ilgili hadislerin sayısı: 13.

51- “Allah Tealâ, onun eliyle peygamberlerin mucizesini aşikâr edecek ve onların mirasları onunla birliktedir” diyen hadislerin sayısı: 5.

52- “Şiddetli bir imtihandan sonra zuhur edecektir” diyen hadislerin sayısı: 24.

53- “İsa bin Meryem (a.s)’a imamlık yapacaktır” diyen hadislerin sayısı: 25.

54- Bayrağının sahibi ve onda yazılan yazı ile ilgili hadislerinin sayısı: 6.

55- Doğumu, tarihi ve annesinin durumu ile ilgili hadislerin sayısı: 214.

56- Babasının hayatı dönemindeki mucizeleri ile ilgili hadislerin sayısı: 9.

57- Babasının hayatı döneminde onu gören kimselerle ilgili rivayetlerin sayısı: 19.

58- Gaybet-i Suğra (Küçük Gizlilik) döneminde onu görme şerefine erişen kimseler hakkındaki rivayetlerin sayısı: 25.

59- Gaybet-i Suğra dönemindeki bazı mucizelerini anlatan rivayetlerin sayısı: 27.

60- Gaybet-i Suğra döneminde, elçi ve naiplerinin hâletleri ile ilgili rivayetlerin sayısı: 22.

61- Gaybet-i Kubra dönemindeki mucizeleri ile ilgili rivayetlerin sayısı: 12.

62- Gagbet-i Kubra döneminde onu gören kimseler ile ilgili rivayetlerin sayısı: 13.

63- Zuhurunun niteliğini anlatan rivayetlerin sayısı: 12.

64- Onun zuhurundan önceki durum, fitne ve günahların çokluğu ile ilgili hadislerin sayısı: 37.

65- Bazı zuhur alâmetleri ile ilgili hadislerin sayısı: 29.

66- Gökten onun ve babasının ismiyle duyulacak ses ile ilgili hadislerin sayısı: 27.

67- Onun zuhurundan önceki zamanda fiyatların çok yüksek olması, hastalıkların çoğalması vb. şeylerle ilgi hadislerin sayısı: 23.

68- Süfyanî’nin hurucu, ay tutulması vs. şeyler ile ilgili hadislerin sayısı: 38.

69- Deccal’ın hurucu hakkındaki hadislerin sayısı: 12.

70- Zuhur edeceği yıl, ay ve gün hususunda vakit belirlemenin caiz olmaması ile ilgili hadislerin sayısı: 7.

71- Zuhur edeceği yer ile ilgili hadislerin sayısı: 17.

72- Yeryüzünün doğu ve batısını fethetmesiyle ilgili hadislerin sayısı: 12.

73- Bütün milletlerin İslâm üzere toplanmasıyla ilgili hadislerin sayısı: 7.

74- Yerin servet ve madenlerini dışarı çıkarmasıyla ilgili hadislerin sayısı: 10.

75- Gök ve yeryüzü bereketlerinin açığa çıkmasıyla ilgili hadislerin sayısı: 12.

76- Üç yüz on üç kişinin onun yanında bulunmasıyla ilgili hadislerin sayısı: 25.

77- Yeryüzünün adaletle dolmasıyla ilgili hadislerin sayısı: 129.

78- Hz. İsa’nın yere inmesi ve Hz. Mehdi (a.s)’ın arkasında namaz kılmasıyla ilgili hadislerin sayısı: 29.

79- Deccal’ı öldürmesiyle ilgili hadislerin sayısı: 6.

80- Süfyanî ile savaşıp onu öldürmesiyle ilgili hadislerin sayısı: 2.

81- Onun zamanında yeryüzünün bayındırlığıyla ilgili hadislerin sayısı: 5.

82- Onun asrında işlerin kolaylaşması ve akılların kemale erişmesiyle ilgili hadislerin sayısı: 7.

83- Ashabının faziletleriyle ilgili hadislerin sayısı: 14.

84- Ashabının güç ve kuvvetleriyle ilgili hadislerin sayısı: 5.

85- Zuhurundan sonra hilâfetinin süresiyle ilgili olan hadislerin sayısı: 18.

86- Yiyeceği, içeceği ve giyimiyle ilgili hadislerin sayısı: 4.

87- Halkı davet ettiği şeyler hakkındaki hadislerin sayısı: 7.

88- Kaim’i inkâr etmenin haram olması hakkındaki hadislerin sayısı: 9.

89- Fereci beklemenin faziletiyle ilgili hadislerin sayısı: 23.

90- Hz. Mehdi’ye karşı takipçilerinin bazı görevleriyle ilgili hadislerin sayısı: 54.

91- Onu idrak etme ve onu imam edinmekle ilgili hadislerin sayısı: 10.

92- Gaybeti döneminde, ona inananların faziletleriyle ilgili hadislerin sayısı: 23.

93- Ona salât ve selâm göndermenin niteliğiyle ilgili hadislerin sayısı: 6

94- Ondan nakledilen bazı dualarla ilgili hadislerin sayısı: 13.


“Allah’ım, arzu edilen Kaim ve beklenilen adalet veliyy-i emrine salât gönder, onu dergâhına yakın olan meleklerle kuşat, onu Ruh’ul-Kudüs ile teyit et; ey âlemlerin Rabbi Allah!

Allah’ım, onu kitabına davetçi ve dinini ayakta tutan kıl; ondan öncekileri halife kıldığın gibi onu yeryüzünde halifen kıl; onun için razı olduğun dinini (korumayı) ona mümkün kıl, korkusunu güvene dönüştür; tâ ki sana ibadet etsin...

Allah’ım, onu aziz kıl; onunla bizi izzetlendir; ona yardım et ve onun vesilesiyle bize yardımda bulun; ona izzetli bir zafer bağışla ve kolay bir genişlik ona aç; kendi katından ona bir güç ve kudret ver.

Allah’ım, onun vesilesiyle dinini ve peygamberinin sünnetini aşikâr et; öyle ki hak ve hakikatten hiçbir şey, yaratıkların korkusundan dolayı insanlara gizli kalmasın.

Allah’ım, biz senden İslâm ve ehline izzet bağışlayacağın; nifak ve ehlini zelil edeceğin onurlu bir devletin tahakkuk bulmasını istiyoruz; öyle bir devlet ki, bizi o devlette, itaatine davet edenlerden ve hidayet yolunun öncülerinden kılasın, onun vesilesiyle dünya ve ahiret kerametini bize ihsan edesin. Allah’ım, bizi, haktan bize tanıttığın şeyi taşımaya muvaffak et; eksiğimiz olan (tanımadığımız) şeyi de bize ulaştır (bizi ondan haberdar kıl).

Allah’ım, onun vesilesiyle dağınıklığımızı topla, ayrılığımızı birleştir, açığımızı kapat, azlığımızı çoğalt, zilletimizi izzete dönüştür, ailemizi müstağni kıl, borcumuzu eda et, fakirlik ve ihtiyacımızı gider, zorluğumuzu kolaylaştır, yüzlerimizi ak et, esirlerimizi esaret zincirinden kurtar, isteklerimizi karşıla, (zuhuru için) bize verdiğin sözü yerine getir, dualarımızı kabul eyle, istediğimiz şeyleri ver, bizi dünya ve ahiret arzularımıza ulaştır ve isteğimizden daha fazla bize bağışta bulun.

Ey istenilen ve bağışta bulunanların en hayırlısı! Onun vesilesiyle göğüslerimize şifa ver, kalplerimizin öfkesini gider, bütün ihtilâflara rağmen bizi hakka hidayet et; şüphesiz sen istediğini doğru yola hidayet edersin; yine onun vesilesiyle düşmanına ve düşmanımıza karşı bize yardımda bulun; ey hak olan Allah!

Allah’ım, peygamberimizin -senin salât’ın ona ve Ehl-i Beytine olsun- yanımızda olmamasından, İmam’ımızın gaybetinden, düşmanımızın çok ve sayımızın azlığından, fitnelerin bize şiddetinden ve zamanın şerlerinin bizi güçsüz düşürmesinden sana şikâyet ediyoruz. Muhammed ve Ehl-i Beyt’ine salât gönder, katından olan acil bir zaferle, zorlukları gidermenle, güçlü bir yardımınla, aşikâr kıldığın hak bir saltanatla, bizleri kapsayan geniş bir rahmetinle, bizleri örten bir afiyetle bize yardımda bulun; kendi rahmetin hürmetine ey rahmet edenlerin en merhametlisi!” Amin.

[1]- Usul-ü Kâfî, c.1 s. 337.

[2]- Usul-ü Kâfî, c.1 s.338.

[3]- Usul-ü Kâfî, c.1 s.338.

[4]- Usul-u Kafi, c-1, s.340.

[5]- Usul-ü Kâfî c.1 s. 342.

[6]- İ’lâm’ul-Vera, s.425.

[7]- Kemal’üd-Din, s.322, bap 31, hadis 3.

[8]- Kemal’üd-Din, s.343, bap 33, hadis 25.

[9]- Kemal’ud-Din, s.343, bap 33, hadis 25.

[10]- İsbat’ul-Hudat, c.7, s.427-428. Gaybet-i Nu’manî’den naklen.

[11]- Kemal’üd-Din, c.1, s.302.

[12]- Kemal’üd-Din, c.1, s. 305.

[13]- Uyun’ül-Ahbar, c.1, s.68.

[14]- Uyun’ül-Ahbar, c.1, s.287; Bihar’ul-Envar, c.51, s.72.

[15]- Uyun’ül-Ahbar, c.2, s.335, Bihar’ul-Envar, c.51, s. 144.

[16]- Kifayet’ül-Eser, s.265.

[17]- Şuara Suresi/4.

[18]- Kaf Suresi/41-42.

[19]- Yenabî’ül-Mevedde, s.448.

[20]- Kemal’üd-Din, c.2, s.337.

[21]- Kemal’üd-Din, c.2, s.383.

[22]- Bihar’ul-Envar, c.53, s.181 ve c.51, s. 44-45.

[23]- Müntahab’ul-Eser, s.15-19.




Kemalet ve İslam

Mehmet ÖZDURMAZ

Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla

Allah’ın selâmı, nebilerin, peygamberlerin, velilerin, şehitlerin, şühedaların, erenlerin ve müminlerin üzerine olsun. Ey sevgili Ehlibeyt muhipleri! Yüce Allah, “Dininizi kemalete erdirdim, size din olarak İslâm’ı seçtim.” ayetiyle, İslâm’ı yaşama ölçüsünün kemalet (tamlık) olduğunu beyan etmiştir. Bu beyanata göre, tekâmülü kemalet derecesine yükselmeyenin İslâm’la ve insaniyetle yakından ve uzaktan alâkası yoktur.

O kişiler dil ile Müslüman ve fizikî yapısı ile insandırlar. İnsanlar biyolojide memeli hayvan sınıfından sayılır. Bu, madde olarak ele alındığında doğrudur. Ama maneviyatta insanın insan sıfatıyla anılmasının ölçüsü tamlıktır; yani kemalettir. Kemalet ise idraktir ve idrak edilenin hayata dönüştürülmesidir. Kâmil insan İslâm’dır, İslâm da odur.

İslâm onunla yücelir, o da İslâm’la. O, iman edendir ve iman edilendir. Hani ayet-i kerimede: “Ey sükûna kavuşmuş nefis! Dön Rabb’ine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak.” (Fecr/27-28) buyruluyor. Kâmil insan sükûnu bulmuş ve aslına dönüş yapmış olan küllî ruhtur. O, hem aşıktır, hem aşktır; hem sevilendir, hem sevendir; hem razı edilendir ve hem de razı edendir. Kâmil insan, mülk ve melekut âlemlerindeki bütün mahlukların kendisinden bir şey istediklerini görür, ama onların dilediklerini yerine getirmekten âcizdir.

Çünkü: “O dilemedikçe, siz dileyemezsiniz; O’nun izni olmadan kimse şefaat edemez.” ayetinden dolayı aczini bilir ve hep ağlar. Bu demek oluyor ki, insan-ı kâmil Allah’ın bazı sıfatlarına mazhar olmakla birlikte tanrılığı temsil etmiyor. Çünkü insan yeryüzünün halifesidir ve Tanrı’nın suretidir. Hacı Bayram-ı Veli (H. 833, M. 1429) Hazretleri, kâmil insanı şöyle tanımlar:

“Yaratıcı, berzah (vasıta) sırrını benliğinde taşıyan kâmil insanı iki yüzlü olarak yarattı. Onun bir yüzü zahir, bir yüzü de batındır. Batın yüzü zata mazhar olup, isimler ve sıfatlara kaynaktır.

Zahir yüzü, âlemde ve âlemin şekillerinde ortaya çıkan ilâhî isimlere form olmaktadır.” Yani, batını vahdet olan Hak, zahiri de kesret olan halktır. Varlık sayfasında oluş harflerinden bir harf yoktur ki, kâmil insanla ilişkisi olmasın...

Tanrısal kişilik onun kişiliğinde küllî bir biçimde zuhur ve tecelli etmiştir. İlâhî şahsiyetin güneşi ve gaibî sırların ortaya çıkışı onunla gerçekleşmiştir... Kâmil insan Hakk’ın gözüdür.

Hak, âleme onunla bakarak rahmetini ulaştırır. O, varlığın ruhudur; bedenin ruhsuz ayakta durmadığı gibi, âlem de bir nefes kâmil insansız olmaz... Kâmil insan hem Hakk’ın ve hem de halkın kıblesidir. Çünkü bütün eşyanın yöneliş noktası odur. Zira Allah, maddî zuhur alanları dışında ne müşahede edilebilir, ne de idrak edilebilir. Aşığın buyurduğu gibi:

“Göz gezdirdim dört köşeyi aradım

Ne sen var, ne ben, bir tane Gaffar

İstersen dünyayı gez adım adım

Ne sen var, ne ben, bir tane Gaffar.”

Kâmil insana ulaşmak, Hakk’a ulaşmaktır. Onu görmek Hakk’ı görmektir ve onu sevmek Hakk’ı sevmektir. Ona itaat Hakk’a itaattir ve onun reddettiği Hak tarafından da reddedilmiştir. Ona acı veren Hakk’a acı vermiştir. Onun ilmi Hakk’ın ilmine aynadır. Kısacası onun zatı Hakk’ın zatı, vücudu Hakk’ın vücudu, ilmi ise Hakk’ın ilmidir. Hz. Resulullah (s.a.a.) hadis-i şerifinde;

“Beni gören, Hakk’ı görmüştür.” sözünü bundan dolayı söylemiştir. Ayet-i kerimede, “O (peygamber) kendiliğinden bir şey söylemez, onun sözü bizim sözümüzdür.” İfadesi, Peygamberin kemalet mertebesini ortaya koymaktadır ve kâmil insanın her eyleminin Hak olduğunu beyan eylemiştir. Ona acı veren, Allah’a acı verir demiştik. Ahzap Suresi’nin 57. ayeti şöyle buyurur:

“Allah ve Resulü’nü incitenleri Allah dünyada da, ahirette de lânetlemiştir. Onlar için, alçaltıcı bir azap hazırlanmıştır.” Bu ayette Hz. Resulullah’ın farklı bir mertebeye sahip oluşundan dolayı, yani kemalet hâliyle Hakk’ı temsil ettiğinden, şahsına bu ifade kullanılmıştır. Hz. Resulullah da; “Ehlibeyt’imi inciten beni incitmiştir.” hadisiyle onların da o yücelik mevkisi olan kemalet mertebesine sahip olduklarını bu hadisi ile kanıtlamış oluyor.

Ey tamlık yolunun adayı! Dert sende, derman sende; nefis sende, Rahman sende; gül sende, bülbül sende; yaz sende, kış sende; mamur sende, viran sende; cennet sende, cehennem sende; gece sende, gündüz sende; her şey sende; seni sende ara, sende bul...

Çünkü senden gayrı Hakk’a varış kapısı yoktur. Hakk’a giden yol senin kalbinden geçer ve Hak, bütün isim, sıfat ve tecellileriyle, senin kalbine yerleşmiştir... O hâlde Hakk’ı istiyorsan, kendine dön ki bütün müşküllerin çözülsün ve dünyadan dolayı duyduğun acıların dinsin...

Senin için, dışının Rabb’idir. Sen Hakk’ın sureti, Hak da senin ruhundur, “Ben Adem’i kendi suretimde halk ettim.” hadisi buna misaldir. Sen hem halkı ve hem de Hakk’ı temsil ediyorsun. Ama aklının mahremi, akılsızlığından başkası değildir. Dilin müşterisi, kulak olursa, Hak işitilir.

Hz. Hünkâr’ın buyurduğu gibi, “Ara bul.” Yani: Kendini ara, eksiğini ara, Hakk’ı ara, güzel olanı ara, aranmadan bulunmaz, bulunmadan bilinmez, bilinmeden sevilmez, sevilmeden varılmaz, varılmadan da görülmez.

Hz. Resulullah (s.a.a.) “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” sözünü hâşâ boş yere söylememiştir. Kendini bilmeden O’nu bilemezsin, kendini bulmadan O’nu bulamazsın ve kendini görmeden O’nu göremezsin... Hz. Resulullah insan fıtratının devamındaki tekamül olgunluğunu üç aşamada ifade eder ve bu üç aşamayı toprakla şöyle kıyaslar:

“Yağmur yağarken, hiçbir varlığı diğerinden ayırmaksızın hepsine eşit şekilde yağar. Eğer bu yağmur kayaların üstüne rast gelirse, üstünden akar gider. Çünkü kayaların istidadı suyu emmek değil, üstünden akıtmaktır. Bazı topraklar da vardır ki, yağmur suyunu muhafaza eder (havuz ve kuyu misali), halk ondan istifade eder.

Bazı topraklar da vardır ki, suyu emer, nice nebatın yetişmesine vesile olur. İşte insanlar da buna misal olarak fıtratlarına göre yetişirler.” “Hepsi fıtratlarına göre davranışta bulunurlar.” (İsra/84) ayeti buna işarettir. Yani bir insan, yaradılışından itibaren kendine en uygun tecelliler üzere beslenir, büyür ve eğitilir. Ta ki yaradılışındaki gerçek gayeye uygun hizmet edene kadar.

O tecellilerin zuhuru, ta ki onda sona erene kadar. O an tekâmülün de zirvesidir. Artık onun rızkı da sona ermiş olur ve tekrar aslına rücu eder. Kader de budur. Yani doğa kanunlarına uygun şekilde oluşum meydana gelir ve o ahengin ritmiyle hilkatına uygun bir şekilde doğar, yaşar ve tekrar aslına rücu eder. “Şüphesiz her şeyi kaderiyle halk ettik.” (Kamer/49) ayeti de buna işarettir.

Ama bazı insanlar da fıtratlarına göre tekâmül olgunluğunda çeşit çeşittirler. Kiminin yüreğinde Allah’a dair hiçbir şey kalmamış, kaya misali yaratanın o eşsiz rahmetinden nasiplenmez, kimi de ondan sadece kendisini yeşertecek kadar nasiplenir, kimi de ondan nasiplendiği ve faydalandığı gibi pek çok kişiyi de faydalandırır.

İnsanın dışında kalan diğer varlıkların tekâmülü tevhidin iradesiyledir. Yani, bir ağacın yeşermesi, çiçek açması ve meyve vermesi, tamamen Allah’ın iradesine bağlı olduğundan eylemlerinden sorumlu tutulmamıştır.

Fakat insan düşünen bir varlık olarak eylemlerinden sorumlu tutulmuş ve tekâmül aşamasında da özgür bırakılmıştır. Bu özgürlük sonucu meydana gelen kötü eylemlerinden yargılanmaya ve sorgulanmaya tâbi tutulmuştur. Ama kalbi mühürlü olanlar; O’nu idrak edemezler, O’nu işitemezler ve O’nu göremezler. “Burada kör olan ahirette de kördür.” Ayeti, bunlar içindir. Burada Hak ile hak olmayanların, ahirette bir şey bulmaları mümkün değildir.

İnsan düşünen, arayan ve bulan varlıktır. Bundan dolayı İslâm tasavvufunda tasnif, üçe bölünmüştür. Şöyle ki: 1. Avam, henüz karanlıkta bulunan, gerçekleri bilmeyen, hatta böyle bir konunun olduğunu idrak etmeyen insanlar topluluğu. 2. Havas, gerçeği arama yoluna girmiş olanlar ve seçkinler. 3. Hass’ül-Havas, insan-ı kâmil, gerçeği bulmuş olanlar. Seçilmişlerin seçkini işte bu noktadaki insan, melekten de üstündür. İnsan-ı kâmil; ilâhî kitaptır, Rahmanî bir nüshadır.

İki kitap vardır: Biri kitab-ı vücud-u hakikî, diğeri de kitab-ı vücud-u zillî’dir. Kâmil insan, bir küllî ruhtur. Her şeyden önce o, normal insana göre daha üst bir toplayıcı ortamdır.

Kâmil insan, insanları benliğinde toplar. O, bir ruh-i azamdır. Küllî ruh oluşunun bir uzantısı da şudur ki; kâmil insan, diğer velilerde parçalar hâlinde bulunan hikmetleri kendinde birleştirir. İnsan, hayvanla insanüstü arasına gerilmiş uçurum üstünde bir iptir. Bu ipte en düşük ile en yüksek nokta arasında sayısız dereceler var. İnsanı zirvede temsil eden tipe tasavvufta kâmil insan derler. Bu kemalet mertebesi birçok isimle zikredilmektedir.

Örneğin; İngilizce’de ideal man, mükemmel insan; üniversal man, genel, bütün insanlığa mal olmuş ve bütün insanları içine almış insan; perfect man, kusursuz, eksiksiz, mükemmel adam; sufî literatüründe ise, merd-i Hak (Hak adamı), merd-i Hüda (Allah adamı), ehlüllah, ehl-i Hak deyimleri de kullanılmıştır.

Meselâ; El-Ferganî (H. 720, M. 1320), insan-ı kâmil yerine insan-ı kebir (büyük insan), sıradan insan yerine de insan-ı sagîr (küçük insan) deyimlerini kullanmaktadır. Hak eri Hak’tan başka hiç bir renk ve koku dilemez. Çünkü onun renk ve kokusu Hak’tan alınmıştır. Onun bedeninde insan-ı kâmil olmak Allah’ın boyası ile boyanmak arzusu vardır. O, tıpkı yaratıcısı gibi her an yeni bir iş ve oluştadır.

İnsanın zatı olan batınî yönü nasıl bilinmiyorsa, Hakk’ın da zatı (öz benliği) bilinmez. Hak nasıl zahirî sıfatlarıyla biliniyorsa, insan da zahirî yönüyle bilinebilir. Hani Cenab-ı Allah Adem’i yaratmayı isterken, meleklerin; “İnsan dediğin varlık yeryüzünde kan döküp bozgunculuk yapacak” itirazları, insanın zahirî yönüne bakılarak söylenmiştir.

İnsanın yüceliğini Muhammed İkbal şöyle ifade etmiştir. “İnsana sığabilene âlem, âleme sığmayana da insan denir.” Evet, insan yoksa, varlığın anlamı da yoktur. Nitekim Allah’ın varlığını tasdik eden insan, Allah varlığının şahididir. Edip Harabî’nin buyurduğu gibi:

“Daha Allah ile cihan yok iken

Biz anı var edip Zişan eyledik

İsmi şöyle dursun cismi yok iken

Hanemize alıp mihman eyledik.”

Kâinatta var olan her eser, kâmil insanın sanatıdır. Arifin buyurduğu gibi, “Suret suretsizlikten vücuda geldi.” Evet, varlık peteğini ören arıdır, arıyı vücuda getiren mum ve petek değildir mi? Arı, mürşid-i kâmildir; mürşid-i kâmil, Hakk’ın zatıdır; şekil ve çokluk onun imal ettiği mumdur. O hâlde şekil ve cisim ondan meydana geldi, O şekil ve cisimden meydana gelmedi.

Şarap (aşk) ondan sarhoş oldu, O şaraptan değil. Bu demektir ki, hakikat temelde madde değil, ruhtur. Ruh ve şuur, materyalist yaklaşımda olduğu gibi araz (belirti) değildir.

Çünkü araz kâinattır, yani maddedir, insan ise cevherdir. Yaratıcı eserini insanla seyreder; zira insan Hakk’ın gözü ve eseridir. “Mümin müminin aynasıdır” sözü, bundan ibarettir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de El-Mümin’dir. İman eden kula da mümin denir. Yani, “Mümin müminin aynasıdır” demek, “Tanrı onda, o aynada tecelli etti” demektir.

Hz. Mevlana’nın buyurduğu gibi: “Gözümüze bak da Hakk’ın cemalini gör. Bu gerçeğin ve katıksız bilginin ışığıdır. Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder. Sakın bu sırrı açıklama, kanını yere dökerler.” Ey Hak yolun yolcuları! Murat insandır ama yine de oraya buraya koşuyor. Hz. Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli (k.s.)’nin buyurduğu gibi:

“Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu, ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık, her şey sensin. Âlemde ne varsa senden dışarı da değil. Sen her ne ararsan kendinde ara, çünkü aradığın her varlık sende.” Hz. Ali (a.s)’ın “Ene’l-Kuran’un-natık” (Ben, Hak kitabının canlısıyım) sözü yukarıdaki manaya işarettir.

Ey Tanrı sırrının keşifçileri! Bize verilen bu şeref bedava değildir. Bu şerefin beraberinde getirdiği sorumluluk vardır, ıstırap ve gözyaşı vardır. Çünkü insanın kudret ve şerefinin temelinde Tanrı’dan çilesi vardır, kavuşma özlemi vardır ve aşkın gözyaşları vardır. Çünkü yaratıcı ile aynı olan öz, yaratılan bir kalbin içine konmuş ve ana rahminden bu âleme atılmış.

Fakat öz çırpınmakta ve aslına kavuşma hasreti içerisinde inlenmektedir. Hani bülbülü altın kafese koymuşlar da o yine vah vatanım, vah vatanım deyip özün hasretinden yanmış tutuşmuş ya, işte insan ruhu da nefsinden kurtulup aslına kavuşma hasreti ve ıstırabı içerisindedir. Bu acıyı dindirmenin çaresi, özü nefsin boyunduruğundan kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmaktır.

Hayat serüveni, ölümsüz olan özün ölümlü binek (beden) üzerinden gerçekleşen bir yolculuktur. Çünkü özün bineği maddeden meydana geldiği için ölümlüdür. Ama öz Tanrısaldır ve ölümsüzdür.

Yer yüzünde var olan her şey Tanrının perdelenmiş suretidir. Yüce Allah her şeye perdeli tecelli ettiği için yer yüzü envay-ı türlü güzellikle kendisini nakşediyor. Eğer Allah yeryüzüne perdesiz tecelli etseydi, her şey yanar helak olurdu. İnsandaki tecelliyat da perdelidir ve bu perde özü gizleyen bedendir.

Hani cenabı Allah Musa (a.s)’ın ısrarıyla dağa tecelli etmiş de dağ param parça olmuş ya, işte o hal perdesiz tecelli hali idi.

Ey aşkı dileyen! Allah ile insan sadece birbirinin uzağına düşmüştür. Bu ikisinin arasına perde olan berzah ise nefistir. İnsan sorumluklarının bilincine ererse o berzah perdesi ortadan kalkacaktır.

Çünkü ahdi olmayanın imanı olmaz. Hak yoluna giriş hizmet iledir. Bu hizmette bulunan kişi nefsine tolerans tanımaz. Çünkü nefsin meyli leşedir, aşkı ise et ve kan hoşnutluğudur. Dünya iğreti nicelerini nefsin kazığına bağladı da gıdaları arpa ve saman oldu. Senin gıdan Hakkın muhabbeti olsun. Çünkü o muhabbet seni ebedi kılar, ölümsüzleştirir.

Bir beden nasıl ki, topraktan aldığı gıdalarla yaşamını sürdürüyorsa, ruhumuz da Hakkın muhabbetiyle diri kalır. Aksi takdirde sırf nefsiyle diri kalan ölü sayılır ve hayvan mesafesindedir. Sen temizliğe evvela kendinden başla. Başkasıyla uğraşmak için heba ettiğin zamanı kendinle uğraşmaya heba etseydin, kendi vücut astronomisinin uzmanı olurdun ve kendini keşfederdin ki, “Men aref’e nefsehu fakat araf’e Rabbe’hu” sırrına agah olurdun.

Hz. İsa (a.s)’ın buyurduğu gibi; “Mürailer gibi çanağın (vücudunun) dışını temiz tutuyorsun ama çanağın içini pis tutuyorsun” Gönül temizlenmemişse ve ibadet bedenden gönüle inmemişse, o beden lağım çukuruna benzer. Çünkü o çukurun dışı süslü taşlardan gayet güzel örülmüş bir kuyu, ama içi pislik dolu.

Zalim ve obur olan Padişahın biri, bir gün camiye namaz kılmaya giderken Hint kumaşlarından en güzel giysiler giyerek caminin yolunu tutar. Halk, padişahı selamlayarak camiye kadar olan geçişinde eşlik eder. Fakat bu geçiş esnasında, yolun üstünde hiç istifini bozmadan duvarın dibinde oturan bir ihtiyar padişahın dikkatini çeker ve ihtiyarın huzuruna varır;

“Ey ihtiyar! Sana bir şey sorsam cevaplar mısın?” der. İhtiyar ise: “Soracağınız soruya bağlı” der. Padişah: “Bu değerli kumaşlardan giydiğim elbiselerle namaz kılmam caiz midir” der. İhtiyar ise: “Köpek işerken, idrarı sıçrarsa ne olur sıçramazsa ne olur?” der. Bu söz padişaha çok ağır gelir, tacı ve tahtı bırakarak kendi vücudunun padişahı olmaya çalışır.

Ey at misali nefsinin kazığına bağlanmış zavallı! Nefsin arpa çuvalını başına geçirmiş ve sen o çuvalın içindeki yemden başka bir şey göremez hale gelmişsin. Gök yüzünden her an şaşılacak bir ses geliyor da, fakat sen onu duyamıyorsun.

Çünkü boynunda illeti olanların güneşe başını kaldırması mümkün değil. Dindar, din ile hallenen ve onunla hem dem olandır, adıyla avunan değil. Nefsin tarlasında işkembesini doldurmakla meşgul olanlar şeytanın palanını sırtına vurmuş ve onun binekliğini yapan hiziplerdir.



Nefis ateşine büründüm

Belli kan bir hale geldim



Bir çok günahlar işlerdim

Haramı bilmez dişlerdim

Hep güzelleri düşlerdim

Gafletten uyana geldim

Vardım Mürşide ben oldum

Sandım ki yeniden doğdum

Sefil bir günahkar oldum

Yaramı sarmaya geldim

Bir dilberin sevdasına yanarım

Dökerim göz yaşımı gizli gizli

Viran idi yeşerdi gönül bağım

Ağlarım tenhalardan gizli gizli

Çar anasır şeş cihetten var etti

Direkler üstünden bir bina yaptı

Yüz on dört sureden bir nur halk etti

Gezindi benimle hep gizli gizli


Günahkarım bana benden olur yar

Ara bul tabibi yaraları sar

Harabe yerlerde etme intizar

Hakkın Kâbesine gir gizli gizli


Gönül Kâbesine secde kılmayan

Menzilini görmez amaya benzer

Âlem bir hayaldir anı bilmeyen

Gaflet uykusunda kalmışa benzer


Arifler dediğin abı hayattır

Münkirler içemez ondan ıraktır

Hakkın emri müminlere sırattır

Kıldan ince kılıçtan keskine benzer


İlim bir deryadır anı bilmeli

Varıp aşkın deryasına dalmalı

Ol bahirde ince mercan bulmalı

Bulmayan kör zelil kalmışa benzer


Günahkâr bu sırrı eyleme beyan

Daha çiğsin aşkın ateşine yan

Muhammed Ali’ye bu canı kurban

Vermeyenler haktan cüdaya benzer


Ey zahit olmadan evvel bu cihan

Belli best eyledik ol Hakka heman

Çilesin çekmeyen bulur mu derman

Dermanım beklerim Süphan elinden


Gâh ağlarım akan pınarlar gibi

Gâhi estim feryat eden yel gibi

Başımı taşlara vurdum sel gibi

Sardırsam yaramı Lokman elinden


Gâhi Mecnun gibi çöl ettin beni

Gâhi Kerem gibi kül ettin beni

Gâhi Şirin için yol ettin beni

Ben Kamberim içtim Ali meyinden


Gâhi vahdetinde saldı misale

Gâhi ten giydirip koydu bu hale

Mehdini etmeye getirdi dile

Bülbülüm zardayım gülün elinden

Günahkarım aşkı eyledim beyan

Hak kendini kulda eylemiş pinhan

Aşık olanlara gerekmez burhan

Sevdam delilimdir sazın telinden

-----------------------------

Tarih


Müminlerin Emiri Hz. Ali(a.s) İkinci Bölüm

Mehdi ÖNDER

Önceki yazımızda Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s)’ın yaşamının beş dönemde incelenmesi gerektiğini belirtmiş, doğumundan Bi’sata ve Bi’sat’tan Hicret’e kadar geçen süreden müteşekkil birinci ve ikinci dönemlerini özet olarak gözden geçirmiştik. Bu yazımızda Hazret’in yaşamının üçüncü dönemi olan Hicret’ten Allah Resulü’nün vefatına kadar olan dönemini ana hatlarıyla kısaca ele alacağız.

3. Dönem

(Hicret’ten Peygamber (s.a.a)’in Vefatına Kadar)

Ali (a.s),Peygamber (s.a.a)’in Kardeşi

İslâm kardeşliği, İslâm dininin içtimaî esaslarındandır. Peygamber (s.a.a), bu kardeşlik bağını oluşturup sağlamlaştırmak için büyük çaba sarf etmiştir. Resulullah, Medine’ye girdikten sonra Muhacirler ile Ensar arasında kardeşlik ahdi yapılmasını kararlaştırdı. Bu amaçla bir gün Müslümanların toplu olduğu bir sırada ayağa kalktı ve şöyle buyurdu:

“Allah yolunda ikişer ikişer kardeş olun.” Müslümanlar ikişer ikişer birbirlerinin elini sıktılar. Böylece aralarındaki vahdet ve bağlılık daha da sağlamlaşmış oldu. Bu ahitleşmede, kardeş olanların iman, fazilet ve diğer yönlerden şahsiyetinin birbirine denk olmasına riayet ediliyordu.

Bu konu, kardeş olanların durum ve hâlleri incelenince açıkça ortaya çıkar. Orada bulunanların her biri için bir kardeş seçildi, en sona Ali (a.s) kaldı. Gözleri yaşla dolu bir hâlde Resulullah’a şöyle arz etti: “Beni kimseyle kardeş etmedin.” Resulullah şöyle buyurdu: “Sen benim iki cihanda kardeşimsin.”[1] Sonra kendisiyle Ali (a.s) arasında kardeşlik ahdi yaptı.[2] Bu olay, Ali (a.s)’ın azamet ve faziletinin ölçüsünü ve onun Resulullah (s.a.a)’e ne kadar yakın olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.


Alevilikte Peygamber İnancı

Odkan ERDENAY

Alevîliğin inanç esaslarından birisi Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve ondan önce Allah tarafından gönderilmiş Kur’an’da adı geçen veya geçmeyen bütün peygamberlere inanmak ve onların insanlara öğretmiş ve açıklamış olduğu bütün esaslara iman etmektir. Gerek Hz. Muhammed ve gerekse de o hazretten önceki birçok peygamberin adını ve mücadelelerini Alevî edebiyatında açık şekilde görebiliriz.

Peygamberler, Allah’ın kötülüklerden arındırılmış ve insanlığa mutluluğu ve huzuru temin edici dosdoğru yolunu insanlara öğretmek için görevlendirilmiş elçilerdir. Bunun için Üstadımız Pir Sultan Abdal bir şiirinde şöyle demektedir:

‘Yol içinde yol ararsan

Yol Muhammed Ali’nindir.

Yetmiş iki dil içinde

Dil Muhammed Ali’nindir’[1]

Yine Pir Sultan Abdal bir başka şiirinde Muhammed ümmetinin bir bireyi olduğunu şu mısralarla dile getirmektedir:

‘Kırkımız da bir katara[2] dizildik

Hakk’a Muhammed’e ümmet[3] yazıldık’[4]

Kul Himmet ise Hz. Muhammed’e olan bağlılığını şu mısralarla anlatmaktadır:

‘Cümle[5] bir mürşide[6] demişler beli[7]

Tespihleri[8] Allah, Muhammed, Ali

Meşrebi[9] Hüseynî, ismi Alevî

Muhammed Ali’ye çıkar yolları’

Hz. Muhammed’den önce ki peygamberlerle ilgili olarak yine Alevî edebiyatı zengin bir külliyata sahiptir.

‘Adem Sefiyyullah atam hakkıyçün

Muhammed Mustafa Hatem[10] hakkıyçün

Eyyuba verdiğin sitem hakkıyçün

Bizi dergâhından mahrum eyleme’[11]

‘Ben bir kelâm[12] Hazret-i Musa’dan soram

Günahkârım günahımı bağışla’[13]
Peygamberlere Duyulan İhtiyaç

Biz bundan bir müddet önce yayımladığımız ‘Alevîlikte Allah İnancı’ başlıklı makalemizde evrenin bir yaratıcısının olduğunu ispat etmiş ve Alevî şairlerinin içli şiirleri ile bu konuyu açığa kavuşturmuştuk.

Böylece de ilgili makalemizde kendilerine ateist ismini veren insanların yanlış inançlarını çürütmüştük. Kendilerin teist diyen bazı insanlar ise bir yaratana inanırlar, fakat peygamberlerin gereksiz olduğunu ileri sürerek peygamberleri -hâşâ- yalancı ilân ederler.

Oysa Alevîlik yaratıcının insanı ve diğer mevcudatı yarattıktan sonra köşesine çekildiğini(!) ve insanı bu âlemde yalnız bıraktığını kabul etmez. Çünkü eğer Allah insanı yaratmışsa onu mutluluğa götüren bir yolu da insana öğretmelidir. İnsanlara yardım etmeli, elinden tutmalı ve onları rahmeti ile sarmalıdır. Nitekim ünlü Alevî ariflerinden Üstat Kaygusuz Abdal bir şiirinde teistlerin bu yaratıcı inancı ile şöyle alay etmektedir:

‘Garip kulun yaratmışsın

Derde mihnete[14] katmışsın

Onu âleme[15] atmışsın

Sen çıkmışsın uca Tanrı’[16]

Evet, Alevîlikte Allah insanları dünyaya atıp kendi köşesine çekilmiş değildir. Aksine O, her soluk alış verişimizde yanımızdadır. Bize şahdamarımızdan daha yakındır. Bizim neye gerek duyduğumuzu bizden daha iyi bilir, çünkü bizi O yaratmıştır ve hiçbir şey ona gizli değildir.

Bazı teistler diyorlar ki: ‘Peygamberlerin bize rehberlik yapmalarına gerek yok, rehber olarak akıl yeter.’ İyi ama akıl acaba yalnız başına insanı mutluluğa taşıyabilir mi? Acaba gücü buna yeter mi? Diğer taraftan akıl,

ama hangi akıl? Yeryüzünde kaç tane insan varsa o kadar da akıl var. Bütün insanları kapsadığını iddia ettikleri ve adına evrensel akıl denilen şey de ancak hükmünü birkaç konuda yürütür, bütün insanları ve insanın bütün boyutlarını kapsayan kuşatıcı bir özelliği yoktur.

Tıpkı ahlâk kuralları gibi, tüm toplumlar için geçerli olan kuralların yanında tüm toplumlarda geçerli olmayan kuralları da vardır. Öyleyse akıl yalnız başına insana mutluluğu veremez. Diğer taraftan bir kısım insanın yapmış olduğu kurallara,

diğer bazıları itiraz etmektedir. Günümüzde yaşanan bu savaşlar ve kargaşa ortamı bir açıdan insanların kendi akıllarının ürettiği kanunlara karşı çıkışla açıklanabilir. Kaldı ki birçok insanın maddî arzuları, menfaatleri, içgüdüleri çoğu zaman aklına galip gelmektedir. Bu kadar çabuk ve kolay yenilen bir güç, nasıl olurda insanı mutluluğa götürebilir?

Bazıları ise Allah’ın direk olarak insanlara doğruları anlatmasının gerektiğini iddia ediyorlar. Halbuki bu da çocukça ve mızmızlık yapmak için ortaya atılmış bir iddiadır.

Açıktır ki, Allah eğer vasıtasız olarak insanlara doğruları söylese idi, insanlar kayıtsız şartsız iman ederdi. Böylece de insan yaratılış hedefinden sapar, imtihan olanağı kalmazdı.
Toplumların Islâhında Peygamberlerin Rolü

Toplumların ıslâhı noktasında peygamberlerin belli başlı iki görevi vardır. Bunlardan birincisi Allah’tan aldığı vahiyleri insanlara açıklamak, ikincisi ise bu kurallara bağlı kalmak ve bunları kendi özel hayatında da uygulamaktır.

Nitekim bütün peygamberler bize ulaşan bilgilere göre, hem Allah’tan aldıkları emir ve yasakları insanlara açıklamış, insanlara bunların hikmet ve felsefesini öğretmiş ve hem de bu emir ve yasakları kendi hayatlarında harfiyen uygulamışlardır.

Toplumların ıslâhında peygamberlerin rolüne değinirken Hz. Muhammed’den önce Arap toplumunun hâlini anlatan Hz. Fatıma’nın şu sözlerine kulak verelim:

‘Sizler Hz. Resul-i Ekrem[17] gelmeden önce ateş dolu bir uçurumun kenarında idiniz; o hâlinizle taşın dibinde kalan, hemen içip tüketilecek olan bir yudum suydunuz;

aç kişinin fırsat gözetmeden, mühlet beklemeden kapıp yiyivereceği bir lokmaydınız; düşmanların ayakları altına düşmüş bir toplumdunuz; içtiğiniz çöldeki deve sidiği ile dolmuş, hayvan pisliği ile kokuşmuş çukur suyu idi.

Yediğiniz tabaklanmamış deri ile hazırlanan yemekti. Aşağılık bir hâle düşmüştünüz, insanların ayakları altına düşmekten korkuyordunuz. Allah Tebarek ve Tealâ, babam Muhammed (s) vasıtasıyla sizleri güçlülerin belâsına uğradıktan, Arab’ın kurtlarına lokma olduktan, kitap ehline tutsak olduktan sonra kurtardı.’[18]

Bu noktada bir de Hz. Ali’ye kulak verelim ve özelde Hz. Muhammed’in ve genelde ise bütün peygamberlerin gönderiliş hedefini o hazretten dinleyelim:

‘(...) Sonunda noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, vaadini yerine getirmek, elçiliğini tamamlamak için Resulullah Muhammed’i göndermiştir. (...) O gün yeryüzündekiler, ayrı ayrı yollara sapmışlardı;

darmadağın dileklere sarılmışlardı; dağınık yollara sapıtmışlardı. Kimisi Allah’ı onun yarattığı şeylere benzetmedeydi; kimisi adını anarken batıl yola gitmedeydi; kimisi de ona şirk koşup sapıklık etmedeydi. Derken onunla sapıklıktan kurtardı onları, vücudunun bereketi ile halâs etti onları (...)’[19]


Peygamberler Nasıl Seçilir?

Allah Tealâ yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

‘Allah’ın kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskandıkları için Allah’ın indirdiğini inkar ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir.’[20]

Ayetten anlaşıldığı üzere peygamberlik ancak Allah’ın bir ihsanıdır.
Peygamberlerin Sayısı

Kur’an-ı Kerim’de Allah Tealâ peygamberlerin sayısını tam olarak vermez. Sadece her topluma mutlaka bir peygamber gönderildiğinden bahseder.[21] Ancak Hz. Muhammed ve On İki İmamlardan nakledilen hadislerde yüz yirmi dört bin sayısı verilir.

Nitekim Hz. Muhammed’den nakledilen bir hadiste şöyle denilmektedir: ‘Allah yüz yirmi dört bin peygamber göndermiştir. Onların en üstünü benim. Her peygambere bir vasi ve vekil de tayin etmiştir. O vasilerden en üstünü de Ali’dir.’[22]

17. yy. Alevî şairlerinden Derviş Muhemmed bu hadisi teyit edercesine yüz yirmi dört bin peygamberin hak olduğunu ve Hz. Muhammed’in de bunların en üstünü olduğunu şöyle dillendirmektedir.

“Yüz yiğirmi dört bin peygamber haktır

Onların ervahı[23] ezelden[24] paktır[25]

İlla Muhammed’in manendi[26] yoktur

İncil, Zebur, Tevrat, kaf Kurân indi.”[27]
Kur’an-ı Kerim’de Adı Geçen Peygamberler

Kur’an-ı Kerim’de daha önce de belirttiğimiz gibi peygamberlerin tam sayısı verilmemiş, bazılarının hayatları uzun-uzun anlatılmış, bazılarının ise sadece adları anılmıştır.

Kur’an’da adı geçen peygamberler şunlardır: Adem, Davud, İlyas, Eyyub, Harun, Musa, Hud, İbrahim, İsmail, İdris, İsa, Lokman, Lut, Nuh, Salih, Süleyman, Şuayb, Üzeyr, Yahya, Yakub, Yunus, Yusuf, Zekerriya, Zülkarneyn, Zülkifl, Zünnun ve Muhammed. (Allah’ın selâmı hepsine olsun)


Ulü’l-Azm Peygamberler

Kur’an-ı Kerim’de bir ayette Allah Tealâ peygamberimiz Hz. Muhammed’e şöyle demektedir: ‘Azim sahibi peygamberler gibi sabret’[28] Ancak On İki İmamlardan bize ulaşan rivayetlerde bu konu açıklanmıştır. İmam Muhammed Bâkır aleyhisselam şöyle buyurmuştur: ‘Ulü’l-Azm peygamberlerin sayısı beştir. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed.’[29]

Bu beş peygamberin azim sahibi ve peygamberlerin büyükleri olarak adlandırılmalarının sebebi, kendilerinin bizzat şeriat sahibi olup, başka peygamberlerin şeriatlarına tâbi olmamalarıdır.


Peygamberlerin Görevi

Çoğu kere insanlar yaşadıkları ülkelerde fikirlerin, ideolojilerin ve yaşam tarzlarına kadar tüm ayrıntıların tepeden inme yöntemlerle, yani baskı ve zorla kendilerine dikte edilmesinden yola çıkarak peygamberlerin de benzer yöntemler kullandıklarını iddia etmektedirler.

Çünkü peygamberlerden bir kısmı da devlet kurmuş ve yönetmişlerdir. Yani maddî iktidarları olmuştur veya en azından bunu da talep etmişlerdir. Ancak şu unutulmamalıdır ki, peygamberler her şeyden önce birer manevî otoritedirler. Maddî iktidarları ise bu manevî otoritenin kontrolü ve denetimi altında kalmıştır.

Diğer taraftan Hz. Muhammed’den ve On İki İmamlardan aktarılan birçok hadiste imanın ‘sevgi’ olduğu ve sevginin de zorlamayla ikame edilmeyeceği üzerinde ısrarla durulmuştur. Öyleyse peygamberlerin görevi açık bir tebliğdir.

Nitekim Kur’an’da bu konu açıklıkla dile getirilmiştir. Peygamberlerin görevleri tebliğ etmek, müjdelemek, uyarmak olarak bildirilmiş ve zorlama kesin bir dille yasaklanmıştır: ‘Peygamberlere düşen yalnız açık bir tebliğdir’[30], ‘Sen ancak bir uyarıcısın. Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik.

Her millet için mutlaka bir uyarıcı bulunmuştur.’,[31] ‘Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederdi. O hâlde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın?’[32]


Peygamberlerin Masumiyeti

Alevîlik inancında peygamberlerin hepsi masumdur, yani her türlü hata ve günahtan beridir. Derviş Muhemmed’in az önce aktardığımız şiiri zannedersek buna güzel bir örnektir.

“Yüz yiğirmi dört bin peygamber haktır

Onların ervahı ezelden paktır

İlla Muhammed’in manendi yoktur

İncil, Zebur, Tevrat, kaf Kurân indi.”[33]

Yüce Allah kitabında defalarca kez peygamberlere itaati farz etmekte, onlardan bazılarının gayb bilgilerine sahip olduğunu ve onların kendi heva ve heveslerinden konuşmayacaklarına işaret etmektedir. Çünkü peygamberler topluma örnek olan insanlardır ve insanlara açıkladıkları ilkeleri ilk önce kendileri hayata geçirmelidirler.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, Sünnî kardeşlerin bazı alimleri -hâşâ- peygamberlerin masum olmadıklarını iddia etmişler ve hatta bazıları Hz. Muhammed’e hata ve günah isnat ederek,

bu tür rivayetler uydurmuşlardır. Bir rivayete göre, Hz. Muhammed -hâşâ- Bedir esirleri konusunda hataya düşmüş, bu hatadan o hazreti, Ömer b. Hattab kurtarmış.[34] Diğer bir rivayette Resulullah -hâşâ- gazaplanır,

gazaplanınca lâneti hak etmeyen birine lânet eder ve sonra şöyle dermiş: ‘Ey Allah’ım! Ben sadece bir beşerim Müslümanların hangi birine lânet etsem veya sövsem, sen bunu onun için bir sadaka ve rahmet karar kıl’[35]

Aktarmaktan hayâ ettiğimiz bunlar gibi daha onlarca rivayet ne yazık ki, Sünnî kardeşlerin hadis ve tarih kitaplarında aktarılmıştır. Ancak hadis ilmi açısından yapılacak olan kısa bir araştırma bütün bu rivayetlerin asılsız olduğunu, ancak kendi günahlarına kılıf hazırlamak isteyen Emevî ve Abbasî halifelerinin uydurmaları olduğunu ortaya çıkaracaktır.

Mucize Nedir?

Mucize, en kısa tanımı ile insanları acze düşüren şey demektir. Daha geniş bir tanım ile peygamberlerin insanlara tebliğ ettikleri davada haklı olduklarını göstermek için Allah’ın izni ve yardımı ile yaptıkları doğa üstü olaylardır. Bunlar karşısında insanlar tamamıyla âciz kalır.

Peki insanların acze düşmesinde peygamberlerin ne gibi bir kazancı olur? Yada bu durum peygamberlere ne sağlar? Tabiî ki bu mucizeler peygamberliğin ispat yollarından biridir.

Çünkü bazı insanlar peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin mükemmelliğine rağmen mucize isterler. Mucize göstererek peygamberler birçok insanın iman etmesini sağlarlar, iman etmeyenlerin ise mazeretlerini ortadan kaldırırlar.

Doğa üstü olayların mucize olabilmesi için, mucize gösteren kişinin peygamber olduğunu iddia ediyor olması lazımdır. Aynı zamanda gösterilen mucizeyi başka hiç kimse yapamamalı ve insanlar kelimenin tam anlamı ile acze düşmelidirler.

Kur’an-ı Kerim’de mucizelerin ancak Allah’ın katından olduğu şöyle anlatılmaktadır: ‘De ki: Mucizeler ancak Rabbimin katındandır, doğrusu ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.’[36]

Alevî şairlerinden İkramî ise bir şiirinde Hz. Muhammed’e hitaben şöyle demektedir:

‘Kâbe-i[37] şeriattir[38] kuluna tebah[39]

Keramet[40] sahibi aynı beytallah[41]

Sen kerem[42] kanisin[43] ya habiballah[44]

Tamam mucizatın[45] her yana düştü.’[46]


Son Resul

Hz. Muhammed en son peygamber olarak insanlığa gönderilmiştir. O gönderildiğinde insanlık tam bir sapıklık ve gaflet içinde idi.

Hz. Muhammed değişik rivayetler bulunmakla birlikte Miladî 570 yılında Rebiyülevvel ayının 17. günü Mekke şehrinde dünyaya geldi. Babası Abdullah, annesi Amine’dir. Babası daha efendimiz doğmadan vefat etti. Ardından annesini ve dedesini kaybetti. Bundan sonra bakımın amcası Hz. Ebu Talip üstlendi.

Amcası ile ticaretle meşgul olurken dürüstlüğü ve ahlâkı ile tanındı ve ‘Güvenilir Muhammed’ anlamına gelen ‘Muhammed’ül-Emin’ lakabını aldı. Ardından

Hz. Hatice ile evlendi.

Hira dağında Sevr mağarasında 40 yaşında iken peygamberlik ile görevlendirildi. İlk üç yıl halkı gizli olarak davet etti, ardından açık davete başladı. Açık davet ile bir çok kişi ile açıkça mücadeleye zorlandı. Müslümanlara eziyet arttı. Ardından Medine’ye hicret başladı.

Medine’de bir devlet olmanın tüm gerekleri yerine getirildi. Bedir, Uhud, Hendek savaşları ile Hayber’in fethinden sonra nihayet Mekke de alındı. 63 yaşında ise risalet görevini tamamlayarak ebediyet âlemine intikal etti. Ruhlarımız ona feda olsun![47]
Kur’an-ı Kerim

Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’e ilk vayhin geldiği andan itibaren risaletinin son anlarına kadar indirilen ayetlerin toplanması ile oluşmuş Müslümanların kutsal kitabıdır.

Bazı rivayetlerde Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’in kalbine bir bütün olarak Kadir Gecesinde indirilmiş ve olaylar vaki oldukça Hz. Muhammed ayetleri teker teker insanlara açıklamıştır.

Alevî inancına göre, Kur’an-ı Kerim Hz. Ali tarafından bugünkü şekli ile toplanmış ve Hz. Muhammed’e sunulmuştur. Onda hiçbir değişiklik ve ekleme yapılmamış, her türlü tahrifata karşı On İki İmamlar tarafından itina ile korunmuştur. Nitekim Pir Sultan Abdal bir şiirinde şöyle demektedir:

‘Pir Sultanım eydür şad olup güldü

Kâbe-i şeriften bir nida geldi

Hakk’ın emri ile dört kitap indi

Okuyan Muhammed, yazan Ali’dir’[48]

Yine Alevî şairlerinden Haşimî der ki:

‘Haşimî der şah-ı[49] cihan[50]

Gönlünde hak olan mihman[51]

Bizimdir ayet-i[52] Kur’an

Biz asıl didar[53] ehliyiz.’[54]

İslâm Deyince

Yüce Allah kitabında şöyle demektedir: ‘Bugün dininizi kemale erdirdim ve size din olarak İslâm’ı seçtim.’[55] Üstadımız Pir Sultan Abdal da İslâm’ın adını açıkça zikrederek şöyle demektedir:

‘Muhammed kılavuz mahşer yerinde

İslâm’ın sancağın çeken Ali’dir.’[56]

İslâm deyince aklımıza gelen sadece bir inanç olmamalı, aksine hayatımızın her anını ve her saniyesini kuşatan bir yaşam biçimi gelmelidir. Çünkü İslâm demek, Allah’ın bize buyurduğu emir ve yasakların, sevgi ve bilgi temelinde yükselmesi ve hayatımızı şekillendirmesi demektir.


Hatemiyet

Bütün Müslümanlar gibi Alevîler de Hz. Muhammed’in hatem, yani en son peygamber olduğuna inanırlar. Peygamberimizden sonra hiçbir nebi ve resul gelmeyecektir. Çünkü ayette de bildirildiği gibi, din tamamlanmıştır.

Yüce Allah kitabında der ki: ‘Muhammed erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Sadece Allah tarafından gönderilmiş sonuncu peygamberdir’[57]

Yine Hz. Ali, Hz. Muhammed’in sonuncu peygamber olması ile ilgili şöyle demiştir. ‘Odur kendinden önce gelip geçen peygamberlerin sonuncusu olan, kapanmış şeyleri açan, hakkı hak üzere ilân edip yayan, ortaya koyan. Odur batılların coşup köpürüşlerini gideren, sapıklıkların saldırışını kırıp geçiren.’[58]

Alevî inancında hatemiyet ile, yani peygamberliğin kesilmesi ile bu defa velâyet dönemi başlamıştır. Bu defa İmamlar İslâm dinini ve Allah’ın hükümlerini korumuş ve yaymışlardır. Nitekim Kul Himmet bir şiirinde şöyle der:

‘Muhammed hatem peygamber oldu

Ali evliyaya şah server oldu.’[59]

[1]- Şiirin tam metni için bkz. Abdulbaki GÖLPINARLI - Pertev Naili BORATAV, 1991, Pir Sultan Abdal, Der Yay.

[2]- Katar: Birbiri arkasına dizilmiş şeyler dizisi.

[3]- Ümmet: Bir peygambere inanların tamamı.

[4]- Aynı eser.

[5]- Cümle: Hepsi

[6]- Mürşit: İrşat eden, doğru yolu gösteren, kılavuz, rehber

[7]- Beli: Tamam, evet, hayhay

[8]- Tespih: Zikir

[9]- Meşrep: Yaratılış, tabiat, huy

[10]- Hatem: Son, Son peygamber

[11]- Şiir Derviş Muhemmed’e aittir. Şiirin tam metni için bkz. Saadettin Nuzhet ERGUN, On Yedinci Asırdan Beri Bektaşî-Kızılbaş Alevî Şairleri ve Nefesleri, İstanbul Maarif Kütüphanesi, s.26

[12]- Kelâm: Söz

[13]- Şiir Fakir Edna’ya aittir. Şiirin tam metni için bkz. ERGUN, aynı eser, s. 34

[14]- Mihnet: Sıkıntı, eziyet, tasa, dert.

[15]- Âlem: Dünya

[16]- Rıza YÜRÜKOĞLU, Okunacak En Büyük Kitap İnsandır; Tarihte ve Günümüzde Alevîlik, Alev Yay., İst., 1992 s. 198

[17]- Resul-i Ekrem: Hz. Muhammed

[18]- Ayan’üş-Şia, 1/316

[19] İmam Ali, Nehc’ül-Belâğa, s. 27

[20]- Bakara/90

[21]- Fatır/24, Nahl/36 vb.

[22]- Bihar’ul-Envar, 11/30

[23]- Ervah: Ruhlar

[24]- Ezel: Başlangıcı olmayan geçmiş zaman.

[25]- Pak: Temiz, kirlenmemiş.

[26]- Manend: Benzer, eş

[27]- ERGUN, aynı eser, s. 27

[28]- Ahkaf/35

[29]- Bihar’ul-Envar, 11/33

[30]- Ankebut/18

[31]- Fatır/23-24

[32]- Yunus/99

[33]- ERGUN, aynı eser, s. 27

[34]- Bu hadisi Ahmed b. Hanbel, Müslim, Tirmizî ve Ebu Davut nakletmiştir.

[35]- Sünen-i Daremî, Kitab’ur-Rikak

[36]- Ankebut/50

[37]- Kâbe: Mekke’de ‘Mescid-i Haram’ denilen mescidin tam ortasında bulunan kutsal bina. Müslümanların kıblesi. Hz. Ali Kâbe’de doğan ilk ve tek kişidir.

[38]- Şeriat: Din, Allah’ın emirleri

[39]- Tebah: Bozuk, çürük, berbat, harap olmuş, yıkılmış.

[40]- Keramet: Velilerden görülen olağanüstü işler.

[41]- Beytullah: Allah’ın evi, Kâbe.

[42]- Kerem: Asalet, asillik, soy temizliği.

[43]- Kani: İnanmış.

[44] Habiballah: Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed.

[45]- Mucizat: Mucizeler.

[46]- Kemal SAMANCIGİL, Alevî Şairleri Antolojisi, Gün Basımevi, 1946, s. 97

[47]- Hz. Muhammed’in hayatını daha sonra ayrı bir makalede işleyeceğiz.

[48]- Abdulbaki GÖLPINARLI-Pertev Naili BORATAV, Pir Sultan Abdal, Der Yay. 1991, s.131

[49]- Şah: Padişah, hükümdar, sultan.

[50]- Cihan: Âlem, kâinat.

[51]- Mihman: Misafir, konuk.

[52]- Ayet: Kur’an cümlesi.

[53]- Didar: Şühut, müşahede.

[54]- SAMANCIGİL, Aynı eser, s.84

[55]- Maide/3

[56]- Abdulbaki GÖLPINARLI-Pertev Naili BORATAV, Pir Sultan Abdal, Der Yay. 1991, s.130

[57]- Ahzap/40

[58]- Nehc’ül-Belâğa, s. 37

[59]- SAMANCIGİL, Aynı eser, s. 112


Pir Sultan Abdal'ı Anlamak

Eyup KORKMAZ

Hayatını inandığı ilkelere bağlı kalarak yönlendirmiş ve bu erdemli hayatını şehitlikle süslemiş nadir insanlardan biridir, Pir Sultan Abdal. Yönünü hakka dönen ve vicdanında adalet terazisini bozmayan herkes, Pir Sultan Abdal’ı ve onun inandığı değerler etrafındaki erdemli ve onurlu duruşunu takdir eder.

Pir Sultan Abdal’ı anlamak demek, onun bu erdemli duruşunun altyapısını bilmek demektir. Onun ne hissettiğini, davranışlarına temel olan düşüncelerini, duygularını anlamak demektir. Kısacası, Pir Sultan Abdal’ı anlamak, Pir Sultan Abdal’ı Pir Sultan Abdal yapan değerleri anlamaktan geçer.
Bu değerleri en iyi şekilde ortaya koyan da yine Pir Sultan Abdal’ın kendisidir. O, kendinden sonraki nesillere armağan ettiği şiirlerinde bu değerleri herkesten daha iyi ve en güzel şekliyle ortaya koymuştur.

Bunun içindir ki, Pir Sultan Abdal’ı anlamak isteyen, onun onur dolu yaşamanı görmek isteyen, onun hangi inançları savunduğunu, hangi değerlere sahip çıktığını ve hangi değerler uğruna varlığını feda etmeyi göze aldığını kavramak isteyen, onun şiirlerine bakmalıdır.

Onun yüce hikmetleri içeren şiirlerini okumalı, analiz edip derinlemesine düşünmelidir. Eğer bunu yaparsa görecektir ki, hiçbir kimse Pir Sultan Abdal’ı Pir Sultan Abdal’dan daha iyi anlatamaz, daha iyi sunamaz.


Din Anlayışı

Pir Sultan Abdal, her şeyden önce bir Müslüman, bir Muhammedîdir. Hz. Muhammed’in peygamberliğini, Allah’tan vahiy aldığını kalbinin en derinliklerine yerleştirmiş, o aydınlık dolu kalbinin en temiz köşesine bunu işlemiştir. Pir Sultan Abdal der ki:

‘Muhammed dinidir bizim dinimiz

Cibril Emin’dir hem rehberimiz

Tarikat altından geçer yolumuz

Biz müminiz, mürşidimiz Ali’dir.’

Evet o, din olarak İslâmiyet’i sahiplenmiştir; hem de İslâmiyet’in en saf ve berrak olanını, yani Ali ve Ehl-i Beyt kanalından gelen İslâmiyeti. O hâlde Pir Sultan Abdal Muhammedî’dir. O, Hz. Muhammed’i Allah Teala’nın en yüce ve son elçisi olarak görmekte ve böyle inanmaktadır.

‘Muhammed bizimdir, Ali bizimdir

Erkânı bizimdir, yolu bizimdir.’
Şeriat Anlayışı

Ona göre şeriatın göğe çekilmesi, âlemin zulüm ile yakılmasıdır. Çünkü şeriat, yani Muhammedî adalet ve yönetim şekli, insan onurunu ayaklar altına almayan yegane yönetim ve yaşam biçimidir. O der ki:

‘Şeriat göğe çekildi

Yüz suyu yere döküldü

Âlem zulm ile yakıldı

Kıyametten işaret var.’
Kur’an’a Bakışı

Pir Sultan Abdal, Kur’an’a bağlıdır. Kur’an’a iman etmiştir, onda yazılan her şeyi kabul etmiş, özümsemiştir. Öyle ki, Kur’an’ı ortaya koyarak insanlara meydan okumaktadır ve insanları Kur’an vasıtasıyla İslâm’a davet etmektedir. O der ki:

‘Pir Sultan’ım Haydar heman

Dağları bürüdü duman

İşte İncil, işte Kur’an

Seçebilirsen gel beri.’

Mezhebi

Kendi şiirlerinde Pir Sultan Abdal, defalarca Caferî mezhebine mensup olduğunu yineler. Defalarca On İki İmamları zikreder; o hazretlerin önünde saygıyla eğilir. Gelin Pir Sultan Abdal’a kulak verelim:

‘Biz Muhammed Ali kullarındanız

Nesl-i Âl-i Aba soylarındanız

İmam-ı Cafer’in mezhebindeniz

Server Muhammed’e peymana geldim.’

‘Senin aşıkların semaın tutar

Kadir geceleri şemalar yanar

Mezhebim İmam Cafer’e uyar

Gel dinim imanım, İmam Hüseyin.’

‘Didar defterine geçtim

Münkir münafığı seçtim

Mezhepte Cafer’e düştüm

Firdevs-i A’lâ içinde.’

Not: Bu sayıda başladığımız ‘Pir Sultan Abdal’ı Anlamak’ üst başlığı ile yazı dizimizin ilki, ‘Pir Sultan Abdal’ın Kimliği’ne kısa bir bakış niteliğindedir. Bir sonraki sayıda ‘Pir Sultan Abdal’da Allah İnancı’ konusunu kaleme alacağız.

Alevilikte Dolu Kavramı

Mehmet Ali BEKLEYEN

Çocukluğumuzdan beri duyduğumuz ve çoğu kere dem, bade ve şerbet gibi kavramlarla da ifade edilen dolu kavramı acaba Alevîlikte neyi karşılamaktadır? Acaba dolu kavramı bazı araştırmacıların dediği gibi, bildiğimiz ve günümüz modern toplumlarında fazlaca tüketilen içki ve çeşitleri midir, yoksa bunun Alevîlikte özel bir anlamı mı vardır?

Biz bu makalemizde kısaca bu konuya değinmek istiyoruz. Elbette referansımız, günümüz aydınlarının pısırık ve cılız yorumları değil, Alevîliğin öz kaynakları, yani Alevî şairlerinin günümüze kadar ulaşmış şiirleri olacaktır.

İslâm irfanını az veya çok bilen herkes, irfanda ilâhî aşkın, yani Allah aşkının şaraba benzetildiğini bilir. Bunu Muhyiddin İbn-i Arabî’de, Mevlâna’da, Hafız-ı Şirazî’de, Niyazî’de ve diğer ariflerde görmek mümkündür.

Şiirlerinde belirttiklerine göre, bunlar hep şarap içerler; meyhaneden, puthaneden, sevgilinin yanından ayrılmazlar; sevgilinin zülüflerine vurgundurlar; namazdan, oruçtan usanmışlardır... Ama gelin görün ki günlük hayatlarında bu arifler, ibadetten başlarını kaldırmazlar. Böyle bir yaşam ve söylem çelişkisi karşısında, bize de bu ifadelerin altında başka manalar aramak düşüyor. Yani işin batınına inmek -ya da yükselmek mi deseydik- gerekiyor.

Alevî ariflerinin de şiirlerini okuduğumuzda çok derin manalar ve ifadelerle karşılaşırız. Baktığımızda onları da şaraptan, doludan, badeden, demden, aşktan, sevgiliden, meyhaneden, puthaneden...

bahseder görürüz. Ama başka şiirlerini okuduğumuzda İslâm inancını, Ehl-i Beyt mektebini en ince ayrıntısına kadar bildiklerini anlarız. Öyleyse burada da ifadelerin altında başka manalar aramaya yöneliyoruz.

On İki İmamlardan bize ulaşan rivayetlere göre, İslâm’da asıl olan şekil değil, özdür; ticaret değil aşktır. Eğer şekil önemli olsaydı, -ruhlarımız ona feda olsun- Hz. Ali İslâm’ı şekil olarak yaşayan, fakat özde bir taassup, bilgisizlik, sevgisizlik ve yobazlık inşa eden Haricî fırkasıyla savaşmaz, onları alt etmezdi; İmamlarımızdan imanın sevgi ve nefret olduğuna dair yüzlerce hadis rivayet edilmezdi.


Nitekim -ona selâm olsun- Efendimiz Muhammed’in İslâm’ın ayrıntılarından bahseden ve bu ayrıntılara uymayanları ‘...bizden değildir’ diyerek reddettiği hadisleri, bu bağlamda düşünmek, yani İslâm’ın özüne verdiği değer olarak görmek lâzım. Evet, İslâm aşktır ve İslâm’ı en doğru biçimde bizlere aktaran

On İki İmamların takipçileri olan biz Alevîler için de İslâm özdür ve aşktır. Bu dün böyleydi ve bugün de böyledir. Dün böyleydi, çünkü atalarımız, şekilciliği reddeden ve İslâm’ın öz olduğunu, aşk olduğunu anlatan binlerce şiiri ve yazılı kaynağı bize miras bırakmışlardır. Bugün de böyledir, çünkü bugün bu şiirleri ve eserleri doğru biçimde okuyan Alevîler vardır.

Alevî düşüncesinde irfan, yani aşk, kaynağı ve membaını Hz. Ali’den almıştır. Bütün İslâmî ilimlerde olduğu gibi, irfanı da Peygamberden sonra Hz. Ali yaşatmış ve insanlara öğretmiştir. On yedinci yüz yıl Alevî şairlerinden Kararsız Veli bu gerçeğin altını şu mısraları ile şöyle çizmektedir.

‘Serçeşmedir evladımız pirimiz

Pirimiz Muhammed Ali’dir bizim

Beli dediğimiz yerden dönmeyiz

Sürdüğümüz irfan yoludur bizim

Canım biz müminler ile eşleriz

Münkirleri lânet ile taşlarız

Onun için eseriz sarhoşlarız

İçtiğimiz kadeh doludur bizim’[1]

On yedinci yüzyıl Alevî şairlerinden Fakir Edna, bade içmeyeni, ne aşık sayar, ne arif ve ne de talip. Ona göre Hz. Ali’nin yolunda talip olan aşk badesini içmelidir.

‘Aşık mıdır türlü bade içmeyen

Arif metaına baha biçmeyen

Talip midir kıl köprüsü geçmeyen

İsm-i Şah, talibin yoludur Haydar’[2]

On sekizinci yüzyıl Alevî şairlerinden Kul Şükrü de Hz. Ali ile aşk dolusunu birlikte anmakta, İslâm irfanının Hz. Ali kaynaklı olduğunu tekrar etmektedir.

‘Gerçekler Ali’den dolu içtiler

Yedi nefisten ruhların seçtiler

Bu mülke konanlar konup geçtiler

Rıza ile konup göçegör gönül’[3]

Beli/evet dediği yoldan dönmez Alevîler; sürdükleri yol, Muhammed Ali’den öğrendikleri irfan yoludur; içtikleri kadeh doludur, aşk şerbetidir. On dokuzuncu asrın sonlarında yaşayıp, yirminci asrın hemen başında vefat eden Sarıkamışlı Eyüp, açıkça aşk şerbeti içmeyi tevhid inancı, yani Allah’ı birlemek olarak tanıtır.

‘Aşk şerbetin içenler

Gafletten gözün açanlar

Pervazı vurup uçanlar

Tevhide gelin tevhide.’[4]

On altıncı yüzyıl Alevî şairlerinden Kalender Abdal ise, bir şiirinde namaz kılmayı ve ibadet etmeyi “Hak’tan gelen dolu”, İslâm irfanındaki Allah’a doğru yol almayı ise, kendisine menzil gösterilmesi olarak görür.

‘Geçti seccadeye oturdu kendi

Cemali nurundan çırağ uyandı

İşaret eyledi sakiler sundu

Bize Hak’tan gelen doluyu gördüm.

İçtim o doludan aklım yitirdim

Çıkardım kisvetim ikrar getirdim

Menzil gösterdiler, geçtim oturdum

Kement ile bağlı belimi gördüm.’[5]

Alevîlerin yedi büyük ozanından birisi olan ve hayatını Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in kabrine hizmetle geçiren Fuzulî ise, Ramazan ayında açılan ilâhî ziyafet kapılarını meyhane kapılarına benzetir;

meyhanelerin kapısının açılması için ise anahtar Fatiha Suresi’dir. (Burada Hz. Ali’nin Fatiha Suresi’ni Kur’an’ın anahtarına benzettiğini hatırlayalım.) Fuzulî Ramazan ayını kuru ibadetle, yani şekille geçirmek, zayi etmek istemez; o, manevî ziyafet, yani öz ve ruh ister.

‘Ramazan ayı gerek açıla cennet kapusu

Ne reva kim ola meyhane kapusu bağlu

Feth-i meyhane içün okuyalım fatihalar

Ola kim yüzümüze açıla bir bağlu kapu.’[6]

Yine on altıncı yüzyıl Alevî şairlerinden Seher Abdal, meyi, yani içkisini vahdet meyi, vahdet içkisi olarak adlandırır. Ve bu birlik içkisini Seher Abdal, Saki-i Kevser’den, yani Hz. Muhammed’in hadislerinde varlığını haber verdiği Kevser Havuzu’nun sakisinden, yani Hz. Muhammed’in ta kendisinden alır.

‘Alub nûş eyledik vahdet meyin sâki-i kevserden’[7]

On yedinci yüzyıl Alevî şairlerinden Kul Nesimî de doluyu ve badeyi vahdet yani birlik kaynağından almıştır. O sarhoş edici olan her şeyi ve doğal olarak şarabı da reddeder; çünkü onun badesi vardır, hakikat sırrına ermiş, sevgilisine ermiş bir hâldedir ve badesini birlik kaynağından kana kana içmektedir.

‘Vahdet kaynağından dolu içenler

Kanmıştır badeye şarap istemez

Hakikat sırrına candan erenler

Ermiştir mahbuba mihrap istemez.’[8]

Tahir ise irfanı temiz bade olarak adlandırır ve İmam Cafer-i Sadık’ın aşkına sakiden bade ister.

‘İçelim saki getir ol bade-i cam-ı tahur

Cafer-i Sadık imamı müktedanın aşkına’[9]

On dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Alevî şairi Kemterî de, ‘Hak kapısının açılmasını, aşk dolusunun sunulması’ olarak açıklamaktadır.

‘Açıldı Hak kapusu

Sunuldu aşk dolusu

O dört kapıdan içre

Girenin canına hû’[10]

Şüphesiz, örnekleri çoğaltmak ve konuyu daha farklı boyutlarıyla açıklamak olası; ama şimdilik bu kadarı yeterlidir. Ümit ediyoruz ki, maksadımız açığa kavuşmuş ve Alevîlikte dolu kavramı dosdoğru açıklanmıştır.

Yine ümit ediyoruz ki, artık bazı araştırmacılar yanlış fikirlere uyup, Alevîlikte dolu, mey, bade, şerbet gibi kavramları somut anlamları ile kullanarak ipe sapa gelmez iç karartıcı iddialarda bulunmazlar ve bu değerli şairlerin hatıralarına hürmetsizlik etmezler.

İrfanî metinlerde mutlaka derinlik aranmalı, batınları dikkat-i nazara alınmalıdır. Çünkü Miratî’nin de dediği gibi, ariflerin sözleri gizlidir ve muamma gibidir; ancak görme yetisi olanlara aşikârdır.

‘Miratî sözlerin gizli muamma

Ululebsar olanlara hüveyda

Elsiziz belsiziz dilsiziz amma

Gezeriz âlemde erkekçesine’[11]

Makalemizi çağdaş Alevî şairlerinden Aşık Esirî’nin sitem ve biraz da öfke kokan şu şiiri ile noktalayalım.

‘Ey münafık, başka yol istemeyiz

Bizi Hakk’a götüren yolumuz vardır

Al da sen iç içki denen zıkkımı

Biz içki bilmeyiz dolumuz vardır

Sağcısı, solcusu olsun hep senin

Pisliğe dönüşsün lânetli kanın

Ateşte yansın o fesat canın

Münafık haklayan kolumuz vardır


Der Aşık Esirî gönlümde yara

Tertemiz bir yolu ettiniz kara

Sen de gideceksin bilinen yere

İmam Ali gibi ulumuz vardır’

[1]- Saadettin Nuzhet ERGUN, On Yedinci Asırdan Beri Bektaşî- Kızılbaş Alevî Şairleri ve Nefesleri, İstanbul Maarif Kütüphanesi, s.50

[2]- ERGUN, aynı eser, s. 39

[3]- EYUBOĞLU, aynı eser, S.246

[4]- Kemal SAMANCIGİL, 1946, Alevî Şairleri Antolojisi, Gün Basımevi, s. 68

[5]- İsmet Zeki EYUBOĞLU, Alevî Bektaşi Edebiyatı, 1991, Der Yay., s.128

[6]- EYUBOĞLU, aynı eser, S.153

[7]- EYUBOĞLU, aynı eser, S.170

[8]- EYUBOĞLU, aynı eser, S.228

[9]- ERGUN, aynı eser, s. 125

[10]- EYUBOĞLU, aynı eser, S.310

[11]- EYUBOĞLU, aynı eser, S.130
-----------------------


İrfan

Allah Resulünün Güzel Ahlâkı İkinci Bölüm

Ali TARHAN

Geçen yazımızda Allah Resulü’nün güzel ahlak, edep ve gidişatlarından örnekler zikretmiş, devamını ikinci yazımızda vereceğimizi kaydetmiştik. O insan-i kamilin örnek teşkil eden ahlak, edep ve gidişatlarından dersler çıkarmak arzusuyla yazımızın ikinci bölümünü siz aziz dostlara sunuyoruz:

Hz. Ali (a.s) Allah Resulü’nü şöyle anlatıyor: “Sen de tertemiz olan Peygamberinin huylarıyla huylan; çünkü onda uyulacak huylar, yaslanacak kişiye yaslanacak şeyler vardır. Kulların Allah’a en sevgilisi, Peygamberine benzemeye çalışan, onun izini izleyen kişidir.

O, dünyada ağız dolusu bir lokma yemedi, dünyaya gözünün ucuyla bile bakmadı. Dünya ehlinin en zayıfıydı bedence; karnı en acıydı yemek bakımından. Dünya ona arz edildi; o kabul etmedi bile.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın buğzettiği şeyi bildi, ona buğzetti; horladığı şeyi bildi, horladı; küçük gördüğü şeyi küçük gördü, küçülttü. Bizde hiçbir ayıp olmasa da yalnız Allah Resulü’nün buğzettiğini sevsek, Allah ve Resulü’nün küçülttüğünü büyütsek, Allah’a karşı durmak, Allah’ın emrinden çıkmak için bu yeter bize.

O, yeryüzünde yemek yerdi; kul gibi otururdu; ayakkabısını kendi tâmir ederdi; elbisesini kendi yamardı; eğersiz merkebe binerdi; biri daha varsa ardına bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir perde asılmıştı; zevcelerinden birine, şunu kaldır buyurmuştu; baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum. Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu anmayı hatırından geçirmezdi; ziynetini gönlünden yitirmişti; dünyayı o kadar gözden çıkarmıştı ki ne gönül bağlayacağı güzel bir elbisesi vardı, ne de üstünde oturacağı beğenilecek bir yaygısı.

Dünyayı gönlünden sürüp atmış, gözünden yitirip gitmişti. Bir şeyi sevmeyen kişi böyledir; ne onu görmek ister, ne adının anılmasını dinler. Allah’ın salâtı ona ve soyuna olsun, Allah katında bu kadar yüce mertebesi varken, dünya ve dünyadakiler, onun yüzü suyu hürmetine yaratılmışken Resulullah, dostlarıyla beraber dünyada aç yaşardı; bu da dünyanın kötülüklerine, ayıplarına delâlet eder sence.

Bakıp görenin, aklıyla düşünmesi, can gözüyle görmesi gerek: Allah Muhammed’e (s.a.a) bu çekinmeyi vermekle onun kadrini mi yüceltti; yoksa onu alçalttı mı? Alçalttı diyen, andolsun ulular ulusu Allah’a; iftira eder, yalan söyler. Kadrini yüceltti denirse, bilinmesi gerektir ki, dünyayı onun için yayıp döşediği halde ona ve ona en yakın olanlara, dünyayı hor hakir göstermiştir. Şu halde Peygamberin yolunu tutan kişinin de onun izini izlemesi, onun konduğu yere konması gerekir; yoksa helâk olmaktan kurtulamaz.

Gerçekten de Allah, Muhammed’i Allah’ın salâtı ona ve soyuna olsun, kıyamete bir delil, cennete müjdeci, azaptan korkutucu, olarak gönderdi; o ise dünyadan karnı boş olarak çıkıp gitti; ahirete ayıplardan, suçlardan esen olarak vardı; bir taşı bir taş üzerine koymadan yolunu tuttu, Rabbinin davetine icâbet etti. Allah bize ne de büyük bir bir lütufta bulunmuştur ki, onu bize muktedâ olarak göndermiştir; onun izini izlemekteyiz; yolunu gitmekteyiz.” [1]

Allah Resulü’nün (s.a.a) Yemek Yiyişi

Resulullah (s.a.a), Allah’ın helâl kıldığı her yemekten yerdi. Tek başına yemek yemeyi sevmez ailesi ve hizmetçisiyle birlikte yerdi. Misafirliğe davet edildiğinde ise kendisine farklı yemek getirilmesini kabul etmez, onların yediğinden yerdi.

Önüne sofra açıldığında şöyle derdi: “Bismillah; Allahumme’calha ni’meten meşkureten tesilu biha ni’met’el-cenneti.” Yani, “Allah’ın adıyla; Allah’ım, bu yemeği şükrü eda edilmiş bir nimet kıl ve bunu cennet nimetine kavuştur.”

Yemek yediğinde kendi önünden yer, başkasının önüne elini uzatmazdı ve dizleri üzerinde oturur: “Ben bir kulum, kullar gibi yemek yerim ve onlar gibi otururum.” derdi.[2]

Yemeği sıcak sıcak yemezdi, soğuduktan sonra yerdi ve: “Allah Tealâ, ateşi bize yiyecek olarak vermemiştir; sıcak yemeğin bereketi yoktur; öyleyse onu soğutarak yeğin.”[3] buyururdu.

Resulullah (s.a.a) yemeğini sağ eliyle yerdi; yemek önüne koyulduğunda ashabından önce yemeye başlar, onlardan sonra sofradan çekilirdi.

Yemeklerden etli yemeği daha çok severdi; “Et işitme ve görme gücünü artırır; et, dünya ve ahirette yiyeceklerin en üstünüdür.” buyururdu. Kabağı da severdi; “Kabak, kardeşim Yunus’un bitkisidir.” diyordu.

Ama sarımsak, soğan, pırasa ve ağızda koku bırakan bir yemeği yemezdi. Yemekten sonra özellikle de et yediği zaman ellerini güzel bir şekilde yıkardı. Mümkün olduğu kadar yalnız yemek yemezdi. Bir gün ashabına; “Sizin en kötü olanınızı size bildireyim mi?” diye sordu. Ashap evet dediklerinde şöyle buyurdular: “Sizin en kötünüz, yalnız yemek yiyen, hizmetçisini döven ve yardımını esirgeyendir.”[4]

Su İçişi

Resulullah (s.a.a) su içmek istediğinde; “Bismillah” derdi. Suyu yudum yudum içerdi. Bir iki yudum içtikten sonra durup Allah’a hamd ederdi. Her su içmesinde üç defa “Bismillah” ve üç defa da “Elhamdülillah” derdi. Suyu emerek içerdi, bir solukta içmezdi. Bir şey içtiğinde soluk alıp vermezdi; soluk almak istediğinde kabı uzaklaştırır, sonra soluk alırdı.

Şam’dan getirilen şişe bardaklarda su içer; “Bu en temiz bardağınızdır.” derdi. Avucuyla da su içerdi; “Avuçtan daha güzel kap yoktur.” buyururdu. En çok sevdiği içecek, soğuk şerbet idi. Bir gün, sütle bal karıştırılmış bir şerbet getirdiklerinde, onu içmekten sakındı. Daha sonra şöyle buyurdu: “Ben onu haram etmiyorum, ama yarın dünya artığıyla iftihar etmeyi de sevmiyorum. Tevazu etmeyi seviyorum; kim Allah için tevazu ederse, Allah onu yüceltir.”[5]

Güzel Koku Kullanması

Resulullah (s.a.a), çokluca misk ve amber gibi güzel kokular kullanırdı, öyle ki onun yağı başında parlardı. Karanlık gecede kendisi görülmeden güzel kokusuyla tanınırdı ve insanlar; “Bu Peygamber (s.a.a)’dir.” derlerdi.[6]

Hz. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a), yemeğe harcadığından daha çok, güzel kokuya harcardı.”[7]

Hz. İmam Bâkır (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.a) kendisine sunulan her güzel kokuyu kullanır ve; ‘Onun kokusu güzel, taşıması ise kolaydır” derdi.”[8]

Aynaya Bakışı

Resulullah (s.a.a), aynaya bakarak saçını tarayıp düzeltirdi. Bazen de suya bakarak düzeltirdi. Ailesine süslenmekten daha çok, ashabı için kendisine çeki düzen verirdi.[9]

Bir gün zevcelerinden biri, Resulullah (s.a.a)’in kovadaki suya bakarak saçını tarayıp düzelttiğini görünce şöyle dedi: “Babam anam sana feda olsun ya Resulullah! Kovadaki suya bakıp da saçını mı tarayıp düzeltiyorsun, oysa sen peygamber ve yaratıkların en üstünüsün?” Resulullah (s.a.a) cevabında şöyle buyurdular:

“Allah Tealâ kulunun, kardeşlerinin yanına gittiğinde onlar için hazırlanıp süslenmesini sever.”[10]
Dişini Misvakla Fırçalaması

Resulullah (s.a.a), her gece dişini üç defa misvakla fırçalardı. Bir defa yatmadan önce, bir defa gece ibadetine kalkarken, bir defa da sabah namazına gitmeden önce.[11]

Aile Ahlâkı

Hanımlarına karşı çok yumuşak davranırdı. Hanımlarından bazısının incitici sözlerini hoş karşılardı. Kadınlarla iyi geçinmeyi tavsiye eder ve; “İnsanlar değişik özelliklere sahiptirler. Erkek, hanımının sadece beğenmediği yönünü göz önüne almamalıdır. Çünkü onun muhakkak iyi ve beğenilen yönleri de vardır.” buyururdu.

Çocukları çok severdi. Bir gün İmam Hasan (a.s)’ı bağrına basıp öperken bir kişi kendisine şöyle dedi: “Ey Resulullah! İki çocuğum var, ama şimdiye kadar hiç birini öpmedim.” Resulullah ona; “Sevgi ve merhameti olmayana Allah da merhamet etmez.” buyurdular.[12]

Affı

Yerinde affedici olup, üstün ve yüksek ahlâka sahip olması, Peygamber’in her alanda muvaffak olmasına sebep olmuştur.

Şahsına ait konularda hoş görülüydü, ama halka yahut dine ait konularda ilâhî konunlar çerçevesinde taviz vermeden gerekeni uygulardı.

Mekke’nin fethinden sonra Kureyş tarafından onca çektiği eziyetlere rağmen hepsini affetti. Ama Mekke’nin fethinden kısa bir süre sonra Benî Mahzum kabilesinden bir kadının, hırsızlık yaptığı için cezalandırılması gerekiyordu.

Kadının tarafları, verilecek cezayı kendilerine aşağılayıcı bir husus görerek ashaptan bazılarını Peygamber-i Ekrem’in huzuruna cezadan vazgeçmesi için şefaatçi ve arabulucu olarak gönderdiler.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a), o gün öğleden sonra ashabına şöyle bir konuşma yaptı: “Geçmiş millet ve kavimler ilâhî kanunları uygulamada taviz verdikleri için helâke uğradılar.

Onlar, zenginlerden biri suç işlediği zaman onu bağışlar, alt tabakadan sayılanlardan biri suç işlediğinde ise cezalandırırlardı. Canım kudret elinde olan Allah’a andolsun ki, adaleti uygulamada, yakınlarımdan olsa bile, hiç kimseye asla müsamaha göstermeyeceğim.”[13]

Tokalaşması

Resulullah (s.a.a) bir kimseyle tokalaştığında, o elini bırakmadıkça elini bırakmazdı. İnsanlar bunun farkına vardıklarından, Peygamber’in rahat etmesi için, kendileri önce ellerini çekerlerdi.[14]

Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: “Bir gün Resulullah (s.a.a) Huzeyfe ile karşılaştı. Hazret ona elini uzattı, ama o elini geri çekti. Resulullah (s.a.a) bu durumu görünce; “Ey Huzeyfe! Ben elimi sana uzattım, sen ise elini geri çektin!” buyurdular.

Huzeyfe cevaben; “Ya Resulullah! Sizin elinizi tutmak istiyorum, ama cenabetliyim. Cenabetli olduğum hâlde elimin elinize dokunmasını sevmiyorum.” dedi. Resulullah (s.a.a) onun bu sözüne karşılık şöyle buyurdular: “Müslümanlar birbirleriyle karşılaşırken tokalaştıklarında, ağacın yaprakları döküldüğü gibi günahlarının döküldüğünü bilmiyor musun?”[15]

Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Birbirinizle karşılaştığınızda, selâm verin ve tokalaşın; ayrıldığınızda ise birbirinize mağfiret dileyerek ayrılın.”[16]

Yine Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Tokalaşın; çünkü tokalaşmak kinleri giderir.”[17]
Mizahı ve Gülüşü

Hz. İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki: “Peygamber (s.a.a) insanları mesrur etmek için onlarla şaka ve mizah yapardı.”[18]

Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyordu: “Ben de şaka yapıyorum, ama hakkın dışında bir şey söylemiyorum.”[19]

Muammer bin Hallad şöyle diyor: “Bir gün Hz. Ali (a.s)’a; “Canım sana feda olsun, insan akrabalarıyla birlikte olduğu zaman aralarında bazı sözler geçiyor, mizah edip gülüyorlar.” dedim. İmam (a.s); “Eğer olmazsa, sakıncası yoktur.” buyurdular. İmam’ın “Eğer olmazsa” sözünden sövüş ve yalanın olmamasının gerektiğini düşündüm.

(Yani incitici sözler olmazsa sakıncası yoktur.) Daha sonra buyurdular ki: “Resulullah (s.a.a)’in yanına bazen bir göçebe Arap gelip hediye veriyordu.

Yerinden hareket etmeden de; “Hediyemin değerini ver.” diyordu. Resulullah (s.a.a) ise gülüyordu. Resulullah (s.a.a) gamlı ve kederli olduğunda; “Göçebe Arap nerede kaldı? Keşke yine yanımıza gelse!” buyuruyordu.”[20]

İhtiyar bir kadın, Resulullah’a; “Cennete gitmem için bana dua ediniz.” dediğinde, Hz. Resulullah (s.a.a): “Yaşlı kadınlar cennete gitmeyecektir.” buyurdular.

Kadın bu sözü duyunca, ağlamaya başladı. Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) gülüp şöyle buyurdu: “Allah Tealâ’nın; ‘Gerçek şu ki, biz onları (cennetteki kadınları) yeni bir inşa (yaratma) ile inşa edip yarattık. Onları hep bakireler olarak kıldık.’[21] sözünü duymamış mısın? Cennette Allah Tealâ onları gençleştirecektir.”[22]

Yine bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) yaşlı olan Eşceî bir kadına; “Ey Eşceî! Yaşlı kadın cennete girmeyecektir.” buyurdular. Bilâl onun üzüldüğünü görünce, durumunu Resulullah’a iletti. Bunun üzerine Hz. Resulullah; “Zencî de öyledir; o da cennete girmeyecektir.” buyurdular. Hazret’in bu sözünden dolayı ikisi de üzülüp ağlamaya başladılar.

Abbas onların ağlamalarını görünce, onların durumunu Resulullah’a anlattı. Resulullah (s.a.a) Abbas’a da; “Yaşlı erkek de öyledir, o da cennete girmeyecektir.” buyurdular.

Hz. Resulullah (s.a.a) daha sonra onlara dua edip kalplerini hoş etti ve şöyle buyurdular: “Allah Tealâ onları daha güzel bir şekilde yaratacaktır, onlar nurlu gençler olarak cennete gireceklerdir.”[23]

Bir gün bir kadın Hz. Resulullah (s.a.a)’in yanına gelerek kocasından söz etti. Hz. Resulullah (s.a.a); “Senin kocan, şu gözlerinde beyazlık olan mıdır?” diye sordu. Kadın; “Hayır, kocamın gözlerinde beyazlık yoktur.” dedi. Kadın Resulullah’ın bu sözünü kocasına anlattı. Kocası; “Resulullah mizah etmiş, doğru söylemiştir. Acaba gözümün beyazlığının siyahından daha çok olduğunu görmüyor musun?” dedi.[24]

Yunus eş-Şeybanî şöyle diyor: “Hz. İmam Cafer-i Sadık (a.s) bana; “Birbirinizle mizah ve latife yapıyor musunuz?” diye sordu. Ben de; “Çok az.” dedim. Bunun üzerine,

İmam (a.s) şöyle buyurdular: “Mizah ve latife yapın; çünkü bu iş güzel ahlâkın nişanesidir, sen bununla kardeşini mesrur etmiş olursun. Resulullah (s.a.a) da birini mesrur etmek için onunla mizah ve latife yapardı.”[25]

Genel Adap ve Ahlâkı

İbn-i Şehraşub “Menakıb” adlı kitabında şöyle yazıyor:

“Bazı alimler, Resulullah (s.a.a)’in adap ve ahlâkını hadislerden derleyerek bir araya toplamış ve şöyle sıralamışlardır:

“Resulullah (s.a.a) herkesten daha hikmetli, daha halim, daha şecaatli, daha adil ve daha şefkatli idi. Eli, kendisine helâl olmayan kadına kesinlikle dokunmamıştır. İnsanların en cömerdi idi. Bir dirhem veya bir dinar bile onun yanında birikip kalmazdı. Eğer bir şey artmış olsaydı ve onu da verecek bir kimse bulamasaydı, onu muhtaçlara ulaştırmadıkça gece rahat edemezdi

Allah’ın verdiği rızktan, bir yılın azığından çok götürmezdi. Hurma ve arpanın en düşüğünü kendisi için alırdı, iyilerini ise Allah yolunda verirdi. Kim ondan bir şey isteseydi, ona bağışta bulunurdu. Yerde otururdu, yerde yatardı, yerde yemek yerdi. Ayakkabı ve elbisesini kendisi yamardı.

Evinin kapısını kendisi açardı. Kendisi koyun sağardı. Devenin sütünü sağmak için kendisi onun ayağını bağlardı. Abdest suyunu geceleri kendisi hazırlardı. Sürekli başını aşağı eğip susardı.

Halkın huzurunda yaslanarak oturmazdı. Ailesinin işlerinde onlara yardım ederdi. Yemeğe oturduğunda köleler gibi otururdu. Kesinlikle geğirmezdi. İster hür ister köle olsun herkesin davetini kabul ederdi. Bir yudum süt olsa bile, hediyeyi kabul ederdi; ama sadaka almazdı. Gözünü bir adamın yüzüne dikmezdi.

Allah için sinirlenirdi, kendisi için sinirlenmezdi. Evde her ne hazırlansaydı, onu yerdi; hiçbir yemeği geri çevirmezdi. Sağ elinin küçük parmağına gümüş yüzük takardı.

Kötü kokulardan hoşlanmazdı. Abdest alırken dişlerini fırçalayıp temizlerdi. Bir hayvana bindiğinde hizmetçisi veya başkalarını da terkine bindirirdi. At, katır veya merkepten mümkün olan her ne varsa ona binerdi. Merkebe eğersiz binerdi. Cenazeleri teşyi ederdi. Şehrin en uzak yerinde olsa bile, hastanın ziyaretine giderdi.

Fakir ve yoksullarla beraber otururdu, onlarla yemek yerdi, kendi eliyle onlara yedirirdi. İlim ehli ve güzel ahlâklı kimselere saygı gösterirdi. Her kavmin büyüğüne iyilik ederek kalplerini ısındırırdı. Akrabalarına ihsan ederdi. Allah’ın emrettiği hususlar hariç, onların bazılarını bazılarına tercih etmezdi. Kimseye zorluk çıkarmazdı.

Özür dileyenin özrünü kabul ederdi. Kur’an’ın nazil olduğu ve öğüt verme zamanı hariç, sürekli tebessüm ederdi. Gülerken kahkahasız gülerdi. Hizmetçilerinin yeme, içme ve giyimlerinde başlarına dikilmezdi. Kimseye karşı acı söz kullanmazdı; kimseyi kınamazdı; sadece kınamayı gerektiren işi terk etmesini söylerdi.

Bir ihtiyaçtan dolayı yanına gelen herkesin ayrım yapmadan ihtiyacını karşılamak için kalkıp onunla giderdi. Sert ve katı kalpli değildi. Kötülüğe, kötülükle karşılık vermezdi; aksine bağışlayıp affederdi.

Karşılaştığı herkese selâm verirdi. Bir kimseyle merhabalaştığında o elini çekmedikçe elini onun elinden çekmezdi. Karşılaştığı kimseyle tokalaşırdı. Oturup kalktığında Allah’ın zikriyle kalkardı.

Namaz kılarken bir adam onun yanına geldiğinde namazını kısa keserek ona yönelip; “Bir ihtiyacın mı var?” diye sorardı. Tevazu veya yoksulların ona kolayca ulaşabilmesi için meclisin baş tarafında değil,

aşağısında (yani kapı önünde) otururdu. Genellikle kıbleye doğru otururdu. Onun yanına gelen her kese saygı gösterirdi; hatta bazen elbisesini bile onun altına sererdi; arkasındaki yastığı onun arkasına bırakarak onu kendisine tercih ederdi. İster neşe, ister gazap hâlinde olsun hakkın dışında bir şey söylemezdi....”[26]

[1] - Nehc-ül Belagâ, Gölpınarlı Tercümesi, s. 50.

[2]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.241, 242

[3]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.242

[4]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.243, 244 245, 246

[5]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.246, 247, 268

[6]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.148

[7]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.248

[8]- Bihar’ul-Envar, c.16 s.248, 249

[9]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.249

[10]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.249

[11]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.254

[12]- Müsned-i Ahmed, c.2, s.228

[13]- Sahih-i Müslim, c.5, s.114

[14]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.260, 269

[15]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.269

[16]- Mizan’ul-Hikmet, c.5, s.354

[17]- Bihar’ul-Envar, c.78, s.243

[18]- Mekarim’ül-Ahlâk, c.1, s.59

[19]- Mekarim’ül-Ahlâk, c.1, s.58

[20]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.259

[21]- Vâkıa Suresi: 35-36

[22]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.295

[23]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.295

[24]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.294

[25]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.298

[26]- Bihar’ul-Envar, c.16, s.226, 228



İslâm Öncesi Dinlerde Mehdi İnancı


Seccat KARAKUŞ

Dünyayı ıslâh edecek olan, insanlara vadedilmiş Mehdi inancı, sadece İslâm dinine mahsus bir akide değil, bu inanç İslâm öncesi semavî dinlerde de mevcuttur.

Ahir zaman kurtarıcısının zuhurunu sadece İslâm ümmeti değil, bütün semavî dinlerin mensupları, hatta bütün insanlık beklemektedir. Bütün dinlerin mensupları, dünyanın karanlık ve buhranlı bir dönemde,

yani her yeri zulüm, fesat ve dinsizliğin kapladığı bir zamanda büyük bir kurtarıcının zuhur edip gaybî bir güç sayesinde dünyanın bozuk durumunu düzelteceğine ve Allah inancını dinsizlik ve maddeciliğe üstün kılacağına inanmaktadırlar.

Bu ilâhî müjde, Zerdüştîlerin, Yahudilerin ve Hıristiyanların mukaddes kitaplarında yer aldığı gibi, daha eski inançlardan olan Brahmanlar ve Budistlerin de mukaddes kitaplarında yer almıştır.

Bu da şu demektir ki bu inanç, bütün millet ve dinlerde mevcut olup, bütün inanç sahipleri gaybî yardımla desteklenecek vadedilmiş güçlü bir kurtarıcıyı beklemekteler.

Demek ki, Zerdüştîsiyle, Yahudisiyle, Hıristiyanıyla ve Müslümanıyla bütün semavî dinlerin izleyicileri, dahası, bir şekilde semavî dinden etkilenen ya da semavî olması muhtemel olan inanç ve dünya görüşüne sahip olan herkes, ahir zamanda büyük bir ıslâh edicinin zuhur edeceğine inanır ve onu bekler.

Hatta demek olur ki, dünyanın genelinde adalet ve barışı sağlayacak büyük bir kurtarıcının geleceğine inanmak ve böyle bir kurtarıcıyı beklemek, bütün insanların doğasında olan fıtrî bir duygudur.

Zaten herhangi bir dinî inanca sahip olmayan düşünür ve filozofların da böyle bir kurtarıcıyı ve onun kuracağı adalet düzenini beklediklerini ortaya koymaları, ancak böyle bir duygunun varlığıyla açıklanabilir.

Bundan dolayıdır ki, büyük müfessir ve meşhur filozof Allâme Tabatabaî (r.a) bu konuyu açıklarken özetle şöyle der: “İnsanoğlu yeryüzüne ayak bastığından itibaren mutluluk ve saadetle iç içe olan bir toplumsal hayatın ümidini hep kalbinde taşımış ve bu ümidine ulaşmak için çaba harcamıştır. Eğer böyle bir ümit gerçekleşmeyecek olsaydı,

insanın böyle bir ümit taşıması mümkün olmazdı. Eğer yiyecek yaratılmasaydı, insana açlık duygusu da verilmezdi; eğer su olmasaydı, insanda susama duygusu da olmazdı; eğer ona bir eş yaratılmasaydı, cinsel duygu da verilmezdi. İşte bu yüzden dünyada öyle bir zaman gelecek ki, insan topluluğu adalet ve eşitlikle dolacak,

fertler barış ve sefa içinde yaşayacak, toplum fazilet ve kemal ile dolacaktır. Yeryüzünü adaletle dolduracak bir şahsa olan inanç, İslâm’a özgü bir inanç değildir. Kur’an-ı Kerim’de de bildirildiği üzere, diğer ilâhî dinlerde de bu müjde yer almıştır. Dahası, bu inanç insanın fıtratından kaynaklandığı için bütün insan topluluklarında, hatta putperestlerde bile vardır.”

Buradan, Zerdüştîlerin ona, dünyanın kurtarıcısı anlamına gelen “Suşyant”, Yahudilerin “Server-i Mikailî” Hıristiyanların “Vadedilmiş Mesih” ve Müslümanların “Vadedilmiş Mehdi” gibi, her milletin kendisinin anlayacağı bir lakap vermelerinin ve onu kendilerinden biri olarak görmelerinin de pekâlâ doğal olduğu anlaşılmaktadır.

Çünkü herhangi bir millete gönderilen bir ilâhî elçinin beyanında veya semavî kitapta ahir zamanda mutlak adaleti sağlayacak ve ilâhî dinin hâkimiyetini bütün cihanda kuracak bir ilâhî kurtarıcının geleceğine dair bir açıklama gelince, o millet ve topluluğun bu kurtarıcıyı kendilerinin anlayacağı bir lakapla anmalarından veya onun kendilerinden olan birinin olacağını sanmalarından yahut öyle yorumlamalarından daha doğal bir şey düşünülemez.

Elbette biz Hz. Mehdi'nin zuhur edeceğini ispatlamak için eski semavî kitaplarda yer alan müjdelere dayanmak istemiyoruz. Esasen buna ihtiyaç da yoktur. Çünkü bunun Kur'an ve Sünnet'te yeterli dayanağı vardır.

Biz, sadece ahir zamanda evrensel bir kurtarıcının zuhur edeceği gerçeğinin bütün dinlerde yer alan ortak bir inanç olduğunu ve vahiy kaynaklı olup bütün peygamberlerin bu müjdeyi verdiğini belirtmek istiyoruz.

Biz, eski dinlerde bu hususta gelen bütün müjdeleri detaylı bir şekilde incelemek de istemiyoruz. Çünkü bunun kendisi müstakil bir kitap yazmayı gerektirecek kadar geniş bir konudur. Ancak öyle mesnetsiz bir iddiada da bulunmadığımızı göstermek için örnek olarak eski dinlerde bu hususta gelen müjdelerden bazılarına değinmeden de geçmeyeceğiz.

Fakat bu müjdelerden örnekler zikretmeden önce şu hususu da belirtmek zorundayız ki, son zamanlarda bazı yazarlar ahir zaman kurtarıcısına dair müjdelerin Tevrat, Zebur, İncil ve Zend gibi eski dinlere ait mukaddes kitaplarda da yer aldığını görünce, hemen bunun İslâm diniyle ilgisinin olmadığını ve bu inancın Yahudiler, Hıristiyanlar veya Zerdüştîlerce İslâm dinine sokulan bir hurafe ve efsane olduğunu iddia etmeye başlamışlardır.

Oysa ki bunların bu tavrı, bilimsellikten uzak olmakla birlikte, Kur'an-ı Kerim ve İslâm'ın ruhuna da aykırı bir yöntemdir.

Evet, aşağıda zikredeceğimiz müjde örneklerinde de görüleceği üzere, bu inancın diğer millet ve kavimler arasında da olduğu doğrudur. Ama bu, söz konusu inancın bir hurafe olduğunu gösteremez. Çünkü İslâm dinine ait hüküm ve inançlarının sahih olabilmesi için illâ da geçmişteki kavim ve dinlerde olan hüküm ve inançların tam aksine olması gerekmemektedir.

Eski dinler Allah'ın varlığından bahsediyorsa, İslâm dini Allah'ın varlığını inkâr mı etmelidir?! Eski dinler, kıyametin geleceğine inanıyorsa, İslâm dini kıyametin olmadığını mı iddia etmelidir?! Eski dinler iyiliği emrediyorsa, İslâm dini kötülüğü mü emretmelidir! Eski dinler, ahlâkî güzellikleri öneriyorsa, İslâm dini ahlâkî çirkefliği mi önermelidir?! Ve...

Böyle bir şeyi söylemek akla, mantığa ve bilimselliğe sığar mı? Dahası, böyle bir şeyi söylemek İslâm dininin kendisiyle çelişmiyor mu? Allah katında bütün dinler aynı ilke ve esasları paylaşmıyorlar mı? Onları birbirinden ayıran sadece teferruattaki birtakım cüz'î ayrılıklar değil midir? Allah Tealâ: "Allah katında din İslâm’dır..."[1] buyurmuyor mu? Allah Tealâ bütün peygamberleri birbirlerini doğrulayıcı olarak göndermemiş midir? Allah Tealâ: "Hani Allah peygamberlerden, ‘Size kitap ve hikmet verirsem, sonra sizinle birlikte olanı doğrulayıcı bir peygamber gelirse, mutlaka ona inanacak ve yardım edeceksiniz.’ diye söz almıştı da, ‘İkrar edip de bu konuda ahdimi kabul ettiniz mi?’ demişti.

‘İkrar et­tik' demişlerdi, Allah da, ‘Şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim.’ demişti."[2] buyurmamış mıdır? Yine Allah Tealâ, Kur'an-ı Kerim'in kendinden önce inen kitapların onaylayıcısı oluşunu belirterek: "Kendisinden önceki kitapları tasdik eden hak kitabı sana indirdi..."[3] ve "Sana da kendinden önceki kitabı doğrulayıcı ve onu kollayıp koruyucu olarak bu kitabı gerçekle indirdik. Artık onların arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılarak,

onların heveslerine uyma! Sizden her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir. O hâlde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğü­nüz şeyleri size bildirir."[4] buyurmamış mıdır?

Görülüyor ki, bu gibi insanların mantığı, aslında bir mantıksızlık, hatta keyfîliktir. O hâlde İslâmî konulardan birini araştırmak isteyen insaf sahibi herkes, ilk önce o inancın İslâm'daki asıl kaynaklarına müracaat etmelidir ki,

o konun doğru olup olmadığını anlayabilsin. Asıl kaynaklara müracaat etmeden, sırf o konunun geçmişlerin kitap ve inançlarında yer almasından dolayı, ben bu hurafe inancın kökünü buldum diye yaygara koparması, ne insafla, ne akıl ile, ne bilimsellikle, ne de din ile bağdaşır.

Neyse, bu konu güneş gibi açıktır. Bunu ancak gün ışığını görmekten âciz olan yarasalar inkâra kalkışır. Dolayısıyla sözü pek fazla uzatmadan asıl konumuza dönmemiz gerekir. Konumuz, ahir zaman kurtarıcısı ile ilgili eski dinlerde gelen müjdelerdi. Bu müjdelerden bazıları şöyledir:
Hindulara Göre Ahir Zaman Kurtarıcısı

1- En eski akidelerden biri, Hinduların inancıdır. Hindularca semavî kitap olarak kabul edilen Vedalar’da şöyle yazılmıştır:

“Dünyanın tahrip olmasından sonra, ahir zamanda bütün mahlukların önderi olacak Mansur[5] ismini taşıyan bir padişah ortaya çıkacak. O, bütün cihanı fethedip, kendi dinine sokacaktır. O, mümin ve kâfir herkesi tanıyacak ve onun Allah’tan istediği her şey olacaktır.”[6]

Bu müjdede ahir zaman kurtarıcısının dört özelliğine işaret edilmiştir ki, bu özellikler Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’nın Hz. İmam Mehdi (a.s) hakkındaki beyanlarıyla örtüşmektedir. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

a) Dünya ahir zaman kurtarıcısının zuhurundan önce tahrip olacaktır.

b) Ahir zamanda zuhur edecek bu zat, bütün dünyaya önderlik edecek ve dünyanın tamamını kendi egemenliği altına alarak tek bir dine tâbi kılacaktır.

c) İnsanların zahirî görümüne bakmayacak, sahip olduğu ilâhî ferasetle kimin gerçekten mümin, kimin gerçekten kâfir olduğunu bilecek ve herkese buna göre muamele edecektir.

d) Ahir zamanda gelecek olan bu zatın duası Allah Tealâ tarafından geri çevrilmeyecektir.

Sıraladığımız bu dört özelliğin dördü de Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt ekolunun Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan İmam Mehdi hakkında naklettikleri hadislerde yer almıştır. Biz sadece bu hadislerden bazı örnekler vermekle yetineceğiz.


Birinci Özellik

Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “İnsanların üçte biri öldürülmedikçe, üçte biri de ölmedikçe ve yalnızca üçte biri kalmadıkça Mehdi çıkmayacaktır.” [7]

Yine buyurmuştur ki: “Mehdi’nin kıyamının öncesinde kırmızı ölüm ve beyaz ölüm olacak ve zamanlı ve zamansız çekirge saldırıları yaşanacaktır. Kırmızı ölüm, kılıç ölümü; beyaz ölüm ise veba salgını ile olacak ölümdür.” [8]

İkinci Özellik

İbn-i Abbas’tan, Resulullah (s.a.a)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Benim halifelerim, vasilerim ve benden sonra Allah Tealâ’nın insanlara olan hüccetleri on ikidir. Onların ilki Ali, sonuncusu ise oğlum Mehdi’dir. İsa nazil olup Mehdi’nin arkasında namaz kılacak, yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanacak ve Mehdi’nin hükümdarlığı doğu batı her tarafı kuşatacaktır.” [9]

Hz. İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kaim bizdendir, korku ile kendisine yardım edilecek, zafer ile desteklenecektir. Yeryüzü onun için dürülecek, hazineler onun için zahir olacak,

onun hükümdarlığı doğu batı her tarafa ulaşacak, Allah Tealâ onun vasıtasıyla kendi dinini bütün dinlere üstün kılacak, yeryüzünde onarmadığı bir harabe kalmayacak ve Ruhullah İsa bin Meryem nazil olup onun arkasında namaz kılacaktır...” [10]


Üçüncü Özellik

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Âl-i Muhammed’in Kaim’i kıyam ettiğinde insanların arasında Davud (a.s)’ın hükmüyle hükmedecek, şahide ihtiyacı olmayacaktır; Allah ona ilham edecek, o ilmi ile hükmedecek ve her kavme gizlediklerini haber verecektir.”[11]
Dördüncü Özellik

İmam Muhammed Bâkır (a.s) İmam Mehdi (a.s) hakkında şöyle buyurmuştur: “Andolsun Allah’a ki, o (Mehdi) Allah Tealâ’nın kitabında, “Zorda kalanın O’na dua ettiği zaman duasını kabul eden, kötülüğü gideren, sizi yeryüzüne halifeler kılan kimdir?”[12] ayetinde duasının geri çevrilmeyeceği bildirilen kimsedir.” [13]

2- Yine Hindularca ilâhî peygamber kabul edilen Şakmoni’nin kitabında şöyle yazıyor: “Dünyanın padişahlığı ve devleti, iki cihanın efendisi büyük Kaşin’in oğlu ile son bulacaktır.

O dünyanın doğu ve batısında bulunan bütün dağlara hüküm sürecek kimsedir. O bulutlara binecek, melekler onun emrinde olacak, cinler ve insanlar ona hizmet edecektir. O ekvatorun altında olan Sudan’dan kuzey kutbun altında olan Sibirya’ya ve okyanusların ötesine egemen olacaktır. Allah’ın dini, bir din olacak; Allah’ın dini ihya edilecek ve onun ismi ‘Ayakta Olan’ (Kaim) olacaktır.” [14]

3- Yine Hinduların mukaddes kitaplarından Opanşad’da şöyle geçer: “Vişno’nun onuncu mazharı Kalki, son zamanda veya demir asrında beyaz bir ata binmiş olarak elinde kuyruklu yıldız gibi parlak ve yalın bir kılıç olduğu hâlde zahir olacak ve kötüleri tamamıyla yok edecek, yaratılışı yeni baştan yenileyecek ve iyiliği tekrar getirecektir.” [15]

4- Yine Hinduların mukaddes kitaplarından Bask kitabında şöyle yazmıştır: “Dünya hayatı ahir zamanda hâkim olacak adil bir padışahla sona erecektir. O meleklerin ve insanların önderidir. Doğruluk ve hak onunla olacaktır. O denizlerde, yerlerde ve dağlarda gizli olan her şeyi elde edecek, göklerde ve yerde olan her şeyden haber verecektir. Ve ondan büyük bir kimse dünyaya gelmeyecektir.” [16]

Zerdüştlükte Ahir Zaman Kurtarıcısı

1- En eski inançlardan biri de Zerdüştlük inancıdır. Zerdüşt’ün öğrencisi Camasb’ın kendi adıyla meşhur olan kitabında şöyle geçer: “Araplar diyarından, Haşim Oğulları’ndan birisi çıkacaktır. O, heybetli, uzun boylu, büyük başlıdır; ceddinin dini üzeredir; çok kalabalık bir orduyla İran’a gidecek, oraları onaracak ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır.

Onun adaleti sayesinde, kurtla koyun bir arada su içecektir.” [17]
2- Yine Camasb’ın kitabında şöyle geçmektedir: “Cihanın güneşi ve zamanın padişahı olarak adlandırılan peygamberin kızının zürriyetinden olan bir kimse, o peygamberin son vasisi olarak Allah’ın hükmüyle dünyanın ortası olan Mekke’de padişah olacaktır.

Onun devleti kıyamete kadar sürecektir. Onun hükümdarlığından sonra dünya hayatı sona erecek, gökyüzü dürülecek, yerküre suya dalacak, dağlar kaybolup gidecek. O, Yezdan’ın zıddı ve O’nun asi kulu olan büyük Hermen’i (büyük şeytanı) yakalayıp hapsedecektir. O, iyilerden ve peygamberlerden büyük bir grubu tekrar diriltecek; keza kötülerden de bir grubu... ” [18]

3- Yine Camasb’ın kitabında şöyle geçer: “Şuşyant, dini dünyaya yayacak, fakirlik ve yoksulluğu yeryüzünden kaldıracak, iyileri kötülerin elinden kurtaracak, dünya insanlarına fikir, konuşma ve eylem birliğini getirecektir.”[19]

4- Zerdüştîlerin dinî kitaplarından olan Zend’de ise şöyle yazılmıştır: “O zaman, iyilik ilâhları tarafından büyük bir zafer gelecek ve kötülük ilâhları yıkılacak, kötülük ilâhlarının iktidarları yeryüzündedir, gökte hiçbir sultaları yoktur. İyilik ilâhlarının zaferinden ve kötülük ilâhlarının soyu yok edildikten sonra, âlem asıl saadetine ulaşacak ve Adem oğulları mutluluk tahtına oturacaklar.” [20]

5- Yine Zerdüştîlerin kutsal kitaplarından Yesna’da şöyle geçmektedir: “Kötü şeyler yapanlar ancak aldatılmışlardır ve sonunda yok olmaya mahkûmdurlar. Herkes coşkuyla haykırmalıdır.

İyilik tanrısı onları kana, toprağa bulamalıdır ve böylece mutluluk ülkesinde barış sağlamalıdır... Mukaddes dini aşağılayan bunlar, dindarları alçaltmak gayretindeler ve onların gövdesi günaha bulaşmıştır. Nerededir dinin koruyucusu? O adaletli efendi nerede ki, onları hayattan mahrum ede? Ey Mezda, güç sendedir, onun ışığıyla dürüst zavallıları en iyi şekilde güçlendir.” [21]

6- Yine Zerdüştîlerin kutsal kitabı Yeşt’te şöyle yazıyor: “O, tüm maddî varlıklara yarar vereceği için ona “Şuşyant” derler.” [22]

7- Yine Şuşyant kitabında ahir zaman kurtarıcısı Şuşyant ile ilgili şöyle geçer: “Bütün dertlerin ve acıların çaresi ve ilâcı onun elindedir. O acıyı, hastalığı, ihtiyarlığı, zulmü, dinsizliği ve fesadı kökten yok edecek, kötü insanları yok edip onları iktidardan düşürecektir.” [23]

8- Yine Zerdüştîlerin Zamyad Yeşt kitabında şöyle geçer: “O zuhur ettiği zaman, doğru dürüst dünyayı yalandan temizleyecektir... O bilgili gözlerle yaratılmışlara bakacaktır... Onun muzaffer yardımcıları da onunla zuhur edecektir. Onlar, iyi düşünen, iyi konuşan ve iyi davrananlardır. Dilleri ile verdikleri sözleri tutarlar... Kötü düşünceyi iyi düşünceyle yenirler ve yalan sözleri doğru sözlerle mağlup ederler.” [24]

[1]- Âl-i İmrân/19

[2]- Âl-i İmrân/81

[3]- Âl-i İmrân/3

[4]- Mâide/48

[5]- Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen Camia Ziyareti ve Nudbe Duası’nda da Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’dan “Allah tarafından desteklenmiş, muzaffer kılınmış” anlamında “Mansur” diye söz edilmektedir. Hindular'ın mukaddes kitabında onun bu isimle anılması bir tesadüf değildir. Bu, Allah Tealâ'nın kendisine vadettiği yardım ve kesin zafer sözünden çıkarılan bir lakabıdır.

[6]- Bişarat’ül-Ahdeyn, s.245.

[7]- Ikd’ür-Dürer, s. 96, Sünen-i Daremî, s. 94.

[8]- Ikd’üd-Dürer, s. 98, Gaybet-i Numanî, s. 397, Gaybet-i Şeyh Tusi, s. 267, Bihar’ul-Envar, c. 52, s. 211.

[9]- Yenabi’ul-Meveddet, İstanbul Baskısı, s. 447.

[10]- Müntehab’ül-Eser, s. 292.

[11]- Bihar’ul-Envar, c. 52, s. 239.

[12]- Neml/62.

[13]- Bihar’ul-Envar, c. 52, s. 315.

[14]- Bişarat’ül-Ahdayn, s. 242.

[15]- Opanşad kitabı, s. 737.

[16]- Bişarat’ül-Ahdayn s. 242.

[17]- a.g.e. s.258.

[18]- a.g.e. s. 273.

[19]- Camasbname, s. 121.

[20]- Bişaret’ül-Ahdayn, s.238.

[21]- Mehdilik ve İmam Mehdi, s. 222.

[22]- Mehdilik ve İmam Mehdi, s. 222.

[23]- Şuşyant, s. 104.

[24]- a.g.e. s. 222.



İlk Kur’an Tefsiri Olarak Hz.Ali (a.s)’ın Mushafı İkinci Bölüm

Cafer EMİN

Kur'an'ın Toplanılma Zamanı

Geçen bölümdeki açıklamalarımızdan Kur'an'ı ilk toplayanın Hz. Ali (a.s) olduğu anlaşılmaktadır. Ama Kur'an'ın ne zaman toplandığı hakkında tarih, tefsir ve Kur'an ilimleri ile ilgili eserlerde çok çeşitli sözler söylenmiştir.

Bu konuda söylenen sözler, ilk bakışta çok uyumsuz ve birbirine zıt iddialarla doludur. Bu yüzden birçok araştırmacı gerçeğe ulaşmakta zorlanmıştır. Bazı rivayetler, Kur'an'ın toplanması işini Peygamber (s.a.a)'in kendi zamanına, bazıları Ebu Bekir dönemine, bazıları Ömer dönemine ve diğer bazıları da Osman dönemine ait olduğunu kabul etmektedirler. Ancak bu işin Osman döneminde yapıldığına dair rivayetler meşhurdur.

Uyumsuzlukların bulunduğu diğer bir durum da, Kur'an'ın toplanması işindeki bazı özellikler ve cüz’î konulardır. Hatta Kur'an'ı ilk toplayanın Ali (a.s) olduğu konusu bile bütün bu söylenenlere rağmen ilk bakışta uyumsuzlukla doludur.

Dr. Muhammed Ali Sağir şöyle yazıyor: "Kur'an'ın toplanması ile ilgili rivayetlerde hayret edilecek derecede birbirine zıt tarihlere rastlanmaktadır." Daha sonra birbirine zıt rivayetleri sıralıyor.[1]

Ayetullah Hoî, bu konuyla ilgili rivayetleri bir arada toplamış ve yirmi iki rivayet nakletmiştir. Daha sonra da bu rivayetlerin hepsinin birbirine zıt ve haber-i vahit olduklarını belirtmiştir.

Merhum Belâğî de kendi tefsirinin giriş bölümünde "Kur'an'ın toplanması hakkındaki rivayetlerin zıtlığı" adı altında bu konudan bahsetmiş ve bu rivayetlerde görülen zıtlıkları saymıştır. Sonuçta bu rivayetlerin tarih açısından bir değer ifade etmediğini vurgulamıştır.[2]

Bütün bu eleştirilerin ışığında şöyle denilebilir: Gerçi Ehl-i Sünnet kanalıyla nakledilen rivayetlerin çoğu birbiriyle zıtlık arz etmektedir, fakat en çok üzerinde ihtilâf edilen rivayetler Kur'an'ın toplanma zamanı ile ilgilidir.

Zira bu rivayetlerin bir kısmında Kur'an'ın toplanma işleminin Peygamber (s.a.a)’in zamanında gerçekleştiği belirtilirken, bir kısmında bu işi Ali (a.s), Ebu Bekir, Ömer, Osman, Zeyd b. Sabit, Benî Huzeyfe'nin azatlısı Salim gibi kişilerin yaptığı söylenmiştir. Bunların bazısında ise bu işin Hz. Ali (a.s) zamanda altı kişi tarafından yapıldığı ifade edilmiştir.

Evet, bu izafeler görünüşte birbiriyle uyum içinde değillerdir. Ancak bu rivayetler incelikleriyle tahlil edilirse, bu zıtlıkların çoğunun yok olup gittiği görülecektir.

Bu rivayetler çok yönlü olarak tahlil edildiğinde en az altı sonuç ortaya çıkmaktadır:

1- Kur'an'ın ezberlenip göğüslerde saklanıyor olması.

2- Kur'an'ın parçalar hâlinde yazılmış olduğu.

3- Kur'an'ın sayfalar hâlinde tam olarak (tertipli veya tertipsiz) toplandığı.

4- Kur'an'ın başı ve sonu belli bir kitap olarak düzgün bir şekilde toplanması.

5- Kur'an'ın tefsir, tevil, nüzul sebepleri, zahirî ve batınî anlamlarıyla birlikte toplanması.

6- Kur'an'ın yazılı olduğu mushaflarda yazım ile kıraat açısından birlik sağlanması.

Bu sonuçların her birini Kur'an'ı toplama işlemi olarak sayabileceğimiz gibi, toplama merhalelerinden biri olarak da değerlendirebiliriz.

Şimdi bu merhalelerin her birinin ne zaman ve kim tarafından gerçekleştirildiğine bakmak gerekmektedir.

Herkesin üzerinde görüş birliğine sahip olduğu konu, ayetlerin Peygamber (s.a.a)'in zamanında tertiplendiğidir. Ancak acaba surelerin sırası da bizzat Peygamber (s.a.a) tarafından mı belirlenmiştir? Kur'an bugünkü hâliyle Peygamber (s.a.a) tarafından mı sıralandı? Yoksa Peygamber (s.a.a)'in vefatından sonra sahabenin rey ve içtihadına göre mi dizildi? Bunlar, ihtilâflı konulardır.

Birinci görüşe, Şia ve Ehl-i Sünnet'ten katılım oldukça fazladır. Birçok deliller getirmekteler ve Ayetullah Hoî bu konuda ısrarlı olanlardandır.[3]

İkinci görüşü daha çok tahkik ehli ve araştırmacılar benimsemektedir. "el-İtkan" adlı eserde de bilim adamlarına izafe edilmektedir. Üstat Marifet de “et-Temhid” adlı eserinde bu ihtilâflara genişçe yer vermiş ve ikinci görüşü tercih etmiştir.[4]

Peygamber (s.a.a)'in vefatından sonra Ali (a.s) Kur'an'ı düzenli bir şekilde toplama yolunda ilk adımı attı ve onu halka sundu. Kabul görmeyince onu kendi yanında sakladı.

Bu arada hâkim sınıfın ellerinde derli toplu bir Kur'an olmadığı hâlde İbn-i Mes’ud, Übey b. Kâb gibi kimselerin ellerinde olanı kabule de yanaşmadılar.

Öte yandan Yemame Savaşı'nda yetmiş veya dört yüz Kur'an hafız ve karisinin öldürülmesiyle Kur'an'ın tamamen yok olup gitmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalındı. İşte böyle bir durumda hâkim sınıf, genç bir vahiy kâtibi olan Zeyd b. Sabit'i -kendi söylediğine göre- büyük ısrarlar sonucu Kur'an'ı toplamakla görevlendirdiler. Bunun için, "Her kimin yanında Kur'an'dan bir ayet varsa, şahidiyle birlikte getirsin, ondan kabul edilecek ve Kur'an'a yazılacaktır" diye ilân ettiler.

Böylece, Ebu Bekir için bir Kur'an toplanıldı. Bu Kur’an önce Ebu Bekir, sonra Ömer'in yanındaydı. Ömer'den sonra bu Kur'an Hafsa'nın eline geçti. Osman, Hafsa’dan onu isteyince kendisine vermedi. Ancak geri vereceğine dair söz verince onu Osman’a verdi.

Bu Kur’an’la ilgili rivayetlerde de birtakım küçük ihtilâflar görülmektedir. Bazıları; “Bu Kur'an'ı toplama işi Ebu Bekir zamanında son buldu.” derken, bazıları; “Bu iş Ömer'in zamanına kadar devam etti.” diyorlar. Diğer bir grup da; "Ömer vefat etmişti ama, Kur'an toplama işi henüz tamamlanmamıştı." diyor.

Ömer'den sonra da Osman, Kur'an'ın kıraatindeki ihtilâfları görünce, bazı sahabîler ve başkalarının da ısrarı üzerine dağınık hâlde bulunan Kur'an'da yazım ve kıraat açısından birlik oluşturmak için harekete geçti.

Bütün bu söylenenler, Kur'an'ın toplanma macerasının bir özeti ve bu alandaki önemli kaynaklardan elde edilen bilgilere dayanılarak yapılan kısa bir tahlildir.

Üzerinde çalıştığımız konuda görülen ihtilâflar ve uyumsuzlukların birçoğu da, “toplama” kelimesinin farklı anlamlarda kullanılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu kelime birçok yerde farklı anlamlarda kullanılmıştır.

Örneğin; eğer biri Kur'an'ın Peygamber (s.a.a) zamanında toplanmış olduğunu söylüyorsa, maksadını ayrı ayrı parçalar hâlinde yazılmış olan surelerin tertip gözetilmeksizin bir araya getirilmiş olmasıdır.

Bu sözün bu anlamda, Hz. Ali (a.s)'ın Peygamber (s.a.a)'in emriyle Kur'an'ı toplayıp yazmasıyla hiçbir zıtlığı söz konusu değildir. Veyahut eğer Peygamber (s.a.a) zamanında birtakım kimseleri Kur'an'ı toplayanlar adıyla anıyorlarsa, maksatları Peygamber (s.a.a) zamanındaki Kur'an hafızlarıdır.

Nitekim bazı rivayetlerde Kur'an'ın Peygamber (s.a.a) zamanında toplanılmasından, Kur'an'ın hıfzedilme ve ezberlenmesinin kastedildiği açıkça belirtilmiştir. Zerkeşî, el-Burhan adlı eserinin on üçüncü bölümünü "Kur'an'ın toplanılması ve sahabe tarafından ezberlenmesinin beyanı hakkında" diye adlandırmaktadır.

Evet, bu grubun kaç kişi olduğu konusunda ihtilâf vardır. Bazıları dört kişi, bazıları altı kişi ve bazıları da sayıca çok fazla olduğu kanısındadırlar.

Bu ihtilâf üzerine araştırmacılar şöyle diyorlar: "Hafızları dört veya altı kişi olarak nakleden rivayetler, yalnızca bu grubun başta gelen tanınmış isimlerini zikretmekle yetinmişlerdir veya Kur'an'ın tamamını ezberlemiş olanları kastetmişlerdir."

Evet, bazı vahiy kâtipleri -belki de diğer sahabîlerden de bazı kişiler- vahyolunan ayetlerden kendileri için de ayrıca bir nüsha yazıyorlardı. Fakat onların yazdıkları Kur'an, kesinlikle istenen tertip ve düzene sahip değildi.

Her ne kadar bazı rivayetlerde bu şahıslardan bazılarının, yazdıkları Kur'an'ı Peygamber (s.a.a)'e sundukları nakledilmişse de, bizim bildiğimiz düzenli olarak toplanmış bir Kur'an kastedilmemiştir. Bu rivayetler, o zamanda böyle bir Kur'an'ın varlığını da ispat etmemektedir.

Bu toplama işini Ebu Bekir, Ömer veya Zeyd'e ait bilen rivayetler de aynı gruptandırlar. Çünkü Kur'an'dan yalnızca bir nüshanın hilâfet unvanındaki yönetime sunulması olayı, bu işin onlara izafe edilmesine neden olmuştur. Yani bu iş, Ebu Bekir'in emri, Ömer'in desteği ve Zeyd'in eliyle -yalnız başına veya bir grupla birlikte- yapılınca, bu üç kişiden her birine ayrı ayrı izafe edilebilmiştir. Dolayısıyla bu konuda rivayet edilen diğer sözlerle hiçbir ihtilâf da söz konusu değildir.

Bu toplama işinin yukarıda sayılan altı anlamdan üçüncü veya dördüncüsüne ait olacağı da açıktır. Yani, bu dönemde Kur'an ayrı ayrı sayfalar hâlinde -sureler arasındaki tertibe riayet edilerek veya edilmeyerek- bir araya getirilmiştir.

Bundan dolayı bazıları Kur'an'ın Ebu Bekir ve Ömer zamanında sayfalar hâlinde olduğunu, henüz mushaf, yani kitap şekline getirilmemiş olduğunu nakletmişlerdir. Bazıları da bunları mushaf diye adlandırmışlardır. Çünkü bu gruba göre, Kur'an ilk defa bu dönemde bugünkü düzeniyle toplanmıştır.

Kur'an'ın ilk defa Ebu Bekir zamanında toplandığını söyleyenlerin maksadı, bugünkü düzeniyle Kur'an'ın ilk defa Ebu Bekir'in emriyle bir araya getirilip düzenlenmiş olduğudur. Bu söz, diğer rivayetlerle de uyum içindedir.

Kur'an bilimleri üzerine yazılmış eserlerin çoğunda Kur'an'ın toplanma ve derlenmesi ile ilgili konularda, Hz. Ali (a.s)'ın mushafından niçin bahsedilmediği de böylece açıklık kazanmış oluyor.

Çünkü bu mushaf, ne tertip ve ne de içerik yönünden bugünkü Kur'an ile uyum içinde değildi. O Kur'an'ın düzeni nüzul sırasına göre tertiplenmiş, içeriği de tefsir ve tevili ile birlikte hazırlanmıştı.

Bu itibarla, Kur'an'ı ilk önce Hz. Ali (a.s) toplamasına rağmen günümüzde olduğu şekliyle ilk defa Ebu Bekir toplamıştır, denilebilir. Bu arada, garaz ve taassup yüzünden Ali (a.s)'ın mushafını zikretmekten çekinmiş olanlar da yok değildir.

Bunları dikkate alarak, Osman'ın Kur'an'ı toplatması olayı da aydınlanmış oluyor. Çünkü bundan da maksat, Kur'an'ın bir nüshada toplatılıp, bu nüshanın çoğaltılarak İslâm beldelerine dağıtılması ve farklı nüshaların ortadan kaldırılıp mümkün olduğunca metin ve kıraatte birlik oluşturulması olayıdır.

Bu hareket, tarihte kabul edilmiş ve bilinen bir gerçektir ve çoğu kimseler bu hareket karşısında olumlu veya olumsuz tepkiler göstermişlerdir. Bu ihtimale göre, surelerin bugünkü şekliyle düzenlenmesi, bazı rivayetlerden de anlaşıldığı gibi, Osman zamanına aittir, ondan öncesine değil. İhtilâf, yalnızca Osman'ın bu hassas işi ne kadar başarıyla yapıp yapmadığı ve tarihte nasıl yankı yaptığı hususundadır.

İlginç olan şu ki, bazı tabirler şöyle nakledilmiştir: "Osman herkesi halifenin toplatmış olduğu Kur'an'ları okumaya mecbur etti." Bazıları; "Ebu Bekir, Kur'an'ı sayfalarda topladı, Osman ise mushafta, yani kitap hâline getirdi." Ve diğer bazıları da; "Ebu Bekir, Kur'an'ı mushaf (kitap) olarak topladı, Osman ise mushaflar şeklinde (yani onu çoğalttı)." diyorlardı.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Kur'an'ın bu merhalesi de Zeyd b. Sabit'in eliyle yapılmış, Osman ise yalnızca gözcülük etmiştir. Bu nedenledir ki, Zeyd ile ilgili rivayetler, bazen Ebu Bekir ve Ömer ile, bazen de Osman ile ilgili olarak zikredilmiştir. Zira bunlar, iki ayrı döneme işaret etmektedirler. Dolayısıyla ortada bir zıtlık söz konusu değildir.

Son olarak; Kur'an'ın toplanması (cem edilmesi) ile ilgili olarak Şia kanalıyla nakledilen bazı rivayetlerde, Kur'an'ı toplama işinin Ali (a.s)'a, başka birtakım rivayetlere göre de, Ali (a.s) ve evlâtlarına, yani Ehl-i Beyt’e özgü bir iş olduğu bildirilmiştir.[5]

Bu rivayetlerin maksadı da açıktır. Zira burada toplama işinden anlaşılan, Kur'an'ı metni, tefsiri ve teviliyle toplama işidir. Yani Kur'an'ın Allah'ın indirdiği şekliyle düzenlenmesidir ki bu, sadece Ali (a.s) ve evlâdına aittir.

Kur'an'ın toplanılmasının çeşitli anlamlarda kullanıldığına, Kur'an bilimleri ve tefsir kitaplarında da işaret edilmiştir. Suyutî, Hâkim'in Müstedrek'inden şöyle naklediyor: "Kur'an üç defa toplandı:

İlki, Peygamber (s.a.a)'in zamanında; dağınık şekilde bulunan ayetler -Peygamber (s.a.a)'in emriyle- belirli surelerde bir araya getirilip düzene koyuldu.

İkincisi, Ebu Bekir zamanında; daha önceden deri, taş, ağaç ve kemik levhalar üzerine yazılı olan Kur'an, onun zamanında sayfalar üzerine yazılmaya başlandı. Sahih ve benzeri rivayetler, bu olaya delâlet etmektedir. Üçüncü toplanma işlemi de, surelerin düzene sokulması şeklinde olmuştur ki bu da, Osman zamanında yerine getirilmiştir."[6]

Hâkim, bu sözün devamında bu üç merhalenin her biriyle ilgili rivayetleri de hatırlatmıştır.

Zerkeşî de İbn-i Faris'ten şöyle nakletmiştir: "Kur'an'ı toplamak işi iki kısımdır: Biri, surelerin diziliş sırasıdır; altı uzun surenin başta gelmesi, yüz ayeti olan surelerin bundan sonra yer alması gibi. Bu iş, sahabenin sorumluluğunda ve onlar tarafından yapılmıştır. Diğeri ise, ayetlerin surelerde toplanması ve diziliş sırası işlemidir ki bu, vahiy yoluyla kesinlik kazanmış bir şeydir ve Peygamber (s.a.a) bizzat bu işi üstlenmişti."[7]

Zerkanî de Menahil'ul-İrfan'da, Kur'an'ın toplanılmasını, ezberlemek ve sinelerde korumak, diğeri de ayet ve surelerin yazılarak korunması şeklinde iki anlamda değerlendirmektedir. Daha sonra Kur'an'ın toplanılma işlemini ikinci anlamıyla üç merhaleye ayırarak bu konuyla ilgili şüpheli soruları yanıtlamaya çalışıyor.[8]

Molla Huveyş Ali Gazî de, Beyan'ul-Meanî'de Kur'an'ın toplanılma merhaleleri ve "Kur'an'ın toplanılması" ifadesinin anlamları üzerinde bir miktar açıklamada bulunmuştur.

Allâme Tabatabaî bu konuda şöyle yazıyor: "Bazı rivayetlerde Ensar’dan dört kişi, bazılarında beş, bazılarında altı ve bazılarında daha fazla kişi tarafından Kur'an'ın toplandığı iddiasından maksat, bu kişilerin Kur'an'ı tamamıyla öğrenip ezberlemiş olmalarıdır. Yoksa onun ayet ve surelerini düzenleyerek yazmış oldukları değildir."[9]

Ne yazık ki, Kur'an'ın toplanılma tarihi üzerinde araştırma yapanlar, bazı inceliklere dikkat etmediklerinden bu konuda gelen rivayetlerin uyumsuzluklarına bakarak bu rivayetlerin yalan olduklarını ileri sürerek birçoğunu reddetmişlerdir.

Halbuki bütün yönleriyle tahlil ve incelemeye tâbi tutulmak suretiyle bunları bir arada tutabilecek şekilde yorumlamak gerekiyordu. Yoksa her rivayeti ilk karşılaştığında diğeriyle biraz uyumsuz görür görmez onu rivayet edenin cahilliğine veya kasıtlı biri olduğuna atfetmek doğru bir hareket değildir.

Şunu belirtmek gerekir ki, böylesi alanlarda araştırma yapmak, birçok alanda kapsamlı ve bütün yönleriyle bir araştırmaya ihtiyacı vardır. Buna ek olarak bazı alanlardan habersiz olmak veya yüzeysel bakışlar, doğru inceleme yapmayı imkânsız kılmaktadır. İncelenmesi gereken ilgili konuları şöyle sıralayabiliriz:

Peygamber (s.a.a)’in siyerinin incelenmesi; Hz. Ali (a.s)’ın zamanında Kur'an'ın toplanılması; Sadr-ı İslâm'da kâtipler ve yazı aletleri; Kur'an'ın toplanma ve yazılma tarihi; ayet ve surelerin derlenmesi; kıraatlerdeki çeşitliliğin tarihi; Kur'an'ın resm'ül-hattı (yazım şekli); Kur'an'ın noktalama işaretleri ile harekelendirilmesi işlemi; Kur'an'ın tefsir, tevil ve tahrifi; halifeler tarihi; Hz. Ali (a.s)'ın siyeri; vs...

Hiç şüphesiz, bu gibi odaklık arz eden noktalarda az veya çok müdahale edildiği zaman tahlil ve araştırmanın yönü değişmekte, olması gerekenin dışında sonuçlara varılmaktadır.


Zaman Akışı İçinde Ali(a.s)'ın Mushafı

Zamanın halifesi ve halk, Hz. Ali (a.s) tarafından toplanmış Kur'an'ı kabul etmedikleri için İmam Ali (a.s) toplamış olduğu Kur'an'ı evine götürdü. Ancak bu mushafın ne olduğu hakkında, bazı rivayetlerin dışında, elde doğru düzgün bir bilgi yoktur. Bazı rivayete göre, İmam Ali (a.s) yazmış olduğu Kur'an'ı kabul etmediklerinde; "Allah'a andolsun, bundan sonra onu bir daha görmeyeceksiniz! Benim görevim Kur'an'ı toplamak ve sizi bundan haberdar etmek idi."[10] buyurdular.

İbn-i Nedim şöyle diyor: "Ali (a.s)'ın mushafını Hz. Hasan (a.s)'ın çocukları birbirlerine miras bırakıyorlar."[11]

Şunu belirtmekte yarar var: Ravi ya yanlışlıkla Hz. Hüseyin (a.s) yerine Hz. Hasan (a.s)'ı zikretmiş veya ayrı bir kitabı kastetmektedir. Zira Şia kaynaklı rivayetlerde, Hz. Ali (a.s)'ın mushafını, o hazretten sonra vasilik ve imamlık makamını haiz kimselerin -on iki imamın- birbirlerine miras bıraktıkları ve onu hiç kimseye göstermedikleri belirtilmiştir. Yine açıktır ki, Ehl-i Beyt İmamları İmam Hasan (a.s)'ın değil, İmam Hüseyin (a.s)'ın soyundandır.

Geçen bölümde İbn-i Sirin'in de; "Bu kitabı araştırmaya koyuldum; Medine'ye mektup yazdım, ancak ona ulaşamadım." dediğini ve devamında o kitabı görmeye çok iştiyaklı olduğunu da her hâliyle belli ettirmeye çalıştığını okumuştuk.

İbn-i Ebu Nasr Bezentî'den şöyle dediği rivayet ediliyor: "İmam Rıza (a.s)'ı Kûfe'ye doğru götürdüklerinde benim yanıma bir mushaf (kitap) gönderdi. Onu açtığımda "Beyyine" suresini onda gördüm. Çok geniş yazılmıştı. Kureyş'ten yetmiş kişinin adının, babalarının adlarıyla yazılı olduklarını gördüm. Bir müddet sonra İmam'ın kitabı geri istediği haberini aldım..."[12]

Bazıları bu kitabın Hz. Ali (a.s)'ın mushafı olabileceği kanısındadırlar. Çünkü bu mushaf, İmamların ellerinde korunmaktaydı. Özellikle de Bezentî, İmam'ın sır ashabındandı ve İmam (a.s)'ın yanında özel bir makama sahipti. Fakat bu konuyu kesin delil ve senetlere dayalı olarak ispat etmek mümkün değildir.

Feyz-i Kaşanî bu rivayetle ilgili olarak şöyle yazıyor: "Belki o kitapta olan, vahiy yoluyla elde edilmiş tefsirlerden ibaretti."

Dünyanın bazı kütüphanelerinde ve müzelerinde görüldüğü gibi, bazı Kur'an'ların Hz. Ali (a.s)'ın hattıyla yazılmış olduğu iddia edilmektedir. Ama bu iddiaların hiçbirisi ispatlanabilmiş değildir. Bazıları, bu Kur'an'ların özellikleri hakkında tafsilatlı beyanlarda bulunmuşlardır.[13] Sonuçta rivayetlerden elde edilen, Masum İmamlar tarafından bu mushafın birbirlerine miras bırakıldığı ve şimdi de İmam Mehdi (a.f)'in yanında olduğu ve zuhur ettiği zaman onu halka sunacağı konusudur.[14]

Birçok rivayette İmam (a.s)'ın, üzerinden halka ders verdiği Kur'an ile bu mushafa işaret edildiği belirtilmiştir.

Bazı rivayetlerde, Ömer'in Hz. Ali (a.s)'dan mushafını kendisine vermesini istediği, ancak İmam’ın bunu kabul etmediği ifade edilmiştir.[15]

Ebuzer-i Gıfarî'den şöyle rivayet ediliyor: "Peygamber (s.a.a)'in vefatından sonra, Peygamber (s.a.a)'in isteği ve emri üzerine Hz. Ali (a.s) Kur'an'ı Muhacirler ve Ensar topluluğuna getirip sundu. Ebu Bekir bu kitabı açınca kavmin ayıplarını da onda gördü. Ömer kalkıp dedi: “Ey Ali, onu geri götür, bizim ona ihtiyacımız yoktur!” Ali (a.s) da onu alıp gitti.

Sonra kari ve Kur'an kâtiplerinden olan Zeyd b. Sabit'i getirdiler. Ömer; “Ali (a.s) Kur'an'ı bize getirdi. Ensar ve Muhacirlerin suç ve ayıpları da o kitapta yazılı idi. Biz ise Kur'an'ı kendi bildiğimiz şekilde toplamak ve böylesi şeyleri ondan atmak istiyoruz.” dedi. Zeyd, bu teklifi kabul etti ve; “Eğer ben sizin istediğiniz gibi Kur'an'ı yazsam, sonra da Ali (a.s) koymuş olduğu Kur'an'ı ortaya koysa acaba bu plânınız suya düşmeyecek mi?” dedi. Ömer; “Çaresi nedir?” deyince Zeyd; “Siz daha iyi bilirsiniz.” diye cevap verdi.

Ömer; “Onun elinden rahat olabilmek için onu öldürmekten başka çare yoktur.” dedi. Daha sonra Halid b. Velid'in eliyle o hazreti öldürtme plânları yapıldı. Fakat o, böyle bir şeye cesaret edemedi. Ömer hilâfete geldiğinde Ali (a.s)'dan yazmış olduğu Kur'an'ı -onda değişiklikler yapmak için- istedi. Ali (a.s) buyurdu ki: “Kesinlikle, onu elde etmeniz mümkün değildir.

Ben, hüccet size tamamlansın ve mazeret yolu kapansın diye onu Ebu Bekir'in yanına getirdim; kıyamet günü ‘Biz görmedik veya bilmiyorduk’ demeyesiniz diye. Bu Kur'an'a benim temiz halifelerim ve evlâtlarımdan başkası el süremeyeceklerdir.” Ömer; “Acaba belli bir zaman sonra açığa çıkacak mı?” diye sorduğunda, Ali (a.s) şöyle buyurdu: "Evet, benim Ehl-i Beyt'imden Kaim -Mehdi (a.f)- kıyam ettiği zaman onu açığa çıkaracak, halkı ona uymaya mecbur edecek ve sünnet, bu temel üzerinden icra edilecektir."[16]

Bir rivayette şöyle nakledilmiştir: "Mushafların çeşitliliği Osman döneminde bir hayli arttığı için Talha, Hz. Ali (a.s)'dan, önceleri halka sunmuş olduğu Kur'an'ı niçin tekrar halka sunmadığını sordu. İmam bu soruyu cevapsız bıraktı. Talha soruyu tekrar edip; "Benim cevabımı vermedin!" diye üsteleyince İmam şöyle buyurdu: "

Ey Talha, kasıtlı olarak cevap vermedim. Acaba halkın bu okuduklarının hepsi Kur'an mıdır, yoksa onda Kur'an'dan olmayan bir şey de var mı?" Talha; "Hepsi Kur'an'dandır." dedi. İmam; "Eğer bu kitabı alıp ona amel edecek olursanız, ateşten kurtulmuş ve cennettekilere karışmış olursunuz." buyurdu. Talha; "O hâlde, bu Kur'an bana yeterlidir." dedi.”[17]

Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Halk, İmam Ali (a.s)’a biat edip kendisini hilâfet makamına getirdikleri zaman niçin kendi yazmış olduğu Kur'an'ı halka sunup onları bunu okumaya davet etmedi?!

Denilebilir ki İmam (a.s), Osman tarafından çoğaltılan Kur'an'ı onaylatmıştı. Hatta bazı rivayetlerde İmam şöyle buyuruyor: "Eğer kudret bulsaydım -mushaflar arasında birlik oluşturma işinde-

Osman'ın yaptığını yapardım." Bunun nedeni, halkın arasında bölücülük ve gruplaşmaya neden olacak şeylerden onları uzak tutup Müslümanlar arasında birlik sağlamak amacıydı. Bu yüzden İmam, Talha'nın isteğine cevap vermemişti. Bu nedenledir ki, diğer İmamlar da Kur'an'ın iniş sırasına göre okunmasını yasaklamışlardır.

Salim b. Seleme diyor: "Bir kişi İmam Sadık (a.s)'ın yanında Kur'an okudu. Ondan birtakım şeyler duydum ki, halkın okuduğu Kur'an'da yoktu. Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: "Böyle okumaktan sakın ve Kaim'in kıyamına dek halkın okuduğu gibi oku. O gün geldiğinde Kur'an gerektiği gibi -Hz. Ali (a.s)'ın mushafında olduğu üzere- okunacak."[18]

Allâme Tabatabaî bu konuda şöyle yazıyor: "Ali (a.s) gerçi daha önceleri Kur'an'ı nüzul sırasına göre toplamış ve topluma sunmuş, lâkin kabul görmemiştir. Hatta bundan sonraki Kur'an'ın toplanılma işinde her iki defasında da davet edilmemiş olmasına rağmen hiçbir muhalefette bulunmamış, revaçta olan mushafları kabul etmiş ve hayatı boyunca hatta hilâfeti döneminde dahi ihtilâflı bir söz zikretmemiştir.”

“Ehl-i Beyt İmamları (a.s) da, Hz. Ali (a.s)'ın evlâtları ve halifeleri unvanıyla aynı davranış biçimini sergilemiş, Kur'an'ın itibarını sarsacak hiçbir şey söylememişlerdir. Hatta sırdaşları olan ashaplarına ve Şia'nın ileri gelenleri sayılan kişilere dahi özel olarak böyle bir şey söylememişlerdir.

Konuşmalarında daima eldeki kitabı göstererek sözlerini ona dayandırmışlardır. Şia’ya halkın okuyuş ve kıraatini takip etmelerini emretmişlerdir. Burada cüretle diyebiliriz ki, Ali (a.s)’ın kendi mushafıyla tertip yönüyle muhalif olmasına rağmen bu mushaf karşısında susmasının nedeni, Ehl-i Beyt'in prensibine uygun ve onlar nezdinde muteber olan, Kur'an'ın Kur'an ile tefsiri yöntemiydi.

Bu yöntemde surelerin tertibinin, Mekkî ve Medenî ayetlerin sıralanış şeklinin Kur'an'ın yüce hedeflerine ulaşması yönünden hiçbir tesiri yoktur. Dolayısıyla her bir ayetin tefsiri için Kur'an'daki diğer bütün ayetlerin nazarda tutulması gerekmektedir."[19]

Hz.Ali(a.s)'ın Mushaf'ıve Tahrif Efsanesi

Tarih ve rivayetlerin şehadeti ile Ali (a.s)'ın mushafı, yöntem ve tertip-düzen açısından Kur'an'ın bugünkü şeklinden farklıydı. Hatta geçen konularda zikredildiği gibi, günümüzdeki Kur'an'a nispeten tefsir ve açıklamalar yönünden fazlalıkları vardı. Bununla ilgili birçok rivayetler de nakledilmiştir.

Bu tarihî gerçek, bazı kötü düşünceli veya kısa görüşlü kimselerde Kur’an’ın tahrif edildiğine dair bir fikir uyandırmış ve Kur'an'ın eksildiği veya tahrif edildiği üzerinde saplantıya düşmelerine neden olmuştur. Şia muhaddislerinden birisi, tahrif konusunda bir şüphe icat ederek yukarıda zikredilen hususun Kur'an'ın tahrif edildiği yolunda bir delil sayabileceğini ileri sürüp bu konuyu enine boyuna irdelemiştir.[20]

Bu şüpheye büyük bilim adamları tarafından geniş ve açıklamalı cevaplar verilmiştir. Bu konuyla ilgili şahit getirilebilecek rivayetler üzerinde derin incelemelerde bulunulmuştur.

Şeyh Müfid elde bulunan Kur'an ile Ali (a.s)'ın mushafını şöyle karşılaştırıyor: "Ali (a.s)'ın mushafında olan ayetlerin manalarının tefsir ve tevili Kur'an'ın nüzul sırasına göre düzenlenmiş olup, bugünkü Kur'an'dan atılmıştır. Bu tefsir ve açıklamaların Kur'an'ın bir cüz’ü olmadığı, ancak vahiy kanalıyla geldiği ve semavî olduğu bir gerçektir."[21]

Bu tahlilin bir benzeri de Feyz-i Kaşanî'nin sözünde Bezentî'nin rivayetinde geçmişti. Allâme Fanî, bu konuyla ilgili tafsilatlı bir konuşma yapmıştı. O, bu konuşmasında şöyle diyordu: "Hadislerden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Ali (a.s)'ın yazdığı Kur'an'da ilâhî vahiy olarak nazil olan ayetlerin yanında onların tefsir ve tevilleri de zikredilmiş, ayrıca dinî ahkâmın detaylarına da inilmişti. Şimdi bu hadisleri, nasıl Kur'an'ın tahrif olunduğuna veya eksiltildiğine atfedebilirsiniz?!"[22]

Ayetullah Hoî de şöyle yazıyor: "Hz. Ali (a.s)'ın, bugünkü Kur'an'dan farklı bir düzene sahip başka bir mushafının olduğu şüphesizdir. İlim sahiplerince bu konunun kabul edilmiş olması, bu konuda bizleri delil getirmekten gani kılmaktadır. Zira bazı fazlalıkların o mushafta varlığı doğrudur. Yalnız, bunlar kesinlikle Kur'an'ın aslından bir tahrif veya eksiltmeye delâlet etmemektedir.

Sözün doğrusu şudur ki, bu zikredilen fazlalıklar, tevil ve tefsir unvanıyla Hak Tealâ’nın kelâmın yorumları veya bazı ayetlerin açıklanması maksadıyla vahyolunmuş sözlerdi...

Buna göre, Allah (c.c) tarafından vahiy unvanıyla gelen her şey, Kur'an'dan bir cüz olacak diye bir kural yoktur. Rivayetlerden elde edilen de şudur: Ali (a.s)'ın fazladan yazdıkları, ayetlerin tevil veya tefsirinden ibaretti. Hiçbir rivayet, bu fazlalıkların da ayet olduğuna delâlet etmemektedir.

Bazı rivayetlerde münafıkların, Hz. Ali (a.s)'ın mushafında isimleriyle zikredildiği nakledilmiş ise, bundan maksat, bu grubun isimlerinin ayetlerde değil, tefsir bölümünde zikredilmiş olduğudur."[23] Ayetullah Hoî, bu sözün devamında bu konuyla ilgili şahitler de zikretmektedir.

Şeyh Saduk ise şöyle yazıyor: "Kur'an'dan başka birtakım konular da vahyedilmiştir ki, eğer Kur'an'ın yanına konulsaydı, on yedi bin ayeti geçerdi." O bu sözden sonra bir numune ve örnek de getirmek suretiyle bu açıklamaların vahiy olduğunu, ama Kur'an'dan bir ayet olmadığını ispat ediyor.[24]

Son Söz

Hz. Peygamber (s.a.a)'in vefatından sonra halkın yoldan çıkması, onun hak halifesinden yüz çevirmesi, İslâm'ın gidişatını asıl hedefinden saptırdı ve ümmetin rehberliği ehil olmayanların eline düştü. İşte İslâm ümmetinin başına ne geldiyse bu yüzden geldi. Aynı şekilde Ali (a.s)'ın mushafını kabul etmemeleri de, Hak Tealâ’nın kelâmının tefsirinin saptırılmasına, saf ve berrak vahyin gelecek kuşaklar nazarında karanlık görünmesine, anlaşılmamasına sebep oldu. Öyle ki, bugün her bir ayetin tefsirine baktığımızda bir yığın yorumlar ve ihtimaller zikredilmiştir.

Peygamber (s.a.a)'in Sakaleyn (Kur’an ve Ehl-i Beyt) konusundaki vasiyetlerini görmezlikten gelenler ve "Kur'an bize yeter!" diye sesini yükseltenler, Peygamber'den sonra Kur'an'ı da görmezlikten gelmiş ve onu ucuz bir değere (dünya makamı karşılığında) satmışlardır. Ayette buyurduğu gibi, "Onu arkalarına attılar ve az bir fiyata sattılar."[25] Onun içindeki bilgileri,

ona aşinalığı olmayanların yanında elde etmek yoluna gittiler ve gönüllerini vahiyden habersiz kimselere verdiler. Bu yüzden de vahye gerçek imanı olmayanlar, Kur'an'ı yalan yanlış görüşleriyle karıştırıp nice saf gönülleri bu vahyin ruhuna yabancı olan tefsirler ve İsrailiyat ile doldurdular.

Böylece İslâm ümmetine telafi edilemeyecek büyük zararlar verildi, bütün sapıklıkların, yanlışlıkların, Kur'an'ı yalan yanlış anlamaya neden olan şeylerin hepsinin temeli atıldı ve doğru olmayan tefsirlere, yakışmayan tevillere kapılar açılmış oldu. İslâm ümmeti o günden beridir dağınık bir hâlde, yetmiş iki millete bölünmüş ve hurafeler kurbanı olarak yaşamaktadırlar.

Bu yüzden de Kur'an, çeşitli fırkaların elinde, kendi görüşlerini ispatlamak için bir vesile olmuş, ehliyetsiz kimseler ehil oldukları iddiasıyla öne çıkarak bu ilâhî vahiyden binlerce görüş ve yol türetmişlerdir. Böylece insanlık namına büyük bir zulüm ve cinayet işlenmiştir.

Bu arada az bir grup yolu tanımış ve bu yola can koymuşlardır. Bunlar canları pahasına ve bütün zorlukları göğüsleyerek onun gerçek tefsirini ehlinden almış, onu bu yolun kendilerinden sonra gelecek yolcularına miras bırakmışlardır. Her ne kadar bu değerli mirası yığınlar arasından bulup teşhis etmek o kadar kolay değildir ama, yine de zahmetine değer.

Evet, Kur'an'ın korunması yolunda ilk günden beri büyük çabalar sarf edilmiş, bu çabalar sonucunda değiştirilme, azaltılıp çoğaltılmaya karşı korunabilmiştir. Ancak, bu arada gerçekten ifade edilmek istenen manalar gizli kalmıştır.

İmam Bâkır (a.s), "Kur'an'ı arkalarına attılar..." ayetinden sonra buyuruyor: "Kur'an'ı arkalarına atmaları şöyle olmuştur: Onun harflerini korumuş, ama sınırları bırakmışlardır. Yani onlar, Kur'an'ın rivayet edicileridirler, riayet edicileri değil. Cahiller rivayetleri ezberlemekle hoşturlar, ama bilginler o vahy-i ilâhî'nin emrine gerçekten riayet edemediklerinin üzüntüsü içindedirler."[26]

[1]- Sağir, Muhammed Hüseyin Ali, Tarih'ul-Kur'an, Kum baskısı, Mektebet'ül-Alâm'il-İslâmî, s.69

[2]- Hoî, Ebu’l-Kasım, el-Beyan, Beyrut baskısı, Dar'uz-Zehra, c.1, s.239-253; Belâğî, Muhammed Cevad, Âlâ'ur-Rahman fî Tefsir'il-Kur'an, s.19

[3]- Hoî, el-Beyan, s.249-251

[4]- Suyutî, Celâluddin, el-İtkan, Beyrut, Dar'ul-Kütüb, c.1, s.135

[5]- Tefsir-i Kummî, c.2, s.451; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.485; Feyz-i Kaşanî, el-Vafî, c.5, s.274; Behranî, Haşim, el-Burhan fi Tefsir'il-Kur'an, c.1, s.15; Muttaki Hindî, Kenz'ül-Ummal, c.2, s.373; Saffar Kummî, Muhammed b. Hasan, Besair'ud-Derecat, s.193; Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kafî, c.1, s.78

[6]- Hâkim Nişaburî, el-Müstedrek, c.2, s.228; Suyutî, el-İtkan, s.126-130

[7]- Zerkeşî, el-Burhan, Kahire baskısı, c.1, s.273; Beyrut baskısı, Dar'ul-Marife, c.1, s.331

[8]- Zerkanî, Muhammed Abdulazim, Menahil'ul-İrfan, Beyrut baskısı, Dar'ul-Kütüb'il-İlmiye, c.1, s.240

[9]- Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, Kur'an Der İslâm, Tahran baskısı, Bonyad-ı Kur'an, s.173-174; Asifî, Ali Muhammed, Dirasatun fi’l-Kur'an'il-Kerim, Necef baskısı, Matbaat'un-Numan, s.246-249; Ramyar, Mahmud, Tarih-i Kur'an, Tahran baskısı, İntişarat-ı Emir Kebir, s.211, 212

[10]- Feyz-i Kaşanî, Muhammed b. Murtaza, Tefsir-i Safî, c.1, s.25

[11]- İbn-i Nedim, el-Fihrist, s.42

[12]- Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kafî, c.2, s.631; Feyz-i Kaşanî, el-Meheccet'ül-Beyza, c.2, s.262; el-Vafî, c.5, s.273; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.54

[13]- Daha fazla bilgi için bkz: Zencanî, Tarih'ul-Kur'an; Ramyar, Tarih-i Kur'an, s.373-379

[14]- Saffarî Kummî, Besair'ud-Derecat, s.193; Kuleynî, el-Kafî, c.2, s.263; Tabersî, el-İhticac, c.1, s.228; Feyz-i Kaşanî, el-Meheccet'ül-Beyza, c.2, s.263; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.42-43; Hemedanî, Rıza, Misbah'ul-Fakih, s.275; Amulî, Cafer Murtaza, Hakikatun Hamme, s.160

[15]- Meclisî, Bihar'ul-Envar, s.92, s.42

[16]- Kitab-ı Selim b. Kays, s.110; Tabersî, el-İhticac, s.81; Feyz-i Kaşanî, Tefsir-i Safî, c.1, s.27, 6. Mukaddime; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.43

[17]- Kitab-ı Selim b. Kays, s.110; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.42

[18]- Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kafî, c.1, s.633

[19]- Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, Kur'an Der İslâm, s.165-166

[20]- Nurî, Mirza Hüseyin, Fasl'ul-Hitab, Taş basması, s.120-134; Marifet, Muhammed Hadî, Siyanet'ul-Kur'an An'it-Tahrif, Kum baskısı, Neşr'ül-İslâmî Müessesesi, s.211

[21]- Şeyh Müfid, Evail'ul-Makalât, s.55; Aştiyanî, Muhammed Hasan, Bahr'ul-Fevaid, s.99

[22]- Fanî İsfahanî, Ali, Âraun Havl'el-Kur'an, Beyrut baskısı, Dar'ul-Huda, s.102

[23]- Hoî, Ebu’l-Kasım, el-Beyan, s.223-225; Sağir, Muhammed Hüseyin Ali, Tarih'ul-Kur'an, s.172

[24]- Şehy Saduk, Muhammed b. Ali Babeveyh, el-İtikadat, s.93

[25]- Âl-i İmrân, 3

[26]- Kuleynî, Muhammed b. Yakub, Ravzat'ul-Kafî, c.8, s.53; Feyz-i Kaşanî, Tefsir-i Safî, c.1, s.34

Editörden

Erenlerin ikinci sayısıyla siz değerli okuyucularımızla beraberiz. Bugün dünyada sıcak savaşların yaşandığı bir dönemde, savaşlardan uzak, mutlu ve güzel bir Türkiye özlemiyle merhaba diyoruz sizlere.

Erenler dergisi, kendi olma duygusundan hareketle, toplumu bütün değerleriyle kucaklamak sevdasındadır. Kendine yabancı durumuna gelen Alevîlere bir ufuk, bir nefes vererek, kuşatılmış ve hatta özünden koparılmış olan Alevîlere yol gösterme çabasındadır. Ve bütün çabalara da değer veren bir anlayışa sahiptir. Art niyet taşımadan, başka hesaplar peşine düşmeden kendi olma duygusuyla doğru orantılı olarak, bu sorumluluğu üstlenmeyi kendine kutsal bir görev bilmiştir.

Amacımız, herhangi bir toplumu, kesimi veya grubu yermek değil, sadece ülkemiz gerçeğine uygun olarak, farklı bir renk olan Alevîlik kimliğinin yaşaması ve yaşatılmasıdır. Öteden beri farklı yer ve noktalara çekilerek özünden saptırılmak istenen Alevîlik, bugün geldiğimiz noktada da, bir takım çıkar hesabı ile çeşitli zemin ve tanımlara çekilir konuma getirilmiştir.

Elbette yaptığımız bir emek ürünüdür. Sevgi, birlik ve kardeşlik adına bir gerçeğin nefesi yayılıyor. Bizler bir geleneğin sürdürücüleriyiz ve bu gerçeği geleceğe taşımanın gönüllü erenleriyiz. Bizler dünyada ülkeler, ırklar ve dinler arası çatışmaların yaşandığı tam da bugünde, gözümüzü ve gönlümüzü sevgiye açmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Çünkü, Ehl-i Beyt dostları olarak bu misyonu yüklenerek, aslında kendini arayan Alevîliğe meşale oluyoruz.

Burada Alevîliğin tanımını yapmak niyetinde değiliz. Derginin diğer sayfalarında bunu bulacaksınız. Biz, Yunus’un dediği gibi, “Ben gelmedim dava için, benim işim sevgi için” sevgiyi, barışı, huzuru bir nakış misali dergimizde işleyerek, bu ışığı bütün kardeşlerimize yaymak işine koyulmuşuz.

Erenler dergisi olarak, renkleri kaynaştırmada ve farklılıkları zenginlik olarak görebilmede çaba göstererek, gönüllerde taht kurma varoluşu içinde olacağız. Gönül erenleri olarak, yüreklerimizin kapılarını tebessümle açıp, karanlık düşüncelere ışık tutacağız. Çünkü biliyoruz ki; toprağı alın teri ile, insanı ise sevgi ile fethetmek olasıdır. Yeryüzünde sevginin uygarlığını kuranlar, bizim de gönlümüzü bu iklim ile yeşerttiler.

Bu arada Alevîliği farklı yerlere çekerek, pazarlayanların ve Alevîlere yeni dinler arayanların kimler olduğunu, hangi amaç ve hedeflerle bu komploları planladıklarını dergimizde işleyip mahkum etmeyi kendimize bir görev bilerek, bu sevgi bahçesini soldurmalarına müsaade etmeyeceğiz.

Alevîliğin İslâm dışı bir kültür olduğunu yaymak ve işlemekle memur olanların yanılgılarını, kaynaklara dayandırarak ve Pir Sultan, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-i Veli gibi zatların görüş, düşünce ve yaşamlarını örnek göstererek ortaya koyacağız. Bu pazarlamacıların asıl niyetlerini toplumumuzun gözleri önüne sermede bu yöntemin en mantıklı yol olduğuna inanmaktayız.

Ehl-i Beyt güneşi en karanlık yerleri aydınlatıncaya dek, elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce dost sıcaklığı ile söyleyip, anlatan bu yolun yılmaz, usanmaz maratoncuları olacağız. Her ne kadar yolumuz uzun ve engebeli ise de, yüreğimizdeki on iki imam aşk ve inancının bizi menzile ulaştırmaya yardımcı olacağına inanmaktayız. Zaten menzile ermek için çıktık bu yola, sevgi ile, aşk ile.

Kapımızı ve gönlümüzü bütün erenlere aralamış bulunmaktayız. Bu kutsal yolda dostları yolumuzun üzerinde engel olarak görmüyoruz. Bilakis bütün dostların bize katılarak bizimle yolculuk etmelerini arzulayarak çıktık bu kutsal yola. Bu aşkla, bu şevkle bütün erenleri Muhammed, Ali uğruna, Fatıma ana, Hasan, Hüseyin uğruna,, Ehl-i Beyt uğruna bize katılmaya, bizimle çalışmaya davet ediyoruz.

Bu arada beşeriyetin varoluşu ile başlayıp, bugüne dek süregelen ve daim devam edecek olan mutlak adalet beklentisinin hatırlanıldığı gün olan İmam Mehdi (a.s)’ın kutlu doğum gününü kutlamanın sevincini ve mutluluğunu yaşıyoruz.

Erenler dergisi olarak kuracağı evrensel adalet düzeniyle insanlığı hakikî kurtuluş ve mutluluğa erdirecek olan yüce Allah’ın son hüccet ve velisi İmam Mehdi’nin kutlu doğumunu bütün insanlık âlemine, özellikle de kurtuluş bekleyen ezilmişlere, hasseten de siz Ehl-i Beyt yolu izleyicilerine tebrik arz ediyoruz.

İnsanoğlunun fıtrî değerleri içerisinde büyük öneme sahip olan “adalet” kavramı, Hz. İmam Mehdi (a.s)’ın mübarek doğumuyla daha da bir önem kazanmıştır.

Zira o hazretin yeryüzünden her türlü haksızlık ve zulmü kaldıracağı ve özlenilen evrensel adalet düzenini kurarak beşeriyeti, hiçbir zaman görmediği maddî, manevî mükemmellik ve mutluluğa kavuşturacağı bütün ilâhî dinlerce, özellikle de İslâm dini tarafından muştulanmıştır. Dolayısıyla Hz. İmam Mehdi’nin doğum günü, tüm insanların, özellikle de ezilenlerin, horlananların ve zulme uğratılanların, adalet ve insaniyet namına kutladıkları en değerli ve en büyük bayramlarıdır.

Dünyanın iyi bir son ile noktalanacağı gerçeği, gerek semavî dinler, gerekse de beşer kaynaklı bütün ideolojiler tarafından kabul gören bir hakikattir. Yeryüzünden her türlü haksızlığı silip götürecek hakikî adalete ve herkesi içerecek maddî ve manevî doyuma ulaşma arzusu, beşeriyetin fıtratında olan bir gerçek olarak her zaman ve her yerde varola gelmiştir. Bu duygu beşerle birlikte var olmuş, beşeriyet var oldukça da devam edecektir.

Bizler, Hz. İmam Mehdi (a.s)’ın kutlu doğumunu, insanoğlunun kalbinde ümitlerin yeniden yeşerdiği, vicdanlarda merhamet duygularının yeniden kabardığı, insancıl yaklaşımların zirveye vurduğu bir gün olarak görmekteyiz.

Ne var ki; maddî çıkarları uğruna insanları türlü entrikalarla ezerek egemenlik kuran despot yönetimler, hep böyle bir hakikatin olmadığı doğrultusunda propagandalar yapmış ve yapmaktalar. Çünkü, beşeriyetin ümitsizliğe kapılarak adalet kavramından vazgeçmesi, onların haramice talan ve soygunlarını daha da pekiştirecektir.

İmam Mehdi (a.s)’ın zuhurunu beklemenin, zülüm ve haksızlıklardan yılan beşeriyetin kalbinde aydınlık geleceğe olan ümidin yeniden canlanıp coşmasına olan olumlu etkisi dikkate alındığında, onun kutlu doğum gününün en büyük bayram olarak kutlanılmasının ne denli ehemmiyet taşıdığı ortaya çıkmaktadır.

İnsanoğlunun, hayatının her döneminde bir bekleyiş ve arayış içerisinde olduğunu bilmekteyiz. Gün ışıklarının ışıldamasıyla gecenin beklendiği, gece karanlığının çökmesiyle de gündüzün beklendiği gibi bekleyişler hep bir döngü içerisinde devam etmektedir.

Çocukların bir an önce olgunluğa ulaşma, olgunların bir an önce evlenip yuva kurma ve arkasından da neslin bekasına dair olan beklentileri, keza zulme uğratılanların kurtuluş beklentileri hayatın bitip tükenmeyen bir bekleyişten ibaret olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.

Bekleyiş konusunu biraz daha açtığımızda, aslında bekleyişin başlıca iki nedene dayandığını gözlemlemekteyiz.

a) Bulunduğu durumdan memnun olmadığından daha iyi bir durumu bekleme.

b) Bulunduğu durumdan memnun olsa dahi daha iyi bir geleceğe sahip olma ümidinden kaynaklanan bekleme.

Böyle bir ümit insan hayatının daha dinamik, daha hareketli olmasını sağlar. Geleceğe dair ümidini yitiren bir insan ve topluluk ise, pasifleşir, hareketini ve canlılığını yitirerek teslimiyetçi olur.

İnsanın fıtratında olan bu duygu, İslâm dininde, özellikle de Ehl-i Beyt mektebinde ilâhî bir boyut kazandırılarak ufku daha da genişletilmiş ve doğru yörüngesine oturtulmuştur.

İnsanın sahip olduğu değerlerden biri de şükretmektir. Ehl-i Beyt mektebi, insanda bulunan bu değeri derinleştirerek Allah’a, insanlara, hatta hayvanlara uzanan bir hiyerarşide sıralamıştır. Ehl-i Beyt kendi maarifi ve öğretisiyle, insanların bu değerlerini yetiştirmesini ve mükemmellik seyrinde devam etmesini sağlamıştır.

İnsanın kendisi için arzuladığı iyi bir hayat standardını, tüm insanlar için istemesi yukarıdaki düşüncenin neticesidir. Düşünceleri sığ olmaktan kurtaran bu akide, insanı sadece zahirî iyi bir hayat sunmasını değil, gerçekten yeryüzünde adaletin işlevsel hâle getirilmesini, diğer bir tabirle hakikî adaletin istenmesini de öğretmiştir.

Ehl-i Beyt kaynaklarında geçen “İmamınızın zuhurunu bekleyin” veya “En üstün ibadet, İmam Mehdi (a.s)’ın zuhurunu beklemektir” gibi hadisler, işte bu gerçeğe işaret etmektedir. Böylelikle insanlarda, hakikî adalet ve kurtuluş beklenti ve ümidini canlandırarak daha dinamik, daha canlı bir toplumun oluşmasına zemin hazırlamaktadır.

Beşeriyetin düşünce ufkunu genişleten ve onlara daha dinamik bir hayat sağlayan İmam Mehdi (a.s)’ın kutlu doğumumun, tüm insanlığa barış, sevgi ve kardeşlik getirmesi temennisiyle.


Düşünce

Toplumlar ve İlkeler

Ali C.YILDIZ

“Varolmak bir büyük sonuç için sadece bir ön koşuldur...” Erenler’in ilk sayısındaki yazım tam da bu tümceyle bitiyordu. Sözü edilen yazının varmak istediği sonucu da özetleyen bu tümceyle ileri sürülmek istenen, Alevi toplumunun bir ön koşul olarak varlığının (mevcudiyetinin) bugünkü dünyada nasıl bir sonuç üreteceğinin ilkesel ölçekte de olsa bir tanımın yapmaktı.

Böylece, tek-tek yada bir bütün olarak bütün Alevilerin “Ben yada biz Aleviyiz.” demelerinin ötesinde hem kendileri hem de içinde yaşadıkları tüm insanlık için, yine hem tek-tek (birey) hem de bir bütün olarak üstlendikleri tarihi sorumlukları olduğu gerçeğini öğrenme olanakları ortaya çıkacaktı.

Bu yazıda “var olma” ön koşulu ile “var etme-üretme” sonucu arasındaki diyalektik ilişkiye, naçizane Alevi toplumuna uzun süreçte yararlanabileceği planlar oluşturma adına, bu yönde büyük gelişmeler göstermiş ve göstermekte olan toplum ve topluluklardan örnekler vererek açıklamaya çalışacağım.

Bir yerde birilerinin yaşayıp yaşamadığını araştırıp ortaya koyma işini günümüzde arkeoloji bilimi üstlenmiştir. Bu bilim sayesinde bizler hangi bölgelerde kimlerin nasıl ve ne zaman yaşadığını öğrenebiliriz.

Tarih yazımına da katkıda bulunan arkeoloji biliminin elindeki en önemli araçlar kazılarda ortaya çıkarılan buluntulardır. Arkeologların bu buluntu ve kalıntılar üzerinde yaptığı titiz inceleme ve araştırmalar sonucunda bir zamanlar tarih sahnesinden geçmiş yada hala geçmekte olan toplum ve toplulukların gizemli hikayeleri ortaya çıkmaktadır.

Bu bağlamda bizler yazıyı üç bin yıl önce Sümerlilerin, parayı ise yine binlerce yıl önce Lidyalıların bulduğunu bu incelemelerden öğreniyoruz. Yine şimdi bile kimi toplumların övündüğü dünyanın yedi harikasının kimler tarafından ve hangi amaçla yapıldığını da bu buluntuların incelenmesi sonucunda öğrenebilmekteyiz.

Özellikle kağıt, pusula, barut, matbaa vb. hala kullanılabilen nesneleri ilk üreten toplumlar saygınlık ve güçlerini bir ölçüde dünya kültürü ve piyasasına sundukları bu gibi ürünlere borçludurlar denilebilir. Sayısal olarak daha çok çoğaltılması mümkün olan bu örneklerin de göstermiş olduğu gibi toplumların/düşüncelerin uzun insanlık tarihi boyunca varlıklarını pekiştiren, saygın ve güçlü kılan biricik sonuç yada gösterge, onların ortaya koymuş oldukları kültürel birikim ve üretimlerdir.

Buradan hareketle kendimize şu soruyu dürüstçe sormak durumundayız: Aleviler olarak kültürel mirasımız nitelik ve nicelik olarak ne durumdadır? Bu yazının amacı her ne kadar Alevilerin kültürel mirasının bir envanterini ortaya çıkarmak olmasa da, muhalif kimlikli bütün toplumlara özgü bir durumu bu topluluk açısından da burada belirtmekte yarar görmekteyim.

Aleviler olağanüstü baskı ve kısıtlamalara rağmen varlıklarını çok büyük ödünler vermeden bugüne değin sürdürmüşlerdir. Yüzlerce yıllık faşizan bir baskıya karşılık Alevilerin varlıklarını böylesine dinç ve devingen olarak sürdürebilmeleri ancak ve ancak onları yaşamlarını doğa ve kültürün diyalektik özüne bağlı kalarak sürdürmeleri ve üretimde bulunmaları sonucu mümkün olmuştur.

Yani, bu toplumun bugün bile inancının ve bu doğrultudaki yaşam felsefesinin dünya ölçeğinde benimsenmesi ve araştırılmaya değer görülmesi, bu toplumun baskıya karşı sergilediği direncin sarsılmaz somut bir göstergesidir denilebilir.

Dahası, dünyanın farklı bölgelerinde özellikle akademik çevrelerde Alevilik, Alevi kültürü ve düşüncesi üzerine yapılan incelemeler, bu toplumun inanç, gelenek-görenek ve yaşam pratiklerinin hemen-hemen her dönem ver olduğu çağla eş zamanlı bir nitelik gösterdiği ve bu yüzden de içinde var olan dinamiği hiç yitirmediğini belgelemektedir.

Bu açıklamaya şu saptamayı da ekleyebiliriz: Toplumların düşünce sistemlerinin dinamikliği kaçınılmaz olarak onları nitelikli üretime ve yaratmaya iter. Yalnız, o toplumların ürünlerinin niteliği ve niceliği o dönemin nesnel koşulları tarafından belirlenir. Bu belirleme artırma şeklinde olabileceği gibi azalma ve sınırlama şeklinde de olabilmektedir.

Buradan hareketle, Hemen her döneme ait nesnel koşulların Alevilerin üretimlerini sınırlayıcı ve yok edici olduğu sonucuna varılabilir. Buna rağmen Alevilerin sözel kültürü dünya ölçeğinde bir nitelik ve niceliğe sahiptir denebilir. Daha güzel ve estetik binaları, dolu-dolu kütüphaneleri, daha farklı türleri içeren edebiyatı, çok daha kapsamlı ve yaygın dinsel kurum ve ritüelleri olmaz mıydı.

Halbuki bugün sadece yada daha doğrusu ağırlıklı olarak Alevi kültürü ve yaşamı sözel kültürün egemenliği altındadır. Bu durumu yadsımamakla birlikte, yöntem olarak sözel kültürü günümüz koşulları bakımından yetersiz de gördüğümü burada belirtmek durumundayım.

Sonuç olarak, bu yazıda var olmanın sadece bir ön koşul olduğu ve üretim niteliğindeki sonuçlara varılmadıkça bu ön koşulun varlığını daha fazla sürdüremeyeceği anlamına gelen önermenin, Alevi toplumu açısından ne anlama geldiğinin kısa bir değerlendirmesi yapılmaya çalışıldı. Bu bölümde diğer kültürler bağlamında Alevi kültürünün yeri saptanmaya çalışıldı.

Buna bağlı olarak, sürekli ve sistemli baskı ve yıldırmalara rağmen Alevi toplumunun bir ön koşul olarak varlığını (mevcudiyetini), sınırlı sayı ve oranda da olsa nitelikli kültürel ürünler ortaya koyarak pekiştirdiği sonucuna varabiliriz. Özet olarak, Alevi düşünce ve inancının bugünkü itibarı, Alevilerin zamanı boş yere yaşayarak geçirmediğini,

olanakları ölçüsünde büyük mücadeleler vererek sadece kendisi için değil bütün insanlık için seçkin ve özgün yaşam modelleri ve ürünleri verdiğini göstermektedir. Geçmişte yaşamış Alevi erenleri, mürşitleri, pirleri, velileri ve rehberleri, yaşam felsefelerini ayakta tutmak, yok olmasını engellemek için canlarını ortaya koydular.

Pir Sultan asıldı, Nesimi yakıldı ve Hallac-ı Mansur yüzüldü. Binler, yüz binler var olmak için öldü. Niçin? Bugün için, bizim için, insanlık için...Fakat onların geçmişte yaptıkları her şey bugün bize daha çok sorumluluk ve görev (misyon) yüklüyor. Bir sonraki yazıda bize düşen bu sorumluluk ve görevleri açıklamaya çalışacağım...

Filozof Gözüyle Eğitim Özgürlük ve Sorumluluk İlişkisi

Halil GÜZEL

Felsefe Öğretmeni

Günlük hayatımızda sık sık kullandığımız ancak çoğu kez üzerinde görüş birliği sağlayamadığımız birkaç felsefi kavramla ilgili ben de farklı bir yaklaşım getirmek istiyorum. Elimden geldiği kadar konuyu özetlemeye çalışacağım. Başta bu hususa dikkat çekmek isterim ki, izahatlarım beni ilgilendirmekte ve tamamen işin ilmi ve akli boyutuyla ilgilenmeye çalışacağım.

Çağımız fayda ve tasarruf çağı olduğu için ben de daha çok pratik felsefeden yanayım. Ne de olsa bize yarar sağlamayan, şu an için işlerimizi kolaylaştırmayan,

sorunlarımızı çözmede bize bir hizmeti dokunmayan ve mutlu olmamızda bir katkısı olmayan bilginin çok da fazla bir değerinin olmadığı açıktır. Söz konusu kavramlar birbiriyle ilişkili oldukları gibi, aynı zamanda evrensel birer değer de ifade etmektedirler. Çünkü her toplumun bu kavramlarla bir şekilde sorunu vardır.

Eğitim, her toplum için hayatı bir konudur. Bütçelerimizin ve zamanlarımızın çoğunu eğitime harcarız. Her toplum mutlaka bir eğitim felsefesi ve tesbit edilmiş amaçlara konulmuş ilkelerle var olacağı öngörülmüştür. Amaç, insanları zararlı ve kötü olandan kurtarıp, yararlı ve iyi olana yönlendirmektir. Her ne hikmetse bu amaca bir türlü tam olarak da varılamaz.

Eğitimin tanımı genellikle belirlenen ilke ve kurallar ışığında istenilen yönde davranış değişikliğini gerçekleştirmektir. Eğitim, bir anlamda toplumsal kuralların ve dokunun dışına muhtemel kayma ve farklılığı önleyen ve sosyal bütünlüğü sağlayan bir kurum konumundadır. Dolayısıyla birey veya fertleri şahıs olmaya yöneltme, yani ferdin sosyalleşmesi ve ıslahı eğitim ile olmaktadır. Bunun gibi siyaset de insanı eğitme sanatı olarak ifade edilmektedir.

Özgürlük ise, açıklanması ve savunulması en zor ve karmaşık olan, ancak insana özgü, insan hayatının değer ve anlam kazanmasını sağlayan belki de tek kavramdır. Çünkü gerek felsefede, gerekse toplumsal ilimlerde özgür olmayan insandan hesap sorulmaz. Yani özgür olmayan insanın davranışları hem hukuken, hem ahlaken, hem de dinen bir geçerliliğe sahip değildir.

Yani özgür olmayan insan masum insan muamelesi görür. Konumuz bu değil. Üzerinde asıl durmak istediğim kişinin iradesini ortaya koyarken karşılaştığı problemler ve ortaya koyduğu tavrı irdelemektir. Toplumumuzda özgürlük genellikle fiziki olarak bir başkasına bağlı olmamak ya da kendi başına var olmak veya her alanda sınırsız bir hareket serbestisine sahip olmak şeklinde algılanmaktadır. Görünüşte bu izah bize hoş gelse de sakıncalarını da göz ardı edemeyiz. İnsan muamelesi görmek için özgür olmak,

özgür olmak için de akıllı olmak gerekiyor. Devamında sorumlu olmak gerekiyor. Çünkü, özgürlük kişinin farklı seçenek ve alternatifler arasında istediğini seçebilmesidir. Bunun devamında ise, seçtiği seçeneğin sonucuna da peşin olarak katlanmayı kabul etmesi gerekir. İşte sorumluluk kişinin yaptığı seçimin sonucuna peşinen katlanmasıdır.

Özgür irade sahibi olmak demek görev ve sorumluluk sahibi olmak demektir. O halde özgürlük kendilerine ve başkalarına karşı sorumlu olmayı zorunlu kılmaktadır. Özgürlüğün bedeli olarak sorumluluğun olduğunu ne hikmetse çoğumuz unutuyoruz. Ben seçtim, sonucu kötü ise, “o” yaptı; ben seçtim, sonucu iyi oldu ise “ben” yaptım demekten de geri kalmıyoruz. Her sonucun mutlaka bir sebebi olduğunu bilmemize rağmen çoğu kez kendi mantık ilkelerimizi bile acımadan çiğneyebiliyor, sorumluluğumuzu ortaya koyabiliyoruz.

Özgür olmak en güzel düştür. Bu düşü en çok esaretin acısını çeken mahkumlar bilir. Özgür iken bir iyilik yapabiliyor veya bir kötülüğe sebep olabiliyoruz. Yani insanın doğasında olanın yaşama serpilmesi özgürlük oluyor. O halde özgürlük yeryüzünde insana verilmiş en büyük armağandır. Bu güzel ve eşsiz armağanın ancak layık olanlar değerini bilerek taşırlar.

Özgürlüğün değerini bilmek demek başta da belirttiğimiz gibi peşinen sorumlu olduğumuzu kabul etmemiz demektir. Sorumlu olmak demek; başta kendin, sonra da yakınından uzağına bütün insanların her şeyinden, gücün oranında sorumlu olman, bunu hissetmen demektir. Yani, bugün çoğumuzun yaptığı gibi özgür olmak demek, sorumsuz olmak demek ve canımızın her istediğini kendi kuralına göre yapmak demek değildir.

Bu özgürlük anlayışı, çeşitli zararlı madde bağımlığından, trafik canavarı olmaya kadar her alanda, sosyal hayatımızı tehdit etmektedir. Bu anlayışa itiraz etmek için bu yazıyı kaleme almayı üzerime bir borç bildim.

Böyle bir özgürlük anlayışı ancak hür iradesini inkar edip aklını duygularının esaretine bırakmış bir insanda bulunabilir. Çünkü, akıl ve iradesini duygularına ipotek ettirmiş olan insanlar ancak böyle bir mantık dışı ve izahatı hiçbir şekilde yapılamayacak olan hata ve kusurlar işleyebilir. Oysa özgür insan; umutları yeşerten, insanı zamana mağlup ettirmeyen, sorumlu ve sevecen insandır. Kin ve nefret tohumları ekerek benliğini “bize” tercih eden zavallı insan değildir.

Özgürlüğün genellikle fiziken “başkalarına” bağlı olmamak şeklinde ifade edildiğini vurgulamıştım. Yani özgür olmak “bir efendiye” bağlı “bir köle” olmamak şeklinde anlamlandırılıyor. Bu ifade doğru olmakla beraber kanımca da yetersizdir. Çünkü; insan karar alma sürecinde özgür değilse, ortaya çıkacak tutum ve karar da özgürce ortaya koyulmamış olacaktır. İnsanın hür iradesi ışığın prizmada kırılması gibi, insanın duygu dünyasında kırılması muhtemeldir.

Nitekim kuşkularımız ve bulgularımız da bu yöndedir. Ya yeterince aydınlatılmamış veya yetkin kılınmamış bir akıl ya da aklını direk içgüdüler-duygularının- esaretine bırakmış bir insan isteminde yanılabilmekte, bizzat yanlış seçeneklere karar kılabilmektedir. O halde özgürlük önce kirlilikten arınmış saf bir ruha ve temiz bir iç dünyaya sahip olmamızı gerektirmektedir.

Bedenen kirlendiğimizde su ve sabunla yıkanarak temizlenebilmekteyiz. Oysa ruhen kirlendiğimizde bu konuda bir şey yapamamaktayız. Çoğumuz önyargılarımızın ve tutkularımızın esiriyiz. Bu gün ırkçılık, bencillik, çekemezlik, kıskançlık vs. sosyal hastalıklarımızın temelinde ruhsal kirlilik ve esaret yatmamaktadır. Oysa özgürlük konusunda başta da belirttiğim gibi işimiz oldukça zor ve karmaşıktır. Çünkü özgürlüğün serüveni görünmeyen iç dünyamız, yani ruhumuzun ta derinliklerinden başlamaktadır.

İnsan eğitimi ve terbiyesiyle ilgilenen her öğretmen veya anne-baba işin bu boyutunu göz önüne almak zorundadır. Doğru karar için doğru bilginin şart olduğunu dikkate alarak, önyargılardan uzak durmak zorundayız. Ruhsal iç dünyamızdaki kirliliğe çare olacak reçetelere ihtiyacımız vardır.

Çünkü kendi iç dünyamızda kendi kendimizle barışık bir kişilik sergileyemediğimiz sürece başkaları ile uyumlu ve onlara yararlı birer “şahıs” olmamız olanaksızdır. Kendi kendisiyle barışık olmayan insan; kararında mutlaka tutarsız ve başkalarıyla da problemleri olan insandır.

Amacımız iyi üretici, iyi tüketici ve iyi insan eğitmek- yetiştirmek olduğu için insanın fiziki ve ruhi bakımdan çok özgür ve sorumluluklarının bilincinde olan, aynı zamanda özgürlülüğünün sınırının başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bittiğini kabul eden, tutarlı ve uzlaşmacı insanı eğitmek olduğu için sanıyorum işin bu yönünü de göz önüne almamızda yarar vardır.

Her şey aydınlık ve mutlu yarınlarımız için.

Selam ve saygılarımla.

Araştırma


Kur’an’da Hz.Mehdi(a.s)

Abdullah TURAN

Kur’an-ı Kerim, hangi renk ve ırktan olursa olsun tüm insanları bütün çirkinliklerden arındırmak ve doğru yola hidayet etmek için Kadir-i Zü’l-Celâl tarafından en son elçisine gönderilen en son ilâhî kitaptır. Bunda hiçbir Müslümanın kuşkusu söz konusu olamaz. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim nüzul vakti olan Asr-ı Saadet’ten kıyamete kadar insanoğlunun ihtiyaç duyduğu tüm itikadî, hukukî, kanunî ve ahlakî ihtiyaçlarına cevap verecek bütün materyalleri kendinde barındırmaktadır.

Kur’an; “Allah’ın ilmini içeren”, [1] “Allah’ın kelamı”,[2] “ağır sözü”, [3] “hak vahyi”[4] ve “aziz kitabı”dır.[5] Zaman zaman, hazarda veya seferde, gece veya gündüz, camide veya evde, çarşıda veya savaş meydanında, bir sorunun cevabında veya bir gelişme üzerine; insanları bilgilendirmek, onlara yol göstermek, onları aydınlatmak, müjdelemek, uyarmak ve gönüllerde olan hastalıklara şifa vermek için inmiştir.

Ne buyurmuşsa haktır hakikattir. “Ne önünden, ne de arkasından hiçbir batıl ona bulaşamaz.” [6] Geçmişte ve gelecekte hiçbir ekol, hiçbir düşünce ve ilim onun gerçeklerini iptal edemez, onun yanlışını çıkaramaz. “Onun ihtiva ettiği sözlerin diğer sözlere üstünlüğü Allah’ın yaratıklarına olan üstünlüğü gibidir.” [7]

Onun, müşfik ve uzman bir doktorun çeşitli hastalıklara tutulmuş bir hastaya verdiği reçete gibi, hem geçici ilaçları vardır, hem de daimi dermanları. “O, Allah’ın rahmet sofrasıdır.” [8] O sofra başında oturan hiç kimse eli boş kalkmaz.

Bununla birlikte Yaratan’ın emriyle onun aslı “lehv-i mahfuz”da[9] ve “kitab-ı meknun”da[10] korunmuş ve “saygın sahifelerde yüce ve temiz kılınmıştır” [11] ki, hakikatleri ve ilim cevherleri ehil olmayandan uzak kalsın. Çünkü “Ona temizlerden başkası dokunamaz.” [12] “Onun bir zahiri vardır, bir de batını.” [13] “Onun batının da bir batını vardır.

” [14] Yüce Yaratıcı onun bir kısım ayetlerini muhkem kılarken, bir kısmını da müteşabih kılmıştır ki, kalplerinde eğrilik olanlar denenip tanınsın ve onda tevil arayanlar bilsinler ki, “Onun tevilini ancak Allah ve ilimde kök salmış kişiler bilebilir.” [15]

Bu ilâhî kitapla azıcık aşinalığı olan herkes, onun ilâhî hüküm ve esasları açıklarken, kendine özgü bir yöntem izlediğini ve birtakım değişmez prensiplere dayandığını bilmektedir.

Kimse, Kur’an-ı Kerim’in dinî esas ve hükümleri açıklarken onları genel çerçevesiyle belirtmekle yetindiğini, ilgili teferruatın beyanını ise Hz. Resulullah (s.a.a)’a havale ettiğini inkar edemez.

Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de namaza, oruca, zekata, hacca, cihada, emr-i bi’l-marufa, humusa vs. gibi birçok şeye emredilmiş, ama bunlarla ilgili detaylı açıklamalar Allah Resulü'ne havale edilmiştir.

Keza, Kur’an-ı Kerim’de birçok yasaklardan bahsedilmiş, ama onlarla ilgili teferruatın, özellikle de hukuksal ve cezaî yönlerinin açıklanması Allah Resulü tarafından yapılmıştır.

Yine Kur’an-ı Kerim’de devlet ve millet ilişkisinden, toplumsal yaşamın gereği olan hukukî ve ekonomik sistemden söz edilmiş, bunlarla ilgili detaylar yine Allah Resulü’nün sünnetine bırakılmıştır.

Aynı şekilde, Kur’an-ı Kerim’de kalu bela, berzah ve mead gibi birçok itikadî mevzular ana hatlarıyla vurgulanmış, bunlarla ilgili detaylı bilgiler Allah Resulü tarafından verilmiştir.

Bütün bu konularda Allah Resulü’nün beyanı olmaksızın, Müslümanların İslâm dininin neye emrettiğini, neden sakındırdığını ve neye itikat etmeleri gerektiğini buyurduğunu anlamları imkansızdır.

Bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisi, Kur’an ayetlerinin açıklamasını yapmayı Allah Resulü’nün başta gelen görevlerinden saymıştır.

Allah Teala buyurmuştur ki: “Sana da, insanlara indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik. Belki düşünürler.” [16]

Yine Allah Teala Resulü’nün Kur’an ayetlerini tilavet etmekle birlikte insanları tezkiye ettiğini, onlara hikmeti ve bilmediklerini öğrettiğini beyan ederek buyurmuştur ki: “Nitekim biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitab'ı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir peygamber gönderdik.” [17]

Sonra Allah Teala Aziz Elçisi’nin bütün konuşmalarının ilâhî menşeli olup vahiy olduğunu, onun kendi yanından bir şey söylemediğini garanti altına alarak buyurmuştur ki: “Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı, ne de yanlış yaptı. O, heva ve hevesine uyarak konuşmaz. Onun konuştukları kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.” [18]

Yine buyurmuştur ki: “Eğer o, bize karşı bazı sözler uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.” [19]

Buna göre Allah Resulü, sözüyle, eylemiyle ve taşıdığı bütün özellikleriyle ümmet için kamil bir örnek durumundadır. Ümmetin her konuda onu baz alması ve onun bütün açıklamalarına ve icraatına canı gönülden inanıp itaat etmesi gerekmektedir.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Allah Resulü’nde güzel bir örnek vardır.” [20]

Yine buyurmuştur: “Elçi size neyi emrederse tutun ve sizi neden sakındırırsa sakının.” [21]

Yine buyurmuştur: “Ey iman edenler, Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı za­man icabet edin...” [22]

Yine buyurmuştur: “De ki: Eğer gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışla­sın. Allah affeden ve merhamet edendir.” [23]

Yine buyurmuştur: “De ki: ‘Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin.’ Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber, kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlu­sunuz. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz, Peygambere düşen, sa­dece apaçık tebliğdir.” [24]

Bu açıklamalardan “Allaah’ın kitabı bize yeter” veya “Açıkça Allah’ın kitabında olmayan bir konuyu kabul etmem” sloganı ile yola çıkıp da Allah Resulü’nün, Kur’an-ı Kerim’de geçen genel mevzulara dair olan tefsir niteliğindeki sünnetini görmezlikten gelmenin, bizzat Kur’an’ın kendisiyle çelişmekle birlikte, İslâm’ın ruhuna da aykırı olduğu apaçık ortaya çıkmıştır.

O hâlde itikadî konular da dahil olmak üzere İslâmî mevzuların tamamında Resulullah’ın sünnetini dikkate almak zorundayız. Nitekim Allah Resulü de, ümmetinde bu gibi iddialarda bulunacak olanların var olacağını önceden görmüş ve onların yanlış yolda olduklarını ortaya koyarak şöyle buyurmuştur: “Biliniz ki, kuşkusuz bana Kur’an ve yanında onunla aynı olan bir şey verilmiştir.

Uyanık olun ki, karnına düşkün olan biri gelecek ve makamına oturduğunda: “Bizimle sizin aranızda yüce Allah’ın kitabı vardır; onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram biliriz” diyecektir. Biliniz ki, Allah Resulü’nün haram kıldığı, Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [25]

Yine buyurmuştur: “Yakındır ki, sizden birisi, makamına oturup arkasına yaslanmış iken, benden bir hadis ona nakledildiğinde, beni yalanlamaya kalkışıp da: “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır.

Onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram sayarız” der. Bilin ki, Resulullah’ın da haram kıldığı Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [26]

Allah Resulü’nün, sünnetinin yazılıp kaydedilmesi ve sonraki nesillere ulaştırılmasına dair olan teşvik ve emirleri de sünnetin İslâmî mevzuların ikinci temeli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bakınız, Allah Resulü (s.a.a), Kureyş’in: “Bu da bir beşerdir, bizim gibi öfkelenir, bizim gibi duygusallığa kapılır ve birileri hakkında öfke ve rıza içerisinde bir şeyler söyler, ondan duyduğun her şeyi yazıp kaydetme” uyarısı üzerine sözlerini yazmaktan vazgeçen Abdullah bin Amir’e, yemin ederek ağzından haktan gayri bir sözün çıkmadığını ve çıkamayacağını belirterek, kendisinden duyduğu her şeyi yazmasını emrediyor. [27]

Yine, kendisinden duyduğu hadisleri ezberlemediğinden şikâyet eden ashabının eline işaret ederek duyduğunu unutmaması için onları yazmasını emrediyor. [28]

Keza, kendisinden dinledikleri hadisleri yazma müsaadesi isteyen ashabına yazma emri vererek onların hadis yazmalarına izin veriyor. [29]

Sonra da: “Allah, benim sözlerimi dinleyip, onları koruyarak duymayanlara ulaştıran kulu mutlu kılsın. Birçok fıkıh taşıyan var ki, kendinden daha bilgilisine onu ulaştırır.” [30] ve: “Hazır olan sözümü hazır olmayana da ulaştırsın ki, şayet kendinden daha bilgilisine ulaştırabilir.” [31] buyurarak ümmete sünnete de sarılmaları gerektiği mesajını veriyor.

Sonuç: Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin tefsirinde Allah Resulü’nün sünneti esas teşkil etmektedir. Mutlaka Kur’an-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alan mevzularda Allah Resulü’nün açıklayıcı sünnetine başvurmalı ve bu gibi ayetleri Allah Resulü’nün sünnetinin ışığında tefsir etmeliyiz.

Zaten İslâm ümmeti de böyle yapmış ve Allah Resulü’nün hayatı döneminde Kur’an ayetlerini tefsir etmekte ona müracaat etmiştir.

Peki, Allah Resulü’nden sonraki dönemlerde Kur’an’ı tefsir etmekte öncelik hakkı olan başka kimseler var mıdır? Yoksa Allah Resulü’nden sonra Kur’an-ı tefsir etmekte bütün müminler eşit seviyede olup hepsi aynı mevkiye mi sahiptirler?

Bu hususta da yine Kur’an-ı Kerim’in kendisi ve Allah Resulü’nden gayrisi, bize yol gösterici ve aydınlatıcı olamaz.

Kur’an-ı Kerim’e müracaat ettiğimizde, bize bilmediğimiz mevzular ve Kur’an’ın tefsirinde müracaat edebileceğimiz merci olarak ilimde kök salmış ve zikir ehlini gösterdiğini görüyoruz. Allah Resulü’ne müracaat ettiğimizde de Allah Resulü’nün zikir ehline ve ilimde kök salmışlara adres olarak ümmeti içerisinden Ehl-i Beyt’ini gösterdiğine şahit oluyoruz.

Evet, Hz. Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra ümmete merci olarak Kur’an’la birlikte Ehl-i Beyt’ini göstermiş ve buyurmuştur ki: “Benden sonra aranızda iki değerli ve ağır emanet bırakıyorum; biri Allah’ın kitabı, diğeri de benim soyum olan Ehl-i Beyt’im! Bu ikisine sarılırsanız asla sapmazsınız. Bu ikisi Havuz (Havz-u Kevser) başında bana dönünceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar.” [32]

Yine buyurmuştur: “Benim Ehl-i Beyt’im sizin aranızda Nuh’un gemisine benzer; kim o gemiye bindiyse kurtuldu, kim de geri durduysa boğulup helâk oldu.” [33]

Yine buyurmuştur: “Onlardan (Ehl-i Beyt’imden) öne geçmeyin ki, helâk olursunuz; geri de kalmayın yine helâk olursunuz. Ve onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın ki, onlar sizden daha bilgilidirler.” [34]

Yine buyurmuştur: “Benim Ehl-i Beyt’im İsrailoğullarının Hıtta kapısına benzer kim o kapıdan girdiyse bağışlandı.” [35]

Yine buyurmuştur: “Yıldızlar yer halkının boğulmaktan kurtulma vesilesidir; benim Ehl-i Beyt’im de ümmetime ihtilâftan kurtulma vesilesidir. Eğer Arap’tan bir kabile onlara karşı çıkarsa, ihtilâfa düşer ve Şeytan’ın taraftarı olurlar.” [36]

Yine buyurmuştur: “Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabb’imin diktiği Adn cennetinde oturmayı arzuluyorsa, benden sonra Ali’yi ve onu sevenleri sevmeli ve benden sonra Ehl-i Beyt’ime iktida etmelidir. Çünkü onlar benim balçığımdan yaratılmışlar, benim anlayış ve ilmimi almışlardır. Yazıklar olsun ümmetimden onların fazlını inkar edenlere, onlar hakkında benim akrabalık bağımı kesenlere! Allah onlara şefaatimi ulaştırmasın.” [37]

Yine buyurmuştur: “Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabb’imin bana vadettiği Huld cennetine girmeyi arzuluyorsa, benden sonra Ali’yi, ondan sonra da zürreyitini sevmelidir. Çünkü onlar, sizi hidayet kapısından çıkarmaz ve sapıklık kapısına da sokmazlar.” [38]

Yine buyurmuştur: “Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabb’imin bana vadettiği cennete girmeyi arzuluyorsa, Ali bin Ebu Talib’i sevmelidir. Çünkü o sizi hidayetten çıkarmaz ve sapıklığa da sokmaz.” [39]

Yine buyurmuştur: “Havuz başında bana dönünceye kadar Ali Kur’an’la, Kur’an da Ali iledir.” [40]

Yine buyurmuştur: “Ali hak iledir, hak da Ali ile. Hak Ali ekseninde döner.” [41]

Yine Hz. Ali’ye hitaben buyurmuştur: “Benden sonra ümmetime ihtilâf ettikleri hususları açıklayacak olan, sensin.” [42]

Yine buyurmuştur: “Ben Ali’denim, Ali de benden; bana ait bir hususu, yalnızca ben ya da Ali ulaştırabilir.” [43]

Yine buyurmuştur: “Bana iman edip beni tasdik edeni Ali bin Ebu Talib’in velâyetini kabul etmeye tavsiye ediyorum. Kim, onun velâyetini kabul ederse, benim velâyetimi kabul eder; kim de benim velâyetimi kabul ederse, Allah’ın velâyetini kabul eder. Kim, onu severse, beni sever, kim de beni severse, Allah’ı sever. Kim, ona buğz ederse, bana buğz eder, kim de bana buğz ederse, Allah Azze ve Celle’ye buğz eder.” [44]

Yine buyurmuştur: “Allah’ım, kim bana iman eder ve beni tasdik ederse, Ali bin Ebu Talib’in velâyetini kabul etmelidir. Çünkü onun velâyeti benim velâyetimdir; benim velâyetim ise, Allah’ın velâyetidir.” [45]

Yine buyurmuştur: “Ey insanlar, fazilet, şeref ve menzilet Allah Resulü’nün ve zürriyetinin velâyetini kabul etmektedir. Öyleyse, batıl yollar sizi kapıp almasın.” [46]

Yine buyurmuştur: “Ümmetimin her nesli içerisinde Ehl-i Beyt’imden adil bir grup vardır ki, sapıkların bu dinde yaptıkları tahriflerine, batıl yolda gidenlerin uydurma yollarına ve cahillerin tevillerine karşı koyarlar. Bilin ki, imamlarınız, sizin Allah’a olan elçilerinizdir. Öyleyse Allah’a kimi elçi gönderdiğinize bakınız.” [47]

Yine buyurmuştur: “Benim Ehl-i Beyt’imi, bedende baş, başta da gözler yerine koyun. Baş ancak gözlerle yolunu bulur.” [48] ve...

Sonuç itibariyle İslâmî akidelerin tümünü bütün ayrıntılarıyla Kur’an-ı Kerim’de aramak doğru değildir. İster itikadî bir mevzu olsun, ister gayri itikadî, eğer İslâmî bir mevzu ana hatlarıyla Kur’an’da yer alır ve Allah Resulü’nün sünnetinde ve keza Kur’an-ı tefsir etmeye yetkili olduğu ispatlanan Ehl-i Beyt İmamları’nın beyanlarında detayları açıklanırsa, bütün Müslümanların o mevzua iman edip teslim olmaları gerekmektedir.

İşte Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde ana çerçevesiyle beyan edilmiş bulunan “Mehdilik” akidesi, yani Hz. Mehdi’ye iman olayı da bu İslâmî mevzulardan biridir.

O hâlde hiçbir kimsenin; “Ben bu mevzuu bütün detaylarıyla Kur’an’da bulmuyorum, dolaysıyla da ona inanmam” demesi doğru olamaz, hatta böyle bir şey söyleyen bir kimse, bizzat Kur’an’ı Kerim ile çelişir ve onu reddetmiş sayılır.

Nitekim, Ehl-i Sünnet’in önde gelen alimlerinden olan Muhammed bin Hazm el-Endülüsî (H. 456/M. 1064) el-İhkam Li Usul’il-Ahkam kitabında bu mevzua işaretle şöyle demiştir: “Eğer bir kimse; “Kur’an’da bulduğumuz dışında başka bir dinî gerçeği kabul etmeyiz” sözüne bağlı kalırsa, bütün ümmetin icmaı ile kâfir sayılır.” [49]

Bu noktaları göz önünde bulundurarak şimdi Hz. Mehdi ve ashabıyla ilgili bazı ayetleri, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamlarından gelen tefsirleriyle birlikte zikrediyoruz:

1- “Müşrikler hoşlanmasa da, dini (İslâm’ı), bütün dinlere galip kılmak için Peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen O’dur.” [50]

Bu tabir, Saf suresinin 9. ayetinde de aynen tekrarlanırken az bir farkla da Fetih suresinin 28. ayetinde yer almıştır. Fetih suresinin 28. ayeti şöyledir: “Peygamberini hidayet ve hak din ile, bütün dinlere galip kılmak için gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.”

Görüldüğü üzere naklettiğimiz her üç ayette de Allah Teala İslâm’dan ibaret olan dininin diğer dinlere karşı üstünlük ve zafer kazanacağını vadetmektedir.

Şimdi soru şudur: Acaba “li yuzhirehu” tabiriyle ifade edilen bu üstünlük ve zafer nasıl bir üstünlük ve zafer olacaktır? Acaba bu sadece fikir ve düşünce alanında olan bir üstünlük ve zafer mi olacak? Yoksa fiziksel olarak da üstünlük ve zafer sağlanacaktır?

Her iki takdirde de bu nispî ve bölgesel bir üstünlük ve zafer mi olacak, yoksa cihanşümul bir üstünlük ve zafer mi sağlanacaktır? Bunu anlamak için, bu ayetleri kendilerinden önceki ve sonraki ayetlerin ışığında değerlendirmekle birlikte, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan bu ayetlerin tefsiri ile ilgili gelen açıklamaları da göz önünde bulundurmamızın gerektiği açıktır.

Ne ilginçtir ki, hem Tevbe suresinde, hem de Saf suresinde bu ayetlerden bir önceki ayette, benzer tabirlerle, ilâhî dini kabullenmeyen güçlerin ağızlarıyla Allah’ın dininden ibaret olan nurunu söndürmeye çalıştıkları kaydedilmiş, sonra da Allah Teala’nın onlara rağmen dinini bütün dinlere galip kılacağı belirtilerek onların bu çabalarının havanda su dövmekten öteye gitmeyeceği vurgulanmıştır.

Allah Teala Tevbe suresinin 32. ayetinde şöyle buyurmuştur: “Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Oysa kâfirler hoşlanmasa da, Allah nu­runu mutlaka tamamlamak ister.”

Saf suresinin 8. ayetinde de şöyle buyurmuştur: “Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler hoşlanmasa dahi, Allah nurunu, tamamlayacaktır.”

Fetih suresinin 27. ayetinde ise, Allah Teala Resulü’ne Mekke’nin fethine dair göstermiş olduğu rüyanın sadık bir rüya olduğunu ve bunun mutlaka gerçekleşeceğini, ancak Müslümanların bilmediği bir hikmetten dolayı onun bir süre ertelendiğini belirtmektedir.

Allah Teala mezkur ayette şöyle buyuruyor: “Andolsun ki Allah, Peygamberine gerçek olarak doğru bir rüya gösterdi. Allah dilerse, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediği­nizi bildi de, sizin için bundan başka, yakın zamanda bir zafer karar verdi.”

Açıktır ki, her üç ayetten önce olan ayetleri mülâhaza ettiğimizde bu ayetlerde sözü edilen zaferin, fikir ve düşünce alanından öte bir zafer ve üstünlük olduğu anlaşılmaktadır.

Zira kendilerinden önceki ayetlerde fikir ve düşünce ötesi bir üstünlük ve zaferden bahsedildiği açıktır. Tevbe ve Saf suresinde din düşmanlarının Allah’ın dininden ibaret olan nurunu söndürme çabalarından bahsetmektedir. Bu söndürme çabası düşünce ve fikir alanında zafer ve üstünlük kazanmadan öte, onu kökten yok etme hareketidir.

O hâlde buna mukabil kazanılan zafer ve üstünlük de düşünce alanındaki bir üstünlük ve zafer değil, onları kökten silip yok eden tam anlamda bir üstünlük ve zafer olur. Fetih suresinde de durum aynıdır. Orada Allah Teala Resulü ve ona tâbi olan müminlerin hiçbir korkuları olmaksızın emniyet içerisinde bir fetih gerçekleştireceklerini vurgulamaktadır.

Bunun fikir ve düşünceden öte bir fetih olduğu ortadadır. O hâlde, ister maksat nispî ve bölgesel bir üstünlük ve zafer olsun, ister cihanşümul, bu ayetlerden sonra gelen ayette vadedilen üstünlük ve zafer fikir ve düşünce ötesi bir üstünlük ve zaferdir. Bu ise, karşıt dinlerin tamamen yok olup gideceği anlamına gelen bir üstünlük ve zaferden gayrisi olamaz.

Kaldı ki, “zuhur” kelimesinin lügatteki anlamı da fikir ötesi bir galibiyettir. Arap lügatinin en meşhur kaynaklarından biri olan “el-Kamus” kitabında şöyle geçer: “Zahere bihi ve aleyhi” ona galip geldi anlamını ifade eder. Keza, Kur’anî terimlerin anlamını beyan eden “Müfredat-ı Ragıb” kitabında da: “Zahere aleyhi, ona galip oldu, demektir.” der.

Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde de bu kelime fikir ötesi bir galibiyet ve üstünlük anlamında kullanılmıştır. Örneğin:

“Nasıl olabilir ki?! Oysa üstün gelselerdi (yezheru aleykum), ne bir yakınlık, ne de bir ahit gözetirlerdi. Kalpleriyle istemezlerken, sizi ağızlarıyla hoşnut etmeye uğraşırlar; çokları fasıktır­lar.” [51]

“Ey kavmim, bugün memlekette hükümranlık sizindir, galip olanlar sizsiniz. Ama Allah'ın baskını bize çatınca, O'na karşı bize kim yardım eder?” [52]

“İsrailoğullarının bir kısmı böylece inanmış, bir kısmı da inkâr etmişti; ama biz, inananları düşmanlarına karşı destek­ledik de üstün geldiler.” [53]

Bu ayetlerde “zuhur” kelimesinin fikir ötesi bir üstünlük anlamında kullanıldığı açıktır.

O hâlde “zuhur” kelimesinden ilk olarak akla gelen, fikir ötesi bir galibiyet ve üstünlüktür. Allah Teala da mezkur ayetlerde Müslümanlara fikir ötesi bir galibiyet ve üstünlüğün vaadini vermektedir.

Ehl-i Sünnet’in önde gelen müfessirlerinden Fahr-ı Razî bahis mevzuu ettiğimiz Tevbe suresinin 33. ayetinin tefsirinde şöyle der: “Bil ki, bir şeyin başka bir şeye üstünlüğü bazen delil ve burhan açısından, bazen çoğunluk açısından, bazen de galebe ve istila açısından olur.

Öte yandan Allah Teala İslâm dininin diğer dinlere üstünlük sağlayacağını muştulamıştır. Muştu ise, ancak var olmayıp gelecekte gerçekleşecek bir şeye nispet olur. İslâm dininin diğer dinlere olan delil ve burhan açısından üstünlüğü ise vaki olup malum olduğundan, muştusu verilen bu üstünlüğün galebe ve istila üstünlüğü olduğunu kabullenmek gerekir.” [54]

Bu ayetlerde vadedilen üstünlük ve galibiyeti Sadr-ı İslâm’da gerçekleşen sınırlı ve nispî üstünlük ve galibiyete da yorumlamak mümkün değildir. Zira bu bizzat mezkur ayetlerin kendi muhtevasıyla çelişmektedir.

Çünkü bu ayetlerde İslâm dininin bütün dinlere üstün geleceği belirtilmektedir. Malumdur ki, bütün dinler kavramı yeryüzünde olan dinlerin tamamını kapsamına almaktadır.

O hâlde İslâm dini cihanşümul bir galibiyete ulaşacaktır. Bu ise sadr-i İslâm’dan şimdiye kadar gerçekleşmediğine göre mutlaka bir gün gerçekleşecektir. Zira Allah’ın vaadinde hilâf olmaz. İşte bundan dolayıdır ki, bu ayetlerin tefsiri ile ilgili gelen hadislerde de bu vaadin İmam Mehdi’inin eliyle gerçekleşeceği vurgulanarak bu ayetlerin o hazretin dönemini muştuladığı belirtilmiştir.

Katade, “dini bütün dinlere üstün kılmak için...” ayetinin tefsirinde demiştir ki: “Bundan maksat; Yahudilik, Sabiîlik, Hrıstiyanlık, Mecusîler ve Müşriklik müteşekkil beş dindir. Bütün bu dinler İslâm dinine girecek, ama İslâm dini bu dinlerin hiçbirine girmeyecektir. Şüphesiz Allah’ın meşiyet ve kesin iradesi bu doğrultudadır. Yani, müşriklerin hoşuna gitmese bile dinini bütün dinlere galip kılacaktır.” [55]

Yine Said bin Mansur, İbn-i Münzir ve Beyhaki süneninde mezkur ayetle ilgili olarak Cabir bin Abdullah’ın şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Bu vaat, İslâm şeriatına girmemiş olan Yahudi, Hıristiyan ve herhangi bir şeriat sahibi tek bir kişi bile kalmadığında gerçekleşecektir.” [56]

Bu mana Ebu Hüreyre’den de nakledilmiştir. Fahr-ı Razî der ki: “Ebu Hüreyre’den rivayet edilmiştir ki, o şöyle demiştir: “Bu, Allah Teala’nın İslâm dinini bütün dinlerden üstün kılacağına dair bir vaadidir. Bu vaat, tam olarak İsa’nın zuhur ettiğinde gerçekleşecektir.” Süddî ise şöyle demiştir: “Bu, Mehdi’nin zuhur ettiğinde gerçekleşecektir. O zaman İslâm dinine girmeyen, ya da haraç ödemeyen tek bir kişi bile kalmayacaktır.” [57]

İbn-i Kesir de kendi tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şöyle der: “İslâm dini bütün dinlere galip gelecektir. Nitekim sahih hadiste Allah Resulü: “Doğularıyla batılarıyla yerkürenin tamamı benim için dürüldü. Ümmetimin hükümdarlığı da benim için ondan dürülen her yere ulaşacaktır...” [58] buyurmuştur.”

Ahmed bin Hanbel, Allah Resulü’nden şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Yakında yerkürenin doğuları ve batıları sizin için fethedilecektir. Onun çalışanlarından Allah’tan çekinen ve emaneti eda edeni hariç geri kalanı cehennem ehli olacaktır.” [59]

Yine Temim-i Darî’den naklen Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Bu iş gece ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacaktır. Allah’ın izniyle bu dinin girmediği hiçbir ev veya çadır kalmayacaktır. İnsanlar ya bu dinle izzet bulacak ya da zelil olacaklar. Allah İslâm’ı aziz kılacak, küfrü de zelil edecektir.” [60]

Yine Mikdad bin Esved’den naklen Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Yeryüzünde hiçbir ev veya çadır kalmayacaktır ki, İslâm ona girmesin. İslâm onlara ya izzet ye de zillet getirecektir. Ya onları aziz kılıp İslâm ehli yapacak, ya da onları zelil kılıp İslâm’ın hükmüne baş eğdirecektir.” [61]

İbn-i Cezzî de bu ayetle ilgili olarak şöyle demiştir: “İslâm dinini üstün kılmanın anlamı onu âlemin doğu ve batısını kapsayacak şekilde bütün dinlerin üstüne çıkarıp hepsinden güçlü kılmaktır.” [62]

Büyük Şafiî alimlerinden Ebu Abdullah Muhammed bin Yusuf Gencî “el-Beyan Fî Ahbar-i Sahib’iz-Zaman” adlı kitabının 103. sayfasında şöyle yazıyor: “Said b. Cübeyr, bu ayetten Fatımat’üz-Zehra selâm’ullahi aleyha’nın neslinden olan Hz. Mehdi’nin kastedildiğini söylemiştir.” [63]

Ehl-i Beyt İmamları da bu ayetlerin İmam Mehdi (a.s)’ın dönemini muştularını vurgulamışlardır.

Örneğin; Şeyh Saduk, Ebu Basir’den şu hadisi rivayet eder:

Hz. İmam Sadık, “Müşrikler hoşlanmasa da, dini (İslâm’ı), bütün dinlere galip kılmak için Peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen O’dur.”[64] ayeti ile ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:

“Allah’a andolsun ki, bu ayette zikredilen vaat henüz gerçekleşmiş değildir; Kaim (Kıyam edecek olan Hz. Mehdi) zuhur edinceye kadar da bu gerçekleşmeyecektir. Kaim zuhur ettiğinde onun kıyam ve zuhurundan rahatsızlık duymayacak olan hiç bir kâfir ve müşrik kalmayacaktır. Kâfir veya müşrik olan bir kimse, taşın içine de girecek olsa, o taş dile gelecek ve “Ey mü’min! İçimde bir kâfir var, beni kır ve onu öldür.” diyecektir.” [65]

Yine Şeyh Saduk kendi senediyle Abdurrahman bin Said’den naklen Hz. İmam Hüseyin (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Bizden on iki hidayet eden imam vardır. Onların ilki Ali bin Ebu Talib, sonuncusu ise evlâtlarımın dokuzuncusudur. O hak ile kıyam edecek, Allah yeryüzünü ölümünden sonra onunla diriltecek ve müşrikler hoş görmese de onun eliyle hak dini tüm dinlere üstün kılacaktır.” [66]

Yine Şeyh Saduk kendi senediyle Muhammed bin Müslim Sekafî’den naklen İmam Muhammed Bâkır (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Kaim bizdendir. Düşmanlarının korkusu ve ilâhî yardım ile mueyyettir.

Yeryüzü onun için dürülecek ve yer altı hazineleri onun için ortaya çıkacaktır. Onun hükümdarlığı doğu ve batının tamamına ulaşacaktır. Allah onun eliyle müşrikler hoş görmese de dinini bütün dinlere üstün kılacaktır. Böylece yeryüzünde onarılmayan bir harabe kalmayacaktır. İsa bin Meryem nazil olup onun arkasında namaz kılacaktır...” [67]

Ayyaşî kendi senediyle İmran bin Meysem’den, Abaye bin Rib’î’den şöyle nakleder: “Emir’ül-Müminin Ali (a.s) Allah Teala’nın; “Müşrikler hoşlanmasa da, dini (İslâm’ı), bütün dinlere galip kılmak için Peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen O’dur.” ayeti hakkında şöyle buyurduğunu duydum: “Ali oradakilere: “Acaba bu galebe ve üstünlük gerçekleşmiş mi?” diye sordu.

Oradakiler: “Evet.” dediler.

Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Hayır, canım elinde olan Allah’a andolsun ki bu, ancak yeryüzünde sabah ve akşam Allah’ın birliği ve Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğu nidasının yükselmediği hiçbir bayındır yer kalmadığı zaman gerçekleşecektir.” [68]

Yine Ayyaşî kendi senediyle Ebu’l-Mikdam’ın Hz. İmam Muhammed Bâkır (a.s)’ın bu ayetle ilgili olarak şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “O zaman Muhammed’in peygamberliğini ikrar etmeyen kimse kalmayacaktır.” [69]

Yine Ayyaşî kendi senediyle İbn-i Abbas’ın Allah Teala’nın; “müşrikler hoş görmese de dinini bütün dinlere üstün kılacaktır” ayetiyle ilgili olarak şöyle dediğini nakletmiştir: “Bu, İslâm’a boyun eğmeyen bir Yahudi, bir Hıristiyan veya başka bir şeriat sahibi kalıncaya kadar gerçekleşmeyecektir. Öyle olacak ki, koyun ve kurt, sığır ve aslan, insan ve yılan barış içerisinde olacaklar.

İslâm’ı kabul etmeyenlere haraç koyulacak, haç kırılacak. İşte Allah Teala’nın; “müşrikler hoş görmese de, dinini bütün dinlere üstün kılacaktır” ayetinin anlamı budur. Bu Kaim’in kıyam ettiğinde gerçekleşecektir.” [70]

Sonuç: Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar ve Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt kaynaklarında bahis mevzuu bu ayetlerin tefsiri hakkında gelen beyanlar,

bu ayetlerin ahir zamanda İmam Mehdi (a.s)’ın önderliğinde gerçekleşecek olan İslâm dininin mutlak zafer ve egemenliğini muştuladıklarını açıkça gözler önüne sermiştir. Öyle ki, eğer Kur’an-ı Kerim’de bu hususta başka bir ayet bile olmasaydı, sadece bu ayetler bu mevzuu ispatlamaya yeterli idi. Ancak Kur’an-ı Kerim’in beyanı sadece bunlarla sınırlı değil, bu mevzuu beyan eden daha birçok ayet vardır.

-------------------------------------
[1] - Hud/14.

[2] - Bakara/75, Tevbe/6, Fetih/15.

[3] - Müzemmil/5.

[4] - Fatır/31.

[5] - Fussilet/41.

[6] - Fussilet/42.

[7] - Kenz’ül-Ummal, c. 1, s. 527, Ravz’ül-Cinan, c. 1, s. 17, Bihar’ul-Envar, c. 92, s. 19.

[8] - Sünen-i Daremî, hadis no: 3173, 3174, 31, 81, 31, 88, Bihar’ul-Envar, c. 92, s. 19, 267.

[9] - Buruc/21.

[10] - Vakıa/78.

[11] - Abese/13,14.

[12] - Vakıa/ 79.

[13] - Bihar’ul-Envar, c. 5, s. 231, c. 24, s. 189, 260, c. 47, s. 338, c. 92, s. 83, 90 el-Mehasin, c. 1, s. 421.

[14] - el-Mehasin c. 2, s. 7.

[15] - Al-i İmran/7.

[16] - Nahl/44.

[17] - Bakara/151.

[18] - Necm/2,3,4.

[19] - Hakka/44, 45, 46.

[20] - Ahzab/21.

[21] - Haşr/13.

[22] - Enfal/24.

[23] - Al-i İmran/31.

[24] - Nur/54.

[25] - Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3988, Müsned-i Ahmed, hadis no: 16546, Ebu İsa Tirmizî, Cami’üs-Sahih, c. 5, s. 37, el-Müstedrek, c. 1, s. 109.

[26] - Sünen-i Tirmizî, hadis no: 2588, Müsned-i Ahmed, hadis no: 16564, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 12, Sünen-i Daremî, hadis no: 585, el-Cami’üs-Sahih, c. 5, s. 36, Ebu’l-Kasım Taberanî, el-Mucem’ül-Kebir, c. 1, s. 316, el-Müstedrek, c. 1, s. 108.

[27] - Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3161, Müsned-i Ahmed, hadis no: 6221, 6511, 6635,6722, 6724, Sünen-i Daremî, hadis no: 484.

[28] - Sünen-i Tirmizî, hadis no: 2590

[29] - Müsned-i Ahmed, hadis no: 6722, 6635, 6724, Sünen-i Daremî, hadis no: 485

[30] - Sünen-i Tirmizî, hadis no: 2580, 2581, 2582, Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3175, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 226, 227, 228, 3047, Müsned-i Ahmed, hadis no: 3942, 16138, 16158, 12871, 20612, 20608, Sünen-i Daremî, 229, 230, 231, 232

[31] - Sahih-i Buharî, hadis no: 65, 102, 1625, 4054, 5124, 6551, 6893, Sahih-i Müslim, hadis no: 2179, 3180, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 229, Müsned-i Ahmed, hadis no: 19492, 19512, 19594, Sünen-i Daremî, hadis no: 1836

[32] - Sahih-i Müslim, hadis no: 4415, Sünen-i Tirmizî, hadis no: 3720, 3718, Müsned-i Ahmed, hadis no: 10681, 10707, 10779, 18466, 18508, 2182, 11135, 20596, 20667, 3182, Kenz’ül-Ummal, c. 1/44, 47, 154, 165, 322, c. 3/148, Tefsir-i İbn-i Kesir, c. 4/113, Tefsir’ül-Hazin, c. 1/2, 4, ve c. 6/102, Minhac’üs-Sünnet, İbn-i Teymiye, c. 2/102, Telhis’ül-Müstedrek,

Zehebî, c. 3/128, 109, el- Hasais’ul-Kubra, Suyutî, c. 2/266, el-Cami’üs-Sağir, Suyutî, s. 112, Mesabih’üs-Sünne, Beğavî, s. 206, Cami’ül-Usul, İbn-i Esir, c. 1/187, el-Mucme’ül-Kebir, Tebaranî, s. 137, el-Mucem’üs-Sağir, Tebaranî, c. 1/135, Mişkat’ül-Mesabih, c. 3/258, ed-Dürr’ül-Mensur, Suyutî, c. 2/ 60, ve c. 6/7, 306, Zehair’ul-Ukba, s.

16, es-Savaik’ul- Muhrika, s. 148, 149, Yenabi’ül-Meveddet, s. 30, 36, 38, 183, 191,296, Üsd’ül-Gabe, İbn-i Esir, c. 2/12, Mecma’üz-Zevaid, Heysemî, c. 9/162, Müşkil’ül-Asar, Tahavî, c. 2/307, c 4/368, Cami-u Beyan’il-İlm, İbn-i Abdulbirr c. 2/24, 110, Tabakat-ı İbn-i Sa’d, c. 2/192, el-Feth’ül-Kebir, Nebehanî, c. 1/503, 451, c. 3/385, Mişkat’ül-Mesabih, Amrî, c. 3/258, ve....

[33] - Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 150, Mucem’ül-Kebir, Taberanî, s. 130, El-Mucem’üs-Sağir, Taberanî, s. 78, Mecma’üz-Zevaid, c. 9, s. 168, Uyun’ül-Ahbar, Dineverî, c. 1, s. 211, el-Mearif, İbn-i Kuteybe, s. 86, Mizan’ül-İtidal, Zehebî, c. 1, s. 224, Tarih’ul-Hulefa, Suyutî, s. 573, el-Hasais’ul-Kubra, Suyutî, c. 2, s. 266, İhya’ül-Meyt, Suyutî, el-İthaf’ın hamişinde, s. 113, el-Cami’us-Sağir, Suyutî, c. 2, s. 132, es-Savaik’ul-Muhrika, İbn-i Hacer, s. 150, 184, 234, Tarih-i Bağdat,

c. 12, s. 91, el-Bedu ve’t Tarih, Mutahhar bin Tahir el-Mukaddesî, c. 3, s. 22, Şerh-i Nehc’ül-Belâğa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 1, s. 73, Ruh’ul-Meanî, Alusî, c. 25, s. 29, Yenabi’ül-Meveddet,

s. 27, 28, 183, 308, el-Feth’ül-Kebir, Nebehanî, c. 1, s. 414, c. 2, s. 113, c. 3, s. 133, Zehair’ul-Ukba, Taberî, s. 20, Hilyet’ül-Evliya, Ebu Nuaym, c. 4, s. 306, Künuz’ül-Hakaik, el-Menavi, s. 141, İsaaf-ür Rağibin, Nur-ül Ebsar’ın hamişinde basılan, s. 123, Nur-ül Ebsar, Şeblenci, s. 105, Meşarik-ül Envar, Hasan el-Hamzavi el- Maliki, s. 109, Kenz’ül-Ummal, c. 13, s. 84, Esas-ül Belağa, Zemahşeri, c. 1, s. 396, Feraid-üs Simtayn, c. 2, s. 246, ve..

[34] - Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 148, 226, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 163, Yenabi’ül-Meveddet, s. 37, 296, Ed-Dürr’ül-Mensur, c. 2, s. 60, Kenz’ül-Ummal, c. 1, s. 168, Üsd-ül Gabe, c. 3, s. 137.

[35] - Kifayet-üt Talib, Genci Şafii, Hayderiye baskısı, s. 374, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 168, Macem-üs Sağir, Taberani, c. 2, s. 22, İhya-ül Meyt, Suyutî, el-İthaf’ın hamişinde basılan, s. 113, Yenabi’ül-Meveddet, s. 28, 298, Reşfet-üs Sadi, Ebubekir Hazremi, s. 79, Erceh-ül Metalib, Ubeydullah Hanefini, s. 33, Es-Savaik’ul-Muhrika, Muhammediye baskısı, s. 150, Feraid-üs Simtayn, c. 2, s. 242.

[36] - Müstedre-üs Sahihayn, c. 3, s. 149, İhya-ül Meyt, Suyutî, el-İthaf’ın hamişinde basılan, s. 114, Cevahir-ül Bihar, Nebehanî, c. 1, s. 361, Zehair-ül Ukba, Taberi, s, 17, Nezm-i Dürer-i Simtayn,

Zerendi, s. 234, el-Cami-üs Sağir, Suyutî, c. 2, s. 161, el-Feth-ül Kebir, Nebehanî, c. 3, s. 267, Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 150, 185, 233, 234, Yenabi’ül-Meveddet, s. 17, 20, 21, 188, 191, 298, İsaf-ür Rağibin, Nur-ül Ebsar’in hamişinde basılan, s. 128, Feraid-üs Simtayn, c. 2, s. 241, 252, Müstedrek-üs Sayihayn, c. 2, s. 448, Mecma-üz Zevaid, c. 9, s. 174, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 45, 252.

[37] - Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 217, hadis no: 3819, Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebu’l Hadid, c. 2, s. 450, c. 9, s. 170, Hilyet’ül-Evliya, c. 1, s. 86, Kifayet-üt Talib, Genci Şafii, s. 214, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 108, Tarih-i Dimeşk, İbn-i Asakir’in, c. 2, s. 95, Yenabi’ül-Meveddet, s. 126, 313, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 53.

[38] - Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 155, hadis no: 2578, el-Menakib, Harezmi, s. 34, Yenabi’ül-Meveddet, s. 126, 127, 149, 150, el-İsabe, İbn-i Hacer’in, c. 1, s. 541, Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 128, Hilyet’ül-Evliya, c. 4, s. 349, 350, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 99, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 108, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 55.

[39] - Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 128, Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 155, hadis no: 2577, Hilyet’ül-Evliya, Ebu Nuaym, c. 4, s. 349, 350, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 108, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 99, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 55, Taberani, el- Kebir, Fezail-üs Sehabe bölümü.

[40] - Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 24, Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 122, 124, 191, el-Cami-üs Sağir, Suyutî, c. 2, s. 56, Feyz-ül Kadir, Şevkani, c. 4, s. 358, Yenabi’ül-Meveddet, s. 40, el-Menakib, Harezmi, s. 110, Kifayet-üt Talib, s. 399, Tarih-ül Hülefa, Suyutî, s. 173, Nur-ül Ebsar, s. 73.

[41] - Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 3, s. 119, Tarih-i Beğdat, c. 14, s. 321, el-İmame ve’s Siyase, c. 1, s. 73, Münteheb-i Kenz’ül-Ummal, Müsned-i Ahmed’in hamişinde basılan, c. 5, s. 30, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 177, Erceh-ül Metalib, Ubeydullah Hanefi, s. 598, Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 124, el-Menakib, Harezmi,

s. 56, Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebu’l Hadid, c. 2, s. 572, el-Feth-ül Kebir, Nebehanî, c. 2, s. 131, el-Cami-ül Usul, İbn-i Esir, c. 9, s. 420, el-Mehasin ve’l Mesavi, Beyhaki, s. 41, el-İnsaf, Beklani, s. 58, Tarih-ül İslâm, Zehebi, c. 2, s. 198, Mecme-üz Zevaid, c. 7, s. 35, Sünen-i Tirmizî, hedis no: 3647.

[42] - Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 122, Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 156, Künüz-ül Hekaik, Menavi, s. 188, Tarih-i Dimeşk, c. 2, s. 488, Mektel-ül Harezmi, c. 1, s. 86, el-Menakib, Harezmi, s. 236, Yenabi’ül-Meveddet, s. 182, Hilyet’ül-Evliya, c. 1, s. 63, Metalib-üs Sual, İbn-i Talha Şafii, c. 1, s. 60, el-Mizan, Zehebi, c. 1, s. 64, Kifayet-üt Talib, s. 212, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 145, Feth-ül Melik’ül Ali, s. 18.

[43] - Sünen-i Tirmizî, hadis no: 3653, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 116, Müsned-i Ahmed, hadis no: 16853, 16856, Hesais-u Emir’ül-Müminin, Nesai, s. 20, Tarih-i Dimeşk, c. 2, s. 378, el-Menakib, Harezmi,

s. 79, Menakib-ül İmam Ali, İbn-i Meğazili, s. 221, Yenabi’ül-Meveddet, s. 55, 180, 181, 371, Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 120, Tezkiret-ül Havas, Sibt İbn-i Cevzi’nin, s.36, Mesabih-üs Sünnet, Bağavi, c. 2, s. 275, Cami-ül Usul, İbn-i Esir, c. 9, s. 471, el-Cami-üs Sağir, Suyutî, c. 2, s. 56, Riyaz-ün Nazre, c. 2, s. 229, Metalib-üs Sual, s. 18, Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 315.

[44] - Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 154, hadis no: 2571, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 93, Menakib-i Ali bin Ebu Talib, İbn-i Meğazili Şafii, s. 230, hadis no: 277, 279, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 108, Yenabi’ül-Meveddet, s. 237, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 291, el-Kebir, Taberani.

[45] - Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 155, hadis no: 2576, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 191, el- Kebir, Tebarani.

[46] - Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 105, Yenabi’ül-Meveddet, s. 169, 307, Nezm-i Dürer-i Simtayn, Zerendi, s. 207, 208.

[47] - Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 90, 148, Yenabi’ül-Meveddet, s. 191, 271, 273, 297, Zehair-ül Ukba, s. 17.

[48] - eş- Şeref-ül Muebbed, Yusuf Nebehanî, s. 31, İsaf-ür Rağibin, Nur-ül Ebsar’in hamişinde basılan, s. 110, fusul-ül Muhimme, İbn-i Sabbağ Maliki, s. 8, Mecme-üz Zeaid, c. 9, s. 172.

[49] - Dr. Abdülgani Abdülhak, Hücciyet’üs Sünnet, s. 253 ve 327.

[50] - Tevbe/33.

[51] - Tevbe/8.

[52] - Mümin/29.

[53] - Saf/14.

[54] - Tefsir-i el- Kebir, c. 16, s. 40.

[55] - Ed-Dürr’ül-Mensur, Suyutî, c. 4, s. 174.

[56] - Ed-Dürr’ül-Mensur, Suyutî, c. 4, s. 175.

[57] - Tefsir-ül Kebir, c. 16, s. 40, ayrıca bkz. Tefsir-üt Taberi, c. 14, s. 215, Tefsir-ül Kurtubi, c. 8, s. 121, ed-Dürrül Mensur, c. 4, s. 176.

[58] - Sahih-i Müslim, hadis no: 5144, Sünen-i Tirmizî, hadis no: 2102, Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3710, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 3942, Müsned-i Ahmed, hadis no: 16492, 21361, 21415.

[59] - Müsned-i Ahmed, hadis no: 22030.

[60] - Müsned-i Ahmed, hadis no: 16344.

[61] - Müsned-i Ahmed, hadis no: 22697, Mecme-ül Beyan c. 5, s. 38, Tefsir-i İbn-i Kesir, Tevbe suresi, 33. ayetin tefsiri.

[62] - İbn-i Cezzi’nin tefsiri, s. 252.

[63] - İhkak-ul Hak, c. 12, s. 175, 178, 179.

[64] - Tevbe/33.

[65] - Kemal-ud Din ve Tamam-un Nime, c.2, s.387, Tefsir-i Furat-ül Kufi, s. 481, Te’vil’ül Ayat, İsterabadi, s. 663, Yenabi’ül-Meveddet, Kunduzi, s. 423.

[66] - Kemal-üd Din ve Tamam-ün Nime, c. 1, s. 434, Tefsir-i Nur-üs Sakalayn, c. 2, s. 212.

[67] - Kemal-üd Din ve Tamam-ün Nime, c. 1, s. 447, ayrıca bkz. Fazl bin Şazan, el-Gaybet, Kifayet-ül Muhteda nakline göre, s. 280.

[68] - Te’vil’ül-Ayat’iz-Zahire, s. 689, Mecma’ul-Beyan Tefsiri, Saf suresi 9. ayetin tefsiri.

[69] - Tefsir-i Ayaşî, c. 2, s. 87, Nur’us-Sakaleyn, c. 2, s. 212.

[70] - Te’vil’ül-Ayat’iz-Zahire, s. 689.


Görüş ve önerileriniz

Kullanıcı Yorumları

Yorum yok
*
*

Türkçe alhassanain Özel İslami Düşünce ve Kültür Yayın Sitesi