Türkçe alhassanain Özel İslami Düşünce ve Kültür Yayın Sitesi

Ali(a.s)Peygamber (s.a.v)'ın bütün ashabından daha bilgiliydi



Ali(a.s)Peygamber (s.a.v)'ın bütün ashabından daha bilgiliydi


Ali (a.s)'ın bütün ashabdan daha bilgin olduğu hususu kendimizi zorluğa salarak ve meşakkate düşürerek isbat edebileceğimiz öylesine belirsiz bir konu değildir. Aksine oldukça açık ve bilinen bir husustur. Ama konu hakkındaki üç temel boyutun belirtilmesi de oldukça latif ve güzeldir.

1-İlk etapta Ali(a.s)'ın Peygamber (s.a.v) nezdindeki eşsiz yakınlığına ve özel konumuna işaret etmek gerekir. Ayrıca Hz. Ali (a.s)'ın büyük ilmi şahsiyetinin Peygamber (s.a.v)'in tarafından aracısız ve direkt öğretimleri vasıtasıyla oluştuğu gerçeğini de beyan etmek gerekir. Hz. Ali (a.s) daha çocuk iken risalet beşiğinde terbiye oldu, vahiy memesinden süt emdi, nübüvvet eteğinde serpilip gelişti. Nitekim bizzat kendisi Kasıa Hutbesinde bu gerçeği şöyle beyan etmektedir:

"Resulullah'a ne kadar yakın olduğumu, yanında nasıl bir yere ulaştığımı bilirsiniz. Çocukluğumda beni bağrına basar, yatağına alır, vücudunu bana sürer, koklardı. Lokmayı çiğnedikten sonra bana verirdi. Ne söylediğimde bir yalan, ne yaptığımda bir kötülük bulmuştur. Allah, sütten kesildiği andan itibaren meleklerin büyüklerinden birini ona arkadaş etmişti; O melek, ona gece gündüz yüceliklerin yolunu, alemin güzel ahlakını öğretirdi.

Ben de yavrusu devenin ardından nasıl giderse onu öylece takip ederdim; her gün huylarından birini öğretir, ona uymamı isterdi. Her yıl Hira dağına çekilirdi, onu ben görürdüm, benden başkası da görmezdi. O gün İslam Resulullah ve Hatice'nin evinden başka hiçbir evde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahyin ve risaletin nurunu görür, nübüvvetinin kokusunu duyardım.

O'na vahiy geldiği zaman, şeytanın feryadını duydum da "Ya Resulullah! Bu feryad nedir?"dedim. "Bu kendisine kulluk edilmesinden ümidi kesen şeytandır. Benim duyduğumu duyuyor, gördüğümü görüyorsun. Ancak sen nebi değilsin, vezirsin ve hayır üzeresin" dedi"

Evet böylece bu mektebe layık öğrencinin yüce şahsiyeti şekillendi ve o hayatının bütün aşamalarında Peygamberle omuz omuza ve onun yanında yer aldı. Peygamber (s.a.v)'in ilim ve sırlarının büyük hazinesinden istifade etti. Bu akıllı öğrenci öğrenmek için her fırsatı değerlendirmekte idi. Kendisine "Peygamber (s.a.v)in bütün ashabından daha çok hadis rivayet etmenin sebebi nedir?" diye sorulunca şöyle buyurdu: "Peygamber (s.a.v) ve sorunca beni bilgilendiriyordu. Ben sessiz kalınca da O konuşmaya başlıyordu."

Hakeza Hz. Ali şöyle buyurmuştur: "Her gün iki defa, sabah ve akşam olmak üzere Peygamberin huzuruna varıyordum."
Hakeza şöyle buyuruyordu: "Allah'a yemin olsun ki inen bütün ayetlerin ne hakkında, nerede ve kimin hakkında nazil olduğunu biliyorum. Allah bana düşünen/sorgulayan bir kalp ve açık bir dil vermiştir."

Hakeza şöyle buyurmuştur: "Ashab Resulullah'dan her şeyi soran ve açıklama isteyen bir konumda değildi. Öyle ki oradan geçmekte olan bir Arap Bedevi'nin gelip Peygambere sormasını ve bu vesileyle ilgili konunun açıklamasını, duymalarını istiyorlardı. Ama ben öyle değildim. Aklıma gelen her şeyi Peygambere soruyordum ve duyduğum her şeyi de ezberliyordum.
Necva hadisleri de Hz. Ali (a.s)'ın Peygamber (s.a.v) ile yaptığı uzun raz-u niyazları beyan etmektedir.

Tirmizi Menakıb-ı Ali babında şöyle rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.v) Taif günü Ali (a.s)'ı yanına çağırdı ve kulağına eğilip uzun süre bir şeyler söyledi. Bazıları, "bu gizli konuşmanız ne kadar da uzun sürdü?" diye sorunca Peygamber şöyle buyurdu: "Bunu kendi başıma yapmış değilim; Allah böyle istediği için yapmışım."

Ali (a.s) Peygamber(s.a.v)'den ilim öğrenme hususunda bir an olsun boş durmuyordu. Necva ayeti nazil olduğunda Hz. Ali(a.s)'ın bir dinarı vardı. Bu dinarı on dirheme çevirdi ve Peygamberden on ilmi mesele sordu. Her defasında bir dirhemini sadaka olarak verdi. Sonunda da bu ayet nesh olmadığı müddetçe de Ali dışında hiç kimsenin amel etmediği tek hüküm budur. Hz. Ali sürekli öğrenme aşkı ile yanıyor ve şöyle buyuruyordu: "Allah'ın Resulu bana her birisinden bir kapı açılan tam bin ilim kapısı öğretti."

Peygamber (s.a.v) ömrünün son anlarında da sevgilisi Ali'yi yanına çağırarak başını kucağına koydu ve hayata veda edinceye kadar da kendisiyle gizlice konuşmalarını sürdürdü.
Bütün bu beyan ettiğimiz hususlar Ali (a.s) dışında sahabeden hiç kimse için mümkün olmamıştır ve bunlar ebedi olarak sadece Hz. Ali (a.s)'a özgü hususiyetler olarak kalmıştır.

2-Rivayet kaynaklarında Hz. Ali (a.s)'ın ilmi üstünlüğünü beyan eden sayısız nas ve hadislerle karşılaşmaktayız.
Peygamber (s.a.v) onu ilim şehrinin kapısı, ilminin kabı, insanların en bilgini, ahkam ilminin en alimi ve ümmete sünneti açıklayan kimse olarak tanıtmaktadır. Bu naslardan bazısına aşağıda işaret edelim:
-Ben ilim şehriyim Ali ise kapısıdır. İlmi isteyen kimse kapıdan girmelidir.
-Ben hikmet eviyim Ali ise kapısıdır.

-Ali benim ilmimin kapısıdır ve benden sonra ümmete gönderildiğim şeyi (şeriatı) beyan eden kimsedir.
-Ey Ali sen benden sonra ümmetin ihtilafa düşeceği hususları beyan edecek kimsesin.
-Peygamber (s.a.v) Fatıma (a.s)'a şöyle hitap etmiştir: "Eşin (Hz. Ali), ümmetin en hayırlısı, ilim açısından en bilgini, hilim/sabır açısından en üstünü ve İslam'ı kabul açısından insanların en ilkidir."
-Ali ilmimin kabıdır.

En iyi hüküm vereniniz Ali(a.s)'dır.
Bütün bu rivayetler bizlere ümmetin en bilgininin Ali(a.s) olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
3-Peygamber (s.a.v)'in vefatından sonra gelişen olaylar içinde fırsatçı bir teşebbüs neticesinde vesayet ve hilafet hakkı Ali (a.s) ve hanedanından alınmış oldu, ama ümmetin onun bitmeyen ilim sermayesine olan ihtiyacı olduğu şekliyle devam etti. Bu ışık saçan güneş hiç bir zaman parıldamaktan ve ışık saçmaktan geri kalmadı.

Tarihin de tanıklık ettiği gibi ilk üç halife hüküm, siyaset ve savaş stratejileri hususunda ona ihtiyaç duymuşlardır. Özellikle ikinci halife sürekli "içinde Ali'nin olmadığı bir sorunla karşılaşmaktan Allah'a sığınıyordum"
Hakeza itirafta bulunarak şöyle diyordu: "Eğer Ali olmasaydı şüphesiz ki rezil rüsva olurdum" hakeza: "Eğer Ali olmasaydı helak olmuştum."

Ashabın bir çok bilginleri kendilerini Hz. Ali(a.s)'ın sonsuz ilminin öğrencisi kabul ediyorlardı. İbn-i Abbas şöyle diyordu: "Benim ve ashabın ilminin, Ali (a.s)'ın ilmi karşısındaki konumu bir damlanın yedi deniz karşındaki konumu gibidir.
Hakeza şöyle diyordu: "Allah'a and olsun ki ilmin onda dokuzu Ali'ye verilmiştir. Geri kalan onda biri hususunda da Ali insanlarla ortaktır.

Abdullah bin Mesut şöyle diyordu: "Şüphesiz ki Kur'an yedi harf üzere nazil olmuştur. Her harfin bir zahiri ve bir de batını vardır. Kur'an'ın zahir ve batın ilmi ise Ali'nin yanındadır.
Hakeza şöyle diyordu: "Ali Peygamber(s.a.v)'den sonra insanların en bilginidir. Onu sürekli akan bir deniz gibi gördüm.
Said bin Museyyib ise şöyle diyordu: "Ali'den başka insanlardan hiç kimse "istediğinizi bana sorun" diyememiştir.


Ebu Tufeyl ise şöyle demiştir: "Ali (a.s)'ın halka şöyle hitap ettiğine ben de şahidim: Bana istediğinizi sorunuz, Allah'a and olsun ki kıyamete kadar olacak her neyi sorarsanız cevaplarım. Bana Allah'ın kitabını sorunuz, Allah'a and olsun ki bütün ayetlerin tek tek gece mi ve ya gündüz mü çölde mi veya dağda mı nazil olduğunu bilirim."



Ali (a.s), Resulullah (s.a.v)'ın
Nefsidir.

Abidin Mümini

"Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim tartışacak olursa, de ki: "Gelin oğullarımızı, oğullarınızı; kadınlarımızı, kadınlarınızı; nefsimizi ve nefsinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lânetinin yalancılara olmasını dileyelim."


Hz. Ali (a.s)'ın şahsiyetini tanımanın zorluğu.

Ali (a.s) hakkında konuşmak onun sonsuz şahsiyeti hususunda söz etmek oldukça zor ve hatta imkansız bir şeydir. Zira Hz. Ali (a.s)'ın şahsiyeti hususunda konuşmanın zaruri/gerekli ön koşulu şahsiyetini tanımadır. Bu ön koşul (Hz. Ali'nin şahsiyeti hakkında bilgimiz) olmadığı taktirde ise sonuç (Hz. Ali (a.s)'ın şahsiyeti hakkında konuşmak) da mümkün olmayacaktır. Zira bilinmeyen ve meçhul bir gerçek hakkında konuşmak mümkün değildir.

Dolayısıyla Hz. Ali'nin şahsiyeti hakkında konuşma imkanı onun şahsiyeti hakkında ilmimiz olduğu takdirde mümkündür. Oysa kainatın efendisi; yaratılışın usaresi ve özeti, bütün fazilet ve kemallerin sahibi Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Ali (a.s)'a hitaben şöyle buyurmuştur: "Ey Ali, Allah'ı benden ve senden başka hiç kimse hakkıyla tanıyamamıştır. Seni de Allah'tan ve benden başka hiç kimse hakkıyla tanıyamamıştır."

Peygamberin bu sözü bir haber niteliğindedir ve var olan bir gerçeği haber vermektedir. Yani Ali (a.s) hakkında Yüzeysel bilgiler ve tanımlar var olmuştur ve de olacaktır. Ama Ali (a.s)'ın varlık gerçeği hakkındaki bilgi Peygamber (s.a.v) dışındaki hiç kimse için mümkün olmamıştır.

Ali (a.s) hakkında gerçek bir bilginin mümkün olamayışının sebebi fazilet ve kemallerin derkinin o kemalleri elde etmeye bağlı oluşudur. Örneğin İlim insan için bir kemaldir. Dolayısıyla insan ilim sahibi olmadıkça ilmin gerçeğini derk edemez. Diğer insani kemaller de ilime benzer bir konuma sahiptir.

Ali (a.s)'ın şahsiyetinin üstünlüğü ilahi bir üstünlüktür ve bu üstünlüklerden mahrum insan asla o faziletleri algılayamaz. Nitekim Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed Gazali şöyle demiştir: "…Zira faziletin hakikati Allah azze ve celle nezdinde fazilet olan bir şeyden ise Resulullah (s.a.v) dışında hiç kimse haberdar olamaz."

Ebu Hamit Gazali'den nakledilen bu sözün iki önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken nüktesi vardır.
1-Gazali sadece Allah azze ve celle nezdinde fazilet olan şeyi fazilet kabul etmiştir. Faziletin hakikatinden yoksul olan, sadece adı fazilet olan şeyler fazilet değildir. Fazilet sadece Allah nezdinde fazilet olan şeylerdir.

2-Allah nezdinde fazilet olan şeyler Peygamber (s.a.v) dışında hiç kimse tarafından bilinemez. Peygamber dışında hiç kimsenin bilememesinin sebebi de sıradan insanların o tür faziletleri derk etme aracına sahip olmamasıdır. Lakin Peygamber vahiy aracılığı ile bu faziletlerden haberdardır.

Faziletleri tanıma ve bilmek beşer için mümkün olmadığı için o faziletlere sahip olan kimseleri derk etmek de mümkün değildir. Onların gerçek şahsiyetlerini tanıyabilmek imkansızdır ve beşeri gücün üstünde bir olaydır. Nitekim İmam Humeyni (r.a.) ilk "Nehc'ül-Belağa Asrı Konferansı"na gönderdiği mesajda şöyle demektedir: Biz Ali b. Ebi Talib'in şahsiyeti hususunda onun tanınmayan gerçeği hakkında konuşuyoruz veya kendi kısır bilgimizi dile getiriyoruz.

Ali b. Ebi Talib dünyevi ve mülki bir insan mıdır ki dünyadakiler onun hakkında konuşabilsin? Hakeza melekuti bir varlık mıdır ki melekut ehli onu değerlendirebilsin. İrfan Ehli onun hakkında sadece kendi irfan düzeyleri; filozof kimseler de sadece kendi ilimleri dışında hangi araçla onu tanıyabilirler? Biz engellileri haberdar etmek için onu ne kadar tanıya bilmişlerdir? Bilginler, fazilet ehli, arifler ve filozoflar bütün değerli bilgileri

ve faziletlerine rağmen hakkın tam cilvesinden derk ettikleri sadece kendi vücut örtüleri ve sınırlı nefsaniyet aynalarına yansıyanlardır. Hz. Ali ise bunlardan apayrı bir şeydir. O halde en iyisi bu vadiden geçip gidelim." İmam Humeyni'nin (r.a.) filozof ve ariflerin bilgisinin mahdut Hz. Ali (a.s)'ın sonsuz şahsiyetini tanımada kusurlu olduğunu beyan eden bu sözleri de Hz. Ali (a.s)'ın gerçek şahsiyetini tanımanın sıradan insanların gücünün üstünde olduğuna delalet etmektedir. Peygamber (s.a.v)'in, "Ey Ali, ben ve Allah dışında hiç kimse hakkıyla tanıyamamıştır."

Hadisi de bu manayı ifade etmektedir. Yani Ali'yi tanımak beşeri gücün ötesinde bir olaydır; yoksa insanların Ali'yi tanımak istemeyişi söz konusu değildir. Belki de Ali'nin bu sonsuz şahsiyetini tanımak mümkün olmadığı için bazıları Ali'yi Resulullah'ın diğer ashabıyla mukayese etmiş ve bazıları da eşit demişlerdir. Hatta bazıları Peygamberin bazı ashabını Ali (a.s)'dan sütün kabul etmişlerdir.

Halbuki Ali (a.s) Peygamberin diğer ashabıyla eşit tutulmasına her zaman itiraz etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: "İkinci halife ölüm döşeğinde hilafeti bir grupta karar kıldı ve beni de şura ashabıyla aynı derecede düşündü. Allahım bu şura hakkında senden yardım dilerim. Ne kadar ilginç nasıl olur da benim birincisine olan üstünlüğüm hakkında şek ederler ve böylece beni şura ashabıyla denk kabul ederler."

Hz. Ali bu sözünde sadece şura ashabıyla denk tutulmasına itiraz etmekle kalmamış, kendi üstünlüğü hususunda da şek edilmesini şaşkınlıkla karşılamıştır. Ardından sonsuz varlığını nitelendirirken şöyle buyurmuştur: "İlim ve fazilet benden akar, düşünce kuşları doruklarıma/zirveme ulaşamaz."

Ali'nin sonsuz makamı hususunda en güzel söz sözlerin en seçkini ve yetkini olan Allah'ın Ali hakkındaki sözüdür, gerçi Ali Kur'an'ın dış gerçeğidir, ve bu yüzden Ali'yi tanımak Kur'an'ı anlamak ve kuranı anlamak da Ali'yi tanımaktır. Ali hakkında bir çok ayet nazil olmuştur. Bu makalede de sadece Al-i İmran suresi 61. Ayeti -Mübahale ayeti olarak da bilinen bu ayetin sadece Ali (a.s)'ın yüce makamıyla ilgili bölümünü-ele almaya çalışacağız.

Mübahale ayeti

Mübahale ayeti bu makalenin başında da zikrettiğimiz Al-i İmran suresinin 61. Ayetidir.
Mübahale ayeti İslam alimlerinin naklettiği üzere Ehl-i Beyt (a.s) hakkında nazil olmuştur. Nitekim bir rivayette şöyle yer almıştır: "Bu ayet nazil olup, "Deki, gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı çağıralım…" diye buyurunca Resulullah, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırıp şöyle buyurdu: "Allahım onlar benim ehlimdir."

Tirmizi, Beyhaki, Suyuti, İbn-i Hacer Askalani, İbn-i Munzir, Hakim, İbn-i Bitrik ve diğer bir çok büyük Ehl-i Sünnet ravileri de mübahale ayetinin Ehl-i Beyt hakkında nazil olduğunu belirtmişlerdir.

Hakeza Şii ve Sünni ravilerin naklettiği ve Hz. Ali'nin Ömer'in seçtiği altı kişilik şura hakkında yaptığı beyanı olan "Münaşede" hadisinde de Ali (a.s) uzun bir açıklamadan sonra kendisini Resulullah'ın nefsi kabul ederek şöyle buyurmuştur: "Allah için söyleyin, Peygamber Müslümanlar arasında kardeşlik akdini okurken sizden Resulullah'ın kendisiyle kardeşlik akdini okuduğu bir kimse var mı? orada olanlar, "Hayır" dediler."

Başka bir rivayette ise İbn-i Hacer Askalani Sevaik'ul-Muhrika kitabında bu münaşede hadisini büyük Ehl-i Sünnet muhaddisi Dar-u Kutni'den rivayet etmiştir. Ali (a.s) şura günü şura üyelerine delil getirerek şöyle buyurmuştur: "Allah için söyleyin aranızda yakınlık açısından Resulullah'a benden daha yakın olanınız var mıdır? Aranızdan benden başka Resulullah'ın kendi nefsi saydığı, çocuklarını kendi çocuğu, kadınlarını da kendi kadını kabul ettiği başka bir kimse var mıdır?" orada olanlar hep bir ağızdan, "Hayır vallahi" dediler.

Şeyh Mufid'in Fusul'ul-Muhtare kitabında rivayet ettiğine göre Memun İmam Rıza (a.s)' bir gün şöyle dedi: "Kur'an'ın da işaret ettiği Emir'el Müminin'in en büyük faziletlerinden birini bana söyle.

İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: "Hz. Ali'nin en büyük fazileti Mübahale ayetinde zikredilen fazilettir. Bu ayette peygamber (s.a.v) Ali (a.s)'I Mesihilerle (Hıristiyanlarla) mübahale etmeye (lanetleşmeye) çağırmış ve Allah azze ve celle'nin hükmüyle Ali (a.s) Resulullah (s.a.v)'in nefsi olarak adlandırılmıştır. Allah'ın yaratıklarından hiç kimse Resulullah (s.a.v)'den daha üstün olmadığına göre Allah'ın hükmü gereği Resulullah (s.a.v)'in nefsi olarak adlandırılan Hz. Ali (a.s) da herkesten daha faziletli ve üstündür."

Memun tartışmak için şöyle dedi: "Resulullah'ın nefsi olan kimse mübahaleye çağrılmış olamaz. Zira bu taktirde Peygamber kendisini davet etmiştir; başkasını değil. O halde "nefislerimiz" den maksat bizzat Peygamberdir; başkası değil."
İmam Rıza (a.s) Memun'a cevap olarak şöyle buyurdu: "Ey Memun bu söylediğin şey doğru değildir.

Zira davet etmek başkasını çağırma söz konusu olunca geçerlidir. Nitekim emreden insan da başkasına emrettiği taktirde emredicidir. Dolayısıyla davetçi insan kendisini davet etmiş olamaz. Nitekim insan kendisine de emredemez. O halde mübahalede Resulullah (s.a.v) Emir'el Müminin Ali (a.s)'dan başkasını davet etmediği için Hz. Ali (a.s) Resululah'ın nefsi olarak nitelendirilmiştir."

Memun İmam Rıza (a.s)'ın cevabını dinledikten sonra şöyle dedi: "Bu cevabınıza karşı bir şey söylemek mümkün değildir."
Şii ve Sünni müfessirler mübahale ayetinde geçen "Nefisleriniz" kelimesini kesin bir şekilde Ali (a.s)'a uyarlamaktadırlar. Nitekim Zamahşeri şöyle demiştir: "Necran Mesihileri Resulullah'ın yanına geldiler, Peygamber (s.a.v) Hüseyin (a.s)'I kucağına almış, İmam Hasan (a.s)'ın elinden tutmuş, Fatıma (a.s) arkasında,

Ali (a.s)'da onun arkasında yürüyorlardı."
Şeyh Tebersi Mecme'ul-Beyan'da, Şeyh Eb'ul-Futuh Razi, Ruzet'ul-Cinan'da ve Allame Hilli "Elfeyn" kitabında müfessirlerin mübahale ayetinde geçen "Nefislerimiz" kelimesinden maksadın Ali (a.s)'ın olduğu hususunda icma ettiğini söylemişlerdir. Müfessirlerin bu konuda gösterdikleri delil de "Nefislerimiz" kelimesinde sadece iki ihtimalin oluşudur:
1-Ya "Nefislerimiz" kelimesinden maksat bizzat Resulullah(s.a.v)'dır.

2-Ya da maksat Resulullah'ın nefsi kabul edilen başka bir kimsedir.
Birinci ihtimal doğru değildir. Zira Resulullah (s.a.v) burada davetçidir ve insan kendi kendini davet etmez. Bu normal ve görünmüş bir şey değildir. Zira davet iki tarafın söz konusu olduğu durumlarda geçerlidir. Taraflardan biri olmayınca diğeri de olmaz. Birinin varlık delili diğerinin de varlık delilidir.

Davetin iki tarafı ise davet eden ve davet edilen kimsedir. Dolayısıyla bir insan hem davet edici hem de davet edilen olamaz. O halde ikinci ihtimal doğrudur. "Nefislerimiz" kelimesinden maksat Peygamber (s.a.v)'den başkasıdır. Aksi taktirde davet olayı gerçekleşemez. Öte yandan bilindiği gibi mübahale olayında Ali (a.s) dışında başka bir kimse yoktu. Hiç kimse de Ali (a.s) eşi ve çocuklarından başka birilerinin mübahale olayına katıldığını iddia etmemiştir.

Bu yüzden müfessirler "Nefislerimiz" kelimesinden maksadın Ali (a.s)'ın olduğu hususunda icma ile ittifak etmişlerdir.
Dolayısıyla "Nefisleriniz" kelimesinden maksadın Ali(a.s) olmadığını iddia eden Reşit Rıza ve benzerlerinin iddiaları da doğru değildir. Zira onların bu iddiasını hiç bir rivayet ve delil teyit etmemektedir. Onların bu sözü delilsizdir ve nefsani heveslerden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla itina etmemek gerekir.


Mübahale ayetinin Ali (a.s)'ın Şahsiyetinin sonsuzluğuna delaleti
Nakli ve edebi deliller esasınca mübahale ayetinde geçen "nefislerimiz" kelimesinden maksadın Ali (a.s) olduğunu kabul ettikten sonra bu ayetin Ali (a.s)'ın şahsiyetini tanıttığını da söylemek gerekir. Zira mübahale ayetinde sadece kendine özgü bir nitelik ile nitelendirilmiştir. Hiç kimse bu nitelik hususunda kendisi ile ortak değildir.

Bütün yaratılış aleminde Resulullah (s.a.v)'in nefsi olarak adlandırılan tek kimse Ali (a.s)'dır. Allah-u Teala Resulüne Ali (a.s)'ı nefsi olarak çağırmasını emretmiştir. Dolayısıyla bu ayet de Ali (a.s)'ın sonsuz şahsiyetine ve hiç kimsenin tasavvur dahi edemeyeceği yüce makamına delalet etmektedir.

Şeyh Tusi mübahale ayetinin Hz. Ali (a.s)'ın yüce şahsiyetine delaleti hususunda şöyle diyor: "Allah-u Teala onu Peygamberin nefsinin benzeri olarak adlandırdığı için hiç kimse fazilet ve üstünlük noktasında ona yakınlaşamaz."
Gerçi Şeyh Tusi bu ayet hususunda sadece Hz. Ali (a.s)'ın bütün insanlardan mutlak olarak üstünlüğünü açıklamıştır. Ama Ali (a.s)'ı tanıtmamıştır. Zira kendi cümlesinde "benzer" kelimesini kullanmış ve Allah'ın Hz. Ali (a.s)'I Peygamber (s.a.v)'in nefsi değil; nefsinin benzeri karar kıldığını ifade etmiştir.

Dolayısıyla Şeyh Tebersi onun bu cümlesini düzelterek şöyle diyor: "Mübahale ayeti Hz. Ali (a.s)'In faziletin sonsuzluğuna ve makamının yüceliğine delalet etmektedir. Hiç kimsenin ulaşamayacağı bir makama ulaştığının delilidir. Zira Allah onu Resulullah'ın nefsi karar kılmıştır. Bu da hiç kimsenin erişemeyeceği yüce bir makamı ifade etmektedir."
Ayrıca söylemek gerekir ki Hz. Ali (a.s)'ın Resulullah (s.a.v) yakınlığı tartışılmaz bir husustur. Biz burada Hz. Ali (a.s)'ı Resulullah (s.a.v)'e yakınlığının ölçüsünü tartışıyoruz.

Bu ayet ise Hz. Ali (a.s)ile Resulullah (s.a.v)'in insani kemaller ve şahsi üstünlükleri hususunda aralarında bir uzaklığın olmadığına delalet etmektedir. Aralarında hiç bir sınır ve ayrılık söz konusu değildir. Bu iki nurun eşitliği söz konusu edilmiştir. Burada ariflerin şeyhi ve marifet ehlinin önderi olan Şeyh-i Ekber Muhiddin bin Arabi'nin şu sözüne dikkat etmek gerekir: "Allah-u Teala'nın iradesi alemleri yaratmak isteyince iradesinden bir hakikat vücuda geldi. Arifler bu hakikate "toz, filozoflar ise "heyula" (madde) demişlerdir. Bu hakikat salt kuvve/yeti

ve kabiliyet idi. Alemde olan her şey o hakikatte kendi kuvvet ve kabiliyeti esasınca vücud bulmuştur. Tıpkı içinde bir ışık bulunan ev gibidir. Evin her köşesi o ışığa yakınlığı ölçüsünde aydınlanmıştır. O hakikatte vücud bulmada "Akıl" olarak adlandırılan Muhammed'in (Allah'ın selamı üzerine olsun) hakikati dışında hiç bir şey Allah'a daha yakın değildir. O halde Muhammed bütün alemin Seyyidi ve vücud aleminde ilk zuhur eden hakikattir.

Onun vücudu ilahi nurdan, "toz"dan/heyuladan ve tümel hakikatten kaynaklanmıştır. Bu tozla/heyulada Muhammed'in aynı/zatı vücuda gelmiş ve alemin dış gerçeği/aynı ondan tecelli etmiştir. Peygamber (s.a.v)'e en yakın olan kimse ise Ali bin Ebi Talib (a.s)'dır. Ali (a.s) alem ve cihanın imamıdır ve bütün peygamberlerin esrarıdır."

Muhiddin Arabi'nin bu sözü de tefsir ve açıklamaya muhtaçtır. İçinde düşünülmesi gereken bir şok husus vardır. Burada bizim istifade ettiğimiz husus Ali (a.s)'ın vücudunun Peygamber (s.a.v)'in vücudundan hemen sonra yer alışıdır. Herkesin varlıksal derecesi onun makamını gösterir. Peygamber (s.a.v) alemde zuhur eden ilk hakikattir.

Dolayısıyla bütün alemin efendisidir. Ali (a.s)'da peygamber (s.a.v)'den sonra yer almıştır o halde Peygamber dışında bütün insanların efendisidir. Belki de bu yüzden Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Ben ve Ali bu ümmetin babalarıyız." Buradaki ümmetten maksat insanlık kafilesi ve beşeriyet kervanıdır. Peygamber (s.a.v) ve Ali (a.s)'da bu kervanın babalarıdır. Nitekim İmam Humeyni (r.a) de şöyle demiştir.

Bütün nübüvvetler ve velayetler Resulullah (s.a.v)'in mutlak velayeti ve zati nübüvvetinin gölgesi mesabesindedir. Bu yüzden O'ndan başkasına davet O'ndan başkası için dua ve O'ndan başkasına ihsan söz konusu değildir. Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: "Rabbin, yalnız Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur." İsra/23


Peygamber (s.a.v) de ruhani/manevi babalardan biridir. Onunla ruhaniyette ittihat içinde bulunan Peygamberin halifesi de ümmetin babalarından biridir. Nitekim Peygamberde "Ben ve Ali bu ümmetin babalarıyız." diye buyurmuştur. Allah'ın ihsan edilmesi hükmünün bir manası da Peygamber (s.a.v)'e ihsan; anne babanın manalarından biri de Peygamber (s.a.v) ve Ali (a.s)'ın baba oluşudur."

Bir rivayette de İmam Hasan Askeri (a.s) şöyle buyurmuştur: "Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "En üstün ve teşekkür etmenize en layık anne babanız Muhamemd (s.a.v) ve Ali (a.s)'dır." Ali bin Ebi Talib (a.s) da Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu işittiğini söylemiştir: "Ben ve Ali bu ümmetin babalarıyız."

Peygambere Yakınlığın Çeşitleri

1-Ariflere göre Peygamber (s.a.v) yakınlık üç çeşittir:
2-Zahiri ve şekli yakınlık.
Manevi ve batıni Yakınlık
3-Hem manevi ve hem de Şekli/zahiri boyutları olan kapsamlı yakınlık.

Zahiri yakınlık Peygamberle zahiri bir nisbetinin bulunmasıdır. Yani peygamber (s.a.v)'e mensuptur. Ama Peygamber'in özelliklerinden ve kemallerinden mahrumdur. Bu yakınlık da iki türlüdür.
a-Tinet/yaratılış, hasebiyle yakınlık diye de adlandırılan soy yakınlığı. Örneğin seyyidlerin ve şeriflerin Peygambere olan yakınlığı…sadece siyaset ve soy açısından Peygambere isnad edilmeleri şekli/zahiri yakınlıktır.

b-Bir de dini yakınlık söz konusudur ki bu da onun dinine ve nübüvvetine imanı ifade etmektedir. Dolayısıyla sadece nübüvvet ve dinini kabul etmek açısından ona yakın olur ve sahip olduğu kemallerinden uzak bulunurlarsa bu yakınlıkları da şekli/zahiri yakınlıktır. Örneğin ariflere göre zahir ve şeriatın alimleri olan müçtehitlerin yakınlığı da şekli/zahiri yakınlıktır. Hakeza alimler salihler, abidler, ve diğer müminler de suret ve zahir açısından Peygamber (s.a.v)'e mensupturlar.

Manevi yakınlıktan maksat Peygamber (s.a.v)'e insani, ahlaki ve batıni kemaller açısından yakın olmaktır. Zira bu yakınlık; ister Peygamber (s.a.v)'in bi'setinden önceki kimselerce (örneğin: Firavun ailesinden mümin kişi ve Yasin suresinde adı geçen Habib bin Neccar gibi) veya Peygamber'in, "Selman biz Ehl-i Beyt'tendir." diye buyurduğu Selman gibi bi'setten sonraki kimselerce elde edilmiş olsun, hiç fark etmez.

Peygamber ile nisbetleri manevi olanlar onun ruhi evlatlarıdır. Zira onlar ruhi açıdan Peygamberin maneviyatını kabule hazırdırlar. Diğer kapsamlı yakınlık ise Peygambere duyulan iki yakınlığı da kapsayan tam ve kamil bir yakınlıktır. Diğer yakınlıklardan üstündür ve ilk derecede yer almaktadır. Ardından manevi yakınlık daha sonra dini ve imani yakınlık ve son olarak da ırksal ve soysal yakınlık her kim Peygambere kapsamlı/tam bir yakınlık içinde olursa onun halifesi ve yerine geçen imamdır.

Peygamber (s.a.v)'e tam bir yakınlık içinde olan Al-i Bin Ebi Talib (a.s)dır. Zira mübahale ayetinde Resulullah (s.a.v)'in nefsi olarak nitelendirilmiştir. Bilindiği gibi insana hiç bir şey nefsi kadar yakın değildir o halde Ali (a.s)'da Peygamber (s.a.v)'e tam bir yakınlık içindedir. Netice olarak Ali (a.s) Resulullah (s.a.v)'in halifesi ve yerine geçen imamdır.

Hz. Ali (a.s)'ın Peygamber (s.a.v)'e tam bir yakınlık içinde olduğunun delili de bizzat şu kendi sözüdür: "Resulullah'a ne kadar yakın olduğumu, yanında nasıl bir yere ulaştığımı bilirsiniz. Çocukluğumda beni bağrına basar, yatağına alır, vücudunu bana sürer, koklardı. Lokmayı çiğnedikten sonra bana verirdi. Ne söylediğimde bir yalan, ne yaptığımda bir kötülük bul-muştur. Allah, sütten kesildiği andan itibaren meleklerin büyüklerinden birini ona arkadaş etmişti; O melek, ona gece gündüz yüceliklerin yolunu, alemin güzel ahlakını öğretirdi.

Ben de yavrusu devenin ardından nasıl giderse onu öylece takip ederdim; her gün huylarından birini öğretir, ona uymamı isterdi. Her yıl Hira dağına çekilirdi, onu ben görürdüm, benden başkası da görmezdi. O gün İslam Resulullah ve Hatice'nin evinden başka hiçbir evde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahyin ve risaletin nurunu görür, nübüvvetinin kokusunu duyardım.

O'na vahiy geldiği zaman, şeytanın feryadını duydum da "Ya Resulullah! Bu feryad nedir?"dedim. "Bu kendisine kulluk edilmesinden ümidi kesen şeytandır. Benim duyduğumu duyuyor, gördüğümü görüyorsun. Ancak sen nebi değilsin, vezirsin ve hayır üzeresin" dedi."

Böylece Ali (a.s) Allah'a yakınlık ve makam açısından Peygamberden sonra gelmektedir. Allah'a yakınlık hususunda tıpkı Peygamber (s.a.v) gibi mutlak yakınlığa veya farz ve nafilelerin tümüne nail olmuş, bütün perdeler ortadan kalkmış, Allah'ın zat ve sıfatında fenaya erme makamına erişmiştir. Seyir mertebesinde Rabbin fena makamına erişen; Rabbin zat ve sıfatında fani olan kimse ile dost olmak Allah ile dost olmaktır. İşte bu yüzden Emir'el-Müminin Ali (a.s)'I sevmek ve onunla dost olmak Allah'ı sevmek ve Allah ile dost olmaktır. Hatta bizzat Allah'ı sevmektir."

Nitekim Resulullah'ı sevmek de Allah'ı sevmek gibidir. Gerçi Peygamber sadece Allah'ı dost edinmiştir ama Allah'ı dost edinmekte Ali (a.s)'I dost edinmektir. Nitekim Ali (a.s) da Resulullah (s.a.v) ile dost olduğu halde sadece Allah'ı dost edinmiştir."

Kaynaklar
1-İbn-i Ebi'l-Hadid, İzzuddin Abdulhamit Medaini, Şerh-i Nehc'ül-Belağa, Tahkik-i Ebulfazl İbrahim, Beyrut Dar-u İhya'it-Turas'il-Arabi, İkinci baskı, Hicri-Kameri 1385
2-İbn-i Arabi, Muhyiddin, el-Futuhat'il-Mekkiyye, Tahkik-i Osman Yahya, Mısr, el-Mektebet'ül-Arabi
3-İmam Humeyni, Ruhullah Musavi, Tahkikat a'la Şerh-i Fusus'il-Hikem ve Misbah'il-Uns, Kum, Müessesei Pasdar-i İslam, İkinci Baskı, H.K. 410

4-Hilli, Cemaluddin Hasan b. Yusuf b. Mutahhar, el-Feyn fi İmamet-i Emir'el-Müminin Ali b. Ebi Talib (a.s), Beyrut Müesseset'ül-A'lemi lil Metbuat, 3. Baskı, H.K. 1402
5-Hilli, Cemaluddin Hasan b. Yusuf b. Mutahhar, Keşf'ul-Murat fi Şerh-i Tecrid'il-İtikad, Tahkik-i Hasan Zade Amuli, Kum, Müessesei İntişarat-i İslami, 7. Baskı, H. K. 1417
6-Hilli, Cemaluddin Hasan b. Yusuf b. Mutahhar, Menahic'ul-Yakin fi Usul'id-Din, Tahkik Muhammed Rıza Ensari, Kum, Matbaa-i Yaran, 1. Baskı, H. Ş. 1374

7-Razi, Ebu'l-Futuh, Revzet'ül-Cinan ve Ruh'ul Cinan, Tashih ve Havaşi-i Mehdi İlahi Kumşei, 2. Baskı, H. K. 1320
8-Zemahşeri, Carullah Ömer b. Mahmud, el-Keşşaf, Beyrut, Dar'ul-Kitab'il-Arabi, 3. Baskı, H. K: 1407
9-Tebersi Ebu Ali Fazl b. Hasan, Mecme'ul-Beyan fi U'lum'il-Kur'an Tashihi Mehellati ve Yezdi Tabatabai, Beyrut, Dar'ul-Me'rife, 2. Baskı, H. K. 1408
10-Tusi, Ebu Cafer Muhammed b. Hasan, et-Tibiyan fi Tefsir'il-Kur'an, Beyrut, Dar-u İhya'it-Turas'il-Arabi, Tashih ve Tahkik-i Ahmed Habib Kasir'ul-Amili
11-E'lem'ul-Huda, Seyyid Şerif Murtaza, el-Fusul'ul-Muhtare fil Uyun ve'l-Mehasin, Kongre-i Cihani-i Şeyh Mufid, 1. Baskı, H. K. 1413

12-Gazzali, Ebu Hamit Muhammed b. Muhammed, İhya-i U'lum'id-Din, Beyrut, Dar'ul-Kitab'il-İlmiyye, 1. Baskı, H. K: 1406
13-Kayseri-i Rumi, Muhammed Davud, Şerh-u Fusus'il-Hikem, Tahkik-i Üstad Celaluddin Aştiyani, İntişarat-i İlmi ve ferhengi, 1. Baskı, H. Ş. 1403
14-Meclisi, Muhammed Bakır, Bihar'ul-Envar, el-Camie li Durer-i Ahbar'il Eimmet'il-Ethar, Beyrut, Dar-u İhya'it-Turas'il-Arabi, 3. Baskı, H. K. 1403

15-Müslim b. Haccac, Ebu'l-Huseyn Nişaburi, Sahih-i Müslim, Şerh-i Nevevi, Beyrut, Dar-u İhya'it-Turas'il-Arabi, 4. Baskı,
Ali ve İlahi Felsefe
Abdullah Cevad-i Amuli

Felsefe "var" olan bir şeyi tanımak ve onu "yok"tan ayırt etmektir. Akli evrenbilime felsefe demektedirler. Biz "Ali ve ilahi Felsefe" konusunda iki boyutu ele almaya çalışacağız: Teorik ilahi felsefe ve pratik ilahi felsefe.

------------------
Nehc'ül Belağa 190. Hutbe (Kasıa Hutbesi)
Tabakat-i İbn-i Sa'd
Sünen-i Nesai c.1,s.178
Tabakat İbn-i Sa'd
Nehc'ul Belağa/210
Tirmizi Menakib-ı Ali babı ve Tarih-i Bağdat 7/402
"Peygamber(S)'ile gizli bir şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz." (Mücadele/12)

Tefsir-i Razı ve Kenz'ul-Ummal 6/392-405
Müstedrek-i Hakim 3/138 Hesais-u Nesai/40 ve Müsned-i Ahmed 6/300
Cam'us-Sagir 1/415, Sevaik'ul Muhrika/73 Tehzib'ut-Tehzib 6/320 ve Müstedrek-i Hakim 3/126
ec-Cami'us-Sagir 1/415 "İlim şehri" hadisi Sıhah, Sünen ve Müsned kitap yazarlarının mütevatir olarak rivayet ettikleri hadislerden biridir. Allame Emini (r.a) el -Gadir kitabının altıncı cildinde bu hadisi nakleden 143 Ehl-i Sünnet

muhaddisinin adını zikretmektedir. Bu cümleden Hakim, Müstedrek'de; Abdurrezzak, Musennif'de; Ahmed bin Hanbel, Menakıb'da; Tirmizi, Sahih'de; İbn-i Cerir, Tehzib'ul Asar'da; Taberani, Mu'cem'ul Kebir'de; Hatib, Tarih-i Bağdat'da; İbn-i Abdulbir İsti'ab'da; Hatip Harezmi, Menakib'da; İbn-i Esir, Cami'ul-Usul'da; Cezeri,

Usd'ul-Gabe'de; Suyuti, Cami'us-Sagir'de; Muttaki Hindi, Kenz'ul-Ummal'da; İbn-i Esakir, Tarih-i Dimeşk'te…burada adını zikretmediğimiz daha bir çok muhaddis de bu hadisi kitaplarında beyan etmiş sahih veya hasen olarak kabul etmişlerdir.
Kenz'ul-Ummal 11/614
Müstedrek-i Hakim 3/122,
Kenz'ul-Ummal 11/605, Cem'ul-Cevami'I, Suyuti, 6/398; İstiab 3/1099; Mecme'ul Zevaid 9/101 ve 114; Siyer-i Halebiyye 1/285
Cami'us-Sagir, Suyuti 2/177
İstiab 3/38
Ensab'ul-Eşraf/100
İstiab 3/1104
a.g.e
Ust'ul-Gabe 4/22
Ensab'ul Eşraf
Tefsir-i Taberi 26/16; Tabakat: 338 ve Feth'ul-Bari 10/221
Al-i İmran/61
Bihar'ul-Envar, Meclisi/84
İhya, Gazali/137
Gazali, İhya/137;İbn-i Eb'il-Hadid, Şerh c.1, s.7.
Sahih-i Müslim, c.15,s.176
İBn-i Ebi'l-Hadid, Şerh, s.167
Meclisi, c.35, s.267
Seyyid Murtaza, Fusul/38
Zamahşeri, Keşşaf/368
Tusi, Tıbyan, c.2, s.485; Şeyh Tebersi, Mecme, c.1, s.764; Razi, Ruzet'ul-Cinan, c.2, s.382
İbn-i Arabi, Futuhat, c.2,s.226-227
İmam Humeyni, Ta'likat/48
Kayseri, Şerh-i Fusus, s.306-307
Nehc'ül Belağa 192.Hutbe
İmam Humeyni, Ta'likat s.110

Görüş ve önerileriniz

Kullanıcı Yorumları

Yorum yok
*
*

Türkçe alhassanain Özel İslami Düşünce ve Kültür Yayın Sitesi